Kapitalizmin hizmetinde bir akım: Reformizm

İkinci Bölüm: Türkiye’de Reformizm

Reformizm, Türkiye’de de benzer bir işlev görmekle birlikte, gerek dayandığı sınıf temeli bakımından gerekse de tarihsel-politik oluşumu bakımından Avrupa’dan çok farklı özellikler gösterir.
Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de reformizmin ana gövdesini sosyal-demokrasi oluşturur. Fakat Türkiye’de sosyal-demokrasi, farklı iktisadi, sosyal ve tarihsel koşullar temelinde yükseldiğinden Avrupa’dakiyle önemli farklılıklara sahiptir. Yazının birinci bölümünde anlatıldığı gibi, Avrupa’da sosyal-demokrasi, işçi hareketi içinde Marksizm’den bir sapma olarak ortaya çıktı. Yaşam düzeyi küçük-burjuvaziye benzeyen aristokratik zengin bir işçi tabakası, bu akımın işçi hareketi içinde ortaya çıkışına kaynaklık ediyordu. Buna karşılık Türkiye’de, sosyal-demokrasi, işçi hareketi içindeki Marksist bir akımın revizyonizme evrilmesi sonucu ortaya çıkmadı. Tarihinin ilk dönemlerinde cılız niceliksel varlığı ile işçi sınıfı, kayda değer bir sendikal ve siyasal örgütlenmeye sahip olamadığı gibi bu türden örgütlenmelerin yasal olanaklarına da kavuşamadı. Avrupa’ya kıyasla üççeyrek yüzyıl gecikmeyle ‘sosyal-demokrat’ kimliği ile siyaset sahnesine çıkan reformizm, ‘Marksist’ bir kılıkla ortaya çıkmadığı gibi işçi hareketine de dayanmıyordu. Türkiye sosyal-demokrasisi, tekabül ettiği toplumsal temel bakımından da Avrupa sosyal-demokrasisinden ayrılır. Anti-emperyalist demokratik devrim aşamasındaki Türkiye’de, sosyal-demokrasinin dayandığı sınıf devrim ve karşı devrim arasında ara bir sınıf olan orta burjuvazidir.
Fakat bütün bu farklılıklar, sosyal demokrasinin işlev ortaklığını ortadan kaldırmaz. Tıpkı Avrupa sosyal-demokrasisi gibi, Türkiye sosyal-demokrasisi de burjuvazinin kitleleri bastırmada kullandığı yalancı bir umuttur. Türkiye’nin ve Türkiye sosyal-demokrasisinin farklılıklarından yola çıkıp Türkiye’de sosyal-demokrasi olamayacağı, kurulu partilerin sosyal-demokrat olmadığı gibi bir sonuç çıkarmak saçma bir yaklaşımdır. Sosyal demokrasinin farklı ülkelerde farklı özellikler göstermesi, farklı sınıflara dayanıyor olması, onun ortak temel işlevini ortadan kaldırmaz: Çeşitli reform vaatlerinin sisteme payanda yapılması…
Sosyal-demokrasi, Türkiye’de de reformizmin ana gövdesini oluşturmakla birlikte, reformcu akımlar sosyal-demokratlarla sınırlı olmadığı gibi, reformizmin tarihini de 60’lardan başlatmak doğru bir yaklaşım olmaz. 1920’lerden başlayarak Türkiye ‘sol’ hareketi, tarihinin 50 yılında reformist bir pratiğin mirasını sonrasına aktarmıştır. Pratik olarak cılız bir etkinliğe sahip olan Türkiye solu, ideolojik etkisi bakımından bugün de dikkatle üzerinde durulması gereken bir olgudur. Başlıca TKP’nin temsil ettiği sol hareket, işçi sınıfı içinde çok cılız bağlara sahip, sosyalizmin uluslararası prestijinin etkisiyle komünizme yönelen aydınlan kucaklayan bir hareket olarak egemen sınıfların yedekleyebileceği bir güç durumuna yükselememiştir.

1920’lerden 70’e: 50 yıllık reformist gelenek

Mustafa Suphi’nin önderlik ettiği çok kısa dönem dışarıda tutulursa, TKP’nin tarihi, sağ oportünist ve reformist bir pratiğin tarihidir. 1970’lerin ortalarında Marksist-Leninist hareket doğarken, kendisinden önce varolan komünist bir miras devralmamıştır. Doğallıkla, Marksist-Leninist bir çizginin oluşması ancak 50 yıllık revizyonist-reformist gelenekle hesaplaşarak mümkün olmuştur.
19. yüzyılda Batı’daki burjuva demokratik fikirlerden etkilenen ve önemli bir kesimi asker kökenli olan aydınlar arasında ‘ıslahat’ fikri önemli bir yaygınlığa sahipti. Devlet kurumlarının modernleşmesini ve Saltanatın yanı sıra bir parlamentonun gerekliğini savunan bu aydınlar, saltanatın ağır baskısıyla karşılaştılar. 1908 Jön Türk Devrimi, bu fikirlerin cılız bir şekilde dışavurumuydu. Emperyalist işgale karşı gelişen Kemalist hareket, bu cılız burjuva reformculuğunun son barutuydu. Güdük bir anti-emperyalist savaştan sonra emperyalistlerle daha çok uzlaşan Kemalistler, burjuva anlamda bir takım reformlar yaptılar. Fakat gelişmelerinin belirli bir noktasında, Kemalistler, kazanımları birer birer ortadan kaldırdılar; büyük burjuvazinin temsilcisi oldular.
Güdük anti-emperyalizmi ve yaptığı burjuva reformları, Kemalizm’i, 50 yıllık ‘Sol’ harekete ideolojik gıda sağlayan bir kaynak yaptı. TKP reformculuğu, büyük ölçüde Kemalizm in ideolojik baskısı altında şekillendi.
Türkiye aydınları arasında komünist fikirlerin yayılması cılız bir şekilde yüzyıl başında başladı. 1917 Ekim Devrimi’nin zaferi, önemli bir aydın kitlesinin komünizme yönelmesine yol açtı. Bu elverişli koşullar altında Mustafa Suphi, Rusya’daki Türk savaş esirleri arasında proletarya partisi için ilk ciddi atılım anlamına gelen TKP’nin kuruluşunu ilan etti. Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının Kemalistlerce katledilmesi, bu komünist atılımın Türkiye’ye girmeden yok olmasına yol açtı. Bu tarihten başlayarak Şefik Hüsnü’nün denetimine geçen TKP, adından başka komünizmle bir ilişkisi olmayan reformcu bir pratiğe sahip bir parti olagelmiştir.
Sosyalizmin uluslararası alanda ve Türkiye’de büyük bir saygınlığa sahip olduğu, mecliste bile hararetle Bolşevizm’in tartışıldığı dönemde, sosyalizme yönelen aydınları etrafında örgütlemiş ama buradan daha öteye geçememiş, geçmemiştir. Partinin, işçi hareketi ile sosyalizmin birliği olduğu gerçeğine sut çevirmiş, işçi sınıfı içinde çalışmanın yerine aydınlar içine kapanmayı tercih etmiştir. TKP’nin başta gelen özelliği; işçilerle kayda değer bir bağa sahip olmaması, bir aydın hareketi olarak kalmasıdır.
Uluslararası koşullar ve Komintern üyeliği, TKP’yi sosyalizmin genel tezlerini savunmaya zorlarken, ideolojik şekillenişi esas olarak Kemalizm’in ideolojik baskısı altında gerçekleşmiş, Kemalizm, bir yandan siyasal şiddetiyle TKP’yi tasfiye ile yüz yüze bırakırken, TKP’nin ideolojik şekillenişinde de belirleyici olmuştur. TKP, Kemalizm’i ‘sınıflar üstü’ bir akım olarak değerlendirmiş, ondan başında sosyalist dönüşüm ve daha sonra ise demokratik devrim beklemiştir. TKP, tarihinin hiç bir döneminde, bağımsız bir sınıf çizgisine sahip olmamış, sürekli olarak egemen sınıfın çeşitli klikleri arasında ‘dost’ keşfetmiştir. M. Kemal döneminde doğruca Kemalizm’i desteklemiş, 2. Dünya Savaşı yıllarında, Alman yanlıları dışındaki burjuva klikleriyle uzlaşma aramış, ‘milli şef diktatörlüğüne karşı, ‘çok partili sistemin yerleşmesi için’ DP’yi desteklemiş, onlarla kulis yapmaya kadar varmıştır.
TKP değerlendirmesi, sol içinde hep tartışmaya yol açmış, TKP’den etkilenen bir çok akım, genel olarak sosyalizmi savunuyor olmasından yola çıkarak TKP’yi ‘sosyalist’ olarak değerlendirmişlerdir. Gerçekte, bir akımın sosyalist olup olmadığım belirleyen şey, sosyalizmi yalnızca hedef olarak gündemine alıp almaması değil, bu hedefe varmak için kullandığı yöntemdir. TKP’nin genel olarak sosyalizmi savunması, onu sosyalist olarak adlandırmak için yeterli koşul olamaz. TKP, şiddete dayanan devrim tezini reddetmiş, egemen sınıfın bir kesimiyle sürekli uzlaşmalar aramış, dönemin zorunlu kıldığı mücadele ve örgüt biçimlerini gündemine almamıştır. Her defasında diktatörlüğün balyozunu kafasına yemesine rağmen yasalcılığı bir ülkü olmaktan çıkarmamış, faaliyetinin esasını yasallaşmak üzerine kurmuştur.
Ulusal sorun konusunda geleneksel resmi, Kemalist ideolojinin bir eklentisi işlevi görmüş, tamamen şovenist bir konumda mevzilenmiştir.
TKP, ilk büyük tevkifata 1927’de uğramış, bu tevkifattan sonra TKP’nin bir bölüm teorisyeni Kemalizm’in ‘Kadro’su haline gelmiş; diktatörlüğün terörü altında ve aydınlarla sınırlı çalışma tarzı yüzünden gelişememiş, yeni bir tevkifata kadar yeraltında ve daha çok yurtdışında mülteci olarak varlığını sürdürmeye çalışmıştır. 1951 Tevkifatı ile ise tamamen çökertilmiş, Ş. Hüsnü yerini Z. Baştımar’a bırakmış ama çizgisi değişmeden kalmıştır. SSCB’de revizyonizmin iktidara gelmesiyle birlikte modem revizyonist bir partiye dönüşen TKP, 70’lere kadar uzanan tarihi boyunca pratik bakımdan önemsiz bir parti olarak kalmaya mahkum olmuştur. Sonuç olarak:
TKP’nin çizgisi, Kemalizm’in siyasal şiddetle desteklenen ideolojik baskısı altında şekillenmiş; TKP, bağımsız bir sınıf çizgisine sahip olmamıştır. İzlediği dar çalışma tarzı yüzünden bir işçi hareketi olamamış, pratik bakımdan önemsiz bir aydın hareketi olarak kalmıştır. Bütün devrimci mücadele ve örgüt biçimlerini yadsıyan TKP, kurulu sistem karşısında devrimci bir alternatif olmak yerine onu reformcu tarzda dönüştürmenin teorisini yapmış, uzlaşmacılığı, yasalcılığı ve yeraltından kaçışı çizgi haline getirmiştir. Bugün Türkiye solunda bu hastalıkların bu denli yaygın olmasında TKP’nin bıraktığı olumsuz mirasın rolü azımsanamayacak ölçüdedir.
1960’a kadar, Türkiye’de, TKP dışında örgütlü bir ‘sol’ harekete rastlanmazken, ‘6’lar, sol hareketin çeşitlendiği ve sola yönelen yığınları kucaklayarak kitleselleştiği bir dönem oldu. Kitlelerde artan hoşnutsuzluğun ve sol arayışların gelişmesi karşısında yıpranan DP iktidarına karşı egemen sınıfların emperyalist destekli darbesi olan ’60 darbesi sonrasında kazanılan kısmi demokratik hakların ve doğan yasal boşlukların yarıklarından birçok yeni siyasal şekillenmeler doğdu. Bunlardan başlıcaları: Kemalist aydınlarca örgütlenen, ordu içindeki Kemalist subayların desteğini kazanan YÖN hareketi ile çeşitli sendikacı ve aydınların kurduğu Türkiye İşçi Partisi (TİP)’ydi.
1961’de yayınlanmaya başlayan Yön dergisi etrafında toplanan aydınlar, tipik bir Kemalist programa sahiptiler. Kendi işlevlerini, Kemalist kadroların yarım bıraktığı görevleri tamamlamak olarak tanımlayan Yöncüler, milli bağımsızlık ve devletçilik üzerinde yükselecek reformlarla bölüşümün adil bir hal alacağını savunuyorlar ve bu düşüncelerine de ‘sosyalizm’ adını veriyorlardı. Kendi sosyalizmlerini komünizme panzehir olarak görüyor ve “Kemalizm’in altı oku, Türk sosyalizminin temel taşıdır” diyerek Kemalizm’le sosyalizm arasında bir köprü kurmaya ve böylelikle sosyalizme yönelen yığınları programlarıyla Kemalizm’e bağlamaya çalışıyorlardı. Bir ayağıyla CHP’ye basan, Yön üzerinden ilerleyip MDD’ciliğe evrilen bu akım, emperyalizme karşı ‘yerli sanayinin geliştirilmesi’ savunuculuğu ile orta burjuvazinin tipik reformcu temsilcisiydi. Önlerine koydukları bu ‘devrimci’ programı iktidar kılabilmek için ‘asker-sivil aydın zümre’nin girişeceği bir darbeyi örgütlemeye çalışıyorlardı. Sol harekete, on küsur yıl sökülmemecesine bulaşan cuntacılığın mucidi işte bu akımdır.
Bir kısım sendikacının TKP’den kopmuş bazı aydınlarla ittifak içinde kurdukları TİP ise daha çok yüzyılın başındaki II. Enternasyonal partilerine benzeyen ve ulusal öğelerce beslenen bir ‘sosyalizm’ savunuyordu. Sosyalizme gidişi aşamalara bölen ve ilk aşamaya kazanılmış anayasal hakların korunması ve savunulmasını yerleştiren, devlet kapitalizmi eliyle sosyalizmin örgütleneceğini savunan TİP, sosyalizmin ‘demokratik-parlamenter yolla’ geleceğini propaganda ediyordu. TİP, reformcu bir ‘sosyalizm’ programına sahipli ama lafızda sosyalizmin savunuluyor alması, geniş aydın, öğrenci ve işçi kitlelerinin TİP etrafında toplanmasını sağladı. 1965 seçimlerinde 250 binin üzerinde oy alan TİP, meclise 15 milletvekili yolladı. TİP’in yükselişi, çeşitli öğrenci çevrelerinin radikal bir yönelim içine girerek partiyi terk etmelerine kadar devam etti.
Ne TİP, ne MDD’ciler TKP’nin reformcu geleneğinden kopmadı. Tersine, bu akımlar, TKP’nin reformculuğunu sistemi eştirerek devam ettirmiş, ancak yeni öğeler katmışlardır. Parlamentoculuk ve yasalcılık, egemen sınıflarla ittifak arayışı ve bağımsız sınıf perspektifinden yoksunluk, Leninist emperyalizm ve devrim kuramının reddi, hepsinin ortak hareket noktası olmuştur. Bu durum, 50 yıllık bu geleneği ortak bir başlık altında incelememizi haklı çıkarır. Sol hareket içine yaygın olarak ve derinliğine nüfuz eden hastalıkların kaynaklarından biri bu reformcu gelenektir. Marksist-Leninist bir platformun inşası, en başta bu reformcu geleneğin köklü eleştirisi üzerinde gerçekleşmiştir. 1991 Türkiye’sinde, artık tarihsel bir olgu olmuş 50 yıllık reformcu geleneğin önemi, pratik olarak yok olmasına karşın ideolojik etkileriyle devrimci-demokrasi içinde yaşayan bir akım olması sebebiyledir.

Reformist gelenekten pratik kopuş: ‘7l devrimci başkaldırısı
1968 yılına gelindiğinde çok genel çizgileriyle şöyle bir tablo çıkar karşımıza:
TİP, yükselişinin sonuna gelmiş, Çekoslovakya işgali, M. A. Aybar ile B. Boran arasındaki çelişkilerin kesin bir çatışmaya dönüşmesine yol açmıştır. Aybar, güler yüzlü, demokratik, ulusal bir sosyalizmi savunur, Sovyet emperyalizmine gerici bir tarzda tavır alırken. Boran’ın başında bulunduğu Emek grubu, TİP’i Sovyet revizyonizminin güdümünde bir revizyonist parti haline getirmek için son atağa hazırlanmaktadır.
Yön Hareketi, ’65den sonra bir takım farklılıklarla MDD(Milli Demokratik Devrim) hareketine dönüşmüştür. Milli Demokratik devrim, anti-emperyalist ve anti-feodal bir hareket olarak görülüyor, geniş bir ‘milli cephe’nin sözü ediliyor, sosyalizmi de bir aşama olarak kabul ediyordu. Fakat onun demokratik devrimden anladığı şey proletaryanın öncülüğünde bir devrim değil, ‘ordunun kılıcıyla’ halkın kurtarılmasıydı.
60’lı yıllardan başlayarak yükselişe geçen işçi, öğrenci ve köylü hareketi, giderek daha sert biçimler alıyordu, işçi grevleri direnişlere ve fabrika işgallerine doğru evrilirken, köylülerin eylemi toprak işgalleri ve taban fiyatlara karşı mitingler şeklinde boy gösteriyordu. TİP içinde devrimci cereyanı temsil eden öğrenciler, bir yandan da kurdukları Fikir Kulüpleri’ni FKF olarak merkezileştiriyorlar, anti-emperyalist muhtevaya sahip eylemlere yöneliyorlardı. Devlet güçlerinin yanı sıra sivil faşist-şeriatçı güçlerin saldırılan, gençliği daha radikal bir direnme çizgisine yöneltiyordu. CHP içinde bir kanat olarak yükselen reformizmin öğrenci hareketini Sosyal Demokrasi Dernekleri aracılığı ile kendine bağlama çabalan etkili olmazken, gençlikte yeni arayışlar da başlıyordu.
1968 kasırgası, eylem planında reformculuk ile devrimcilik arasında tam bir ayrışmanın da habercisi oldu. TİP’in açık ve MDD’nin örtük olarak gençliğin devrimci eylemlerini frenleme çabalan ve provokasyona gelmeyelim temalı engelleyici tutundan, gençliğin hızla bunlardan kopuşunu sağladı. Geniş gençlik kesimleri, o zamana kadar içinde örgütlendikleri TİP’ten ayrılarak, uluslararası kabansın da etkisi altında yeni devrimci örgütlenmelere gittiler.
Devrimci eylemler içinde devrimci örgütlenmeler yaratan gençliğin pratik tutumu açıktı. 50 yıllık reformist gelenekten kopuluyor, pasifizm reddediliyordu. Fakat bu pratik açıklığa teorik açıklık eşlik etmiyordu. Üniversite kürsülerinde, salon toplantılarında ve ‘sol’ dergi sütunlarında kendilerim eğiten, reddettikleri eski önderlerinin fikirleri, onların ideolojik şekillenişinde önemli bir etkiye sahipti. Uluslararası planda yükselen küçük-burjuva maceracılığı, önemli bir esin kaynağıydı. Böylece ideolojik bakımdan hayli karışık bir süreçten geçtikten sonra, çeşitli devrimci arkadaş çevreleri, yasadışı devrimci örgütlerde birleşerek faşizme karşı silahlı bir başkaldırıya giriştiler.
Önce Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve arkadaşları, THKO’yu kurarak silahlı mücadeleye başladılar. Ardından da Mahir Çayan ve arkadaşları THKP/C’yi, 1. Kaypakkaya çevresi de TKP/ML’yi kurarak aynı şekilde silahlı eylemlere giriştiler. Faşizme karşı kahramanca savaşan bu devrimci örgütler, büyük bir tutku ve inançla atıldıkları mücadelede önder ve militanlarının büyük bölümünü darağaçlarında, dağ başlarında, işkence hanede ve sokaklarda kaybederek yenildiler. Ama arkalarında devrimci komünizmin ve devrimci-demokrasinin üzerinde yükseldiği bir miras bıraktılar.
Konumuzla sınırlı olmak üzere, 71 Hareketi ile ilgili şunlar söylenebilir:
Birincisi, 71 hareketi, 50 yıllık reformcu, sağ oportünist gelenekten pratik tutum bakımından köklü bir kopuşu temsil eder. O güne kadar baş tacı edilen parlamentoculuk, yasalcılık ve uzlaşmacılık, 71 kahramanlarını egemen sınıflar diktatörlüğüne karşı giriştikleri savaşla tozla buz oldu; silahlı başkaldırı, aynı zamanda oportünizmin 50 yılda biriken reformculuğuna da bir isyandı.
İkinci olarak, 71 Harekeli, aynı kopuşu ideolojik-siyasal planda gerçekleştirememiştir. Bu grupların ideolojik şekillenişinde o zaman kadar solda egemen olan revizyonist-reformist fikirler ile uluslararası revizyonizmin tezleri belirleyici olmuştur. Reformizme tepki, devrimin kitlelerin eseri olduğu, proletaryanın fiili önderliği, Leninist parti anlayışının da reddine eşlik etmiştir. THKO savunmalarında, işi Kemalizm savunusuna kadar götürmüş; THKP/C, Latin Amerika’dan aldığı maceracı fikirleri, Kruşçev revizyonizmi kaynaklı üçüncü bunalım dönemi ve kapitalist olmayan kalkınma yolu tezleriyle birleştirmiştir. Diğerlerine kıyasla Marksizm’den daha fazla etkilenen Kaypakkaya, Maocu fikirleri kaba bir tarzda Türkiye koşullarına indirgemiş, proletaryanın önderliğini reddetmiş, yığınların iradesi yerine kendi sübjektif iradesini geçirmiştir vb…
Son olarak, bu durum, o koşullar allında kaçınılmaz bir şeydi. Ayrışma, Marksizm’in teorik tezleri üzerinde değil, eylem çizgisi noktasında yaşanmıştı. Marksizm’in klasikleri Türkçeye henüz pek az çevrilmiş, akademik sol çevrelerce hayli bulandırılmıştı. Fakat zaaflarına karşın, ‘71 Hareketi, reformculuktan kopuştur ve devrimci bir geleneğin başlatıcısıdır. Devrimci mücadele hattıyla, ‘71 devrimcileri, Türkiye solunda çok önemli bir kilometre taşı dikmişler, bugünkü devrimci yapılanmanın önceli olmuşlardır.

‘Demokratik Sol’… ‘Akgünlere’… CHP reformizminin yükselişi
Buraya kadar kabaca sözünü ettiğimiz akımlar, ‘sosyalizm’ iddialı ve reformist bir temele sahip akımlardı. Olumsuz etkileri, devrimci çevrelerde yarattıkları karışıklık sebebiyleydi. % 40’lara varan oy oranıyla, bir dönem kitleleri kendine bağlamayı başaran Ecevit CHP’si, kuşkusuz, klasik reformizmin temsilcisi ve Avrupa sosyal-demokrasisinin Türkiye’deki izdüşümüydü.
1960’a kadar Türkiye gericiliği, diktatörlüğünü reformculuğa yer vermeyen bir politikayla sürdürmüş, Kemalistlerin kendi elleriyle yarattıkları bazı ‘sol’ yapılanmalar, yine Kemalistlerce ezilmiştir. Fakat 1960’tan başlayarak egemen sınıflar sahneye koydukları ‘demokrasi güldürüsü’ çerçevesinde, reformcu bir alternatife bir rol biçmişler; egemen sınıflar, kıdemli temsilcileri t. İnönü aracılığıyla, reformcu bir doğuşa karşı en azından hayırhah bir tutum almışlardır. Onları bu politikaya yönelten esas neden, yığınların kurulu partiler karşısındaki ilgisizliği ve sol yönelimleriydi.
CHP ağırlıklı ’61 koalisyon hükümetinde çalışma bakam olan Ecevit, daha o zamandan onun eliyle çıkarılan sendikal yasalardan ötürü önemli bir popülariteye sahipti. Ecevit, 60’lı yıllar boyunca reformcu bir söylemle katıldığı seçim kampanyalarında öne çıkmış, genel başkanı İnönü’den de gerekli desteği görmüştü. Bu dönem, CHP içinde bir kanat olarak varlık gösteren, gençlik arasında Sosyal-Demokrasi Dernekleri’ni örgütleyen reformcular, partinin diğer kanatlarıyla çatışarak yükselişlerini sürdürdüler. Sonunda İnönü ile de çatışmaya giren Ecevit kliği için, 1972 Kurultayı, bir zafer kurultayı oldu. Kemal Satır grubu yenilgiye uğratıldı, ardından İnönü başkanlıktan ve CHP’den istifa etti. Parti içindeki klik çatışmaları, Ecevit’in zaferiyle sonuçlandı. CHP, 14 Ekim 73 seçimlerine, yeni reformcu kimliği ve ‘halkçı’ programı ile girdi.
Bu sırada halk kitleleri, yeni bir yükselişin ilk işaretlerini vermeye başlamıştı. 12 Mart faşizmi, kitlelerde derin bir hoşnutsuzluk yaratmış, beklentilere cevap verecek yeni alternatifler aranmaktaydı. Devrimci bir alternatifin olmayışı, kitlelerdeki kabansın CHP reformizmi kanalına akıtılmasının koşullarını yaratıyordu. CHP, hesabını kitlelerdeki hoşnutsuzluğu yapısında eritme üzerine kurmuştu.
‘Akgünlere’ başlıklı seçim bildirgesinde, CHP, Demokratik Sol bir parti olduğunu, halkın sıkıntılarına son vereceğini, gelir dağılımını adaletli kılacağını, halkçılığın gereği olarak ‘halk sektörünü’ geliştireceklerini ve kooperatifçiliği yaygınlaştıracaklarını, orta ve küçük sanayinin ve özellikle Anadolu sanayisini destekleyeceğini tantanalı bir şekilde ilan ediyordu. Kontrgerilladan hesap sormak, anaların gözyaşlarını dindirmek, genel af çıkarmak da vaatler arasındaydı. ‘Doğu’ya yol-okul’ vaadiyle de Kürt seçmenler taraf durumuna getirilmeye çalışılıyordu. Kısaca ‘halkçılık’ sloganı altında kitlelere umut pompalanıyordu.
Örgütlenmesini yaygınlaştırmaya çalışan TKP, TİP ve DİSK’in revizyonist-reformist yöneticileri, ülkenin demokratikleşmesi adına CHP’ye destek verdiler. Bu koşullar altında gerçekleştirilen Ekim 1973 seçimlerinde CHP, aldığı % 33 oyla birinci parti durumuna geldi. Bu oran büyük sanayi merkezlerinde daha da yükseliyordu. Büyük burjuvazinin tercihi doğrultusunda ilki 1974’te MSP ile koalisyon şeklinde, ikincisi 78’de satın aldığı “bağımsızlarla birlikte iki defa hükümet olan CHP’nin umut balonları bir bir söndü. O da diğer burjuva partileri gibi uluslararası emperyalist kuruluşların ve egemen sınıfların dayattıkları ‘istikrar tedbirleri’nin itirazsız uygulayıcısı oldu. CHP, kitlelerdeki hoşnutsuzluğu, ‘demokratik sol’ bir potada eriterek kendi üzerinden sisteme bağlıyordu. Yine aynı CHP, kitle hareketinin yükselişi karşısında, siyasal zulmü şiddetlendirip sıkıyönetim ilan ederek kitle mücadelesinin zor yoluyla bastırılmasının da uygulayıcısı oluyordu.
Egemen sınıfların reformcu seçenekleri, kitleleri durdurmaya yetmemiş, devrimci kabarış küçük duraklamalarla sürekli yükselmişti. Bu arada kitleler, kefareti azalmayan sömürü ve faşist baskı olan bir fatura ödeyerek kendi deneyleriyle ‘Karaoğlan’ın umut olmadığını anlayarak parlamento ve parlamenter partilerden hızla kopmaya yönelmişlerdi.
Emperyalizme bağlı egemen sınıflar, tarihlerinin en derin bunalımlarından birinin içinde debelenirken, çeşitli egemen sınıf partilerinin yanı sıra, ‘sol’ maskeli çeşitli gerici akımlar da egemenlerin iktisadi ve özellikle siyasi krizine çözüm önerileri için kafa yoruyorlardı/İşçi sınıfı partisine özgürlük’ (TKP kastediliyor) kampanyasıyla sınırlı ‘demokrasi mücadelesi’ veren TKP, Ulusal Demokratik Cephe çığlıkları ile egemen sınıf kesimleriyle birleşme öneriyordu. Bugünkü SP’nin önceli olan Aydınlık, Düşmanı Rusya ile sınırlayarak, onun dışında kalan herkesle birleşmenin teorisini yapıyor, CHP-AP koalisyonu öneriyor, orduyu iktidarı almaya çağırıyordu. Böylece bu akımlar, CHP’den hiç de aşağı kalmayan bir reformculuğa sahip olduklarını pratik ve siyasi tutumlarıyla belgeliyorlardı.
Çeşitli revizyonist akımlar, CHP’yi açıkça desteklerken, CHP’nin değerlendirilmesi ve ona karşı alınacak tutum konusunda tartışmalar yaşanıyordu. Bazı gruplar, CHP reformizmine kesin tavır alamıyor, tutarlı demokratizm ve reformculuk arasında sallanıyor, diğer bazıları, CHP reformizmine karşı özel bir mücadelenin gerekliliğini kavrayamıyor, onu egemen sınıfların faşist bir partisi olarak görüyorlardı.
Bugün için de aydınlatıcı olacağı için CHP değerlendirmesi konusundaki tartışmaları kısaca özetleyelim:
Bazı gruplar, CHP’nin tekel-dışı burjuvazinin temsilcisi olduğundan hareketle, ilerici bir rol oynayabileceği üzerinde duruyor ve onunla ittifak yapılabileceği görüşünü yayıyorlardı. Diğer bazı gruplar ise; CHP’nin gericiliğinden hareketle onun orta burjuvazinin partisi değil, büyük burjuvazinin partisi olduğunu savunuyor, ama büyük burjuvazinin diğer partilerinden farkını da gördüklerinden, CHP’yi büyük burjuvazinin faşist olmayan liberal’ ya da ‘gerici’ partisi olarak görüyorlardı. Partizan gibi bazı gruplar ise, CHP’yi büyük burjuvazinin ‘faşist partisi olarak değerlendiriyorlardı. Bütün bu grupların hareket ettikleri öncül, orta burjuvazinin devrimci bir sınıf olduğuydu; CHP, karşı-devrimci bir işlev gördüğüne göre orta burjuvazinin partisi olamaz. Ya da orta burjuvazi partisiyse o zaman ittifak güçtür.
Bu konuda Marksistlerin tavrı ise şöyleydi: CHP, orta burjuvazinin reformcu partisidir. Devrimin ittifak gücü değil, kitleler üzerindeki etkisi kırılması ve tecrit edilmesi gereken karşı-devrimci bir partidir. Bu durum, orta burjuvazinin devrimdeki rolüne uygun düşer. Orta burjuvazi, anti-emperyalist demokratik devrim surecinde ara bir sınıftır ve genellikle iradesini karşı-devrim kampında ortaya koyar. Proletaryanın öncülüğü ve devrimin zaferi, orta burjuvazinin etkisizleştirilip tecrit edilmesi ile mümkündür. Orta burjuvazinin reformist partisi olan CHP, Avrupa’daki küçük-burjuva sosyal-demokrat partilerine benzer bir işleve sahiptir.
Bu doğru görüşlerden hareketle Marksistler, egemen sınıfların, buhran koşullarında, kitleleri düzen sınırlarına hapsedebilmek için, tekel-dışı burjuvazinin partilerini hükümet edebileceğini, reformculuğun işlevinin egemen sınıfların krizlerine sahte umutlarla çare olmak olduğunu ortaya koyuyor ve reformizme karşı mücadelenin faşizme karşı mücadeleden koparılamayacağına vurgu yapıyorlardı. O zamanın deyimiyle “reformizm, faşizmin koltuk değneğidir.” Anti-faşist mücadelenin başarısı, reformizmin kitleler üzerindeki uyuşturucu ve yatıştırıcı etkisinin kırılmasına bağlıdır. Reformizme karşı sistemli bir teşhir faaliyeti örgütlenmeli, kitleler her günkü mücadeleleri içinde ve kendi tecrübeleri temelinde eğitilmeli, reformizmin etkisinden kurtarılmalıdır.
CHP’nin sahte bir umut olduğunun uygulamalarla açığa çıkması, kitlelerin büyük bir bölümünü CHP ile birlikte parlamento ve diğer düzen partilerinden koparıyor ve azımsanmayacak bir bölümünü devrimci-demokrasi safına katıyordu. 1979 ara seçimleri, komünist ve devrimcilerin çalışmalarının da etkisiyle CHP için tam bir fiyasko oldu. Burjuva partiler kitleler nezdindeki itibarlarını tükettiler. Arkası biliniyor: Kriz derinleşmeye devam etti, parlamenter çareler tükendi ve parlamento tıkandı ve geriye son çare kaldı, 12 Eylül…

Klasik reformculuğun 12 Eylül sonrasında durumu
12 Eylül darbesi ile birlikte varlıklarına son verilen parlamenter partiler, kırgınlıklarıyla birlikte destek mesajlarım majestelerine yollayarak, yeni bir demokratikleşme güldürüsüne kadar uykuya yattılar. Cunta, yeniden icazetli partilerin kurulmasına izin verince, kısıdı olmayanlar açıkça, ‘kısıtlılar’ ise el altından bütün onursuzluğu ile siyasete soyundular. Herkesin bildiği süreci anlatmaya gerek yok. Sonuçta 12 Eylül öncesine üç aşağı-beş yukarı benzeyen bir tablo oluştu. ‘Siyasal kısıtlılıklar’ın kalkmasıyla, her kes eski liderine kavuştu. AP’nin devamı DYP, CHP’nin devamı SHP ve 12 Eylülün kişiliksiz partisi ANAP. Yalnız SHP’de bir sorun vardı ki, ‘doğal lider’ başkanlığa ikna edilememişti. Olsundu, onun yerine ‘paşanın oğlu’ getirilerek sesi pek çıkmayan ‘güçlü bir isim’ bulunmuştu. Buna karşılık, Ecevit, SHP yi ve öncellerini gerçek sosyal-demokrat olmamakla suçlayarak, ‘tabandan örgütlenen’ ve her ne hikmetse, bir kişiden başka kimsenin bir taş bile kımıldatamadığı bir parti kurdu.
Bu partilerden ANAP, emperyalistlerin, burjuvazi ve Cuntanın desteğini alarak ‘yeni’ kimliği ile iktidar olmayı başarırken, diğerleri, geleneksel oylarını bile top-layamadılar. Şu kolaylıkla söylenebilir ki, 12 Eylül partileri hiç bir zaman, kitleler nezdinde eski itibarlarını kazanamadılar. Konumuz açısından sosyal-demokrat partiler, SHP ve DSP, kitleler tarafından hep kötünün iyisi olarak tercih edildiler. Kamuoyu araştırmalarının sonuçlarını yorumlayan diğer sayfalardaki yazıda da görüleceği gibi, diğerlerinden farklı programlara sahip olmayan bu partiler, farklı bir alternatif olarak işlev göremiyorlar. Kitleler genel olarak parlamentodan kopuyor ama özellikle sosyal-demokratlara oy veren kitlelerde parlamentodan kopuş daha güçlü.
Parlamentoda ‘ana muhalefet partisi’ olarak temsil edilen SHP, sosyal demokrasinin ana çekim merkezidir. Programı, Avrupa sosyal-demokrasinin ve eski CHP’nin programının benzeridir. Programının ruhu, aralarında derin çıkar çatışmaları bulunan toplumsal sınıfları uzlaştırarak üzerinde şekillenir, ‘haksız kazanç önlenecektir’ denir ama burjuvazinin proletaryayı sömürmesi “helal” bir kazanç olarak görülür. ‘Gelir bölüşümü adilleştirilecektir’ denirken burjuvazinin mülkiyeti kutsanır. Toplumsal barış istenirken, proletarya fedakârlığa ve baş eğmeye, burjuvazi katladığı karından küçük bir bölümünü işçilere vermeye çağrılır. Bütün değerleri yaratan ama bunlardan yararlanmayan işçiler ile, artık-değer ve rant şeklinde gelirleriyle semiren burjuvazi arasında ‘ayrımsız bir eşitlikten söz edilir. ‘Bağımsızlık’tan kastettiği, IMF, Dünya Bankası gibi iktisadi, NATO, BM gibi siyasi emperyalist kuruluşlara bağlılıkla birlikte izlenecek “bağımsız” bir politikayı anlar. Mevcut faşist diktatörlüğü, küçük kusurlara sahip ‘demokratik bir düzen’ olarak görür. Devletçidir, bir yönüyle, devletin birliği ve bölünmezliğini, başka halkların iradesinin zorla boğulması pahasına da olsa savunurken, devletten, kapitalist sistemin örgütlenmesi ve başı sıkışan burjuvalara yardım etmesi istenir. Devrimciliği, emperyalist Batı’ya benzemek için yapılacak değişiklikler olarak anlar.
Bu aldatıcı programın nasıl hayata geçtiği ise, her gün emekçiler tarafından görülüyor. SHP, mevcut sistemin bazı rötuşlarla devamını sağlamak için egemen sınıfların gözüne girmeye çalışan, onların ihtiyaç duyduğu bütün iktisadi ve siyasi tedbirleri alacağım açıkça ilan eden sahte bir umut, cılız bir reform partisidir.
DSP için de bütün bu söylenenler doğrudur. Ancak o, devletçilikte, şovenizmde ve gericilikte bir gömlek daha tutucudur. Bu iki parti, denenmiş CHP’nin devamı gibidirler, CHP’nin kitlelere getirdiği ‘huzur ve refahtan daha fazlasını getiremeyecekleri gibi, onlar hükümet olduğunda uygulayacakları politikalar programlarında yazılanlar değil, o koşullarda egemen sınıfların ihtiyaç duydukları politikalar olacaktır.
Aynı klasik reformcu platformda yer alıp yükselen Kürt hareketi üzerindeki hesaplarıyla politik yelpazede yerini genişletmeye çalışan bir parti olarak HEP’ten söz edebiliriz. HEP, SHP içindeki bazı eski sendikacıların başını çektiği grubun bu partiden kopuşuyla doğdu. L2 Eylül öncesinde işçi hareketini reformcu kanallara dökmeye çalışan bu sendikacılar, 12 Eylül darbesi karşısında büyük bir telaşla işçi sınıfını teslim olmaya çağırdılar, teslim olmak için birbirleriyle yarışarak Selimiye Kışlası önünde kuyruk oluşturdular. İşçi hareketi üzerinde oynadıkları oyunu bu kez Kürtler üzerinde denemeye çalışan bu partinin, SHP ve DSP’den kayda değer bir farkı yoktur. Sistem karşısında devrimci bir alternatifleri yoktur, her şeyin parlamento içerisinde çözüleceği hayalini yaymaktadırlar. Fakat Kürtleri kendilerine çekebilmek için, çatıları altındaki bazı radikal çevrelerin varlığına katlanıyorlar. Üzerinde hesap yaptıkları Kürtler konusunda da geliştirici değil, frenleyici ve ‘demokratik platform’a çekici bir rol oynamaktadırlar.
Klasik sosyal-demokrasi dışında bir söyleme sahip olsalar ve kitle bağları bakımından daha zayıf olsalar da TBKP, SBP, SP gibi partiler de orta burjuvazinin reformcu partileridir.
TBKP, artık kamuoyunun çok yakından tanıdığı talihsiz bir “sima’dır. TKP’nin uluslararası koşulların da yardımıyla evriminin doğal bir sonucu olarak ve bir ibret olgusu olarak burjuvazi tarafından teşhir edilen TBKP, emperyalizm, devrim, proletarya diktatörlüğü gibi olguları geçmiş çocukluğun kötü bir anısı olarak görmekte, büyük bir atakla burjuva partileri ile arasındaki biçimsel farkları silmektedir. Birçok bakımdan SHP’den bile geri bir mevzide durmakta silikleşip önemsizleşmektedir. Kısacası hakkında söz söylemeyi gerektirmeyecek kadar açık bir şekilde düzeni savunmaya soyunmuş bir partidir. SBP ise, bu paıtininvitrinini başka bazı ‘ünlü’lerle zenginleştirmesinin ifadesidir.
Sosyalist Parti’ye(SP) gelince; Aydınlık’ın bilinen kötü ünlü çizgisinin günün şartlarına ‘uyarlanarak’ keskinliklerle cilalanması, karşımıza şimdiki SP’yi çıkarır. SP, bolca ‘devrim’ lafı ediyor, Kürt dinamiğinden söz ediyor ama sonuçta çözümü erken seçime bağlayarak parlamentoculukla sınırlı bir ‘devrimcilik’ yapıyor. Kitlelerin kendiliğinden hareketini ‘siyasal’ eylem olarak yüceltiyor ve yığınların burjuva çerçevede bir politikaya saplanıp kalmalarını körüklüyor. Dergimizde çokça yazıldı, bu kadarı yeter.
Bu alt başlık altında yazılanlar için bazı sonuçlar çıkarmak gerekirse:
* Birinci grup reformist partiler, sürekli bir erozyonla yüzyüzedirler. Sistemin krizleri karşısında emperyalistlerin ‘çözüm’ reçeteleri tekleştikçe, bunların işlevleri daha da azalıyor ve azalacaktır. Son bir kaç yıl içinde Özal’ın manevraları bu partilerin hayli başım döndürerek sersemlemelerine yol açmış, söyleyecekleri söz kalmamıştır. Gidişin kötü olduğunu tekrarlamakta ama çözüm için Özal’dan farklı bir dil konuşmamaktadırlar. Bu bakımdan bunların kitle destekleri çok zikzaklı bir grafik çizmektedir. Öteki burjuva partileriyle birlikte sosyal-demokrasinin itibar ve destek yitimi, bu partilerin kitleleri tatmin etmeyen politikalarıyla ilişkili; devrimci komünistlerin müdahalesi olmaksızın da gerçekleşebilecek objektif bir süreçtir. Fakat devrimci alternatif yaratılmadığı sürece, reformcu partilerden kopan bu yığınlar ‘yeni’ kimlikle ortaya çıkacak başka reformist merkezlerin potansiyel gücü olmaktan kurtulamazlar. Bu bakımdan, bu kopuşun devrimci bir alternatifle doğru kanallara aktarılması gereği kuvvetle vurgulanması gereken bir durumdur.
* SHP, DSP, HEP gibi sosyal-demokrasi içinde mütalaa edebileceğimiz partilerin, sınıf bilinçli işçiler ve genel olarak devrimci kitleler içinde doğrudan etkileri pek yoktur. Fakat genel olarak yığınlar üzerinde önemli bir etkileri vardır. Kitleler politikleştikleri ve eyleme geçtikleri oranda bu partilerin pratik etkilerinden kurtulmakladırlar. Bu bakımdan devrimci kitleler içinde bu partilere karşı ideolojik mücadelenin yeri azalmakla birlikte, bu partilerin her günkü mücadelenin pratiği içinde, sıcağı sıcağına teşhiri önem kazanmaktadır. Kitlelerin yakıcı taleplerini ve bu taleplerin elde edilebilmesi için gündeme alınması gereken devrimci mücadele biçimlerini kitlelerin gözleri önüne sermek ve böylece bu partilerin sahte umut olduğunu sadece genel sözlerle değil işçi sınıfının pratiği ile kavratmak özellikle önemlidir.
* TBKP, SBP ve SP gibi partilerin ise genel olarak kitleler içindeki etkileri çok sınırlıdır. Buna karşın işçi sınıfının öncü kesimi ve aydınların önemli sayılabilecek bir bölümü, doğrudan bu partilerin reformcu etkisi altındadır. Daha da önemlisi bu partilerin temsil ettiği revizyonist-reformist düşüncelerin sol hareket içindeki etkileri, niceliksel varlıklarıyla ölçülemeyecek ölçüde yaygındır. Bu durum, bu akımlara karşı özellikle işçi sınıfının uyanan kesimleri ve devrimci-demokrasi içinde sistemli bir teşhir faaliyetinin örgütlenmesini, temellendirilmiş bir ideolojik mücadelenin verilmesini zorunlu kılar. Bu partiler, azımsanmayacak propaganda araçlarına sahiptirler ve yaslandıkları 70 yıllık bir gelenekleri vardır. Aşağıda anlatılacağı gibi, uluslararası planda kabaran gericiliğin üzerine binmiş durumdadırlar, bu ve başka nedenlerden dolayı, bunların sınıf içerisindeki etkilerinin nicelik olarak önemsizliğine bakıp ideolojik mücadeleyi de önemsiz görmek ağır bir hata olur.

Türkiye Solu içinde reformizmi güçlendiren iki kaynak: 12 Eylül süreci ve Gorbaçovculuk

Birbirinden çok farklı bu iki tarihsel olgunun bir arada anılmasına neden olan şey, her ikisinin devrimci saflarda çözülme ve liberalizmin, demokratizmin yayılmasına sundukları ‘eşsiz katkıların’ üst üste düşüp örtüşmesi gerçeğidir. 12 Eylül’ün azgın siyasal zoru altında aldıkları maddi yaraların yanı sıra derin manevi tahribatla yılgınlığı teorileştirmeye çabalayan teslimiyetçi-tasfiyeci çevreler üzerinde, Gorbaçov’un demokratizmi çok tesirli bir ilaç etkisi yaptı. Ağır yenilginin yarattığı yılgınlık ve devrime inançsızlık, Gorbaçov’un liberal rüzgârları önünde kanatlanıp uçtu. Marksizm-Leninizm’in kararlı mücadelesi karşısında çürüğe çıkan bütün eski teoriler, atıldıkları hurdalıktan çıkarılıp cilalanarak ‘yeni keşifler’e malzeme yapıldı. Sınıf ilişkilerinden soyutlanarak içeriksizleştirilmiş demokratizm, bireysellik, özgürlük gibi kavramlar üzerinde yürüyen politikalar kapitalist sistemin mecrasına aktı/akıyor.
12 Eylül Cuntası, dizginsiz faşist terörüyle proletaryanın, emekçi sınıfların mücadelesini boğdu, devrimci örgütlenmeleri ağır şekilde yenilgiye uğrattı. Her yenilgi döneminde olduğu gibi, devrimin ‘Abbas yolcuları’ hızla devrim saflarını terk ettiler. Kimileri açıkça karşı-devrim safına geçerken önemli bir bölümü, hala ‘devrim saflarında’ görünmekle birlikte, yenilginin muhasebesini yaparken suçu devrimciliğin üzerine yıktı. Yasa dışılık reddedildi, örgüt ile özgürlük karşıt kavramlar olarak ilan edildi, proletarya diktatörlüğü, devrim gibi şiddet kokan kavramlar bir çırpıda reddedildi. Proletarya, sınıf gibi kavramlar, yerini ‘insan’, ‘kötü insan-iyi insan’ gibi kavramlara bıraktı. Demokrasi, çoğulculuk, hümanizm, sivil toplum yeni keşifler olarak sunuldu.
12 Eylül karanlığı, yeni bir yükselişle bir uçtan yırtılmaya başlarken, Gorbaçovculuk sahnede yerini aldı. 30 yıllık revizyonist iktidar, emperyalist sistem önünde teslim bayrağını çekti. Sosyalizmin biçimsel bütün görünüşleri de silindi. En son Arnavutluk’un kapitalizm tarafından yutulmasıyla sistem olarak sosyalizm, kapitalizmin silindiri altında ezildi. İşte uluslararası koşullarda birbirini takip elen son derece olumsuz gelişmeler kapitalizme geçici bir zafer sevinci tattırırken, sol çevrelerdeki yılgınlığı olağanüstü besledi.
Yaşanan bu sürece ilişkin bazı saptamalar yapmak gerekirse:
* Süreç, eski devrimciler kuşağının ezici bir bölümünü devrimci mücadelenin dışına atmıştır. Bunlardan bir bölümü açıkça karşı-devrim safında konaklamışken, bir bölümü de çeşitli reformcu parti saflarında ‘politikaya’ devam etmektedirler. Bir kısım eski devrimciler ise tercihlerini bağımsız ‘aydın bireyler’ olma yönünde kullanmışlardır. Daha büyük bir bölüm ise ‘sıradan yurttaşlar’ olarak yaşamlarını sürdürme yönünde kapitalizmin çarkında bir dişli olma kavgası vermektedir.
* Süreç, önemli devrimci yapılan tasfiyenin eşiğine getirmiş, geçmişin en büyük siyasi yapılarından Dev-Yol ve Kurtuluş gibi bazıları, örgütsüzlüğü teori düzeyine çıkarmış, devrimci cereyanları olağanüstü azalırken, reformcu eğilimleri gelişmiştir. Devrimci-demokrasinin önemli kesimleri, liberal rüzgârların etkisine kapılmakta, reformizme açık kapı bırakmaktadırlar. Sağcılık ve reformizm, devrimci demokrasi içinde mücadele edilmesi gereken esas akım durumundadır.
* Sosyalizmin aldığı ağır yenilgi devrimci-demokrasi saflarında büyük karışıklık yaratmaktadır. Aydınların hemen hepsi sosyalizmin karşısına geçmiş, sürecin etkisiyle, devrimci-demokrasi içinde sosyalizm projeleri, burjuva sosyalizmi yönünde evrilmekte, sosyalizmin yerine ‘ulusalcılık’, ‘genel demokrasi’, ‘insan hakları savunuculuğu’ geçirilmektedir. Bu durum, sosyalizmi inada savunmayı olmazsa olmaz kılmakta, sosyalizmin zorunluluğunda ısrar etmek ve sosyalist teoriyi revizyonizm ve kapitalist ideoloji karşısında temellendirerek savunmak özellikle önem kazanmaktadır.
* Devrimci saflarda yaşanan bu olumsuzluğa karşın, genç işçi ve öğrenci kuşağın devrimci harekete akışı durmamıştır. Kitleler, kapitalizmin uygulamalarına karşı her geçen gün artan biçimde mücadeleye atılmakta, bu durum emekçilerin sorunlarının kapitalizm çerçevesinde çözümünün imkânsızlığını pratik olarak ortaya koymaktadır.
* Sol çevrelerde esen bu liberal rüzgârlar, devrimci-demokrasi için bir zaaf olurken, bu potansiyelin reformcu yapılanmalar kanalını akmaması, reformculuğun işlevsizliğini koruması dikkat çekicidir. Reformculuk, hastalıklarını devrimci-demokrasiye bulaştırırken, kendisi, kapitalist sistemin reçetelerine dört elle sarılmakta, farklı bir alternatif olma özelliğini her geçen gün kaybetmektedir. Böylece, anti-kapitalist mücadele içinde klasik reformcu akımlara karşı mücadele önemini azaltırken, reformculuğun devrimci sallardaki yansımalarına karşı mücadele önemini artırmaktadır. Türkiye, devrime en çok yaklaşan ülkeler arasındadır. Gelişmiş bir proletaryanın ve henüz işçi sınıfının öncü kesiminin küçük bir bölümünü kucaklamasına rağmen proletarya partisinin varlığı önemli bir avantaj olarak kaydedilmelidir. Fırsat iyi kullanıldığında, kitlelerdeki kapitalizm karşıtı tepki, sosyalizmin bir bileşeni haline getirilebilir. Yirminci yüzyılın son on yılında, Türkiye, tarihinde pek az rastlanır devrimci dinamiklere ve devrim imkânına sahiptir. Türkiye, bir devrim ülkesi olmaya her zamankinden çok adaydır.

Reform ve Devrim
Buraya kadar, yazıda devrimin reformlara kurban edilmesi üzerinde durduk. Şimdi, devrim ile reform arasındaki ilişkiye değineceğiz.
Devrim mücadelesinin yan ürünü olarak reform; Yazıda reformu, “mevcut koşullarda yapılan niteliksel olmayan iyileştirme ve düzeltmeler” olarak tanımladık. Şöyle bir soru akla gelebilir. Eğer reform işçi sınıfının yaşamında az da olsa bazı iyileştirme ve düzeltmeler sağlayacaksa, yaşamımızı biraz olsun rahatlatacak reformlara niye karşı çıkalım?
Proletaryanın bilinçli öncüsü, ilke olarak reformlara karşı olmadığı gibi, işçi sındı ve emekçilerin yaşam koşullarında bir takım iyileştirmeler sağlayan reformlar için mücadele eder. Reformistler ve devrimciler arasındaki fark, birincilerin reformlar için mücadeleyi savunup, ikincilerin bu mücadeleyi reddetmesinde somutlanmaz. Bunlar arasındaki temel fark şudur ki; reformcular, reformları başlı başına bir ülkü haline getirip, proletaryanın mücadelesini reformlar için mücadeleye doğru daraltırken, devrimci komünistler, reformlar için mücadeleyi devrim mücadelesinin bir parçası olarak görürler, birincisini ikinciye bağlarlar. Devrimci proletarya için, reformlar, proletaryanın uzun erimli siyasal amaçlarının yakınlaştırılmasına yardımcı olan iyileştirmelerdir.
Bilimsel sosyalizme göre, proletaryanın üç temel mücadele biçiminden biri, ekonomik-sendikal mücadeledir. Ve bu mücadele biçimi, işçilerin işveren karşısında girdikleri, sonuçta reform niteliği taşıyan bazı hakları kazanma mücadelesini içerir, işçilerin giriştikleri ilk mücadele biçimi olan ekonomik mücadelenin işçilere birçok yararı vardır. Ekonomik mücadele, kapitalist sistemin varlığını ortadan kaldırmaz ama bu sistem içinde işçilerin yaşam koşullarının bir ölçüde düzelmesini sağlar. Bu mücadeleyle, işçi sınıfı, kapitalistlerden tavizler kopararak daha yaşanabilir bir hayat tarzına kavuşabilir. Ve ayrıca, bu mücadele sınıfın geniş kesimlerini kucakladığı için, işçi sınıfının bilinçlenmesini sağlayan iyi bir okuldur. Bu bakımdan, komünistler, ekonomik mücadelenin gerekliliğine tümüyle inanırlar.
Fakat bu mücadele, kör bir güdüyle yürütülürse, aynı zamanda kapitalizmin koşullarına hapis anlamına gelir. Çünkü burjuvazinin varlığı peşinen kabul edilir ve bu mücadele çerçevesinde kalındıkça güçlü durumda olan patronlardır. Kısaca ekonomik mücadele, işçilerin yaşamında bazı düzelmeler sağlayabilir, ücretli kölelik koşullarında daha iyi koşullar yaratabilir ama ücretli kölelik sisteminin devamına son vermez, işçilerin gerçek kurtuluşu, burjuvazinin hâkim olduğu sistem içinde reform niteliğindeki düzeltmelerle değil, ancak proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesiyle mümkündür. Proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenme mücadelesi, doğrudan siyasi mücadeledir. Bu bakımdan, siyasi mücadele, proletaryanın mücadele biçimleri arasında temel olandır. Proletaryanın diğer mücadele biçimleri (ekonomik ve ideolojik-teorik mücadele) ve her türlü örgüt biçimi, esas olan siyasi mücadelenin ihtiyaçlarına göre, siyasi mücadelenin strateji ve taktiğine bağlı olarak ele alınmak zorundadır.
Bu anlatılar ışığında, bir kazanım mücadelesi olan reformlar için mücadele, siyasi mücadele olan devrim mücadelesinin hizmetinde olmak zorundadır. Gerçekte, devrim mücadelesi bir bütündür, devrim ve reform mücadelesi dediğimiz şeyler bizim zihnimizde konuyu anlaşılır kılmak için yaptığımız soyutlamalardır. Önce reformlar için mücadele ve ardından bu reformları basamak yaparak devrim mücadelesi gibi bir yaklaşım çok zararlı sonuçlara yol açabilecek bir yaklaşımdır. Reformlar, devrim perspektifiyle girişilen mücadelede doğan bazı olanaklar, yan ürünlerdir. Reformcu parti ve gruplar, devrimci mücadelenin yerine reformlar için mücadele anlayışını işçi sınıfı içinde kökleştirmeye çalışır ve sınıfı sendikalizmin burjuva atmosferine hapsetmeye uğraşırken, çeşitli devrimci-demokratik akımlar da, teorik olarak devrim mücadelesini esas almakla birlikte çoğu zaman pratik tutumlarıyla reform taleplerini öne çıkarmakta, iradelerine rağmen reformculuğu güçlendirmektedirler.
Reform taleplerinin devrimci taleplerin yerine geçirilmesi: Proletarya, mücadele sürecinde hem devrimci talepler ve hem de reform talepleri savunur. Reform denilen taleplerin gerçekleşmesi düzen çerçevesinde mümkünken, devrimci talepler iktidarı doğruca hedef alan ve ancak iktidarın yıkılmasıyla gerçekleşebilecek taleplerdir. Bunun için proletarya, reform talepleri üzerinde proletaryayı iktidarı almaya yaklaştırdıkları ölçüde ve siyasi mücadeleye güç verdikleri oranda vurgu yapar. Reform niteliğindeki talepleri gereğinden fazla öne çıkarmaz, onu devrimci taleplerin yerine geçirmez.
Herkesin bildiği gibi, TKP, on yıllar boyu ve özellikle 1975’dcn bu yana “TKP’ye özgürlük!” sloganı altında ya-sallaşmak ‘mücadelesi’ verdi. Faaliyetinin esasını bunun ve dolayısıyla 141-142’nin kaldırılması üzerinde şekillendirdi. Geçtiğimiz aylarda Hükümet ilgili maddeleri ‘yürürlükten’ kaldırınca (başka bazı nedenlerle birlikte), TKP, siyaset sahnesinde misyonunu yitiren bir parti durumuna geldi.
Yine aynı şekilde, Troçkist ‘Sosyalizm’ dergisi ve SP, ‘devrim’ lafım sakız gibi çiğnemeye devam ederken “Demokratik erken seçim’, ’12 Eylül Anayasasının halkoylamasıyla gitmesi'(‘Sosyalizm’) gibi talepleri öne çıkararak, işçi sınıfının gündemini bu yöne çekmeye çalışıyorlar. Ve devrimci taleplerin, Marksistlerce propagandasının yapılması karşısında ‘genel devrim propagandası yapılıyor’, ‘taktiksizlik’ diye çığlık atıyorlar. Proletaryanın asgari devrimci talepleri, egemen sınıflar diktatörlüğünün yıkılmasını içermek zorundadır. Diktatörlüğün değişik görünümler altında devam ettiği bir durumu hedefleyen taleplerin ‘temel devrimci talepler’ olarak görülmesinden sonra akşama kadar ‘devrim’ lafı edilsin, bunun adı devrimcilik değil reformculuktur. Tamamen reformcu olan bu akımların taktiklerinin başka türlü olması da zaten beklenemez.
Bu akımlardan tamamen farklı olarak devrimci-demokrasi içinde yer alan Mücadele dergisi de bu konuda bir takım reformcu taktiklere sahiptir. ‘Özal iktidarı’ üzerinde vurguyu güçlendiren Mücadele ise, seçime, seçimlerin erkene alınmasına yönelik bir taktik izlemiyor, ancak iktidar sorununa yaklaşımı ve ayağa kalkan işçi ve emekçilerin eylemini yönlendirmeyi tasarladığı hedef açısından reformcu grup ve akımlardan farklı bir konumda değildir. Mücadeleye göre, işçilerin 3 Ocak genel grevinin amacı da “Özal iktidarını devirmek olmalıdır”, Zonguldak madencisinin eyleminin de. Hatta Mücadele, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasının da “Özal iktidarıyla bir hesaplaşma” olacağı düşüncesindedir. Onlara göre, “1 Mayıs yasallaşmalıdır” kampanyası böyle bir “hesaplaşma”yla birlikte yürütülebilir. 1 Mayıs’ın yasallaşması sorununda “‘liberalleşme’ adımlan atan ve Türkiye’nin görüntüsünü ‘demokratikleştirmeye’ soyunan Özal iktidan bu yasağı daha ne kadar sürdürebilecektir?” sorusunu temel edinen Mücadele, reformcu bir zeminde bulunmaktadır. “Yasallaşma”yı bağladığı hedef açısından. Ve egemen sınıflanıl düzeni ve siyasal egemenlikleri yerine hükümetlerinden birini mücadelesinin amacı olarak gördüğü için. Bu temelde oluşturulan taktikler, istendiği kadar sert görünüşlü olsun, özünde TBKP ve SP’nin taktiklerinden farklı değildir. Fark, “Özal iktidarı”na radikal olarak yönelme noktasında ortaya çıkmaktadır. Mücadeleci işçilerin 1 Mayıs ve başka vesilelerle devrime hazırlanması ve 1 Mayıs’a sınıfın mücadelesinin devrimi hedeflemek üzere geliştirileceği bir gün olarak yaklaşma yerine, az sayıda devrimci öncünün hükümetle hesaplaşma ve 1 Mayıs’ı yasallaştırmaya çalışması biçimindeki bir yaklaşım reformcu taktiğin çıkış noktası olmaktadır.
Kuşkusuz 1 Mayıs’ın yasallaşması için de, başka sorunlar etrafında da talepler ileri sürülebilir ve kampanyalar açılabilir. Ancak her şeyden önce amaç ve hedef doğru saptanıp kısmi ve gündelik talepler ve bu temelde örgütlenen kampanyalar doğru hedeflere kanal ize edilmek gerekir. Hem etrafında kampanyalar yürütülecek taleplerin doğru seçilmesi ve hem de bunların devrimi geliştirecek tarzda savunulması, reformculuğa düşmemek açısından zorunludur. Yine, ‘zamların tümüyle durdurulması ve geri alınması’ talebi yerine ‘Coca Cola boykotu’nu geçiren Mücadele’nin böyle davranmadığı ve kolaylıkla reformcu taktikler izleyebildiği görülüyor. Bir takım esnaf kuruluşlarının başlattığı, muhalefetinden Papatyaları’na kadar bütün burjuva kesimlerin desteğini alan ‘Coca Cola ürünlerini boykot’ kampanyası, genel olarak egemen sınıfların, tekellerin zamlarını gözlerden gizleyen bir kampanyaydı. Mücadele’nin bu konuda kampanya açması, birçok yerde korsan gösteriler yapılması, taleplerin güdükleşmiş haliyle savunulmasının bir örneğini oluşturuyordu. Genel olarak zamlara karşı mücadeleyle birleştirilmeyen bir “zam karşıtı” talep ve kampanyanın devrim ve iktidar amacıyla bağlanması ise, kuşkusuz olanaklı değildi ve bu kampanya devrimin gelişmesine hizmet etmedi.
Geniş ‘sol’ çevrelerde, kitlelerin siyasal bilince nasıl kavuşturulabileceği tartışma ve karışıklığa yol açmış, bazıları ‘öncü’nün ‘suni dengeyi kıran’ eylemleriyle, bazıları da sadece günlük talepler etrafında siyasileşeceğini ileri sürüşlerdir, işçi sınıfı mücadelesinin reformcu talepler temelinde siyasileşmediği, doğrudan siyasi, ekonomik mücadelenin alanı dışında kalan siyasi talepler temelinde siyasileştiği yüz yıl önce ortaya konmuştu.1900’lü yılların başında, Ekonomistler işçilerin ekonomik mücadele yoluyla ve bu mücadelenin içinde siyasi bilince kavuşabileceklerini savunuyor, “ekonomik mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmaktan söz ediyorlardı. Buna karşılık Lenin, işçilerin ekonomik mücadelenin burjuva havasına hapsoldukça siyasallaşamayacaklarını, işçilere siyasal bilincin ekonomik mücadelenin alanı dışında, çarlığa karşı siyasi mücadele içinde verilebileceğini savunuyordu. Lenin’e göre, “…ekonomik mücadele… kitleleri etkin siyasal mücadeleye sürüklemek bakımından en geniş ölçüde uygulanabilir…” bir araç değildir. (Ne Yapmalı, sf: 58, Başak Yayınlan) Konumuzla da ilişkili olarak taleplerin niteliği ile bilinçlenme arasındaki ilişkiye ışık tutması sebebiyle Ekonomistler ile başında Lenin bulunan Iskracılar arasındaki görüş ayrılıklarının bizzat Ekonomist teorisyen Martinov tarafından ifade edilişini aktarmak son derece öğretici olacaktır. Ekonomistler kitleleri “daha çok belirli somut eylemlere çağırmış”, Iskracılar “bugünkü tüm rejimi ya da onun birtakım görünüşlerini devrimci açıdan sunmak”la daha çok uğraşmışlar; Ekonomistler “proletaryanın ivedi taleplerini hazırlamış ve bunları sonuçlandırma yolları göstermiş”, Iskracılar bunu yapmakla birlikte “muhalefetin çeşitli katmanlarının etkinliğini yönlendirmeyi, onlara yapıcı bir eylem programı benimsetmeyi” ihmal etmemiş; Ekonomistler “hükümete elle tutulur sonuçlar getirebilecek somut talepler götürmeyi” becermiş; Iskracılar ise daha çok “tek yönlü teşhirler”le uğraşmıştır… (Aynı eser) Kısaca Ekonomistler, reformculuk anlamına gelen sendikalizmi savunmuş, böylelikle sosyalist siyaseti burjuva sendikalizmine doğru daraltmışlardır. Lenin ise, çarlığa karşı siyasi mücadele içinde, “elle tutulur sonuç vaat etmeyen talepler için” mücadelede işçilere siyasi bilinç vermeyi savunmuştur.
İşçiler önce ekonomik, reformcu talepler için mücadele içinde bilinçlensin, sonra siyasi talepler için mücadeleye atılsın şeklindeki aşamalı bilinçlenme teorisi kötü bir teoridir.
‘Keskin solculuk’ ile reformizm arasındaki ilişki: Çoğunlukla kendilerini reformlarla sınırlayanlarla, en ‘devrimci’, şiddete dayalı eylem biçimlerini savunmak arasında ilişki olmadığı düşünülür. Gerçekte, proletaryanın iradesi yerine kendi iradelerini geçiren grupların kitlelerin ruh halini hesaba katmaksızın koydukları ‘devrimci eylem’, reformculuğun tersyüz ifadesidir. Bu ikisi arasında, ‘sol’ ve ‘sağ’ olmak gibi farklılıklar vardır ama ortak yanlan da vardır. Bu ortak yan, kitlelerin düzen çerçevesinde kalan bir çizgiye hapsolmasını meşrulaştırmada ifadelenir. Reformcular, siyasal mücadeleyi yadsır, siyasal mücadeleyi günlük talepler için ‘hak’ mücadelesine indirgerken, Solcu akımlar kitlelere aynı iktisadi mücadeleyi reva görür, devrimci siyasal eylemi kendilerini kitlelerin yerine koyan bir avuç ‘eylemci’nin iradesini koyarlar. Küçük burjuva maceracılığı, reformcu tezlerin, keskin bir solculuk görüntüsü altında savunulmasını ifade eder. Birçok ‘solcu’ akımın, revizyonizmin ve reformizmin tezlerini olduğu gibi savunmaları tesadüf değildir. Bir anarşist olan Proudhon, küçük-burjuva mülkiyetin korunmasını teorileştirerek, proletaryanın kurtuluşunu onun da burjuvalaşmasında görerek Marks’tan “burjuva sosyalisti’ damgasını yemekten kurtulamamıştır. Anarşizm, kapitalist üretim sürecinde çözülen, mülkten tecrit olan küçük-burjuvazinin, konumunu sürdürme isteğini, umutsuz bir şiddetle dile getirmesidir. Rusya’nın terörist Sosyal-Devrimcileri, ‘en keskin eylem’lerle çarlığa kaşı savaşırken, burjuva toplum içinde haklarına kavuşmuş köylüler özlüyorlardı. Ülkemizin küçük-burjuva maceracıları, revizyonizmin önemli temel tezlerini savunuyorlardı vb…
‘Solcu’ mücadele anlayıştan ve taktikler, görünüşlerinden farklı olarak çoğu zaman sağcı bir öze sahiptirler.

Temmuz 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑