Burjuva devletinin çelişkili birliği ve faşizm

Demokrasi ve demokrasi tartışmaları, ülkede bitmeyen bir siyasal senfoniye dönüşmüş durumda, beste çalışmaları bir yüzyıldan daha uzun bir süreci kapsıyor, süreç devam ediyor.
Tekelci kapitalizm ekonomide genişletilmiş yeniden-üretimi gerçekleştirebilecek bir kapasiteye sahip değil, ama demokrasi tartışmalarını üretmede, aynı anlama gelmek üzere demagoji üretiminde son derece geniş bir potansiyele sahip olduğunu gösteriyor, potansiyel bütün güçlerini harekete geçirebiliyor.
Demokrasi 141-142 rakamlarına eşitleniyor. Ortaya çıkan demokratik birikim, ‘barış-demokrasi-Glasnost’ rüzgarlarının beslediği 141-142 tartışmalarının potasında eritilmek isteniyor.
Bir soğuk savaş döneminin siyasal normları ve toplumsal değerleri, yeni dönemin özelliklerinin de katkısı temelinde, 1990’lı on yılların başında yeniden-üretiliyor. Birinci soğuk savaş dalgalan geri çekilmeden, dünya ikinci bir soğuk savaş dönemine giriyor.
Tarih tekerrür etmiyor, ama ortaya çıkan gelişmelerin ve olguların siyasal mantığını kavrayabilmek için, olgular arasında tarihsel analojiler kurmak gerekiyor.
Bugünle yakın tarih arasındaki bağlantı noktalarını irdelerken, analoji yöntemine başvurmak daha da önemli gözüküyor.
Bugünün kavranması, ancak düne bağlanması ile mümkün olabiliyor.
Dünün ve bugünün soğuk savaş koşulları farklı gelişim çizgileri taşıyor, farklı gelişim çizgileri farklı etkiler gösteriyor.
İkinci soğuk savaştan, anti-faşist savaştan, sosyalizm olağanüstü bir prestij kazanarak çıkıyor, Batı emperyalistlerin planlan ve hayalleri yıkılıyor. Hitler faşizminin saldırganlığı sosyalizmin Stalingrad’da ördüğü çelikten duvara çarparak kınlıyor, Batı yarımküresini etkisi altına alan demokrasi rüzgârları sosyalizmin etkisinde şekilleniyor. Anti-faşist savaş, kapitalizmin gücünün ve prestijinin zayıflaması ile sonuçlanıyor, sıcak savaşın sonu, sosyalizmi her alanda güçlendiriyor.
Uluslararası tekelci kapitalizm, sosyalizmin gücünü kırmak için soğuk savaş yöntemlerine sarılıyor.
Birinci soğuk savaş koşullarında, Türkiye, kendine çok önemli misyonlar biçiyor. SSCB ve Balkanlardaki sosyalist ülkeler karşısında ve Yunanistan ve İran’da sürmekte olan iç-savaş koşullarında, kendini ‘ateş çemberi’nde hisseden Türkiye, emperyalizmin Ortadoğu jandarmalığına soyunuyor. İç birikimi zayıf ve 1946’larda ‘iki sosyalist parti’ ile su yüzüne çıkan ‘sol muhalefet’ biraz da egemen sınıflar arasında kliklerin billurlaşması ile şekillenen burjuva muhalefetinin peşine takılıyor. Anglo-Sakson kaynaklı demokrasi rüzgârları, Türkiye’nin mevcut çeperine çarparak kınlıyor ve kırılmanın savaş döneninin getirdiği birikim ve halkın tek-parti yönetimine duyduğu tepki ile birleşmesi, sistemin genel oy, serbest seçim, burjuva çok-partililiği ve güdümlü sendikacılık gibi görüntülerle kendini takviye etmesi sonucunu doğuruyor. Sistem, soğuk savaş koşullarında Batı burjuva normlarının ‘millileştirilmesi’ ve halk desteği temelinde, siyasal düzlemde kendini yeniden üretiyor. Yeniden-üretim sürecinde ortaya çıkmasına izin verilen ‘sosyalist partiler’, demekler ve yayınlar kapatılıyor.
Sıcak savaşı izleyen süreç, Anglo-Sakson soğuk savaş demokrasisi ve burjuvazinin at değiştirmesi yoluna gitmesi ile tamamlanıyor.
Bugün 141-142 rakamlan ekseninde dönen demokrasi tartışmaları, çok daha farklı koşulların ürünü… Bugünkü koşulların 1946’lı yıllardan farklı çizgiler taşıdığı biliniyor. Farklılık ağırlıklı olarak iç-koşulların, iç-çelişmelerin üzerine oturuyor. Özellikle 1960 sonrasında gelişen ve belli dönemlerde yoğun bir ivme kazanan sınıf mücadelesinin, işçi sınıfı hareketinin, ulusal hareketin birikimi ve demokratik mayalanma, hem birtakım hakların fiilen kullanılmasına maddi bir zemin sunuyor, hem de sistemin yasa(k)larını zorluyor, örgütlenme ve basın özgürlüğü fiili bir işlerlik kazanıyor. Bugün gelinen noktada 141-142 rakamlan, kâğıt üzerinde yazılı birer ceza maddeleri olmalarının ötesinde, fazlaca bir şey ifade etmiyor artık. Toplumsal pratik, 141-142’nin yasak duvarlarını aşmış durumda. Sadece yakın dönemin getirdiği yasaklar değil, örülen bütün duvarlar toplumsal pratik karşısında, çok kullanılan bir deyimle, her geçen gün biraz daha deliniyor. Bir yasağın, fiiliyatta geniş ölçüde ve toplumsal muhalefet güçleri tarafından ihlal edilmesi durumunda, hak düzeyine çıktığı görülüyor. Toplumsal pratik, yazılı hukuk kurallarının sınırladığı alanın dışına çıkıyor, kendi hukukunu yaratıyor. Tarih ve günümüz gerçekleri, gerek Türkiye’de ve gerekse yeryüzü yuvarlağının her bir köşesinde, yasa(k)ların ve ceza yasası maddelerinin, toplumsal muhalefetin gelişmesini engelleyemeyeceğini, çürümüş yapılan yıkılmaktan kurtaramayacağını gösteriyor. Doğu Avrupa’daki revizyonist rejimlere karşı sokaklara dökülen yüz binler, otuz yıllık Berlin Duvarını bile bir gecede işlevsiz hale getirebiliyor.
Toplumsal pratik 141-142 ile örülen duvarları aşındırıyor. Kamuoyu artık, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü hakkının kullanılmasını ‘suç’ olarak kabul etmiyor. ‘Düşünce suçlarının ceza yaptırımına konu edilmemesi yolarda yaygın ve etkin bir ortamın’ oluşmuş olması gerekçesiyle, mahkemelerin tahliye ve beraat kararlan almaya başlaması, 141-142. maddeler de içinde olmak üzere, anık belli yasa(k)ların işlevsiz hale geldiğinin bir göstergesi olarak alınmalıdır.
Mevcut iktidar, böyle bir birikimin üzerinde, 141-142 tartışmalarını siyasal bir gösteriye vesile yapıyor. Tartışmanın zamana yayılarak yozlaşacağı ve kamuoyundaki mevcut potansiyelin dağılacağı bekleniyor. Bir değişikliğin somut olarak gündeme gelmesi durumunda, bunun en az ‘zararla kapatılmasının hesabı yapılıyor. Dahası, sistem yeni yasa! düzenlemelerle, aynı zamanda, artık sisteme, hemen hemen tümüyle fiilen entegre oluş reformculuğa yasal çıkış kanalları açmaya çalışıyor. SSCB’nin ve Doğu Avrupa’nın katılmasıyla büyüyen yeni soğuk savaş dalgalaman da etkisiyle, Batı emperyalist burjuvazinin yönetsel siyasal normlarının evrensel geçerlilik katına yükseltilmesi temelinde, reformculuğa yasal çıkış kanallarının açılması ile reformculuğun kontrol altında tümüyle ehlileşeceği, ek olarak da var olan radikalizmin, belli ölçülerde de olsa törpüleneceği varsayılıyor. Ama açılacak siyasal-hukuki boşluklardan, radikalizmi in bir mevzi olarak yararlanmaması için, ihtiyatlı bir politika izleniyor. 141-142. maddelere şiddet unsurunun eklenmesine ve maddelerin belli fıkralarının korunmasına yönelik tartışma ve hazırlıklar, izlenen ihtiyatlı politikayı yansıtıyor.
TCK’nın 141-142. maddelerinin değiştirilmesinin veya kaldırılmasının demokrasi olmadığı, olamayacağı, demokrasiyi getirmeyeceği biliniyor. Bugün SSCB’nin öncülük yaptığı kapitalist-emperyalist bloklarca üretilip dünya halklarına övünçle dayatılan, ‘barış-demokrasi-silahsızlanma-mutabakat’ politikalarının, demagoji düzeyinde dahi, TBKP gibi reformcu-gerici mihraklar dışında, Türkiye’de fazlaca bir etki yaratmayacağı biliniyor. Toplumsal ve ulusal çelişkiler keskin, toplumsal ve ulusal muhalefet zaman zaman ivme kazanarak, eylemlilik düzeyinde sürüyor. Reformcu politikalar, ‘barış’ ve ‘demokrasi’ demagojileri çelişkileri törpülemede yetersiz kalıyor. Rejimin, kendi kendini yeniden üretme dinamiklerini kaybetmiş olması ve sürekli bir iç-savaş görünümünü alan iç-istikrarsızlık Ortadoğu’dan gelen dış-istikrarsızlık etkenler ile birleşiyor.
Sistem, siyasal istikrarsızlık üretiyor. Devlet, kendini iç-savaşı önlemeye, iç-savaşı bastırmaya göre yeniden organize ediyor.
Burjuva demokrasisi, hem var olan toplumsal çelişkileri törpülemenin ve siyasal istikrarı gerçekleştirmenin bir aracıdır, hem de bizatihi toplumsal çelişkilerin törpülenmesi ve reformcu kanallara akması olgusunun bir ürünüdür. İç-savaşı şekillendiren toplumsal ve ulusal dinamikler, siyasal istikrarsızlık üretiyor. Çıplak şiddet, siyasal istikrar sağlamanın temel aracı olarak işlev görüyor.
İç-savaş kendi demokratik normlarını yaratıyor.
Süregiden siyasal istikrarsızlık koşullarında, burjuva demokrasisi, tekelci burjuvazinin siyasal bir yönetim biçimi olarak şekillenmiyor, faşizm, tekelci devletin bir biçimi olacak varlığını sürdürüyor.
Daha önemlisi, burjuva demokrasisi, burjuva demokratik devrim sürecinin tamamlanması çerçevesinde, kendi tarihsel ve maddi temelleri üzerinde oluşuyor. Türkiye’de bu süreç tamamlanmıyor. Siyasetten ekonomiye, ekonomiden siyasal ve kültürel yaşama kadar uzanan maddi yapı, her alanda gericilik üretiyor, Emperyalizme bağımlılık, siyasal gericiliğin maddi zeminini güçlendiriyor. Emperyalizm sadece sermaye ihracıyla veya meta ihracıyla değil, siyasal gericilik ihracıyla da belirleniyor. Emperyalizme bağımlılık ilişkileri, eşitsiz konum ve eşitsiz gelişme durumu, kapitalizmin metropol ülkelerdeki krizinin bağımlı-geri ülkelere şiddetlenerek aktarılmasına temel hazırlıyor. Egemen sınıflar, krizin derinleştiği ve siyasal istikrarsızlığın geliştiği koşullarda taviz politikası değil, şiddet politikası izliyor.
Devletin şiddet araçlarının çok yönlü olarak devrede tutulması, iç-savaş durumuna denk düşüyor.
Varlığını emperyalist üretim ve yeniden-üretim sistemine bağlamış, tekelci burjuvazinin ve kapitalizm-öncesi sömürü ilişkilerini ve kapitalist sömürü ilişkilerini birleştiren büyük toprak mülkiyeli sistemine dayanan toprak ağalarının sosyal sınıf egemenliği, siyasal istikrarsızlığın sürdüğü ve iç-savaş durumunun devam ettiği koşullarda, faşizm biçiminde varlığını sürdürüyor. Soğuk savaş politikası, iç-savaş durumunun sürdüğü koşullarda, egemen sınıfların devrime karşı temel politikası olarak işlev görüyor.
Parlamento dönemi veya eylülsüz eylüle hazırlık süreci
Soğuk savaş taktiklerinin şekillenmesi, sıcak savaş politikasının şiddeti, devletin şiddet araçlarının ne oranda ve hangi biçimlerde devreye sokulacağı veya kamufle edileceği olgusu, sınıflar arası ilişki ve çelişkinin düzeyi, sınıf mücadelesinin ve siyasal istikrarsızlığın eriştiği boyutlar ve burjuvazinin potansiyel ‘çözüm’ politikaları tarafından belirleniyor.
‘Kurulu nizamın korunması ve istikrarın sağlanması amacı, temel politikaları ve devlet kurumları arasındaki ilişkilerin düzenlenmesini belirliyor. Ülkenin ‘ileri’ veya ‘geri’ konumu, devletin tarihsel olarak şu veya bu biçimi kazanmış olması gibi etkenler, parlamentarizmin ve burjuva demokrasisinin varlığı veya yokluğu koşulları, temci politikalar açısından değil, ancak temel politikaların gerçekleşmesi, ‘yeni rejimin oturması süreci bakımından farklılıklar gösteriyor.
Parlamentonun ve sistemin siyasal partilerinin varlığı bir vitrindir, yığınları sisteme bağlamanın ve tekelci burjuvazinin çeşitli kesimleri arasındaki ‘mutabakat’ı gerçekleştirmenin bir zeminidir. Daha önceden de üzerinde duruldu, parlamentonun varlığı, bir ölçüye kadar çıplak şiddetin üzerini örtüyor, devletin şiddet organlarını gizliyor. Faşizmin iktidarı, mutlaka parlamentonun, katılımcı organların devreden çıkarılmasını gerektirmiyor. Parlamentonun ve burjuva demokrasisinin varlığının ve devrimin burjuva-içi çatışmalardan güç alması, farklı düzlemlerde ele alınması gereken bir sorun, üzerinde ayrıca durulması gerekiyor, ama parlamentonun varlığı veya yokluğu burada, faşizmin iktidarı açısından, temel bir kıstas oluşturmuyor. İç-savaşın varlığı koşullarında, parlamentolu ve parlamentosuz dönemler arasındaki farklar temel çizgileri ile siliniyor veya çok aza iniyor.
Parlamento dâhil katılımcı mekanizmaların varlığı ve yasama organının, yürütme organının ‘icraat’ını kısıtlaması, devletin gücünün, şiddetin uygulama hızını düşürüyor.
Tekelci burjuvazi ve siyasal temsilcileri arasındaki bağların zayıflaması, kopması, parlamentonun ve parlamenter partilerin yadsınmasına zemin hazırlıyor. Toplumsal muhalefetin ve var olan istikrarsızlığın düzeyinin, katılımcı mekanizmaların sınırları içinde kalındığında, siyasal buhranın çözülmemesi sonucunu beslemesi koşullarında, parlamento devre-dışı bırakılıyor.
Devrim, kendi gücüne eşdeğerli bir karşı-devrim yaratarak ilerliyor.
Parlamentonun devre-dışı bırakılması, karşı-devrimci şiddetin uygulama hızını yükseltici bir rol oynuyor.
Eylül Rejimi, devletin temel güç organlarının üzerindeki örtüyü kaldırarak, ‘anarşi ve terörün Önlenmesi’, aynı anlama gelmek üzere devrimi ezerek, iç-savaş durumunu sistemin lehine sonuçlandırmak için devlet gücünün uygulama hızını yükseltiyor, uygulama hızına süreklilik kazandırıyor. Süreklilik olgusu ’82 Eylül Anayasasında hukuki ifadesini buluyor.
Siyasal istikrarsızlık ve iç-savaş durumunun maddi koşullan açısından. Eylül öncesi dönemle Eylül sonrası dönem arasında kopukluk değil, süreklilik yaşanıyor.
Temel politikaların uygulanmaya çalışılması bakımından, Eylül kopukluğu değil, sürekliliği temsil ediyor.
Bilinen, ama bugün daha net çizgileri ile görülebilir bir gerçek: Eylül Rejimi ve ‘zorunluluğu’ üzerinde, ‘kesikli demokrasi’ üzerinde sistemin ‘sağ’ ve ‘sol’ politikacıları, Eylülcü ve anti-Eylülcü kadrolan arasında sürdürülen polemik, iç-savaş durumunun sistem lehine sonuçlanması için izlenmesi gereken temel politikaların farklılaşmasından veya Eylül Rejiminin yerleşmesine yöneltilen itirazlardan değil, Eylül Darbesinin parlamentoya ve parlamenter partilere karşı takındığı ‘seri’ tutumdan kaynaklanıyor. CHP’nin ve AP’nin ardıllarının, Eylül sonrasında devlet gücünün uygulama hızının artırılmasına yönelik bir itirazları olmuyor. Verili bir durumda, temel politikaların, parlamentonun devrede tutulması ile uygulama şansının olup olmayacağı tartışması bugüne taşmıyor.
“61 Anayasasının çizdiği sınırlar içerisinde parlamentonun varlığı ve toplumsal muhalefetin parlamento üzerindeki baskısı, iç-savaşın burjuvazi lehine sonuçlanmasını getirecek ekonomik ve siyasal politikaların yasallaşmasını geciktirdiği ve uygulama hızını düşürdüğü için, devletin hız kazanması için, parlamento ve siyasal partiler, ‘devlet partisi’ lehine devre dışı bırakılıyor.
Aydınlık gazetesinin sözcülüğünü yaptığı bir kısım sol-reformcu mihraklar, iç-savaş durumuna karşı CHP-AP ağırlıklı Milli Birlik Hükümeti modelini öne çıkarıyor. Milli Birlik Hükümeti modeli, 12 Eylül’le birlikte CHP-AP temelinde değil, ama ‘devlet partisi’ aracılığıyla, devletin temel güç odaklarının bütünüyle devreye sokulması sonucunda gerçekleşiyor.
Yasama organının ve ‘katılımcı’ organların varlığı devletin temel işlevinin, devletin temel güç organlarının işlevini ortadan kaldırmıyor, sadece hızını düşürüyor. ‘Devlet partisi’nin ’61 Anayasası ile birlikte yasama engelini kaldırması, siyasal örgütlenmeyi tekleştirmesi, yürütme organını güçlendiriyor, yürütme organının güçlenmesi hızı yükseltiyor.
Hızlandırılmış istikrar politikası, Eylül Darbesi ile birlikte uygulanma alanı buluyor. Ama temelleri parlamentonun devrede olduğu dönemde atılıyor. Eylül öncesinde, toplumsal eylemliliğin yaygın ve yüksek olduğu koşullarda, aynı politikanın uygulanması ve yasal arka zeminin hazırlanması başarılamadığı için, başarı darbede görülüyor, Eylül Darbesi geliyor.
12 Mart Dönemi değişikliklerine karşın, ’61 Anayasası çift meclisli parlamentosu, özerk kurumlan ve belli bir dereceye kadar sendikal örgütlenme hakkı tanımasıyla, katılıma hukuki zemin hazırlıyor, ancak devlet gücünün uygulama hızını azaltıyor. Seçim sisteminin, parlamento aritmetiğinde istikrarsızlık doğurması, hızın azalmasında etkili oluyor.
Parlamento devreden çıkarılmadan, hızın yükseltilmesi amaçlanıyor. 12 Eylülsüz Eylül rejimi, parlamento kanalıyla uygulanmak isteniyor. Toplumsal muhalefeti engellemek ve sınıfın yükselen eylemini bastırmak için sivil faşist çeteler ve yer yer ordu birliklerince de takviye edilen polis ve jandarma güçleri saldırıya geçiyor. Maraş’tan Çorum’a, Antbirlik’ten Tariş’e kadar saldırılar, kitle katliamlarına dönüşüyor. Sıkıyönetim ilanı, 12 Eylülsüz Eylül rejimini yerleştirmenin yeni bir uğrak noktasını oluşturuyor. Sıkıyönetim rejiminin, yetki donatımı ile parlamento örtüsü altında süreklilik kazanması önem kazanıyor. Devlet organları arasındaki ilişkiler sistemini yeniden düzenleyecek hukuki düzenlemeler ve siyasal-reformlar gündeme geliyor. Devlet gücüne uygulama hızı kazandırılması için, Genelkurmayca hazırlanan yeni Anayasa Tasarısı ve Siyasal Tedbirler Paketi, sivil forumlardaki tartışmalarda açıklığa kavuşuyor. Onanması için parlamentoya sunuluyor. Yürütmeyi güçlendiren, parlamentonun yetkilerini daha büyük ölçüde budayan, yükselen ve yaygınlaşan toplumsal muhalefeti bastırmak için orduyu ‘tam yetkili” kılan Anayasa değişiklikleri ve Siyasal Tedbirler Paketi belli itirazlar ve yumuşatma önerileriyle birlikte, parça parça parlamentodan geçirilmek isteniyor. MHP, Anayasa değişikliği ve Tedbirler Paketini yetersiz buluyor, ordunun yönetime doğrudan el koymasını istiyor. Devlet gücünün çekincesiz kullanılması ölçüsünde sivil-faşist hareketin gücünün artacağını ve her alanda önünün açılacağını hesap ediyor.
Tedbirler Paketi, parlamento aşamasında tıkanıyor.
Tıkanma, burjuva devletinin çelişkili birliğini açığa çıkarıyor. Toplumsal muhalefet güçlü ve toplumsal muhalefetin gücü, parlamento üzerinde de baskı unsuru oluşturuyor. Burjuva partileri, bir yandan karşı-devrimci politikaların parlamento kanalıyla yasallaştırılmasının dolaylı araçları olurken, bir yandan da seçmenle olan bağlarını sürdürmek, meşru görünmek zorundalar. Dahası, Eylül öncesi parlamento aritmetiği, sistemin istikrarlılığını değil, istikrarsızlığını yansıtıyor, istikrarsızlığın bir unsurunu oluşturuyor. Parlamentoyu ve ‘katılımcı’ organları pratik olarak henüz yadsımamış burjuva devletinin çelişkili birliği, 12 Eylülsüz bir Eylül Rejimi kuramıyor. Tedbirler paketi, daha ilk aşamada tıkanıyor, parlamento ve partiler zorlanıyor. Eylül Darbesinden bir yıl sonra, Süleyman Demirel, Cumhuriyet gazetesinde Hasan Cemal’e bu durumu açıklama gereğini duyuyor: “90 günlük gözaltı süresi ile meclisin karşısına çıkamazdım” diyerek, parlamenter ve partiler düzeninin zorluğunu dile getiriyor.
Eylül öncesinde, parlamento ve parlamentonun yapısı, burjuva devletinin çelişkili birliğini ve rejimin çıkmazını sergiliyor.
Çıkmaz ve tıkanıklık, 1980’in ikinci yansında yeni seçimlerle, erken seçim kararıyla aşılmaya çalışılıyor. Erken seçimin tıkanıklığı aşacak bir parlamento aritmetiğinin oluşumu ile sonuçlanacağı varsayılıyor.
Erken seçim karan çıkmıyor, parlamento işlevini kaybediyor, istikrarsızlık derinleşiyor.
Rejim bir an önce istikrar istiyor.
12 Eylül istikrar için çözüm oluyor. Rejim, Eylül Rejimi ile yeni bir istikrar arayışına giriyor.
Eylül öncesinde hazırlanan ve parlamentodan getirilemeyen yeni Anayasa ve Siyasal Tedbirler Paketi, Eylül Darbesi ile birlikte parlamentonun da görevlerini üstlenen Milli Güvenlik Konseyi tarafından yasallaştırılıyor. Uygulamanın önündeki pratik toplumsal engeller kaldırılıyor.
Devlet, parlamentosuz hız kazanıyor.
Sadece vurgu için ve devamını yazabilmek için yinelemek gerekiyor: Eylül, öncesi ile sonrası arasındaki siyasal bir kopuşu değil, sürekliliği temsil ediyor. Eylül Dönemini, öncesinden, hız düşürücü bir rol oynadığı için parlamentonun katılımı temsil eden organ ve kurumların kaldırılması, devletin çıplak şiddetinin bir örtüye ihtiyaç duymaması ayırıyor. Devletin güç organlarının düzenleme sırası değiştiriliyor. Demokrasiden demokrasisizliğe geçilmiyor, rejim, siyasal olarak, faşizmin parlamentolu ve çok partili türünden parlamentosuz ve partisiz türüne evriliyor. Eylülün siyasal altyapısı, parlamento kanalıyla, Eylül öncesinde hazırlanıyor, Eylül Rejimi, parlamentonun açtığı kanaldan ilerleyerek, düzeni yerleştiriyor, olunuyor.
Devreden çıkarılmış organlar, Ecevitlerin-Demirellerin şahsında, yayın organları ve bütün bir propaganda ağı tarafından öne çıkarılan anti-Eylülcü görünümün tersine, yeni rejimin, ABD Genelkurmayının ‘Bizim çocuklar’ diye tanımladıkları Eylül generalleri eliyle yerleşmesinin ve düzenin yeniden oturmasının destek güçlerini oluşturuyor.
Ecevitler- Demirel’ler: Eylül rejiminin destek güçleri
Zaman aşımına uğramış veya üzerindeki ‘gizlilik damgası kalkmış bazı CIA raporlan, gene CIA tarafından ABD ve Avrupa’da kitap halinde basılır. Bu raporların, daha çok üçüncü sınıf olanları da Türkiye’de ve daha ‘geri’ ülkelerde yayınlanır.
Piyasada bunlardan onlarcasını bulabilmek mümkün. ‘Hükümet Devirme Tekniği’ gibi, cazibeli teknik isimlerle basılan raporlar, artık mahalle bakkallarında bile satılıyor.
CIA raporlarından derlenmiş bu tip kitaplarda, başka şeylerin yanında, askeri cuntaların iktidara geldiği veya iktidarda olduğu ülkelerde, sivil siyasetçilerin nasıl bir görünüm sergilemeleri gerektiğine dair öğütlere ve önerilere yer veriliyor.
Hem sivil siyasetçilerin ‘geleceği’, hem de ülkenin ‘genel çıkarları’ açısından, anti-cuntacı bir görünüm sergilemenin önemi ve gerekliliği üzerine verilen öğütler, ‘gizli’lik damgası kaldırılmış CIA raporlarının ana temasını oluşturuyor.
Anti-cuntacı bir görünümün yaratılması ve sürdürülmesi için, sivil siyasetçilerin ve askeri cuntaların üstün bir çaba gösterdikleri gözlemleniyor.
Cuntaların devirdiği sivil siyasetçilerin anti-cuntacı görüntülerinin sokaktaki insanın belleğine kazınması ve ‘geçici’ askeri cuntalar karşısında sistemin ‘kalıcı’ sivil siyasal alternatiflerinin fazlaca bir erozyona uğramaması için, özellikle ‘geri’ ülkelerde tekelci basın organları ve diğer kitle iletişim araçları önemli bir işlev yerine getiriyor. Başarılı olduğu da görülüyor. Başka birçok etkenin yanında, cuntalara karşı-çıkma görüntüsü sergilememiş, tersine cuntaların resmi-sivil uzantısı oldukları açıkça belli olan partiler, 27 Mayıs sonrasında, YTP, 12 Eylül süresince MDP örneklerinde görüldüğü gibi, ‘normale geçiş’ dönemi ile birlikle siliniyor. Karşı-görüntü sergileyen partiler ve burjuva-popülist siyasetçiler ise sivriliyor. Ecevit ve CHP’nin, 1973 sonrasındaki seçim başarısının, daha değişik etmenlerin yanında, T2 Marta karşı sergilenen anti-Martçı görüntüden de beslendiği biliniyor.
Dahası cuntaların kanatlan altında üretilen yeni ‘sivil’ siyasetçi tiplerinin ve bir seçim komedisi ile sivilleştirilerek onaylatılmış hükümetlerin, kamuoyuna, kamuoyunu oluşturan iletişim araçları kanalıyla anti-cuntacı olarak sunulması, özel bir çabayı ve propagandayı gerektiriyor.
Sistem, bu tip propaganda kanallarını sürekli açık tutuyor.
1983 seçimleri öncesinde, generallerin ve basının liberal ‘demokrat’ kalemleri eliyle ANAP’a anti-cuntacı bir misyon yüklendi ve seçimleri kazanan ANAP’a iktidarın ‘teslim edilmeyeceği’ne yönelik yoğun bir propaganda ağı örüldü.
ANAP kamuoyuna ve seçmene 12 Eylülden çıkışın alternatifi olarak sunuldu. Propaganda başarıya ulaştı.
Dün ANAP’ı liberalizmin temsilcisi ve Eylülün alternatifi olarak sunan kalemler, bugün ANAP iktidarında, Eylül Rejiminin sivil devamını görüyorlar. Anti-Eylülcülük, anti-ANAP’çılıkta yansımasını bulmuş durumda.
ANAP’ın Eylülcü misyonunu tamamladığı bugünkü koşullarda, gerçekte DYP ve SHP’nin anti-ANAP’çılığı, burjuvazinin Eylül politikalarına ve Eylül Rejiminin kurumlarına sahip çıkmayı, devlet organları arasında ‘ahenkli’ bir ilişki kurulması temelinde siyasal buhranın çözülmesi çabasını ifade ediyor.
SHP ve DYP’nin itirazı, seçmen ve kamuoyu desteğini kaybetmiş ANAP iktidarının, buna karşın, TBMM çoğunluğunu, hükümeti ve Çankaya’yı elinde tutmasına yönelik. SHP ve DYP, Eylül Rejiminin, getirdiği kurum ve organlarla birlikte seçmen tabanında yeniden onanmasını ve meclis aritmetiğinin yeniden düzenlenmesi ve hükümet değişikliği ile meşrulaşmasını istiyor. İç-savaş durumu karşısında devletin güçlendirilmesine ve devlet organları arasında parlamento aleyhine yapılan düzenlemeye ve bu durumu onaylayan ’82 Anayasasına karşı devlet organları arasında belirli bir ‘ahengin’ kurulması ve istikrar sağlanması amacına yönelik düzenlemelerdeki aşırı vurguların törpülenmesi ve bazı geçici maddelerin kaldırılması dışında, SHP ve DYP’nin herhangi bir itiraz taşımadıkları anlaşılıyor.
Belirli bir tepki birikiminin artık eylemlilik düzeyinde ortaya çıkmaya başladığı bugünkü koşullarda, SHP ve DYP’nin anti-Eylülcü bir konumda gösterilmesi özel bir önem taşıyor.
Yığınlardaki anti-Eylülcü tepkinin, SHP ve DYP kanalında eritilmesi önemli gözüküyor.
Bugün anti-Eylülcü tepkilerin SHP ve DYP kanalına akıtılmasında ‘yardımcı’ bir rol üstlenen ‘gazeteci-yazarlar’, ‘Eylül güncelerinde’, dün 12 Eylülün en vahşi döneminde Ecevitlerden-DemireIIerden ‘demokrat’ ilan etmeye, eski sivil siyasetçilere anti-Eylülcü misyonlar yüklemeye, Eylül Rejimini ve cuntayı aklamaya soyunmuşlardı.
Belli bir propaganda ağıyla olguların görünen yanlarını öne çıkarmak ve öne çıkarılan görünen yanlardan kalkarak politika üretmek, tahlil yapmak her zaman aldatıcıdır. Bilim, öne çıkarılan ve görünen yanın teorileştirilmesi üzerine değil, görünmeyen yanın, olgunun özünün irdelenmesi temeline oturmak zorundadır.
Aldatıcılığı, Eylülün gazeteci-yazarlarının bir meslek olarak benimsedikleri ve sürdürdükleri anlaşılıyor.
Aldatıcı propagandanın tersine, Demirellerin-Ecevitlerin, AP ve CHP gibi partilerin, Eylül Döneminde, söylem düzeyinde dahi anti-Eylülcü bir konumda olmadıkları, tersine Eylül Rejiminin yerleşmesinde ve oturmasında rejime, her alanda destek verdikleri görülüyor.
Darbenin başlangıcında faaliyetleri askıya alman ve bir dönem sonra da kapatıldıkları açıklanan AP ve CHP, sürdürdükleri varlıkları ve siyasal faaliyetleri ile Eylül Rejiminin destekçisi ve yardımcısı oluyorlar. MHP önderliği ise, Programını iktidar yaparak destekçilik görevini, Dil-Okulunda, ‘kendimiz hapiste, fikrimiz iktidarda’ savunmasıyla yerine getiriyor. Hatta Eylül koşularında, sık sık cezaevlerinde ‘misafir’ edilerek ‘demokratlık’ payesini hak eden Ecevit, Eylül Darbecilerinin iktidar koltuğuna daha yeni yeni ısınmaya başladıkları ilk aylarda, generallerin planladıkları düzenlemeleri yapmada tam bir serbestlik içinde hareket edebilmelerine olanak tanımak için, CHP Genel Başkanlığından ayrılma gereğini duyuyor.
Eylül ‘günlükleri’ ve izlenen pratik politikalar, AP ve CHP’nin Eylül Darbesinin karşısında yer aldıkları propagandalarının tam bir uydurma olduğuna tanıklık ediyor.
Batı Avrupa’da hükümetler muhafazakârlarla sosyal-demokratlar, ABD’de Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında el değiştiriyor. Türkiye’de özellik!-; 1960’dan sonra, değişimin üçayağı olduğu görülüyor: Koalisyonlar dışında, düzenli bir sıra gözetilmeksizin ‘ortanın-sağı’, ‘ortanın-solu”ve Silahlı Kuvvetler yönetime geliyor.
Özellikle Demirel’in, bu değişimi normal karşıladığı görülüyor. Demirci gerek 12 Martta ve gerekse 12 Eylülde, Silahlı Kuvvetler içinden gelen askeri bir müdahale ile hükümetten uzaklaştırılması olgusunu, bir seçim yenilgisi sonrasında, hükümeti, seçimi kazanmış bir partiye devretmesi olarak değerlendiriyor. Dahası Demirci ve AP, Silahlı Kuvvetler içinde kurulan cuntaların sivil bir uzantısı olarak görev yapıyor. Demirel ve AP, 12 Mart Döneminden çıkışta Sunay-Sancar Cuntası ile birleşiyor. Kadro vererek cunta programlarının uygulamasının sivil ayağı oluyor. Anayasa değişiklikleri dâhil 12 Mart cuntasının askeri programı, TBMM çoğunluğunu elinde tutan AP ve kısmen de CHP kanalıyla uygulamaya sokuluyor. Eylül Darbecileri, ekonomi ile ilgili karar mekanizmalarını AP Hükümetinin ikinci sınıf siyasetçilerine ve teknik kadrolarına teslim ediyor. Demirel, yeni hükümetin kuruluşu günlerinde, ‘Misafir edildiği Hamzaköy Koyundan, çalışma arkadaşlarına ‘yeni yönetime yardımcı olmaları gerektiği” mesajını ulaştırıyor.
İlginçtir, kamuoyu önünde karşılıklı alıp-tutmalara ve salvo ateşlerine karşın, gerek Eylül Döneminde ve gerekse 1971 sürecinde, cuntalar Demireller-Ecevitler hakkında, geçmiş icraatlarına dair, soruşturma açmıyor. Kenan Evren, gazeteci Cüneyt Arcayürek’in Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “90’dan 80’e Politika Tüneli’ yazı dizisinde açıkladığına göre, Demirel’in Zincirbozan’a gönderilmesini bir ‘hata’ olarak değerlendiriyor. Demireller-Ecevitler de, cuntalar sonrasında, geçmiş cunta icraatlarının üzerine gitmek bir yana, tersine kendi misyonlarını cuntaların yürürlüğe koyduğu politikaları, ‘sivil bir rejimle sürdürmekten ibaret görüyorlar. Şöyle de söylenebilir: Eylül, öncesinin partili-partisiz sivil kadroları ile Eylül öncesinde CHP ve AP gibi partilerin katkıları ile oluşturulmuş ekonomik ve siyasal politikalarını yetkinleştirerek sürdürüyor, sürekli bir olgu düzeyine yükseltiyor.
Özellikle belli merkezlerden pompalanan propagandanın ve sergilenen anti-cuntacı görüntünün tersine Ecevit de, Demirel’den farklı bir konumda olmadığını gösteriyor. Emir-komuta zinciri içerisinde, Silahlı Kuvvetler’in yönetimi almasını, Demirel gibi, son derece meşru sayıyor.
Ecevit, Hamzaköy Dinlenme Tesislerinden, darbenin hemen sonrasında Cumhuriyet gazetesinin Ankara Temsilciliğini yapan H. Cemal ile telefon görüşmesi yapıyor. H. Cemal telefon görüşmesini, “… askerler iyi niyetli insanlardır”. “… terörün üstüne kararlılıkla gidiliyor olmasından memnunum.” Ecevit, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı konuşmasında Evren Paşa’nın orduya şamalardan söz etmesinin üstünde durdu. Bu konunun ciddiyetle izlenmesinin, yarım kalmamasının büyük önem taşıdığına işaret etli.” (H. Cemal, 12 Eylül Günlüğü)
Ecevit’in verdiği desteğin tek bir koşulu var: Ordunun ‘temizlik’ hareketini kısa bir zamanda bitirmesi ve ‘temizlik’ sonrası kıtasına dönmesi… MGK da ‘kalıcı’ bir niyet taşımadığını daha başından açıklıyor.
Ecevit, Silahlı Kuvvetler’in, parlamentonun devrede olduğu dönemde AP ve CHP yönetimlerince devrime karşı yapılamayan ‘temizlik’i başarmasını istiyor. CHP Genel Sekreteri Mustafa Üstündağ, “ordunun üstüne gidilmemesi gerekliği kanısında. Bu konuda Demirel’e kızıyor. Demirel’in askeri bir kışkırtmasından yakındı.” (H. Cemal, 12 Eylül Günlüğü)
Üstündağ’ın Demirel’e kızması, CHP yönetiminin ‘darbe’ye karşı demagojik çıkışlar karşısında bir tahammülsüzlüğünü ve ‘darbe’ye sahiplenme psikozunu yansıtıyor. Hükümetinin, seçim veya darbe yoluyla, ikisi de aynı kategoride ele alınıyor, düşürülen bir Başbakanın biraz ‘kızgın’ ve ‘kırgın davranışlar’ sergilemesini normal karşılamak gerekiyor.
Demirel ‘kızgınlık’ işaretleri veriyor, geleceğe yönelik yatırımlar yapıyor, ama İ. Sabri Çağlayangil AP’nin ve Demirel’in ‘destek-başarı-güven’ mesajını Çankaya köşküne iletiyor. İ. Sabri Çağlayangil, Evren’e hitap ediyor: “Paşam, işiniz zor. İnanın ki, bütün kalbimizle başarılı olmanıza duacıyız. Buna itimadınızı rica ederim.” (Y. Doğan, Dar Sokakla Siyaset)
Aradaki ‘itimat’ın sürmesi ve perçinlenmesi için, Demirel Avrupa’dan gelen delegasyonlarla yaptığı görüşme tutanaklarını, Dışişleri Bakanlığına iletiyor. Ecevit, Eylül Darbecilerine güven duyduğunu göstermek için daha ‘cömert’ davranıyor, AP’den ‘ileri’ olduğunu gösteriyor, yabancı delegasyonlarla yaptığı görüşmelerde Dışişleri Bakanlığının ‘gözlemci’ bulundurmasını istiyor.
Demirel, Eylül Rejimine verdiği ‘destek’i, ‘duaları eşliğinde, yabancı delegasyonlar aracılığıyla Avrupa başkentlerine kadar iletme gereğini duyuyor. Demirel, Mayıs 81’de, iki yabancı ile yaptığı görüşmede şunları söylüyor; “Şimdi biz Silahlı Kuvvetlerimizin giriştiği mücadeleden başarı ile çıkmasına duacıyız. Türkiye’nin zaafa uğramaması lazımdır.” (Y. Doğan, Dar Sokakta Siyaset)
Demirel, Avrupa Konseyi Meclis Başkanı ile yaptığı görüşmede ‘hırçın’ davranışlar sergiliyor, Avrupa’yı uyarma gereğini duyuyor: “Türkiye’yi köşeye sıkıştıracak, Türk devleti ve milletinin zaafa uğramasına sebep olacak hareketlerden sakınmanızı isteriz.” (Y. Doğan, Dar Sokakta Siyaset)
1979-80 Döneminde, tekelci burjuvazi açısından, iç-savaş durumunun sistem lehine çözümü ve mevcut parlamento aracılığıyla gerçekleştirilemeyen siyasal istikrarın sağlanması, çıkış kanallarının açılması siyasal gündemin birinci maddesini oluşturuyor, Tekelci burjuvazi, bütün klikleri ve siyasal partileri ile ‘anarşi ve terörün bir an önce sona erdirilmesi’ ve ‘siyasal istikrarın sağlanması’ noktasında ‘mutabakat’a varıyor. Eylül Darbesi, çıkış yolu, çıkış yöntemi oluyor. Tekelci burjuvazi, bütün kesimleriyle Eylülün arkasına geçiyor. Devletin bütün fiziki güç odaklan devreye sokularak, devrime karşı şiddetin dozajı artırılıyor ve yaygınlaştırılıyor. Eylül Darbecileri, darbeye ve şiddetin artırılmasına meşru bir temel kazandırmak amacıyla parlamentoyu ve eski yönetimi, toplumsal muhalefete karşı ‘yeteri’ kadar şiddet uygulamadığı için eleştiriyor. CHP Genel Sekreteri Mustafa Üstündağ hem eleştiriye hak veriyor, hem de ‘normal’ rejimi kötülüyor, generallere duyduğu ‘minnet’ duygularını ifade ediyor: “Normal rejim içinde terörün kurumlarına inmek, böylesine inmek olanaksızdı.” (H. Cemal, 12 Eylül Günlüğü)
Ecevit ve Demirel’in eleştirilere hak verdikleri görülüyor. Eylül öncesinde, Eylül yasalarının tümüyle parlamentodan geçirilememiş olmasının sorumluluğunu birbirlerine ve parlamento aritmetiğine yüklüyorlar.
Eylül Darbesi, aynı zamanda bu durumu çözüyor.
CHP ve AP üst yönetimleri, devrimi ezmesi ve Eylül yasalarının süreklilik kazanması için, Eylül şiddetinin arkasında yer alıyorlar. Demirel’in Eylülün şiddetini yetersiz bulduğu anlaşılıyor. C. Arcayürek’in Cumhuriyet gazetesinin 1990 Şubat sonlarından başlayıp Mart başlarına kadar sarkan ’90’dan 80’e Politika Tüneli’ başlığını taşıyan yazı dizisinde bilinen gerçekler yeniden belgeleniyor. Demirci K. Evren’den hesap soruyor ve Eylülü yeteri ölçüde şiddet uygulamadığı için eleştiriyor. ‘Nihat Erim’in katillerinin asılmamış ‘olmasından dolayı Eylül Rejimini ‘suçluyor.’ Bütün bir Eylül Dönemi sürecinde sadece 26 kişinin idam edilmiş olmasını son derece yetersiz buluyor.
Demirel ve AP, istikrarsızlık yarattığı gerekçesiyle en çok ’61 Anayasasına karşı bayrak açıyor, gene en çok, Eylül öncesinde temel yapısının çatılmasına katıldığı ’82 Anayasasına destek veriyor. Bugün DYP’nin ve Demirel’in politikasının, Eylül Anayasası ve Eylül’ün takviye ettiği kurumlarla bir çelişki taşımadığı biliniyor. Hatta Demirci ve İnönü, Eylül politikalarının ANAP eliyle değil, DYP veya SHP iktidarları kanalıyla sürdürülmesine aday olduklarını, her vesilede göstermeye çalışıyorlar.
Elbette tarihte tekerrür aramak, tarihi ve toplumsal gelişmeyi dondurmak olur, 12 Eylül, 12 Mart’ı tekrar etmiyor, 12 Eylül, 12 Mart’ın eksik bıraktıklarının, yeni koşullarda tamamlanması oluyor. AP ve CHP de, mevcut siyasal ilişkiler çerçevesinde, 12 Mart Döneminin AP ve CHP’sinin Mart Rejimine gösterdikleri desteğin eksiklerini, Eylül Rejiminin arkasında yer alarak tamamlamaya yöneliyorlar. Tarih tekerrür etmiyor, ama gerici cephe, farklı klik ve akımların birbirine daha çok yaklaşması anlamına, evrimleşiyor.
En çok da 12 Mart’ın Ecevit’inin evrim geçirdiği görülüyor.
Ecevit, en çok ‘parlamenter düzen’i ve demokrasi’yi savunmasıyla lanse ediliyor, idamlar karşısındaki tavrı ile biliniyor.
Eksik biliniyor.
Ecevit, daha darbenin aylar öncesinde, 24 Ocak Kararlarının, ancak bir askeri yönetimce uygulanabileceğini söylüyor. ‘Askeri yönetim’ geliyor ve 24 Ocak Kararlarına ve kadrolarına bağlılığını ilan ediyor. Ama Ecevit Hamzaköy’den, H. Cemal ile yaptığı telefon konuşmasında, “bunda askerlerin sorumlu olamayacağını” söylüyor, “onları eleştiremeyiz” diyor,
Ve cuntanın “kaçınılmazlığı’nı gerekçelendiren ilk bildirileri Ecevit’in ağzından tekrarlanıyor: “Sonuç olarak ordu müdahalesi kaçınılmaz duruma getirildi. Ordunun kusuru değil, ordu icbar edildi.” (H. Cemal, 12 Eylül Günlüğü)
Ecevit, darbenin üzerinden daha bir hafta bile geçmeden, darbecileri ‘kusursuz’ ilan ediyor ‘mücadele’ niyetlilerine gözdağı vermeyi de ihmal etmiyor, “Türkiye’nin bu duruma getirilmesinde ordunun bir kusuru yoktur. Orduyu karşımıza almadan ve tedirgin etmeden mücadeleyi sürdürmeye çalışmalıyız.” (H. Cemal, 12 Eylül Günlüğü)
Ecevit darbecilerin eleştirilerine hak veriyor, kusurun faturasını eski siyasetçilere çıkarıyor. Eylülcülerin gündeminde olan Pişmanlık Yasasının, daha önceden çıkarılmamış olmasının sorumluluğunun Demirel Hükümetine ait olduğunu açıklıyor: “Demirel Hükümetinin, daha sonra anarşi paketinden Pişmanlık Yasa Tasarısını, MHP’nin baskısıyla çıkarmış olduğunu” söylüyor. Ecevit, hem Pişmanlık Yasasının öncülüğünün kendilerine ait olduğunu dile getiriyor, hem de Cuntaya akıl hocalığı yapıyor. H. Cemal’dan, “bu tasarının askerlere hatırlatılmasını” istiyor.
Eylül Rejimi, Ecevitlerin-Demirellerin görüntüsünü çıkarıyor. ‘Demokrat’ Ecevit, nicelik olarak değil nitelik olarak, idamlar konusunda Eylül generalleri ile aynı safta buluşuyor. Aynı gerekçe: Caydırıcılık. Ecevit, telefon görüşmesinde, “idamların caydırıcılığını kabul ettiğini”, ama çok fazla olmasının olumlu bir görüntü sergilemeyeceğini ifade ediyor. Pişmanlık Yasasının “çok sayıda idam” sorununa da çözüm olacağını söylüyor.
Eylül, emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin ’80’li yıllarındaki ‘çözümü’ oluyor. Hız artırıcı etkenler devreye giriyor.
Daha önce belirtildi, Eylül bir kopuşu değil, bir sürekliliği temsil ediyor. İç-savaş durumunu burjuvazi lehine çözecek tedbirler, Eylül öncesinde parlamento ve parlamenter partiler aracılığıyla hazırlanıyor. Eylül Rejimi altında uygulama alanı buluyor. Dahası, AP ve CHP, özellikle Eylülün ilk döneminde genel başkanlarının ve üst düzey yöneticilerinin sergiledikleri görüntünün tersine, politik-pratik tutumlarıyla, Eylül Rejiminin fiili destek güçleri arasında yer alıyorlar.
Bunu sadece Türkiye’ye özgü bir süreç olarak ele almak elbette ki yanıltıcı olur. Burjuva demokrasisinin tarihsel olarak egemen olduğu ülkelerde de, Almanya, İtalya örnekleri biliniyor, faşist diktatörlükler sosyal-demokrat veya gerici liberal-muhafazakâr partilerin izlediği politikalar zemininde ve biraz da bu politikaların mantıki sonucu olarak işbaşına geliyor. Faşist siyasal hareketlerin işbaşına gelmediği diğer Avrupa ülkelerinde ve ABD’de, ikinci sıcak savaş öncesinde ve sırasında, burjuva devlet ekonomik ve siyasal zor aracılığı ile tahkim ediliyor. Yasama organı, yürütme organın yanında son derece işlevsiz hale getiriliyor. Savaş harcamaları parlamento denetiminin dışına çıkarılıyor. ABD’de ve İngiltere’de, Başkanlık yönetimleri kuruluyor, özellikle Almanya ve İtalya’da ise faşizm, işbaşından uzaklaştırıldıktan sonra, burjuva demokrasisinden ödünç aldığı kurumları daha da gericileştirerek geri devrediyor, ikinci savaş sonrasında, soğuk savaş dalgalarının da etkisiyle Batı dünyasında komünizme karşı iyice tahkim edilerek kısıtlanmış ve sınırlandırılmış bir burjuva demokrasisi ortaya çıkıyor.
Karşı-devrimin yöntem farklılıkları- 1 Faşizmin yerleşme süreci
TKP, Eylül’ü, hep egemen sınıflar arasında bir çatışma olarak görmek istedi. Sistemin, sadece eski parlamenter güçleri ile yeni güçleri, darbeci generaller arasında var olan çelişkileri bir ‘çatışma’ boyutuna yükseltmekle kalmıyor. Aynı zamanda darbecilerin kendi içinde de ‘çatlaklar’ aramakla meşgul oluyor. ‘Çatlaklardan yararlanmayı’ bir politika düzeyine yükseltiyor. Kendi güçsüzlüğünü çatlakların gücü ile kapamaya çalışıyor, ‘çatışan taraftardan birine ‘ilerici’ misyonlar yüklüyor.
TKP, mültecilik yıllarında ve Eylül Rejiminin en vahşi döneminde, en çok, cuntanın MHP-karşıtlığına sahip çıkma önemli gözüküyor.
En çok da, eski parlamenter partilerin, Demirellerin-Ecevitlerin cunta karşıtlığı, ‘cunta ile savaşı’ övgüye değer bulunuyor.
Demirellerin-Ecevitlerin anti-Eylülcülüğü üzerine ciltler dolusu senaryolar yazılıyor.
Anlaşılabilir bir durum: Aydın reformculuğu ‘anarşi ve terörün önlenmesi’ için, iç-savaş durumunun sona erdirilmesi için Eylül rejiminin arkasına sığmıyor. Düzenin eski parlamenter güçleri, Demirciler- Ecevitler Eylül Döneminde, Eylül Rejiminin destek güçleri arasında yer alıyor. Süreç ilerledikçe Eylül Rejimi ‘kalıcı’ kökler salmaya başlıyor ve yasaklar aydın ‘yaratıcılığını’ her yönden yok etmeye, sıradan bir itirazı bile şiddetin itirazı ile karşılamaya yöneliyor. Aydın reformculuğu, tam kuşatılmışlık koşullarında, Eylül Rejimin ‘kalıcılığına’ karşı basın özgürlüğü için, insan hakları için çıkış kanalları aramaya başlıyor, çıkış kanalları ararken ‘parlamenter düzenin faziletlerini yeniden keşfediyor. Güçsüzlüğünü görüyor, geleneksel hastalığına yeniden sarılarak, abartma yöntemine başvurarak güçsüzlüğünü kapamaya çalışıyor. Eski ve yeni parlamenter partilerin çıkışını abartıyor, Demirellerde-Ecevitlerde anti-Eylülcü misyonlar görmeye başlıyor.
Aydın reformculuğu, Demirellerin-Ecevitlerin çıkışında, kendi ‘kurtuluşu’nu görmek, kendi çıkışını güçlendirmek istiyor.
Güçsüzlüğünü sergiliyor. Yöneten-yönetilen arasındaki sınıf çatışmasında gözlerini kapıyor, yönetimin kendi arasındaki yöntem çatışmasında yanlış anlamlar yüklüyor, hem de çelişmeyi abartıyor.
Aydın reformculuğu bir uca savruluyor, savrulduğu uçta kalıyor.
Çelişmeyi reddetmek başka bir uca savrulmak olur. Burjuva dünyası, çelişmeler ve çatışmalar bütünlüğünden oluşur, çelişmeler ve çatışmalar bütünlüğünü yansıtır. Karşı-devrim, kendi iç-çatışmaları ile varlığını ve egemenliğini sürdürür. Kapitalist üretim ilişkileri, artı-değere el koyma, azami kardan daha çok pay akma kavgasının, yönetme biçimleri arasındaki farklı çizgilerin şekillenmesinin maddi zeminini oluşturur. Maddi zemin ulusal planda tekelci burjuvazinin iç-çelişmeleri, uluslararası planda ise emperyalist tekeller, emperyalist devlet veya bloklar arası çelişmeler olarak kendini gösterir. Çelişmelerin keskinleşmesi antagonizmayı, çatışmayı doğurur.
Siyasal düzlemde sadece, burjuva demokrasisinin tarihsel olarak oluşturduğu bir coğrafya zemininde faşizmle burjuva demokrasisi adasındaki, sistemin siyasal temsilcileri ve onların yöntem farklılıkları arasındaki çelişme ve çatışmalar değil, aynı zamanda parlamenter güçlerin kendi arasındaki ve parlamenter güçlerle faşist yönelim arasındaki, dahası faşizmin kendi içindeki çelişme ve çatışmalar, burjuva dünyasının çelişmeli ve çatışmalı birliğinin tek tek bileşenlerini oluşturur. İkinci emperyalist savaş öncesindeki dönemde faşizmin yerleşme sürecinde, Avusturya ve Almanya’da faşist klikler arasındaki çelişme ve çatışmalar sıcak savaş yöntemlerinin kullanılması noktasına kadar sıçrıyor. Şili’de Hıristiyan-Demokratlar, Frei, Şili Eylülünde, faşist askeri darbenin arkasında yer alıyor, Pinochet’i destekliyor, destek politikası çatışmaya dönüşüyor. Hıristiyan-Demokratlar yasadışına itiliyor, Frei, Pinochet e karşı kurulan anti-Pinochet Cephenin başına geçiyor. Eylül Darbesi ile MHP ‘fikir’ olarak iktidara geliyor, ama darbeciler MHP’yi de kapatıyorlar. MHP, CHP hakkında soruşturma açılması, için Genelkurmayla ve sıkıyönetim komutanlığına ihbar listeleri sunuyor. Çağlayangil, Ecevit’in gazeteciliğe soyunmasının ve ‘Arayış’ dergisi çıkararak siyaset yapmasının önlenmesi için Çankaya’ya çıkıyor.
Farklı coğrafi mekânlardan ve farklı siyasal zamanlardan seçilmiş örnekler su yüzüne çıkan görüntüleri yansıtıyor.
Su yüzüne çıkan görüntüler ipuçları olarak değerlendirmek ve sistemin yapısal özelliklerine, yapısal özelliklerin doğurduğu çelişkilere inmek gerekiyor.
Temelde kapitalizmin iç-çelişmeleri ve tekelcileşme olgusunun çatışmalı birliği yatıyor. Çelişme ve çatışma sadece ulusal-bölgesel bir karakter değil, evrensel bir karakter taşıyor. Tekellerin ulusal çaptaki rekabeti, evrensel planda uluslararası tekel gruplan, emperyalist devletlerarasındaki rekabet ve çatışmalarla tamamlanıyor, özen gösterilmesi gereken bir nokta, bu çelişmeli ve çatışmalı birliğin, siyasal rejimden bağımsız olarak ortaya çıkması ve şekillenmesidir. Tekeller ve tekel gruplan arasındaki rekabet ve bunun siyasal plandaki yansımaları, devletin biçimi ve siyasal rejimin niteliğinden bağımsız olarak her zaman var olan bir olgudur. Devlerin, burjuva demokrasisi, faşizm veya başka bir biçime bürünmesi, bu açıdan fazlaca bir önem taşımaz. Burjuva demokrasisi altında da, faşizm koşullarında da kapitalizmi, tekelci kapitalizm, dengesiz ve eşit olmayan gelişme yasalarının etkisi altındadır. Burjuva demokrasisini veya faşizmini, tekelci kapitalist devletin siyasal biçimlenişini belirleyen etken, temelde şu veya bu tekel grubunun ekonomik ve siyasal tercihi, değil, genelde tekelci kapitalist ekonominin ve tekelci burjuvazinin sınıfsal çıkartandır. Burjuva demokrasisi veya faşizm, tekel gruplarının birbirine karşı bir egemenlik biçimi değil, işçi sınıfına ve emekçi yığınlara karşı genelde tekelci burjuva-devletinin tarihsel ve siyasal şekillenmesini temsil eder. Şüphesi tekeller arasındaki rekabetten ve tekellerin eşit-, siz gelişmesinden dolayı, mevcut somut koşullarda, burjuva demokrasisi veya faşizm koşullarında izlenen bir politikanın, 24 Ocak Kararlarının yürürlüğe girmesinden sonra ihracata dayalı tekellerin teşvik tedbirleri ile daha çok desteklenmesi örneğinde görüldüğü gibi, bir tekel grubunun çıkarlarına daha çok hizmet etmesi, bir takım tekel gruplarının çıkarlarını zedelemesi söz konusu olabilir. Bunu belirleyen gencide kapitalizmin, özelde tekelci kapitalizmin ekonomik yasalarıdır. Devletin biçimi ile doğrudan ilişkili değildir.
Burjuva demokratik diktatörlük altında da, faşist diktatörlük alımda da tekeller ve tekelci gruplar arasındaki ekonomik ve siyasal rekabet sürer.
Rekabetin ve çatışmanın temeli ekonomiktir ve kapitalist ekonominin dengesiz, anarşik ve eşitsiz gelişmesinin sonucu olarak ortaya çıkar.
Örnek olması açısından, bilinen bir olguyu yinelemekte yarar var: Bu çatışma, Almanya henüz burjuva demokrasisi koşulları altında iken sürüyordu, faşist diktatörlük altında da çatışma durmadı. Hitler faşizmi iktidara geldikten sonra, önce burjuvazinin eski tip partilerini ve çelik-miğfer gibi askeri-faşist örgütleri, daha sonra da bizzat Nazi Partisinin vurucu güçlerinden SS’lere dayanak SA’ları ortadan kaldırdı. Faşizm siyasal tekelini gerçekleştirdiği halde, çatışma daha sonraki yıllarda Nazi Partisinin içerisinde devam etti, Hitler’e karşı suikast düzenlenmesi noktasına kadar ulaştı.
Faşizmin tahlili açısından, tekeller ve tekelci gruplar arasında ulusal ve uluslararası planda ortaya çıkan rekabet ve çatışmadan önce ve daha önemli olarak, kapitalizmin ekonomik ve siyasal buhranının derinleşmesi ve bunun devrim etkeninin gelişmesi ile tamamlanması koşullarında, tekelci burjuvazinin bir bütün olarak ‘demokrasiyi yok etmesi’ni veya tersine çevirerek söylersek, faşizmin tekelci burjuvazinin bir yönetim biçimi olarak şekillenmesini görmek gerekiyor.
Lenin “siyasal demokrasinin serbest rekabete, siyasal gericiliğin tekelci aşamaya tekabül ettiği”ni genel bir eğilim olarak tanımlarken, emperyalizm çağı ile birlikte burjuvazinin ilericiliğinin maddi zemininin çöktüğünü vurguluyor.
Siyasal gericiliğin en yoğunlaşmış ve billurlaşmış ifadesi demek olan faşizm, emperyalizm çağında, proleter devrimine, proleter devrimi olasılığına karşı, karşı-devrimci siyasal bir tepkiyi yansıtıyor. Faşizm, burjuva demokrasisi koşullarında, karşıtını, proletarya hareketini yenerek ve yenilen proletarya hareketinin dağınıklığından güç alarak iktidarını kuruyor. Faşizm, burjuva demokrasisinin karşılı değildir. Faşizm ve burjuva demokrasisi, aynı devletin, tekelci kapitalist devletin iki durumunun, iki biçiminin siyasal ifadesini oluşturur. Burjuva demokrasisi fideliğinde gelişen faşizm, belli koşulların bir araya gelmesi ile birlikte, burjuva demokrasisinin mantıki ve siyasa bir devamı olarak işbaşına geliyor. Faşizm, yönetsel aygıtları ve kurumları, daha sonra biraz daha gericileştirerek ve büyüterek geri devretmek üzere, burjuva demokrasisinden ödünç alıyor.
Faşizmin karşıtı sosyalizmdir. Faşist devletin ortadan kaldırmaya çalıştığı burjuva demokrasisi değil, sosyalizmdir. Faşizm, kapitalizmin, burjuva demokrasisinin, proleter devrimi olasılığına karşı, kendini koruma ve savunma çabasıdır.
Faşizm, karşıtlar çatışmasının, devrim/karşı-devrim çatışmasının, karşı-devrim lehine sonuçlanmasının siyasal bir ürünüdür
Devrim, kendi gücüyle ve şiddeti ile orantılı olarak bir karşı-devrim geliştirerek ilerler. Devrim, karşı-devrim klikler arasındaki çatışma zeminini de artırır.
Karşı-devrim, bir yandan devrimi, toplumsal veya ulusal muhalefeti bastırmaya çalışırken, bir yandan da karşı-devrim cephesinin taşıdığı iç-çelişkiler, şiddetli veya daha az şiddetli siyasal çatışmalar doğurabilir. Faşizm tartışmasından bağımsız olarak, siyasa] buhranın yoğunlaştığı koşullarda, karşı-devrim, hem devrimin bastırılmasında, hem de siyasal iktidarın yeniden biçimlendirilmesinde izlenmesi gereken yol ve yöntem farklarından kaynaklanan karşı-devrimin iç-çatışmaları, devrim ile karşı-devrim arasındaki çatışmalar kadar şiddetli olabilir. 1917 Ağustosunda Rusya’da Kerensky iktidarı, bir yandan proletarya devrimini bastırmaya çalışıyor, buyandan da General Kornilov’un isyanı karşısında kendini savunmaya çalışıyor. 1925-26’da Kemalist burjuvazi, hem Kuzey Kürdistan’daki ulusal ayaklanmayı bastırmaya ve işçi sınıfının fiilen kazanmış olduğu mevzileri yok etmeye çalışıyor, hem de yeni Cumhuriyetin kadroları arasında yer alan eski İttihatçıları tasfiye etmek için yarı-şiddete varan yöntemlere başvuruyor, ikinci savaş öncesinde Avusturya’da, karşı-devrimin kendi iç-çelişkileri, faşist klikler arasında silahlı çatışmalara kadar uzanıyor.
Örnekleri uzatmak mümkün, biliniyor, gerekmiyor.
Özellikle İkinci Savaş öncesinde, burjuva demokrasisinden faşizme geçiş ve faşizmin oturması sürecinde, karşı-devrim klikleri arasında sosyal demokrasinin parlamentarizme sarılmasının yanında, ortaya çıkan belirli siyasal yöntem farkları ve bu farkların yer yer silahlı çatışmalara kadar varması, genel eğilim olarak tekelci burjuvazinin bir kanadının, ‘en gerici, en emperyalist, en şovenist’ kanadının faşizmi, ‘en gerici’ olmayan tekel gruplarının burjuva demokrasisini tercih etmelerinden değil, o andaki somut siyasal yöntemlerinin ve yönelimlerinin farklılığından kaynaklanır. Faşizm, egemen sınıflar arasındaki çatışmanın siyasal bir sonucu olarak ortaya çıkmaz.
Bunun da anlaşılabilir ve anlatılabilir bir durum olduğu açık. Eşitsiz ve dengesiz gelişme kapitalizmin, tekelci kapitalizmin genel bir karakteridir. Eşitsiz ve dengesiz gelişme yasası, sonuçlarını ekonomik platformda, ekonomik sektörlerin ve tekel gruplarının kapitalizmin krizinden farklı ölçülerde ve boyutlarda etkilenmeleri şeklinde, siyasal platformda ise krizden daha çok etkilenen tekel gruplarının çıplak şiddete ağırlık veren yeni siyasal alternatiflerin oluşturulmasına daha büyük ölçüde destek vermeleri şeklinde gösterir. Burjuva demokrasisi koşullarında, faşist diktatörlük kurulması için mücadele eden, alternatif faşist hareketleri destekleyen tekelci burjuvazinin en gerici, en emperyalist, en şoven kesimlerinin, genel olarak ekonomik buhrandan o somut durumda en fazla etkilenen ve proletaryanın sınıf mücadelesinin en çok yoğunlaştığı sektörlere ağırlıklı olarak dayandığı söylenebilir.
‘En gerici’ kesimlerin dışında kalan tekel grupları veya o somut tarihi koşullarda faşizme henüz tam anlamıyla eğilim göstermeyen tekel grupları, üretim araçlarından yoksun kalmadıkça ‘en gerici’ tekel grupları ile uzlaşmaz bir karşıtlık konumunda bulunmazlar. Karşıtlık, azami kardan daha fazla pay alma mücadelesi üzerine oturur. Ama bu durum, ‘en gerici’ olmayan tekel guruplarının anti-tekel veya anti-faşist bir konumda olmaları gibi bir sonuç doğurmaz.
Dahası, örnek olması bakımından Almanya’da faşizmin işbaşına gelmesi için Hitler’i ilk destekleyen sadece silah sanayi tekelleri değil. Kaldı ki, Almanya’nın ‘kapatılmışlığını’ yırtacağını ve Almanya’yı toprak ve güç bakımından Avrupa’da ve dünyada ‘birincilik’ mertebesine çıkaracağını haykırarak iktidara yürüyen Hitler’i, en başta silah sanayi tekellerinin desteklemesi son derece doğal ve mantıkidir. Ama Almanya somutunda ve Hitler’in işbaşına geliş sürecinde, gene de tümüyle bu mantık işlemiyor. W. Shiner’in Nazi imparatorluğu, Doğu-şu-Yükselişi-Çöküşü isimli kitabında bu konuda son derece somut bilgiler bulabilmek mümkün.
Hitler’i başından itibaren desteklemiş olan sanayicilerin kimliklerine bakıldığında, bunların çok çeşitli ekonomik sektörlere dağıldıkları, örnek olarak bazı ağır sanayi tekellerinin Hitler’i desteklerken, bazılarının iktidarı ele geç irince ye kadar ondan uzak durdukları, yine aynı Şekilde, bazı kâğıt fabrikatörlerinin ve Bahştayn piyanolarının yapımcısının da dahil olduğu günlük tüketim maddeleri üreten sanayi devlerinin bir kısmının Nazi Partisini, 1923’ten itibaren finanse edenler arasında yer aldıkları görülebilir. Hitler’in işbaşına gelmesinden sonra ise, tüm tekeller ve tekel grupları Hitler’in arkasında yer alıyor. Yine örnek olması açısından, Siemens ve ATG büyük elektrik tekellerinin ve Krupp von Bohlen und Halbach gibi askeri malzeme üreten fabrikatörlerin, bilinenin tersine, işbaşına gelinceye kadar Hitlerden uzak durmayı tercih ettikleri görülüyor. Hatta Krupp’un işbaşına gelinceye kadar Hitler’e şiddetle muhalif olduğu ve Hitler’in Başbakan olarak atanmasından bir gün önce Hindenburg’a, ‘böyle bir delilikte bulunmamasını’ İhtar ettiği biliniyor. Hitler’in işbaşına gelmesinin hemen arkasından ise Krupp, en aşırı Naziler, Nazi destekçileri arasına katılıyor.
Savaş ve siyasal gericilik eğilimleri, faşizm, sadece silah tekellerinin siyasal tercihinin şu veya bu yönde olmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıyor, savaş ve faşizm olguları, emperyalizmin varlığından, tekellerin egemenliğinden kaynaklanıyor.
Bugün ‘yeni düşünce’ olarak dünya meta ve sermaye piyasasına eklenmiş olan SBKP kaynaklı tezler, Kautsky ve Kruşçev’in burjuva teorilerini de aşmış durumda.
Bilindiği gibi Kautsky ve İkinci Enternasyonal teorisyenleri, savaşı ve siyasal gericiliği tekelci kapitalist ekonominin zorunlu bir sonucu olarak değil, tekelci kapitalist ekonomi içindeki aşırıların, silah fabrikatörlerinin bir politikası olarak göstererek, tekelci kapitalizm koşullarında savaşa ve siyasal gericiliğe son verilebileceğini, barışın sağlanabileceğini vaaz ettiler.
Kapitalizm, Kautsky ve ikinci Enternasyonal teorisyenleri tarafından, ‘sol’, cepheden aklandı, ebedileştirildi.
Atilla İlhan, 1990-Şubat sonlarında Güneş gazetesinde, siyasal cesetleri diriltmeye soyunuyor. ‘Marksizm’in ve Komünizmin ölümü’ne katkıda bulunmak amacıyla olsa gerek, bugün ‘sol’ cephenin Kautsky’den öğrenmesi gereken, ‘öngörüleri’ sıralıyor. Hâlbuki Kautsky nin ‘öngörüleri’, ikinci Enternasyonalle birlikte, yüzyılın ilk çeyreğinde çöktü. Sosyal yaşamın kendisi İkinci Enternasyonalin burjuva teorilerini tekzip etti. 1917 Devrimi ve arkasından Avrupa’yı kasıp kavuran faşizm ve sıcak savaş dalgalan, kapitalizmin ebedi olmadığını ve ‘ilerici”bir misyon taşımadığını gösterdi.
İkinci Sıcak Savaş sonrasındaki dönemde, eski teoriler yeniden üretilerek, yeni bir biçimde devreye sokuldu. Kruşçev ve SBKP teorisyenleri, savaşın ve siyasal gericiliğin kaynağını, Amerikan savaş sanayi patronlarına ve silah fabrikatörlerine bağladılar. ‘Şahinler’e karşı, silahsızlanmanın temsilcisi ‘güvercinler’, dünya barış ve demokrasi güçleri arasında yüce bir yere oturtuldu.
Bugün ‘yeni düşünce’, sadece savaşa ve siyasa gericiliğe kaynaklık eden silah tekelleri olgusunu ortadan kaldırmakla kalmıyor, aynı zamanda faşizm ve savaş olguları ile birlikle emperyalizm olgusunu da literatürden çıkarıyor.
Tam bir gericilik dalgası egemen oluyor. Urallardan Atlantik-ötesine kadar uzanan bir coğrafi zeminde, dünya gericiliği aynı hizaya geliyor. ‘Üç Dünya’ olarak ayrışması sürecini tamamlıyor, dünya gericiliği atıl; ‘tek dünya’ haline dönüşüyor.
“Barış ve silahsızlanma’, ‘demokrasi ve insan hakları’ demagojilerinin eşliğinde, emperyalist gericilik ‘tek dünya’ olarak zafer şenliklerini sürdürüyor, Zafer şenliklerinin, barış ve silahsızlanma demagojilerinin arkasında derin çelişkiler, savaş bulutlan birikiyor.
Günümüzün gene! eğilimlerinden geriye, bitirmek için, yeniden İkinci Savaş sürecine dönerken, 1970’li on-yılların son çeyreğinde sürdürülen faşizm polemiklerinden söylenenleri yinelemek gerekiyor.
Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi, 19351e, iktidardaki faşizmi ‘finans-kapitalin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü’ olarak tanımlarken, birinci olarak, işaret ettiğimiz gibi, hemen ve aynı anda eski yönetim biçimini değiştirerek faşizmi bir egemenlik sistemi haline getiren mali sermaye gruplarını, tekel gruplarını, ikinci olarak, o anda iktidarda bulunan ve emperyalist ülkeler arasındaki ‘en gerici, en emperyalist’ mali sermaye gruplarını, Almanya’yı, kastediyordu.
Ve üçüncü olarak böyle bir tanımlamayı, tekelci burjuvazinin ‘en gerici, en emperyalist’ unsurlarının dışında kalan kesimlerinin demokrasi ve özgürlük yanlısı Olduğu anlamını çıkaracak şekilde yorumlamak, son derece tehlikeli siyasal sonuçlara yol açar.
Emperyalist aşamada, tekelci burjuvazinin, mali sermayenin hiç bir kesimi artık demokrasiden yana değildir. Mali sermayeyi, ‘demokratlar’ ve ‘faşistler olarak ayırmak mümkün değildir.
Karşı-devrimin yöntem farklılıkları-2: Sosyal-demokrasinin veya reformizmin işlevi
Sosyal-demokrasiyi, burjuva egemenlik ilişkilerinin sürdürülmesi olgusunun dışında aramak gerekiyor. Özellikle bugün burjuva demokrasisinin egemen olduğu ve geçmişte faşizmin iktidara geldiği veya faşizm hareketlerin güç biriktirdiği Batı Avrupa’da, sosyal-demokrasi ile faşizm arasında fark, yönteme ilişkin bir farka siyasal yöntem farklılığına tekabül eder. Tekelci burjuvazi açısından, sosyal-demokrat ve faşist rejimler, sadece farklı egemenlik araçları olmaları bakımından birbirlerinden ayrılırlar.
Yöntem farklılığının temelinde, gerici eğilim olarak sosyal-demokrasinin, burjuva diktatörlüğünün tercihen parlamenter biçimle ‘demokratik’ tarzda maskelenmesi zemininde, burjuva sınıfsal zorunun daha ölçülü ve ‘yasalara uğun’ bir kullanımını yeğlerken faşizmin, burjuva diktatörlüğünün normal polis ve askeri dayanaklarının ve bunların parlamenter paravanalarının sistemi bir denge durumunda tutmaya yetmediği koşullarda, parlamenter paravanayı söküp bir kenara atması ve çıplak şiddeti, ölçülü ve örtülü şiddetin yerine geçirmesi, yatıyor.
Burjuva demokrasisi koşullarında, burjuva rejimi, öncelikle ezilen sınıfların, özellikle de işçi sınıfının kontrol altında tutulması ile ayakta durabilir, varlığını sürdürebilir. Sosyal-demokrasi, sistem adına işçi sınıfını kontrol altında tutma gibi tarihsel bir istemi yerine getirebilir. Veya tersinden dc ifade etmek mümkün: Sınıfın sosyal-mücadelesinin kapitalizmin ve sosyal-demokrasinin çizdiği sınırlan henüz zorlayacak bir aşamaya ulaşmadığı koşullarda, sosyal-demokrasi, desteğini işçi sınıfından alır. İşçilerin kitle örgütleri olmadan, sosyal-demokrasi, desteğini işçi sınıfının sınıfsal tepkisini ve istemlerini, parlamento aracıyla, düzen-içi kanallara akıtır. Parlamento, siyasal işlevini yerine getirebilmesi için, sosyal-demokrasinin başlıca hareket alanıdır,
İşçi sınıfı hareketini etkisizleştirmeden, işçi örgütlerini yok etmeden ve parlamentoyu eski işlevinden arındırmak dahil siyasal tekelini kurmadan, faşizmin iktidara yerleşmesi mümkün olmuyor. Tekelci burjuvazi devrimi ve sınıfı, ancak bu yoldan kontrol alıma alabiliyor.
Parlamentonun ‘normal’ işlevinin ortadan kaldırılması ve faşizmin siyasal lekeli, sosyal-demokrasinin doğrudan siyasal varlığına yöneliyor.
Krizin atlatılmasında hangi yöntemin kullanılacağı, devrimin hangi yöntemle bastırılacağı, klasik parlamenter yoldan mı devam edileceği, yoksa faşizmin çıplak şiddeti öne geçiren ‘yeni’ yolunun mu tercih edileceği Sosyal-demokrasi ile faşizm işte bu somut ‘tercih’ noktasında ayrışıyor. Devrime karşı kapitalizmin korunup korunmayacağı noktasında değil, nasıl korunacağı noktasında ayrışıyor.
Devam etmeden önce kısa bir parantez açmak gerekiyor.
Burjuva demokrasisinin yok edilerek faşizmin iktidara gelmesi zeminin dışında bir örnek oluşturmasına karşın, Demirellerin-Ecevitlerin, Eylül Rejiminin devrime karşı sürdürdüğü politikaları tümüyle desteklerken, darbecilerin özellikle siyasal partileri kapatmalarının karşısında yer almalarından ve darbecilerin ‘kapatma’ politikasının iyi ilişkileri bir ölçüde de olsa gerginleştirmesinden söz etmekte yarar var.
Eylülcülerin AP ve CHP’yi kapatması, Eylülün ‘kalıcılığım bir işaret sayılıyor ve bu politika belli bir tepki topluyor. Politik paralellikler kurmayı kolaylaştırmak açısından ‘sol’ cepheden bir örnekle parantezi kapatalım: Belli bir sürece kadar ‘askersel devirge’ diye tanımladığı Cuntaya övgüler düzen ve Cuntayı eleştirenleri eleştirmeye özel bir özen gösteren TKP, bölge örgütlerine yönelik tutuklamalara muhatap olmaya başlayınca, Cuntayı faşizm kategorisine yerleştirmeye karar veriyor.
Tekelci burjuvazinin, sistemin bozulan siyasal istikrarını yeniden kurmaya yöneldiği, yeni yöntemler aradığı koşullarda, eski parlamenter yöntemi sürdürmede ısrarlı olmak veya yeni bir yönteme, faşizme başvurmak iki farklı siyasal tercihtir, iki farklı tercih, faşizmin parlamenter bir piyonu olmaya itirazı olmaması durumunda, sosyal-demokrasi ile faşist hareket arasındaki siyasal farklılaşmanın ve çıkar çatışmasının temelini ve somut zeminini oluşturuyor.
Bu önermeye, ‘o andaki çıkarların farklılaşması’ ibaresini eklememiz gerekiyor. Faşizmin, burjuva demokrasisi zemininde ve burjuva demokrasisine karşı iktidara geliş sürecinde, faşizmin siyasal tekeli karşısında, sosyal-demokrasinin o anda önünde duran sorun, kapitalist toplumun temcilerini proleter-Devrimine karşı korumanın yanında, parlamenter veya yarı-parlamenter burjuva siyasal sistemini, faşist hareketin tekeline karşı savunmaktır.
Proleter devrimi tehlikesinin eşikte göründüğü veya sosyal sınıf hareketinin yeniden boyutlandığı koşullarda, sosyal-demokrasi, fazlaca tereddüt geçirmeden faşizmin kollarına atılabilir veya en iyimser yorumla sosyal-demokrasi ile faşist hareket arasındaki yöntemsel farklılıklar ikinci dereceye düşebilir. Veya tekelci burjuvazi, faşist diktatörlük aracılığı ile siyasal tekelini kurduğunda, sosyal-demokrasi gerekli bir güç olmakta çıkar. Bu durumda faşizm, burjuva demokrasisi koşullarında yığınları pasifize etmenin bir aracı olan sosyal-demokrasiyi örgütsel olarak de ortadan kaldırır.
Üzerinde duruldu, özellikle Ekim Devrimi sonrasında. Batı Avrupa’da proleter devriminin somut bir ‘tehlike’ olarak belirdiği siyasal koşullarda, sosyal-demokrasinin devrim karşısında oynadığı karşı-rol belirginleşiyor, sosyal-demokrasi ile faşizm arasındaki yöntemsel farklılığın silindiği biliniyor.
Dahası kapitalizmin proleter devrimleri dalgası ile sarsıldığı veya sosyal sınıf muhalefetinin geliştiği ‘kritik’ koşullarda, sosyal-demokrasi, sosyal-faşizm, faşist bir rol üstleniyor. Çok bilinen bir örnek: .Alman Sosyal-Demokrasisi, SPD, 1919-23 Alman Devrimini faşist yöntemlerle bastırıyor, gelecekte Nasyonal Sosyalist Partinin örgütleyeceği faşist çetelerin ilk nüveleri olarak şekillenen Freikorps birliklerine dayanarak devrime karşı faşist bir rol üstleniyor. Bilinen örnekler: Birinci Sıcak Savaşın hemen arkasından sosyal-demokrat partiler Avusturya, Macaristan, İtalya ve Finlandiya’da proleter devrimlerine karşı, dalgakıran rolü oynuyorlar.
Sosyal-demokrasi, kapitalizmi, proleter devrimleri tehlikesine karşı koruyor.
Ve son dönem Cumhuriyet tarihinden bilinmesi gereken bir örnek: Farklı tarihsel ve yerel koşulların ürünü olmasının ve farklı bir sınıfsa! temele dayanmasının yanında, CHP, Eylül öncesinde, Batı sosyal-demokrasinin rolünü üstlenmiş gözüküyor.
CHP, Eylül öncesinde faşizmin koltuk değneği oluyor. CHP, iktidarda ve muhalefetle iken, uyguladığı politikalarla, hem sivil faşist harekete, MHP’ye gelişme-ilerleme alanı sunuyor, hem de devlet gücünün dizginsiz uygulanması için yolu düzlüyor. Sıkıyönetim uygulamasının, devlet organları arasındaki organizasyonun yeniden düzenlenmesi için atılan adımların ‘anarşi ve teröre karşı’ alınan yasal tedbirlerin açtığı yol, Eylül Rejimine gidişin kilometre taşlarım oluşturuyor. CHP reformizmi, Eylül koşullarında, ‘yeni’ rejimin oturması ve yerleşmesi için, rejime destek veriyor.
CHP’nin tarihsel ve siyasal mirasına konan SHP, bugün, Eylül Rejimini siyasal anlamda sürdürmeyi önemli sayıyor.
SHP, 90’lı on yıllarda burjuvazinin Eylül politikalarını sürdürmeye aday gözüküyor, adaylığını göstermek için rüştünü ispat etmeye çalışıyor:
Yadırganmaması gerekiyor. Toplumsal ve ulusal çelişkiler keskinleştikçe, devlet gücü uygulama hızı kazanıyor. Çelişkilerin keskinleşmesi ve devlet gücünün uygulama hızının yükselmesi, reformculuğu daha büyük ölçüde ehlileştiriyor. Örgütlenme modeli, sivil faşist hareket militer/paramiliter örgütlenmeler üzerine oturuyor ve sergilenen görüntü dışında burjuva liberal-reformculuğu ile faşist hareket arasındaki farklar büyük ölçüde kapanıyor. Reformculuk, keskinleşen çelişkilere ve iç-savaş durumuna karşı, tabanda biriken yığınsal muhalefet potansiyelinin akabileceği ve bu şekilde kontrol altında tutulabileceği belli yasal kanalların açılmasının yanında, devlet gücünün uygulama hızı kazanmasını ve resmi-militarizmin biraz daha profesyonelleştirilerek, yasal görüntüsünü bozmadan, takviye edilmesini yeterli görüyor. Sivil faşist hareket ise, buna miiiter/paramilitr sivil örgütlenmeleri ekliyor. Bu farklılığın elbette, devrimin siyasal taktikleri açısından hesaba katılması gerekiyor, ama bugün gelinen noktada reformculuğun ve sivil faşist hareketin sistem içerisinde işgal ettikleri konum ve siyasal işlevleri açısından çok fazla önemli gözükmüyor. Kaldı ki, sivil-faşist hareketin önünde yıkılması gereken, tarihsel olarak oluşmuş parlamenter bir burjuva demokrasisi de mevcut değil. Devlet, tarihsel olarak kazandığı faşist biçimi, bazen parlamenter zırha bürünerek, bazen de, iç-savaş durumunun geliştiği koşullarda, parlamentoyu devre-dışı bırakarak, sürdürüyor. ‘Olağanüstü hal’ koşulları, Türkiye’nin hep normal hali.
Bugün, burjuva demokrasisinin tarihsel olarak şekillendiği, siyasal bakımdan en gelişmiş ülkelerde dahi, devletin ‘olağanüstü’ biçimleri ile ‘olağan’ biçimleri arasındaki kategorik ayırım noktalarını çok net çizgilerle çizebilmek için, eczacı tartısı kullanmak gerekiyor. Devlet, herhangi bir proleter devrimi olasılığı karşısında, tabandan geliştirilecek sivil-faşist bir harekete gereksinim duymayacak kadar kindini yeniden üretmiş ve takviye etmiş durumda. Burjuva demokrasisi, Gestapo benzeri bir polis örgütlenmesinde daha geniş ve yetkin bir enformasyon ve haber-alma ağına sahip. Militarizm, ırkçılık ve anti-komünizm, sivil görüntüyü fazlaca bozmadan, devletin bütün resmi ve sivil kurumlaşmasına egemen, Batının bir kısım burjuva demokratik cumhuriyetlerinde, artık hiç bir sorun parlamentoda çözülmüyor, parlamentoya ulaşmadan çözülüyor ve yürürlüğe giriyor. Parlamento asma yaprağı kadar bile bir işlev taşımıyor. Komünist partilerin ve radikal ‘solcu’ örgütlerin bütün radikalliklerini kaybederek, anti-komünist koroya katıldıkları ve orta-sınıfın reformcu tepkiselliğinin siyasal dışavurumunu oluşturan Yeşilciliğin ve Barış Hareketinin artık Batı’da en ‘radikal’ muhalefet odaklarını temsil ettikleri koşularda, tekelci devlet, temel insan haklarını ve siyasal örgütleri, fazlaca bir tepki toplamadan, parça parça buduyor. Tekelci burjuvazinin klasik faşizm ve faşizmin klasik yollardan iktidara gelmesine bugün için ihtiyacı kalmamış durumda, Hitler ve Mussolini tipi faşist rejimler, sadece ekonomik bir buhranın sonucu olarak ve yerel bir devrim tehlikesine karşı değil, aynı zamanda dünya devriminin yükselişine karşı da iktidara geliyor. Hitler ve Mussolini tipi faşist rejimler, evrensel bir model oluşturmuyor, yeni bir paylaşım savaşının eşiğine gelmiş emperyalist burjuvazinin, dünya devrimine karşı koçbaşı rolünü üsleniyor. Bugün yeni bir Restorasyon Döneminin egemenliğini yansıtan politikalar, kısıtlanmış burjuva demokrasisi ve parlamentarizm koşullarında engelsiz uygulanabiliyor. Neo-Nazi gruplar, burjuva demokrasisinin kucağında ikinci bir unsuru olarak büyütülüyor ve bugün için parlamenter-demokrasiyi çeşitlendirmede yeni bir unsur olarak kullanılıyor.
Parlamento, bugünkü koşullarda, sosyal-demokrasiden faşist hareketlere kadar bütün siyasal gericiliği birleştiren bir zemin oluşturuyor. Bugün, her rengiyle burjuva gericiliği tarafından parlamentarizme övgü dizilmesi ve parlamentonun ‘meşruluğunun’ savunulması önemli sayılıyor.
MHP’nin tarihsel ve siyasal mirasına dayanan sivil-faşist hareket, MÇP, bugün, eskisinden daha fazla, parlamenter bir ‘meşru zemin’ arayışına yönelmiş görüntüsü veriyor.
Bugün yöntemsel farklar, sergilenen görüntüler ve örgütsel modeller daha az önemli gözüküyor. Anti-komünizm ve ‘bölücülüğe karşı devletin toprak bütünlüğünün korunması’, bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca, gericiliği birleştiren ideolojik ve siyasal bir temel oluşturuyor. Süregiden iç-savaş koşullarında ve siyasal istikrarsızlık ortamında bu temel, bugün daha büyük ölçüde birleştirici bir rol oynuyor. İç-savaş durumuna karşı devletin temel politikaları ve devletin temel güç organlarının yasal ve yasadışı yollardan takviye edilmesi politikaları, reformculuğu ve faşizmi birleştiriyor, reformculuğun yöntemleri ile resmi-faşist yöntemler arasındaki farklar büyük ölçüde siliniyor. Sosyal sınıf mücadelesinin gelişmesi ve ulusal çelişmenin keskinleşmesi, farklı renkler ve çizgiler taşıyan karşı-devrim cephesini birleştiriyor.
TKP’den-TBKP’ye: Destek politikasından bugüne
Özellikle yakın tarih açısından birbiriyle belli paralellikler gösteren toplumsal süreçlerin, yeni koşulların getirdiği yeni unsurların da eklenmesiyle, paralel siyasal sonuçlar doğurmasını normal karşılamak gerekiyor.
İkinci Sıcak Savaş sonrasında başat duruma geçen Anglo-Sakson demokrasi rüzgârlarından, Türkiye’nin payına soğuk savaş esintileri düşüyor. Tek parti rejimi, CHP’nin DP’’yi doğurması ile birlikte çok partililiğe evriliyor.
TKP soğuk savaş esintilerini ve Demokrat Parti’nin siyaset sahnesinde kendine yer açma çabasını demokrasi sayıyor, çok partililiğe sarılıyor, Parlamentarizmin çok partililikle tamamlanmasını sevinçle karşılıyor. ‘İki sosyalist parti’ ve işçi sendikaları kuruluyor. Bu koşullarda TKP, CHP’den desteğini çekip, DP’nin arkasına geçmeyi önemli sayıyor. DP’nin ‘demokrasi cephesine’ katılıyor. DP ileri gelenlerinin yazı vererek katkıda bulunmayı taahhüt ettikleri Görüşler dergisi, TKP’nin platonik Anti-faşist Cephesinin yayın organı olarak düşünülüyor.
İlk proje, daha 1946 seçimlerine varmadan başarısızlığa uğruyor.
Seçimler sonrasında, ‘cephe’, ‘cemiyet’ olarak örgütleniyor. TKP kadroları, emekli Mareşal Fevzi Çakmak ve DP İstanbul İl Başkanı Kenan Önerin de katılmasıyla İnsan Haklan Cemiyetini kuruyor. Fevzi Çakmak, TKP Genel Sekreteri Şefik Hüsnünün de, Cemiyet kurucuları arasına katılmasını istiyor. Şefik Hüsnü’nün Cemiyete katılması gerçekleşmeden, ‘demokrasi’ projeleri, soğuk savaş dalgalarının altında eziliyor. Partiler, sendikalar, cemiyetler kapatılıyor.
TKP bütün tarihi boyunca, burjuvazinin bir kanadını diğerine karşı, daha ‘ileri’ siyasal yönetim modelini, daha ‘gerici’ olanına karşı destekliyor. Kendini hep siyasal bir destek güç olarak görüyor. Reformculuğu politika düzeyine yükseltiyor.
Yeni soğuk savaş dalgalarının etkisi altında reformculuk evrim geçiriyor. Örgütsel dönüşümü ile birlikle TKP, artık TBKP olarak, destek bir güç olmaktan çıkıyor, doğrudan karşı-devrim cephesine katılıyor.
TBKP, militarizme ve militarist darbelere karşı, parlamentarizm övgüsü ile yasallığa sarılarak, anti- 141/142’yi demokrasi sayarak, sınıf mücadelesini, ulusal bir kurtuluş savaşını ve radikalizmin her türünü mahkûm ederek, gericiliğin organik bir parçasına dönüşüyor.
TBKP, SHP ve DYP politikalarını ‘sol’ bir söylemle yeniden üretmeyi politika sayıyor.

Haziran 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑