1. Emperyalist paylaşım savaşı sonrasında, ABD’nin başını çektiği emperyalist kampın, “Wilson İlkeleri” doğrultusunda kurmak istedikleri “yeni düzen”in emperyalistler arası çıkar çatışmaları arasında nasıl başarısızlığa uğradığını ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşına yol açan dinamikleri kışkırtmaktan başka bir işe yaramadığını bu yazının birinci bölümünde açıklamıştık. Bu bölümde ise, 2. Emperyalist savaş sonrasının emperyalist politikalarını inceleyeceğiz. Ancak önce, Truman Doktrini-Marshall Planı’nın hangi koşullarda ne amaçla uygulamaya sokulduğunu anlamak için savaş içindeki gelişmelere kısacada olsa değineceğiz.
TRUMAN DOKTRİNİ-MARSHALL PLANI’NA GELEN SÜREÇ
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı, birincisinden daha kanlı ve yıkıcı bir savaş oldu. Ne var ki; Almanların SB’ne saldırmasıyla savaşın karakteri değişmişti ve 1. Emperyalist Savaş’tan farklı olarak Emperyalistler arası bir savaş olarak başlayan paylaşım savaşı, dünya halklarının faşizme karşı anti-faşist savaşına dönüşmüştü.
Çekoslovakya, Avusturya, Polonya, Belçika, Hollanda, Fransa, Danimarka, İsveç ve Norveç’i hemen hiç bir direnme görmeden işgal eden, Portekiz, ispanya, Bulgaristan ve Romanya’da darbe ve müdahalelerle kendi yandaşlarını iktidara getiren Hitler faşizmi, müttefiki İtalya ile birlikte hemen bütün kara Avrupa’sına egemen duruma gelmişti. Faşist orduların sosyalist Sovyetler Birliği’ne saldırması için bütün koşullar uygundu artık.
1941 yılı yazı başında, Hitler orduları bütün güçleriyle SB’ne saldırdılar. Ve ilk kez karşılarında direnen, yurdunu savunmak için bütün kaynaklarını kullanan bir orduyla, bir halkla karşılaştılar. İlk “kolay zaferlerden” sonra, Leningrad-Stalingrad hattında Alman ve müttefiklerinden oluşan ve “önünde kimsenin duramayacağı”iddia edilen faşist sürüler durduruldu. Sovyet toprağının her adımı Sovyet emekçilerinin kanıyla sulandı. 1942 kışında başlayan karşı saldın Hitler faşizminin sonunun da başlangıcı oldu ve sonraki üç yıl boyunca Sovyet emekçileri yurtseverliğin örneklerini sundukları kadar, bir halkın güçlü emperyalist ordulara karşı nasıl direnip onları alt edebileceğini de gösterdiler.
Avrupa başta olmak üzere bütün dünyayı faşizmin vahşet karanlığına sürükleyen faşist mihraka karşı ciddi bir savaş verme yeteneğini gösteren SB halklarının başarısı dünyanın her köşesindeki emekçiler, demokratlar ve gerçek aydınlar için ilham kaynağı oldu. Avrupa halkları için ise, SB sadece bir ilham kaynağı değil bir kurtarıcıydı da. Çünkü kendi hükümetleri faşizmin saldırılarına karşı direnmedikleri gibi, ihanetlerini “yenilmez Alman orduları kargısında direnmenin olanaksızlığı” kuramına dayandırarak dünyanın geleceğini faşizmin ellerine terk etmişlerdi. Bu durum, sosyalizm ve SB’nin prestijini olağanüstü güçlendirmişti.
Gerçek durumda böyleydi. Hitler orduları ilk yenilgiyi Stalingrad önlerinde aldığı gibi, ABD ve İngiltere’nin savaşa ciddi bir katkısı olmadığı, daha onların Afrika ve Pasifik’te sömürge telaşında olduktan bir dönemde, Kızıl Ordu Almanya’nın sınırlarına dayanmıştı. Başka bir söyleyişle, SB savsın bütün yükünü çektiği gibi, aynı zamanda Alman ordularını asıl yenilgiye uğratan güçtü.
Öte yandan, burjuva hükümetlerin ihaneti sonucu faşist işgale uğrayan ülkelerde, işgalcilere karşı direnişin başını da, hemen her ülkede Komünist partiler çekiyordu. Bu durum, bu partilerin prestijini artıran, burjuva partileri ise tecrit eden bir etken olarak ortaya çıkmıştı. Fransa, İtalya ve Doğu Avrupa ülkelerinde bu etken kendisini çok daha açık bir biçimde gösteriyordu.
Emperyalistler ve gerici burjuva partileri, savaş içinde kendi rollerini ne kadar abartırsa abartsın olup bitenler halkların gözü önünde olduğundan, halklar için SB gerçek bir kurtarıcı, Komünist partiler ise, burjuva propagandasının tersine, en radikal yurtsever ve anti-faşist partilerdi.
Savaş sona erdiğinde, Oslo’dan Roma’ya, Viyana’dan Paris’e bütün Avrupa başkentleri ve belli başlı merkezlerde anti-faşist gösterilerde, kurtuluş şenliklerinde yığınlar Stalin posterleri ve SB’ni öven pankartlar taşıyorlar, Komünist partilerine destek veriyorlar, emperyalist savaşı, faşizmi, kapitalist sömürüyü lanetliyorlardı.
Savaş sonrası Avrupa’da, SB ve Komünist partilerin prestiji yükselmiş, emperyalistler ve burjuva partileri büyük bir itibar yitimine uğramışlardı.
Sömürge ve yan-sömürge ülkelerdeki kurtuluş mücadeleleri de, savaş koşullarında güç kazanmış, bağımsızlık ve özgürlük isteği, Çin’den Afrika’ya, Hindistan’dan Latin Amerika’ya bütün halkları sarmıştı. İngiliz, Fransız, Belçika, Hollanda gibi sömürgeci ülkelerin sömürgeleri bağımsızlık için silaha sarılıyordu. Dahası bu yoksul ülkelerin halkları, SB ve sosyalizme karşı sıcak bir ilgi gösteriyor, kendi kurtuluştan ile sosyalizmin ve SB’nin uluslararası başarılan arasındaki dolaysız bağı derinden hissediyorlardı.
Kısacası savaş sonrasının dünya tablosu emperyalistler için hiç de iç açıcı değildi.
“Soğuk Savaşla gelen politikalar
1. Emperyalist Paylaşım sonrası kurulmak istenen “yeni dünya düzeni” emperyalistlerin çıkar çatışmaları arasında yerle bir olurken, Japon-Alman-İtalyan mihrakı savaş kışkırtıcı bir odak olarak yükseldi. Bu yükselişe karşı SB sürekli olarak Batı’lı emperyalistleri uyardı ve somut planlar geliştirerek faşizmin, yükselişini engellemeye çalıştı. Ne var ki, Batı’lı emperyalist ülkeler faşist mihrakın Pasifik, Orta Avrupa ve Afrika’da yayılmasına göz yumdular. Ödün politikası izleyerek onların iştahlarını kabarttılar. Bunda da amaç faşist mihrakı SB’ne yöneltmek, faşist devletler ile SB arasında çıkacak bir savaş sonucu SB’nin yıkılacağını, savaşta güçsüz kalan faşist devletleri de kendilerinin alt edebileceği hesabıyla bir taşla bir kaç kuş vurmaktı. Ama bu hesap doğru çıkmadı. SB’nin, emperyalist ülkelerin planlarını zamanında anlayarak kendisi için bir güvenlik kuşağı oluşturması ve aldığı önlemler, Almanya’nın batıya yönelmesini kaçınılmaz kıldı ve Almanya, Avusturya ve Çekoslovakya’yı kendi topraklarına kattıktan sonra, Önce Polonya sonra da Fransa’ya yönelerek Batı’lı emperyalistlerin hesabını altüst etti.
SB’nin savaşa girmesinden sonra da, emperyalistlerin politikası çok değişmedi. Doğrudan Almanya’nın merkezi kuvvetlerine, Avrupa’ya çıkarma yapmak yerine Kuzey Afrika’daki Alman işgal bölgelerine yöneldiler. Böylece Almanya, 1944 ortalarına kadar, asıl güçleriyle SB’ne karşı savaşma olanağı elde etti. Savaş boyunca ABD ve İngiliz emperyalistleri hep, Alman-Sovyet savaşı olarak süren savaşta Almanya ve SB’nin iyice yıpranması için oyalanma politikası izlediler. Artık savaş Almanya sınırlarına dayanıp, Almanya’nın direnme gücü kalmadığı, SB’nin tüm Avrupa’nın kurtarıcısı olmanın eşiğine geldiğinde, o ünlü, hakkında sayısız filmler yapılan ve ABD ve İngiltere’nin Avrupa’yı kurtarmak için ne büyük fedakârlıklar yaptıklarını propaganda ettikleri, “Avrupa’yı kurtarma harekâtı”na, “Normandiya Çıkarması”na başvurdular.
Öte yandan, İngiliz, ABD ve Fransız faşist ve militarist çevreleri, Hitler Almanyası ile bir savaşa hep karşı çıktılar ve asıl düşmanın SB olduğu konusunda propagandayı yoğunlaştıranlar, özellikle Almanya’nın yenilgisinin kesinleşmesiyle birlikte bu çevreler, savaşın SB’ne karşı bir savaşa dönüşmesi için propagandanın yanı sıra provokasyonlara başvurmaktan da çekinmediler. Bu çevrelere göre İngiltere ve ABD “yanlış düşmanla savaştılar”, “asıl Hitler’le birleşip “SB ile savaşılmalı komünizm dünya yüzünden silinmeli”ydi.
Emperyalizmin ve kapitalizmin sosyalizm karşısındaki konumu ve faşist, militarist çevrelerin propagandaları, Doğu Avrupa’da Halk Cumhuriyetlerinin kurulması, SB ve komünist partilerinin, Avrupa ve dünya halklarının gözünde prestijinin olağanüstü artmasıyla birleşince, daha savaş bitmeden “müttefiklerinin”, SB ve sosyalizm aleyhine entrikalar çevirmeleri için yeni pek çok neden ortaya çıkmıştı.
SB ve sosyalizmin güçlenmesi, emperyalist sistemin varlık-yokluk tehlikesiyle yüz yüze gelmesi ABD’nin başını çektiği emperyalist kampın büyük anti-komünist kampanyasının başlamasının nedeni oldu. Bir yandan burjuva özgürlükler ve burjuva demokrasisi yüceltilip propaganda edilirken öte yandan burjuva demokrasisinin sınırlan daraltıldı. Metropol ülkelerde bile demokratlar komünistlikle “suçlandı”, özel mahkemelerde, burjuva hukuk kuralları hiçe sayılarak yargılanıp mahkûm edilirken, öte yandan komünizmin “özgürlüklerin olmadığı”, “kölelik ve ahlaksızlık dünyası” olarak tanıtılmaya çalışıldı. Özellikle ABD’de gericilik dizginsiz bir biçimde şahlandı. Militarist-gerici, faşist çevreler olağanüstü güç kazanarak her türden ilerici, demokratik hareketi ezmek için elindeki her olanağı kullandı. Bu kampanya, emperyalist ülkelere bağımlı yarı-sömürge ve sömürge ülkelerde, komünistlerin katledilmesi, ilericilerin ve demokratların tam bir baskı altına alınması olarak yansıdı. Uluslararası planda kampanya, SB ve Stalin’in karalanması, Troçki ve troçkizmin yeniden yüceltilmesi olarak biçimlendi.
EMPERYALİSTLER-ARASI GÜÇ İLİŞKİLERİNİN DEĞİŞMESİ;
TRUMAN DOKTRİNİ-MARSHALL PLANI
1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan en karlı çıkan ülke ABD olmuştu. Ve bu yazının 1. bölümünde de değinildiği gibi ABD, emperyalist dünyanın patronluğu rolünü oynamaya çalışmış, ancak kurmak istediği “yeni dünya düzeni” emperyalistler arası çıkar çatışmaları arasında yıkılıp gittiğinden bu amacına ulaşamamıştı. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı, ABD’nin birinci savaş sonrası kaçırdığı fırsatı tekrardan ayağına getirdi. Çünkü
ABD, tıpkı birinci savaşta olduğu gibi, uzun zaman savaşı uzaktan seyretti. Rakiplerinin yıpranmasını, insan gücü ve ekonomik bakımdan iyice yıkıma uğramalarım bekledi. Ve artık kendisi için en uygun zamanın geldiğine inandığında savaşa katıldı. Bu yüzden de, savaşta en az kayba uğramış, dahası ekonomisini ve askeri gücünü savaş öncesine göre daha da artırmış olarak çıkan tek emperyalist ülke olarak masaya oturdu. Gerçi masanın bir tarafında SB vardı; ama ABD için ilk adımda amaç; emperyalist ülkelere kendi liderliğini kabul ettirmekti ve bunun içinde bütün koşullar uygundu. Fransa, daha savaşın ilk yılı içinde yıkılıp gittiğinden ve işgal edilmiş bir ülke olarak her bakımdan yıkıma uğradığından ABD karşısında ciddi bir güç olma şansını yitirmişti. Sadece siyasi bakımdan değil ekonomik bakımdan da çökmüş durumdaydı. Fransız Çelik sanayi 1946’da savaş öncesinin ancak yansına ulaşılabilirken, bu bile ABD kömürüne bağımlı bir üretimdi. Yiyecek yokluğu bütün Avrupa’da olduğu gibi Fransa’da da başlıca sorundu. İtalya’da da durum Fransa’dan çok farklı değildi. İngiltere ise; savaştan prestij kazanarak çıkmasına karşın, askeri ve ekonomik bakımdan büyük kayıplara uğramış, kendi sömürgelerindeki başkaldırılarla bile ABD’nin yardımı olmaksızın başa çıkamayacak bir duruma düşmüştü. ABD’den büyük ölçüde ve ağır koşullarda borç alıp bir ekonomik programı uygulamaya sokmuş olmasına karşın, İngiliz ekonomisi savaş öncesinin düzeyine ancak 1946 yılında çıkabilmişti. 1947de yakıt sağlanamadığı için ulaşım neredeyse duracak düzeye gelirken büyük ölçüde enerji kısıtlaması da yapılmak zorunda kalınmıştı. İşsiz sayısı görülmedik boyutlara varırken açlık ve soğuk çok önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştı. Savaş öncesi gıda maddelerini büyük ölçüde denizaşırı sömürgelerinden sağlayan İngiltere, savaş sırasında ticaret filosunun büyük bir bölümünü kaybettiğinden düzenli gıda akışını sağlamaktan bile uzaktı. Gerçi İngiliz imparatorluğu hala “güneş batmayan imparatorluk”tu ama İngiltere sömürgelerini denetleme gücünü yitirmişti. Dahası, sömürgelerdeki kurtuluş hareketleri savaş içinde büyümüş, imparatorluğun dağılıp çökme belirtileri bütün açıklığı ile ortaya çıkmıştı. Almanya ve Japonya ise, sadece ekonomik ve askeri bakımdan tam bir yıkıma uğramakla kalmamış, işgal edilmiş ülkeler olarak siyasi bakımdan da bir güç olmaktan çıkmışlardı. Bu durumu
ABD kendi lehine kullanarak emperyalist sistemin tek patronu olmak için elindeki bütün kozları kullandı.
ABD politikasının biçimlenmesi: Truman Doktrini ve Marshall Planı
Savaşın başından itibaren ABD emperyalizmi, savaştan en büyük çıkan sağlayacak bir politika izledi. Kendisi de savaşa katılıp, artık savaşın sonunun gelmeye başladığı anlaşıldığında ABD, kendi müttefiklerine karşı niyetlerini açığa vuran politikalar izlemeğe başladı. Emperyalist-kapitalist dünyanın patronluğunun tartışılacağı günler yaklaştıkça ABD’nin tutumu kendini daha çok hissettirdi. Özellikle Roosevelt’in ölümü ve yerine 12 Nisan 1945’de Truman’ın Başkan olması bu politikanın daha dolaysız uygulanmasının yolunu açtı. Truman’ın, en gerici çevrelerin sözcüsü olan rakibi James F. Byrnes’i Dışişleri Bakanlığı’na getirmesi bir rastlantı değildir kuşkusuz. Nitekim Truman’ın başkan olmasıyla birlikte, ABD’nin SB’ne karşı tutumu sertleşirken, İngiltere ile de hesaplaşma başladı. Örneğin SB, 1945 yılında ABD’den 6 milyar dolar borç istediğinde, ABD bu borca karşılık bağımsız bir ülkenin, hele sosyalist bir ülkenin kabul edemeyeceği ticari ayrıcalıklar ve Sovyet ekonomisi üstünde baskı yapabileceği tavizler istedi. Ama S talin bir Kruşçev ya da Gorbaçov değildi ve bu koşullu krediyi reddetti. ABD’nin, bu ticari, her fırsatı kara çevirme yaklaşımı sadece sosyalist SB’ne karşı değildi. Nitekim İngiltere’nin, 1945 sonuna doğru, 5 milyar dolarlık borç isteğini ABD, “beklenmedik” koşullarla karşıladı. Her şeyden önce verilecek borç miktarını %25 oranında azaltılırken, borç İngiltere için çok ağır sayılacak koşullara bağlanıyordu. Öncelikle borç faize bağlanıyordu. Ayrıca ikili ticaret anlaşmaları yoluyla İngiltere’nin elinde tuttuğu pazarların ABD ihracatına acıtması için “kolaylıklar sağlanması” koşulu getiriliyordu. Son 150-200 yıldır dünyayı soyan İngiltere kendisinden daha güçlü bir soyguncuyla ilk kez karşılaşıyordu. Bu durum İngiliz Parlamentosu’nun her iki kanadında da tepkiyle karşılanıyordu, ama yapacakları çok şey olmadığından koşullar kabul edildi. Ama ABD sadece bununla da yetinmedi. Doğrudan İngiliz iç politikasına da müdahale ederek, İşçi Partisinin programında “sosyalistçe” gördüğü vaatlerin uygulanmaması için baskılara yöneldi. Mademki parayı kendisi veriyordu, bunun nasıl ve hangi amaçlar için kullanılacağına da ABD karar verirdi! Muhatabın İngiltere ya da Türkiye olması çok önemli değildi onun için.
ABD’nin dünya hegemonyası için müttefiklerine karşı giriştiği mücadele sadece yeni borçlan koşula bağlamakla da kalmadı. Almanya’nın tesliminden hemen sonra -Japonya ile savaş henüz sürerken- Truman’ın verdiği bir emirle “ödünç verme kiralama” anlaşmalarının durdurdu. Bu anlaşmaya göre ABD, müttefiklerine savaş malzemeleri ve ticari malları ödünç ya da kiralama yoluyla verebilirken bu anlaşmaların kaldırılmasıyla her türlü mal olağan ticari yollarla elde edilebilir bale geldi ki, bu Sovyetler ve İngiltere’ye vurulan bir darbeydi. Özellikle de henüz ekonomik mekanizmaların yeterince çalışmaya başlamadığı koşullarda bu çok ağır, hiçte “dostça olmayan” bir yaptırımdı.
ABD, müttefiklerine ekonomik baskıyı sürdürürken askeri gücü konusunda da masaya ağırlık koymak için elindeki bütün kozları kullanıyordu. Bu kozların en önemlisi de atom bombasıydı. Bu gücün ilk kullanımı da müttefiklere karşı yapıldı. 17 Temmuz 1945’de Stalin, Churchill, Truman arasında yapılan Potsdam Konferansından bir gün önce ilk atom bombası patlatıldı. Ve gücünün umulanın çok üstünde olduğu görüldü. Elbette ki, ilk atom bombasının Konferans’tan bir gün önce patlatılması bir rastlantı değildi. Tersine, ABD’nin gücünü “dosta” düşmana göstermek için başvurulmuş bilinçli bir girişimdi. Truman masaya atom bombasını da arkasına alarak oturmuş oldu böylece. Özellikle de SB’ni tehdit etmeyi amaçlıyordu. Çünkü konuşulacak başlıca konu Doğu Avrupa ve Almanya’nın geleceği idi Nitekim Truman, Konferansta her konuda uzlaşmaz ve sen tavır takınarak, Doğu Avrupa sorununun çözümünü çıkmaza sürüklemiştir. Romanya, Bulgaristan ve Macaristan’daki hükümetleri tanımadığını, bu ülkelerde hükümetler değişmedikçe (Batı yanlısı hükümetler iş başına gelmediği sürece anlamak gerekir bunu) bu ülkelerin BM’ye katılmasını engelleyeceğini ilan ederek, Konferansı başarısızlığa itmiştir.
ABD’nin dünya hegemonyası için oynadığının en açık kanıtlarından birisi de Japonya’ya atılan atom bombalarıdır.
Şöyle ki; Almanya kayıtsız koşulsuz teslim olduğunda Japonya da yenilmişti, ama henüz teslim olmamıştı. Yenilmişti diyoruz, çünkü Japonya ne hava kuvvetlerini ne de deniz kuvvetlerini kullanamaz duruma gelmişti. ABD uçakları, hiç bir engelle karşılaşmadan Japon semalarında uçarken donanma da Japon karasularında dolaşıyordu. Japonya teslim olmak için tek bir “koşul” öne sürmüştü: “imparatora dokunulmaması”. Ama ABD’nin niyeti savaşı devam ettirmek olduğundan bu koşula yanaşmamıştı.
6 Ağustos 1945’te ilk atom bombası Hiroşima’ya, 9 Ağustos’ta da Nagazaki’ye atıldı. Oysa savaşı sona erdirmek için atom bombasının atılmasına hiçte gerek yoktu. Her şeyden önce Japonya’nın savaşacak gücü kalmamıştı. İkincisi ise, Almanlarla yapılan ateşkes anlaşmasına göre, eğer Japonya üç ay içinde teslim olmazsa SB de Japonya’yla savaşa girecek, atom bombasına gerek kalmadan savaş bitirilecekti. Ama ABD için önemli olan savaşın bitip bitmemesi değildi. ABD, sadece kendisinin sahip olduğu atom bombasının gücünü müttefiklerine ve bütün dünyaya göstermek istiyor, bu silaha sahip olmanın sağlayacağı üstünlükten sonuna kadar yararlanmak istiyordu. Dahası, savaşın uzaması halinde, SB’nin de Japonya ile savaşa girip Pasifik’te güç kazanmasını önlemek istiyordu.
Kısacası ABD, kapitalist dünyanın tek patronluğuna oynuyordu ve buna dayanarak da SB’ne karşı bir takım hesaplar içindeydi.
ABD’nin savaş öncesi, savaş sırası ve savaştan hemen sonra izlediği politikalar Truman Doktrini ve onun tamamlayıcısı olan Marshall Planı’nda biçimlendi.
Daha savaş bilmeden ABD ve Batı’lı emperyalistlerin sahneye koyduğu “Soğuk Savaş” politikasının amacı, Batı ve Orta Avrupa başta olmak üzere komünist partileri tecrit etmek ve SB’nin sosyalizmin olağanüstü yükselen prestijini geriye itmekti. Bu, pratikte SB’nin etrafında anti-komünist, ABD’nin güdümünde olan ülkelerden meydana getirilecek bir kuşatma politikası (SB’ni Kuşatma Politikası) olarak biçimleniyordu. Ne var ki, faşist mihrak yenilmiş, savaş bitmişti, ama Çin Yunanistan gibi ülkelerde iç savaşlar sürüyor, Fransa ve İtalya gibi ülkelerde ise komünist partiler iktidara en yakın partiler olarak görülüyordu, özellikle Yunanistan’da Komünist Parti’nin önderliğindeki ayaklanma Yunan gericiliğini alt etmek üzereydi. Bu ise Yunanistan’ında halk demokrasileri safına katılması demek olacaktı ki, bu Güney Avrupa’da komünizmin yaygınlaşmasını güçlendirecek bir şeydi. Dünya Jandarması ABD buna izin veremezdi. Öte yandan Avrupa savunmasının kanat bölgesi olacak Türkiye’de de gericilik güçlükler içindeydi ve acil yardım olmazsa bölgenin, emperyalist sistem aleyhine kargaşaya sürüklenmesi, ABD ve tüm emperyalist dünya için hayati öneme sahip Ortadoğu’nun “Sovyet etki atanma girmesi” an meselesiydi.
İşte bu koşullarda Truman, 12 Mart 1947’de Kongre’de kendi adıyla ünlenecek olan mesajını okudu.
Şöyle diyordu Truman: “Amerikan dış politikasının, kendilerini boyunduruk altına almak için silahlı azınlıklarca harcanan çabalar (Yunanistan’daki ayaklanma kastediliyor) \e dış baskılara karşı koymağa çalışan özgür ulusları (SB’nin Türkiye’den Kars’ı istediği, Boğazlar üstünde hak iddia ettiği yalanına dayanan “baskılar” kastediliyor) destekleme amacına yönelmesi gerektiği kanısındayım.” diye ABD emperyalizminin politikasını açıklayan Truman, Kongre’den Yunanistan ve Türkiye’ye askeri yardım içini, 400 milyon dolarlık ödenek istiyor. Kongre bu isteği kabul ediyor ve bu “yardım”ın 300 milyonu Yunanistan’a, 100 milyonu da Türkiye’ye veriliyordu.
Yukarıdaki bir kaç cümle ile ifade edilen ve Truman Doktrini olarak ünlenen politika, önceki ve sonraki ABD politikalarından bağımsız olarak düşünülünce, son derece masum, “dost” bir iki ülkeye verilecek “yardım” gerekçe olarak görülürse de, bu politikanın ortaya atıldığı, yukarıdaki koşullar gözüne alındığında, İkinci savaş sonrasında izlenen emperyalist politikanın özünü ifade ettiği görülür.
Koşullar göz önüne alındığında Truman, (1) Yeryüzünün sosyalist ve kapitalist olmak üzere iki bloğa ayrıldığını, kapitalist bloğun baş patronu olarak ABD’nin SB ve sosyalist bloğa karşı açıkça mücadeleye giriştiğini, (2) emperyalizmin çıkarına aykırı gelişmelerin, başkaldırıların olduğu ülke ve bölgelere ABD’nin doğrudan müdahale edeceğini, (3) İngiliz ve Fransız emperyalistleri ve diğer emperyalistlerin çekilmek zorunda kaldığı sömürge alanlarını kendi egemenlik alanı olarak gördüğünü açıkça ilan ediyordu.
Nitekim, Truman Doktrini çerçevesinde, Türkiye ve Yunanistan’ın yanı sıra Ortadoğu ülkeleri de bu doktrin çerçevesinde “korumaya” alınmak istenirse de bu bölgede ABD ve İngiltere’nin girişimleri kısa vadede başarısız olur. Ama emperyalistleri planlarını uygulamak için başka yollar bulurlar ve “SB’ni kuşatma politikası” inatla sürdürülür. Avrupa’nın emperyalist ülkeleri komünizme karşı savaş için NATO içinde birleştirilirken Türkiye, İran, Irak, Pakistan gibi ABD ve emperyalizme sıkı bir biçimde bağlanan ülkeler, ABD ve İngiltere’nin denetiminde, 1955’te, Bağdat Paktı içinde, Avustralya, Yeni Zelanda, ABD, Fransa, Pakistan, Filipinler, Tayland, İngiltere, 1954’te SEATO içinde birleştirilerek, Atlantik’ten Pasifik’e kadar SB’ni Güneyden bütünüyle çevreleyen bir anti-komünist kuşatmayı gerçekleştirmeyi başarır. Bütün bu ülkelerin “toprak bütünlüğü” de ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler tarafında “garanti” edilir. Bunun anlamı ise açıktır. Bu ülkelerde meydana gelebilecek başkaldırılara karşı emperyalist hükümetler müdahale edeceklerdir.
ABD’nin başını çektiği emperyalist kamp, bir yandan Truman Doktrini doğrultusunda SB’ni kuşatma politikasını gerçekleştirmeye çalışırken bir yandan da sosyalizmin yaygınlaşmasını önlemek, kendisine bağlı gerici hükümetlere güvece vermek için “özgür ülkeler”in iç işlerine karışmaya, gerici, emperyalizmin işbirlikçisi hükümetlere karşı başkaldırıları ezmek için müdahalelere de başvurmayı sürdürdü. 1947’de Yunanistan’a, 1950’de Kore’ye, 1951-1953 arasında İran’a, 1954’den-sonra, Fransa’nın Dien Bien Fu’da kesin yenilişinden sonra Vietnam’a, 1956’da Fransa ve İngiltere Süveyş’e. 1957’de Suriye’ye, 1958’de Lübnan’a hep aynı gerekçeyle “Sovyet yayılmasını engellemek”, “Komünizmi önlemek” gerekçesiyle müdahalede bulunuldu.
Truman DoUrini’nin ekonomik cephesi: Marshall Planı
Yukarıda, Truman Doktrini’nin asıl amacının Sovyetler Birliğini kuşatma olduğunu belirtmiştik. Kuşatma bir yanıyla yarı-sömürgelerin çeşitle paktlar içine alınması ya da bu ülkelerdeki emperyalizm yanlısı hükümetlerin ayakta kalması için desteklenmesi biçiminde olurken, emperyalist dünyanın asıl gücünü oluşturan ülkelerin korunup ayağa kaldırılmasıydı. Çünkü ABD, savaş sonrası yıkılmış, kargaşaya sürüklenmiş bir Avrupa’nın “komünizmin kucağına düşmesinden” korkuyordu. Dahası bu ülkeler, savaş şuasında devasa büyüyen Amerikan ekonomisi için karlı bir pazar olarak görülüyordu.
Marshall Planı, bir bakıma Truman Doktrini’nin ekonomik cephesi oldu. Komünizm “tehlikesi”ne karşı, Avrupa devletlerinin ekonomisi güçlendirilecek, aynı zamanda ABD’nin alacakları ve gelecekteki pazarı da garanti altına alınacaktı.
ABD Dışişleri Bakanı George Catlett Marshall, kendi adıyla anılan Plan’ı açıklarken ABD’nin amaçlarını sergiliyor, şöyle diyordu:
“Amerikanın Avrupa’daki menfaati iktisadi olduğu kadarda siyasidir. Avrupa ülkeleri en iyi geleneksel müşterilerimiz olup, dünya ticaretinin gelişmesinde önemli rol oynamaktadırlar. Eğer Avrupa’da durum bozulmaya devam etseydi, bütün Amerikan ticareti bundan zarar görürdü. İhracat ulusal ekonomimizin bel kemiğini teşkil etmektedir. Bu nedenledir ki; Amerikan malları için daha büyük bir pazar olabilecek kuvvetli ve sağlam bir Avrupa meydana getirmenin menfaatimiz icabı olduğu açıktır.”
Marshall Planı görünüşte bir yardım programıdır, ama ABD’nin bu programa bağlı olarak dayattığı diğer koşullar göz önüne alındığında, amacın Avrupa ekonomilerinin ABD’nin denetimine alınması olduğu açıkça görülür. Çünkü Marshall “yardımı”ndan yararlanmak için ön koşul, ülkelerin “Avrupa Kalkınma Projesine” katılmasıdır. (Marshall Planı çerçevesindeki organizasyona SB ve Doğu Avrupa ülkeleri de çağırılır ama bu ülkeler ekonomileri üstünde ABD sultasını kabul etmediklerinden bu programa katılmayı reddederler. Bu yüzden de bu yardımdan yararlanan sadece kapitalist-emperyalist bloğa dâhil 16 Avrupa ülkesi olur.)
“Yardım”dan yararlanmak isteyen 16 devlet, 12 Temmuz 1947’de Paris’te toplamak, “Avrupa Ekonomik İşbirliği Konferansı” (CEEC) adı altında çalışırlar ve ABD’nin bütün dayatmalarını kabul etmek zorunda kalırlar. Konferans, ABD’den gelen “soru cetvelleri” doğrultusunda, her ülkenin iktisadi durumunu ve “yardım”dan nasıl yararlanacağını belirleyerek ABD’ne gönderilecek raporu hazırlar ve ABD’ye yollar.
Avrupa’da bu çalışmalar sürerken, ABD’de de gerekli hazırlıklar yapılır. 2 Nisan 1948’de, “dış yardımların” tümüyle ABD çıkarlarına göre düzenlenmesine emreden “Dış Yardım Yasası” çıkarılır ve yardımları düzenleyip nasıl kullanıldığını denetleyecek olan bir “Birleşik Devletler Ajanlığı” kurularak adına “İktisadi İşbirliği İdaresi” (ECA) denir. Böylece ABD yardımı şöyle işleyen bir sürece bağlanır: Plana dâhil ülkeler, yıllık raporlarını OEEC’ye gönderir, inceleme sonunda OEEC “tavsiyeleri” ile birlikte Raporu ECA’ya iletir. ECA her ülkenin raporunu incelemeye alır ve uygun görürse, uygun gördüğü kadar “yardımın” bu ülkelere verilmesi için “yeşil ışık” yakar.
Kongre’nin 3 Nisan 1948’de “dış yardım” yasasını çıkarmasından 1952’ye kadarki dört yıllık süre içinde, Marshall Planı çerçevesinde 13 milyar dolardan fazla Amerikan sermayesi Avrupa’ya akar.
İkinci büyük savaş sonundan başlayarak 1950’lerin sonuna kadarki dönemde Truman Doktrini ile biçimlenen Amerikan politikalarına bir bütün olarak bakıldığında şu saptamalar yapılabilir:
1) Savaştan en güçlü kapitalist, emperyalist ülke olarak çıkan ABD, kendisini bütün kapitalist dünyanın baş ve tek patronu olarak görmektedir. Bu yüzden de dünyanın her köşesindeki “kargaşa” ve başkaldırıları doğrudan kendisine karşı olarak görerek müdahale etmektedir. Kapitalizme karşı asıl tehlike olarak gördüğü, SB ve sosyalist bloğa karşı, ideolojik, siyasi, diplomatik, ekonomik, casusluk, askeri darbeler vb. akla gelebilecek her yolla mücadele etmeyi baş görev saymaktadır. Ancak bunu başardığı ölçüde kapitalist sistemi ayakta tutabileceğini, kendi tek patronluğunu sürdürebileceğini düşünmektedir. Avrupa ülkelerinin Marshall Planı çerçevesinde yeniden inşa edilmesi, Almanya ve Japonya’nın ekonomisinin yeniden kurulması için milyarlarca doların akıtılması, savaşın bitiminden 4 yıl sonra Almanya’nın, barış anlaşmasına aykırı olarak, yeniden silahlandırılması, 195l’de Japonya’nın “işgal statüsünün kaldırılması, NATO, Bağdat Paktı ve CEATO’nun örgütlenerek SB’nin kuşatılması çabaları hep aynı amaca yöneliktir.
Yunanistan, Kore, Çin, Vietnam, İran, Lübnan vb. savaş ve ayaklanmalarına müdahaleler, kendisine yakın hükümetlerin “toprak bütünlükleri ” için verilen “garantiler”, aynı, “SB’nin yayılmasını önlemek” gerekçesine ve emperyalist sistemin jandarmalığını üstlenme misyonu ile bağlantılı girişimlerdir.
2) ABD emperyalizmi, SB, sosyalizm ve ulusal kurtuluş mücadeleleri karşısında emperyalist sistemi savunmakta, emperyalist ülkelerin askeri ve ekonomik bakımdan ayakta kalması için destek vermektedir, ama aynı zamanda onların gereğinden fazla güçlenmesi ve onların geniş sömürge alanlarını ellerinde tutmalarından da hoşnutsuzdur. Truman, 1955’te yayımlanan, “Hatıralarım” adlı kitabında bu durumdan hoşnutsuzluğunu şöyle dile getirir:
“Kuzey Afrika’da, kurtardığıma, ve işgal ettiğimiz bölgelerde ve Ortadoğu’da çok kuvvetli direniş hareketleri baş göstermiş bulunuyordu ve bütün bunların hepsinin toptan isimleri (kurtuluş hareketleri) oluyordu. Birçok sömürgeler, bu fırsattan istifade ederek sömürgeciyi yurtlarından kovmak istiyorlardı. İşin garibi bu sömürgeciler de bizim müttefiklerimizdi. “(s.92)
Hiç kuşkusuz, ABD’ni rahatsız eden dünya yüzünde hala sömürgelerin var olması değil, sömürgelerin başka emperyalistlerin olmasıdır. Çünkü sömürgelerin varlığı İngiliz ve Fransız emperyalistleri için bir avantaj olurken ABD için bir dezavantajdı. ABD sermayesi bu alanlara serbestçe girip sömürü gerçekleştiremiyordu. Bu yüzden de ABD, sömürgelerdeki ulusal kurtuluşçu hareketlerle bazen el altından, bazen açıkça bağlantılar kuruyordu. Böylece de, kendisinin bağımsızlıkçı, sömürgeciliğe karşı olduğu propagandası için malzeme edinirken, aynı zamanda kaçınılmaz bir biçimde “bağımsız” bir devlet olarak çıkacak sömürge ülkelerde geleceğin siyasi güçleriyle anlaşmalar ve uzlaşmalar yaparak kendi hegemonyasını güçlendirecek dayanaklar ediniyordu. Burada ABD’nin gözettiği tek ilke kurtuluş savaşlarının radikal, gerçekten bağımsızlık doğrultusunda gelişmesidir ve bu durumdaki kurtuluş hareketlerini ezmeye yönelmektedir. Nitekim.Vietnam’ın Fransa’ya karşı bağımsızlık mücadelesini 1944-1948 arasında destekleyen ABD, Vietnam’ın sadece Fransız emperyalizmine değil her türden emperyalizme karşı olduğundu, bağımsızlık ve sosyalizm yolunda ilerlediğini anlayınca Vietnam’ı değil Fransa’yı desteklemiş, 19S4’de Fransızların kesin yenilgisinden sonra ise doğrudan onun yerini alarak, giderek-savaşın doğrudan tarafı olarak 20 yıla yakın bir süre Vietnam’ın kurtuluşunu engellemek için savaşmıştır. Yine ABD, İngiliz ve Fransızların Süveyş saldırısına, “Ortadoğu’da Sovyet etkinliğini artıracağı” gerekçesiyle karşı çıkarken, kendisi İran, Lübnan ve Arap-İsrail çatışmasına karışmaktan geri durmamış, bu müdahalelerle Ortadoğu’da etki alanları elde ederek, Sovyetlere karşı olduğu kadar bölgedeki Fransız, İngiliz etkinliğine kırmayı da amaçlamıştır. Etkinliğini, Eisenhower Doktrini adı verilen ve Truman Doktrini’nin genişletilmiş bir biçimi olan politikalarla, Ortadoğu’daki kendine yakın ülkelerin “toprak bütünlüklerini garanti ederek” de artırmaya çalışmıştır. (Truman’ın yerine Başkan olan Eisenhower, Truman’ın bıraktığı yerden devam etti. “SB’ni kuşatma” politikalarını ve ABD’nin emperyalist-kapitalist dünyada etkinliğini artırmak için müdahaleleri sürdürdü. Bağdat Paktı ve Ortadoğu’daki gerici hükümetlere “toprak bütünlüğü” garantisi veren (1956), kendi adıyla anılan “doktrini” öne sürdü. Bu durum, Türkiye, Iran, Pakistan, Irak ve diğer Ortadoğu ülkelerinde ABD’nin doğrudan müdahalelerine “meşruiyet” kazandırdı. Ve sonraki yıllar boyunca bu ülkelerdeki askeri darbeler ve iç karışıklıklarda ABD’nin belirleyici bir rol oynamasına dayanak oldu.)
EMPERYALİST SÖMÜRÜNÜN “YENİ” BİÇİMİ: YENİ SÖMÜRGECİLİK
Birinci emperyalist Paylaşım savaşı kapitalist sömürgecilik döneminin mirası olarak emperyalizm çağına evrilen büyük kapitalist devletlerin sömürge imparatorluklarını sarsmış, ABD’nin dev bir emperyalist güç olarak dünyaya açılmasına yol açmıştı, ama sömürge imparatorluklarını yok edememişti. Bu süreci 2. Dünya Savaşı tamamladı. Gerçi savaş bittiğinde dünya nüfusunun 1/4’nü meydana, getiren 600 milyon insan ve Afrika kıtasıyla Hindistan, Güneydoğu Asya gibi geniş alanlar tam bir sömürge statüsündeydi, ama sonraki on-yirmi yıl içinde bu statü hızla çözülerek onlarca “bağımsız” devletin ortaya çıkması dünya haritasını önemli ölçüde değiştirmişti.
Eski sömürgecilik, sömürge ülkelerin siyasi ilhakım da ön gören, bu ülkelerin hammadde kaynaklarının talanına ve esas olarak meta ihracına dayalı bir sömürgecilikti. 18 ve 19, yüzyıl boyunca sömürgecilik gelişmiş kapitalist ülkelerde sermaye birikiminin önemli bir unsuru olarak işlev görmüştü. Emperyalizm çağıyla birlikte, meta ihracının yanında sermaye ihracının da önem kazanması, sömürge ülkelerde de proletaryanın, sınıf farklılaşmalarına da hızlandırıcı bir etki yaptı. Sömürgelerde, ulusal kurtuluş mücadelesini yaygınlaştıran temeli yarattı. İki büyük dünya savaşı ise sömürgeci ülkeleri pek çok bakımdan sarsarken sömürge ülkelerin uyanışını da hızlandırdı, özellikle Ekim Devrimi ulusal kurtuluş mücadelelerinin hem boyutunu büyüttü hem de rotalarını sosyalizme doğru çevirerek, bu mücadelelerin kapitalizmin sınırlan içinde sıkışıp kalmayacağı yeni bir yol açtı.
Yukarıda açıkladığımız koşullar, eski sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadeleleri için yeni ve güçlü dayanaklar yarattı. Ama emperyalistler için asıl korkutucu olanı ulusal kurutuluş mücadelelerinin sosyalizme bağlanmasıydı ve kurtuluş mücadelesi kapitalizmin sınırları içinde kaldığı sürece kabul edilir, ABD için ise (yukarda sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı) “desteklenebilir” bir şeydi.
İşte sömürge ülkelerin art arda “bağımsızlığa” kavuşmaları eski ya da klasik sömürgeciliği tarihe gömerken, yeni sömürgeciliği dönemin “tipik” emperyalist sömürü biçimi olarak yaygınlaştırdı. Yeni sömürgeyi eskisinden ayıran, görünüşte ulusal bağımsızlığın olması, yöneticilerin sömürgeci ülkelerin resmi görevlileri değil, ama o ülkedeki yerli işbirlikçiler olmasıdır. Yoksa bu ülkelerin emperyalizm tarafından yağma ve talanında çok fazla değişiklik olmamıştır. Emperyalistler-arası çelişmeler, bu ülkelerdeki ulusal bilincin genç ve dinamik bir öğe olarak işlev yapıyor olması, SB ve sosyalist bloğun varlığı ve bu ülkelerdeki ulusal kurtuluşçu eğilimleri desteklemesi yeni sömürgelere siyasi bakımdan bellidir manevra alanı tanımasına karşın; son tahlilde yeni sömürgeler; emperyalizme bağımlı, onun ekonomik sömürüsü ve siyasi bakımdan da hegemonyası altında olan ülkelerdir.
2. Dünya Savaşı sonrasında meydana gelen emperyalist sömürünün biçiminde gerçekleşen bu değişiklik, Troçkist ve revizyonist kuramcılar tarafından emperyalizmin “3. Bunalım Dönemi” olarak nitelenerek, emperyalist sömürünün niteliğinin değiştiği, emperyalizmin artık ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına saygı gösterdiği vb. gibi emperyalizme yeni özellikler yakıştırılmış, bu görüşlerden kalkan troçkist vb. kuramcılar, “suni denge”, “öncü savaş”, “ideolojik öncülük” vb. kavramlar “geliştirerek” Leninist devrim kuramını reddetmenin bir vesilesi yaparken, Mao ve çeşitli türden Maocular ise “üç dünya” kuramını getirerek, proletaryanın devrimdeki rolünü, daha doğrusu devrimi tümüyle reddetme yoluna girmişlerdir. Kruşçevciler ise, “barış içinde bir arada yaşama” Leninist tezini, yeni sömürgeciliğin aklanmasına yol açacak biçimde yorumlayarak, ABD kurmaya çalıştığı emperyalist-kapitalist dünya düzeni karşısında boyun eğmişlerdir.
Oysa yeni sömürgeler ve yeni sömürgecilik dönemin tipik özelliği olarak yaygınlaşmasına karşın, gerçekte yeni olmadığı gibi emperyalizmin niteliklerinin değişmesi sonucu olarak da ortaya çıkmamıştı. Çünkü 1945!lerden önce de sonraki yıllarda yeni sömürge adı verilen türden ülkeler vardı: Türkiye, İran, Afganistan, Çin, Latin Amerika ülkeleri görünüşte bağımsız ama siyasi bakımdan emperyalizmin hegemonyası altında, ekonomik bakımdan da emperyalizme bağımlı ülkelerdi.
Emperyalizmin niteliksel değişikler gösterdiği biçimindeki yaklaşımda tümüyle saçmaydı. Çünkü daha 1915-161arda bu 1950’den sonra ortaya çıktı denen nitelikler Lenin tarafından açıkça ortaya konmuştu.
Lenin, emperyalizmin ekonomik ilhak için siyasi ilhakı zorunlu olup olmadığı tanışması içinde Kievski ve Kautsky’nin iddialarına ilişkin şöyle diyordu:
“İşte size tröstlerin gücünün ve yayılmalarının tamamen ekonomik bir tahlili, işte size yayılmaya giden tamamen ekonomik bir yol: fabrikaları, hammadde kaynaklarını satın alma.
Bir ülkenin büyük finans kapitali her zaman, siyasi bakımdan bağımsız bir başka ülkedeki rakiplerini satın alabilir ve bunu sürekli olarak yapmaktadır. Bu ekonomik olarak tamamen ‘elde edilebilir’ bir şeydir. Ekonomik “ilhak” siyasi ilhak olmaksızın tamamıyla elde edilebilir bir şeydir ve geniş ölçüde uygulanmaktadır. Emperyalizm literatüründe sürekli olarak, örneğin, Arjantin’in gerçekte İngiltere’nin bir ‘ticaret sömürgesi’ veya Portekiz’in gerçekte İngiltere’nin bir ‘vasalı’ olduğu gibi göstergelerle karşı karşıya geleceksiniz. Ve bu gerçekten böyledir: İngiliz bankalarına ekonomik bağımlılıkları, İngiltere’ye borçlu olmaları, İngiltere’nin demiryollarını, madenlerini, topraklarını, vs. elde etmesi, İngiltere’ye bu ülkeleri, onların siyasi bağımsızlıklarına dokunmadan ekonomik olarak ‘ilhak’ edebilmesini sağlamaktadır.” (Marksizm’in Bir Karikatürü Emperyalist Ekonomizm)
Elbette emperyalizmin eğilimi azami sömürüdür ve bunu da en iyi ekonomik ve siyasi ilhak koşullarında yapar. Ancak, siyasi ilhakı gerçekleştiremedi diye emperyalizm ekonomik ilhaktan vazgeçmez. Tersine, siyasi “bağımsızlığa” dokunmadan da ekonomik sömürüsünü sürdürebilir. Bu durum emperyalizm koşullarında UKKTH gerçekleşebilirliğinin koşullarım oluşturduğu gibi, emperyalist sömürünün bu koşullarda sürmesinin olanaklarının da temelidir. İşte 1950’lerden sonra olan da budur. Eski sömürgeler bağımsızlıklarını kazanmışlar ama ekonomik olarak emperyalist sömürüden kurtulamadıkları için siyasi bağımsızları daha baştan ya son derece güdük olmuş, ya da giderek emperyalistlerin müdahaleleri sonucu tamamen sözde bir bağımsızlığa dönüşmüştür, örneğin Latin Amerika ülkeleri, bağımsızlıklarını 19. yüzyılın oltalarında kazanmış olmalarına karşın, ekonomik olarak emperyalist sömürüden kurtulamadıkları için siyasi biçimlenişleri tümüyle önce İngiltere’nin sonra da ABD’nin elinde olmuş, cuntalar, darbeler, halk ayaklanmaları, gerilla savaşları içinde bugüne kadar çalkanıp durmuşlardır. Bugün de, bu ülkelerdeki siyasal biçimleniş ABD’ne karşı yükselen anti-emperyalist mücadelenin boyutları ile ABD arasındaki güç dengesi tarafından belirlenmektedir. Türkiye için de durum çok farklı değildir. Bir kurtuluş savaşıyla kurulmasına karşın, Türkiye’nin siyasi biçimlenişine emperyalistler her zaman müdahale etmişler, özellikle emperyalizmle ekonomik ilişkilerin gelişmesine paralel olarak ülke iç siyasetinde de emperyalist müdahaleler daha dolaysız kendini duyurmuştur. Emperyalizmin uşağı egemen sınıfların gözü her zaman şu ya da bu emperyalistin işaretinde olmuştur. Bu durum, ekonomisi geri yeni ülkelerde çok daha açık ve dolaysız bir biçimde kendisini göstermektedir, işte yeni sömürge ülkelerin “bağımsızlığı” böyle bir bağımsızlık olup, emperyalist hegemonyanın gizlenmesi, emperyalist sömürü ve zorbalığa karşı halk yığınlarının tepkilerinin frenlenmesine yarayan bir “bağımsızlık”ta. Nitekim 1955 yılında, Bandug Konferansıyla kurulan “Bağlantısız Ülkeler” bloğu, sık sık toplanıp “dünya barışı”, “silahsızlanma”, “emperyalist sömürünün azaltılması”, “küçük devletlerin iç işlerine karışılmaması” vb. konusunda çeşitli bildiriler yayımlanmasına karşın bunların dünya politikasında bir ağırlıkları olduğu, dünyanın gidişatını etkiledikleri söylenemez. Tersine bu bildiri ve çıkışlar, görünüşte “tarafsız” görünse bile son tahlilde şu ya da bu emperyalistin planının bir parçası olmaktan öte gidememiştir. Tıpkı “çoğunlukta” oldukları BM’de olduğu gibi.
Burada şunu bir kere daha belirtelim: Sömürgeciliğin tasfiyesi emperyalistler istedikleri için olmamıştır. Sömürgelerin dağılmasından çıkar sağlayan ABD’nin bile böyle bir isteği yoktur. Tersine onlar, en çok kar için ülkeleri siyasi olarak da ilhak etmeyi isterlerdi. Ne var ki, bir yandan sosyalist kampın güçlü bir somut seçenek olarak dünya halklarının önünde duruyor olması, öte yandan ulusal kurtuluş mücadelelerinin sömürgeci emperyalistler tarafından bastırılamayacak kadar büyümesi (İngilizlerin Hindistan’dan, Fransızların Vietnam ve Kuzey Afrika’dan çıkmak zorunda kalması, kıta Afrika’sında güçlü ve silahlı ulusal kurtuluş mücadeleleri, Çin’den emperyalistlerin kovulması, dünyanın her köşesindeki anti-emperyalist direnme odaklarının ortaya çıkması) emperyalistler ister istemez sömürgecilikten vazgeçmek zorunda bırakmıştır. ABD’de bu durumdan kendisi en karlı çıkacak biçimde yararlanmıştır sadece.
SAVAŞ SONRASINDA SOSYALİST BLOK
Birinci Paylaşım Savaşı’nın sonunda doğan sosyalist Sovyetler Birliği dünya üstünde iki ayrı dünyanın doğmasına yol açarak var olduğundan bu yana insanlık için en büyük ve önemli değişikliğe ortaya çıkarmıştı. 2. Dünya Savaşı ise, Doğu Avrupa ülkelerinde halk demokrasilerinin kuruluşuyla sosyalizm dünyasının büyüyüp bir bloğa dönüşmesine yol açarken, aynı zamanda yer küre üstünde bir sosyalist dünyanın varlığını emperyalistler tarafından da resmen kabul edilmesi oldu.
Faşist mihraka karşı savaşta Batı’lı emperyalist ülkeler SB ile müttefik olmak zorunda kalmışlardı, ama bu tümüyle zorunluluktan doğan bir ittifaktı. Hitler faşizmin kesin yenilgisiyle “zorunluluk” ortadan kalkınca, emperyalistler düşmanca girişimlerini başlattılar. “Soğuk Savaş”, anti-komünist, anti-Sovyet ve anti-Stalinist bir kampanya olarak başladı ve sürdü. Ama dünyada koşullar sosyalizmden yanaydı ve Batı’lı emperyalistlerin bütün çabasına karşın Doğu Avrupa’da kurulan Halk Cumhuriyetleri sosyalizm yolunda ilerlerken Çin devrimi, Kore ve Vietnam devrimlerinin doğrultusu da Halk cumhuriyetlerine doğruydu. En azından Doğu ve Güneydoğu Asya’nın (nüfus ve alan olarak) önemli bir kısmı emperyalizmin ekonomik ve siyasi etkinlik alanının dışına çıkmıştı.
Öte yandan sömürgeciliğe karşı mücadele eden halklar, UKKTH’nin kayıtsız koşulsuz tek savunucusu olan SB’ne ve sosyalizme karşı sempatiyle bakıyorlardı. Afrika ve Asya’nın sömürge ülkelerindeki ulusal kurtuluş hareketlerinin önder kadroları içinde bile kendisini samimi olarak sosyalist sayan (gerçekte sosyalist olmasalar bile) pek çok insan vardı. Bunlar sosyalizme ve SB’ne karşı sıcak bir yakınlık duyuyorlardı. SB ve sosyalist blok da bu hareketlere sempati besliyor, maddi manevi bakımdan bu kurtuluş mücadelelerini destekliyordu.
SB savaştan en çok insan ve ekonomik kayba uğrayan ülkeydi. Asker, sivil 20 milyondan fazla Sovyet emekçisi savaşta ölmüştü. Avrupa Rusya’sındaki tüm sanayi tesisleri, hidroelektrik santralleri, yollar köprüler yıkılmıştı, ama ancak proletaryanın gösterebileceği bir fedakârlık ve yaratıcılıkla işgal bölgelerinden sökülen fabrikalar Urallar’da yeniden kurulmuş, Savaş malzemesi ve temel gıda maddelerini Sovyet emekçileri kendileri üretmeyi başarmıştı. Savaşın hemen sonunda ise, kısa sürede yıkılan sanayi, ulaşım sistemi, enerji santralleri yeniden kurulmuştu. Daha 1950’lere varmadan Sovyet sanayi ve teknolojik birikimi savaştan hiç bir zarar görmeden, tersine kapasite olanaklarını artırarak çıkan ABD sanayinin düzeyine yaklaşmıştı.
Soğuk Savaş’ın hızla tırmandırıldığı koşullarda, 1949 yılında SB ilk atom bombası denemesini başarıyla gerçekleştirince, ABD’nin atom tekeli de kırıldı. Ancak SB, ABD’nin tersine, atom bombasını müttefikleri ve halklar için bir tehdit olarak kullanmayı düşünmüyordu. Bu sadece emperyalistlerin sosyalist dünyayı atom bombası yoluyla tehdidine bir yanıttı.
Bu dönemde Sovyet politikasının asıl dikkati Sovyet ekonomisini yeniden örgütleyerek tam kapasite ile çalıştırmak, Doğu Avrupa’daki yeni kurulan Halk Cumhuriyetlerinin kendi ekonomilerini kurmalarına yardımcı olmaya, emperyalizme karşı mücadele eden ülkelerin halklarıyla, bir çıkar gözetmeksizin, maddi ve manevi düzeyde dayanışmaya yönelikti. Ve bu tutum, Soğuk Savaş propagandasının bütün karalama kampanyasına, SB’ni kuşatma politikasının uygulanmasına karşın SB’nin prestijini, dünya politikasındaki etkinliğini ve sosyalizmin prestijini artırıyordu.
Emperyalistlerse, NATO, Bağdat Paktı ve CEATO yoluyla SB’ni kuşatma programını sürdürüp SB’ni sindirmeye çalışırken, Doğu Avrupa’daki genç Halk Cumhuriyetleri içindeki karşı devrimcileri kışkırtıyor, ekonomik, siyasi, gizli haber-alma örgütleri aracılığı ile bu ülkelerde karşı devrimci ayaklanmalar örgütlemeye çalışıyorlardı. Sonuçta Macaristan’da karşı devrimci bir ayaklanma düzenliyorlar, ama bu ayaklanma Varşova Paktı kuvvetlerince bastırılıyor, emperyalistler umduklarını bulamıyorlardı.
Ne var ki, 1953’te Stalin’in ölümünden sonra revizyonistlerin artan etkinliği SB’nin politikalarında kimi kararsızlık unsurlarının ortaya çıkmasına yol açıyorsa da, Kruşçevcilerin iktidarı ele geçirmişi ve emperyalizm karşısında boyun eğmelerine kadar SB’nin politikalarının esas doğrultusu değişmeden kalıyordu.
DÖNEMİN DEVRİMCİ DİNAMİKLERİ
Anti-faşist savaş içinde SB’nin konumu ve yüklendiği misyona bu yazının değişik bölümlerinde değinmiş ve SB ve sosyalizmin prestijinin Avrupa başta olmak üzere tüm dünyada olağanüstü büyüdüğünü vurgulamıştık:. Her şeyden önce bu durum ve Doğu Avrupa’da sosyalizmden yansıyan ekonomi politikaların başarısı, sosyalizmin ise savaştan güç kazanarak çıkması ve bir dünya sosyalist bloğunun doğması tüm dünyada ulusal kurtuluş ve komünizm için savaşan güçlere moral ve cesaret veren, onlara maddi ve manevi dayanak olan bir unsur olarak ortaya çıkmıştı.
Savaşın getirdiği yüklerin başta proletarya olmak üzere emekçi sınıfların üstüne yıkılması, işgal edilmiş ülkelerde en radikal direnme örgütlerinin Komünist Partilerin doğrudan önderliği altında gerçekleşmesi ABD ve Avrupa’daki kapitalist ülkelerde proletarya mücadelesine güç verdi. İtalya ve Fransa gibi direnme savaşlarının en yoğun yürüdüğü ülkelerde proletaryanın iktidarın eşiğinden komünist partilerin sağ-reformcu bir çizgiye çekilmeleri nedeniyle dönmesi Avrupa işçi sınıfının mücadelesinin boyutlarını göstermesi bakımından ilginçtir. Yunanistan’daki mücadele ise, ancak, Yunanistan Komünist Partisi’nin sağcı önderlerinin yanı sıra, önce İngiliz sonra da Amerikanın askeri müdahaleleriyle engellenebildi. Fransa, İtalya ve Yunanistan’daki boyutlarıyla olmasa da tüm kapitalist Avrupa devletleri dönem boyunca sayısız grev ve gösteriye sahne oldu. Ekmek, özgürlük isteyen emekçi yığınlar, faşizme, sömürü ve talana karşı savaştılar. Bu durum emperyalist ülkelerin sömürgelerdeki savaşlar üstünde caydırıcı etki yaparken, kapitalist ülkelerde emekçilerin haklan ve özgürlüklerin genişletilip sağlamlaştırmasının da başlıca dayanağı oldu.
ABD ise, savaş boyunca “grev yapmama kararı” alan Amerikan sendikaları, savaştan hemen sonra, savacın yükünü omuzlamak istemeyen büyük işçi grevlerine sahne oldu. 1945-1954 arasında milyonlarca işçinin uzun grevleri yaşandı. Hükümet sert önlemler alarak grevlere başa çıkmaya çalıştı.
Dönemin en önemli devrimci dinamiklerinden birisi ise ulusal kurtuluş mücadeleleridir. Çin, Kore, Vietnam, Cezayir ulusal kurtuluş mücadelelerinin emperyalist ve ilerici silahlı güçleri yenilgiye uğratarak bağımsızlıklarını kazanmaları Güneydoğu Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki anti-emperyalist kurtuluş hareketlerine güç verdi. Emperyalistlerin silaha dayanarak geri ülkeleri ebediyen kendi köleleri olarak tutamayacaklarını gösterdi. Sömürge ve yarı-sömürge halklarla silahlı çatışmaya girdikleri her yerde emperyalistler hüsrana uğrayarak çekilmek zorunda kaldılar. Bu durum halklar ve proletaryaya moral verirken emperyalist ülkelerin burjuva-gerici çevreleri ve emperyalizmin işbirlikçilerini karamsarlığa itiyordu.
Sosyalizmle kapitalizm arasındaki çatışma, gelişmiş kapitalist ülkelerde burjuva-proleter çatışması ekseninde- halkın kapitalizme öfkesine dönüşürken sömürge ve yarı-sömürgelerde ulusal kurtuluş, özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi olarak biçimleniyordu. Bu kurtuluş mücadeleleri giderek açıkça, sosyalist sistemle kapitalist sitem arasındaki çatışmada sosyalist sitemin yedek gücü olarak tarih sahnesinde yerini alıyordu.
SAVA§ SONRASI DÜNYASINDA İKİ SİSTEM: SOSYALİST SİSTEM VE KAPİTALİST SİSTEM
1917 Ekim devrimi yer yuvarlağı üstünde iki ayrı dünyanın var olmasının ilanıydı. Ne var ki bu dünyalardan birincisi, savaşın galibi olan emperyalistlerin önderlik ettiği, her tür olanağı elinde tutan kapitalist dünya, ikincisi i ise, henüz yeni doğmuş olmanın sorunlarıyla birlikte, emperyalist kuşatma, sosyalizmin inşası ve iç ayaklanmalarla uzun zaman uğraşacak olan bir sosyalist dünya idi.
İkinci savaş sonrasında da iki dünya vardı: kapitalist dünya ve sosyalist dünya. Ama öncekinden farklı olarak bu sefer, sosyalist dünyanın lideri SB, savaşın galipleri içindeydi ve Doğu Avrupa’da bir dizi Halk Cumhuriyetiyle birlikte kapitalist dünya karşısında önceki döneme göre çok güçlü bir pozisyondaydı. Dahası gelişmiş kapitalist ülkeler, açlık, grevler, gösteriler, ekonominin yeniden kurulması gibi pek çok sorunla uğraşmak durumundaydılar.
Öte yandan emperyalist dünya, ucuz hammadde deposu, uysal köleleri sömürge ve yarı-sömürge halklarının başkaldırısıyla karşı karşıya kalmışlardı. Dünyanın her köşesi onlar için “çözdükçe” karmaşıklaşan sorunlarla doluydu.
Bir yandan sosyalist bloğun büyümesi, Çin, Kuzey Vietnam, Kore gibi ülkelerin kapitalist pazarın dışına çıkmaları, bir yandan ulusal kurtuluş mücadelesi veren sömürge ülkelerin emperyalizme karşı bir tutum içine girmeleri emperyalist ülkelerin ham madde kaynaklarını ve pazarını olağan üstü daraltmıştı. Savaştan en karlı emperyalist ülke olarak çıkan ABD dışında diğer emperyalist ülkelerin savaş sonrası yıllarda durumu ABD’nin bir “vasalı” olma durumuydu. Bu ülkeler bir süre sonra kendilerini toparladılarsa da uzunca bir süre (İngiltere’nin nispeten aktif tutumu bir yana bırakılırsa) ABD’nin rakibi olma konumuna gelemediler. Ancak, 1950’lerden itibaren dünya politikası içinde ağırlıklarını duyurmaya başladılar.
Bu koşullarda ABD, birinci savaş sonrasında kurmayı başaramadığı “yeni dünya düzeni”ni, ikinci savaş sonrasında, birincisine göre kıyaslanamaz bir biçimde güçlü olduğu koşullarda kurmaya girişti.
ABD politikasına yön veren temel unsur tüm kapitalist dünyanın sosyalist sistem karşısında birleştirilmesiydi. Bunun ideolojik zemini ise sosyalizmin karalanması ve burjuva demokrasisinin normlarının yüceltilmesiydi. Bu tema propagandanın asıl malzemesi olurken, pratikte bu normlar biçimsel olarak savunuldu, emperyalist çıkarlara engel olacağını düşündükleri ülkelerde ise, bu biçimsellik bile görmezden gelinerek kendi taraftarlarını cuntalar ve darbeler(Latin Amerika ülkeleri, Ortadoğu, Afrika, Güneydoğu Asya, Türkiye, İran vb. olduğu gibi) yoluyla işbaşına getirerek, onların yetmediği yerlerde ise, komünizmi engellemek, özgürlükleri korumak safsatası arkasında emperyalizmin kuklası devletleri kullanarak(G. Kore, G. Vietnam, İsrail) bütün bunlar yetmediğinde de bizzat kendi silahlı küvetlerini devreye sokarak (Yunanistan, Vietnam, Kore, İran, Lübnan, vb.) amaçladıkları düzeni gerçekleştirmeye çalıştılar.
Savaş sonrasının dünyası emperyalist-kapitalist sistemin geleceği açısından hiç de parlak görünmüyordu. Soğuk savaş politikaları da bu karanlık geleceğin telaşının eseriydi. Ama bu sefer destek hiç ummadıkları bir yerden, sosyalist sistemin içinden, Kruşçevcilikten geldi. Emperyalizm karşısında diz çöken Kruşçevci revizyonizm, emperyalist sisteme önce nefes alma olanağı tanıyarak, sonra da devamcılarının sosyalist sistemi kapitalist sisteme dönüştürmesiyle emperyalist-kapitalist sisteme yeni bir can suyu sunmalarıyla onu düştüğü bataktan çıkardılar. Ki bu dönemdeki politikalara yazımızın üçüncü ve son bölümünde değineceğiz.
(Sürecek)
EK:
Harry S. TRUMAN: Missourili sıradan bir Senatör’ken, Roosevelt’in ölümü üzerine, 1945 Nisan’ında ABD Başkanı oldu. Ne politikada ne de başka bir alanda üstün yeteneklere sahip değildi. Ama Başkanlık dönemi dünyanın dönemeç noktalarından birine rast geldiği için tarihsel bir rol oynadı. ABD’nin emperyalist dünyanın tek patronluğu ve Komünizme karşı mücadelenin başına geçmesi, Truman döneminin ve Truman’ın önemini artırır. “Soğuk savaş” doğrudan bu dönemin eseri olduğu gibi, CIA’nın kuruluşu, ABD “dış yardımları”, NATO, atom ve hidrojen bombaları ve silahlanmanın tırmandırılması başka ülkelere ABD müdahalelerinin “meşru” hale getirilmesi, Dünya Bankası ve IMF’nin kurulması doğrudan Truman Doktrininden ve Marshall Planı’ndan kaynaklanmış olup, günümüzdeki ABD politikalarının kökleri de O’nun “doktriniyle yakından ilgilidir.
Temmuz 1991