Haberler-Mektuplar

İZMİT MİTİNGİNDE ONBİNİ AŞKIN İŞÇİNİN GÜNDEMLEŞTİRDİĞİ SLOGAN
“Genel grev için ileri”

İşçilerin yoğun olarak yaşadığı Kocaeli Bölgesi’nde, Kocaeli Sendikalar Birliği, 23 Haziran günü bir yürüyüş ve miting düzenledi. Kocaeli Bölgesi’nde yaşayan işçiler ile İstanbul ve çevre illerden gelen işçi ve emekçilerin katılımıyla oluşan on bini aşkın kitle işçi sınıfının öfkesini ve coşkusunu, işten atılan, grev gömleği giyen, Toplu Sözleşme Görüşmeleri tıkanan işçilerin soluğunu alanlara taşıdı.
Pakmaya başta olmak üzere birçok işçinin işten atıldığı, beş bini aşkın işçinin fiilen grevde olduğu, devam eden toplu sözleşme görüşmelerinin tıkandığı, devletin işçi sınıfına saldırışınım bir ifadesi olarak Valilik eliyle “İşçi Hareketlerini İzleme Komitesi” oluşturulduğu koşullarda oluşan Kocaeli Sendikalar Birliği bir miting düzenledi. Sermayenin çıkarlarına uygun iş yasasını, sendikalar, grev-toplu sözleşme yasalarını ve hayat pahalılığını protesto etmek amacıyla gerçekleştirilen mitingde faşizmi, hükümeti ve Türk-İş yönetimini protesto eden sloganlar haykırıldı.
Saat 10.30’dan başlayarak toplanan işçi grupları coşkuyla sloganlar haykırarak yürüyüşün başlayacağı Baç Kavşağı’na doğru harekete geçtiler. Saat 12’ye kadar akın akın gelen ve çoğunluğu işçi olan kitle on bini aştı. Kocaeli’nde örgütlü sendikaların pankartları altında toplanan işçilerin yanı sıra Adapazarı, Bursa, İstanbul ve Zonguldak gibi illerden de mitinge önemli bir katılım oldu.
Baç Kavşağı’ndan Anıtpark’a yürüyen coşkun kitle İşçiler Birleşin! İş, Emek, Özgürlük! Hükümet İstifa! Türk-İş istifa! Kahrolsun Faşist Diktatörlük! Faşist kararnamelere Hayır’! vb. pankartlar taşıdı ve sloganlar haykırdı. Fakat bütün kitle büyük bir coşkuyla en çok İŞÇİLER ELELE GENEL GREVE-GENEL GREV İÇİN İLERİ sloganlarını haykırdı.
Miting alanında ilk konuşmayı Harb-İş Sendikasından İzzet Çetin yaptı. Konuşmasında, işçilerin ve emekçi sınıfların acil sorunlarına değinen ve “Bir daha yeni 12 Eylül’e izin vermeyeceğiz” diyen İzzet Çetin, konuşmasında “12 Eylül, yasakları, işkenceleri, baskıları ve Güneydoğu’daki SS yasalarıyla sürmektedir” deyince bütün kitle tarafından alkışlandı ve Kürdistan Faşizme Mezar Olacak sloganı haykırıldı.
İkinci olarak grevci Laspetkim işçileri adına yapılan konuşmada demokrasiden, sınıf kardeşliğinden mücadeleden söz eden bazılarının gerçekte demokrasinin katili oldukları anlatıldı ve “Şevket Yılmaz zihniyetini, bürokratik sendikacıları başımızdan atıp, işçiler olarak tabandan birleşmediğimiz sürece sorunlarımız çözülmez” dendi.
Selüloz-İş Genel Başkanı Fikri Karakadılar’ın “Genel greve hazır mıyız?” sorusuna işçiler bir ağızdan “hazırız” cevabını verdiler.
Mitingde İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun mesajı coşkuya alkışlandı. Grup Yorum da başka marşların yanı sıra işçilerin de katılımı ile 1 Mayıs Marşını söyledi.
Polis, dağıtılmak üzere getirilen bazı dergilere ve bazı pankartlara el koydu.
Mitingin en dikkat çekici özelliği tespit edilen sloganlar arasında olmamasına rağmen Genel Grev sloganının atılan temel slogan olmasıydı. Miting, İzmit tarihinin en büyük mitinglerinden biri olarak değerlendirildi.

Yıldız Porselen işçileri direnmekte kararlı
6 Haziran’da başlattıkları grevin 12. gününde Yıldız Porselen işçileri, bir basın toplantısı düzenlediler. Basın toplantısına gazete muhabirlerinin yanı sıra sendikalardan, belediyelerden ve çeşitli işyerlerinden işçiler de katıldılar.
Yıldız Porselen işçilerinin grevini desteklemek üzere gelen Grup Yorum’un müziği eşliğinde işçiler, coşkulu halaylar çekerek ziyaretçilerini selamlarken, grev coşkusunu ve sermayeye karşı mücadelelerinde güçlerini birleştirme sevincini yaşıyorlardı.
12 Eylül’le birlikte, ekonomik, sendikal hak ve özgürlükleri gasp edilen işçilerin mücadelelerinin etkili bir aracı olan grevler, faşist yasa, yasaklar ve uygulamalarla sönükleştirilmeye, etkisizleştirilmeye çalışılırken, Yıldız Porselen işçileri basın toplantısını, Netaş, Kazlıçeşme, Migros, Kartal-Çimento işçilerinin verdikleri örneklerde olduğu gibi, grevi, sermayeye karşı bir mücadele ve sınıfın bir dayanışma aracı olarak, kendilerini desteğe gelen ziyaretçileriyle birlikte coşkulu bir gösteriye dönüştürdüler. Fabrika önündeki grev çadırında bekleyen grev gözcüleri ise, önlerindeki bu coşkulu sahneyi heyecanla izliyorlardı.
2821-2822 sayılı yasalarla grev yerinde gözcülerden başka hiç kimsenin bulunamayacağını ve işçilerin kalabalık bir şekilde grev yerinde bulunmasının yasak olduğunu getiren hükümlerle, işçiler, mücadelelerinde yalnızlaştırılmak istenirken, bu amacın gerçekleştirilmesi görevini üstlenen polis, Yıldız Porselen işçilerinin ve ziyaretçilerinin eğlencelerine engel olmak için fabrika önüne gelerek kalabalığa dağılmaları tehdidinde bulundu. Gerekçe olarak da, her zaman olduğu gibi, “toplu eğlencenin yasak olduğu, buna fabrika önünde izin verilemeyeceğini” ileri sürerek, topluluğun fabrika önündeki eğlencesine engel olmaya çalıştılar. Sendikacılar, amaçlarının gösteri olmadığını, Yıldız Parkı’nda eğlencenin yasak olamayacağım ileri sürerek, topluluğu fabrikadan biraz ilerdeki bir yerde eğlenceye devam etmeye çağırdılar. Toplu en ufak bir kıpırdanışa, dahi tahammül edemeyen polis, yeniden başlayan eğlenceye tekrar müdahale etti. Bunun üzerine topluluk dağılmak zorunda kaldı. İşçiler, 30-40 kişilik gruplar halinde ağaçlar alanda oturmaya ve polisin bu tutumunu protesto etmeye devam ederken, basın ve sendikalardan gelen gruplar da grev çadırına giderek gözcüler nezdinde grevi desteklediklerini ve başarı dilediklerini belirttiler.
İşçilerin en ufak bir eğlencesinin bile hakim sınıflarda nasıl bir korku ve huzursuzluk yarattığını bu olay bir kez daha sergilerken, işçilerin gözlerinde polise karşı hınç ve öfke okunuyordu.
Grev gözcüleriyle yaptığımız konuşmada, grev gözcüleri, işçilerin 340.000 TL brüt ücret üzerinden 220.000 TL net ücret aldıklarını, çalışan işçilerin hemen hemen tamamının akşam 5’ten sonra genelde temizlik işçiliği olmak üzere ek bir işte çalışmak zorunda kaldıklarım; hayat pahalılığı ve enflasyon karşısında çok komik bir ücrete çalıştırılırken, ürettikleri vazolara 3-5 milyon TL değer biçildiğini ve vazoların devlet erkanı tarafından eş, dost ve akrabalarına hediye olarak peşkeş çekildiğini anlatarak, fabrika ürünlerinin yüksek bürokrasi tarafından talan edildiğini ve fabrikanın bu nedenle gördüğü zararın faturasının işçilerden çıkarıldığını söylediler. İşçiler, bu durumu şiddetle protesto ettiklerini söyleyerek, grevleriyle düşük ücrete çalışmayacaklarının ve artık eşe, dosta çekilen peşkeşlerin faturasını ödemek istemediklerinin anlaşılması gerektiğini belirttiler.

“Grevcilik Oyun” Değil, Haklarımızı İstiyoruz
Bir tarafta işverenler ve hükümet, bir tarafta da Türk-İş yönetimi, işçilerin sırtına binmiş, sözde işçi haklarının pazarlığını yapıyorlar. Pazarlıklar işçiler adına yapılıyor ama bilinçli olarak işçiler saha kenarında tutuluyor.
İşçiye karşı adeta bir “Şeytan üçgeni’ oluşturan hükümet, işverenler ve Türk-İş; arkasındaki 12 Eylül yasaklarına, kasalarındaki paraya ve devlet olanaklarına dayanarak, işlerine geldiği biçimde sözleşmeleri imzalıyor, grevleri kırıyorlar. Yalan-Dolan ve çeşitli ayak oyunlarıyla gizlenmeye çalışan bu danışıklı dövüşle; işçi hakları her geçen gün daha (azla geriye götürülüyor.
Şuan sürmekte olan, Sümerbank Yıldız Porselen grevimizin de dahil olduğu, kamu grev ve sözleşmeleri; işçi sınıfının mahkum edildiği sendikal yasa ve uygulamalara somut örnekler oluşturmaktadır.
Bugün ülkemizde, grev hakkinin özgürce kullanılabildiğini kimse iddia edemez. Çimento grevinde olduğu gibi “Milli güvenlik” vb. komik gerekçelerle hükümetin bizzat grev kırdığı; yine aynı amaçla çimento ithalatını serbest bıraktığı bir ülkede, grev hakkının özgürce kullanıldığından söz edilemez. Adına “serbest toplu pazarlık” deyip ‘zorunlu ücret’ sisteminin dayatıldığı koşullarda, grev hakkından söz etmenin fazla bir anlamı yoktur,
Birkaç gün önce, “Bu rakamlan kesinlikle kabul etmeyiz, greve hazırlanın” talimatı vererek atıp tutan Türk-İş, bir süre sonra 10.000 TL artışa başarıymış gibi imza atıp, işçilerle alay etmekten çekinmedi. Türk-İş, işçinin gücüne dayanacağı yerde, niye hükümet kapılarında dilencilik yapıyor? Türk-İş yöneticileri işçinin haklılığına inanıyorsa, beklesinler hükümet kendilerine gelsin. Başbakan işverenler sendikası başkanı mı ki, onunla görüşmek için uğraşıp duruyorlar? “1963’ten beri bu işler böyle gidiyor” demek davranışlarını temize çıkarmaz. Koskoca işçi örgütüsün, bugüne kadar böyle geldiyse, sende bundan sonrasını değiştir, somut alternatifler üret!
Boğaz tokluğuna çalıştığımız yetmiyormuş gibi, bir tarafta da sağlık, eğitim gibi temel sosyal hizmetler tümden paralı hale getirilmeye çalışılıyor. Ücretlerden en fazla kesinti yapılan ve en fazla vergi verilen ülkelerin başında Türkiye geliyor. İnsanca yaşam için ücret, iyi çalışma koşuları ve iş güvenliği istiyoruz. Demokratik haklarımızı istiyoruz.
Bu halklarımızı almak İçin, kendi örgütlü gücümüze, bilinçli ve kararlı tavrımıza güvenmenin gerektiğinin farkındayız. Bu noktada da gösterilecek güçlü bir dayanışma ve desteğin önemi ortadadır.
Tüm işçi sınıfı örgütlerini, demokratik kişi ve kuruluşları grevlerle dayanışmayı güçlendirmeye, somut adımlar atmaya çağırıyoruz. Grevimizde haklıyız kazanacağız.

Sol Birlik Lafı ediliyor, Ama… Yeni Anti-Marksist Partiler Geliyor
“Birlik” ve “birlikçilik”, bunların ikisinin de ilkesizi moda, biliniyor. Tüm bir anti-Marksist, devrim ve devrimcilikten uzak cephe, hemen tüm grup, kişi ve çevreleriyle birlik ve birlikçilik propagandası yaptı, halen de sürdürüyor. Ama aynı zamanda her geçen gün yeni ayrılıklar da yaşanıyor. “Sosyalist Birlikçilerin Aydınlıkçılardan ayrılığıyla başlayan bu süreç, Kuruçeşmeciler’in Tebliğciler-Sosyalistlerin Birlik Partisi girişimcileri olarak bölünmesiyle sürdü. Bu ikinciler hem bir arada duran hem de bir ayrılığı yaşayan, henüz ayrılığın tamamen açığa vurulup onaylanmadığı bir bölünmüşlük içindeler. Bu girişim içinde yer alan TBKP, “komünizm” ve “komünist parti”yi yasallaştırıp hukuki meşruiyetini elde etme ve böylelikle 141’i zorlama ve geriletme gerekçesi ardında, bakanlığa, kuruluş dilekçesini verdi. (Artık “komünist” partiler izin dilekçesiyle kurulur oldular!) “İhtiyar kurt” Aybar, bu gerekçeyle aldatılmayı reddederek hemen itiraz etti, durumu kabullenmeyeceğini ve ayrı parti kuracağını açıkladı, ardından da bir basın toplantısı düzenleyerek bunu ilan etti. Ayrıca, SHP’den ayrılan milletvekillerinin kurduğu halkın Emek Partisi (HEP) var. SBP’ciler ve TBKP’liler onlara, onlar berikilere katılma çağrısı yapıp birlik öneriyorlar. Tartıştıkları, sosyal demokratları kapsayan Marksist parti mi yoksa Marksistleri kucaklayan sosyal demokrat parti mi sorunu? Bu, kuşkusuz, yönetimde, sandalye dağılımında pazarlığa giydirilmeye çalışılan teorik kılıftan başka bir şey değildir -ha Ali Veli, ha Veli Ali!
Birlik laflarının halkın geri bilincinde varolan “birlikten kuvvet doğar” öyleyse “solcular birleşsin” özlemini kullanarak pirim yapmaya hizmet etmek üzere sarf edildiği, bir yönünün de, pek bol olan “kılıç araklanma” bir araya toplanarak güç oluşturmak olduğu “birlik” girişimlerinde, son ayrılıkçı gelişmeler gösteriyor ki, her “ileri gelen” kişi ve çevre ki -bunlar da pek boldur, “kılıç artıkları” arasında- birliği, kendi etrafında, kendi yönetiminde ve herkesle ve her anlayışla birlikte olabilmenin moda olduğu yüceltilen “çok seslilik” ve “hoşgörü” ortamının gerekliliği propagandasına rağmen, kendi anlayışı ve yaklaşımları temelinde sağlamaya çalışmaktadır. Bir yandan kariyer kaygıları, diğer yandan ince siyasal hesaplar, önce bu dikte ettiriciliğe, sonra da ayrılıklara yol  açmaktadır.
Hala birlik çaba ve girişimleri sürdürülüyor, toplantılar, kurultaylar yapılıyor, ama sadece ayrı duruşlar da değil, ayrı parti ilanları da “birlikçi” tabloyu tamamlıyor. Şimdi, kurulan ya da kurulacağı açıklanan 5 parti odağı var: SBP, TBKP, Kuruçeşme tebliğcileri, HEP ve Aybar çevresi, Aydınlık’ın SP’si de sayılırsa -6 adet
Kuruçeşme tebliğcileri, Yeni Öncü, Gelenek, İktidar Yolu, Hedef, Sınıf Bilinci, İşçiler ve Politika ve Sosyalist Birlik dergileri çevrelerinden yola çıkan bir harmanlamayla, bu yasal dergi ve çevrelerden hareket eden, ama “hedeflerinin mevzuata göre bir yasal parti oluşturmak olmadığını” (E. Kürkçü) iddia eden -herhalde yasal parti için, TBKP gibi, 141-142’nin kalkmış olacağı yeni bir “mevzuat” hedefleniyor-, “bir devrimci işçi partisine gidecek bir devrimci sosyalist blok”! oluşturmaktalar.
TBKP, ikili oynayarak zaten “resmen” kurulmuş bulunuyor.
SBP ise, “seçilmiş delegelerle, 23 Haziran’da bir “hazırlık kurultayı” topladı. Ülkenin, sol fikirli hemen tüm “kalburüstü” aydınlarının, Aziz Nesin, Halit Çelenk, Gencay Gürsoy, Mahmut Tali Öngören, Murat Belge vb.nin, Sadun Aren ve Çağatay Anadol gibi eski TİP’lilerin, İnsan Hakları Derneği’ni kişisel siyasal hesaplarının sıçrama tahtası yapan Akın Birdal’ın, Nedim Tarhan, Kemal Anadol, Kamil Ateşoğulları Hüsnü Okçuoğlu, Ekin Dikmen, Arslan Başer Kafaoğlu gibi eski CHP ve SHP’lilerin, hemen yalnızca kolay ve elverişli koşullarda sosyalizm lafı eden ve SHP ile DSP’yi yetersiz bulan genişçe bir sosyal demokrat çevrenin kurucuları arasında yer aldığı bu parti girişimi, TBKP ile de bağlarını koruyor, yani, rivayet muhtelif, ama “Marksistleri” de kucaklamaya çalışıyor, zaten başka “Marksistlik” iddiasında olanları da kucaklıyor.
A. Nesin üstadımız, “Türkiye solunun tarihinde ve Türkiye tarihinde yeni bir sayfa açılıyor” diyor, Şefik Hüsnü’ler, Esat Adiller, birinci TİP gibileriyle, kim bilir, kaç kez açılmış bir sayfayı kastederek. Ama yine de, üstat haklı sayılır, çeşitli çevreler arasında bu denli uzlaşmaya ve çeşitli yaklaşımların ortaklaştırılmasına dayanan ve birinci TİP dışta tutulursa bu denli “geniş” bir çevreyi, ama aydın bir çevreyi birleştiren bir sayfa olarak yeni bir sayfa bu. Nesin, “Marksizm’e dayalı yığınsal parti” öngörüyor, ama aydınlar ne kadar bir yığın oluşturabilir, fabrikalara, atölyelere dayanmayan, buralardan hareket etmeyen bir parti nasıl Marksist ve yığınsal olabilir?
Ayrılık eğilimlerini Nesin üstat da görüyor, kariyerizmin parçalayıcılığına karşı “dönüşümlü kolektif liderlik” öneriyor, pek bol olan “lider”lerden “özveri” beklediğini söylüyor ve ayrıca kurulacak partinin hiçbir eski örgütün “kalıtımcısı” olmaması ama “bütün sol örgütlerin deneyimlerinden yararlanma”sı gereğini “birlik zemini” olarak ileri sürüyor.
Kemal Anadol’un konuşması alkışlanıyor ve “kervan”, yeni “birlik” çağrılarıyla, sınıfın ve Marksizm’in dışında ve karşısında yürümeye devam ediyor. Yağcı ve Sargın da biraz içinden biraz dışından yürüyüşe katılıyorlar.
Ve sanki eski SDP deneyi pek başarılıymış gibi, “sol birlik”in dışında ayrı baş çekeceğini ilan eden Aybar…
Esip gürlüyor “iflas eden sosyalizm değil, halk dışlanarak kurulmak istenen Leninizm’dir.” Bre eski reis, Leninizmsiz sosyalizm mi olur? “Bağımsız ve Türkiye sosyalizmi” diyorsun, o halde bırak doğu ve batı Avrupa’ya bakmayı Türkiye’ye bak. Bu ülkede işçiler Leninizm’in bayrağıyla yürüyor, polis barikatlarını dağıtıyorlar. Sizin, tüm birlikçilerin, evlerinizde oturduğunuz -ama sınıf adına, onun partisi adına konuşmaktan hala vazgeçmediğiniz- 1 Mayıs’ta. İflas edenin ne olduğunu daha çok göreceksiniz, hem de görmek istemeseniz de göreceksiniz. Kruşçevciliğin, Gorbaçovculuğun iflası Leninizm’in iflası olarak ne denli gösterilmeye çalışılırsa çalışılsın, bu ülkede hem Leninistler hem işçiler var, Leninist işçiler var, doğal ki, sizin, tüm “birlikçiler” in dışında ve karşısında.
Aybar, “TBKP dışındaki tüm Marksistleri bize katılmaya davet ediyoruz” diyor. TBKP’lilerin samimiyetsiz davrandığını düşünüyor, ama, “bizim çizgimiz ulusal bağımsızlığa sahip çıkmak ve ideolojik bağımsızlık”tır diyerek ideolojik farklılığı neden gösteriyor. Aman efendim, hala “ideolojinin” ve “ideolojik farklılıklardın lafı mı edilir, lafı mı olur! “İdeolojik” bir yönünüz mü kaldı ya da olumsuz anlamıyla salt “ideoloji” yani spekülasyon olmadınız mı! “Leninizm iflas etti” diyeceksin ve hala “ideolojik” tutumdan söz edeceksin parti kurarken- gülünç olmaktan kaçınmak yerinde olur.
“Ulusal bağımsızlığa sahip çıkma çizgisi” nasıl bir çizgidir? Bunun sosyalizmle ilgisi olabilir mi? Önce, gerekli olanın ne olduğu önemli: “Ulusal bağımsızlığa sahip çıkmak” değil, onu kazanmak gerekmektedir. Ne zaman bağımsız olduk ki? Sonra, ulusal bağımsızlığı savunmanın sosyalist olmaya yetmediği bilinmeli. Bu, önünde sonunda burjuva bir taleptir, demokratik içeriklidir, sosyalist parti kurmaya çalışan sosyalizm” savunur. Aybar ulusçu burjuva ve üstelik liberal bir konumdadır, ama hala “sosyalizm” lafı etmektedir –Leninizm’in iflas etmediğinin bir göstergesi olarak.
Kuşkumuz yok, tüm Marksistler başka işleri yok, koşa koşa, Aybar’ın çağrısına uyarak, kuracağı partiye katılacaklardır!
Yine kuşkusuz, bunlardan geriye kalanlar da, yine koşa koşa, “birlikçilerin”in diğer partilerine katılacaklardır! Hepsi de çok ama çok güçlenecekler; o, “birlikçilik” lafını çok eden ve bir araya gelmeyi pek bilen, buna sınıfsal özelikleri de pek uygun olan “geniş” bir aydınlar “yığını”nı kucaklayacaklardır!
Güzel oluyor, hoş oluyor bu “birlikçilik” ve bu partiler iyi oluyor!
Belki devrimciliğinden vazgeçen “devrimciler” bile destekler!

MİT’te Açıklık mı? Şirinleştirme Operasyonu mu?
Geçtiğimiz ay içinde MİT de “glasnostçu” modaya uydu. Şu Gorbaçov olağan üstü bir adam; solcularımızı bitirdi, ihracat kapılarını açarak Ali Şen, Ertan Balin, Belkon gibi burjvalarımızı kazandı, bakanları, hatta Özal’ı kazandı, şimdi MİT’i de etki alanına aldı!
MİT müsteşarı Korgeneral Teoman Koman 20 Haziran’da bir basın toplantısı yaparak, MİT’in “şeffaflaşması” dönemini başlattı. Bankalarımız ve holdinglerimiz de “şeffaflaşmıyor” mu?
Koman açıklıyor “Biz devlet kurumları içinde istihbarat yapmıyoruz. Hiç bir bakanlıkta, hiçbir devlet kurumunda, hatta hiç bir yasal dernek ve kuruluşta elemanımız yoktur.” Ee, nerede bu MİT elemanları, hepsi mi işkence tezgâhlarının başında?
Bu MİT bir istihbarat örgütü değil mi? Nerede ve neyin istihbaratını yapıyor? Koman, bunu açıklamıyor. Herhalde birtakım faaliyetler sürdürüyor, sürdürmese kapatılması gerekirdi.
Zaman zaman bakanların ve milletvekillerinin gazetelerde, “telefonumu kullanmıyorum, dinleniyor” yollu demeçleri çıkar, bunları herhalde kuşlar dinliyor! Bu MİT, şimdiye kadar bu ülkede gerçekleştirilmiş tüm darbelerin ta göbeğinde olmuştur. 12 Mart ve Eylül üzerine hatırat edebiyatı bunu veri ve kanıtlarıyla doludur. Ve bu darbeler hep devlet kurumlan aracılığıyla ve bir takım devlet kurumlarına karşı yapılmıştır. MİT’in bağlı olduğu başbakanlar bu darbelere ilişkin bilgiler alamamışlar, ama darbeleri yapanlar her daim her türlü bilgiye sahip olmuşlardır. Ve rivayete göre, bu bilgiler MİT tarafından sağlanmam aktadır. Koman zaten bunu da iddia ediyor “İhtilali neden haber vermedik? Bu komik geliyor bana. Ama her istihbari kuruluşun, her türlü bilgiyi yüzde yüz alacağına dair bir garanti de yoktur.”
Bu ülkenin fabrikaları, üniversiteleri, çeşitli işyerleri MİT elemanları ile kaynarken, müsteşar general, hayır diyor, “hiçbir yasal dernek ve kuruluşta elemanımız yok”. Bu denli sırıtan, insanları, gözünün içine baka baka kandırma çabası, şimdiye dek herhalde görülmemiştir.
Bu ülkede, yüz binlerce kişi sorgu ve işkenceden geçirildi. Bunların her biri, sorgucuların başındaki, olaylara, çeşitli kuruluş ve demeklerin düşünce ve görüşlerine detaylarıyla vakıf olan MİT’çilerin elinden geçmiştir, MİT’in bu kuruluşlar içinde çalıştığının (başka türlü bilgi sahibi olunamaz) ve işkence tezgahlarının başında bulunduğunun tanıklığını edeceklerdir.
Ama MİT elemanları sorgu ve işkencelerde de bulunmazlarmış! Koman: “Anormal dönemlerde birçok sorguda sorgulayıcılar, birbirlerine özel olarak komutanım’ diye hitap etmişlerdir, öyle olmadıkları halde. Özel olarak baskı unsuru olması için bizim adımızı kullanmışlardır, hala da kullanıyorlar. Hala da bizim adımızı kullananlar var.” Şecaat arz ederken sirkatin söyleyen general, sorgu ve sorgulayıcıları, bunların baskı ve işkence yapaklarını kabulleniyor, ama bu işkenceci sorgucular MİT’çi değillermiş, MİT’in adını kullanırlarmış! Yazık! Bu kim oldukları belirsiz zevat MİT’e leke sürdüler, utanmadan adını kullanarak! Bu general herkesi aptal mı sanıyor, bu ülke insanlarım bir aptallar topluluğu mu sanıyor?!
MİT müsteşarı, Emniyet Genel Müdürlüğüyle “uyum içinde olduklarım” söylüyor. Doğru, MİT ile polis, toplumsal muhalefet ve onun çeşidi örgütlenmelerine karşı her yerde uyum içinde çalışmaktadırlar, bilgi toplama ve bastırma faaliyetleri ortaktır. Bu ortaklık ve uyum, fabrika, sendika ve grevlerden, okullar, dernekler ve boykot ve gösterilere Kürt ve köylü hareketi ve örgütleri peşinde koşmadan işkence tezgâhları başında buluşmaya kadar zaman zaman küçük sürtüşmelerle birlikte gerçekleşmektedir. Peki, MİT hemen hiç bir yerde eleman bulundurmuyorsa, polis onunla işbirliğine ve uyum içinde bulunmaya neden özen göstermektedir? Polis MİT’le “uyum”dan ne ummaktadır?
MİT, yasal ama gizli bir örgüttür. Her yerde “hazır ve nazır” olması gereken bir örgüttür. Gizli bir örgütü, “glasnost” ya da Türkçesiyle açıklık gösterileriyle, bilinir, ulaşılabilir ve açık bir örgüt olarak göstermeye çalışmanın inandırıcı bir yönü olabilir mi? Eğer “açıklık”sa, neden gizlilik kaldırılmıyor, MİT neden gizli olmayan, açık bir örgüt haline getirilmiyor? Basın toplantısı, onun amaçlanan, bu açıdan, tam bir aldatmacadır.
Basın toplantısının amacı nedir? Amaç, MİT’i modalardan da yararlanarak şirinleştirmek, meşrulaştırmak, karşı devrimci gizli faaliyetlerini kabullendirilir kılmaktır. Yöneltilen eleştirileri geçersizleştirmeye çalışmaktır. Şirinleştirici bir propaganda da MİT’in sivilleştirileceğine dairdir. “Sivilleşiyoruz” ya, askeri tedbir ve yönetimler, her işe askerlerin karışması şu sıralar pirim yapmıyor ya, MİT’in başına da sivil bir müsteşar’ın “iki-üç görev nesli sonra” gelebileceği reklamıyla şirinlik tablosu tamamlanmaya yönelinmiştir.
Şirinleştirmede en önemli görev, Cumhuriyet ve Güneş gibi sol gösterip sağ vuran “yumuşak”ları başta olmak üzere, basına düşmüştür. Tekelci basın, artık tam resmi gazete gibi davranmakta, iç ve dışişleri bakanlığı memurluğu yanına MİT elemanlığını da açıktan (eskiden bu işi üstü örtülü yapıyorlardı) katmaktadır. Cumhuriyet’in haber başlığı, “MİT’te açıklık dönemi”, Güneş’inki “MİT’in ‘glasnost’ günü” olmuştur. MİT, artık eski bilinen MİT değil, açıklık uyguluyor, sevimli bir şey oluyor, diyor basınımız tutumuyla haberi düzenleyişiyle, haber başlıklarıyla. Basın, Türkiye’de hiç bu denli çirkefe batmamışta ve hiç bu denli özgür olmamıştı. Gerçekten özgür. Çünkü özgürce ve iradeleriyle seçiyorlar yaptıkları her şeyi. Özgür değilsen ve olma çabasındaysan, yazma bari böyle haberleri, bizde özgür olmadığı anlayalım. Baskı altındaysan, yazmayarak katlan bu baskıya, ama istenen uyumu gösteriyorsan, sonuçta kendi iradenle uyumu kabulleniyorsun demektir, özgürce, kendi sınıf çıkarlarına uyanını yapıyorsun demektir. Tekelci basın, hiç sansürden, baskıdan, özgürlük yokluğundan söze etmesin. Özgürlük içinde yolunu seçmiş bulunuyor Özal’ıyla, İnönü’sü ve Demirel’iyle, özel timi, polisiyle, MİT’iyle ordusu, devletiyle birlik ve uyum yolunu seçen tekelci basım yolu açık olsun! “Şirin”, “sevimli” MİT’i bu basına kutlu olsun!


Bayrampaşa Cezaevinde Yeni Provokasyonlar Tezgâhlanıyor
BASIN AÇIKLAMASI

Bulunduğumuz Bayrampaşa cezaevinde son 1 aydan beri çeşidi bahanelerle dış güvenliği sağlayan jandarmalar tarafından biz tutsaklar üzerinde tam bir terör estirilmektedir. Yaklaşık 1 ay önce dış güvenlik komutanı ve personelinin değişmesiyle birlikte cezaevi tam bir savaş hali biçimi alan jandarmanın baskı ve istilasına uğradı. Bu andan itibaren suni ve hiçbir gerçekliği bulunmayan “raporlar” ve “Sağmalcılar cezaevi yolgeçen hanına dönüştü, cezaevinin yönetimi siyasi tutukluların elinde, c.evi personeli sayım alamıyor v.b.” demagojiler bazı basın organları ve özellikle Tercüman gazetesinde yayınlanmaya başladı. Basında çıkan bu haberlerin gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Bu tür yayınlarla amaçlanan bulunduğumuz c.evinde kalan biz siyasi tutsaklara yönelik jandarmanın saldırılarına meşruiyet kazandırmak ve ilerde gerçekleştirilecek daha sistemli saldırılara zemin hazırlama ve provokasyon ortamı yaratmaktır.
Basında çıkan bu yalan ve demagojiden ibaret haber ve “raporlardan sonra cezaevi 1. müdürü ve cezaevi savcısı ile jandarma tam bir işbirliği halinde saldırılarına başlamışlardır. Mahkemeye götürülen bütün arkadaşlarımız saldırıya uğramış, mahkeme nezarethanesinde dövülmüş, coplanmış, ziyarete gelen yakınlarımız jandarmalar tarafından tartaklanmış ve bir kısmı siyasi polis tarafından gözaltına alınmıştır. Yine 24 Haziran 1990 günü ÖYS sınavına girecek tutuklular hiçbir gerekçe olmadan saldırıya uğramış ve jandarmalar tarafından coplanmıştır. Bütün bunlara ilaveten gece yarısı tüm tutukluların bulundukları koğuş havalandırmaları hedef alınarak otomatik silahlarla taranmakta, böylelikle bizler üzerinde fiziki saldırılarla yetinilmeyip psikolojik olarak da bizleri yıpratmayı hedeflemektedir.
Ayrıca 25.6.1990 günü Tercüman gazetesinin 3. sayfasında yayınlanan “Bayrampaşa Cezaevinin yüz kızartan raporu” başlıklı haberinden sonra hemen aynı gün Özel Tip Cezaevinde bulunan siyasi tutsaklara arama bahanesiyle büyük bir saldırı düzenlenmiş 50’nin üzerinde arkadaşımız bu saldırılar sonucunda yaralanmıştır.
Bütün bunlar gösteriyor ki, bu olaylar planlı ve programlı bir şekilde sürdürülmekte birçok amacı olmakla birlikte amacının esas olarak yaklaşmakta olan Kurban Bayramı dolayısıyla yapılması düşünülen Açık Görüşün gaspına yönelik olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Cezaevinde gelişecek bir provokasyonun esas sorumlusu dış güvenlikten sorumlu Yarbay Haydar AKSU, Yüzbaşı Ferit İLAVER ve adını bilmediğimiz diğer subay ve astsubaylar ile cezaevi 1. müdürü Mustafa YELEGEN ve cezaevi savcısı olacaktır.
Önümüzdeki günlerde önemli sakatlanmalara hatta ölümlere yol açabilecek daha azgın bir saldırıya karşı tüm kamuoyunun dikkatini çekeriz. 26 Haziran 1990
Bayrampaşa Cezaevi’nden Siyasi Tutsaklar Yaralılar
C Blok
Garabet Demirci (Ağır), İlker Aslan (Ağır-Hastanede), Yaşar Yeşil (Ağır), Mehmet Demirbağ, Murat Demir, Yusuf İrin, Yusuf Uçar, Ali Çeker, Kemal Kutan, Hayati Kurt, Zekeriya Özdinç (Ağır), Nedim Alkan (Ağır-Hastanede), Erhan Kınalı, Metin Beyaztaş, Fahrettin Dübçek, Candan Badem, Cihan Bozkurt, Osman Güneş,
Cengiz Göznek, Dursun Selçuk, Kakil Yeter, Şafak Ersavaş
B BLOK
Ali Gündoğdu, Sinan Çan, Yakup Umumur, Hasan Vural, Ercan Kartal, Nabi Alkoç, Mehmet Baykan, Mürsel Önde,r İbrahim Araman, Mahir Ebem, Harun Tepeli, Mehmet Kılıçaslan, Fikret Kalmaz, Şükrü Akbaba.

SEDAT KARAAĞAÇ İLE DAYANIŞMA
Sedat Karaağaç’ın serbest bırakılıp, tedavisinin yapılabilmesi için DÎDFin başlattığı bağış kampanyası Avustralya’nın Melbourne kentinde de sürdürülüyor.
Avustralya Türkiyeli İşçiler Birliği, DlDF’in Emeğin Sesi gazetesinde yayınlanan bildirisi Avustralya’ya ulaşır ulaşmaz bildiriyi çoğaltıp emekçilere ulaştırdı. Ayrıca düzenlenen Kültürel gecede anons yapılarak emekçiler bağışa davet dildiler. ATİB kendisi 100 dolarla bağışa katıldı. Kitleden gelen katkılarla toplanan para 400 doları buldu ve hemen Sedat için açılan bağış hesabına yatırıldı.
Avustralya Türkiyeli İşçiler Birliği Sedat Karaağaç ve 1 Mayıs’ta aldığı kurşun yaralarıyla felç olan Gülay Beceren için yardım kampanyasını sürdürüyor.
Sedat Karaağaç serbest bırakılmalı ve yaşamı kurtarılmalıdır.
Bütün devrimci tutuklulara özgürlük
ATİB -Avustralya Türkiyeli İşçiler Birliği 13/6/1990


DGM’DE GKB DURUŞMASI
“80’in yalnız Eylül’ü yok; Bir de Şubat1! var!”

11 Haziran günü çoğunluğunu öğrencilerin oluşturduğu 19 sanıklı TDKP-TGKB duruşması İstanbul DGM’de yapıldı.
Duruşma, Türkiye’nin bir yandan ulusal kurtuluş hareketinin ve başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi yığınların düzene karşı hoşnutsuzluk ve öfkenin arttığı ve bu öfkeyi mücadelesine dökerek seslendirdiği, diğer yandan gelişen mücadeleyi boğmak için en koyu terör ve şiddet uygulamalarıyla birlikte, halkın mücadelesini yozlaştırmak için revizyonizme, düzene yamanmasında yeni olanaklar sağlamak için yasal kanalların da açıldığı bir dönemi yaşadığı koşullarda yapıldı.
Tutuklular mahkemeye gelirken ring arabasının içinde oldukları halde sloganlar atarak, duruşma salonuna girdiler.
Mahkeme, kimlik teshilinden sonra bireysel sorgulara geçmek isteyince sanıklar, düşüncelerinden dolayı burayı getirildiklerini, bu nedenle önce düşüncelerini açıklamak ve toplu savunmalarını okumak istediklerini belirttiler. Önceki davalarda toplu savunma isteklerini kabul edilen ve hatta düzenin açık bir parçası olmak için ülkeye gelen ve ardından başka “komünizm”le hiç bir ilgisi-ilişiği bulunmayan TBKP’nin liderleri Yağcı ve Sargın, 141 ve 142. maddelerde değişiklik yapma taşanları neden gösterilerek tahliye edilirken, aynı maddeden yargılanan GKB sanıklarının mahkemede yargılanmalarına sebep olan düşüncelerini açıklamalarına dahi izin verilmiyordu.
Sanık avukattan mahkemenin, benzer davalarda ortak savunma okunmasına izin verdiğini, bu davada da sınıkların ortak düşüncelerini açıklamalarına ve savunmalarını okumalarına izin verilmesini talep ettiler. Mahkeme bu talebi reddetti. Düşüncelerini açıklayan sanıklardan biri, okuduğu dilekçesinde, bugün burada yargılamalarına sebep olan faşist yasa ve uygulamaları 12 Eylül saldırısının bir sonucu olduğunu vurgulayarak; “80 in Türkiye tarihindeki önemi yalnızca Eylül dolayısıyla değildir. 80’in sadece Eylül’ü yok. Bir de Şubat’ı var. 80, sınıf muadelesinin tarihinde koyu bir karanlığı, geçmişi, gericiliğin proletarya ve emekçiler üzerinde amansız bir baskıyı ifade etmekle kalmıyor; Şu-batı’yla aydınlığı, geleceği, devrimin ve devrimciliğin, insanın kendisinin efendisi olduğu özgürlük dünyasının simgesi tohumu ve yolun açıldığı tarihtir” diye devam etli.
Mahkemenin savunma avukatlarının ve sanıkların taleplerini dikkate almayarak, usulü çiğnemesi ve savunma hakkını engellemesi karşısında sanıklar, DGM’nin egemen sınıfların çıkarını işlediği, bu nedenle DGM’yi tanımadıklarını DGM’nin kendisini bağlayamayacağını söyleyerek “savunma hakkımız engellenemez”, “12 Eylül’ün hesabım soracağız”, “faşizme ölüm halka hürriyet” diye slogan atlılar. Duruşmayı izlemeye gelen aileler de mahkemenin tavrını protesto ederek sanıkları alkışlarıyla desteklediler. Söz alan sanıklardan bazıları “düşüncelerinden asla vazgeçirilemeyeceklerini” söyleyerek ” genç komünist olduklarını ve bundan gurur duyduklarını” belirttiler. Mahkemenin tutumunun sertleşmesi karşısında savunma avukatları, savunma hakkını çiğneyen bir mahkemenin adil olamayacağım belirterek mahkemeyi protesto ettiklerini belirttiler ve duruşma salonunu terk ettiler. Sanıklar sloganlar atarak salonu boşalttılar. Bunun üzerine sanık aileleri alkış tutarak mahkeme salonunu terk ettiler.
TGKB sanıkları, Şube’de işkence tezgâhına çekilmelerinin, cezaevinde tutsak edilmelerinin, DGM’de yargılanmalarının ve düşüncelerini açıklamalarının engellenmesinin nedenlerini açıklarken şunları söylediler.
“Ezen ve ezilenlerin olduğu bir toplumda yaşadığımız ve mahkeme de ezenlerin bir kurumu olduğu için bizler burada sanık sandalyesindeyiz. Bizler öğrenci olduğumuz için, İş-Ekmek-Özgürlük, özerk-demokratik-bilimsel eğitim istediğimiz için, işkence ve katliamlara sessiz kalmadığımız için, geleceğin sesi olduğumuz için burada sanık sandalyesinde bulunuyoruz. Egemen sınıflar ve onların despotik devleti bu sesi boğmak istiyor” diye belirterek şöyle devam ettiler “Ancak bu sesi boğamayacaklar! Nitekim Yıldız Üniversitesindeki saldırı, İstanbul Üniversitesi’nin polis tarafından işgal edilişi, Otomobil-İş mitinginde polisin işçilere saldırısı ve daha birçok saldırıya rağmen işçi sınıfının 1 Mayıs’ta kitlesel bir şekilde sokağa dökülüşü engellenemedi. Bundan sonra da engelleyemeyecekler. Her saldırı daha fazla direnişle karşılık bulacaktır.
Çünkü bu ses, işçinin sesi, yoksul köylülüğün sesi, yiğit gençliğin sesi, yaklaşan büyük fırtınanın sesi, devrimin sesidir. Bu ses, Spartaküs’ün, T. Munzer’in sesidir. Bu ses, Şeyh Bedrettin’in, Pir Sultanların sesidir. Bu ses, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının sesidir. Bu ses Denizlerin, Mahirlerin, İbrahim’lerin, Sinan’ların sesi, bu ses işkencecilere “ama ben kazandım” diyen Ekrem Ekşi’nin sesi, 17 yaşında darağacına giden Erdal Eren’in “Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet! “diye haykıran sesidir.”

Kamuoyuna açıklama
Yıllardır sendikasız, örgütsüz bırakılan Tepe Mobilya ve Aselsanlı işçiler, devrimci-demokrat ve komünist işçilerin önderliğinde, fabrika içindeki kışla disiplinine, aşın sömürü ve talana, örgütsüzlüğe son vermek için yoğun propaganda ve ajitasyon faaliyetleri ile örgütlenen yemek boykotları, alkışlı protestolar, sessiz Yürüyüşlerle sermayenin egemenliğine saltanatına karşı haykırmaya başladılar. Fabrikanın ileri militan işçileri, örgütsüzlüğün yenilgiye, örgütlü gücün zafere götüreceği bilinciyle sendika komitesi etrafında örgütlenmeye başladılar.
Sendika komitesi işçilerin somut talepleri ve sorunlarına karşı mücadelenin propaganda ve ajitasyonunu yaparken; işçilerin bilincinin gelişmesi için gezi ve toplantılarla eğitim çalışmalarını yürüttü. Sendikal mücadeleyi daha da ileri götürebilmek için Otomobil-İş sendikasına üye olmaya karar verildi ve yüzlerce işçi çok kısa sürede sendikaya üye oldu. İşveren şantaj ve tehditlerinin işe yaramadığı ve sendikalaşmanın önüne geçemeyeceğini anlayınca önce 5 kişiyi işten attı. İşçiler buna boyun eğmedi. Anında tavır koyarak bir kişi hariç diğerlerini işe geri aldırdılar.
Bunun üzerine işveren siyasi polisle daha büyük saldırıların planlarını yaptı. Fabrika çıkışı servise binmiş işçilere, servis arabasının penceresinden atılan zarf içindeki kâğıtlarla bir ay ücretli izinli oldukları ve fabrikanın bu süre içinde kapatıldığı bildirildi.
Ertesi gün sabah fabrika önünde toplanan işçileri sermayenin kolluk kuvveti polis ve jandarma karşıladı. Fabrikaya giremeyen işçiler fabrika önünde yeni bir direnişi başlattılar.
Belediye işçileri başta olmak üzere birçok fabrika ve işyerinden işçiler, öğrenci ve çırak gençlik desteklediler ve gruplar halinde direniş yerine ziyarete geldiler. Birçok sendika ve kitle örgütü de bu desteğe katıldı. Aselsanlı işçiler desteğin üretimden gelen gücün kullanılması biçimine dönmesi gerektiğini ziyarete gelen sınıf kardeşlerine anlattılar ve sendika şubelerine çağrı yaptılar. Bunun üzerine bazı sendika ağlarına rağmen birkaç sendika şubesi bir araya gelerek Asalsan işçilerine destek komitesi oluşturuldu. Bu komite ayam zamanda işten atılmalara karşı mücadeleyi de hedefledi.
Daha militan ve etkili eylemlerin habercisi olan bu gelişmelere egemenler kayıtsız kalamazlardı. 1 Mayıs arifesinde açlık grevindeki işçileri gece evlerini basarak gözaltına aldılar. İki hafta boyunca siyasi şubede yaşanılan olayları kısa da olsa anlatmak istiyorum.
Siyasi şube tim komutanı Servet Bozkurt “Devlet bize bunun için maaş veriyor. Söylediğimiz suçları kabul edin biz de size işkence yapmayalım… !” diyerek gerçek amaçlarını açıkça söylüyordu. Kısacası senaryo hazırdı. Yakaladıkları insanların olaylarla ilgili olup olmamaları önemli değildi. Önemli olan senaryoya suçlu adam bulmak ve bu insanları senaryonun parçalarına yerleştirmekti. Kadın-erkek-hamile demeden pervasızca uygulanan işkencelerle ve zorla imzalatılan ifadelerle yasadışı örgütler, suçlar ortaya çıkıyordu. Bu işkenceleri bizzat yöneten ve uygulayan, soyadını öğrenemediğim Hayri ve Servet Bozkurt ve temsili resimlerini çizdiğim polis memurları, gündüz ve özellikle de geceleri iki hafta boyunca çeşitli işkenceler yaptılar. Bugün aynı işkenceciler görevleri başındadır.
İşkenceciler cezasız kalmamalıdır.
TDKP Davası tutukluları adına, Ali Hikmet Yıldız
Ankara Merkez Kapalı Cezaevi

Bir dans fotografi…
Perdeci -Mehmet ESATOĞLU

Perdeci gözleri hafif kısık, karşısında telefonla konuşan kadını izliyordu: Kadın ahizeyi kulağı ile omuzu arasına sıkıştırmış kaşları hafif çatık kısa kısa notlar alıyordu. Telefonu kapadı. Tam Perdeci’ye bir şey söyleyecekken yeniden telefon çaldı. Telefonu omuzunun üzerine yerleştirirken durdu. Not alacağı kâğıdı önüne çekti, üzerine kocaman bir çiçek çizerken gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Öyle kalakaldı. Telefonun kapandığını neden sonra fark etti. Ahizeye baktı bir süre sonra yerine bıraktı.
Gazetede birlikte çalıştığı arkadaşları çıktığı halde inatla O Diyardan telekslerin yazamadığı, faksların geçemediği bir haberi beklerken önce telefon çalmış ardından O Diyardan gelen telefonlara özgü bir hışırtı kulağını yalamıştı.
Parmak ucuyla gözyaşlarını sildi. Perdeci’nin yüzüne hafif bir gülümsemeyle baktı. Masasının karşısındaki panoya yürüdü. Son günlerde giderek azalan O Diyara ilişkin basılan ve basılmayan haberlerde gezdirdi bakışlarını. Bakışları haber kupürlerinin ortasındaki fotoğrafa takıldı. Haber kupürlerinin ortasında güneş gibi duruyordu Serhildan dansı yapan kadın.
Gazeteci kadın fotoğrafa burnunu dayayıp fısıldadı:

Oyna Kadınım Oyna
Kaç gün kaldı bayrama
Seni ateşle
Seni kurşunla
Seni ölümle dağlasalar da
Kaldır kollarını havaya
Savur türkünü rüzgâra
Caney… Caney… Caney…
Oyna kadınım oyna
Kaç gün kaldı bayrama.

Perdeciye döndü, “Ressamlar” dedi “Bu güzeli niye resmetmezler? Var mı bundan güzeli? Şu ellere bak. Sevgilim ellerimi Jokond’un ellerine benzetir. Bence bu eller Jokond’dan öte. Hem toprağı yoğurmuş hem de özgürlüğe yönelmiş.”
“Peki, bu dansa ne demeli. Doğaçlama yapılan bu dansın iç duygusu ne? Bu bir ulusun tarihle dansıdır. Tarihin belli bir yerinde, dünyanın belli bir yerinde, “Biz de varız” diye haykıran bir halkın dansı. Öyle bir dans ki bu fotoğrafı ilk gördüğümde coştuk dostlarımla kimimiz İstanbul’da, kimimiz Amsterdam’da, kimimiz Almanya’nın dört bir yanında, İsviçre’de Basel’de belki de aynı şeyi söyledik:
“Oyna kadınım oyna
Kaç gün kaldı bayrama…”

“Dansa başlarken belki hiçbir şey düşünmedi. Tıpkı kendisinden önce tarihi yazanlar gibi davrandı. Bir adım attı ama attığı adımla yıllardan beri uydurulan tüm yalanları yerle bir etti.”
Neruda böylesi bir anda coşkulandı belki. Ve şu şiiri yazdı:
“Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan
Ölü, yiğit, gölge ve buz ne varsa…

“Bu olayı gören ve resimleyen arkadaş anlatamadı o güzelliği, ben bir yığın soru yağdırınca “fotografları fakslıyorum görünce anlarsın dedi ve kapattı telefonu.”
“Ertesi gün elimde fotoğraf dolanıyorum gazetede. Büyülenmiştim adeta. Kimileri paylaştı coşkumu, kimileri anlayışla karşıladı. Bu arada “bu fotoğrafı hangi sayfada kullanacaklar yaa” gibi konuşmaları duymazdan geldim. Pikaj bölümünden bir arkadaş anlamak istercesine dinledi. Ben “tarih, ulus” diye bir takım laflar gevelerken “bu dans tarihi mi?” demez mi? Kalakaldım. Abartıyor muydum? Bir an okulda hocamın sözleri çınlamaya başladı kulağımda: “gazeteci, haber konusunda objektif olabilmek için yansız olmalı. Çünkü yansız olmayan bir gazeteci…”
Ben, gazeteciliğe başladığımdan beri bunu kotaramadım. Az önce telefonda haberi alırken, ağladım. Birazdan yazarken hocamın önerdiği kuralı yine çiğneyeceğim. Haber okura ulaşabilecek mi, orası bilinmez. Sayfa sekreterinden, yazı işleri müdürüne, gazete patronundan, devletin güvenlik güçlerine kadar bir yığın engeli atlaması gerekiyor. Kalın bir süzgeç bu.
Perdeci “peki seni ağlatan haber ne” Gazeteci kadın bakışlarını yeniden karşısındaki panoya dikti.
Haber, adı bile yasak olan O Diyardandı. Kısaca şu: “Sürüyor… bütün kararnamelere karşın sürüyor.”
Perdeci gülümsedi.
Gazeteci kadın “birkaç kez oraya gitmek için başvurdum, yollamadı patronlar. Ben de reddedildikçe gideceğim güne kadar düşlerimle ulaşmaya çalıştım. Şu gördüğün el feneri bana yol gösterdi. Bu fenerin ışığıyla, uçtum O Diyara. Önce ışığı şu panodaki fotoğrafların üzerine gezdirmeye başladım. Bir akşam serhıldan dansı yapan kadın fotoğraftan elini uzattı, çekti beni, aldı O Diyara.
Öfkeliydim o gün. Elimde bir meslektaşımın röportajı ile burnumdan soluyarak dolaşıyordum. Meslektaşım yazısında katillerle özgürlük için koşanlar arasında bir denge kurmaya çalışıyordu. Röportajda silahlı özel cellâtlar yakınıyorlar. “Öldürüyoruz ama çok az para veriyorlar. “Ah! bu devlet, celladına sahip çıkmıyor, işkencecisini emekli olunca silahsız bırakıyor. Olacak işler değil. Bence her yere aşmalı “Cellâdına iyi bak, işkencecini koru.”
“Hadi perdeci, ver elini Serhıldan dansı yapan kadın bizi çeksin alsın o Diyara. Gazeteci kadın ışığı yakınca fener ışığı bir cip ışığı gibi toprak yolda ilerlemeye başladı. Işığın önünde kelebekler, böcekler uçuşuyordu. Karanlık bir doğu akşamı.
Işık, toprak yolda uçuşurken bir el, “dur” diye kesti ışığı. “Operasyon var… geçemezsiniz… kimlikleriniz… ooo gazeteci misiniz… niçin geldiniz?, kararnameyi bilmiyormusunuz, bakın Demokles’in kılıcı tam başınızın üzerinde. Silahlı güçler daha keskinini istiyorlardı. Dua edin baştakine!”
Işık önündeki engele sezdirmeden köy meydanına doğru süzülmeye başladı. Gökyüzünü barut kokusu ve insan çığlıkları kaplamıştı.
Köy meydanında silahlarıyla dolaşıyordular. Bir kadın aralarında yüzü gözü kan içinde, dudağında hafif bir mırıltıyla dolaşıyordu. Yerde onlarca gövde soluksuz yatıyordu.
O Diyarın insanları vurulmuştular. Elbiseleri üstlerinden parçalanarak çıkarılmış, toprağın üzerinde kadın erkek çırılçıplak yatmaktaydılar. Bir ihtiyar sürüklenerek getirildi ortaya. Bakamadı kızının vurulmuş, çıplak gövdesine. Diz çöktü, yere oturdu. Uzun bir sessizlik oldu. Neden sonra konuştu ağır ağır “Kerbela’da Yezit bile böyle zulüm etmedi.
Bu söz, ihtiyarın dudaklarından fırlayıp yapıştı binlerce uygarlık görmüş, binlerce zulüm görmüş toprakların taşlarına.
Sözcük dudaktan çıkarken, o yöne dönen objektifin önünü kapattı bir el. “Şimdi değil, biraz sonra cesetlerin başında, bize su verirken köylüler çekilecek fotoğraflar.”
Katliam bitmişti. Herkes suskun bekliyordu. Neyi bekliyorlardı? Açıklamayı. Açıklama yapılmadan, cesetler kaldırılmayacak. İnsanlar öldürülmüştü ama senaryo daha yazılmamıştı. Bu işin de uzmanları vardı ve kaleme almaları bekleniyordu olan biteni. Onlar da tabii, gelip görüp, ölçüp biçip yazacaklardı. Bu iş sanıldığı gibi kolay değildi. Uzmanlar, kılı kırk yarıyorlardı. Çünkü daha önce yazılan bazı senaryolarda vahim hatalar yapılmışa. Yalan söyledikleri açığa çıkmıştı. Giderek akıllandılar. Bir cinayet romanı planlar gibi yazdıkları senaryoları ölçüp biçmeye başladılar. Bu da zaman alıyordu. Senaryonun yazım tıkırtıları alanı doldururken, cesetlerin arasında yazı işleri müdürleri göründüler. Kanlı-kararname gereği resmi açıklamayı bekliyorlardı. Kanlı-kararname çok acımasızdı. Diyelim O Diyarda yağmur yağdı, sel bastı, öyle pat diye yazılamazdı bu. Resmi açıklama beklenecekti, resmi açıklama, yağdı yağmur-çaktı şimşekle sınırlıysa basında da öyle yer alacaktı.
Yazı işleri müdürlerinden biri beklerken, gazeteci kadınla göz göze geldi. Hafif bir fısıltıyla “öyle suçlar gibi bakma. Görev gereği bunlayım. Ben yalnızca aktarıyorum. Bir nevi yansıtıcı, şu büyük apartmanların tepesinde çanak biçiminde olanlar var ya onlar gibi. Sabah koltuğuma otururken düşüncelerimi, öfkelerimi, sevinçlerimi masa gözlerinden birine kilitlerim. Bu, bütün koltukların sağlığı için gereklidir. Geçenlerde bu düşünceme katılmayan bir yazı işleri müdürü, kendi düşüncelerini aktarmaya kalktı kendi sütununda. Gazete İstanbul’da patron dünyanın öbür uçundaydı. Gel görki patronun duyması, tehdidini savurması, adamı şutlaması bir fakslık zaman aldı.
Şu içinde bulunduğumuz durumda, ne yapmalı? Bu gövdeler tıbben ölü, üzülmüyor değilim bu duruma. Duygusallaşıp, şöyle düşünebilir: Bu insanlar, özgürlük aşkına ayaklanıp, kurşunlandılar. Belki de gerçek bu. Bunu olduğu gibi yazsam, başıma neler geleceği malum. Bu noktada elimi ayağımı bağlayan şeyler var. Ölçüm milli menfaatler, gazetenin yayın politikası ve reklâm veren holdinglerle ilişkiler. Bu realiteyi kavrayamayan yazı işleri müdürleri genelde Gazeteciler Cemiyeti Lokalinde dinleniyorlar. Ben biran bile unutmadığımdan toplam meslek hayatımda dört ay dinlendim.”
Gazeteci kadınla, perdeci bakıştılar ve oradan sessizce uzaklaştılar. Işık karanlık bir vadiden geçerken duruverdi. Karanlık bir uçurumun dibinde zincirlere sarılmış sarışın bir adam gördüler. Gazeteci kadın “siz kimsiniz” diye sordu. Adam hafifçe gülümsedi “Ben bir Bilim adamıyım” dedi. “ileri sürdüğü her tez için on yıl hapis cezası biçilen bir adam. Herkese sorduğumu size de sorayım. Sizce bilimle uğraşmak özgürlüğü var mı? Bu ülkede?” Gazeteci kadın bir an durdu “öyle kolay değil yanıtı. Yaşadığımız ülkede özgürlüklerden herhangi birinin varolup olmadığını düşünmek biraz zaman alıyor.” “Hayır uzun boylu düşünmeye gerek yok” dedi adam. “Ben bir sosyologum. Bir kitap yazdım. Bir ulus üstüne. Ödül beklemiyordum. Yalnızca gerçeği anlattım. Sosyolojinin diliyle. Zincire vuruldu.
Geçen gün, yargılama komedisinin bir yerinde basında yazılanlara dayanarak O Diyarın insanları üzerinde bir sürü yalanlar söyleniyordu, dayanamayıp ayağa kalktım ‘Bu basın katillerin kaçıncı koludur?’ diye sordum. Kimse yanıtlayamadı. Bilim özgür mü? diye soruyordum, yine yanıt bulunamıyor. Yanlış anlaşılmasın, herkesi suçlamıyorum.”
Bilim adamı, zincirlerin arasından elini uzatıp, gazeteci tadının elindeki feneri aldı, uçurumun dibinde yürümeye başladılar. Gazeteci kadın, karanlığın içinde başkalarının da olduğunu fark etti, bilim  adamına baktı. Adam gülümsedi “Bak yalnız değilim. Az önce sorduğum soruların yanıtlarını gövdeleriyle ödeyenler burada. Gel tanışalım. İşte doktorlarımız, suçları, kurşunlanmış gövdeleri tedavi ederken, Hipokrat yemini doğrultusunda ayrım yapmadan tedavi.
Şunlar, her türden bilim dışılığa kafa tutmuş, öğrencilerden han; adı altında haraç almaya kalkışmış profesörlerle boğuşmuş öğrenciler. İşçilerimiz ekmek kavgasında, dur beldeyi dinlememişler. Ve gazeteciler, gerçek meslektaşların. Adları bin yıllık cezalarla anılan, gazeteci olup olmadıkları tanışılan. Bütün resmi açıklamaları çöpe atıp, kalemlerinde özgürlük damlayan gazeteciler. Nasıl buldun özgürlük koromuzu?
Bizler özgürlük aşkına gövdelerimizi ateşe verdik, bu uçurumun dibinde. Bizden öncekiler gibi ‘SU DÖKMEYİN… ATEŞİ YAKIN… ATEŞİ…’ diyoruz.”
Gazeteci kadın elinde fener öyle kalakalmışken büroda telefon çaldı yeniden. Kadın bilim adamını seyrediyordu, duymadı.
Perdeci, oturduğu yerden kalktı, telefonu açtı, O Diyardan gelen telefonlara özgü bir hışım duyuldu önce. Ardından ince bir doğu ezgisi:
OYNA KADINIM OYNA
KAÇ GÜN KALDI BAYRAMA


KURULTAY PRESENT SUNAR:
DOKUNMAYIN BAKANIMA!
Aynur SARICA

Uyanık politikacılar bu ülkede “aydınları” yanlarına almadan başarılı olamayacaklarını fark etmiş bulunuyorlar. Yayın organları, iletişim araçları, paneller ve buna benzer yerlerde bulunan “aydınlar”, yazdıklarıyla, konuştuklarıyla etkili olabilecek insanlardır. Özellikle kültür, sokakta yaşayan insanı su, ekmek, parasızlık, işsizlik gibi sorunların dışında bir üst yapısal kurum olduğu için, fazlaca ilgilendirmez. Bu nedenle görüş üretmez sokaktaki insan. Bu konudaki ana muhalefet aydınlardır.
Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek de durumun farkında olan uyanıklardan. Birkaç icraatına yer verelim istedik. Kendisi Türk Sinemasına önce bir kurultay bahşediyor, bir kısım sanatlılara göre de ‘daha bunun şokunu atlatmadan enerjik bakarı’ yeni bir kurultay çalışmasına, Tiyatro Kurultayı çalışmalarına başlıyor. Bu kurultay çalışmalarının dışındaki faaliyetlerde de enteresan bir görünüm arz ediyor. Kültür Bakanlığının destek verdiği filmler ve bunun seçici kurulunda, devletin diğer çalışmalarının aksine Türk-İslam sentezine prim veren bir anlayışa rastlanmıyor. Namık Kemal
Zeybek, Kültür Bakanı olmasına karşın Devlet Bakanı Cemil Çiçek yapımı “kutsal Tür ailesi’ konulu TV dizilerine de pek bulaşmıyor. İstanbul Festivali’nin açılışında konuşmasının gürültüye gitmesini bile hoşgörüyle karşılayarak ‘Gençler daha çok şey öğrenecekler’ diyor. Babacan tavrından taviz vermiyor.
Hal böyle olunca, kimi kültür adamları da Kültür Bakanı’nın Türkiye standartlarında ‘çağdaş’ bir görüntü sergilediği düşüncesi uyanıyor. Tiyatro sanatçısı Haldun Dormen de, bu ‘çağdaş’ görüntüye kolayca aldananlardan olsa gerek. Güneş gazetesindeki köşesinde methiyeler düzüyor Sayın Bakanına. “Herkes yıllarca konuştu. Hiçbir atılımda bulunmadı. Siz susup bizi korkuttunuz, ama sonunda müthiş çağdaş, somut bir eylemle karşımıza geldiğiniz. Bunlardan çok güzel, somut şeyler çıkacağına inanıyorum. Var olun, sağ olun efendim’ diyerek hazırlıkları sürmekte olan tiyatro kurultayından söz ediyor. Daha evvel yapılan sinema kurultayından da şu cümlelerle bahsediyor: ‘Bu yıl ilk kez Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek hiç beklemediğimiz bir anda, bir sinema kurultayı gerçekleştirdi ve Türk Sinemasının bin bir sorununa çare bulmaya çalışır. Bakanın bulduğu çare şu: Kurultayda toplanan parayla otuz film finanse edilecek. Böylece Türk Sineması kurtulmuş olacak. Bakan faaliyet yapmış görünecek, sinemacılar da raflarda tozlanmış senaryoları filme çekmiş olacaklar. Elbette teşhis yanlış olunca tedavi de yanlış oluyor. Sorunun sinemacıların bir sorunu olduğu varsayılıyor. Oysa Türk sinemasında sorun, film çekilmemesi değil, film seyredilmemesidir. Sinema üretim yönüyle var, izleyicisi yok. Kültür Bakanlığı sinemaya yardımcı olacaksa olanaklarını seferber edip, seyirci var etmeye çalışmalıdır. Ancak Sayın Kültür Bakanının Ramboların, Conanların izlenmesinin daha çok sevilmesinin, arabesk kültürün boyatmasının önüne geçebilecek bir kültür politikası yaratacak potansiyeli yoktur. Ayrıca böyle bir niyeti de yoktur. Bir izleyici kitlesi yaratmak, gerçek anlamıyla bir kültür yaratmak, kültürlü insan yaratmak işine gelmez egemenlerin. Çünkü hem ziyadesiyle çok çalışma ister. Hem de bu izleyici kitlesi sorgulayan, araştıran bir kitle olacağı için gün gelir bakanı da sorgulayıp, araştırabilir. Sayın Bakanın MHP kökenli olduğu ortaya çıkar da attığı ‘Başbuğ’ çığlıkları anımsanır. Ama böylesi çok kolaydır şimdilerde liberal tavırlar takınan Kültür Bakanı için. Parayı bulur, filmi çektirirsin. İyi niyetini göstererek kalpleri fetheder, gönülleri kazanırsın. Sade vatandaş “festivalmiş, filmmiş, tiyatroymuş, bana ne’ diye düşünedursun, muhalefet edebilecekleri susturmak bir yana, övgüler düzmelerini sağlarsın.
Bakanın uyanıklığı bir yana, iki kurultayla doğru yolu gören sanat adamlarımıza ne demeli? Yukarıda birkaç satırını aldığımız Dormen tek başına değil ki… Sanat adamlarımız bir bakan büyüsüne tutuldular ki sorma gitsin. Yıllardır hayıflanmakla birlikte çözümü başkalarından bekleyen sanat adamları nihayet bir kurtarıcı buldular. Amandır, sonra kaçar elinizden! Gönlünü hoş tutun!
Şunu kavrayamıyorlar ki, Namık Kemal Zeybek, yarı muhalif burjuva aydınların ağzına bir parmak bal sürmedikçe, yine o aydınlar tarafından eleştirilere maruz kalacak, kötü puanlar toplayacaktır. Bütün bu kurultay masalları da buna hizmet etmektedir. Ama o kadar da insafsız olmayalım. Haldun Dormen, birilerinin ağzına bir parmak bal çalmaya çalıştığının farkında. Ama asla Namık Kemal Zeybek’ten şüphelenmiyor. Bakın ne diyor: ‘Daha önceden söylediğim gibi, bol keseden sözler verildi. Bir meslek kuruluşu olabilmemiz için ağzımıza bir parmak bal çalındı. Ama sonunda hiçbir ciddi teşebbüse yanaşılmadı.’ Dormen’e göre nihayet biri ciddi bir teşebbüste bulunuyor. O da Namık Kemal Zeybek’ten başkası değil. Ciddi teşebbüsle kastedilen de tiyatro kurultayının oluşturulması.
Sayın Dormen çok inandığı tiyatro kurultayında aradığını bulamazsa ne yapacak acaba? Görünen o ki yeni bir “kurultay yapıcı” gelene kadar bekleyecek. Ciddi teşebbüsleri birilerinden beklemek gelenek oldu ülkemizde. Kimisi Allah’tan bekler, kimisi patronundan, kimisi de bizim sanatçılarımız gibi devletten. Bu ülkede kültür her zaman egemen sınıfların bir oyuncağı oldu. İdeolojilerinin gerektirdiği gibi kullanıyorlar. Bir kısım sanat adamları da “taviz, koparırız” derken, tavizi kendilerinin verdiğinin farkında değiller. Birilerinden çözüm beklemekle en büyük tavizi veriyorlar. İş, vaktini bakan kapılarını aşındırmakla geçirmeyen devrimci sanatçılara düşüyor. Devletin kültür adına yapacağı iki şey var çünkü ya kültürsüzlük, ya da gerici kültür. Hangisi geçer akçeyse günün koşullarında onu kullanıyor. Bu konuda da maskeyi düşürmek devrimcilerin görevi.
Son olarak, Haldun Dormen Kültür Bakanına teşekkür ediyor. Biz de kendisini tebrik etmek isteriz. Biri henüz yolda olan, iki kurultayla bin bir soruna çare bulduğu için. Ayrıca bir de önerimiz var. Kurultaycılar senaryosunu ortak yazacakları bir filmi de çekilecek olan otuz filme dâhil etsinler. Adı da şöyle olsun: Kurultay Present Sunar: Dokunmayın Bakanıma!


ÖZGÜRLÜK DÜNYASINA
Günümüz Türkiye’sinde yaşam koşulları öylesine ağırlaştı ki bizlerin gereksinmelerimizi karşılayıp yaşamamızı sürdürebilmek için aldığımız ücretler yetmez oldu. Ya aylık mesaileri çoğaltıyoruz ya akşamları götürü iş yapıyoruz ya da benzeri ek işler yaparak aç kalmayıp canlı bir insan olarak yaşamımızı sürdürebilmek için kendimize gelir getirecek yeni bir uğraş ya da sürekli iş arayışları içinde oluyoruz. Ülkemizin hemen her yerinde ürettiğimiz mallar pazarlanıyor. Sitelerde üretilen mobilyalar çeşitli illerde kullanılmakta ve bizzat site emekçileri montaj ve benzeri işlerini yapmaktadır. Aynı zamanda yaşam koşulları bizleri yurt dışında çalışmaya da zorluyor. Birçok Arap ülkelerinde site işçileri ezilmektedir. Biz siteli işçiler olarak sorunlarımıza sahip çıkıyoruz. Ülkemizde varolan milyonlarca insanın işsiz olduğu işçi ve emekçilerin her gün ağırlaşan sömürüye açlığa ve sefalete mahkûm edildiği Türkiye’de bizler siteli içiler olarak mesleki örgütlülüğümüzü oluşturmaya karar vermiş ve Site İşçileri Kültür ve Dayanışma Derneğini kurduk. Sitelerde çalışan genç işçi ve çırakların ekonomik sosyal kültürel faaliyeti ve mücadelesini sahiplenerek yürütmektedir.
-Mücadelemiz köleliğe boyun eğmeyenlerin mücadelesi olacaktır.
-Yaşasın Tüm Siteli Genç işçi ve Çırakların Birliği
-İŞ EKMEK ÖZGÜRLÜK diyerek Sendikal mücadelemizi geliştireceğiz.
Özgürlük Dünyası’na yayın hayatında başarılar dileriz.
Sİ-DER

MERHABA ÖZGÜRLÜK
İzmit’te son aylarda kendiliğindenci bir özellik taşısa da işçi sınıfı hareketi yükselmekte, hız kazanmaktadır.
Yükselen hareket işverenleri ve sınıfı patrona peşkeş çeken tüm sarı sendika ağalarını yerden yere çalmış, sarı sendikacıların yüzlerini açığa çıkarmıştır. Eylül ayında Mannesman işçisinin işten atılan arkadaşlarının yeniden işe alınması talebiyle başlayan şalter indirme eylemi, diğer fabrikalarda çalışan işçilere büyük moral, tecrübe ve aktivite kazandırmış, peşinden başka eylemler gelmiştir. Brisa işçileri sözleşme öncesi verilmesi gereken kanuni avanslarını almayınca, Nusaybin direnişine denk gelen günlerde işi bırakmış, yemekhaneyi işgal ederek günlerce aç, susuz ve uykusuz kalma pahasına direnmişlerdir. Basının bu gelişmelere yer vermemesi düşündürücüdür. Devrimci yayın organlarının da gereğince ilgi gösterdiği söylenemez.
İZMİT’ten bir ÖD okuyucusu.

BURSA ÖĞRENCİ GENÇLİK HAREKETİNDE YENİ GELİŞMELER
1986’da İİBF-ÖD’nin (İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi-Öğrenci Derneği) kurulmasıyla filizlenen Bursa öğrenci hareketi, 1988’den itibaren ivme kazanmış ve faşist diktatörlük karşısında mevziler kazanmasını bilmiştir. Önceleri genel devrimci-demokrat nitelikte gelişen hareket; zamanla içinden farklı devrimci anlayış ve örgütlenmeler çıkarmıştır. Fakat izlenen bazı yanlış politikalar ve öğrencilere yönelik sistemli saldırılar sonucunda Bursa öğrenci hareketinde bir gerileme yaşanmıştır. Ocak ayından başlayarak yüzlerce insan gözaltına alınmış ve tutuklanmış, okullardan ve yurtlardan atılmalar/uzaklaştırmalar yaşanmıştır. Burada sayılamayacak çok farklı nedenler ve hatalar, devrimcilerle birlikte hareket etmeye başlayan geniş bir öğrenci kitlesinin kopuşuna yol açmıştır. Ve yıllar sonra jandarma kampusu işgal edebilme, karakol kurma zeminini yakalamıştır.
1985’ten bu yana dernekleşme çabalarının, akademik-demokratik hakların kazanılması uğruna verilen mücadelenin en önünde yer aldık. 87’ye değin etkisini hissettiren revizyonist-reformist anlayışın yok edilmesi mücadelesinde aktif rol aldık. Saldırıları püskürtmek ve kalıcı haklar kazanmanın kitlesel-radikal bir mücadele anlayışıyla mümkün olacağının bilinciyle “ajitasyon ve propagandada serbestlik” temelinde en geniş eylem ve güç birliklerinin oluşturmalardan, gözaltı ve tutuklamalardan nasibimizi aldık. Fakat tüm bunlar bizleri tereddüde ve yılgınlığa düşürmediği gibi diktatörlüğe karşı duyduğumuz kin ve öfkeyi daha da bilemiştir.
“71’in Militan ve Kararlı Ruhu Yaşıyor!”
Ülkemiz topraklarına asla sökülmemiş direniş tohumları eken devrimci önderler bize ihtilalci-uzlaşmaz bir mücadele çizgisi ve ölüm pahasına da olsa onurlu bir yaşam örneğini miras bıraktılar. Onların faşist diktatörlükçe katledildiği günler olan 6 Mayıslar, 31 Mayıslar, 18 Mayıslar ve 30 Martlar devrimcilerin öfke ve kararlılıklarının yenicen haykırıldığı, egemen sınıfların uykularının kaçtığı günler durumuna getirilmelidir.
Bu anlayıştan hareketle, 7 Mayıs ’90 günü, katledilişlerini 18. yıldönümünde, Deniz, Yusuf ve Hüseyin yoldaşlar Uludağ Üniversitesi İİBF kantininde yurtsever devrimci ve demokrat öğrenciler tarafından düzenlenen bir forumla anıldılar.
“Şarkışla Ağıtı” ile başlayan tören, üç şehidimizin resim ve son sözlerinin bulunduğu afişler, mektup ve fotoğraflarından oluşan pano ve “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!” pankartının asılmasıyla devam etti. Törende okunan bildiride, Denizlere ideolojik yönden değil; revizyonizmden kopuş, ihtilali ve silahlı mücadeleyi savunmaları anlamında sahip çıkıldığını, onların temelini attığı küçük-burjuva ihtilalci yapılanmanın süreç içinde Marksizm’e evrilerek Proletarya Partisi’nin yaratıldığı vurgulandı. Şiirlerin okunması ve saygı duruşundan sonra “Kahrolsun Faşist Diktatörlük!”, “İdamlar Mücadelemizi Engelleyemez”, “Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet!” sloganlarıyla eylem bitirildi.
Bu eylem, Eylül sonrasında Bursa’da devrimci önderlere bu tarzda ilk sahip çıkış olması ve son dönemde varolan korku ve pasifikasyonun aşılması bakımından önemli bir adım olmuştur!
-Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet!
-Yaşasın Devrim-Yaşasın Sosyalizm!
Uludağ Üniversitesinden Yurtsever Devrimciler.

Temmuz 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑