İşçi eylemlerinden:
Haziran ayı ülke çapına yayılan işçi eylemleriyle dalgalandı. Bayram tatili dışında hemen her gün birçok kentte işçiler sokağa dökülerek çeşitli eylem biçimleriyle seslerini geçen aylara göre daha da yükselttiler.
K…’da Diyarbakır, Urfa, Mardin, Siirt, Muş, Batman, Cizre, Şırnak, Kulp, Hamzalı, Malatya; Karadeniz’de Ordu, Trabzon, Samsun, Hopa, Giresun, Artvin, Karabük; Orta Anadolu’da Konya, Eskişehir, Kütahya, Kayseri, Yozgat, Ankara, Kırşehir, Kırıkkale, Niğde, Ege’de İzmir, Manisa, Soma, Aydın, Uşak, Denizli, Muğla’da; Akdeniz’de Antalya, Adana, Mersin, İskenderun; Marmara’da İstanbul, Gölcük, İzmit, Sakarya, Edirne, Tekirdağ, Bursa’da işçi eylemleri, dört bir yanda alev alev yanan Haziran güneşinin sıcağını bastırdı. Bu eylemlerde siyasal iktidar gibi sendikacılar da bir hayli terlediler, işçiler sokağa dökülünce, Türk-İş’e bağlı sendikaların temsilcileri eylem birliği kararı almak zorunda kaldılar. Bu karar gereğince, Ege’de 6 ilde 51 bin işçi, aynı 20 Haziran günü işyerini terk etmeme eylemi yaptı. 17 Haziran’daki eylemlere ise, Türkiye genelinde 150 bini aşkın işçinin katıldığı; yalnızca bir hafta içindeki (14-19 Haziran) eylemlerde 500 bin dolayında işçinin yer aldığı belirlendi.
Yukarıda belirtilen yerlerde yapılan eylemlere TPAO, Tüpraş, Petrol Ofisi, Makina Kimya Endüstrisi, Karayolları, Köy Hizmetleri, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı, TEK, DSİ, İller Bankası, Tersane, Dikimevi, TCDD, Liman işletmeleri, Çimento, Tekel, TZDK, İTÜ ve İstanbul Üniversitesi yemekhane işçileri, Belediyeler, çeşitli hastane çalışanları, Demir-Çelik İşletmeleri, Şehir Hatları, M.E Basımevi, SSK ilaç, Halk Ekmek işyerlerinden olmak üzere; Yol-İş, Harb-İş, Tek Gıda-İş, Petrol-İş, Türk Metal, Tes-İş, Şeker-İş, Dok Gemi-İş, Deniz-İş, Likat-İş, Çimse-İş, Maden-İş, Özçelik-İş, Belediye-İş, Demiryol-İş sendikalarına bağlı işyerlerinden işçiler katıldılar. Ay boyunca süren eylemlerde işçiler, iş bırakma, iş yavaşlatma, toplu vizite ve yürüyüş, servis boykotu ve yürüyüş, protesto gösterisi, mesai boykotu, yemek boykotu, yürüyüş, yol kapatma, miting, oturma eylemi, işe geç başlama eylemleri yaptılar. Alkışlı, döviz ve pankartlı yürüyüşlerde sloganlar attılar.
Gölcük’te 6 bin işçi 19 Haziran’daki toplu vizite eylemiyle birlikte protesto yürüyüşü sırasında E-130 karayolunu 1 saatten fazla süreyle trafiğe kapattı. Karamürsel grubu da aynı tarihte 8 kilometrelik bir protesto yürüyüşü gerçekleştirdi. İzmir’de 17 Haziran’da yapılan eylemlerde ise, 30 bin işçi çeşitli işyerlerinden çıkarak kentte yürüyüşe geçti. Petrol-İş’in örgütlü olduğu TPAO’nun Batman işyerlerinde 4500 işçi günlerce eylem yaptı. Normal petrol üretimi günde 75 bin varil olan Batman Petrol tesislerinde eylemler süresince üretim günde 40 bin varile düştü.
600 bin kamu işçisinin toplu sözleşme görüşmelerinde uyuşmazlık ise devam ediyor. Bu durum, eylemlerin devamına temel saklayacak.
İLO’da Türk-İş Dolapları
19 Haziran tarihli Güneş gazetesinin haberine göre “Şevket Başkan Cenevre’de gürlemiş”ti. İLO’nun Cenevre’de toplanan Genel Kurulu’nda konuşmuş ve gürlemiş! Hükümeti “sert bir dille” eleştirme, YHK’ya veryansın etmiş, Türk hükümetinin kamu çalışanlarının sendikalaşmasını yasaklayan uygulamasını İLO sözleşmesine aykırı bulan kararını “övmüş”… Bu “gürleme”nin, Türk-İş’in işçilerinin yabancısı olmadığı dolapların bir parçası olduğu, basında çıkan başka haberlerle doğrulandı. Patronu Asil Nadirle birlikte batma yolundaki Güneş, Şevket’i de kurtarmaya soyunmuştu anlaşılan.
Üç gün geriye gidip 16 Haziran tarihli gazetelere göz attığımızda, İLO’da Türkiye’nin tartışıldığı oturumda Türk-İş’in olağanüstü “suskun” olduğu göze çarpıyor. Oturumda, 1402’likler, güvenlik soruşturması gibi sorunlar tartışılırken, Türkiye’yi temsil eden Türk-İş yöneticileri hiç söz almamış, “sükûnetle” dinlemeyi seçmiş ve hatta Ş. Yılmaz, hasta kalbi Türkiye aleyhine bu sözlere dayanamayacağı için tartışmanın yapıldığı salona gelmemiş. “İşçi haklarını çiğnemesi” yüzünden Türkiye’nin “kara liste”ye alınması gündemde iken, Türk-İş bu yönde bir istemde bulunmamış. E, söz konusu olan “milli” çıkarlar. Türk-İş’in numaralan bununla da bitmiyor. Türkiye’nin, emperyalist uşaklığına dayanan ve emekçi sınıfların sömürü ve baskı altında tutulmasına dayanan “milli çıkarları”nı savunmak için, Şevket Yılmaz’ın büyük yerlerden emir aldığı meydana çıkıyor. 8 Mayıs’ta Türk-İş hükümet ve işveren temsilcileriyle bir araya gelmiş ve onlara, İLO ilkelerine karşı çıkacağı sözünü vermiş. Karşılığında da % 10 yetki barajının korunmasını garantiye almıştı. Olur a, bir sendika kurulur, yetkileri tehlikeye girer. Neme lazım, tedbirli olmak lazım. Sonra, seslerini çok çıkaran sendikaların “bak, yetkinizi düşürürüm” diyerek yola getirilmesi de söz konusu. Böylece, ağalar posta kurulmaya devam etsin.
Hükümet ve işverenlerin direktifi doğrultusunda, Türk-İş, 31 Mayıs tarihinde bağlı bulunduğu uluslararası konfederasyon olan ICFTU’ya bir mektup yollayarak, “aman İLO’da hükümetimizi sıkıştırmayın” şeklinde talepte bulunmuştu. Bu mektupta Türk-İş şunları dile getirmiş: % 10 yetki barajı sendikalarımızın sorunu olmaktan çıkmıştır. Memurların sendikalaşmasını öngören İLO sözleşmesi Türk hükümeti tarafından imzalanmadığından, sorunu gündeme getirmek yararsız. 1402’likler sorununu gündeme getirmek eski olayları abartmak olur.
Önce Hükümet ve işverenlere verilen söz; sonra ICFTU’ye mektup; ardından da İLO’da suskunlukla işçi düşmanlığı savunusu… Sermaye uşaklığı.
Helvacı Amerikancılığını açığa vurdu
İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Sayın Nevzat Helvacı’nın düzen ve devlet savunuculuğu, işkencenin ancak devlet marifetiyle önlenebileceği ve insan haklarının yine devlet tarafından gerçekleştirilebileceğine ilişkin “değerli” fikirleri biliniyordu. Bu düşüncelerini insan Hakları Bülteni’nde okuma fırsatı bulmuştuk. Şimdi Sayın Helvacı’nın son zamanların modası Amerikancılığı açıktan benimseyerek, bugüne kadar kamuoyuna sunmadığı bir başka “değerli” fikrini açığa vurduğuna tanık oluyoruz. Helvacı, “devletimiz”in bu alandaki çabalarını yetersiz görmüş olacak, işkenceyi Amerika’nın önleyebileceğine ilişkin düşüncesini ortaya atarak, insan hakları savunuculuğuna büyük bir “katkı” yapmış ve içindeki şeytanı serbest bırakmıştır.
İnsan Hakları Derneği’nin düzenlediği toplantılara Amerikan Büyükelçisini de davet edişiyle tanınan “mümtaz” insan ve “hak savunucusu” Helvacı, Amerika’nın işkence karşıtlığını ve işkencenin önlenmesi için Amerika’ya başvurulması gereğini Abant’taki bir “gizli” toplantıda öne sürdü. ABD Büyükelçiliğin mi yoksa onun bir yan kuruluşu durumundaki Türk-Amerikan Derneği’nin mi düzenlediği tam olarak anlaşılamayan toplantıya iki “seçkin” yüksek bürokratımızın yanı sıra, TBMM İnsan Haklan Komisyonu Başkanı ANAP milletvekili Eyüp Aşık, bazı SHP milletvekilleri ve öğretim üyeleri ile birlikte katılan Helvacı, ABD temsilcisi ABD İnsan Hakları Kurumu Hukuk Masası Sorumlusu Prof. Burnt Neuborn’un konuşmasını destekleyerek, 13.6.1991 tarihli Güneş gazetesine göre: “anlatılanların işkencenin önlenmesi anlamında önemli olduğunu belirtti ve Türkiye’nin, iyi çalışan ABD hukuk sisteminden örnekler alması gerektiğini söyledi”
Şaka bile olsa insanı güldürmüyor. Yalnızca Amerikan halkı değil, dünya halkları karşısında kasaplığıyla ünlü, hukuk ilkeleri dolar paritesine uyarlı, işkenceciliğini kendi TV dizileri ve filmlerinden izlediğimiz Amerikan emperyalistlerinin “hak”ı ve “hukuku” Helvacı’ya mübarek olsun! İnsan hakları ancak insanlar tarafından savunulabilir…
Etiyopya’ya yurtdışında destek yürüyüşü
28 Mayıs günü EPRDF’nin önderliğinde Etiyopya’da devrimcilerin iktidara gelmesi yurtdışında da büyük bir coşku ve sevinçle karşılandı. Tüm Avrupa çapında başta Etiyopyalı devrimci ve demokratlar olmak üzere diğer uluslardan devrimciler de Etiyopya devrimiyle dayanışarak devrimi kutladılar.
En son 22 Haziran’da Bonn’da yapılan bir yürüyüşle devrimin zaferi kutlandı ve Etiyopya halklarıyla dayanışmanın önemini belirten konuşmalar yapıldı. Türkiyeli devrimcilerin ve komünistlerin aktif desteğiyle gerçekleşen yürüyüş ve miting boyunca “Yaşasın uluslararası dayanışma”, “İşte Etiyopya, işte devrim”, “Kahrolsun emperyalizm”, “Yaşasın devrim, yaşasın sosyalizm” vb. sloganlar atıldı. Mitingde EPRDF yurtdışı temsilcisi Negaş yoldaş, Cephe’nin iktidarı alması, bundan sonraki görevler ve uluslararası dayanışmanın öneminden söz etti. Müzik ve danslarla miting şenliğe dönüştü.
“Terör Yasası”na karşı mücadele
Sözde bir demokratikleşme ve af yasası olarak öne sürülen, aslında faşizmin, bürokratik militarist aygıtın bir terör makinası olarak açıktan ve ileri düzeyde yasallaştırılmasının bir unsuru olan “Terör Yasası”na karşı yoğun protesto eylemleri yapıldı. İstanbul, Ankara, Diyarbakır gibi illerde açılan imza kampanyaları ve düzenlenen panellerin yanında Türkiye çapında gerçekleştirilen kitlesel açlık grevleri yaygın bir protesto biçimi olarak ortaya çıktı.
Açlık grevleri önce cezaevlerinde başladı ve dalga dalga yurt çapında yayıldı. Malatya, Diyarbakır, Çanakkale, Aydın, Nazilli gibi cezaevlerinde süreli olarak yapılan grevler, tutuklu yakınları tarafından uzun süreli ve süresiz açlık grevlerine dönüştürüldü. Protesto grevleri için genellikle HEP binaları kullanıldı.
İstanbul’da 40 kişilik bir grevci grup, öğrenciler ve derneklerinin de desteğini aldı. Malatya’da aynı sayıda tutuklu yakını greve çıktı. Adana’da HEP il yöneticilerinin de destek amacıyla üç gün katıldıkları açlık grevi yoğun bir katılımla sürdürüldü. Grevciler Çukurova Üniversitesi öğrencilerinin desteğini aldılar. Yine Adana’da İHD’nin düzenlediği panel ilgi topladı. Urfa’da ilçeler ve köylerden geniş bir destek alarak başlatılan greve çok sayıda tutuklu yakını ve öğrenci katıldı. Benzer bir durum Antep’te de yaşandı, 40 kişinin başladığı açlık grevi yaygın olarak desteklendi. Van’da ise, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu 50 kişinin grevi 16 gün sürdü. Mardin’de bir grup tutuklu yakınının 3 günlük grevinden sonra Mazıdağı ve Derik’ten gelen yarıya yakını kadın 100 dolayında kişi çok sayıda ziyaretçinin desteğinde grevlerini sürdürdü. Silvan’da 100 kişinin başlattığı greve her gün yüzlerce kişi de destek verdi. Lice’de 50, Adıyaman’da 20, Nusaybin’de 30, Bismil’de 100 kişi tarafından başlatılan eylemler çok sayıda insanın desteğini sağladı. Diyarbakır’da her gün binlerce kişinin destek ziyaretinde bulunduğu 100 kişinin açlık grevine Baro’dan, Odalardan, Yol-İş’ten, Petrol-İş, Belediye-İş, Eğit-Sen, Tüm Sağlık Sen gibi kuruluşlardan katılım ve destekler oldu. Batman’daki greve ise Çok sayıda katılım vardı. Siirt’teki grev, aynı zamanda oturma greviyle desteklendi. Grevlerin kimi uyarı grevi olarak birkaç gün kimi ise 1 ayı aşkın süreyle sürdürüldü.
Ankara’da HEP binasında greve başlayan 100 kadar tutuklu yakını “Terör Yasası”nın kaldırılmasını isteyen bir dilekçeyi TBMM “insan Hakları Komisyonu”na vermek üzere gittikleri Meclis önünde polisin saldırısına uğradı. Milletvekillerinin araya girmesi de para etmedi ve tutuklu yakınları coplanarak yerlerde sürüklendiler. Mardin ve Derik’te ise polis grevcilere silahla müdahalede bulundu, gözaltına almanlar oldu, ancak direniş sonucu bırakıldılar. Lice’de ise grevciler kepenk kapatan esnaf tarafından desteklendiler.
Özellikle K…’da yoğun tepkilere neden olan “Terör Yasası”, Özal ve yönetimi katlarında ise ülkede istikrarın temel bir faktörü olarak görülüyor ve gösterilmeye çalışılıyor. “İstikrar”ın bir göstergesi olarak, sıcağı sıcağına, dergi yazı işleri müdürlerine, gazeteci ve avukatlara, öğrencilere karşı uygulamaya sokulan yasa uyarınca çok sayıda insan “özgürleştirilmek” üzere “içeri” alınmaya başlandı. Bu arada, Bingöl’ün Derebağ köyünde öğretmen Sıddık Bilgin’i işkence ile öldürdüğü mahkeme kararında ifade edilen Yüzbaşı Ali Şahin ve 4 “arkadaşı” hakkındaki dava “Terör Yasası” nedeniyle durduruldu. İl idare Kurulu “sanıklar”ın “suçsuz” olduğunu düşünürse dava kapanacak. Öte yandan, İstanbul Bayram gazetesinde erken seçim konusunda Özal’a muhtıra verdiği ve darbe yapacağı yolunda bir haber çıkan Genelkurmay Başkanı D. Güreş’in haberi yalanlayarak “Terör Yasası” uyarınca tutuklanmaktan kurtulduğu “söyleniyor”!
Yurtdışında 2. Gençlik Kampı 28 Temmuz-7 Ağustos arasında toplanıyor
Birincisi geçen yıl düzenlenen Gençlik Kampının 2. bu yıl Güney Almanya’da yapılıyor. “Gelecek gençliğindir!” parolasıyla gerçekleştirilecek kamp ile gençliğin devrimci siyasal eğitimine, kültürel ve sportif gelişimine atılım kazandırmak hedefleniyor.
Yurtdışında yaşayan Türkiyeli gençlik, güçlü düşmanlarla kuşatılmış durumdadır. Bin yandan kapitalizm övgüsü ve bireyciliğin teşviki üzerine kurulu burjuva eğitim sistemi; gençliğin enerji ve anti-kapitalist öfkesini deşarj amacı güden kültürel yozluk; ücretli kölelik sistemi. Diğer yandan Türkiye gericiliğinin gerici gelenek ve din gibi araçlarla yarattığı etki. Bu düşmanların yenilmesi ve gençliğin aydınlık geleceğin sahibi yapılması, öncüsünün bayrağı altında mücadele eden genç komünistlere çok önemli görevler yüklediği perspektifiyle hareket eden gençler, bu türden gençlik kamplarının önemini vurguluyor ve gelenekselleştirme kararı alıyor.
Güney Almanya’da yapılacak kampın programında özetle şunlar var:
* Parti ve gençlik, gençliğin mücadele tarihi, komsomol örgütlenmesi, gençliğin sorunları, ulusal sorun, dünyada durum ve sosyalizme karşı saldırılar vb. konularında seminerler.
* Marks’ın doğduğu evin ziyaret edilmesi.
* Futbol, voleybol, yüzme gibi sportif faaliyetler,
* Yarışmalar, skeçler, mücadele filmleri, müzik grupları, gençlik gazetesi hazırlama gibi etkinlikler.
ANAP’ta başkan yine değişmedi!
Haftalardır burjuva basının birinci sayfalarını ve en ünlü kalemlerini meşgul eden ANAP Kongresi nihayet yapıldı.
Liberaller mi muhafazakarlar mı, Yılmazcılar mı Akbulutçular mı, yoksa Güzelciler mi kazanacak?. Özal kimi destekler, Semra Hanım kime gülücük sarkıttı, yoksa “Aile” bölündü mü, Hilton’daki yemekte kim kimin yanındaydı da kime arkasını döndü, Sabancı kimi “des-tek-le-di” de kimi desteklemedi, tarikatlar ortadan mı bölünmüş yoksa dörtte bir oranında mı, papatyalar kocalarını yakın markaja mı almış, yoksa onlarda mı bölünmüş vb. vb. Ancak magazin gazetelerinin ona sayfalarında yer alacak “haberler” haftalarca “en ciddi” günlük gazetelerimizin birinci sayfalarında, manşetten verildi. Ama bütün bu haberler içinde olmayan bin yüz küsur ANAP delegesinin kime oy vereceğini kimse sormadı. Onlar gelip, yukardan verilen “işaret” doğrultusunda oylarını kullanacaklardı..
Doğrusu ANAP’ın, bu, büyük burjuvazimizin en gözde partisinin durumunu düşününce burjuva basını suçlamak da elden gelmiyor. Çünkü ANAP’ta, temsil ettiği sınıf gibi bir ayağı tarikatlarda bir ayağı emperyalizmde bir partiydi. Bu yüzden de Kongrede kim seçilirse seçilsin hem tarikatların sırtını sıvazladığı hem de “dostu” Corc’un “Okey”ini almış “manevi ve ebedi lider” değişmeyecekti. Ama vaziyet öyle sıkışmıştık! “vitrinde” ufak tefek değişiklikler yapıp basındaki propagandacılara “yeni” malzeme verilmeliydi. Çünkü eski malzemelerin çürüklüğü artık saklanamaz olmuştu. Yeni bir hükümet, yeni “umutlar” pompalamak için bir vesile olabilirdi.
Ama ANAP’ın “manevi” başını asıl endişelendiren, ufak bir makyaj yapıp bu arada partinin “önde gelenleriyle” biraz oynayıp keyifleneyim derken, bazılarının işi ciddiye alıp, partinin ortadan ikiye bölünme tehlikesiydi. Bunun “çaresi” de “tarafsızlık”ta bulundu. “Delege kimi seçerse o başkan olsun, ben tarafsızım” dedi büyük reis. Ama bu “tarafsızlık” vaziyeti kurtarmak içindi. Gerçekte ise, “Semra son gün kontrolden çıkarak” dengeleri “işaret yönünde” değiştirecekti. Ama ANAP’ı ciddiye alacak kadar keskin zekâ örneği gösteren Akbulut, fena halde içerledi bu vefasızlığa ve kimsenin ummadığı biçimde 91 milletvekilinin istifa dilekçesini cebine koyarak Başbakan olduğu günlerden daha ciddiye alınan bir adam oldu.
ANAP’ta bir kongre oldu seçimler yapıldı, küsenler kavga edenler oldu. Ama gerçekte ne Başkan ne de ANAP değişti. Ne de politikaları değişecek. Değişeceğine inanacak pek kimseyi de bulamayacaklar. Daha doğrusu şimdilik sadece iki kişi inanıyor. Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz ve Ziraat Odaları Başkanı Osman Özbek. Ama bunlara da kimse inanmıyor zaten.
DİDF 8. Kongresi ve faaliyetleri
Almanya, Hollanda gibi ülkelerde Türk ve Kürt emekçileri arasında örgütlü Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu (DİDF), Mayıs ayı sonunda 8. Kongresini topladı. Temsili delegelerin, üyelerin ve Avrupa’daki çeşitli devrimci örgütlerin temsilcilerinin katıldığı Kongre büyük bir coşku havası içinde geçti; yeni atılımlar için tartışmaların karar halinde somutlaşmasıyla son buldu. Kongreye çeşitli örgütlerin yanı sıra Almanya Komünist Partisi (KPD) MK adına mesaj yollandı. Kongre, sonuç bildirgesinin yanı sıra Türkiye cezaevlerindeki tutsaklara seslenen bir bildiri yayınladı. Bildiride tutsakların maddi ve moral olarak desteklendiği ve desteğin artarak devam edeceği vurgulandı. Kongreden sonla, DİDF, çeşitli kampanyalar açtı.
“Anti Terör” Yasasına karşı kampanya: Mayıs ayı başında Türkiye ve K…tan’da gözlem ve incelemelerde bulunan Alman heyet, düşünce Ye izlenimlerini çeşitli toplantılar ve yazılar yoluyla dile getirdi. DİDF de “Anti Terör” Yasasına karşı kampanya açtı. Yasanın özünün teşhir edildiği kampanyanın önemli bir bölümünü imza kampanyası oluşturuyor. İmzaya açılan metinde, yasanın işkencenin yaygınlaştırılarak işkencecinin korunduğu, düşünce ve örgütlenmeye karşı uygulanan baskıyı yoğunlaştırdığı… dile getiriliyor. Ve Türk devletine karşı yaptırım uygulanması talep ediliyor.
Sığınmacıların sınır dışı edilmesine karşı mücadele: Almanya’da 1 Ocak 1991’de çıkarılan ırkçı ‘Yabancılar Yasası’yla binlerce sığınmacının sınır dışı edilmesi tepkiler üzerine geriye atılmış, sığınmacılara 6 aylık geçici oturma izni verilmişti. Bu sürenin dolması, 300 bini bulan, Irak, Iran, Somali, Türkiye… gibi ülkelerden Almanya’ya yerleşenlerin binlercesini sınır dışı edilmekle yüz yüze bıraktı. Kitle halinde sınır dışı bekleniyor. DİDF, çeşitli etkinliklerle bu yasaya ve sınır dışı tehlikesine karşı mücadele ediyor. Bu konuda yayınlanan bildiride sığınmacıların faşist iktidarların hüküm sürdüğü bu ülkelere yollanması, sığınmacıları “demokratik” Almanya hükümeti eliyle işkencecilerin ve cellâtların eline teslim etmek anlamına geldiği vurgulanarak şu taleplere yer veriliyor.
Tüm sığınmacıların oturma izni güvence altına alınsın!
Yaşasın halkların dostluğu ve dayanışması!
Basında Neler Oluyor?
Devrimci basında yıllardır neler yaşandığını biliyoruz: Açılan davalar, toplatmalar, basacak matbaa bulamama, kapatılma, yazarlarına getirilen hapis cezaları, astronomik düzeyde para cezaları ve nihayetinde, yeni terör yasasıyla bu durumun, yoğunluğunu artırarak, sürekliliğini koruması. Bunu, eksik olmasın, burjuva basını, kimsenin göremeyeceği küçüklükte ve bulamayacağı köşelerde de olsa “duyuruyordu”. Öte yandan, devrimci basının dışında, burjuva basında gerçekte uzun süredir varolan, ancak son bir ayda yoğunlaşan bir sorun var: Basın krizi…
Aylardır maaşları ödenmeyen gazete çalışanları, işten çıkarılmalar, yayını duran el değiştiren gazeteler, kapatılan gazete büroları vs. rakamları üzerinde açıklamak gerekirse, durum şu:
Cumhuriyet gazetesinden 42, Milliyetten 40, Güneş İstanbul Merkezinden 118, Ankara ve İzmir bürolarından 116 kişi işten çıkarılmış, Güneş Ankara ve İzmir bürolarında çalışan 116 kişinin ise, iş akitleri, ihbarsız ve tazminatsız feshedilmiştir. (Bayram öncesi yapılan sembolik ödemeler sayılmazsa), gazete emekçileri aylardır maaş, ikramiye ve yan ödemelerini alamıyorlar ve bunun getirdiği iş bırakma eylemleri, artarak devam ediyor. Sürekli, bir aile görüntüsü yaratmaya çalışan Cumhuriyet gazetesinin, direnen, açlık grevine giden çalışanlarına karşı tavrı, Erbil Tuşalp’ın işine son verirken izlediği prosedür, bir hayli ilginç. Ancak burjuva basım, yaşadığı bu bunalımı örtmeye, göstermemeye çalışıyor. Üstünü örtemediği sonuçları da, daha çok, kendisi dışındaki gazetelerin sorunu olarak sunuyor. TV ekranlarında kendi gazetesinde kriz yaşanmadığını söyleyip, ardından, “mantıklı ve zorunlu” gerekçelerin anlatıldığı mektuplarla, çalışanlarının işlerine son veren gazete yetkilileri, azımsanmayacak sayıda.
Sorunun teorik tahlili, basından sorumlu Devlet Bakam Kemal Ak-kaya ile Erdal İnönü’nün söylediklerinin uygun bir montajında yatıyor:
“Gazeteler (…) de birer ekonomik işletme”dir (Akkaya) ve basın krizi “… genel ekonomik bunalımdan kaynaklanıyor.” (İnönü) .
Evet, ortada iki sorun var: Devrimci basının bilinen sorunu ve burjuva basındaki kriz. Ortak yanları, ikisinin de muhataplarını sarsan sorunlar olması… farklılıkları ise, muhataplarının farklılığında.
Birisi, sistemi karşısına almış, diğeri ona yaslanmış, biri sistem tarafından ortadan kaldırılmaya, diğeri kurtarılmaya çalışılıyor; biri sistemin kaçınılmaz bunalanımı teorik olarak koyuyor, diğeri bu kaçınılmaz bunalımdan payını alıyor… Haa, ortak bir yanları daha var Burjuva basında sorunların ikisini de aynı küçüklükte ve aynı önemsiz köşelerde görüyoruz.
Emperyalist Sisteme “Sosyalist” Payanda
“Biz düzeyi yüksek bir müzakere ve münakaşa kulübüyüz ve kulübümüz yetersiz olanaklarla bir sürü kâğıt üretiyor”. Willy Brandt’ın tanımladığı kulüp,Sosyalist Enternasyonal..Sosyalist Enternasyonal Konsey toplantısı ve toplantıya katılanlar magazin basınına bol bol ‘düzeyli’ haber oldular. Özellikle Velid Canbulat’ın eşi Nora ve Celal Talabani’nin eşi Hero toplantı konularından daha çok ilgi topladılar. İstanbul’da yapılan bu toplantıda ‘kâğıt üretmek’ten farklı bir şey yapılmadı demek haksızlık olur. ‘Politika’ da ürettiler. Sosyalist Enternasyonal aldığı kararlarla emperyalizme gönülden destek sundu. Kürt… mücadelesini ‘ayrılıkçı akım’ olarak nitelerken, Ortadoğu’da “küçük küçük devletlerin oluşmasının yararlı olmadığını söyleyerek ABD emperyalizminin “yeni dünya düzeni”ne ‘enternasyonalist’ katkılarını sundular. Müttefik güçlerin ‘yardım’ operasyonunu “Irak’ın içişlerine müdahale olmadığı” yolunda ABD emperyalizminin ağzıyla açıklamalar yaptılar.
Sosyalist Enternasyonalin bu yılki yıldızı Kürt ‘önder’ Celal Talabani idi. Talabani, herkese yaranma politikasını Sosyalist Enternasyonal toplantısında da sürdürdü. Toplantıda, yalnızca Kürtlerin değil, Türkmenlerin de ‘hakları’nı savundu. Hızını alamayarak Kürt halkına ‘yaptıklarından’ dolayı ABD’ye teşekkür etti. Özal’ın gözüne girmek için Kürtçenin ‘serbest bırakılması’nı överek Çankaya’nın yolunu tuttu.
Paralı askerliğe karşı kampanya
“Bedele Hayır Askerlikten Muafiyet”
Bilindiği gibi Türk hükümeti, 1980 yılında çıkardığı bir yasayla “bedelli askerlik” adı altında yurtdışındaki gençlerden büyük miktarda paralar toplamaktadır. İş veremediği için ülkesinden binlerce kilometre uzaktaki ülkelere ekonomik sürgüne yolladığı gençlerin hiçbir sorununu çözmeye çalışmayan hükümet, bedel adı altında soygun için bu gençleri hatırlıyor. “Vatan-millet” için harcandığı söylenen bu milyarlar, emperyalist silah tekellerine ve emperyalist devletlere borç ve faiz olarak ödeniyor.
Yurtdışındaki askerlik çağındaki gençler, bedel parasının kaldırılması ve yurtdışındaki gençlerin askerlikten muaf tutulması için bir mücadele başlattılar. Çeşitli eylem ve kampanyaların yanı sıra yayınladıkları bir bildiride, gençler şu görüşlere yer verdiler:
“…Federal Almanya’da yaşayan Fas, İtalya, İspanya, Portekiz gibi ülkelerin yurtdışındaki yurttaştan ne bedel ödüyor ne de askerlik yapıyorlar.
Özel askerlik yasası, Almanya’da yaşayan biz Türkiyeli gençlerin iş, sosyal güvence, oturma hakkı gibi hayati sorunlarına yeni sorunlar ekliyor. Bunun için:
Bedel paraları derhal kaldırılmalıdır!
Askerlik zorunluluğu kaldırılmalıdır!
Yurtdışında yaşayan gençler için çıkartılan “Özel Askerlik Yasası”, hemen iptal edilmelidir!”
Etiyopya: Faşist Derg rejimi yıkıldı, EPRDF iktidarı aldı
Etiyopya halklarının yıllardır faşist Derg rejimine karşı sürdürdüğü silahlı mücadele zaferle sonuçlandı. Açlığa, yoksulluğa, kıtlığa, kuraklığa rağmen uzun yıllardır elde silah çarpışan halk güçleri, 77 yılına dek ABD, daha sonra da Sovyet emperyalistleri tarafından desteklenen faşist Derg’in kanlı diktatörlüğünü paramparça etti. Etiyopya’daki emperyalizmin uzantısı faşist rejime karşı gelişen silahlı halk hareketine önderlik eden çok uluslu Etiyopya Devrimci Demokratik Halk Cephesi (EPRDF) iktidarı aldı.
Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, Etiyopya’daki devrim uluslararası gericiliğe ve emperyalizme vurulmuş bir darbedir. Emperyalizm ve gericiliğin şahlandığı bir dönemde, ezilen halkların kurtuluşu ve devrim davası açısından kazanılmış bir mevzi; karşı-devrim ve emperyalizm için gerçek bir cephe yenilgisidir.
Kendisine ‘sosyalist’ maskesini takarak faşist kimliğini gizlemeğe çalışan ve 1974’ten bu yana siyasi nedenlerle 100 bin insanı cezaevlerine dolduran, on binlerce kişiyi gözaltında “kayıplara” karıştıran; ülke halkı açlıktan ölürken Afrika’nın büyük ordusunu besleyen Derg rejimini hem sosyal-emperyalist Sovyetler ve hem de ABD emperyalizmi desteklemişlerdi. Emperyalistler hizmetlerindeki Derg rejimini ayakta tutmak için oldukça yoğun destek vermelerine karşın, devrimci güçler önderliğindeki Etiyopya halklarının Derg ordusuna karşı üst üste zafer kazanması üzerine çıkarlarına ters gelişen bu ilerleyişi önlemek için Derg rejimini Mengistu’suz ayakta tutma manevrasına başladılar. Fakat emperyalistlerin taktiği boşa çıktı: Etiyopya halkları ve devrimci güçler, ülkeden kaçmak zorunda kalan Mengistu’nun yerine geçen sağ kolu Tesfaye Gebre-Tidan’ın ateşkes teklifini reddettiler ve Derg rejimine hiç bir politik manevra alanı bırakmaksızın taarruza geçtiler.
Emperyalist basın, Körfez Savaşı’nda ve daha birçok şeyde olduğu gibi, yine gerçek dışı haberlerle başkent Addisabeba’yı kuşatan EPRDF birliklerinin Londra’da yapılan görüşmelere aracı olarak katılan ABD emperyalizminin “yeşil ışık yakması” ve “onayı”yla başkente girdiklerini ve iktidarı aldıklarını yazarak Etiyopya’daki devrimi karalamaya çalıştılar. Emperyalistlerin hizmetindeki tekelci basın, bu türden demagojilerle bir yandan EPRDFyi ABD’nin güdümünde ve ona bağlı bir cephe olarak lanse ederken; öte yandan da Derg rejiminin yıkılmasını Etiyopya halklarının değil de “yeni dünya düzeni”nin kurucusu ABD’nin “olumlu, barışçıl çabalarının” ürünü olduğu görünümünü vermeye çalışıyor.
Bütün bunlar aslında Etiyopya halklarının bağımsızlığını ve kurtuluşunu boğazlama çabalarının açık bir göstergesidir. Mengistu’suz Derg rejimi “çözümü” çabasının boşa gütmesi üzerine, ABD emperyalizminin hükümet sözcüsü, Londra’daki görüşmelerin birinci gününde “ABD hükümeti, Addisabeba’da sükûneti ve barışı sağlamak için EPRDF birliklerinin müdahale etmesini tavsiye etmektedir” açıklamasını yaptı.
ABD emperyalizmini böyle bir açıklama yapmaya iten, ne onun faşist Derg rejimine ne de barıştan ve Etiyopya halklarının bağımsızlık ve kurtuluşundan yana oluşudur.. EPRDF’nin Addisabeba’ya doğru yürümesini ne engelleyebileceğini ve ne de buna alternatif bir şey getirebileceğini gören ABD emperyalizmi, taktiksel nedenlerle bu açıklamayı yapmak zorunda kalıyordu. EPRDFnin başkente girmesinin ve iktidarı almasının kesin olduğu koşullarda, EPRDFnin başkente girmesine karşı çıkmakla prestij kaybetmenin yanında, kan âkıtılmasında sorumluluk sahibi olarak gerçek yüzünün açığa çıkmasındansa, “girmenizi tavsiye ediyoruz” diyerek hem inisiyatif alanını genişletme ve hem de “barışın yolunu açtıkları” demagojisiyle gerçek emellerini gizleme olanağını elde etmeyi tercih etti.
ABD emperyalizminin bu karan almalarından, emperyalistlerin devrimin yarattığı sonuçlan artık olduğu gibi kabullendikleri kesinlikle söylenemez. ABD ve diğer emperyalistler EPRDF’yi köşeye sıkıştırmak ve üzerinde baskıyı artırmak için eski dayanaklarını ülkede, özellikle de başkentte istikrarsızlık ve kaos yaratmak için kullanıyorlar. Emperyalistlerin EPRDF’ye karşı kullandıkları bir başka silah da açlık sorunu. Daha önceleri TPLF, EPLF ve son olarak da EPRDF’nin uluslararası yiyecek yardımlarının açlık bölgelerine ulaşmasını engelledikleri iğrenç demagojisini yürüten emperyalistler, gerçek Marksist-Leninist ve devrimcileri bu kez ABD’nin ağzından “ne kadar çok demokrasi, o kadar ekmek” şantajıyla tehdit etmeye çalışıyorlar.
Ve iktidarı alan EPRDF’nin programında önüne koyduğu çözülmesi elzem üç acil sorun var. Bunlar, tüm ülkede barış ve huzurun sağlanması, açlıkla mücadele yani ekmek sorunu ve halkın demokrasi talebinin karşılanması, ulusal sorunun demokratik tarzda çözümü yani özgürlük sorunudur. EPRDF, halkın tüm kesimlerinin yararlanacağı ve ülkenin politik bağımsızlığının muhafaza edileceği, bağımsız bir ekonomi; faşist Derg sisteminin kökten ve temelden değiştirilmesi ve halkların kendi kaderlerini tayin haklarının tam olarak uygulanmasını ve korunması ve eşit şartlar altında gönüllü birliği savunuyor. Geniş bir cephe olduğu için, devrimci demokratik programı kabul eden ve gerçekleşmesi için mücadele eden herkesi kapsıyor.
Memur gündemi
“Toplu-iş sözleşmesi hakkımız grev silahımız”
Murat AYDIN
Kamu emekçileri, 91 Tem muz’una, yeni mücadelelerle giriyor. Artan sefaletle, dayanma sınırını aşmış olan kamu emekçisinin tepkisi, potansiyel bir patlamaya gebe.
‘90 Temmuz’undan farklı olarak aynı döneme rastlayan işçi sınıfının yükselen mücadelesi; kamu emekçilerinin sınıfla dayanışma ve ortak eylemlerinin gerçekleşme koşullarını her zamankinden daha çok olgunlaştırmıştır. Kamu emekçisinin sınıfla dayanışma isteğinin bir göstergesi olan; “işçi- memur el ele, genel greve” şiarı, işçi sınıfının alanlarda haykırdığı bir slogana dönüşmüştür.
Kamu emekçilerinin örgütlenmesi önündeki en büyük engellerden biri; 90 Temmuz’undan sonra art arda kurulan sendikalarımızın mühürlenmesiyle, yasa-dışı konuma itilerek; kitlelerden tecrit edilmesinin sağlanmaya çalışılmasıdır. Ancak unutulmamalıdır ki; kamu emekçisi varolan sendikal örgütlenmesini fiili olarak gerçekleştirmiş; memur sendikalarının hukuksal durumunu düzenleyen yasalar olmamasına rağmen, hukukunu kendi yaratmıştır. Bu durum örgütlenmemizin varolan anti-demokratik yasa(k)ları parçalayarak gerçekleşmesi ve yasal sınırları tanımaması açısından bir avantajdır. Ayrıca sendikalaşma sürecimizde yaşadığımız fiili sendikacılık deneyimimiz; binalarımızın mühürlenmesine rağmen de sendikal faaliyetin sürdürülmesini sağlamıştır. Ancak sendikal örgütlülük düzeyimizin henüz yeterince olgunlaşmamış olması, mücadelemizle elde ettiğimiz sınırlı kazanımların propagandasının eksikliği, aynı işkollarında kurulan farklı sendikalar, örgütlülüğün, sendikaların esas işlevlerinden biri olan toplu-sözleşme yapılabilecek düzeye ulaşmaması, kitlelerde sendikaya güven duygusunun istenilen ölçüde gelişmemiş ve işyeri örgütlerinin yaratılamamış olması, sendika binalarımızın mühürlenmesiyle faaliyetimizin aksamasına ve örgütlenmenin yavaşlamasına neden olmuştur. Ancak mücadelemizin sonucunda; devletin kendi yasalarını da çiğneyerek sendikalarımızı mühürlemesine ilişkin açılan davalarda alınan yürütmeyi durdurma kararları; sendikalarımızın diktatörlüğün yasaları önünde bile meşrulaştığını göstermiştir.
Memur sendikaları açısından; 91 Temmuz’u bir sınav dönemidir. İşçi hareketinin de kitlesel sokak eylemlerine dönüşmesi, kamu emekçisinin mücadeleye seferber edilmesinin ve işçi sınıfıyla alanlarda birleşmesinin olanaklarını yaratmıştır.
Bugün kamu emekçisinin istemi; burjuvazinin sömürü olanaklarım sınırlamak olan sendikal mücadelede, devletle toplu-pazarlık masasına oturarak; emeğinin değerini, çalışma ve yaşam koşullarını belirlemede söz hakkı elde etmektir. 91 Temmuz’undaki hedefi ise; grev-toplu sözleşme hakkının yasallaşması, tüm çalışanlara ilişkin demokratik bir sendikalar yasası çıkarılmasını sağlamaktır (2821-2822 sayılı Sendikalar, Grev ve Lokavt Kanununu, Anayasa ve yasalardaki anti-demokratik hükümleri ortadan kaldıran; tüm çalışanları kapsayan bir yasa). Tüm bunların gerçekleşmesi için yapılması gerekenler: Mücadele içinde tabanda birliğin yaratılmasıyla, sendikal bölünmüşlüğün aşılması. 90 Temmuz’unun farklı olarak 91 Temmuz’unda sendikalarımızın mücadele örgütleri olarak işlev görmesi ve kitleleri mücadele içerisinde örgütleyebilmesi.. 90 Temmuzunu nicelik olarak aşan, geçmişi bir üst noktaya sıçratan çeşitlilikte eylemlerin hayata geçirilmesi. Kamu emekçilerinin mücadelesini somut talepler etrafında işçi sınıfının talepleriyle birleştirerek; tüm çalışanların genel grev ve direnişinin örgütlenmesidir.
Eylemler:
12 Haziran akşamı, Eğit-Sen, Tüm-Bel-Sen, Tüm Sağlık-Sen, Tarım-Sen sendikalarının üyeleriyle diğer işkollarındaki kamu çalışanlarından yaklaşık 700 kişi oturma eylemi yaparak, okudukları basın açıklamasında, sendikalara yönelik baskıları ve reva gördüğü sefalet ücretini protesto ettiler. Yine değişik iş kollarına bağlı 100 kamu çalışanı bir protesto gösterisi yaptı.
Bunlar dışında Adana ve İzmir’de kamu çalışanları ortak eylemler yaparken, sağlık ve eğitim işkolundaki memurlar, hastane bahçesinde yürüyüş, semtlerde bordro yakma gibi çeşitli eylemler yaptılar. Eylemlerde, belediye, eğitim ve sağlık çalışanları özellikle öne çıkarken, eylem biçimleri, zaman zaman polisin saldırı ve engellemelerine rağmen gösterilere dönüştü.
“Devlet Terörü” kavramı üzerine
Devlet, işçi ve emekçilerin, kendileriyle ilişkilerinin niteliğinin bilincinde olsun ya da olmasınlar, özellikle sınıf mücadelesinin görece şiddetlendiği dönemlerde artan ölçüde, gündelik yaşamlarında ilişkide bulundukları ve karşı karşıya geldikleri; ortaya çıkışı, işlevi, biçimleri, gelişmesi ve tarihin gündeminden çıkışı üzerine tezler ve teoriler geliştirilen, herhangi felsefi ideolojik ve siyasal akımın hakkında görüşler ileri sürüp bir diğeriyle tartışmalara girmemezlik edemediği, kuramsal olduğu kadar toplumsal eyleme bağlı olarak son derece pratik öneme de sahip; ama o ölçüde de kavrayışsızlık, yanlış ve oportünizme kaynaklık eden ve konu olan bir olgu. Ortaya çıkan her “yeni” saplan akımın, en azından belirli bir yönünü çarpıttığı devlet olgusu, bir yönüyle çarpıtılmaya en az elverişli, diğer bir yönüyle ise en elverişli bir alan oluşturuyor. Aynı şekilde, kendisine ilişkin yanlış yapmanın hem çok zor hem de çok kolay olduğu bir alan.
Çarpıtmanın ve yanlış yapmanın zorluğu, Marks ve Engels’ten başlayarak, Marksizm’in tüm klasiklerinin devlet konusunu enine boyuna ve tüm derinliğine ele almış, açıklamış ve neredeyse değinilmedik tek bir yönünü bırakmamış olmalarından geliyor. Maddi toplumsal yaşamla, bir üst yapı kurumu olarak ekonomik temelle bağıntısı; uzlaşmaz karşıtlıkların ürünü olarak doğuşu, “ekonomik bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devleti” olma Özelliği; sürekli ordu, polis ve bürokrasiye, “özel silahlı adam birlikleri” ve onların mahkemeler, hapishaneler gibi eklentilerine dayanan “özel bir baskı gücü”, bir “şiddet aleti” işlevine sahip oluşu; proleter devrime gelinceye dek her devrim ve siyasal savaş sonucunda bu “özel baskı gücü”nün, militarist bürokratik aygıtın sağlamlaştırılıp yetkinleştirilmesinin hele proletarya karşısında “galipler”in vazgeçemedikleri bir uğraş oluşturması; söz konusu aygıt kırılıp parçalanmadan proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenemeyeceği ve proletaryanın burjuvazinin direnişini kırmak, geri dönüş çabalarım engellemek ve komünizm yolunda ilerleyebilmek için kendi devlet aygıtına ihtiyacı olduğu, proletarya diktatörlüğünün kelimenin gerçek anlamıyla bir devlet değil sönmeye giden bir devlet olduğu ve bu “sönme”nin maddi koşulları vb. vb. üzerine Marksizm’in klasiklerinde ele alınıp çözümlenmemiş sorun yoktur.
Ancak yine de sapkın akımların ilk ağızda ve öncelikle saldırıp çarpıtmaya ve bozmaya çalıştığı, Marksizm’in devlet üzerine öğreti olmuştur. Devlete ilişkin sorun, iktidar sorunu, devrim ve devrimci oluşun temel sorunudur çünkü. Kuşkusuz, sapmacı akımların Marksizm’in devlete ilişkin öğretisine saldırısını olduğu gibi, bu alanda yanlışlara düşülmesini kolaylaştırıcı etkenler de az değildir. Bunlardan başlıcası, burjuvazinin ve devletinin kafa karışıklığını hedefleyen, sorunu bulanıklaştırmaya yönelen politika ve propagandasıysa, önemli biri de, sömürücü egemenler tarafından binlerce yıldır yaratılıp geliştirilmiş, egemenlik ilişkileri ve devlete ilişkin, onun “düzenleyici”, “uzlaştırıcı”, sınıfların uzlaşmasına dayanan ve bir “zor örgütü” olmadığını konu alan önyargı ve düşüncelerle beslenen devletin işleviyle ilgili yanılsamalı fikirler ve kavrayış bozukluklarıdır. Dolaysız satın almaya yönelik maddi nedenleri saymıyoruz. Ancak düşünsel alanda, eski sömürücü sınıflar tarafından geliştirilmiş, bugünse burjuvazi tarafından bir dizi “yeni” ayrıntıyla beslenen, devleti olduğundan başka gösteren sömürüye dayanan toplum koşullarından kaynaklanan burjuva fikirlerin oportünizmin olduğu kadar, kavrayış bozukluklarının da temel etkileyici ve kolaylaştırıcısı olduğundan kuşku yoktur. Nesnel neden ise, kapitalist toplumsal koşullardır.
Son günlerde, çıkarılan “terör yasası” ile ilgili olarak hemen herkesin kullandığı “devlet terörü” kavramı, devlete ilişkin bu kavrayış bozukluğunun örneklerinden biridir.
Oportünistler tarafından bilinçli bir çarpıtmanın unsuru olarak kullanılırken, genel olarak devrimciler tarafından da, anlamı üzerine düşünülmeden genel bir geçerlilikle benimsenmiştir.
“Devlet terörü” ne demektir? Bununla devlet tarafından uygulanan terörün kastedildiği açıktır. Ancak kasıt bir yana, bu kavramın, öze ilişkin bir kavrayış bozukluğunu ifade ettiği gibi, işçileri devlet konusunda kafa karışıklığına yönelttiği ve devletin temel işlevini muğlâklaştırıp gizlenmesine hizmet ettiği belirtilmelidir.
Devrimcilerin ve hele Marksist olduğunu söyleyenlerin devletin bir zor ve terör örgütü olduğundan kuşkusu olmaması gerektir. Hele faşist diktatörlüğün açıkça teröre dayanan bir yönetim sistemi olduğu üzerine herkes yazıp çizmiştir. Ama yine de “devlet terörü”nden söz edilebilmektedir. “Devlete terörü” kavramı, belirgin bir şekilde, “terörist” devletin yanı sıra “terörist olmayan” devletin varlığını, terör uygulayan devlet gibi terör uygulamayan devlet de olabileceğini varsaymaktadır. Zaten devlet dendiğinde dolaysız olarak terörün akla gelmesi gerekirken, devlet bir terör ve zor makinasıyken, “devlet terörü” kavramı, belirli koşullarda, örneğin belirli yasalar, terörü yasalaştıran yasalar olmadığında, devletin terörle ilişkisiz olacağı yanılmasına yol açıcı niteliktedir. Terör ve zor genel olarak devletin temel işlevidir; “diktatörlük doğrudan doğruya zora dayanan, hiçbir kanunun sınırlamadığı bir yönetimdir” (Lenin). Şiddete başvurmayan, terörsüz, işlevi zor ve baskı uygulamak olmayan devlet olamaz. Bu, yalnızca burjuva devlet için değil, sınıf niteliğinden bağımsız olarak tüm devletler için, genel olarak devlet için geçerlidir. Zor, şiddet, terör, devletin özüdür. “Devlet terörü” gibi kavram ve terimlerle bu özü karartmamak gerekir. Terör makinasından terörden başka ne beklenebilir ki? Devlet, kuşkusuz baskı ve terör içindir. “Devlet terörü” kavramında olduğu gibi, her fazlalık bir eksikliği doldurur ya da bir eksikliğe yol açar: burada da “terörsüz devlet” yanlışına yol açmaktadır.
Örnek bir devrim ve komünizm militanı: İmran Aydın
Şubat sonu ile Mart başı. Ankara’da polis operasyonu var. Operasyon Türkiye Devrimci Komünist Partisi’ne yönelik. Çatışmalar ve yakalanmalar oluyor. Şentepe’de silahlı bir çatışma. Ertesi günkü Türkiye gazetesi çeşitli isimler yayınlıyor. İmran Aydın’ın adı burada “TDKP silahşoru” olarak geçiyor. Etlik’te bir silahlı çatışma. Bu çatışmaya katılanlardan ve kaçanlardan olduğu söyleniyor. Ve İmran Ulus-İsmetpaşa’da bir randevuda yanında bir arkadaşıyla birlikte yakalanıyor. Polis kendisini “Kıvırcık” olarak biliyor ve büyük olasılıkla yakalandığında polis tarafından İmran olarak tanınmıyor. Yakalanma tarihi 27 Şubat. Adının “Hasan Taş” olduğunu söylüyor. Başkaca herhangi bir bilgi vermiyor. 1 Mart cuma günü, İmran’ın 5 ay öncesine kadar ailesiyle birlikte oturduğu eve bir grup polis geliyor. Akşam saat 21’de kardeşi İmdat’ı alıp 1. Şube’ye götürüyorlar. İmdat bundan 3,5 ay önce bir kez daha şubeye alınmış. 12 Kasım 90’da. Bu, İmran’ın polis tarafından adının öğrenilip aranmaya başlandığı tarih. Kardeşine İmran’ı soruyorlar bu ilk seferde, bilmiyor, 1 hafta sonra bırakıyorlar. 1 Mart’ta da aynı polisler -aralarında 1. Şube’den polis Turan da var- götürüyor İmdat’ı şubeye. İmran’ı önce uzaktan sonra da yakından gösterip teşhis ettiriyorlar İmdat’a: “kardeşim” diyor. İmran’sa reddediyor ve “hayır, ben ‘Hasan Taş’ım” diye diretiyor.
Aynı operasyonla gözaltına, yani işkenceye alınanlar, İmran’ın gözaltında işkencede olduğundan habersizler. Sürekli slogan sesi duyuyorlar yalnızca. İmran durmamacasına slogan atıyor ve tek kelime konuşmuyor, “ben, Hasan Taş”tan başka. Sonra sloganlar aniden kesiliyor ve gözaltındakiler bir olağanüstülük seziyorlar. Polisler telaşlı bir hareketlilik içinde. Bir koşuşturmaca yaşanıyor. İmran öldürülmüştür. Kılıf aranmaktadır.
İmdat’ı şubeye götüren aynı polis grubu ertesi gün, 2 Mart saat 16:00’da tekrar eve gelip O’nu alıyor ve bu kez Karşıyaka mezarlığı morguna götürüyorlar. 19 saat içinde iki teşhis. İkincisinde kardeşi İmran’ın çıplak ve cansız bedenini teşhis ediyor. İmdat, avukat Şerif Felekoğlu’nu buluyor, Adliye’ye gidiyor ve davacı oluyorlar.
Henüz otopsi raporu hazırlanmadan savcıya gidiyor avukat Felekoğlu. Savcı “yasaya aykırı” bir yön varsa üzerine gideceğine “söz veriyor”. Rapor, Prof. Mustafa Tunalı ve iki uzmandan oluşan bir heyet tarafından düzenleniyor. Raporda ölüm nedeni pankreas kanaması olarak gösteriliyor. Pankreas çok yorulma sonucu büyürmüş. Şokla kanarmış. Kanama, düşme ya da çarpma sonucu da olabilirmiş.
Avukat rapora itiraz ediyor. Ek rapor istiyor: pankreasın “vurma” sonucu da kanayabileceğine dair. Heyetse işkence hanede vurma olamayacağından “emin”! İtiraz reddediliyor. Gerekçe, İmran’ın cansız bedeninde herhangi bir darp izi ya da morluğa rastlanmaması: Fotoğraflarda da darp izi ve morluk görünmüyor. Militarist bürokratik aygıtın kurumları ve yetkilileri dayanışma ve işbirliği halinde, birbirlerinin açığını kapatıyorlar. Çeşitli kurumların varlık nedeni bu değil mi? Cezalandırmak, öldürmek, kılıflar hazırlamak, aldatmak, yasallık kazandırmak… Pek bol olan cellâtlar öldürüyor, hukukçular bunu yasallaştırıyor, bilirkişiler gerekçe yaratıyor, imamlar yatıştırıyor. Sanki işkence hanelerde sadece falaka kullanılıyor, sanki iz bırakmadan elektrik vermek olanaklı değil ve sanki kum torbasıyla dövülen insanlar hiç iz bırakılmadan öldürülemiyor… Rapora bir kez daha itiraz ediliyor. Yanıt yine ret.
Polis rapora sığınıyor: “yer göstermeye götürdük, kaçtı, çok koştu, yorulmuş olmalı, düştü ve öldü” diyor. Hep böyle oluyor! Pek ikna edici! İmran yer gösterme bir yana adını bile söylemiyor oysa…
DAL, Ankara 1. Şube’de Birtan Altunbaş’tan sonra İmran’ı da böyle katlediyor. Sonra da nişanlısından psikolojik baskı ve elektrikle “İmran’ın sağlığı kötüydü, rahatsızdı” ifadesini almaya çalışıyor.
İmran Erzurumlu. Deniz gibi. 63 doğumlu. Bir kız üç erkek kardeşler. Babası sağ değil. Annesi Nuriye ve İmdat 1968-69’da Ankara’ya geldiklerini, İmran’ın ilkokulu bitirdikten sonra Siteler’de çalışmaya başladığını anlatıyorlar. “Çok saygılı, terbiyeliydi, pek gezmez, dolaşmazdı” diyorlar. Aile evine nişanlısı dâhil hiç kimseyi götürmemiş. Son 5 aydır ayrı bir eve çıkmış. “İçine kapalı, sır bir insandı, fazla konuşkan değildi” diyorlar. Bu İmran’ın genel bir özelliği. Fazla konuşmayı sevmiyor. Ama eylem adamı. Az ve öz konuşuyor, gerekmediği yerde hiç konuşmuyor, ama iş yapıyor.
Ailesi ve mahalle arkadaşları devrimci faaliyetlerinden habersiz.
Yeraltı faaliyeti yürüttüğünü tahmin bile edememişler, İmran caka satanlardan, ağzında bakla ıslanmayanlardan değil. Tam bir yeraltı militanı. Tarih yaparken kendi reklâmını yapmayanlardan. Tarihin ancak böyle yapılabileceğini bilenlerden. Ailesi onu yalnızca ara sıra dergimizi okurken görüyor.
İmran mobilyacılıkta çok becerili. Tüm işverenleri peşinden koştururmuş. Hem iyi iş çıkarırmış hem de çok disiplinli çalışırmış. Sabah 07:30’da işe gelir paydos saatine kadar 9,5 saat çalışırmış, işyeri ve çevresinde de yeraltı faaliyeti içinde olduğu bilinmiyor. İlerici biri olarak tanınıyor. Oysa partinin Ankara il yöneticisi ve Siteler’de örgüt kuruyor. Üstelik aydın kökenli devrimcileri de yönetiyor. Onları ikna etmeyi ve yönetmeyi başarıyor. Teorik ve siyasal düzey ve kavrayışı yüksek olmalı. Demek ki okumaya vakit bulabiliyor. Uzun işgünü ve yeraltı yaşamının koşuşturmacası yanında okuyup kendini eğitmeyi başaranlardan O.
Arandığını öğrendiğinde, çalıştığı Emek San’dan 90 Kasım’ının 5’inde “nişanlanma izni” alıyor. Sonra tümüyle yeraltı.
Bu, İmran’ın 2. göz altısı. İlki 12 Eylül öncesinde. Çalıştığı işyerindeki direniş nedeniyle çok sayıda çırakla birlikte alınıp 40 gün yatıyor. Sonra, karanlık Eylül yıllarında çok kişinin yaptığı gibi istirahata çekilmiyor, beklemiyor ya da devrimden uzaklaşmıyor İmran. Partisini yeniden bulduğunda, yanında çok sayıda genç komünisti de birlikte getiriyor. Devrimciliği durmamacasına İmran’ın. Komünistliği tartışılmaz. Disiplinli ve ama olgun ve hoşgörülü. Kararlı mı kararlı. Yolundan yürüyecekler için her yönüyle bir örnek İMRAN.
Bir infaz daha:
GençKomünist MurtazaKaya Katledildi
Murtaza KAYA ve arkadaşları, Küçükçekmece’de TDKP’nin Erdemir Direnişi ve işten atılmalarla ilgili bildirisinin dağıtımından dönüyorlar. Bildiri dağıtıldığı polise ihbar edilmiş olmalı. Ankara plakalı sivil bir ekip otosu arkalarından hızla yaklaşıyor. Arabadan elinde silahıyla bir sivil polis iniyor ve arkada bulunan Murtaza Kaya’ya “Ulaş oğlum” diye sesleniyor. Arkadaşları durumu fark edip koşmaya çalışırken, Murtaza bir an arkasına bakıyor. Aynı anda polisin silahından çıkan kurşun Martaza’nın başına isabet ediyor.
7 Haziran cuma günü saat 23:00 sıralarında gerçekleşen bu olaydan sonra Murtaza Çapa Tıp Fakültesi hastanesine getiriliyor. Doktorlara göre, yapacak bir şey yoktur. Kurşun, ensesinden girmiş, beyni parçalayarak alından çıkmıştır. Ama Murtaza’nın yüreği direnmeye devam ediyor. 4 gün boyunca bu yürek tüm doktorları şaşırtırcasına atıyor. Murtaza’nın yüreği, yaşama isteğine salı günü saat 10:00’da son veriyor.
Pazartesi günü Murtaza Kaya’nın vurulduğu İstanbul Üniversitesinde duyulduğu zaman bütün arkadaşlarında polise ve diktatörlüğe karşı nefret daha da bileniyor.
Saat 12:20 sıralarında Murtaza Kaya’nın vurulmasını protesto etmek için öğrencisi olduğu Edebiyat Fakültesi kantininde Türkiye Genç Komünistler Birliği’nin düzenlediği tüm devrimci demokratların katıldığı bir forum düzenlendi. Forumda konuşan tüm devrimcilerce “Anti Terör Yasası”yla artık insanların yargılanmadan sokaklarda katledildiği, devrimcilere ve halka karşı yeni bir saldın dalgasının başlatıldığı vurgulandı. Forum sonrasında harekete geçen kitle, polisi okuldan atmak için fakülte girişinde bulunan karakola karşı saldırıya geçti. Saldırı karşısında bir anda şaşkına dönen polisler, yağan taşlar arasında caddenin karşısında bekleyen çevik kuvvet otobüslerine doğru kaçtılar. Aynı anda caddeye inen Murtaza’nın yoldaşları ve arkadaşları, çevik kuvveti taş yağmuruna tuttular. Polislerin silahlarını çekerek sürekli ateş etmesine rağmen, molotof kokteylleri otobüsün içine atıldı. Otobüs yanmaya başladı.
Otobüsün yanmasıyla birlikte çılgına dönen polis, Edebiyat Fakültesine girerek içerde bulunan tüm öğrencilere saldırdı. Silahla ateş etmeler fakülte içerisinde de devam etti. Önüne gelene saldıran polis, yaklaşık 25 kişiyi de gözaltına aldı. Bu öğrencilerden 4’ü otobüs yaktıkları gerekçesiyle DGM tarafından tutuklandı.
Murtaza Kaya’nın vurulmasına tepkiler sürdü. HEP İstanbul İI binasında arkadaşları tarafından aynı gün bir basın toplantısı düzenlendi. Burada konuşan arkadaşları, Murtaza Kaya’nın bildiri dağıtımı sonrası sokakta yürürken, hiçbir uyarı yapılmadan vurulduğunu, ateşin Ankara plakalı sivil bir ekip otosundan yaklaşık 6-7 metre mesafeden edildiğini söylediler. Daha sonra düzenlenen otopsi raporu da arkadaşlarının söylediklerini doğruluyor. Raporda, ölümün yakın mesafeden edilen ateş sonucu ensesinden girip beyni parçalayan mermi çekirdeği neticesi gerçekleştiği belirtiliyor.
Tepkiler devam ediyor. Salı günü İHD İstanbul şubesinde Murtaza Kaya’nın kardeşleri Tevfik ve Eşref Kaya’nın da katıldığı bir basın toplantısı daha düzenlendi. Basın toplantısında mücadele arkadaşları, İnsan Haklan Savunucusu Avukatlar, İHD İstanbul şube Başkanı Ercan Kanar Murtaza Kaya’nın öldürülmesinde de görüldüğü gibi, polisin infaz kurumu rolünü oynadığı ve Türkiye’de yaşama hürriyetinin kalmadığını belirttiler.
Bir gün sonra ise İstanbul Üniversitesi girişinde bulunan kapı karakoluna saldıran bir grup yurtsever genç “Terör Yasası”nı ve Murtaza Kaya’nın vurulmasını protesto etmek için karakolu molotof kokteylleriyle yaktılar. Bunun ardından üniversiteye giren polis 10 öğrenciyi gözaltına aldı.
Murtaza Kaya’nın cenazesi, Cerrahpaşa’da bulunan Adli Tıp’tan alındıktan sonra, Topkapı otogarından memleketi olan Kars’a gönderildi. Polis, cenazeye katılımı engellemek için sokakları tutarak 35 kişiyi gözaltına aldı. Topkapı otogarında da yoğun önlemler alan yüzlerce polis ve üç panzer garın giriş ve çıkışlarını tutarak sürekli kimlik kontrolü yaptı. Burada da gözaltına alınanlar oldu. Gözaltına alınanlardan 13’ü DGM tarafından Cerrahpaşa’da korsan gösteri düzenledikleri, otobüs yakma eylemine katıldıkları gibi uydurma gerekçelerle tutuklandı.
Cenaze ile birlikte Kars’a giden Murtaza’nın 6 arkadaşı burada gözaltına alınarak cenaze kaldırılınca-ya kadar serbest bırakılmadı. “Terör Yasası” daha kaç cana mal olacak?
Bayrampaşa Cezaevinden:
Faşist diktatörlük katliamlarla, baskılarla, göz altılarla, işkencelerle yükselen ve gelişen mücadeleyi bastırmak için elinden gelen her türlü oyunları oynamaya devam ediyor. Daha Hasanpaşa’da öldürülen iki devrimcinin kanı kurumadan bu sefer de Küçükçekmece’de İÜ Edebiyat Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisi Murtaza Kaya’yı tek kurşunla (6 m’den) kafasından vurarak katletti. Bu olaya gençlik sessiz kalamazdı. Çünkü, aynı senaryo bir başka şekilde, bir başka günde kendisi için de oynanırdı.
İstanbul Üniversitesi öğrencileri, yaptıkları forumun ardından üniversitede bulunan polis kulübelerini taşlayarak bir polis otobüsünü yaktılar.
Murtaza’nın cenazesinin Adli Tıp Morgundan alınacağı sırada polis, orada dolaşan gençleri toplamaya başlamıştı.
Şubeye götürülürken, sürekli küfürler edilerek, dövüldük. Polisin saldırısını ve gözaltına almasını protesto için açlık grevine başladık. Birçok arkadaşımız işkenceden geçirilerek, askı, tazyikli su, falaka, elektrik verilerek, zorla bir şeyler kabul ettirilmeye çalışıldı. Sonunda bunu başaramayan eli kanlı katiller, tüm basını, TRT’yi, Star-1’i çağırarak, polis otosunu yakanları yakaladıklarını iddia ettiler. Sandalyeleri kırarak demirlerini sopa yapıyor, daha önce dağıtılmış 1 Mayıs bildirilerini önümüze koyarak örgütsel dokümanla yakalandığımızı iddia ediyorlardı.
Bizler, tüm bu olayları keyfi gözaltı ve tutuklamaları protesto ediyor ve tüm emekçileri devlet terörü yasasına hayır demeye çağırıyoruz.
-Devrim yolunda şehit düşenlere şan olsun!
– Murtaza Kaya ölümsüzdür.
Bayrampaşa Cezaevinden kavga arkadaşları
Süreyya KARADUMAN
2.3.1965 – 14.6.1991 Her şeyin bir sonu vardı bilirdik. Ama böyle bir son asla beklemezdik. Yoldaşımızı bir trafik kazası sonucu kaybettik. Bilincimizde, yüreğimizde yaşatacağız.
Ailesi ve Mücadele Arkadaşları
Susurluk’ta Tiyatro
M. AKIN
Güney Marmara’nın şirin bir ilçesinde 20 yıl sonra tiyatronun yeniden dirilişi. Evet, ‘70’li yıllarda ilçemizde tiyatro adına bir şeyler yapılıyordu. Daha sonraki yıllarda toplumun ve özellikle gençliğin hızla politikleştiği, ‘80’li yıllara varan bir zaman diliminde kültür ve sanatın bir yana bırakıldığı, önemsenmediği ve hatta küçümsendiği bu yıllardan sonra, gelen ‘80 Eylül’ü, kültür ve sanat etkinliklerini adeta unutturdu. Ülkemizde görülen bu durum, aynen ilçemizde de yaşandı.
Ancak büyük bir baskı altına alınan; bireycilikle, ekonomik çıkarcılıkla, yıllardır işlenmeye-yıkanmaya çalışılan beyinler, en küçük bir fırsatta, az da olsa, uygun şartlarını bulduğu bir ortamda su yüzüne çıkıveriyor. Baharda açan çiçekler gibi, yürekleri çiçeklendiriyor.
İnsan denen varlığın, hiç de söylendiği gibi, doğasında bireyciliğin, bencilliğin olmadığı, gerçekte insan yönelim ve tutumlarının yetenek ve olanaklarının toplumsallaştırılmış koşullarda çok daha gelişkin biçimde ortaya çıkabileceği, toplumsallığın, yardımlaşmanın, ortak bir ürün ortaya çıkarmanın insana özgü olduğu kesindir. Etkinliklerimiz bunu gösteriyor.
Yurtsever, devrimci, demokrat insanların bir yıla yakın bir ön çalışmasından sonra, ‘90 baharında Belediye bünyesinde bir Kültür Evi açıldı.
Kültür Evi çatısı altında ilk olarak Haldun Taner’in “Günün Adamı” adlı oyunu hazırlandı. Altısı lise öğrencisi 16 kişilik kadrosuyla uzun yıllardan sonra, 5 Eylül Ayran Şenliklerinde halkın karşısına amatör yerel bir tiyatro olarak çıkan Kültür Evi Tiyatro Oyuncuları, seyircinin büyük bir beğeni ve takdirini kazandı. İlk sergiledikleri bu oyundan güç alan Kültür Evi Oyuncuları, kış boyunca iki yeni oyun hazırladı. Önce Melih Cevdet Anday’ın üç kişilik “İçerdekiler” adlı oyunu sergilendi. Bu oyunun ardından 15 kişilik kadrosuyla Cevat Fehmi Başkut’un “Buzlar Çözülmeden” adlı oyunu 8 Haziran’da Belediye Sinema salonunda oynandı. Bu oyunlarıyla ilçe halkının tiyatroya olan ilgisi, sevgisi ve destekleri daha da arttı. İki saat boyunca çıt çıkmadan oyunu izleyen bir seyirciye sahip olunması, Kültür Evi Tiyatro Oyuncularının en büyük desteği oldu.
Belediye’nin de desteği ile oyun ilçe sınırlarını aştı. 15 Haziran’da ilçemizin Göbel beldesinde oynandı. Anadolu’nun bir çok yerinde olduğu gibi, burada da tiyatro, gerçek anlamı dışında anlaşıldığı için, oyun, 700-800 kişilik bir düğün kalabalığı içinde başladı. Ancak oyunun 3. perdesinden sonra, 200 kişilik bir tiyatro seyircisi karşısında oyun sona erdirildi. Oyunun burada sergilenmesi, hem oradaki halka tiyatronun ne olduğunu gösterilmesi hem de Kültür Evi Tiyatro Oyuncuları açısından böyle bir ortamda oyun oynanması çok şeyler kazandırdı.
Gelen istek üzerine Kültür Evi Tiyatro Oyuncuları aynı oyunu, Balıkesir’in 2250 nüfuslu bir başka ilçesi olan Balya’da 21 Haziran günü oynadı. 120 dolayında, oyunu ilgi ile izleyen iyi bir tiyatro seyircisi karşısında oynanan oyun, hem yöre insanlarına tiyatro adına çok şeyler verdi hem de Kültür Evi Oyuncularına tecrübe ve güven kazandırdı. Yinelenen bu oyunlar, eksikliklerin, zaafların görülmesine yardımcı oldu.
Kültür Evi Tiyatro Oyuncuları, 30 Haziran’da aynı oyunu Balıkesir’in Manyas ilçesinde oynayacaktır. Son günlerde yapılan görüşmelerde Burhaniye ilçesinde bir öğretmen sendikası olan Eğit Sen ile işbirliği yapılarak bu ilçede oynanması için çalışılmaktadır.
Kültür Evi Tiyatro Oyuncuları, 3. Ayran Şenliği Tiyatro Günleri için şimdiden 2-3 oyunun ön hazırlıklarına başlamış bulunmaktadır. Yine Temmuz ve Ağustos aylarında oyuncularına tiyatronun temel eğitimini verebilmek için bir tiyatro temel eğitim kursu çalışmaları yapılmaktadır. Kültür Evi Tiyatro Oyuncularının amacı, belirli sayıda yetenekli oyuncuların bir araya gelip sadece sanat yönünden iyi bir tiyatro yapması değildir. Kültür Evi Tiyatro Oyuncularının amacı, uzun vadede halkın içinden gelen ama az ama çok yeteneği olan ve fakat gerçek anlamda tiyatroyu seven, ona gönül veren yüzlerle ifade edilebilecek bir tiyatro ordusuna sahip olmak, halkla iç içe bütünleşerek oyunlar sergilemektir.
Amatör Tiyatrolar Çevresi Norveç’te
Amatör Tiyatrolar Çevresi | Uluslararası Amatör Tiyatrolar, Birliği’nin (LATA) çağrısı üzerine Norveç’in Halden kentinde düzenlenecek 20. Uluslararası Amatör Tiyatrolar Kongresi’ne katılma kararı aldı.
Kongre’ye katılacak olan Amatör Tiyatrolar Çevresi temsilcisi ülkemizdeki Amatör Tiyatro Hareketini tanıtan ve sorunlarını dile getiren bir rapor sunmayı planlıyor.
Uluslararası Amatör Tiyatrolar Birliği’nin 20. Kongresi tiyatro gösterileri ve work shop’larla birlikte bütün çalışmaları 29 Haziran – 6 Temmuz tarihleri arasında gerçekleşecek.
BİR BARBARLIK YASASI
Sait EFE
Birtan Altunbaş. Öğrenci. 1 Mayıs nedeniyle göz altına alınıyor. Gerisi mi? Biliniyor!…
İmran Aydın. İşçi. O da Ankara’da gözaltına almıyor ve Birtan’ın geçtiği yollardan geçiriliyor. Bir farkla yalnızca. Birtan gibi karanlık bir odada öldürülmüyor. Elleri arkadan bağlı, bir sürü polisin arasından , “kaçarken düştüğü çukurda” öldüğü ilan ediliyor. Emniyette her şeyin olduğu gibi öldürmenin de bin yolu var! Emniyetin karanlık odasında iki ölü! Karanlık oda bile almıyor. Gün ışığına çıkarıyorlar İmran’ın ölüsünü. Bu öldürmelerin temelinde güçlülük değil korku var. Bu korku itiyor cellâtları, kargaların bile inanmayacağı yalanlara itiyor onları.
Ali Rıza Ağdoğan Almanya’dan gelmiş. Nişanlısıyla geziyor ülkesinde. Yavaş ol Ağdoğan. Gördüğün bu yerler, geldiğin o yerlere benzemez. Ekonomisi az düşük, adaleti biraz gevşek ama tarihi çok serttir buraların. Güvenlik güçleri de güçlü. Güçlü ve cambaz emniyetin dördüncü kat kapalı penceresinden, soğuk beton üzerine atlatırlar adamı. Ama ölü, ama diri. İntihar etti uydurmasına sığınmak için diri niyetine, yeminli kurşun bile sıkarlar adamın ölüsüne. Bir dağ yamacına götürüp kaçtı süsü vererek. Derin millet sevgisi adına! Öğretmen Sıddık Bilgin’ de olduğu gibi. Elleri, ayakları bağlı biri nasıl kaçar bilmem ki? Kaçmamış uçmuştur mutlaka Sıddık öğretmen. Ve bizim gözü kova avcılarımız havada vurmuşlardır onu. Kaçmanın cezası olarak da, ellerinin, ayaklarının bağını bile çözmeden, işgal altındaki okulun (köylüler yaklaşamıyor) avlusunda kazılan bir çukura tos toparlak atmışlar. Dini vecibeleri sonradan yerine getirilmek üzere, İslâm ülkesiyiz ya! Elhamdülillah Rabbi lalemin ve Selamünalel Mürselin.
Son kurbanımız Murtaza Kaya. Edebiyat fakültesi öğrencisi. Kadırga Öğrenci Yurdunda kalıyor. Küçükçekmece’de yakınlarını görmeye gitmiş o gece. O gitmemiş ecel çağırmış aslında. 06-131 plakalı sarı bir otonun içinde oturarak asıl suçlu Ulaş adında birine benzemesi Murtaza’nın. Diğer suçluların yanında. Diğer suçlar mı? Ohoo! Türkiye’de suçtan bol ne var? Öğrenci olmak, insan olmak, hele hele de ilerici, aydın düşünce taşımak yeter de artar bile. Ülkemizde adamın öldürülmesine. Ulaş’a takmışlar polisler. Gel bizimle çalış. Güç bizde çünkü. Yoksa yeriz başım. Kimsenin kılı bile kıpırdamaz. Tapu gibi yasamız var elimizde. 12 Eylül döneminde aldığımız güç de ayrı. Ulaş kabullenmiyor, istenen insanlığı çünkü. Onuru. İhanete çağırıyorlar. Kendine, arkadaşlarına ve insanlığa. Yoluna pusu kuruluyor Ulaş’ın. Sonuç, Murtaza gidiyor kadasına. Bunlar bilenenler. Bilinmeyenler ya!.. K..tan’da düzineden düşük oldu mu, ne basın yazıyor, ne de biz duyuyoruz.
Ya Hatice ile İsmail. Her şey o kadar açık ki Himen bile bu denli güçlü değildi. Yakala, yargıla ve öldür. Bilgisayar hızı ile. Sonra da kalk, çatışmada vuruldu de. Haklı koskocaman (!) devlet, üç-beş çapulcuyla mı uğraşacak? Mahkemede slogan atacak, cezaevinde açlık grevine yatacak… Ohooo! Uzun iş be. Kim uğraşacak bunlarla al eline terörle mücadele yasasını. Baştan bitir işini. Hiç ağınmadan başım. Tıpkı, ilkel kabilede barbar başı gibi. Bir insanın ya da toplumun hukuktan tasası, insan haklarına utancı olmazsa ne olur? Başlar adam yemeğe ete acıkmış, kanı susamış gibi. 141, 142’ye rahmet okuttular. Mezarını genişletip kemiğini rahatlattılar Musollini’nin. Onun yasasından olana karşı yasa çıkararak. Terörle mücadele yasasını.
Halk üzerinde korkulu hava estirmek, siyasette bulanıklık yaratmaktır terör. Yeni yasayla yapılmak istenen de ne ki bundan başka? Korkunun en koyusu, bulanıklığın, baskının en büyüğü var bu yasada, ölümün de. Amaç geniş halk kitlelerini susturmak. Haklı ve insancıl isteklerini bastırmak onların.
Topluma bakalım. Fokur fokur kaynıyor her yer. Kazan da su gibi. İnsanca yaşam ücreti istiyor işçiler, memurlar da. Artı sendika. Üretici, emeğinin karşılığını. Esnaf kepengini kapatmamalı. Öğrenci, özgür eğitim. Patronlar da… yedi memeli, 14 başlı 48 dişli dev gibi daha çok et daim çok kan. Hani dar günde, zor günde beş vakit üç öğün de, kaderde kimi oruçta, ülküde inançta birdik, büyük Türk milleti olarak. Bu korku, bu kargaşa neye? Ekonomide az dumanlı bir hava esti diye. Bu kapı dı-şan atmalar neden işçileri? Açlığa ölüme iterek onları. Dar günde darlığı, zor günde zorluğu, ay batması, güneş tutulmasında karanlığı birlikte yaşıyorduk hani. Bayramlarda ekranlarda dediğiniz gibi.
Sınıf çıkarları gereği yüzlerinin öbür yanı, dillerinin altı ile bunları söylüyorlar, patronlar ve onların uşak sözcüleri. Hatta maşaları devlet yetkilileri. Beni asıl üzen, korkutan şey, sendikaların buna kayıtsızlığı. Toplu sözleşme olayı ile bilet kuyruğunu birbirine karıştırmaları. Alan gidiyor. Ardına bile bakmadan. Hak alma mücadelesinde birlik olmalılar işçiler. Bugün ben yarın sen. Karşı hep aynı ama patronlar ve devleti onların. Hele fabrikaların güz dönemini yaşadığı, patır patır işçilerin döküldüğü bu günlerde… Bize dokunmayan yılanın komşuda beslendiğini unutmayalım.
Birtan, İmran, Ali Rıza, Murtaza’yı öldüren yasaların özü emeğe, ekmeğe yönelik aslında. Bir dönem önce kitaplara yönelikti bu tür yasalar. Toplayıp yakıyorlardı, içlerinde düşünce taşıdıkları için. Şimdi insanlara. Bir bir öldürüyorlar. Emeğe de. Kapı dışarı ediyorlar. Ölmeyecek kadar ücrete razı olmayanları. Teröristlikle suçlayarak üstelik. Asıl teröristler insan soyuna avlanma serbestliği getiren bu yasayı hazırlayan beyinler, yazan eller, kalkan parmaklar, imzalayan kalemlerdir.
PERDECİ – Mehmet Esatoğlu
Haziranda ekmek zor…
İstanbul 194 tabelasını görünce, başını yeniden koltuğa yasladı perdeci. “İki saat daha var” duygusuyla gözlerini yumdu. Sertçe bir frenle araladı. Durumu anladı, uyuklamayı sürdürmeye koyuldu. Otobüs öndeki kamyonları neden bir anda geçmiyorum duygusuna kapılmıştı. Bu tip denemelerin kavşaklarda yapılması “fani dünya” kavramını güçlendiriyor tezine bilmem siz de katılıyor musunuz?
Otobüs yeni sarsıntılar, frenler, sollama -kalabalığın hayatıyla oynama- denemeleriyle yol alırken arka koltukta yeni Başbakan Mesut Bey muhabbeti “Eee, adam ne de olsa Karadenizli” sözcükleriyle yeniden patlak verdi.
Perdeci, içinden “eyvah” çekerek uyuma hakkına daha sıkı sarılmaya çalıştı. Arkada konuşulanları her ne kadar duymamaya çalışsa da, Kongrede hızını alamamış adam bastıra bastıra “yeni hükümet beyin takımı” dedikçe kulaklarında kedisine ciğer almak için uğradığı ciğercinin “akciğer yok, istersen takım halinde vereyim” sözleri yankılanıyordu.
“Off… Ne zaman beyefendilerin işlerini yürütmek üzere bir gözlüklü geçse başa, başlar yardakçılar aynı teraneye. ‘Beyin takımı… Beyin takımı.’ Sanki gözlüksüzler beyinsiz.”
Bir parmak uzandı öne doğru:
Üretemeyeceksiniz artık
Adamlarımız hakkında
Ne fıkra ne şaka
Beyin takımı işte karışınızda
Hem de takım halinde
Ey! Geçinememezlikten kıvranıp yollara dökülen işçi kardeşlerim. Heyecanlanmayın. Henüz size bir şey yok. Sendika, sendika diye yollara düşen memur kardeşler sizedir müjdemiz: Mesut beyimizin ilk demecidir.
“Memuru kız verilecek duruma getireceğiz.”
Bin kazık yemiş memurlar korosu:
“Kız olmazsa dul olsun
Aman bordrosu bol olsun”
Perdeci, bin kazık yemiş memur korosundan bir öğretmen eskisine yanaştı. “Affedersiniz, “beyin takımı alır mıydınız?” “Ay., almiiim kalsın. 12 Mart’ta almıştım, mideme oturdu. Bando-mızıka çalınmıştı, hazretler Dünya Bankası denilen emperyalist arpalıktan kalkıp geliyorlar diye.”
“Uzaktan söyledikleri hoş geliyordu. Yakına gelince acı reçetelerini dayadılar burnumuza. Reçeteler zam ve zulüm kokuyordu. Uygulanabilmeleri için askeri çizme gerekliydi. Zamlar mı önce patladı, zindanlar mı önce doldu hatırlayamıyorum geçmiş zaman. Cezaevleri önleri doldu emekçi insanlarla. İşkenceler, Ziverbey Köşkleri, Türün’leri, darağaçları. Bir gün işlerini tamamlayıp kanlı ellerini silip döndüler eski arpalıklarına. ‘Memura kız vermek’ dedin ya, böyle dönemlerde ilk başa geçtiklerinde osuruk yalanlar savururlar. 12 Mart’ta da ‘1992’de Türkiye’de işsizlik kalmayacak’ diyorlardı. Paçavra basın da bu yalanları manşet yapıyordu.”
İzmit’e yaklaşıyorlardı. Yolun sağı ve solu fabrika doluydu. Otobüs sarsılıyordu. Arka koltuktakiler sarsılmadan yakınacak gibi oldular. Perdeci hırsla arkaya döndü:
“Yollar aşınmış efendim, yollar. Aşınmaz deniyordu. Ama aşınmış işte. O kadar kalabalık ve güçlü yürüyorlar ki, karşılarında hiçbir şey duramıyor. Açlık bu.”
Arkadakiler bu öfkeyi anlamakta güçlük çektiler.
Perdecinin gözü yolun solundaki lastik fabrikasına takıldı. I980’li yılların en umutsuz günlerinde düzenlenen eğlence günü geldi aklına. İşçilerle kaçamak bakışlar atarak birbirlerine umut verişlerini anımsadı. Bu kez umutsuzluk aşılmış, yem türküler yayılıyordu fabrikanın bahçesinden:
Boşuna düşmüyoruz yollara Boşuna aşınmıyor asfaltlar Bir ekmek dövüşü aşkına Kapalı cilalı kapılar ardında Uzun ütülü örtülü masalarda Alın terimiz, geleceğimiz Kargacık burgacık imzalarla Hançerleniyor.
Birden düşmüyoruz yollara oturuyorlar, konuşuyorlar Uzatıyorlar uzattıkça Sokuyorlar çıkmazlara Taviz yok
Katlarından, yatlarından
Taviz ver
Ekmeğinden, yarınından
– Ağlamayana meme yok derler ya-
Ağlıyoruz
Ağlatıyoruz
Gözyaşlarımız adımlarımızla at başı
Uzatıyor gibi yapıyorlar memeyi
Susuyoruz -bir an için-
Uzatırken dudaklarımızı
Çekiyorlar memeyi acımasız
Öğreniyoruz her gün
– Biraz daha-
Sütün kaynağına varmayı
Otobüs adım adım ilerliyordu. Önde yol tıkanmıştı. Arkadaki adam tek kaşını hafif çatarak:
“Bu bağırıp çığıran kardeşlerimiz yeni kabineyi duymadılar her hal. Memuru kız verilecek hale getirecek adam işçiye de elbet yapar bir kıyak.”
“Peki ya eski yönetici?”
“Yahu bırakın onu kardaşım. Zaten bütün millet söylediydi, şapşalın tekiydi, o devir bitti.”
“Yediğimiz kazıklar ne olacak”
“Onlar geride kaldı. Bakın bizde bir adet vardır. Yeni gelene süre tanınır. Dur bakalım bu sefer ne olacak?”
Perdeci şoföre:
“Affedersiniz, sizde ‘geçti Borun pazarı1 diye bir kaset var mı?”
Şoför “O kadar umutsuz musunuz?”
Perdeci: “Aksine çok umutluyum. Eskiden kurulan yeni hükümetlerde aldatıcı birkaç isme rastlanırdı. Şimdi o da kalmadı. Eskimiş kanlı-katil şefleri, dümenciler, dolapçılar. Adalet Bakanı adaletsizliğin, Kültür Bakanı kültürsüzlüğün bir anıtı adeta. Hiçbir aldatıcılıktan yok. Onun için rica etsem şu ‘geçti Borun pazarı’ şarkısını çalar mısınız.”
“Ben yeni hükümetin atacağı kazıkları destekleme demeçlerinden çıkarıyorum. Amerikan yönetiminin destek mesajı bile her şeyi açıklamaya yeter.”
(“Baba Bush”, “Arnavutluk’un Amerika gibi olmasını istiyoruz” diye bağıran Arnavut kardeşlerimizin kulakları çınlasın!)
Otobüs giderek hızlandı. Kente yaklaşırken Perdeci yeniden uykuya dalmıştı. Gözlerini açtığında ineceği kavşağı geçmişti otobüs. Telaşla toparlanıp kalktığında muavin “acele etme ilerki kavşakta indiririz” dedi.
Kavşakta indi. Üst geçitten geçerken caddeye baktı, kent henüz uyanmamıştı. Sabahın dördüydü, tek-tük araç geçiyordu.
Gecenin serinliğinde bir an ürperdi. Geçidin öbür ucuna indi, araç beklemeye başladı.
Uzaktan, san tüylü bir sokak köpeği kimi mama duygularıyla Perdeciye yanaştı. Köpeğin kuyruğu ve bakışları mama konusunda ikna edici bir hal alınca, az önce muavinin verdiği çikolatalı bisküvinin jelatini aniden yırtıldı. Kaldırım kenarına oturularak karşılıklı bisküvi yenilmeye başlanıldı.
Bir minibüsün ışıklan görüldü. Minibüs yanaşırken köpek ürktü, hafifçe geriye kaçtı. Arabanın hareketi ile birlikte bir süre peşinden koştu, havladı ve karanlıkta kayboldu.
Aksaray’da sabah beşe doğru Taksim dolmuş durağı. Durakta elinde sefertasıyla bekleyen bir adam. Dolmuşçu -nedense- bangır bangır: “Taksime. Taksime”
Görüntü ilginç, boş bir dolmuş, yanı başında sefertaslı bir adam, yanında perdeci ve bangır bangır bir şoför. Saat handiyse sabahın beşine doğru.
Perdeci ve sefertaslı adam umutlu bir biçimde gelecek diğer üç yolcuyu bekliyorlar.
Camlı arabasında nohut-pilavını tüketmiş bir seyyar satıcı geçti, tüp gaz lambasıyla ışıklar saçarak.
Sefertaslı: “Ne güzel, işini bitirmiş uyumaya gidiyor. Benim önümde koca bir gün var.”
Perdeci: “Nerede çalışıyorsun?”
Sefertaslı: “Lokantada”.
Perdeci, hafifçe güldü. “Bu sefertası ne hesap? Lokantada yemiyor musun?”
Sefertaslı -gülerek-: “O yemek götürmek için değil, getirmek için.”
Perdeci: “Anlayamadım”.
Sefertaslı: “Bak, lokantada çalışıyorum, ama aldığım para ile geçinmemiz imkânsız. Şöyle bir çözüm bulduk. Ben gündüz lokantada gece uyuyuncaya dek acıkmayacak bir biçimde doyuruyorum kendimi. Artan yemeklerden de ikişer-üçer porsiyon sefertasına koyuyorum. Akşam karım getirdiğim yemeklere su, salça ve yağ ekleyerek bütün evi doyuracak miktarda yemek üretiyor, böylece geçinmeye çalışıyoruz.”
Perdeci, “iyi ama yediklerinizin hiçbir besin değeri kalmıyor” diyemedi.
Sefertaslı: “Anlıyorsun değil mi, memlekette açlık-sefalet yok çok şükür.”
Perdeci acı acı güldü, “çok şükür”.
Paçavra basında iktidarca satın alınmış yazarların satırlarım okursunuz. Bizim ülkede açlık-sefalet mi? Yok canım, her evde renkli TV, video, beyaz eşya. Bu açıklama kimi enayileri kandırır, “doğru vallaha”.
Hâlbuki sayıp dökülen bütün eşyalar bir kereye özgü bulunmuş paralarla alınmıştır. İnsanların doyması içinse sürekli akan bir gelire ihtiyaç vardır. Ülkemizdeki ücretlerse tek bir inşam doyurmak için bile yeterli değildir. Ücret fırlayan fiyatlarla küçüldükçe, açlık ağır ağır yayılır kentin varoşlarından göbeğine.
Düzeni korumakla görevli telsizlerden bile “açız” sesleri duyulmaya başlar.
Bir zamanlar hastane koridorlarında sonuçlan kol gezen açlık artık kentin ortasındadır.
Şimdi hal böyleyken, gözlüklü bir adam yerleşmiş yönetim koltuğuna. Arkasındaki para babalan şöyle bir türkü tutturmuşlar:
Size bir Başbakan verdik
Çalkaladınız ülkeyi
Döndürdünüz şapşala
Öfkelerle, nüktelerle
Sıkıştırdınız köşeye.
Aldatıcılığı bittiği gün
Çektik siyasiler mezarlığına
Ağlar durur şimdi oralarda
Bilmez gibi kuralları
Şimdi akıllı gözlüklü birini
Sunuyoruz kullanımınıza
Efendim
Ekmek mi?
Bırakın kalsın o
Başka bahara.
Sabahın ilk poğaçacılarından biri yaklaştı yanlarına. Herhangi bir kıpırtı görmeyince, arabayı kaldırıma çıkarıp birazdan akacak insan selini beklemeye başladı.
Sallanarak yürüyen bir adam çıktı ortaya. Ayağında boyaya bulanmış bir pantolon, üstünde iç-fanilasına dönüşmüş bir tişört.
Şoför, yeni bir müşteriyi görünce son iki müşteri umudu şahlanarak başladı bağırmaya: “Taksim’e. Taksime .
Son gelen bu bağrışa bir anlam veremeyerek çevresine bakındı. Arabaya doğru ilerlerken: “sabaha kadar boyamaktan anam ağladı, beyler, hadi beklemeyelim, kaç paraysa aramızda paylaşalım”.
Perdeci, bir an boş bulunup yanıt beklemeden yürüdü, ön kapıyı açıp oturdu. Son gelen sefertaslıda bir kımıltı görmeyince -yüksek sesle- “kaç para Taksim, şoför bey kardeşim?”
Şoför: “Beş kişi 12.500”.
Son gelen, “hadi beyler beklemeyelim” diyerek arka kapıyı açtı ve bindi. Sefertaslıda hala kımıltı yok.
Şoför -pişkin bir tavırla- “neyse abi gelmiyor galiba, önde oturan abi 5.000 sen de 7.500 ver, beklemeden gidelim” diyerek hafifçe gaza dokundu.
Son gelen: “Bir dakika kardeşim, ben niye veriyorum 7.500?”
Şoför: “Senin acelen var. Onlar yarım saattir bekliyorlardı”.
Son gelen pencereyi telaşla açtı, sefertaslıya: “gelsene be kardeşim, niye işi bozuyorsun, hadi beraber gidelim.”
Sefertaslı: “Sağ ol, ben bir arkadaşı bekliyorum.”
Son gelen -öfkelenerek-: “Bırak numarayı da gidelim. Şu 12.500ü üçe bölersek -sabahın beşinde anlamsız bir işlem-, yahu ne eder 12.500’ü üçe bölersek -derin sessizlik- kalem yok mu kimsede?”
Perdeci -durumu kurtarırcasına- saatinin hesap makinasında 4166,66 gibi anlamsız bir rakam çıkarınca, şoför araya dalıp: “yani yuvarlak hesap adam başına 4.500 verirseniz bu iş tamam.”
Son gelen -yeniden camdan sarkarak-, “gelsene kardeşim, 4.500 para mı, ulan yuh be, normalinde 2.500 verecekken 2.000 lira için hala düşünüyorsun. Söylesene, ne alabilirsin 2.000 liraya, söyle.”
Sefertaslı arabaya doğru küçük bir adım attı:
“Evet, 2.000 liraya hiçbir şey alınmıyor artık. Ama onlar niye bu değersiz 2.000 lirayı bize bu kadar zor veriyorlar…”
Aksaray’ın ortasında hava hafifçe aydınlanmada. Dört insan günlerdir fabrikalardan sokaklara, sokaklardan caddelere yüz binlerin sorduğu bir soruya yanıt ararcasına öylece sessiz kaldılar 1991 Haziran’ında.
Son gelen, “peki ama şimdi ne olacak?”
Perdeci, “sorunun yanıtını çözecek olanlar şu anda bir vardiyayı bitirmiş diğer vardiyaya geçmek üzereler. Bu işin çözümüne gelince, ben 7.500’ü vereyim.”
Son gelen atıldı: “Ben de 5.000’i veririm.”
Perdeci, camı açtı, sefertaslıya: “hadi gel, işi tatlıya bağladık, gel bin de gidelim.”
Sefertaslı, ince bir gülüşle baktı perdeciye, ama binmedi. Dolmuş hareket ederken hala bakıyordu.
OKUR MEKTUBU
TERÖR YASASI VE GÖREVLER
12 Nisan 1991 günü Resmi Gazete’de yayımlanıp yürürlüğe giren “Terör Yasası”na baktığımızda, yasanın devrimci-demokrasi güçlerini hedeflediğini, bugüne kadar gayri resmi olarak yürüttükleri terörü yasallaştırdıklarını açıkça görmek mümkün.
Yasanın böyle olacağı “başından biliniyordu. Buna rağmen, yasanın hazırlanışı sürecinde devrimci -demokratik çevrelerden pek tepki gelmedi. Başla komünistler olmak üzere, devrimciler, yurtseverler ve demokratlar bu yasayı yeterince teşhir etmediler. Bunda, diktatörlüğün en yetkili ağızlarından, çıkarılacak yasayla “tüm cezaevlerinin boşaltılacağı” propagandasının etkili olduğunu sanıyorum. Bu etki öylesine belirliydi ki bazı çevreler, “bir an önce şu Terör Yasası çıksa da kurtulsak” beklentisine girdiler. Öte yandan 141 -142’nin kaldırılacağı, Kürtçenin serbest olacağı, böylece “komünist” partisinin kurulmasının ve komünizm propagandasının yasallaşacağı propagandası birçok çevreyi derin bir rehavete gömdü.
Ama ne zaman ki yasa yürürlüğe girdi ve diktatörlük amacını sergiledi, ancak o zaman (içeriden ve dışarıdan) “haksızlık yapıldı”, “Mussolini yasası” gibi feryatlar yükselmeye başladı. Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra da topyekûn bir teşhir faaliydi yürütülmesi gerekirken, özellikle bazı çevreler, faşistlerin serbest bırakılıp biz devrimci tutsakların içerde bırakılması, yani 125. ve 146. maddelerin “tecil” dışı tutulmasını öne çıkardılar. Hemen belirtelim: faşistlerin bırakılıp devrimci tutsakların içenle tutulmaya devam edilmesinin mantığı elbette teşhir edilmeli, bu konuda kamuoyu oluşturulmalı, yapılabilirse bütün emekçi sınıflar sokağa dökülmelidir. Ama sadece 125. ve 146. maddelerin dışarıda tutulması etrafında dönüp dolaşarak değil, yasanın tümüne karşı bunu yapmalıyız. Bunun içimle yasanın mantığı, bir bütün olarak içeriği hedef alınmak zorundadır.
Terör yasası esas olarak iki şeyi hedefliyor: bunlardan birincisi, yükselmekte olan sınıfsal ve ulusal hareketi legalize edip yasal sınırlar içine çekerek tasfiye etmek. Yani günümüzün TBKP, SP, SBP’si gibi icazetli bir konuma düşürmek. Diğer deyişle, önce Stalin ve dönemini güzden geçirecek, O’na “gaddar”, “katil”, “diktatör” vb, sıfatlarla adlandıracaksın -ki, bu ML’e saldırmak demektir- ondan sonra ister sosyalist, istersen “komünist” partisini kuracaksın. Asıl programın ML’i ret olduktan sonra kendine ne ad takarsan tak. Arada bir “sert” çıkışlar yapsan da bunun bir zararı yok.
Yasanın ikinci ve çok önemli bir yanı da; Iegalizme, tasfiyeciliğe, yasalcılığa karşı çıkan, diktatörlüğe karşı radikal muhalefet yürüten güçleri “terörist” olarak damgalayarak tecrit ve imha etmek.
Yasanın mantığı “ya benim uysal kölelerim olursun ya da seni her yolla yok ederim”dir.
Bu durum biz devrimcilere tek bir görev yüklüyor; terör yasasının işlemez kılınması için bütün emekçi sınıfları seferber etmek, yasayı sokaklarda, alanlarda işlemez hale getirmek.
Kazanılmış haklarımızdan geri adım almayacağız!
12 Eylülün karanlık yıllarında, ne kadar sessiz kalırsak, haklarımıza sahip çıkmazsak, diktatörlüğün daha azgın saldırdığını kendi yaşamımı/da gördük. Tek başına bu deneyim bile bize, haklarımızı korumak için daha çok hak için mücadelenin zorunluluğunu gösterir. Sessiz kalmak, baskının, işkencenin, zulmün olağanlaşıp meşrulaşması demektir. Çünkü “Terör Yasası’nın kendisi, katilleri, işkencecileri koruyup cesaretlendiriyor. İşkenceci hakkında “suç duyurusu” yapabilirsiniz, ama onun yargılanabilmesi için “idare”nin izin vermesi gerekir. Yargılanma (bu pek olanaklı görünmüyorsa da) başlasa bile işkenceci ya da cani görevli tutuksuz yargılanacak.
TDKP davasından hükümlü bir tutsak olarak üzerime düşeni yapacağım ve yasanın, devrimci tutsaklara yönelik maddelerini işlemez hale getirmek için ne gerekiyorsa yapacağız. Terör yasasının özüne ve bize uygulanacak maddelerine karşı mücadele edeceğiz.
Bugüne kadar onlarca ölüm, sakatlıklar, sözcüklerle anlatılamayacak acılara katlanarak elde ettiğimiz hakların yok edilmesine izin vermeyeceğiz.
Terör yasasının biz devrimci tutsaklara getirdiği yaptırımlara;
1) Tek kişilik ya da üç kişilik hücrelerden oluşan “özel terörist cezaevleri” kurup, tutsakları birbirinden ve toplumdan soyutlayan (ölüm hücreleri ya da mezar diye adlandırılabilir) cezaevi uygulamasına,
2) Açık görüşü kaldıran ve kapalı görüşleri 15 dakika ile sınırlayan, savunmanın en çok üç avukatla sınırlanması ve avukat görüşünün görevli memurların gözetimi akında “yapılması uygulamasını kabul etmiyoruz, etmeyeceğiz.
Sıkça vurguladığım gibi amaç, yükselmekte olan Kürt ve sınıf harekelini boğmaktır. Bu nedenle de bu haklı kavganın öncülerini (işkence tezgâhları ve çatışmalarda yok edememişlerse) zindanların ağır koşulları içinde siyasi ve ideolojik olarak yok etmektir. Biz. devrimci tutsaklar olarak yasaya “suç ortaklığı” etmeyeceğiz, Tüm devrimci tutsakların da aynı düşüncede olduğuna inanıyor ve güveniyoruz. Bu kavgada bugüne kadar kan akıtan, can veren, tarifsiz acılara katlanan tutsak arkadaşlarımızın mücadelesi, terör yasasının işlemez hale getirilmesinde bize yol gösteriyor. Bu, mücadeleyi kazanacağımız konusunda azmimizi ve umudumuzu artırıyor.
Bu duygu ve düşüncelerle ‘terör yasası’nı protesto için Türkiye ve K…tan’da şu anda açlık grevleri yapan herkesi sevgiyle selamlıyor, tüm emekçileri, devrimci demokratları mücadeleye çağırıyorum
10 Mayıs 1991
Metin İLGÜN
Malatya E Tipi Cezaevi
Temmuz 1991