89 Bahar Eylemlerinin işçisi yine ayakta. Hem de bu kez, eylemlerinin genişlik ve yoğunluğu artmış ve kendi 89 deneyinin yanında örneğin Zonguldak madencisinin deneyinden de bir şeyler öğrenmiş olarak. Sokaklar, silahsız ve henüz kendi çıkarları doğrultusunda politika yapma düzeyine ulaşamamış olsa da, işçilerin işgaline uğruyor. Günde 100 bine yaklaşan sayısıyla işçi sokakları denetimine alıyor. Polis ve askere ise seyretmek düşüyor. Bu nicelikte öfkesini burnundan soluyan eylemci bir güce müdahalenin yol açabileceklerinden, en başta işçinin ve eyleminin politikleşmesinin etkeni olmaktan çekinip izlemekle yetiniyorlar. Yoksa sermaye ve faşizmin işçi eylemleri karşısındaki müdahalesizlik tutumu saldırgan olmayışı ve uzlaşma arayışı içinde oluşundan değil. Eylemin politikleşmesi ve devrim ve sosyalizm rayına girerek gelişmesi durumunda, sermayenin saldırganlık eğiliminin somutlaşacağını tahmin etmek zor değil.
İşçiler ve karşısındaki safların durumu ve tutumları üzerine şunlar söylenebilir.
* Burjuvazi ve diktatörlük, Özal yönetimi, gerçekte sınıfa yönelik tam bir saldın politikası izliyor, çok yönlü bir saldırı yürütüyor. Bu saldırısında Türk-İş’in sendika bürokratları dâhil tüm yedeklerini seferber etmiş durumda.
* Burjuva sözde muhalefet partileri, SBP ve TBKP’den SHP ve DYP’ye kadar, saldırının ortağı durumundalar, hiç seslerini çıkarmıyorlar. Kimi kendi iç çekişmeleriyle uğraşmaktan, kimi “Terör Yasasının 8. maddesiyle ilgilenmekten ve başkaları “daha önemli” işleri olduğu için işçiyi akıllarına getirmiyor, ona yönelik saldırıya karşı çıkmayı “düşünemiyor”; gözlerinin önünde olup bitene seyirci kalıyorlar. “Sosyalist” olduğu iddiasındaki SBP, “emek ağırlıklı parti” olduğunu ileri süren SHP, “benim işçim, benim köylüm” edebiyatı yapan Demirel’in DYP’si, diğerleri, yüzlerini tümden açığa çıkaracak saldırının doğrudan destekçiliğinden kaçınmalarına rağmen, mezar sessizliği içinde, işçilerin, talepleri ve eylemlerinin karşısında konumlanıyorlar. Düzeni savunmanın, burjuvazinin kar ve rantlarına dokunmadan ekonominin batakta olduğu koşullarda burjuva politikalar izleyebilmenin başka bir alternatife yer bırakmaması, manevra alanlarını olağanüstü sınırlıyor; işçilere sahip çıkar görünme tutumu bile alamıyorlar.
Onların bu tutumları ve ANAP yönetiminin dolaysız saldırganlığı, kuşkusuz yalnızca ekonominin batakta oluşundan, salt ekonomik nedenlerden kaynaklanmıyor. Ekonomik çıkmaz, işçileri hızla düzen karşıtı konumlara sürüklemektedir. Açlık sınırında olan, eylemlerinde “açız” sloganını haykıran işçiler, ANAP’ın yanı sıra, kendilerine ekonomik hak olarak bugünkünden farklı bir şey vaat etmeyen burjuva muhalefet partilerinden de kopuyorlar. Kopuşlarında, bu partilerin siyasal olarak bir şey vaat etmemelerinin, 12 Eylül’ün gericiliği ve özgürlük düşmanlığını savunmalarının, aldatıcı politikalar bile izleme yetenek ve imkânına sahip olmayışlarının da önemli bir payı var. Burjuva partilerin işlev yitimi sürecinde ilerlemeleriyle, siyaset, küçümsenmeyecek bir hızla burjuva partiler arasında bir dalaş olmaktan çıkmakta;
İşçiler, önce el yordamıyla ve kendiliğinden ve şimdilik zayıf bir eğilim olsa da, giderek bilinç öğeleri artmak üzere, kendileri siyaset yapmaya yönelmektedirler. İşçiler, dev güç ve olanaklarıyla siyaset sahnesine çıkmaya eğilim gösteriyorlar. Kürtler ise, zaten bu sahnede yerini almış durumda. Burjuva muhalefet partileri, bu nedenle de, işçilerin, talep ve eylemlerinin karşısında yer alıyor; peşlerine takmak için olsun onları sahiplenme ve aldatmak için, bile taleplerinin demagojisini yapma politikası izlemekten kaçınıyorlar. Ürküyorlar bundan; kontrol edemeyecekleri ve zaten bugünden edemedikleri bir gücün daha bir güç toplamasına hizmet etmekten çekiniyorlar.
* Türk-İş ve bağlı sendikaların bürokratları, birkaçı dışında, doğrudan işçilerin ve eylemlerinin karşısında tutum almış durumda. Bu tutumları yeni değil kuşkusuz. Ama işçi eylemi genişleyip sertleştikçe, onlar da gerici tutumlarım sertleştiriyorlar. Türk-İş, burjuva muhalefet partilerinden farklı olarak, bir işçi kuruluşu olması nedeniyle, işçilerin baskısıyla ve bu baskıdan daha çok etkilenerek, işçilere ve taleplerine göstermelik olarak sahiplenmeye yönelmiyor değil. Bunca işçi eyleminin ortasında, Adana’da yuhalandıktan sonra Şevket Yılmaz, Bursa’da Türk-İş’in düzenlemek zorunda kaldığı mitingde konuşmak gafletinde bulundu.
2 Haziran’daki “Haksızlıklara Hayır” mitingi, büyük çoğunluğu İstanbul’dan giden 60 bine yakın işçinin katılımıyla gerçekleşti. Miting, diğer işçi eylemlerinde olduğu gibi, ANAP hükümeti ve Özal’ı hedefleyen sloganlarla Ş. Yılmaz’ı istifaya çağıran sloganların haykırıldığı bir alan oldu. Kürsünün önüne yerleştirilmiş “bindirilmiş kıta” durumundaki, sayıları birkaç bini bulmayan sendika bürokratı ve onlar tarafından kullanılmakta olan işçi dışında destekçi bulamayan Türk-İş yönetimi ve Ş. Yılmaz, kendi düzenledikleri mitingde tam bir tecridi yaşadılar. Düzene, hükümete ve Türk-İş yönetimine öfkelerini dile getiren işçiler dağınıktılar, organize olamamışlardı; ancak bu durumuyla bile, Şevket ağa konuşmasını kimseye dinletemedi, havaya konuştu, sürekli yuhalandı, istifaya çağrıldı ve konuşmasını tamamlamadan mitingi terk etti gitti. Tek tek eylemlerin yetmezliğini görüp yaşayan işçiler kitlesel olarak 3 Ocak’ın hesabını soruyor ve “işçiler el ele genel greve” sloganını atıyorlardı.
Dipten gelen dalga çok güçlü. Hiçbir talebi karşılanmayan ve sokağa terk edilen işçi hareketsiz kalmanın ölüm demek olduğunu görüyor. Ve sokakları sahipleniyor. Türk-İş bu dalgayı kontrol edemiyor, edemeyeceği ve edemediği Bursa mitinginde görüldü. Türk-lş bürokratları, tümden hareketsiz kalmanın kendilerinin kesin olarak sonları demek olacağının farkında olarak, bir şeyler yaparak yasak savma, işçilerin baskısıyla işçi haklarına sahip çıkar görünme ve eğer başarabilirlerse işçilerin öfkesini denetim altına alarak düzene yönelmesini engelleme ve uygun kanallarla sistem-içi tepkiler halinde kontrol etme noktasındalar. Ancak bu noktaya öylesine geç geldiler ve işçiler ve taleplerinin öylesine dolaysızca karşısında hareketsiz, oyalamacı, satışçı tutumlar içinde oldular ki, şimdi bu denetimi başarma şansına sahip değiller. Bursa mitinginde sınıfın en ileri denebilecek unsurları toplanmıştı ve Türk-İş bürokratları onları hiç bir şekilde kontrol edemediği gibi, bütünüyle tecrit durumunda olduğu reddedilemez bir gerçek olarak yaşandı. Türk-İş yöneticileri ektiklerini biçecekler.
Türk-İş bürokratları, Bursa mitingi örneği 6 ayda-1 yılda bir sınıfın taleplerine sahip çıkar görünmeyi akıllarına getirmelerini bir yana bırakırsak, burjuvazi ve diktatörlüğün tam bir yedeği durumundadır. Zonguldak grevi ve Ankara yürüyüşünün kırılmasında Ş. Yılmaz’ın aktif katkısı, yangından mal kaçırırcasına imzalanan Teksif sözleşmesiyle gerçekleştirilen olağanüstü satış, daha yeni Erdemir direnişinin Türk Metal bürokrasisinin yoğun yıkıcılığıyla kırılması, her eylem ve direnişte işçilerin kendi hallerine bırakılması ve çoğu durumda eylemlerin ancak sendikaya rağmen yapılabilmesi, hemen ilk elde akla gelen Türk-İş tutumlarındandır. İşçi, sendika bürokratlarını karşısına almadan ve komiteler halinde kendi örgütlenmesini sağlamadan adım atamamak tadır. 600 bin KİT işçisinin tıkanan TİS’ler dolayısıyla başvurduğu eylemlerde yine aynı şey geçerlidir. Türk-İş bürokrasisinin son işçi düşmanı eylemi, işçi eylemlerinin 10 gün ertelenmesine dair aldığı karardır. Gerekçe, yeni Başbakan M. Yılmaz’ın Akbulut’tan daha iyi olduğu ve yeni hükümete süre tanınması gerektiği şeklindedir. En çok Özal ve ANAP karşıtlıklarını haykıran işçilerle alay ediyor olan bürokrasinin bu kararının kırıcı etkisinden çok (ilk gün karar dinlenmemiş sonra ise Bayram başlamıştır), gerekçesi ilginçtir.
* Burjuva iletişim araçları görmezden gelmeyi, en çok kıyıda köşede yer vermeyi tercih ediyorlar; ancak yer verdiklerinde de “sosyal patlama ihtimali”nden söz etmeden edemiyorlar. Bahar eylemlerinin madencilerce geliştirilen izinsiz sokakları doldurması yol olmuştur, her gün on binlerce, bazı günler 100 binlere varan işçi sokağa dökülmektedir.
TİS uyuşmazlıklarının protestosu, ekmek istemi ve işten atmalara karşı talepler eylemlere damgasını vurmaktadır.
* Burjuvazi ve diktatörlük, ekonomik ve siyasal egemenliğini doğrulatmak istercesine, TİS görüşmelerini tıkayarak ve işten atmalara hız vererek tavizsizlik yolunu tutmuştur. Bu, aslında güçsüzlüğünden ve taviz vermeye yönelirse, işin nerede duracağını kestirememesindendir. Ancak, KİT’ler işvereni olan devlet, alay eder gibi, enflasyon oranının çok altında ücret artışı önerileriyle sınıfı teslim almaya çalışmakta, ama öte yandan da eyleme itmektedir. KİT’lerin zarar ettiği ileri sürülüp “yüksek” ücret istemleri karşısında işyerlerinin kapatılacağı tehdidi, burjuvazinin, devletin önemli silahlarından biridir.
İkinci önemli silah ve saldın aracı, işten atmalardır. Özellikle ileri, mücadeleci işçileri işten atarak ve yeni işten atma söylentilerini sendika bürokratlarının da yardımıyla yayarak sermaye ve faşizm, işçi talep ve eylemlerinin önünü almaya çalışmaktadır.
TİS görüşmelerinde başvurulan ve yine sendika bürokratlarınca desteklenen oyalama taktiği bir başka silahtır. Bu oyalama suresince, ileri sürülmüş işçi ücret istekleri, yeni zamlar karşısında neredeyse şimdiden yarı yarıya değerini yitirmiş olmaktadır. Oyalamanın bir başka nedeni ya da amacı, uyuşmazlıkla sonuçlandırarak TİS’leri Yüksek Hakem Kurulu’na göndermektir. Bu, işçi eylemlerinin yükselmesine yol açan önemli bir etken durumundadır. Çünkü 600 bin KİT işçisinin büyük bir bölümü, enerji işkolunda, TEK’te, giyim fabrika ve atölyeleri bile içinde olmak üzere askeri işyerlerinde, tersanelerde, şehir içi kara, deniz ve demiryolu işletmelerinde vb. çalışan işçiler grev haklarından yoksundur. Kabaca 300 binin üzerinde işçinin grev hakkı yoktur. Burjuvazi ve diktatörlük, özellikle bu işkolu ve yerlerinde ücret artışı talepleri karşısında Israrla direnmekte, uyuşmazlığı sürdürmekte ve gönlünde YHK yatmaktadır. Türk-lş bürokratlarının da gerek hareketsiz kalarak gerekse doğrudan destekleyerek yanında yer aldığı oyalama taktiği, işçilerin umudunu kırıp bıktırmaya olduğu gibi, bu gerici amaca da yöneliktir.
* Özellikle grev hakkına yasal olarak sahip olmayan işyeri ve kollarında çalışan işçiler başta olmak üzere, çelik, Tekel, şeker, Çay-Kur, yol vb. işçileri de içinde, sınıf, tıkanan TİS’ler, başvurulan oyalamalar ve üstelik gücünü ve mücadele azmini kırmak için girişilen işten atmalar karşısında vizite yürüyüşleri gibi çeşitli eylemlerle iş yavaşlatmaya gitmekte ve çoğu yasal hak olarak sahip olmadıkları grev! zaman içine yayarak zorlama yolunu seçmektedir. Örneğin Batman’da günlük petrol üretimi neredeyse yarı yarıya azalmış durumdadır. İki günde bir vizite için yürüyüş yapan tersane işçileri, karayolunu trafiğe kapatan Gölcük tersanecileri, İzmit’te, Batman’da durmadan yürüyen petrol işçileri, iş yavaşlatma, geç işbaşı ve yürüyüş yapan Tekel işçileri vb. vb. eylemleriyle uyuşmazlıklara, oyalamaya ve işten atmalara yanıt verme yolunu tutuyorlar. M. Yılmaz’ın ulufesi “Bayram öncesi avansı” onları yatıştırmada pek de etkili olmadı.
* İşçi eylemlerinin önemli bir özelliği, bir ya da birkaç ilin sınırlarına sıkışmaması, eylemlerin İstanbul’dan İzmir’e, Diyarbakır’a, Adana’dan Ankara, Eskişehir, Gölcük, Batman, Malatya, Kırşehir’e… yurdun dört bir köşesine yayılmasıdır. ‘91 Yaz Eylemleri, genişlik açısından 89 Bahar Eylemlerini aşmıştır. 89 eylemci işçi sayısı açısından da aşılmıştır. 89’da bir kez yürüyen ya da viziteye çıkan bir işletme işçisi bugün üç, beş, on kez eyleme çıkmaktadır.
* Eylemlerin başka bir özelliği, memurların işçilerle birleşmeye yönelmesi, belediye memurları başta olmak üzere, öğretmenler, sağlıkçılar vb.nin açıklanan % 20’lik artışı protesto ederek eylemleriyle işçilerin yanında yer almasıdır. ‘89, bu yönüyle de aşılmaktadır.
* Bir diğer özellik, sokakların işgalinin genelleşmesidir. Artık işçiler sokağa çıkmada zorlanmıyorlar, bunun için pek de özel bir ajitasyon gerekmiyor. Bu yönüyle de ‘89’un ilerisinde bulunuluyor.
* Eylemler, sendika bürokrasisine rağmen gerçekleşme yönüyle daha gelişkindir, 89’un ilerisindedir.
* Ama daha fazlası değil. İşçi hareketine henüz taşımaktan uzak olduğu özellik ve nitelikler yükleyip onu abartmaktan da kaçınmak gerekiyor. Gerek uvriyerizmle gerekse kendiliğindenliğin önünde diz çökerek sınıfa ve hareketine düzülen övgüler yetersizdir ve devrimciliğe işaret etmiyor. Bu işin şampiyonluğunu, -halkın parasıyla halka kurşun sıkan- polislerin siyasal olarak karşı safta olduğunu görmezden gelerek taleplerine ve “telsiz mandallamalarına sahip çıkacak denli ekonomist olan SP-2000’e Doğru yapıyor. Kendiliğindenliği övmekten başka bir şey yapmayan bu grup, sürekli ve her yönüyle 89’un aşıldığı üzerinde duruyor.
Eylemler, saydığımız yönleriyle ‘89’un ilerisine geçmiştir. Ancak eylemler bir bütün olarak ele alındığında, bu söylenemez.
Bu yılın belli başlı sloganları ‘89’unkiyle aynıdır: “açız” ve yanı sıra ANAP karşıtlığı. ‘89 ve ‘91 Eylemleri, başlıca ücret artışı talebi üzerinde yükselmektedir. Ekonomik niteliklidir. Burjuva siyasetin dar ufku aşılamamaktadır. TİS döneminde 600 bin işçi ekonomik hak işlemleriyle burjuvazinin ve işveren niteliğiyle devletin karşısına geçmektedir. Bu, 2 yılda bir tekrarlanmaktadır. Ama kötü olan şudur ki, 2 yılda bir aynı yere dönülmekte, enflasyonun değerinden kaybettirdiği ücretlerde yeni bir artış talep edilmektedir. Aradan bunca zaman geçmemiş ve bu süreçte örneğin bir Madenci Direnişi yaşanmamış olsa, gelişkin yönleri dikkate alınarak, eylemlerin bir bütün olarak ‘89’un ilerisinde olduğu söylenebilir. Ancak Yaz Eylemlerinin Zonguldak’ın ilerisinde olduğunu kim iddia edebilir? Zonguldak yaşanmamış gibi davranılamaz ve kuşkusuz işçilerin Madenci deneyinden öğrenerek bugün daha ileride olmaları gerekirdi. Ama durum Sisiphos efsanesine benziyor:
Zeus, kızdığı Sisiphos’u büyük bir kayayı dağın tepesine taşımaya mahkûm eder. Ama kötüsü şu ki, her tepeye çıkarıldığında kaya tekrar dağdan aşağıya yuvarlanmakta ve Sisiphos onu yeniden tepeye taşımaktadır. 600 bin KİT işçisi Sisiphos gibidir. Aşağı yuvarlanan kayayı her iki yılda bir yine dağın doruğuna taşımakta ve bu böyle tekrarlanmaktadır. Oysa her seferinde en alttan başlanmak gerekmiyor.
En çok, ileri işçilerin ilerlemek gereği üzerine kafalarının açık olması gerekiyor. Sendika bürokrasisinin yatıştırıcılığıyla yalnız çeşitli eylemlerin örgütlenmesi alanında değil, eylemleri ilerletmek açısından da savaşmak zorunludur. Eylem taleplerinde, işçilerde eğilim olarak kendiliğinden varolan farklı işkolları ve işyerleri işçilerinin mücadelelerinin birleşmesinde, mücadele biçimlerinde, tüm bunlar için eylemin siyasallaştırmasında, hükümet karşıtlığının ötesine geçmede, örneğin Kürtlerle birleşme ve burjuvazi ve devletin siyasal saldırılarına karşı koymada ilerlemek gerekir. 89, ancak bu tür bir ilerleyişle aşılabilirdi. Bir genel grevin her türlü koşulu varken ve işçi kitlesi bunu sloganlarında dile getirirken, eylemlerin hala koordinesiz ve dağınık kalması, kuşkusuz 89’un pek de ötesinde bulunulmadığını gösterir.
* Bugün Türkiye, işçi hareketinin boyutu açısından dünyada ilk sırayı almaktadır ve bu gelgeç bir durum değildir. Bu, Türkiye işçi sınıfı ve komünistlerine önemli bir görev yüklemektedir: dünya proletaryasının yolunu açmak.
* ‘91 yazında kendisini eylemli bir şekilde açığa vuran hoşnutsuzluk ve öfke birikimi, esasta ideolojik ve siyasal olarak henüz burjuva çerçevenin dışına taşamasa da, tümüyle burjuva partilerin örgütlü yönlendiriciliği ve kontrolünden uzaktır ve Türk-İş bürokratları gibi herhangi türden burjuva uşaklarının denetiminde değildir. Açıkça düzen karşıtı bir yönelim ve mayalanma dipten gelen işçi dalgasının temel özelliğidir. Bu durum, devrim ve devrimci çalışma ve örgütlenme için dev olanaklar sunmakta, ama komünist ve öncü işçilere de bir o kadar zorlu görevler yüklemektedir. Başka işlerle uğraşmaya gerek yoktur. Bu hareketle birleşmek, eylemci işçileri kazanmak ve devrime hazırlamak, örgütlemek günün görevidir. Bırakalım “sosyalizm öldü” diyenler, tümü karşı safta yer alsınlar. Sosyalizmin köklerini besleyen hayat suyu gürül gürül akmaktadır. Sosyalizmin sahibi işçi sınıfı olanca ağırlığıyla ayaktadır. Sosyalizm, işçi sınıfının güçlü kollarında büyüyebilir, büyüyecektir, büyümektedir.
Temmuz 1991