Türkiye bir çatışmadan geçiyor. Sağlı sollu bütün siyasal parti, grup ve akımların dikkatini üzerinde yoğunlaştırdığı bir çatışmadan. Yorumlar muhtelif, her siyasal yoğunluk kendince bir analiz yapıp önüne görevler koyuyor, ama bir şey açık ve kesin: Türkiye’de devrimle karşı devrim çatışma halinde.
Çatışmanın tarafları konusunda da yorumlar muhtelif. Burjuva muhalefetle Özal ve ANAP hükümetinin çatıştığından söz eden var. Böyle bir çatışma da var elbet; ama genişçe bir kesim, açıktan (DYP, SHP, DSP gibi) ya da işçi hareketini, ona yamamaya çalıştıkları talepler ve vermeye yöneldikleri hedefler dolayısıyla kendiliğindenliğin sınırlarına hapsetmeye ve burjuva muhalefetin yedeği olarak gelişmesini sağlamaya yönelerek üstü görece örtülü olarak (başlıca SP-Aydınlık ve Troçkistler) bu çatışmaya vurgu yapıyor, çatışmayı düzen içi zemine oturtuyorlar, özellikle ikincilerin işçi sınıfı ve kendiliğinden hareketine düzdükleri olanca övgüye rağmen, bu böyle. Bunlar zaman zaman “daha ileri hedefler”den söz ediyor. Özalcı hükümetin “ilk hedef” ya da “baş hedef” olduğunu öne sürüyorlar, böylelikle sınırlanmamışlıkları ve devrimciliklerini (!) anlatmaya da özen gösteriyorlar, ancak, hedef olarak ortaya koydukları hükümettir, ANAP’tır, “cumhurbaşkanlığı probleminin çözümü”dür; araçlarıysa, “demokratik erken seçim”dir, “halk oylaması”dır, “kurucu meclis”tir.
Diğer bazı siyasal çevreler ise, konuyla ilgili olarak bulanıklık içindeler. Eklektik görüşler ileri sürüyorlar. “Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Mücadele”, “Demokrat!”, “Yeni Demokrasi” gibi çevreler, bir yandan devrime ve hükümet değişikliklerinin yetersizliğine vurgu yapıyor, ama daha sert bir vurguyla “ANAP iktidarının devrilmesi”ni hedef gösteriyorlar. Buyandan işçi hareketinin devrimci önderlikten yoksun ve ekonomik karakterli oluşu üzerinde duruyor; diğer yandan kendiliğindenlik eleştirisini yanlış buluyor, işçilerin “emperyalizm ve oligarşiye karşı çıkışı” ve “gerçek demokrasi isteği”nden, “faşist devlet ve patron-ağa düzenine isyan”ından söz ediyorlar. Yaklaşımlarında bir karmaşa ve beklemedikleri ölçüde güçlü işçi hareketi karşısında kalmak dolayısıyla şaşkınlık ve burjuva muhalefetten etkilenme vardır.
Ancak her ne olursa olsun, işçi sınıfı herkese kendisinden söz ettirmekte, eylemiyle herkese, düşünce ve hesaplarında şöyle ya da böyle etkide bulunmakta, kendi üzerinde durmayan analizleri geçersizleştirmektedir.
Kim nereye çekmek isterse istesin, sınıf olanca ağırlığıyla kendisini ortaya koymuştur, herkes kendisine sınıfa ve eylemine göre yeniden çeki-düzen vermek zorundadır. Bunun şimdiden gerçekleşmeye başladığı görülmektedir. Sermaye ve faşizm, ANAP hükümeti, burjuva muhalefet ve küçük burjuva demokrasisi, bir süredir Türkiye’de yaşanmaya başlayan çatışmaya damgasını vuran taraflardan birini, proletaryayı artık dikkate almam azlık edemezler, edemiyorlar.
Bunun tek istisnası var görünüyor: yok oluşa giden TBKP ya da onun bir yeniden örgütlenmesi olan SBP, İşin içinden nasıl çıkacakları merakla bekleniyor. İşçi hareketi doruğundayken TBKP Kongresini topluyor ve “işçi sınıfının özel misyonunun sona ermiş olması”na ilişkin “tezler”ini karara bağlıyordu. Siyasi körlüğün ötesinde gerçek âmâlığa bile parmak ısırtacak şekilde, tam da büyük bir kitlesi, oldukça ileri talepleri ve yeni eylem biçimleriyle ayağa kalktığı anda, TBKP Kongresi, işçi sınıfına “elveda” diyen şu tezi onaylıyordu: “Gerek işçi sınıfının, gerekse burjuvazinin geleneksel kimliği dağılıyor, bu sınıflar kendi içinde çeşitleniyor, bütünsel bir kimlik oluşturucu özelliklerini yitiriyorlar, ara katmanlar hızla çeşitleniyor, toplum artan çeşitliliklere ve farklılıklara doğru evriliyor.” (Kongre Tezleri, Adımlar- Özel Ek-1, sf.9) TBKP, Nabi Yağcı’nın ağzından ANAP’ı “kendisine en yakın parti” de ilan etmişti. Ve üstelik tam da “emperyalizm ve sömürgecilik bitti, barış ve işbirliği çağı başladı” dediğinde, Körfez savaşı patlamıştı, emperyalist saldırganlık tüm haşmetiyle gündemdeydi.
Bütün bunların kuşkusuz körlüğün gerçek anlamda ya da siyasal olanıyla bir ilgisi yok. Biraz “şanssız” TBKP, sınıfsal ve ulusal çelişmelerin daha az keskin olduğu bir bölge ve ülkenin partisi olsa, belki durumu bir süre idare edebilirdi. Ama “dükkânı” yanlış bir yerde açtı. Giderek sertleşmekte olan çelişmeleri ve devrim-karşı devrim çalışmasıyla Türkiye’de, kapitalist düzenle entegrasyon ve faşizmle, diktatörlükle birleşmek, düzenin kabul edilir bir “muhalif” eklentisi olmak için atılan bunca ” takla”nın sonu budur. Olmayacak yer ve zamanda, kendisini kaptırarak benimsediği “sosyalizm öldü”nün, “elveda proletarya”nın, “ulusal mutabakat”ın onu böyle kötü bir açmazda bırakması kaçınılmazdı. Yağcı bir de utanmadan Zonguldak’a gidip Ankara yürüyüşünün saflarına katılmak istedi. İşçiler uyardı kendisini. “Ulusal mutabakat”ı savunmaya geri döndü oradan, ne olur ne olmazdı. Görüşleri Zonguldak’ta savunulamazdı. Bunu anladı hiç olmazsa.
Netaş ve Kazlıçeşme grevleriyle işçi hareketi 12 Eylül sonrasında yeni bir aşama içine girmişti. İki yıl içinde yaklaşık 100 bin işçiyi kapsayarak gelişen ekonomik hareketle birlikte 1988 baharında toplam 70 bin işçiyi içine alan yasa-dışı işçi eylemleri ortaya çıktı. Bu eylemler içinde çeşitli biçimlerde işçi komiteleri doğdu. Yine 88’de 1,5 milyon işçinin katıldığı yemek boykotları yapıldı. 1989 baharında Bahar Eylemleri adıyla bilinen 1 milyon işçi kitlesinin hemen tüm sektörlere yayılan ve yasaları zorlayarak sokağa taşan, esas olarak ekonomik nitelikli protesto ve direnişleri yaşandı. 88,89 ve 90 1 Mayıslarına işçiler giderek artan bir nicelikte iş bırakarak ve sonuncusuna özellikle sokak hareketine de yönelerek katıldılar. 90 sonu ve 91 başı yaygın grevlerin yanı sıra ülkede ilk kez bir genel grev gerçekleşti, Zonguldak grevi işçi hareketinde yepyeni bir sayfa açtı, grev sokak hareketiyle birleşti ve işçiler Ankara’ya yürümeye giriştiler.
İşçi sınıfı, giderek kendisini, hem yaygın bir kitlesellikle hem de bir siyasallaşma eğilimi içinde eylemiyle sokaklara taşarak, bir yandan yasaları diğer yandan burjuva partileri ve sendika bürokratlarının etki ve barikatlarını zorlayarak, çeşitli biçimlerdeki işçi komitelerine dayanma ve onlardan güç alma yönetimine girerek ortaya koyuyordu.
Yılların işçi sınıfında yarattığı birikim, güçlü ve kimsenin görmezden gelemeyeceği bir sınıf hareketine yol açmıştı. Artık devrimin temel ve önder gücü, gerek eyleminin yaygınlığı ve gücüyle, gerekse diğer ezilen sınıf ve tabakaları peşinden sürükleme yeteneğinde olduğunu şimdiden göstererek sahnedeydi. Sınıf, aslında bu niteliklerini, 71 ve 80 öncelerinde de, örneğin 15-16 Haziran’da ve MESS grevlerinde, Tariş direnişinde de ortaya koymuştu. Ama bu kez ortaya koyuş tümünden güçlüydü ve rüzgarı herkesi sürükleyecek şiddetteydi. “Emekli devrimcilere bile etkiledi. Bir zamanlar mücadeleye damgasını vurma durumunda olabilen küçük burjuvazi, aydınları, özellikle öğrenciler ve öğrenci hareketi, .şimdi yapmaları gereken şeyin işçi hareketini desteklemek olduğunu görme durumundaydı. Bu, bir yönüyle küçük burjuvaziyle, öğrencilere yönelik politik çalışmanın, aydınlatma faaliyetinin sonucu olsa da, esasta işçi sınıfının kendini ortaya koyuş gücünden kaynaklanmaktaydı.
Pratik durum kuşkusuz teoriye de yansımak zorunda. Ve hatta işçi hareketi karşısındaki pratik politik tutumlar dolayısıyla şimdiden bir ölçüde yansıdığını söylemek yanlış olmaz. “Suni denge” ve “öncü savaşı”nı, “şehirlerin kırlardan kuşatılması” ve “köylülerin temel güç” olduğunu savunanlar, sınıf hareketi karşısında coşku içindeler, hatalı yol ve yöntemlerle davransalar da işçi hareketiyle birleşmeye yöneliyor, bunun önemini belirtiyorlar. İşçilerin hem kitle eylemini hem de gücü ve niteliklerini yüceltiyorlar. Bu, kuşkusuz olumludur. Değerlendirmelerde, göstereceğiz, hatalar oluyor, ancak, giderek işçi hareketi kendisini daha köklü bir biçimde kabul ettirecektir. Başka türlüsünün olanaksız olduğu şimdiden görülüyor. Devletin, tarihten gelme “baba”lığı vb. ile işçi ve halkın mücadeleye atılmasını oluşturduğu bir “suni denge” aracılığıyla önlediği tezi üzerine kurulu olan, “o halde ‘öncüler’ ‘suni denge’yi kumalı” varsayımı üzerine oturtulan “öncü savaş”çılık anlayışı, kuşkusuz, sınıfın, kendisini eylemiyle bu güçlülükte ortaya koyusu karşısında, hareket noktası edindiği tezden başlayarak, geçersizleşmektedir. İşçilerin on binlercesi sokaklara dökülmüşken, “kitlelerin tarihsel pasifliğini gidermek üzere oligarşiyle halk arasındaki çelişmeleri açığa çıkarmak” ve “devletin kofluğunu göstermek” amaçlı “öncü savaş” teorisi, amacını yitirmekte ve dolayısıyla pratik olarak da anlamsızlaşmaktadır. Zonguldak işçileri civar köylüleri peşine takarken ve bu, söylenegeldiği üzere, bir “ideolojik öncülük” nedeniyle değil, bizzat sınıfın eylemliliği nedeniyle gerçekleşirken, hala köylülüğün “temel güç olduğu” ve “şehirlerin kırlardan kuşatılacağı” iddiasında bulunmak, gerçekçi olmayacaktır.
Sınıf kendini ortaya koymuştur; varlığı ve niteliklerini sağdan ya da “sol”dan görmezden gelen tüm teori, tez ve yaklaşımları savunulabilir ve “ikna edici” olmaktan uzaklaştırmaktadır.
Türkiye’de bugün devrimin iki temel dinamiği var: işçi hareketi ve ulusal hareket. İkisi birbirini nesnel olarak (giderek bilinç yönüyle de) geliştirmekte ve desteklemektedir. Karşıdaysa, sermaye ve faşizm var. Diktatörlük, onun ANAP elindeki yürütücü organı, militarist aygıt ve başındakiler, devrimin bu dinamiklerini etkisizleştirmeye yönelik eylem halindedirler. İşçi hareketini ve ulusal hareketi bastırıp ezmek, temel kaygılar) durumundadır. Bu, işçi hareketinin Türkiye’de şimdiye dek görülmedik özellikler taşıyan bir atılım içine girdiği tarihsel bir dönemeç oluşturan 90 Aralık’ından sonra özellikle böyle olmuştur.
Burjuvazi, militarist aygıtın başlan, diktatörlük ve yürütme organı, özellikle Zonguldak direnişinin patlak vermesinden itibaren, işçi sınıfı ve onun etrafında oluşan halk hareketinin yarattığı güç ve baskı karşısında oldukça zorlandı. Madencilerin yasa tanımaz sokak eylemciliğini, esasta Türk-İş’in sendika bürokratlarının barikatlarım aşamasa da yasada yeri olmayan 3 Ocak “genel eylemi”ni, Eskiçağa’ya kadar Ankara yürüyüşünü sineye çekmek durumunda kaldı. Başbakan madencilerin ayağına gitti. İşçi hareketi temelinde oluşan toplumsal muhalefetin savaş karşıtı duygu ve tutumları ve zaaflar taşıyor olsa da eylemliliği karşısında gericilik savaşa yürüyüşünü yavaşlatmak zorunda kaldı. Sınıf ve halk hareketinin ortaya koyduğu eylemli güç, fiilen uygulamasına geçilen, “savaş hali” ya da “olağanüstü hal”in resmen ve bütünüyle hayata geçirilmesini önledi.
Ancak, sermaye ve faşizm, diktatörlük, işçi ve halk hareketinin, özellikle Zonguldak direnişiyle birlikte oluşturduğu güç karşısında zorlanmasına, bazı geri adımlar atmasına, savaşçı girişimlerini yavaşlatmasına rağmen, sonuçta, şimdilik ve esasta kısa dönemli amaçlarına ulaşmayı da başardı. Bugün, Zonguldak grevi dâhil grevler durdurulmuş, grevciler, sendika bürokratlarının da çabasıyla, ileri sürdükleri taslakların çok altında imzalanan toplu sözleşmelere ses çıkarmamaya razı edilmiş, başta İncirlik olmak üzere üsler Amari kan ordusunun kullanımına açılmış, Türkiye bir ucundan fiilen savaşa bulaştırılmış, bir “savaş hali” ya da “olağanüstü hal” le ulaşılmak istenen hedeflere büyük ölçüde varılmış, bu “hal”lerin koşulları önemli ölçüde oluşturulmuştur. Sermaye ve faşizm savaşı değil ama bir muharebeyi, birtakım zayiatlar verse de, kazanmış durumdadır. Devrim ilerleyişinde geçici ve kısmi bir gerileme içine girmiş, işçi ve halk hareketi, iş-ekmek-özgürlük mücadelesi taktik bir yenilgiye uğramıştır, bir cephe yenilgisine.
Sermaye ve faşizm saldırmaya mahkumdu, çünkü çözümsüz ve umutsuzdu, işçi ve halk hareketini olağan koşullarla yatıştırıp başarmaya güç ve olanak bulamıyordu. Savaş ortamından yararlanmaya, zorbalık çözümlerini devreye sokmaya yöneldi, işçi ve halk hareketini ezdiğinde savaşçı hesaplarını uygulama şansını da elde edebilecekti. Ekonomik ve siyasal çözümsüzlüğü, burjuvazi ve diktatörlüğü saldırıya yöneltti ve atılan bu ilk adımla bir başarı kazanıldı. Ancak, kazandan, geçici bir başarıdır. Sermaye ve faşizm açısından “grev erteleme” karan, işten atmalar ve işçi hareketinin şimdilik önünün alınmasıyla aldan bu zafer adımı, işçi ve halk hareketinin ezilmesini amaçlayan zorbalığa dayalı genel ekonomik ve siyasal saldırının bir ilk adımıdır. Bunu peşinden gelecek diğer adımların takip etmesi sağlanmaya çalışılacaktır.
Ancak, bu kolay değildir. Çatışmanın sertleşeceğini öngörmek yanlış olmayacaktır. Sermaye ve faşizmin karşısında, özellikle son yıllar ve aylarda kendi gücünü sınamış ve deneylerden geçmiş bir güç var. Kitle mücadelesinin dalgası genel olarak düşüş içine girmiş değildir. Çözümsüz ekonomik ve siyasal koşullar, işçi ve halk hareketini yükselişe iten bir zemin oluşturmaktadır. Ekmek talebini, ücrete ilişkin sorunları; işçi eylemini yatıştırmaya elverecek ve dolayısıyla burjuvaziyi rahatlatacak bir düzeyde çözüme kavuşturmanın yanına bile yaklaşılamamıştır, böyle bir çözümü burjuvazinin yakalayabilmesinin olanağı da bu koşullarda yoktur. İş talebi, karşılanmak bir yana, burjuvazinin “zafer sarhoşluğu” ile giriştiği ve büyük ölçüde ileri işçilere yönelik, yüksek rakamlara ulaşan yeni işten atmalarla daha yakıcı bir hal almıştır. Yeni kısıtlama ve yasaklarla pekiştirilmeye girişilen özgürlük yoksunluğu, sınıftaki hoşnutsuzluğu ve eylemci ruhu kabartıcı bir başka veridir. Çalışma yaşamına ilişkin dayatılan koşullar, durmak bilmeyen zamlar ve hayatın giderek pahalılaşmasının oluşturduğu dayanılmaz geçim koşulları ve yanı sıra faşizmin yeni yasaklarla geliştirilen baskı, saldırı ve daha ötesine yönelme tehditleri, yığın hareketinin genel bir geri çekiliş ve düşme içine girmesinin değil, yükselişe itilmesinin temel faktörleridir. Burjuvazi ve faşizm, aslında, kazandığı geçici zaferle, işçi ve halk hareketine yeni bir ileri atılımı dayatmakta, onları yakın geçmişteki deneylerinden güç alarak devrimci eğitimlerini tamamlamaya zorlamaktadır.
Grev ertelemelerine, işten atmalara, yasakçı zorbalık ve tehditlere karşı, savaşa karşı ciddi ve yaygın kitlesel direnişler olmadığı bir gerçek. Sınırlı yemek boykotları, protestolar ve iş yavaşlatmalar görüldü yalnızca. Üstelik Zonguldak direnişinin kırılması, oldukça kötü toplu sözleşmeler, grev ertelemeleri ve işten atmalar, işçi hareketinin uğradığı yenilgi ve sonuçları, sınıfın saflarında belirli bir moral bozucu etkide de bulundu. Ancak hemen her fabrika ve işletmede, maden ocaklarında işçiler yoğun bir tartışma süreci içindeler. Son birkaç ayın deneyleriyle birlikte sermaye ve faşizmin saldırılarını ve sonuçlarını tartışıyorlar, üretim yavaşlatma ve üretmemeyi tartışıyorlar. Bu, devrimci eğitimin ilerlemesi demektir. Ekonomik ve siyasal koşullarıyla birlikte dikkate alındığında yığın eyleminin genel bir düşme içine girmekten uzak olduğu da düşünüldüğünde, alman yenilgi sonrası hareketin bir “soluklanma” içinde bulunduğu sonucuna varmak doğru olacaktır.
Ekonomik ve siyasal çerçeve koşullan, burjuvazinin çözümsüzlüğü, yenilginin tartışmasıyla eğitilen sınıfın 600 bin üyesinin toplu sözleşme aşamasında bulunduğu ve yanı sıra son ayların tecrübe ve kendi gücüne güven birikimiyle sermaye ve faşizmin yeni saldırılarının oluşturduğu yeni tepkiler göz önüne alındığında, bu “soluklanma”nın pek de uzun bir süreyi kapsamayacağı söylenebilir. Bu koşullarda sermaye ve faşizmin son karar, yasak ve saldırılarına karşı yeni bir yığın hareketi dalgasının yükselme potansiyelinin bugünden var olduğunu söylemek kehanet olmayacaktır. Diktatörlük ve yürütme organı da bu durumun farkındadır, adımlarını yavaş ve ikircikli atmakta, öyle pek de kendine güvenli davranamamaktadır. Üstelik her ne kadar yükselen işçi ve halk hareketinden duydukları korkuyla kendi aralarında birleşmeye ve siyasetlerini yakınlaştırmaya yönelseler de, burjuvazi ve gericilik içindeki çelişme ve çatışmalar, bölünmüşlük sürmektedir, krizin bir faktörünü oluşturmaktadır ve verili koşullarda ileri boyutlarda giderilme belirtisi göstermemektedir. Bu çelişmeler ve bölünmüşlük, işçi ve halk hareketinin yeni bir atılımını kolaylaştırıcı, koşullarını elverişli kılıcı bir etken durumundadır.
Burada sübjektif etkene geliyoruz.
İşçi ve halk hareketinin alınan bir “cephe yenilgisi” sonrası yeni bir atılımının, yeni kabarışın eşiğinde bilinçli işçinin üzerine düşen nedir? Sorun iki yanlıdır. Birincisi, alınan taktik yenilginin nedenlerinin ortaya konup açık olarak kavranması ve kavratılmasıdır. Bu, yeni bir atılımın eşiğinde, hareketin genel bir düşme içine girmediği koşullarda özellikle önemlidir, çünkü yeni döneme son ayların tecrübelerinden ders alarak girmek, bu dönemde başarılı bir ilerleyişin zeminini oluşturacaktır. Ye işçi yığınları hareketli eylem günlerinin ardından belki de en çok şimdi neden ve sonuçlarıyla içinde bulunduktan durumu, yaptıklarını ve yapmaları gerekeni tartışmaktadırlar. Ve ikincisi, yakın geçmişin derslerinden güç alarak yeni atılım döneminin görece sert olması kaçınılmaz koşullarına hazırlanmak. Biz birincisiyle ilgileneceğiz.
Burjuvazinin, diktatörlüğünün, onun yürütme organının, grevleri yasaklayıp durdurarak yığınsal işçi hareketini geriletme, yoğun işten atmalara girişme ve ülkeyi savaş batağına sürüklemede geçici de olsa başarı kazanmasının, işçi hareketinin zaaflarından yararlanarak gerçekleştirildiği açıktır. Sermaye ve faşizm, amaçlarını gerçekleştirme ve işçi hareketini geriletme yönünde başlıca, işçi hareketi üzerindeki burjuva etkiden, hareketin esas olarak kendiliğindenliği ve burjuva siyasal karakteri aşamamasından, talep ve biçimler olarak ileri atılmasının önündeki engellerin bertaraf edilerek bu ilerleyişin sağlanamamasından yararlandı. Grev ve direnişleri fiilen sürükleyen komünist ve öncü işçiler ve genel olarak işçi kitlesi, Zonguldak’ta, 3 Ocak’ta ve Türk Metal grevlerinde, birçok fabrika ve işletmede hareketi ileri doğru itme ve kendiliğindenliğin sınırlarını aşmada çeşitli adımlar atmış, bazı bazı başarılar kazanmış ve hatta Türk Metale ilk kez grev ve Türk-İş’e ilk kez genel grev kararı aldırma gibi bazı “ilk”leri başarmış olsalar da, sendika bürokrasisi ve çeşitli burjuva partilerin işçi hareketinin yönetimini elinde bulundurmasına son verememişlerdir. Bu, işçi hareketinin temel zaafıdır ve diktatörlük ve yürütme organı, hareketi geriletmede, başlıca, işçi hareketinin yönetimini elinde tutan ve her şeye rağmen onun içeriği ve karakterini belirlemeye devam eden sendika bürokrasisi ve çeşitli gruplardan oluşan liberal reformcu burjuva partisinin sunduğu olanağı kullanmıştır. Grev ve direnişlerle gelişen işçi hareketi, her adımında, sendika bürokrasisi ve çeşitli burjuva partilerinden kaynaklanan liberal reformcu anlayış ve tutumlarla sınırlanmış, işçi yığınlarının öfke, sınıf kini, coşku ve eylemciliğinin yolu karartılıp saptırılmış, hareketinin gelişmesinin önüne çeşitli engeller dikilmiştir. Sınıfın, hatta en geri tabakaları bile, birçok durumda pratik olarak Türk-İş yönetiminin, Şevket Yılmaz’ın ve çeşitli burjuva partilerin dost olmayan yüzünü görüp bunlara karşı nefretle dolmasına, sendika bürokratları ve burjuva parti temsilcileri birçok yerde eylemci işçilerin yanına yaklaşamamalarına, yaklaşsalar bile kovulmalarına rağmen, başlıca ideolojik ve siyasal yönlendirmede ve işçi örgütlerinin başına çöreklenmiş olmalarında ifadesini bulan yönetim tekelleri kırılamamış; işçi hareketi, tersi çeşitli durumlara da yol açmakla birlikte, esasta onlar tarafından yerleştirilmiş burjuva anlayış ve yaklaşımların dışına çıkamamış, burjuva siyasal içeriği aşamamıştır.
DYP, SHP, DSP, RP gibi partiler, işçi hareketini, özellikle ilk patlak verdiğinde kendi parlamentarist amaçlarının ve ANAP ve hükümetiyle hesaplaşmalarının nesnesi olarak kullanmaya ve yedeklemeye çalıştılar. İşçi hareketini, bu partilerle birlikte düzenin sadık bendesi Türk-İş yönetimi de hükümete karşı yönelmekle sınırlamaya ve böylelikle düzenin bekasım sağlamaya çalıştılar. Aynı işi, işçi ve genel grev yanlısı göstermelik propagandaya hız vererek ve devrimci bir görüntü yaratmaya çalışarak SP de yaptı. Bu partiler, işçi hareketinin taşıdığı potansiyeli görmüşler ve bunu “oy”a dönüştürme peşine düşmüşlerdi. ANAP hükümetinin yerine bir “erken seçim” yoluyla kendi hükümetlerini geçirmenin güçlü bir kaldıracını bulduklarını düşünüyorlardı. İşçi hareketini yedekleyerek güç toplayacaklardı.
Burjuva partiler ve Türk-İş mücadelenin ekmek ve hak mücadelesi olduğunu vurguluyor, “aşırıya varma olasılığına karşı, işçi hareketinin ekmek ve hak talepleriyle hükümetle çatışmaya girmesinden hoşnutluk duyuyor, böyle bir çatışma gereğini yayıyorlardı. Kendiliğinden işçi hareketi de zaten hükümetten hak talep etme, ona hak dayatma noktasına gelip dayanmıştı. Burjuva partiler ve Türk-İş yönetimi ANAP hükümetinin istifası talebini formüle edip işçi hareketine yamamaya çalışırken, onu sınırlamaya ve taşıdığı düzen karşıtı potansiyel ve eğilimi geçersizleştirmeye, hareketin düzen karşıtı kanallara girmesinin önünü kesmeye çalışıyorlardı.
“Teori” dergisinde “DSP, tıpkı SHP gibi daha grevin başında, bunun bir hak mücadelesi olup siyasal yanı bulunmadığını Ecevit’in ağzından açıklamıştı… “Sosyal Demokrasi mücadelenin siyasal içeriğine başından itibaren kuşkuyla baktı.” diye yazan Hasan Yalçın, kuşkusuz sorunu çarpıtmaya yönetiyor ve sosyal demokrasiye de haksızlık ediyor. “Hak mücadelesi” ile “siyasal yanı bulunmak” birbirine karşıt şeyler değildir ve üstelik sosyal demokrasinin mücadelenin siyasal içerikli oluşuna karşı olduğunu düşünmek, sosyal demokrasinin kendi kendini inkâr ettiğini düşünmekle eşdeğerdedir. Burjuva reformculuğu niçin işçi hareketinin hak talebiyle sınırlı, hükümete haklarını dayatma ve olmazsa haklarını, verecek bir başka hükümet aramak üzere bu hükümeti istifaya çağırmakla sınırlı siyasal içeriğine karşı olsun? Tersine hareketin böyle bir içeriğe sahip olmasını isteyen, burjuva reformizmin ta kendisidir. Türk-İş’e işçi hareketi dayattı diyelim, SHP ve DSP’ye de, SP’ye de hükümetin istifasını ve “erken seçim “i öngören talepler formüle etmeyi işçiler mi dayattı? Reformcu burjuva partilerin politikalarını da işçiler mi belirtiyor? Burjuva reformist partilerin SHP’nin, DSP’nin, SP’nin reformcu siyasetler ve bunun başlıca yönü olarak hükümete yönelik olmakla sınırlı, talepler formüle edip geliştirmeleri ve bu siyaset ve talepleri işçilere benimseterek onların hareketini peşlerine takıp kendi siyasal amaçlarına uygun olarak kullanmaya çalışmalarından doğal bir şey yoktur. Burjuva partiler ve sendika bürokrasisi, işçi hareketinin siyasal içeriğine değil, bu içeriğin komünist ve devrimci düzen aleyhtarı bir nitelik kazanmasına karşıdırlar, bundan kuşku ve kaygı duyarlar.
Özgürlük Dünyası’nın geçen sayısında yayınlanan “Kendiliğinden Hareket, Zonguldak ve Kendiliğindencilik” başlıklı yazıda üzerinde duruldu: Zonguldak direnişi siyasal bir hareketti, ötesine geçen özellikler de taşımasına rağmen, hükümete yönelik hak mücadelesi olma karakteri taşıyordu ve bu nedenle kendiliğindenliğin sınırlarını esas olarak aşamıyordu. Hasan Yalçın, yazısında, kendiliğinden hareketi, salt ekonomik harekete, ekonomik talepli harekete özdeşleştirmeye uğraşıyor. Bu, kuşkusuz yanlıştır. Salt ekonomik hareket burjuva bir siyasal içerik taşıdığı gibi, ekonomik taleplerin öte-, sinde siyasal taleplere de sahip olan, sadece genel grevle ve genel işçi ve halk muhalefetiyle birleşmesi ve örneğin demokratik içerikli talepler ileri sürmesi dolayısıyla siyasal olmakla kalmayan ama hak mücadelesinden kalkınarak bu zeminde hükümete karşı talepler ileri süren, hükümete karşı da siyaset yapan Zonguldak direnişi benzeri eylemlerle karşılaşmak da doğaldır. Hatta, Yeni Demokrasi, Mücadele, Demokrat! gibi dergilerin sıkça vurguladıkları gibi, grev ve direnişleri içinde, işçilerin, karşılarına çıkan çeşitli devlet kurum ve organlarım “görüp tanımaları”, onların tek tek bilgilerine varmaları olanaklıdır. Ama bu bilgi, sınıfların birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerinin genel bilgisi düzeyine yükselmedikçe ve işçiler bu bilgiye dayanarak kendi iktidarlarını ya da onun özgül biçimlerini kurmaya yönelik bir yaklaşımla yönlenip hareket etmedikçe, tek tek bilgiler ve sınıf sezgisinden kaynaklanan pratik tutumlarla sınırlan şurada burada zorlanıp asılsa da, hareket, esas olarak, kendiliğindenliğin sınırlarını aşamayacaktır, aşamamıştır. Kısacası, kendiliğinden hareket, ekonomik mücadele alanında oluşan siyasal taleplerle ortaya çıkabilir. Ancak, hareketin kendiliğinden oluştan kurtulması, kendiliğindenciliğin, aynı anlama gelmek üzere, ister salt ekonomik talepli tek tek grevlerde, isterse hükümeti hedefleyen hak talepli ekonomik ya da siyasal grev ve direnişlerde olsun, ekonomizm ve reformculuk olarak şekillenen burjuva siyasal içeriğin aşılmasına bağlıdır. Proletarya düzen sınırlan dışına çıkmayı bilinçle hedeflemedikçe kendiliğindenliğin sınırlarına hapsolmaya mahkûm olacaktır. Bunun için gerekli olan, hükümetlere karşı olmakla (ama düzene ve diktatörlüğe yönelmemekle) sınırlı kalmayan sosyalist bilinç ve en çok hükümet karşıtlığıyla sınırlanan burjuva siyasal bilincin ötesine geçmektir.
Kendiliğinden bilinç, tek tek ekonomik talep ve grevlerden hükümetlerden hak taleplerine ve onların hedeflenmesine kadar varan bir mücadele alanı oluşturan ekonomik mücadele alanından kaynaklanır, bu alanda edinilebilir. Bütün bir sınıflar ilişkisi ve onların devlet karşısındaki durumlarının genel bilgisinden yoksunlukla karakterize olan ve düzen ve diktatörlük karşıtlığını içermeyen bu bilinç, burjuva siyasal bilinçtir, şu ya da bu burjuva partisinin ve sendika bürokratlarının düzen yanlısı talep ve mücadeleleriyle, onların burjuva siyasetiyle birleşir. Henüz burjuva ideolojisinin ufku aşılmamıştır. Sosyalist bilinç, ekonomik mücadele alanının dışından, toplumsal olarak düzen içinde belirli yerler tutan sınıfların birbirleriyle ilişkisi, egemenlikleri ya da ezilmeleri, toplumsal olarak ekonomik ve siyasal öz ve biçimleriyle yönettikleri ya da yönetildikleri, devletin de yer tuttuğu siyasal alanda elde edilebilir. Dikkat edilirse, burada söz konusu olan, hükümetler değildir, sınıflar ve devlettir, toplumsal düzendir. İşçi sınıfı bu yönüyle kendisinin bilincine varıp eylemiyle kendisini ortaya koyduğu ölçüde kendiliğindenlik alanının dışında demektir. Burjuvazi ve devleti karşısında kendi konumunu kavramamış, henüz burjuvazinin şu ya da bu hükümetinin karşıtlığı alanının ötesine geçememiş, dolayısıyla çeşitli burjuva hükümetlerin muhalifi başka burjuva parti ve grupların etkisinden kurtulamamış, kendisini onların etkisinin dışına alamamış proletarya, burjuva ideolojisinin etkisi altındadır ve hareketi burjuva liberal reformcu bir içerik taşıyor demektir. Öyle Hasan Yalçın’ın ve SP’nin propaganda ettiği gibi, salt ekonomik taleplerin ötesine geçip hükümetten haklar talep ederek hareket eden işçi sınıfı ve hareketi, hemen kendiliğindenlikten kurtulamıyor; kurtulduğunu savunanlar, SP gibi burjuva partiler, kendiliğindenliğin Önünde diz çökmüş ve kendiliğindenci olarak tanımlanmaya hak kazanmış oluyorlar.
Sınıfın hareketini kendiliğinden hareket olarak tanımlamakta, onu küçümsemenin zerresi yoktur. Tersine, sınıfın kendiliğinden hareketine övgüler düzmek ve onu sınıfın bağımsız siyasal hareketi gibi göstermek, sındı burjuvazinin etkisine terk etmek, burjuva siyasal içeriğe kayıtsız kalmak, sınıfı burjuvazinin kuyruğu olmaya mahkûm etmek demektir.
Burjuva reformcu siyasal partiler, sendika bürokrasisi, SHP, DSP, SP, Troçkistler, Türk-İş yönetimi, 3 Ocak “genel eylemi” ve Zonguldak direnişinin kendiliğindenliğine, burjuva siyasal içeriğine övgüler düzdüler, hareketin sahip olduğu bu içeriğin ötesine geçmesine engel olmaya çalıştılar. Tümü, işçi hareketinin başlıca talebi olarak ANAP hükümetinin istifası ya da yıkılmasını formüle etti. işçi hareketi de zaten kendiliğinden bu noktadaydı. Sosyal demokrasi bu noktada kaldıkça işçi hareketini destekledi; yasal sınırların ötesine geçmek, bu sınırları zorlamak, talep ve eylem biçimleriyle ileri atılmak, ve sınıfın nesnel konumu, çıkarları ve kendini ortaya koyuşunun potansiyel olarak içerdiği düzen karşıtlığını dışa vurmak eğilimi içine girdikçe, hareketin, kendiliğindenliğin ve aynı anlama gelmek üzere, burjuva liberal siyasal içeriğin dışına taşmak ve kontrolünden çıkmak yönünde geliştiğini gördüğünde, “iç savaşa gidiliyor”, “sorun bir an önce çözülüp bitirilmeli” (İnönü) şeklinde ifade edilen konuma çekilerek desteğini çekti. Bu noktaya gelirken zaten madenciler de sosyal demokrasiden desteğini çekmişti. Hala esasta onların sloganlarıyla yürümelerine rağmen, pratik olarak SHP, DSP, SP gibi partiler ve Türk-İş yönetimi, özellikle Şevket Yılmaz’ın şahsında tecrit durumuna gelmişlerdi. Zonguldak-Ankara yürüyüşünü müdahaleleriyle yönlendirmeye çalışan Cevdet Selvi ve beraberindeki SHP yöneticisi milletvekillerine “siz şöyle kenarda durun, aldığımız kararları size bildireceğiz, siz de ne tür bir destek verebileceğinizi kararlaştırırsınız” deniyordu. SP’nin Zonguldak teşkilatı ise çoktan dağılmıştı. Bu noktada tek tek devlet iktidarının çeşitli yönlerini hedefleyen “tanklarıyla toplarıyla gelseler bile…”, “başkan canların işkencede”, “DGM yapısı, işkence kapısı” türünden sloganlar da gündeme girmeye başladı.
Ancak 3 Ocak ve Zonguldak direnişine damgasını vuran “hükümet istifa”, “Özal istifa” gibi sloganlardı, somut ekonomik hak taleplerini ifade eden sloganların yanı sıra. Ve bu talepler, SHP, DYP, DSP gibi partilerin “erken seçim”le ANAP hükümetine son verme amaçlarıyla birleşme durumunda.
Aynı talepler SP tarafından da formüle edilmektedir. Özgürlük Dünyası’nın şubat sayısındaki “işçi sınıfı, SP ve Reformculuk” başlıklı yazıda konu üzerinde durulmuştu. “Özalları yıkmak için genel grev”, “demokratik erken seçim için genel grev”, “cumhurbaşkanlığı problemini çözmek için genel grev”, SP’nin genel greve yüklediği hedefleri gösteren “Eylem” dergisinde yer alan sloganlardır.
Bu partinin amaçlan SHP, DSP ve DYP ile birleşmekte, SP, sayılan diğer burjuva muhalif partilerden amaçlarda değil, genel grev ajitasyonuna ağırlık vermesiyle ayrılmaktadır. Genel greve SHP, DSP, DYP gibi partiler de sahip çıktılar, ancak, SP onlardan ve devrime cepheden saldırdıktan kendi geçmişlerinden, Marksist terminolojiyi kullanmak ve devrimci görüntü vermeye çalışmakla, bu amaçla “emekçi çözümü”, “genel grev” laflan m bolca sarf etmekle ayrılıyor. Eskiden, örneğin 80 öncesi, devrimci hareket ve halk hareketine karşı Evren’le bile birleşmeye çalışıp, “sahte sol” ve PKK ihbarcılıklarıyla devlete ve mahkemelere yol göstermekle (Bkz. TİKP mahkeme zabıtları) övünen Aydınlıkçılar, şimdi SP’nin erken seçim amaçlı genel grev ajitasyonuyla övünüyorlar. Bu da bir ilerlemedir! Bu durum, şimdi SP’nin işçi ve halk hareketini inceltilmiş yöntemlerle düzene bağlamaya yöneldiğini göstermektedir. Artık işçi ve halk hareketine, devrime açıktan ve cepheden saldırmıyorlar, dilleri yandı, deney sahibi oldular. Şimdi “genel grev”, “devrim”,” emekçi çözümü” gibi çekici, işçi ve devrim yanlısı göstermelik laf ve sloganlarla, ama kendiliğinden harekete övgüler düzerek, işçi ve emekçilerin derin düzen aleyhtarı öfke ve hoşnutsuzluğunu, işçi ve halk hareketini kendiliğindenciliğin, liberalizmin sınırlan içine hapsetmeye, onu düzen içi kanallara akıtıp eritmeye, ilerlemesini ve düzen karşıtı bir hareket olarak gelişmesini engellemeye çalışıyorlar. Kendiliğinden hareketi yüceltip onu sınıfın bağımsız siyasal hareketi gibi göstermeleri, kendi kendiliğindenciliklerini, burjuva liberal, reformcu siyaset ve taktiklerini devrimci ve sınıfın bağımsız siyaset ve taktikleri olarak lanse edip doğrulatmak, reformculuklarını gizlemek amacına yöneliktir.
Benzer bir tutuma Troçkistler de sahipler. Onlar, sorunu SP’den biraz daha “geniş” çerçeve içinde ele alarak, hükümet sorununu rejim sorununa bağlıyor, hükümetin devrilmesini Eylül rejimine son verilmesiyle birlikte öngörüyorlar. (SP’nin de toplumsal muhalefet daha ileri boyutlar kazandığında bu noktaya gelebileceği tahmin edilebilir, yeter ki düzen ve diktatörlük koşullan değişmesin; gerektiğinde düzenin çok sivri ve göze batıcı yanlarının, bu arada rejimin giderilmesine de katlanılabilir. Bu bütün burjuva partiler ve düzen yanlısı akımların genel tutumudur. Düzeni korumak için, zorunlu olduğunda, gerekli tavizleri verme: reformculuk da zaten budur):
“Türkiye bugün devlet başkanı Özal, onun bazı bakanları ve generallerden oluşan bir MGK Hükümeti tarafından yönetiliyor… Bu hükümet en kısa zamanda işbaşından uzaklaştırılmalı ve arkasına yaslandığı 12 Eylül generallerinin Anayasası da bir halk oylamasıyla çöp sepetine atılmalıdır… Bir genel grev öncelikle böyle bir halk oylaması talebini ileri sürmelidir. Halk oylaması ile birlikte derhal bir Kurucu Meclis toplanmaldır.” (“Sosyalizm”, sayı 7)
Hangi ülkede olacak bunlar!
SP’nin ve SHP ile DSP’nin reformcu siyaset ve taktiklerinden esasta bir farklılık taşımıyor. Şimdi pek üzerinde durulmasa da, bir zamanlar SHP ve DSP tarafından önerilip gündeme getirilmiş “Kurucu Meclis” talebi dâhil, Anayasanın değiştirilmesi, bunun için halk oylaması ve tabii hükümetin işbaşından uzaklaştırılması talepleri, bu değişiklikleri ele alış zemini ve bunlar için öngörülen taktikler, Troçkistlere özgü değildir ve tüm bir reformcu, liberal cephe tarafından savunulmaktadır. Troçkistlerin farkı, olsa olsa, diğer reformcular, Özal ve ANAP’la ordu arasında önemli çelişme ve kopukluklar olduğunu ileri sürerken, onların bütünlükten söz etmelerinde olabilir. Ötesinde, aynı düzen içi ele alışlar ve çözüm önerileri, düzen, diktatörlük ve bütün bir üst yapı dokunulmaz kalır ve muhalefet konusu edilmezken, sorunu, hükümet ve anayasa değişikliği ve “erken” ya da “kurucu” seçim vb. olarak ortaya koymak Troçkistler tarafından da savunulmaktadır. Tümü, ortak bir zemindedirler.
Hükümetler, devletlerin yürütme organlarından ibarettirler. Parlamentolar da asma yaprakları. Sorunu hükümetler ve hükümet değişiklikleri, parlamentolar ve onların yenilenmeleri, yani seçimler çerçevesinde ele alış, hükümet ve parlamentoları düzen ve devletten ayırmak, buna bağlanmayan mücadelelerin konusu yapmak burjuva liberalizmi ve reformculuğun iflah olmaz hastalığıdır. İstendiği kadar hükümetlerin “ilk adım”, “baş hedef” vb olarak devrilmeleri ya da seçimlerin ” demokratik”, “kurucu” vb. olarak gerçekleştirilmeleri üzerinde durulsun, işin aslı değişmez “Yarının değil bugünün devleti” koşullarında, bürokratik militarist aygıt yerli yerinde dururken, işçi ve halk hareketini somut taleplerinden kalkarak bu hedeflere yöneltme yerine, bu harekete, değiştirilmemiş üst yapı koşullarında gerçekleştirilecek “seçim” hedeflerini yüklemek ve bu seçimlerden, -mümkün olan en demokratiği bile yapılabilecek olsa-, devrimci sonuçlar ummak, daha doğru bir söyleyişle, buna işçi ve emekçileri inandırmaya çalışmak, reformculuğun bir de üstelik parlamentarizmidir. (Buraya bir not düşmek istiyoruz: Teori dergisinin şubat sayısında, tartışılan konulan içeren Hasan Yalçın’ın yazısında “demokratik erken seçim” önerisi geçmiyor. Parlamentarist görüntüden kaçınmak için bu öneriden vazgeçiliyorsa, bunun açıkça yapılması iyi olacaktır. Ve doğal ki bu görüntüden kaçınmak için daha yapılması gerekecek pek çok şey olacaktır. Örneğin parlamentarizm yerine darbecilik geçirilmeyecekse, hükümet değişikliklerinin amaçlanmasından da vazgeçmek, kendiliğindenlik önünde diz çökmekten vazgeçmek, işçi hareketine ilişkin bütün bir değerlendirme ve geliştirilmiş taktikleri geri almak, kısacası SP’den vazgeçmek gibi)
SP gibileri ve sanırız Troçkistler de bizi taktiksizlik, taktik bilgisine sahip olmamak, “toptancılık”, vb. ile suçlayacaklardır. Hasan Yalçın, yanıtlanmamış gibi, yine “devrimi taktiksiz bırakma” eleştirisini tekrarlıyor. Devrimi! Ama SP devrimle ilgilenmiyor ki! “Erken seçim taktiği” ile ya da hükümet değişiklikleriyle yetinen taktiklerle devrim mi yapılabilir?
Taktik mi? işçi ve halk hareketini, -geçici yenilgiye rağmen ve bu yenilgi geçici olduğu için değiştirmeye gerek olmadan-, genel grev ve somut taleplerle genel taleplerinin propagandasını birleştirerek hareketi düzene karşı ve “yarının devletine” ulaşmaya yöneltme taktiği. Taktik çizgi budur. Kuşkusuz bu, taktik sloganlara, üsluba, olası yeni gelişmelere göre ayrıntılandırılabilir ama aslı budur. ANAP hükümetini kimse savunmayacaklar kuşkusuz ve işçi ve halk hareketinin baskılarına dayanamayıp devrildiğinde de kimse üzülmeyecektir. Ama o hükümet ve yerine gelecekler de böyle devrilir. Sorun, hükümet devrilmeleriyle sınırlanmamak ve böyle sınırlı reformcu taktikler öngörmemek sorunudur. Seçime gelince, gündeme geldiğinde ona ilişkin bir tutum da alınır; kuşkusuz seçimlerde tavırsız kalınmayacaktır. Ancak sorun, güzel ya da çirkin, “demokratik” ya da değil, seçimler hedeflenmesiyle sınırlanmamak ve böyle sınırlı reformcu taktikler öngörmemektir. “Bugünün devleti” koşullarında ne de “demokratik” seçimler olur ya! Güç başkasının elindeyken, silahlara işçiler değil başkaları sahipken, “demokratik seçim” ve ANAP hükümetinin devrilmesiyle kurulacak herhalde “demokratik hükümet” hedefleme “taktiği”, ne denli “emekçi çözümü”ne hizmet eden ne denli “devrimci” taktiktir ya! Bu taktik sahipleri bir de reformcu-devrimci bölünmesinde kendilerinin “devrimci” tarafta yer aldıklarını iddia ediyor, böbürleniyorlar.
Benzer yaklaşımlar, aynı zamanda ileri sürülen tersi görüşlerle birlikte ve iç içe, eklektik bir bütün oluşturmak üzere, “Emperyalizm ve Oligarşiye Karşı Mücadele” ve “Demokrat!” dergilerinde de görülüyor.
“Mücadele”de örneğin şu doğrular yazılıyor
“Burjuva muhalefet eylemi politikleştirmemeye, kendi kontrolüne almaya ve erken seçim manevrası odağında Özal iktidarına karşı kullanmaya çalıştı.” (S.13, sf.18)
“Devrimciler kitleleri seçimin çare olmadığını, sömürü ve baskının sona ermesi için, onun yaratıcısı olan bu düzenin yıkılması gerektiğini, bunun tek yolunun da devrim olduğunu ısrarla anlatmak ve kavratmak zorundadırlar.” (S.12, sf.3)
Ama bu doğruların yanında “Mücadale”de SHP, SP ve Troçkistler gibi, işçi hareketi karşısında, bu hareketi hükümet karşıtlığıyla sınırlandırıcı reformcu bir tutum, burjuva reformculuğundan açık bir etkilenme de vardır.
Örneğin “Devrimci Sol Güçler”in 3 Ocak’a ilişkin bildirisi, “3 Ocak’ta Özal iktidarından hesap soralım” (Mücadele s.ll, sf.ll) şeklindeki sınırlayıcı bir çağrı ya da sloganla son bulmaktadır ve bildirinin perspektifi budur. Bu “Mücadele” sayısının başyazısı da aynı yaklaşıma sahiptir.
“3 Ocak gününü Türkiye emekçilerinin insanca ve onurlu bir yasam sürmesi için; 12 Eylül’ün tüm yasaklarını parçalamak ve gasp edilen hak ve özgürlükleri geri almak için; Özal iktidarının savaş politikalarını etkisiz kılarak halkımızın emperyalistlerin çıkarına bir savaş ateşinin ortasına atılmasını engellemek için; iktidara karşı bir savaş gününe dönüştürmek herkesin görevi olmalıdır.”(s.ll, sf 3)
Burada sorunun hükümet ve en ileri gittiği noktada -12 Eylül yasaklarıyla ilgili olarak- rejim sorunu olarak ele alındığı ortadadır. “İktidar”, Özal hükümetidir. Peki düzen ve devlet iktidarı bu durumda gözden kaçırılmış olmuyor mu? Ve öyle ki, özgürlükler ve demokrasi sorunu da, yukarıdaki pasajda genel bir demokrasi sorunu, devlet ve düzenle ilişkilendirilmiş haliyle demokrasi sorunu ve demokrasinin kazanılması olarak değil yalnızca 12 Eylül gasplarının geri alınması olarak konmakta, 12 Eylül öncesiyle bugün rejim açısından karşılaştırıldığında, sorunun rejim sorunu olarak bile ele alınmadığı görülmektedir. Aynı yaklaşım, “Mücadele”nin 10. sayısında da daha belirgin olarak yer almaktadır:
“Özal’ı hedef alan slogan ve konuşmalar sendikal mücadeleyi demokratik mücadeleyle bütünleştiriyor”lar. 3)
Burada Özal (ve hükümetini) hedef almanın demokrasi mücadelesi açısından yeterliliği ya da bir başka deyişle, demokrasi mücadelesinin hedefinin Özal ve hükümetiyle sınırlılığı ortaya konuyor açıkça. Ve bu tespitin yapıldığı yazı şöyle devam ediyor:
“Maden işçileri Türkiye’de oynanan demokrasicilik oyununu bozuyor, işçi sınıfı adına gerçek demokrasiyi istiyor. Oligarşiye ve emperyalizme karşı çıkıyor.”
Burada tam bir abartma ve karışıklık görülüyor. Özal’ı hedeflemekle kalan bir demokrasi mücadelesinin demokrasicilik oyununu bozması olanaksızdır, tersine böyle bir mücadele “demokrasicilik oyunu”nun tam da kendisidir. Ve bunun “gerçek demokrasi” isteği ve yönetimiyle bir ilgisi olamaz.
Öte yandan abartmalar da şunlar. Gerçek demokrasiyi istemek, sosyalist demokrasiyi istemektir. Bunun değil halk demokrasisinin kastedildiği varsayılsa bile, bu, siyasal sınıf bilincini ve maden işçilerinin direnişinin sınıfın bağımsız siyasal eylemi olarak gelişmesini gereksinir. Durum böyle değildir. Burada kendiliğinden hareketi abartmak ve bağımsız siyasal sınıf hareketi olarak değerlendirmek, bunu hem de Özal hükümetini hedeflediği ve hedeflemesi gerektiği ileri sürülen işçi hareketi şahsında varsaymak ve dolayısıyla burjuva siyasal içeriğe olmadık misyonlar yüklemek hatasına düşülmektedir ki, bu, reformculuktan açık bir etkilenmedir. Ve oligarşiye karşı çıkma. Bu, devlete, diktatörlüğe karşı çıkmak demektir. Bir bütünlük sağlanmış oluyor Maden işçileri, eylemleriyle diktatörlüğe karşı çıkıp burjuva karakterde olmayan bir demokrasi istemiş oluyorlar, böyle bir hareketin kendiliğinden olması olanaksızdır. Ama yine öte yandan, “Mücadele”, “…devrimci bir alternatifin olmadığı koşullar”dan (s.ll, sf.3) söz ediyor. Devrimci alternatifin, devrimci önderliğin olmadığı koşullarda diktatörlüğe, oligarşiye karşı gerçek demokrasi talebiyle gelişen bir işçi hareketi olanaklı mıdır? Bu, imkânsızdır. Öylesine imkânsızdır ki, bunun, “Mücadele” de farkındadır ve şunları yazmaktadır:
“Bu direniş (3 Ocak ‘genel eylemi’-ÖD.) geniş kitlelere nasıl mücadele etmek gerektiğini öğretmekle kalmadı… “(s.ll, sf.3) ve
“Kitleler kendi deneyleriyle öğreniyorlar… Kendi güçlerini gördüler, devleti, burjuva muhalefeti, sarı sendikacılığı tanıdılar.” (s. 13, sf.13)
“Mücadele”, daha henüz kitlelerin kendi eylemlerinden öğrendiklerini, hem de nasıl mücadele etmek gerektiğini öğrendiklerini belirterek, aslında, işçi hareketinin bağımsız sınıf hareketi düzeyinde olmadığını ortaya koymuş oluyor. Hareketin kendiliğinden karakterini tanımlamış oluyor.
(Geçmeden yukarıdaki abartıları not edelim. “Kitlelerin nasıl mücadele etmek gerektiğini öğrenmeleri”, genel bir deney edinme ve genel bilgilenme ve ajitasyon dışında kullanıldığında, -ki, öyle kullanılıyor-, yanlış ve abartılı oluyor. Kitleler kendi deneyleriyle öğrenirler ama öncülerinden öğrenirler. Hem “devrimci bir alternatifin olmadığı koşullar”dan ve hem de kitlelerin devleti ve burjuva muhalefetinin gerçek içeriğini tanımalarından söz etmek, bunları birlikte iddia etmek olanaksızdır. Üstelik pratikte de işçilerin henüz devleti ve burjuva muhalefeti gerçek içeriğiyle ve genel olarak tanıyıp öğrendiklerinden söz edilemez, çünkü işçi hareketi esas olarak burjuva liberal siyasal çerçevenin dışına taşamamış, burjuva ideolojisi ve siyasetinin dar sınırlarını aşamamıştır.)
“Mücadele”de çelişmeler, muğlâklık ve karışıklıklar var. Karışıklık, kendiliğinden hareketin, hem de Özal’ı hedefledikçe demokratikleştiği söylenen hareketin, aynı zamanda sınıfın siyasal hareketi olarak ele alınması noktasında. Öyle bir bağımsız sınıf hareketi ki, Özal’ı, Özalcı hükümeti hedeflemesi öngörülüyor. Bu karışıklık, sağlam bir kitle mücadelesi perspektifine sahip olmayan, “öncü savaş” anlayışını savunan “Mücadele”nin, güçlü bir şekilde ve büyük olasılıkla kendisi açısından “aniden” ortaya çıkan işçi hareketi karşısında şaşkınlığa düşmesi ve önceden üzerinde düşünülmemiş refleksif tepkiler vermesi, bu tepkilerin de kaçınılmazlıkla yaygın bir şekilde ortalıkta dolaştırılan reformcu yaklaşımlar ve propagandadan etkilenerek oluşmasından kaynaklanıyor olmalıdır.
ÖZGÜRLÜK 38
“Demokrat!” da, sınıf hareketi karşısında “Mücadelece benzer bir konumdadır. Onlar da belirli doğruları belirtiyorlar.
“İşçi sınıfı bugün dışarıdan siyasal müdahalenin hiç denecek kadar az olduğu bir ortamda, sezgisel düzeyde bir sınıf bilincine yaygın ve çıplak bir biçimde sahip.” (Aralık, sf.20) Ünlemli Demokratın kendi faaliyetsizliğinin teorisini yaparak, işçi sınıfı arasında hiç denecek oranda faaliyetten söz etmesi bir yana, burada sınıfın esas olarak kendiliğinden bilince sahip oluşu belirtiliyor.
“Bugün Türk-İş bakımından ‘genel grev’ işçilerin tepkisini sistem içinde tutabilmenin ve bu doğrultuda gerçekleştirilebilecek bir erken seçimin aracı… ” (Agy.)
“Genel olarak, toplumsal muhalefet potansiyelindeki dinamikler ekonomik krizden kaynaklanıyor. Bu anlamda ekonomik yönelimli bir muhalefet var ve bu anlamda henüz siyasal rejim ile hesaplaşma bilincine ulaşabilmiş değil ve yine bu anlamda kendiliğindenci bir muhalefet…” (Kasım, İktidar Ağacı başlıklı yazıdan)
Demokrat!, işçi hareketinin kendiliğindenci karakterini saptıyor. Ama bu saptamanın yapıldığı yerde bağımsız siyasal işçi hareketi, rejimle hesaplaşma durumunda olacak bir hareket olarak tanımlanarak yanlışa düşülüyor. Daha bu noktada reformizmin etkisi açıkça görülüyor. Rejimle hesaplaşmak, aynı hükümetlerle hesaplaşmalar gibi, sosyalist siyasal bilinci ve bağımsız işçi hareketinin varlığını şart koşmaz ve bağımsız işçi hareketinin hedefi olarak rejimleri göstermek, hükümetleri hedef göstermekten pek farklı ve devrimci olmaz. Peki, yine doğrularla yanlışların hemen art arda dizildiği şu pasajın eklektizmi ve reformculuktan güçlü etkilenişine ne demeli:
“İşçiler kendileri için ekonomik bir savaşa (ve kendileri için değil, SHP ya da DYP için bir ‘politik bir mücadele’ye) girişikleri ölçüde yenik düşecekler, işçiler, bu kavgayı sadece ücret artışı için değil, 12 Eylül rejimi ile üzerlerine konan politik yasakların ve bu nedenle elde edemedikleri asgari ekonomik hakların kazanılması için, anayasanın değiştirilmesi için vb. asgari demokratik hakları için dayatırlarsa, yeni kavgalarında kazançlı çıkabilmenin imkânını yakalayabileceklerini fark edebilecekler mi? Herkesin kendi alternatif çözümü var. Hükümetin şiddet, hükümetin muhalefetinin erken seçim. Her ikisi de çözümü kendi meclisinde arıyor. Toplumsal muhalefet de alternatif çözümleri üretebileceği kendi meclisine sahip olmalı.” (S.6, İktidar Ağacı’ndan)
Tamam, işçiler SHP ve DYP için politika yapmamalılar, yani hareketin kendiliğindenliğinin aşılması, burjuva siyasal çerçevenin dışına çıkılması gerekiyor. Peki, ama bu çerçeve, Eylül rejiminin koyduğu yasakların hedeflenilmesiyle yerinilecek bir çerçeve midir? Anayasanın değiştirilmesi ile sınırlı bir çerçeve midir? Bu, yine burjuva liberal bir çerçeve olmayacak mı?
Ve “meclis” meselesi… Bazı kavramları çekiştirmemek en iyisi. Pekdemir, “muhalefet meclisleri” için 80 öncesi “direniş komiteleri”ne atıfta bulunmuştu. Biliniyor ki, o zamanlar “direniş komiteleri”, “iktidar organlarının nüveleri” olarak görülüyordu. Bu meclisler de öyleyse burjuva partilerin meclisleri karşısında alternatif olarak sunulduğuna göre sadece alternatif fikirler üretilmekle kalınmayacak “meclisler” olmalı bunlar, yine “bugünkü devlet” ve onun silahlı korumaları egemenliği koşullarında, siyasal ortam bu silahlı güçler» den arındırılmadan, “kurtarılmış bölgeler” anlayışı hayata geçirilmeye çalışılacak, ciddi bir “oyun”un reformcu bir tarzda oynanmasına yönelinecek demektir. İşçi ve emekçi meclisleri, bugünkü devlet koşullarının dönüştürülmesini gereksinir, tersi koyu bir reformculuk olacaktır. Böyle olduğu, sorunun rejim sorunu olarak sunulmasından da anlaşılmaktadır. Ve üstelik, bu söylenenlerden de geriye düşülerek daha başka şeyler de söyleniyor Demokrat!da: “… Grev yapan işçiler Özal diktatörlüğüyle doğrudan yüz yüze.” (Aralık, sf.20) ve “Madenci hareketi, başlangıçta yaygın biçimde ve küçümseyici bir tonda ‘kendiliğindenci olarak nitelenmişti. ” (Ocak, sf.69) Bir de şu: “(Madenciler-ÖD.) muhalefet partilerinin desteklenmesi şöyle dursun, ‘meclis istifa’ sloganlarında somutlaştırdılar taleplerini.” (Agy)
Kararsızlık ve karmaşa Demokrat!’ta da görülüyor. Bir yandan kendiliğindenlik değerlendirmesi, öte yandan kendiliğindenlik değerlendirmesinin eleştirilmesi; bir yandan erken seçim hesaplarının reddi, öte yandan ‘meclis istifa’ sloganını sahiplenme ve hele muhalefet meclisi önerileri ve Özal ya da rejim karşıtlığıyla yetinme. Demokrat! reformculuğun güçlü etkisi altındadır. Aynı SP gibi, “meclis istifa” sloganının, parlamentarizme, burjuva liberalizmine, somut olarak da SHP ve DYP’nin ‘sine-i millet” taktiğindeki karasızlıklara ve dolayısıyla burjuva muhalefetin yetersizliğine yöneltilmiş bir eleştiri ve devrimci bir slogan olduğunu düşünmektedir.”Meclis istifa”nın bir “erken seçim” talebine bağlandığını göremeyecek ya da görmek istemeyecek kadar etkilenmiştir reformculuktan “yorgun Demokrat”.
Aynı bulanıklık ve karmaşa “Yeni Demokrasi”nin de özelliğidir.
“… Madenciler ve onlarla birleşen emekçi halk; grevlerinin hak eylemi olmaktan çıkıp düzenin tüm bozukluk ve haksızlıklarına karşı, devrim ve demokrasi adına bir başkaldırıyı yansıtması anlamında Türkiye halkını temsil etmiştir… maden sanayi proletaryasının grevli direniş eylemi, faşist devlete ve patron-ağa düzenine bir isyandır.” (Ocak-Şubat, sf.12)
(“İsyan”, “düzenin tüm bozukluktuk ve haksızlıklarına karşı” olmak… neden kendiliğindenliğe övgü düzme ihtiyacı duyuluyor? Ne isyanı? Madencilerin barikatlar karşısında, SP tarafından pek devrimci anlamlar yüklenen “en büyük ordu bizim ordu” sloganım da attıkları hatırlansın yeter.)
“…bu eylem, demokrasi ve bağımsızlık güçlerinin mücadele gündeminde sıçrama taşı olma göreviyle yükümlüydü. Bu anlamda 12 Eylül rejimine son darbeyi indirip savaş ağası faşist Özal kliğini alaşağı edecek bir genel direniş ve eylemler dizisine kıvılcım olma özelliğini sırtında taşımaktaydı.” (Agy)
“…maden proleterleri, siyasetin alasını yaparak devlet ve iktidar güçleriyle hesaplaşmış…” (Agy)
Yeni Demokrasi’de karmaşa, abartı ve reformculuktan etkilenme daha da güçlüdür, hatta görüşleri SP’ninkilerin aynısıdır. O, işçi hareketinin kendiliğinden niteliğini reddederek, işçi eylemim bağımsız siyasal sınıf eylemi olarak değerlendirmekte ve abartılı bir şekilde ona “devlet ve düzene karşı isyan”, “devlet ve iktidar güçleriyle hesaplaşma” içeriğini yakıştırmaktadır. Ama öte yandan, aynı sayfada madenci direnişinin “12 Eylül rejimini” ve “Özal kliği”ni hedeflediğini söylemektedir, gerçekte de madencilerin kendilerinin formüle edip haykırdıkları sloganların içeriği esasta Özal karşıtlığıyla sınırlıdır. Benzer görüşlerin yukarıdan beri eleştirisini yaptığımız için, yinelemeyeceğiz. Ancak belirtilmeli ki, Yeni Demokrasi’nin işçi hareketine yaklaşımı SP yaklaşımını andırmaktadır, temel noktalarda ona uygundur ve kendiliğindenliğe övgü, burjuva siyasal içeriğin savunulmasına götürmektedir. Kendiliğindenlik önünde diz çöken Yeni Demokrasi tutumunun SP’den tek farkı, abartılı bir şekilde harekete “devlete isyan” özelliğini yakıştırmasıdır. Bunu SP de yapmaktadır, ancak Yeni Demokrasi’nin abartı dozu onunkinden fazladır.
Tüm bu reformcu ve reformculuktan etkilenen parti ve grupların işçi hareketine sapkın yaklaşımlarının doğal sonucu ve ortak özellikleri, -hedefin hükümetle sınırlanmaması gerektiğini eklektik biçimde belirtenler de içinde olmak üzere-, tümünün de işçi ve halk hareketinin sahip olduğu içerik, talepleri ve eylem biçimleri açısından ilerletilmesi görevini önlerine koymamaları ya da yaklaşımları sonucu koyamamalarıdır.
Örneğin bu parti ve grupların hiçbiri, Türk-İş’in 3 Ocak kararlarını “genel eylem”i,” işe gitmeme” biçiminde, şalter indirerek iş durdurmasız, toplu eylem halinde işçisiz ve sokak hareketlerini kapsaması ve buna yol açması olanaksız bir cendere içine sokan kararları eleştirmemiştir, eleştirmemektedir. Türk-İş’i eylemin taleplerini sınırlaması açısından da eleştirmemişlerdir.
Genel yaklaşım, kendiliğindenliğe övgü ve kendiliğindenliği sınıfın bağımsız hareketi gibi sunmak olunca, hareketi he talepleri ve ne de eylem biçimleri yönünden ilerletmek için çalışma ve onu dar sınırlar içine hapsetmeye çalışanları eleştirip dışlama görevi öne konmamakta ya da konamamaktadır. Bu, doğal sonuç olmaktadır. Kuşkusuz, sayılan parti ve grupların hemen tümü, genel olarak Türk-İş’in misyonu ve mücadeleyi geri mevzilerde tutma tutumu üzerine soyut laflar etmektedir. Ama yöneltilen somut eleştiri ve örneğin 3 Ocak eylemini Türk-İş kararlarının ötesinde hedeflere yöneltme ve yeni eylem biçimleriyle geliştirme açısından neler yapılması ve öne ne tür somut görevler konulması gerektiği konusunda söylenen söz yoktur. Ve acıdır ki, işçi ve halk hareketinin geçici olarak da sermaye ve faşizm tarafından yenilgiye uğratılmasının temel bir nedeni de, hareketin gerek talepler ve gerekse eylem biçimleri olarak ilerletilmeğinin başarılamamasıdır.
Bir örnek vermek gerekirse, Mücadele dergisinde 3 Ocak üzerine hiçbir yazıda “işe gitmeme” kararının eleştirisi yoktur. Devrimci Sol Güçlerin bildirisinde “genel eylem”in proletarya dışı sınıf ve katmanlara yaygınlaştırılması yaklaşımı vardır ama proletarya hareketi açısından, bu hareketin ilerletilmesin üzerinde durulmamak tadır, örneğin işe gelme, iş durdurma ve sokağa dökülerek sokak hareketleri geliştirme tutumu öngörülmemektedir. Devrimci Sol Güçlerin pratikte ilerletici tutumlar savunacağım sanıyoruz. Ancak işçi hareketinin değerlendirilmesi konusundaki muğlâklıkları, şaşırmışlıkları ve işçi hareketinden uzaklıkları, düşünsel alan açısından, akıllarına böyle bir ilerleticilik görevinin gelmesini önlemiş olmalıdır. Öte yandan, reformculuğun Mücadele üzerindeki etkisi öylesine sonuçlara yol açmıştır ki, Mücadele, üstelik Türk-İş kararlarını olumlamak durumunda kalmış, genel tutumlarıyla oldukça çelişkili olmak üzere onu “meşruiyet” peşine düşmüştür.
“Yaygınlaşan grevler ve Türk-İş’in kararı, geniş kitleler nezdinde eyleme geçmenin meşruiyet zeminini yaratmıştır… İktidara olan tepkisini ortaya koymak isteyen kitleler bu meşruiyet zemininde harekete geçirilebilir, iktidara karşı halkın genel bir direnişi, bir meydan okuması gerçekleştirilebilir.” (Mücadele, s.11, sf.3)
Mücadele, Türk-İş kararının belki bir yönüyle sınıfın geri kitlelerinin eyleme katılmasını kolaylaştırdığını ama işe gitmeme biçimindeki bir “genel eylem”le aslında Türk-İş’in yasak savdığım, güçlü ve gerçek bir genel grevin önünü kestiğini, işçileri evlerine hapseden Türk-İş kararı nedeniyle kitlesel sokak hareketinin zayıf kaldığını ve kararsız bir çizgiyi pek aşamadığını, bu durumun sendika bürokratlarına hükümetle yeni bir diyalog içine girme ve işçi kitlesini “beklenti” içine itmesine ve işçilerin dayanışma eğiliminin gelişmesinin önünü kesip kendine güven duygularının güçlenmesini engellemesine olanak tanıdığını, yine sonuçta Şevket Yılmaz’a Teksif sözleşmesi ve işçileri satma fırsatı sağladığını, bu tür satışlar için onlara yeni bir güç ve cesaret verdiğini görmüyor, “meşruiyet”e takılıp kalıyor. Sınıf hareketinden kopuk “Mücadele”, istese bile, işçi hareketi karşısında uyanık olamamaktan ve reformcu konumlara düşmekten kurtulamıyor, örneğin somut durumda pratik olarak Türk-İş’i olumlamak ve önderliğini kabullenmek durumunda kalıyor.
Son olarak önderlik sorunu üzerinde durmak gerekiyor. Sorun, sınıf hareketinin talepleri ve hedefi, siyasal içeriği ve karakteri ve ilerletilmesi, talep ve eylem bi-çimleriyle gelişip devrim hedefine kanalize edilmesi sorunlarına yaklaşımla ve ciddiyetle bağlantılıdır.
SHP genel grev ve Zonguldak direnişini kendi peşine takmaya çalışmıştır. Bunu ideolojik olarak başardığı söylenebilse ve harekete siyasal içeriğini büyük ölçüde verebilmiş olsa da, pratik siyasal tutumları itibariyle işçiler bu partinin etkisi dışına çıkmıştır.
Önderlik iddiasındaki bir parti SP’dir. Hareketin kendiliğindenliğiyle kendiliğindenci bir tarzda “uyum sağlayan” bu parti, bu şekliyle önderliğini gerçekleştirdiği savındadır. “Partimiz genel greve ve Zonguldak grevine fiilen önderlik ederek işçiyle birleşti” demektedir, SP MKK kararlan. (Teori 14, sf. 3) SP’nin ancak, işçi hareketinin kuyruğuna takıldığı ve onu geri çekmeye çalıştığı, hükümetle mücadele ve parlamentarizm zeminine, eylem biçimlerinde yerinde saymaya, çakılıp kalmaya ve gerilemeye ikna etmeye çalıştığı söylenebilir. Yine de doğaldır: iddiada bulunmak serbesttir ve dilin kemiği yoktur; SP de olmayan Zonguldak teşkilâtıyla direnişe önderlik ettiğini söyleyebilir!
Ancak sol içinde önderlik sorununa yaklaşımda yaygın tutum, bir yakınma durumuna dönüştürülen ve sızlanma konusu yapılan önderlik eksikliği, çünkü sınıfın komünist ve devrimci bir öncüden yoksun olduğu, komünist ve devrimcilerin dağınık olduğu düşüncesinin ileri sürülmesidir. Örnekler:
Mücadele : “… Devrimci bir alternatifin olmadığı koşullarda…”
“işçilere gerçek hedeflerini gösterecek, eylemlerinin muhtevasını doğru olarak kavratacak, programlayıp hazırlayacak ve her noktada bilinçli işçilerin kolektif inisiyatifini ve örgütlülüğünü sağlayacak devrimci sendikal önderlik… İşte yaşadıkları olaylardan sonra şimdi maden işçilerinin buna daha çok ihtiyaçları var.” (S.113,sf.l3)
Yeni Demokrasi: “Madenci direnişi proleter devrimci önderlikten ve bu doğrultuda örgütlülükten mahrum oluşunun sancılarını eylemin her safhasında çekmiş…” (Ocak-Şubat, sf.13)
Demokrat!: “… Marksist sol bugün işçi sınıfına güven verecek, alternatif bir siyasal yönelim sunacak örgütlülükten ve güçten uzaktır. Nitekim bu güvensizlik ilişkisi ortamı içinde, işçi sınıfı da kendisine önerilmeye çalışılan her türden siyasal önderlik girişimini cevapsız bırakmaktadır.” (Ocak, sf.10)
Emeğin Bayrağı: “İşçi sınıfının kendi politik öncü kurmayından yoksun olduğu, dağınık komünist güçlerin kayda değer etkinlik gösteremediği koşullarda…”(SM, sf.7)
“İşçi sınıfının, kararlı ve iyi düşünülmüş mücadele planları sunabilen öncülerin yardımına şiddetli bir şekilde ihtiyacı var.” (S.36, sf.5)
“…Bu miting ve yürüyüşte de, devrimci ve komünistlerin sınıftan kopuk konumları bir kez daha sergilendi.”(s.34,sf.9)
“Zonguldak madencileri, burjuva sendikal ve politik önderliğin yönlendiriciliği altındayken bile sıradan işçi yığınlarının devrimin temel gücü haline nasıl gelebileceğini devrimci ve komünistlerin gözüne soktu. İşçilerin devrimci ve komünist çalışmaya ne kadar hazır hale geldiklerini olayların bütününde yakalamak gerekiyor.” (s.35,sf..9)
“Politik öncü partisinden yoksun işçi sınıfı gibi emekçi katmanlar da sarı sendikaların, burjuva muhalefetin ‘umarına kalmış durumda’.” (s.34, sf.3)”
“Bir kez daha sınıf görüşüyle donanmış öncü kurmaya ne denli ihtiyaçları olduğunu fark ediyoruz.” (s.34, sf.5)
“Komünist öncü bölük pörçük. Dağınık komünist güçler tek bir merkezden, tek bir plana göre güçlerini mevzilendiremiyor ve işçi sınıfı hareketine güçlüce müdahale edemiyorlar… Komünist öncülerin gelişmekte olan hareket karşısında pek bir ses veremedikleri görülüyor.” (Agy)
Troçkistler (“Sosyalizm”): “…mücadelenin sendikal önderliği ve burjuva partilerini aşamamış olmasının başlıca nedeni, sınıfın bir politik örgütlülükten, yani kendi partilerinden yoksun olmasıydı.” (s.9, sf.10)
Bütün bu grupların ortak sorunu, işçi hareketinden ciddi olarak kopuk oluşlarındadır. Bu durumun doğal, sonucu gelişen işçi hareketinin hemen tümüyle dışında kalmak olunca, dehşete kapılmış ve durumlarından yakınmaya başlamış, “komünist ve devrimci örgütlülükten yoksunluk”, “sürece müdahale edememe”, “önderlik” ya da “alternatifin olmadığı koşullar” şeklinde geliştirdikleri görüşlerle “önderlik” sorununun “vahim” durumunu ortaya koymaya yönelmişlerdir. Bir kısmı ve özellikle Emeğin Bayrağı dergisi, sorunu kendine ve “komünist öncüler”e hakarete kadar vardırmıştır. “Sınıf temel güç olabileceğim komünistlerin gözüne sokmuş”muş! Bunun farkına varmak için 120 bin kişilik Zonguldak yürüyüşü mü gerekiyordu! (Emeğin Bayrağı, diğer devrimci dergiler gibi, 90 1 Mayıs’ında sınıfın temel güç olduğunun farkına varmamış, “üretimden gelen gücü kullanma” yerine “Taksime gitme” taktiği böyle bir farkında olmayış üzerine kurulmuştur. Bu gibi taktik yaklaşım ve tutumların doğal sonucunun, sınıftan kopukluk ve “öncülük” konusunda kendine hakarete varan yakınmalar olması kaçınılmazdı.) Söz, yalnızca Maoculara ya da “öncü savaş” savunucularına söylenmiyor çünkü.
Her ne hal ise, sınıf hareketinin gelişmesi karşısında, sınıftan kopukluğu teorize etmeye girişerek durumdan yakınmak gerekmiyor; gereken, gelişen hareket içinde komünist ve devrimci öncüyü inşa etmeye, yok olduğu düşünülüyorsa kurmaya girişmektir. Önderlik, umutsuzlukla yalanma değil, kurma ve inşa edip geliştirme konusu edilebilir ve edilmesi gereken bir nesnedir. Gerçi, örneğin Demokrat!, sınıfın “kendisine önerilmeye çalışılan her türden siyasal önderlik girişimini cevapsız bıraktığı”nı ileri sürmektedir. Ancak önderliği, gelişen hareket içinde örgütlemekten başka hiçbir yol yoktur ve Demokrat!’ın saptaması kuşkusuz umutsuzluk ve sınıftan kopukluğun, sahip olduğu liberal aydın tutumunun sonucudur ve gerçeği kesinlikle yansıtmamaktadır. Sınıfın ilerleyen eyleminin önderliğin örgütlenmesi için sunduğu devasa olanakları görüp yakalayamamak için, sınıfa çok çok ötelerden bakıyor olmak gerekiyor. Demokrat!, yanlışı ve tersliği, kendisini liberal aydın kulübüne dönüştürmesinde aramalıdır, ne işe yarayacağı belirsiz “muhalefet meclisleri” gibi konulara kafa yorup enerji harcarken sınıf hareketine ilgisiz kalışında aramalıdır. Aynı şekilde, Emeğin Bayrağı, “komünistlerin sınıftan kopuk konumlarının bir kez daha sergilenmesi” düşüncesinin gerçeği yansıttığı görüşündeyse eğer, işçi sınıfı “burjuva muhalefetin umarına kalmış durumda'” diye düşünüyorsa, “sınıfın öncü kurmaya duyduğu ihtiyacı bir kez daha (ve yeni- Ö.D.) fark ediyor”sa, hemen işe girişmelidir. Yakınmanın ve umutsuzlukla kendini aşağılamanın anlamı yoktur. Hele gelişen sınıf hareketinin, bu noktada doğru düşünerek, “komünist çalışmaya ne kadar hazır hale geldiği’ni saptıyorsa, neden yakınıp durmaktadır? Komünist öncüyü sınıf hareketi ve mücadelenin sıcaklığı içinde örgütlemek, buna girişmek tek yoldur. Gelişen sınıf hareketinin sunduğu olanaklardan da yararlanarak sınıf içinde örgütlenmeyi beceremeyenlerin bir daha “önderlik” sözünü ağızlarına almaya hakları olmayacaktır. (Ve tabii, “sınıfın öncülerin yardımına ihtiyacı olduğu” şeklindeki dışta durucu ve dıştan bakıcı anlayış değiştirilmeli, öncünün ancak sınıfın parçası olarak ve onun yardımcısı değil parçası ve öncüsü bilinciyle örgütlenmesine girişmek zorunludur bunun için.)
Ama görüldüğü kadarıyla, parti kurmak, sürece müdahale etmek ve önderliği örgütlemek için yanlış yollar tutulmaktadır.
Demokrat!’ın pek böyle bir sorununun olduğu söylenemez. Zaten partileşmenin yukarıdan aşağıya gerçekleşmesi fikri, liberal aydın yaklaşımına ters düştüğü için onlar tarafından reddediliyor. Gerçek bir önderlik oluşturmaya çalışmanın aracı olacak parti örgütlenmesinin gereksizliği ileri sürülüyor bu çevrede, çevreler “halinde ve “muhalefet meclisleri” olarak aşağıdan örgütlenmeler öngörülüyor. En azından şimdilik Demokrat! çevresi önderlik sorununu kendine dert edinmiyor ve bu durumuna uygun bir teorizasyona da gidiyor: “işçiler önderlik girişimlerini cevapsız bırakmaktadır.” Bu durumda oturup beklenecek! Demokrat! bunu seçiyor…
En kolayına kaçan, komünistlerin ve sınıf bilinçli işçilerin görevini, kendisini öyle varsaydığı için, kendisinin olması gereken görevi grevci işçilere ve sendikacılara devrederek işin içinden sıyrılmaya çalışan Troçkistlerdir. “Sosyalizm gazetesi… derhal grevdeki işçilerden başlayarak sınıfın eylemliliğine yaslanan bir işçi partisinin kurulması çağrısını yaptı” diyorlar. “Zonguldak’ın da, Türkiye işçilerinin tümünün de yenilmemek için esas yapmaları gereken en kısa zamanda Türkiye tarihinin en büyük partisini kurmalarıdır. Düşünün yüz binlerce grevci işçinin üyesi olduğu bir partiyi” görüşlerini ileri sürüyorlar. Ve bir anda önderlik sorununu çözmüyorlar da, tümüyle ortadan kaldırıyorlar; önderlik-sınıf (önderlik eden-edilen), yöneten-yönetilen ilişkisini tümüyle ve koşulları sınıfsız toplumda oluşabilecekken, bugünden, hem de en gerekli olduğu zamanda iptale yöneliyorlar, önderlik kavramım ve somut olgu olarak önderlik’i geçersizleştiriyorlar. Lenin, “her grevci işçinin parti üyesi sayılamayacağını” Menşeviklerle tartışmalarında ortaya koymuştu ve o zaman Troçki de beri taraftaydı. Her grevcinin içinde yer aldığı, sınıf bilincine sahip olup olmadığının önemli olmadığı işçi örgütü sendika değil midir? Böyledir. Ama zaten Troçkistler önderliği ve onu kurmayı da sendikaya ve sendikacılara bırakıyorlar: “Zonguldak’tı madenciler böyle bir yolu ( partinin kurulma yolunu- ÖD.) açıyor olmanın tarihsel şerefini yüklenmiş durumdalar. Şemsi Denizer bu işçilere güvenmek ve onlara zafere ulaşmanın tek yolunun bu olduğunu söylemek durumundadır. (Sendika başkanlarının tek yol olduğuna ikna edeceği grevcilerin başka herhangi bilgiye sahip olmadan kuracakları parti fikri, ne tür bir aymazlıktır. İnsan şaşırıyor. Ama Denizer’in de Troçkistlerin yanı sıra grevciler tarafından güvenilmeye ikna edilmesi gerekiyor. Ve asıl ilginçlik -ÖD.) Şemsi Denizer böyle dev bir işçi partisinin, işçi sınıfının ve tüm ezilen kesimlerin kaderini değiştirecek böyle bir partinin başına geçmek zorundadır.” (s.7, sf.6)
Troçkistlerin işi kolay da, “Mücadele” ve “Emeğin Bayrağı”nın zor.
Her iki dergi ve onların görüşlerini doğru bulanlar, “sürece müdahale” ve “önderlik götürme”yi, örneğin Zonguldak eylemine dışarıdan gidip katılma ve ona destek vermeye indirgiyorlar. Bizzat sınıfın üretim faaliyeti ve eylemliliği içinde olmak üzere, yaşantısının bütün yönleri içinde, onun bir parçası, ama ileri parçası, öncüsü olarak yaşayıp davranmanın yerine, eylem ziyaretlerindeki propaganda faaliyetini Ve eylem destekçiliğini geçiriyor; ciddi örgüt inşası yerine sınıfla sınıf in dışından kurulacak ilişkiyi sağlamayı koyuyorlar.
“Mücadele”, “sürece müdahalesi”ni şöyle anlatıyor:
“Devrimci Sol Güçler Zonguldak maden işçilerinin omuz basındaydılar. Devrimci Sol Güçler baştan itibaren Zonguldak grevi ve maden işçilerinin 4 Ocak’ta başlattıkları yürüyüşün içindeydiler. Çeşitli demokratik kitle örgütlerinden …(bu örgütlerin adları sayılıyor -ÖD.), Devrimci İşçi Hareketi’nden oluşan bir heyet maden işçilerinin mücadelesine destek vermek için 41 mücadele günü boyunca Zonguldak’taydılar. Mücadele dergisi de heyette yer alıyordu… Heyetin varlığı başından beri işçilerle iç içe oldu. İşçilerle açlığı, soğuğu, ama en önemlisi mücadeleyi, direnmeyi, dayanışmayı, bunların pekiştirdiği dostluğu paylaştılar. İşçilerden yoğun ilgi gördüler… Grev komitelerinin toplantılarına katıldılar. Devrimci İşçi Hareketinin perspektifini, devrimci sendikacılığı anlattılar. Eylemin her adımında, her gelişme noktasında, önerileri ve somut öncülükleri ile bunları göstermeye çalıştılar. İşçileri ve sendika yönetimini, yanlış dostlar seçmemeleri için daima uyarıcı oldular. Yanlış dostlara karşı uyanık olmalarını, burjuva muhalefete, işçilerin inisiyatifini geride tutan sendikacılığa bel bağlamamaları konusunda uyardılar… Bazı ‘şöhretli’ veya göstermelik ziyaretçiler gibi gelip geçici, gündüz biraz yürüyüp akşam dönücü değillerdi. 41 günlük mücadeleye ellerinden geldiği ölçüde bilinçlerini, güçlerini kattılar. Birikimlerini, kararlılık geleneklerini, enerjilerini direnişe verdiler.” (s. 12, sf.4)
Ve “Zonguldak ziyareti”nde “kaçamak” yapanları da şöyle eleştiriyor:
“Özel sayı çıkarıp, gazete ilanı verdiler… Dostlar alış verişte görsün anlayışıyla birkaç günlüğüne Babıâli’den çıkıp Zonguldak’a gittiler. Bir-iki yürüyüşe katılmayı; bol bol resim çekmeyi ve röportaj yapmayı eklediler. Onlarınki Zonguldak halkına destek vermek değil, açıkçası ziyaretti. Çoğu halkın içinde kalma ve onların direnişlerini paylaşma yerine otellerde kalmayı yeğlediler. Onların halkı örgütlemek, halka politika götürmek diye bir sorunları yoktu.” (s. 12, sf.7)
“Mücadele” dergisi açık yazıyor, dışarıdan Zonguldak direnişine gidip katılmayla “halkı örgütlemek”, “halka politika götürmek”, “somut öncülük götürmek” sorunları çözüm yoluna giriyor. Ya da tersinden söylemek gerekirse, halkı örgütleyip politikleştirmenin ve ona öncülük götürmenin yolu, dışarıdan, bir eyleme gidip destek vermek üzere katılmak oluyor.
Emeğin Bayrağı da benzer anlayışlar ortaya koydu:
“Politik öncü bu görevi gerçekleştirebilmek için çalışmalarının merkezine işçi hareketine müdahale görevini koymalıdır. Çok gecikerek de olsa müdahale, sürecin özelliklerini az çok değiştirecektir.” (s.34, sf.14) diyerek gecikmenin kaygısıyla hızla işe koyuldular.
“Türkiye işçi sınıfının batıdaki kesimlerinin yoğun katılımlı ziyaretleri (doğru olması gereken, ‘öncü’nün bu ‘ziyaretler’in övgüsünü yapması değil, ‘ziyaret’e gelenlerin kendi fabrika ve işletmelerinde destek eylemleri örgütlemeleri için yol göstermek ve çalışmaktı. Ama bunun için önce ‘öncü’nün bu bilinç ve anlayışta olması ve kendilerinin ziyaretçilik yerine sınıf içinde çalışmayı perspektif edinmeleri gerekliydi. ÖD.), gösterileri (Zonguldak grevini-ÖD.) sayısal ve içerik olarak zenginleştiriyor. Devrimci ve komünist güçlerin bu gösterilere katılımları da sürüyor, öncü, ileri işçiler ile birlikte Zonguldak hareketine devrimci ve sosyalist şiarları, etkisi değişen düzeyde taşıyor.” (s.34, sf.5)
“Öncü” işçilere dışarıdan, Zonguldak dışından geliyor, maden işçileri içinde üslenmiş değil ve bizzat madencinin tüm toplumsal ekonomik ve siyasal yaşamı içinde örgütlenmeye ve ona yol göstermeye çalışmıyor. Sınıfın ileri parçası değil, Zonguldak dışından gelip şiar taşıyıcılığı yapıyor. Sohbetlerle… Bu, “sınıftan kopukluk”u aşmanın 80 öncesinde bile demode olmuş, 1969-70’lerin DEV-GENÇ’inin yanlış yoludur. Şurada “önderlik götürme” yaklaşımının yanlışlığının vahameti daha açık görülüyor:
“Zonguldak direnişi bütün görkemiyle sürerken devrimci ve komünist güçler de grevle dayanışma, grevdeki işçilere devrimci ve sosyalist bilinç taşımaya, sürece bu yönde müdahale etmeye yöneldiler. Bu amaçla grev yerlerinde, kentteki yürüyüşlere katılarak işçilerle görüşmeye, onlara sorunlarının kaynaklarını göstermeye çalışıyorlar. İşçi hareketinin düzenin sınırları içinde hapsolup kalmasını isteyen sendikacılar, bu duruma ilk itiraz eden kesim oldu. Grevin gelişimi için sendika bürokrasisinin kararsızlıklarına dikkati çeken gazete ve dergilerin okunmaması ve devrimcilerin kışkırtıcı olduğu ve işçilerin onları aralarına almamaları çağrısı yaptılar. Bu çağrıya işçiler genel bir olumlu yanıt verirken, polis de görevini yaptı…” (Agy.) ‘
Çok kötü tabu. Ama önderlik grevcilerle dayanışmaya eşitlenir ve fakat dayanışmaya gidildiğinde önderlik edilmeye çalışılırsa işçilerin bu “önderler”i “aralarına almamaları” çağrıları olumlu yanıt bulabilir.
Herhangi bir grubun işçi hareketinin geliştiği belirli bir fabrika, işletme ya da bölgede sınıf içinde önceden bir örgütlenmesi olmayabilir ve bu grup belirli somut bir eyleme “önderlik götürme” olanağına sahip bulunmayabilir. Yapılacak şey, işi ciddi tutarak sınıf içinde öncü birlikler olarak gerçek ve “öncü” adına layık örgütlenmeler yaratmaya girişmektir. Yoksa işyeri ya da bölge dışından, sözü edilen yerle herhangi bir ilişkiye ve orada bir örgüte sahip olmadan, ziyaretçi ve dayanışmacı olarak gidip gerçekleştirilecek destek ve dayanışmayı, “komünist ve devrimci öncünün sürece müdahalesi”, “sosyalist şiarlar ve bilinç taşıyıcılığı” olarak göstermeye çalışmak doğru olmadığı gibi, belirli somut yerler ve zaman açısından ayıp olmayan bağsızlık ve örgütsüzlüğü aşıp sürece müdahale eder ve komünist faaliyet yürütür duruma gelmenin yolu da değildir.
Ama Emeğin Bayrağı, dergicilere yöneltilen saldırıdan gerekli ve doğru sonucu da çıkarmıyor. Her şeyden önce, Zonguldak direnişiyle dayanışmaya ve orada devrimci gazetecilik faaliyeti yürütmeye gitmiş olması doğru ve gerekli olacak dergi çalışanlarını “komünist öncü”ye eşitliyor ve şöyle yazıyor:
“… İşçilerin kendileri için çıkarılmış devrimci yayınları hırsla yırtmasının tek nedeni, sendikanın gerici provokasyonu değil; onların sınıf bilincinden uzaklığı ve güven verici öncü komünist kurmayından yoksun oluşudur. Sorun yalnızca işçilerin değil, işçiler arasında ciddi çalışmalar yapmamış öncü güçlerin sorunudur.” (Agy)
Bu doğru bir yaklaşım değil. Suç, ne işçilere ne de komünist kurmaya yüklenebilir. Suç, yanlış çalışma, örgütlenme ve önderlik anlayışındadır. Dergiciler hiç de yerinde olmayan bir şekilde “öncü” gibi davranırlarsa, buna benzer olayların yenilenmesi imkân dâhilindedir. İşçilerle bağlantısı olmayan bir ziyaretçi, o an için işçilere yabancı gelen ama gerçekten devrimci bir slogan başlatmaya çalışırken de tartaklanabilirdi… Gerekli olan, kolaycı önderlik anlayışını değiştirebilmek, öncü örgütü sabırlı ve uzun vadeli bir çalışmayla ve işçilerin çok yönlü yaşam ve mücadelen içinde inşa etmek, öncülüğü, başkaları, örneğin ziyaretçiler ve dayanışmacılar değil böyle bir örgüt aracılığıyla gerçekleştirmeye yönelmektir. Üstelik Emeğin Bayrağı’nın dergi yırtılması olayını bağladığı “işçilerin öncü kurmaydan yoksun oluşu” ve “öncü güçlerin işçiler arasında ciddi çalışma yapmamış olduğu” şeklindeki nedenler, pratik somut durum açısından da yanlıştır. Komünist öncü, Zonguldak direnişinde ilk yürüyüşleri başlatmaya, direnişi çeşidi kritik noktalarda ileri itmeye, buna en azından katkıda bulunmaya varacak kadar ciddi bir etken durumunda olmuştur.
Bu, “ziyaretçi-dayanışmacı” türünden “önderlik anlayışı ve çalışmasının temel bir zaafı da, kaçınılmaz biçimde yasalcılığa yazgılı oluşudur. Bu “önderlik” yaklaşımının, fabrika ve işletmelerdeki taban örgütleri vb. ile bir öncü örgüte değil, yasal konumlarda davranan dergici, demokratik kitle örgütü üyesi vb. türünden “öncüler” aracılığıyla gerçekleştirilmeye çalışıldığım kanıtlamaya gerek yok; bu durum, zaten “Mücadele” ve “Emeğin Bayrağı” gibi dergilerin kendileri tarafından, hatta övünülerek yansıtılıyor.
3 Ocak, Zonguldak ve eş zamanlı olarak gerçekleşen işçi eylemlerinin önderlik sorunu açısından tartışılıp irdelenmesinde, bu sorunun yasalcılıkla bağlantısı en açık biçimiyle SP tarafından kuruldu. “Öncülük götürme”ye yönelen ya da bu sorunu tartışma konusu yapan yukarıda sayılan gruplar, yasalcılığı fiilen uygulayıp, onu kaçınılmaz kılan anlayışlarla davranırlarken, SP-Aydınlık yine bir adım önde. Aydınlıkçılar Zonguldak grevi ve işçi eyleminin yasalcılığın gerekliliğim gösterdiğini açık formülasyonla ifade ettiler.
Hasan Yalçın’ın “Teori”nin Şubat sayısındaki yazısında bu konuda şunlar söyleniyor:
“Sosyalist Parti’nin örgütsel üstünlüğü, siyasal yaşamımızın devrimcilere sunduğu yasal örgütlenme olanağını doğru değerlendirerek Türkiye çapında bir parti haline gelebilmiş olmasıdır. Yasal parti olanağını kullanıp kullanmamanın devrimci sol içinde önemli bir tartışma konusu olduğu biliniyor. Aslında Zonguldak direnişi bu açıdan da değerlendirilmelidir. Bu mücadele içinde işçiye yasal parti olarak seslenebilme ve örgütleme olanağının önemi görülmüş olması gerekir. “Kuşlama” gibi yöntemlere işçinin ne kadar soğuk baktığı ortaya çıkmıştır. Bazı dergilerin bu soğukluğu işçinin geriliğine bağladıkları görülüyor. Oysa çıkarmaları gereken ders bu değildir, işçi, Zonguldak’ta bir ay boyunca kendi yasalarını uyguladı. Yasaların nasıl ve hangi güçle değiştirilebileceğini gösterdi. Bunu yaparken maske takmadı, tersine gazetecilere poz verdi. Bu bilinçteki işçiye açıkça söylemek yerine, ‘esrarengiz’ yöntemlerle seslenmenin devrimci açıklaması nedir?
“Devrimci sol, nasıl ki yasal dergi çıkarma hakkını kullanıyorsa, yasal parti olanağını da kullanmak zorundadır. Bunu yapmadığı sürece, her büyük işçi mücadelesinin ardından, ‘komünist öncüden yoksun, ‘kendiliğinden’ eleştirileri yazmaktan kurtulamayacaktır.”
“Yasal parti olanağını kullanmak”mış. Aynı “yasal dergi çıkarma hakkını kullanmak” gibiymiş. H.Yalçın, yasalcılığı, “yasal olanaklardan yararlanma” olarak sunmaya çalışıyor. Ama “yasal olanaklardan yararlanma”, bu olanaklardan yararlanacak yasalarla sınırlı olmayan bir partiyi ve onun bu içerikli çalışmalarını gereksinirken, H. Yalçın, “işçilere ‘esrarengiz’ yöntemlerle seslenmenin devrimci açıklamasının bulunmadığını söyleyecek kadar yasadışı örgütlenme ve çalışmayı reddetmekte ve onun kullanması kaçınılmaz yöntemlerle aklı sıra dalga geçmektedir. Yasal olanaklardan ancak, yasalarla sınırlı olmayan örgüt ve çalışma temelinde yararlanılabilir ve açık çalışma ancak gizli örgütlenme temelinde yürütülüyorsa, “bugünkü devlet koşullarında” devrimci bir anlam ifade edebilir. Aydınlıkçılar ve SP, iflah olmaz yasalcılardır.
H. Yalçın, bilgiçlikle, açık kitlesel işçi eylemi ve onun yöntemleriyle öncünün örgütlenmesi ve çalışmasının yöntemlerini özdeşleştirmeye çalışıyor ve öncüyü yasalcılığa, “gazetecilere poz vermeye” çağırıyor. Yine dalgasını geçiyor aklınca, “maske takma”ya ne gerek varmış!
Devrimci sol içinde “yasal parti olanağını kullanıp kullanmamanın önemli bir tartışma konusu olduğu” iddiası, açık bir yalandır ve yalnızca Aydınlıkçıların kendilerini de “devrimci sol” içinde varsaymaları aldatmacasına bağlanmaktadır. Bugün Türkiye’de hiç bir devrimci parti ve grup, çeşitli yanlış anlayışları sonucu pratikte çelişmeli uygulamalar içinde olsalar da, yasal parti kurup kurmamayı tartışmamaktadır, böyle bir sorunları yoktur.
Ama H Yalçın, doğal ki, “Mücadele”, “Emeğin Bayrağı” vb. çevrelerinin Zonguldak grevi sırasında “komünist öncü”nün durumunu değerlendirme ve “öncü” faaliyeti adına içine düştükleri terslikleri de görüp yakalamakta ve onların yanlışlarından kendi yanlışını doğrulatmak için yararlanmaya çalışmaktadır. Ama zaten o dergilerin Zonguldak üzerine “önderlik” sorununa ilişkin olarak yazıp önerdiklerinin (ve yapmaya çalıştıklarının) temel zaafı, kaçınılmaz olarak yasalcılığa da bağlanan yanlış bir önderlik anlayışına sahip oluşlarıdır. H. Yalçın, bu dergilerin önderlik anlayışlarını, ciddi devrimci komünist bir örgüt inşası yönünde değil yasalcılık ve yasal bir parti kurma yönünde değiştirmelerini istiyor, onların Zonguldak direnişinden çıkarmaları gereken dersin bu olduğunu söylüyor.
Komünistler, bilinçli işçi, elbette açık kitlesel eylemin sunduğu yasal olanaklardan yararlanacaktır. Ama hiç kimse komünistlerden çalışmalarım yasal bir parti aracıyla yürütmesini beklemesin. Bu, mevcut düzen ve diktatörlük koşullarında, sadece komünist öncü açısından değil, düzen eklentisi olmayan tüm devrimci örgütler açısından da kendi ölüm ilanlarını vermek olur. Bugünkü koşullarda ya düzene yamanacaksın ve ona uygun örgütleneceksin, yasal parti olarak faaliyet göstereceksin ya da bir savaş örgütü olacaksın.
Mart 1991