Bütün dünyada, kapitalizmin ekonomi politikçileri, politikacıları, devlet adamları, sigorta kurumları, sendikacıları vb. hep aynı sorundan yakınırlar: İŞSİZLİK!
Ekonomi politikçiler, işsizlikteki artış ya da azalışa bakarak ekonominin büyüdüğünü ya da küçüldüğünü, çeşidi sektörlerdeki gelişmenin doğrultusunu saptamaya çalışırken, burjuva politikacılar, işsizlerin oylarını kapmak için işsizliği ortadan kaldıracak tek reçetenin kendilerinde olduğunu kanıtlamaya çalışırlar. Patronlar ve onların işçi sınıfı içindeki uzantısı görevini yapan burjuva sendikacılık akımlarının önderleri, işsizlikle; işçilerin yüksek ücret talebi, emeğin verimliliğinin düşüklüğü, yeni yatırımlara elverecek kadar sermaye birikiminin olmadığı vb. ilişkisi kurarak, işsizlikle kapitalist sistem arasındaki zorunlu ilişkiyi saklamaya çalışırlar.
Bizimki gibi; işsizliğin, resmi rakamlara göre bile % 15-20 arasında kronikleştiği ülkelerde, işsizlik üzerine çeşitlemeler daha da çoktur. Örneğin, TİS dönerlilerinde işsizliğin nedeni, işçilerin “yüksek ücret” talebinken, devletten “destek sızdırılacağı zaman yatırımlara olanak tanımayan yüksek faiz”, “kredi yetersizliği”, “gümrük duvarlarının yeterince yüksek olmaması”, “ithalat güçlüğü vb. iken bir başka zamanda da, “aşırı nüfus artışı”, “işgücünün kalifiye olmaması” ya da “insanların çalışmak istememesi”(!) neden olarak gösterilebilmektedir.
Elbette ki, işsizliğe ilişkin bu türden derin çözümlemeler yapan bizim kapitalistlerimiz ve onların çeşitli soydan propagandacıları değil. Tersine, bu türden görüşlerin kökü kapitalizmin “seçkin” ekonomi politikçileri, Malthus, Sismondi vb.ne dayanmaktadır. Kapitalizmin savunucuları sürekli olarak, işsizliği rastlantısal, şu ya da bu ekonomik politikalara başlayarak, onun gerçek kaynağını, bizzat kapitalist sistemin kendisi olduğunu, saklamaya çalışmışlardır.
Gerçekte işsizlik, kapitalizmin bir sistem olarak dünya yüzüne çıktığından bu yana, onun adeta yapışık kardeşi gibi var olagelmiştir.
Burjuvazinin ilk büyük ekonomi politikçileri de, bugün “işsizlik1′ dediğimiz, “nispi artı-nüfus üretimi”, “yedek sanayi ordusu”‘nun kapitalizmin var olmasının temel koşulu olan, sürekli büyüme için zorunlu bir etken olduğunu sezgisel olarak görmüş ve bunu üstü örtülü bir biçimde ifade etmişlerse de, bu olgunun açıklanıp, maddi temeline oturtulması, sosyalizmin büyük öğretmeni Karl Marks tarafından yapılabilmiştir.
Sermayenin bileşimi ve işsizlik
Kapitalist sermaye başlıca iki bölümden oluşur: değişmeyen sermaye ve değişen sermaye. Değişmeyen sermaye dediğimiz bölüm; kapitalistin, makinalar, binalar, hangarlar, hammadde, aydınlanma, temizlik, vb giderler için ayırdığı bölümü oluşturur. Değişen sermaye bölümü ise; kapitalistin, canlı emek satın almak için (işçilere ücret ödemek için) ayırdığı bölümdür.
Kapitalizmin varolabilmesi sürekli olarak genişleyen bir yeniden üretimi zorunlu kılarken, “bilinmeyen bir pazar” için yapılan yeniden üretim, kapitalistler arasında azgın bir rekabet koşullarında yapılır. Bu rekabet kapitalizmin gelişme dinamiğini oluşturur. Ve rekabette öne geçmek isteyen kapitalist, yeni makinaları, eskisinin yerine emeğin verimliliğini daha çok artıran yeni teknolojileri üretime sokmak zorunda kalır. Bu da kaçınılmaz olarak, el konulan artı-değerin her geçen gün daha fazlasını değişmeyen sermayeye dönüştürmesini zorunlu kılar.
Marks, bu durumu şöyle belirtiyor: “…birikimin ilerlemesiyle, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranı değişir. Başlangıçta diyelim (değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranı, ÖD.) 1:1 iken, bundan sonra sırayla 2:1, 3:1, 4:1, 5:1, 7:1 vb. haline gelir, yani sermaye artmaya devam ederken, toplam değerinin 1/2’si yerine yalnızca, 1/3, 1/4, 1/5, 1/6, 1/8 vb. oranında emek gücüne dönüştüğü halde, 2/3, 3/4, 4/5, 5/6, 7/8 oranlarında olmak Üzere üretim araçlarına dönüşür.” (Marks. Kapital, C.1, s. 646)
Emeğe olan talep, toplam sermayenin büyüklüğü ile değil de sermayenin sadece değişen bölümündeki artışla ilgili olduğundan, yeni emeğe olan talep, tıpkı değişen sermayedeki artış gibi sürekli azalan bir eğilim içindedir.
Elbette ki, toplam sermaye büyüdüğünde, değişen sermaye de kitle olarak büyür ve bunun sonucu olarak da, işsizler ordusundan bir miktar, ek işçiyi emer, ama bu yukarda da belirtildiği gibi daima küçülen bir oranda olur”. Ancak, sermayenin belli bir iş gücünü emmeğe devam edebilmesi, hatta çalışan işçilerden bir bölümünü de işsizler ordusuna katmamak için, toplam sermaye birikimin sadece hızlı olması yetmez aynı zamanda bu hızın artan oranda olması da gerekir. Duraklama ve bunalım dönemlerinde, toplam sermayenin artış hızı yavaşladığında ya da negatif olduğunda, değişen sermaye bölümü toplam sermayenin küçülmesinden daha büyük bir hızla küçülerek, çalışan işçileri yığınlar halinde artı-nüfusun, yanı işsizler ordusunun saflarına iter.
Kapitalizm, anarşik bir üretim zemininde geliştiği ve sürekli olarak, bazen bütün sektörlerde, bazen de bir kısım sektörde bunalım, duraklama ve nispi “refah” dönemleri birbirini izlediğinden, bu durum kaçınılmaz olarak sermayenin değişen bölümündeki artışı dalgalandırdığından, çalışan işçi sayısı da şiddetli bir dalgalanma gösterir. Bazen işsizler ordusunda nispi bir azalma görülürken, bunun dışındaki durumlarda sürekli bir artış içindedir. Kısacası; sermayenin büyümesi, yeni zenginliklerin bulunması işçiler üstünde çekim yaratırken, yeni teknolojilerin uygulanması, üretim sürecinde emeğin yoğunluğunun ve verimliliğinin artırılması yöntemleri vb. işçiler üstünde itici • bir etki yaratır. “… Emekçi nüfusu, kendi yarattığı sermaye birikimi ile birlikte, kendisini nispi ölçüde fazlalık haline getiren, nispi artı-nüfus haline çeviren ‘araçları üretmiş olur ve o, bunu, daima artan boyutlarda yapar.” (Marks)
Demek ki; burjuva ekonomi politikçilerinin ye her soydan savunucularının iddia ettiği gibi, işsizlik, kapitalizmde, bunalım dönemlerinde ortaya çıkan, işlerin iyi gittiğinde yok olan bir şey değil, belki buhranla yükselen, ama her zaman var olan, bizzat sermayenin büyümesine bağlı olan, büyük sanayinin zorunlu koşulu olan bir olgudur.
Sermayenin, büyük sanayinin varlığını sürdürmesi için işsizler ordusunun zorunlu bir koşul olduğunu, bazen burjuvazinin politikacıları ve ekonomi politikçileri de itiraf etmek zorunda kalırlar. İşte örekleri. Oxford Üniversitesi’nde, ekonomi profesörlüğü yaptıktan sonra İngiltere Hükümetinin Sömürgeler Bakanlığı’nda danışman olarak çalışan H. Merivale şöyle diyor “Diyelim ki, bunalımların birisi sırasında ulus bu fazla işçinin birkaç yüz bininden, göç yoluyla, kurtulma çabasına düştü; sonuç ne olur? Emeğe olan ilk talepte, bir açıkla karşılaşılacaktır. Yeniden üretim ne kadar halı olursa olsun, yetişkin işçi kaybının yerine konulması birkaç kuşak boyu alacaktır. Şimdi bizim fabrikatörlerimizin kârı, her şeyden önce talebin bol olduğu zamanda bolluk anından yararlanarak, işlerin durgun olduğu zamanlarda uğranılacak kaybı karşılama gücüne dayanıyor. Bu gücü onlara veren tek şey, makine ile el emeği üstündeki egemenlikleridir. Ellerinin altında daima hazır işçi bulunmalı, pazarın durumuna göre işleri bazen hızlandıracak, bazen da yavaşlatacak güce sahip olmalıdırlar, aksi taktirde ülkenin servetinin dayandığı rekabet yarışındaki üstünlüklerini devam ettiremezler.”
Bütün sorunların kaynağının “fazla nüfus”tan ortaya çıkmasını bütün teorisinin temeli yapan Malthus bile, konu “işsizler ordusu” olduğunda, kuramının altındaki temel taşı çekmekten çekinmiyor ve şöyle diyor: “Başlıca geçim kaynakları sanayi ve ticaret olan bir ülkedeki emekçi sınıf arasında, evlilik konusunda basiretli tutum ve alışkanlıklar eğer fazla ileri götürülecek olursa, bu ülke için zararlı olabilir.”
Kapitalizm koşullarında, işsizler ordusunun büyümesine yol açan sadece değişen sermayenin küçülen oranda artması, ya da duraklama ve buhran dönemlerinde toplam sermayeden daha büyük bir hızla küçülmesi değildir. Çoğu zaman değişen sermaye arttığı halde çalışan emekçi sayısı aynı kalabilir ya da azalabilir. İşçi daha fazla emek sağladığı ve ücreti arttığı takdirde değişen sermayedeki artış daha fazla emeğin göstergesi olur,- ama çalışan daha fazla emekçinin göstergesi olmaz. Gider aynı kalmak koşuluyla, çok sayıda işçi yerine az sayıda işçi çalıştırılarak, aynı emek kitlesi sızdırılabiliyorsa bu, “her kapitalistin mutlak çıkarınadır”. Çünkü çok sayıda işçi istihdamı, değişmeyen sermayede artırılan işçi sayısıyla orantılı olarak bir artışı zorunlu kılarken, işçi sayısının aynı kalması ve sadece sızdırılan emek kitlesinin artırılması durumunda değişmeyen sermayedeki artış çok daha azdır.
Örneğin 1000 işçi çalıştıran bir işyerinde, kapitalistin % 25 fazla emeğe ihtiyacı ortaya çıksın. Bunu, iki yolla sağlayabilir. Birinci yol, çalışan işçi sayısının % 25 artırarak, işsizler ordusundan 250 işçi işe alması gerekir ki, bu durumda, 250 kişinin çalışacağı yeni hangarlar, binalar yapılması, makina-alet edevat sağlanması, eskisine ek olarak, 250 kişilik yemekhane, belki de yatakhane sosyal tesisler vb. yapılması gerekecektir. Yani değişmeyen sermaye bölümünü de en az % 25 artırması gerekecektir, ikinci yol ise, var olan işçilerin çalışma süresini artırarak, örneğin günde 8 saat yerine 10 saat çalıştırarak aynı üretimi elde edebilir. Bu durumda artış, sadece hammadde, aydınlanma vs. masraflarında olacak, yeni bina, makina, sosyal tesislere vb. ihtiyaç olmayacaktır. Dahası, işçiye sadece ek saat ücretleri ve bir miktar fazla mesai farkı ödeyeceğinden, ücretin bir bölümünü oluşturan sosyal yardımlar, sigorta vb. gibi ek harcamalardan da kurtulacağı için yeni işçi yerine eski işçilerden fazla emek sızdırmak kapitalist için çok daha karlı olacaktır. Üretimin boyutları ne kadar genişlerse, kapitalistin daha az işçiden daha çok emek sızdırmak isteği de o kadar artacaktır. Çünkü değişmeyen sermaye bölümündeki artış azalacağından el konulan artı değer oranı o kadar büyüyecektir. Yani kapitalistin sömürü oranı büyüyecektir. Bu ise, kapitalist üretimin temel dürtüşüdür. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. Sızdırılan emek miktarı aynı kalmak koşuluyla işçi sayısı ne kadar azalarsa bu kapitalist için o kadar karlı olacaktır. Dolayısıyla, kapitalistlerin, “daha çok işçi çalıştırmak istiyoruz” biçimindeki propagandaları boş bir laftan ibarettir. Özellikle son yıllarda ülkemizde, işletmelerden, bir yandan kitle halinde işçi çıkarılırken, öte yandan fazla mesainin giderek yaygın ve zorunlu hale getirilmesinin arkasında bu gerçek yatmaktadır.
İşsizler ordusu ve çalışan işçiler üstündeki etkisi
Yukarda söylenenlerden anlaşılacağı gibi, toplam sermayedeki hızlı artışın yanı sıra teknolojik ilerlemenin sonucu olarak üretim araçlarının büyüklük ve etki güçlerinin artması ve çalışan nüfusun aşın-çalışması, işsizler ordusunun sayısını artırır. İşsizler ordusunun baskısı, çalışan işçileri daha çok çalışmaya zorlayan bir baskı unsuru olurken, çalışan nüfusun daha büyük bir emek kitlesi arz etmesi, tersine bir etkiyle işsizler ordusunun saflarını şişirir.
Marks, bu durumu şöyle ifade eder: “Bir yandan, işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı-çalışması yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunları, aşırı çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır. İşçi sınıfının bir kesiminin aşırı-çalışmayla diğer kesimi zorunlu bir işsizliğe mahkûm etmesi ve bunun tersi, bireysel kapitalistleri zenginleştirmenin bir aracı halini aldığı gibi, aynı zamanda da yedek sanayi ordusu üretimine, toplumsal birikimin ilerlemesine uygun düşecek ölçüde hızlandırır. Nispi artı-nüfusun meydana gelişinde, bu öğenin ne denli önemli olduğu, İngiltere örneğinde görülür.” (Marks. Kapital. C.1, s.654)
Bir bütün olarak kapitalist sistem göz önüne alındığında, “genel ücret hareketleri, tamamıyla, yedek sanayi ordusunun (İşsizler ordusu /ÖD) genişleme ve daralmasıyla düzenlenir.”(Marks), Dolayısıyla da sınıfın iki bölümü birbiriyle rekabete itilerek, ücretlerin seviyesi asgari geçim düzeyinde tutulmaya çalışılır.
Burjuvazi bu amacına varmak için, bir yandan işsizler ordusunun içinde bulunduğu sefalet düzeyindeki yoksulluktan yararlanırken, öte yandan da, işçi sınıfını sadece çalışan işçilerden ibaret görür ve bu görüşünü işçilere ve sendikalara kabul ettirerek, çalışan işçilerin ve sendikaların işsiz yığınlara karşı ilgisizliğini körüklemeye çalışır. Böylece iki kesim arasındaki rekabetin sürüp gitmesi ve bundan yararlanmak için her şeyi yapar.
Gerçekte ise; kapitalist sistem içinde, işçi sınıfı sadece çalışan işçilerden değil, çalışan işçi ve yedek sanayi ordusu da denilen işsizler ordusunun toplamıdır. Zaten, bugün çalışan işçinin yarın işsizler ordusuna katılması, dün işsizler ordusunun bir ferdi olan işçinin bugün çalışan bir işçi durumuna gelmesi, sermayenin yeni işgücüne ihtiyaç olup olmamasıyla ilgili bir durumdur.
19. yüzyılın ilk yansında sendikalar, işçi sınıfının bir örgütlenme ve mücadele merkezleri olarak ortaya çıkarken, issizler ordusu ile çalışan işçiler arasındaki rekabeti ortadan kaldırmayı da amaçlamış, kapitalistler buna şiddetle karşı koymuşlardı. Bugün de, kapitalistler, işsizleri, dün çalışırken bugün sokağa attığı işçiyi işçi saymamakta direnmektedir. Bizim ki gibi, işçi sınıfının kazanımlarının çok sınırlı olduğu, sendikaların sendika ağa ve bürokratlarının yönetim ve denetiminde olduğu ülkelerde, işsizler ordusu sendikaların ilgi alanının dışında tutulmaya devam edilmekte, kapitalistler, çalışan işçileri işsizler ordusunun baskısı altında tutmaya devam etmektedir. Nitekim ülkemizde, son aylarda yoğunlaşan ekonomik kriz ve ileri işçilerin tasfiyesi sürecinde de bundan yararlanmış, atılan “yüksek” ücretli yerine düşük ücretle işçi bulmakta hiç bir sıkıntı ve problemle karşılaşmamıştır.
Dün olduğu gibi bugün de, burjuvazi, işsiz yığınlarla çalışan işçiler arasındaki rekabeti kışkırtarak kendi lehine kullanmak için her yola başvuruyor. Sadece bununla da yetinmiyor, işçi sınıfını sadece o anda çalışan işçilerden ibaret sayan görüşü ideolojik bir platforma yükselterek, işçi sınıfının giderek azalan, dağılan bir sınıf olduğu tezine dayanak yapmak için çalışıyor. Böylece, kapitalizmin kaçınılmaz bir ürünü olarak var olmak zorunda olan işsiz yığınlarını sınıftan ayırarak sınıfın mücadelesini bölmekle kalmıyor, bu durumu aynı zamanda sınıfın ideolojisine, tarihsel misyonuna saldırmak için dayanak olarak da kullanmaya çalışıyor.
“Bilimsel-teknolojik devrim” ve “işsizler ordusu”
Yukarda, işsizliğin doğrudan sermayenin, kapitalist sistemin karakterinden geldiğini, kapitalizm bir sistem olarak var oldukça, zorunlu olarak bir işsizler ordusunu da yaratmak zorunda olduğunu, daha çok Marks’ın çözümlemelerine dayanarak açıklamaya çalıştık. Bu açıklamaya karşı, günümüz burjuva ekonomi politikçileri ve ideologlarının şunu söyleyeceğini biliyoruz: “Bu açıklamalar, Marks’ın çözümlediği 19. yüzyıl için gerçeği ifade etse bile, günümüz kapitalizmi için geçerli değildir. Bugün issizliğin asıl nedeni, ‘bilimsel-teknolojik devrim’in yarattığı bilgisayar, robot gibi ‘akıllı makinaların’ isçiyi giderek gereksiz hale getirmesidir. Kaldı ki, gelişmiş ülkelerde bir işsizlik sorunu da yoktur, vb. vb.”
Burada hemen şunu belirtelim ki, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin sanayiye aktarılması, bunun işsizler üzerinde olumsuz yönde bir etkisi olduğu, hatta çalışan işçilerin sayısının azalması doğrultusunda bir baskı yaptığı, 19. yüzyılda da bir gerçekti. Nitekim Marks, bu konuyu çözümlerken, defalarca, teknolojik gelişmenin işsizler ordusunun büyümesi üstündeki etkisine değinir. Bugün, bilimsel ve teknolojik gelişmenin yaptığı da dünden farklı değildir. Bir farkla ki, bugünkü gelişim, dünkü gelişmenin etkisine eklendiğinden, emeğin verimliliği nispi olarak daha da artmış, dün 10 işçinin yaptığı işi bugün bir işçi yapar duruma gelmiştir. Bundan burjuva ideologları, işçinin giderek gereksizleştiği sonucunu çıkarıyorlar, ama bu iddia mantıki sonuçlarına vardırılırsa; bundan, işçinin olduğundan çok kapitalizmin gereksiz hale gelmiş olduğu sonucu çıkarılır. Şöyle ki; resmi istatistikler, bugünkü teknolojik gelişme düzeyinde, bir işçinin, günlük çalışma süresi içinde, o günkü ücretinin karşılığı olan miktardaki değeri, günlük çalışma süresinin % 5-10′ u içinde ürettiğini gösteriyor. Bir başka söyleyişle, işçinin ürettiği değerin % 90-95 ne kapitalist tarafında el konulmaktadır. Buna karşın, bugüne kadar kapitalistler, kendiliklerinden iş gününü bir dakika bile kısaltılmasını kabul etmemişler, tersine is gününün bir miktar düşürülmesi için işçi sınıfının büyük mücadeleler vermesi gerekmiştir. Eğer işgünü mantıki sonuçlarına indirilirse, bir işçi için günlük “zorunlu çalışma süresi”nin bir saatin bile altına ineceği ortadadır. Bu durumda da, bu günkü yaygın günlük çalışma süresi olan 8 saat için bugünkü işçi sayısının 840 katı işçiye ihtiyaç olacaktır ki; bu da, bir “işsizler ordusu” sorunu değil, olsa olsa çalışacak işçi sorunu diye bir “sorunu(!)” ortaya çıkarırdı. Bu da açıkça gösteriyor ki, bugün ‘işsizler ordusu”nun varlığının nedeni ‘ bilimsel teknolojik devrimin” ortaya çıkardığı emeğin verimliliğini hat safhaya çıkaran üretim araçları üretimindeki başarılar değil, bu üretim araçlarını mülkiyetine alan kapitalist sınıfın kar hırsı, daha çok kar için emekçi sınıfları sefalete sürüklemesidir. İş gününün “mantıki sınırlarına” indirilmesi, açıktır ki, kapitalizm koşullarında gerçekleşir bir şey değildir. Eğer bunu gerçekleştirseydi kapitalizm kapitalizm olarak kalamazdı.
Elbette ki; burada sözünü ettiğimiz “kar hırsı” birer birer kapitalistlerin kötü niyetinden kaynaklanan bir şey değildir. Kapitalist sermayenin kendi karakterinden gelen sürekli büyüme eğilimi ve bunu ancak daha çok artı-değeri emmekten başka bir biçimde yapamama özelliğinden gelmektedir. Burada birer birer kapitalistlerin rolü, yönetim ustalığı, deneyim vb. ile sınırlıdır.
Ne dün ne de bugün işsizlik, geri kapitalist ülkelerle ya da bunalım dönemleriyle sınırlı olmadı. Nerede kapitalizm varsa orada işsizlik sorunu da kronik bir sorun olarak var oldu. İşlerin iyi gittiği dönemlerde işsiz sayısı biraz azaldıysa da hep var olmaya devam etti. Savaşların (1. ve 2. Emperyalist Savaş’ta bu açıkça görüldü) genç nüfusu önemli ölçüde ekonomik yaşamın dışına ittiği durumlarda, bu açık ev kadınlarının fabrikalara çekilmesiyle kapatıldığı gibi, yine de bir işsizler ordusu yaratıldı. 2. Emperyalist paylaşan savaşı sonrasında büyük oranda genç emekçi nüfus kaybına uğrayan Japonya ve Almanya gibi ülkeler, ekonomilerini yeniden kurarken, iş gücü sıkıntısı karşısında, Japonya, Doğu Asya, Almanya (daha küçük oranda olmak üzere Fransa, Belçika, Hollanda, İngiltere gibi Batı Avrupa ülkeleri de) Türkiye, İspanya, İtalya, Yunanistan, Yugoslavya vb. ülkelerden işgücü ithal ettiler. Ama bu ithalat hiç bir zaman bire bir ihtiyaçları kadar olmadı, sürekli bir miktar da işsiz bulunacak gibi oldu. Bugün de bu ülkelerde durum çok farklı değil, kısıtlı da olsa işgücü ithalatı yapıyorlar, ama bu ülkelerdeki işsiz sayısı da giderek artıyor. Bu artışa, işsizliğin tehlikeli bir sorun olmaya başladığı propagandasına karşın ithalatı da tümden durdurmuyorlar.
Bilindiği gibi kapitalizmin ideologları, 80’li yılların kapitalizmin yeniden dirildiği, altın çağını yaşadığı yıllar olduğunu propaganda ediyorlar ve en azından gelişmiş ülkeler için bu sorunun, “sorun olmaktan çıktığı” propagandasını yapıyorlar. Ama gerçekler bunun hiç de böyle olmadığını gösteriyor. Aşağıdaki tablo 1979-1988 yılları arasında en gelişmiş kapitalist ülkelerdeki ve Türkiye’deki işsizlik oranlarını göstermektedir.
Yıllar ABD Japonya Fransa Almanya İngiltere Hollanda İsveç Türkiye
1979 5,8 2.1 5,9 3,8 5,3 5,1 1,5 13,6
1980 7,0 2.0 6,3 3,8 6,5 4,6 1,4 15,8
1981 7,5 2.2 7,3 5,5 10,4 7,0 1,9 17,4
1982 9,5 2.4 8,1 7,5 10,9 9,7 2,5 15,6
1983 9,5 2.6 8,3 9,1 11,6 13,9 2,8 16,1
1984 7,4 2.7 9,7 9,1 11,7 14,1 2,8 16,1
1985 7,1 2.6 10,2 9,3 11,9 12,9 2,5 16,3
1986 6,9 2.8 10,4 9,0 11,8 12,0 2,5 15,8
1987 6,1 2.8 10,6 8,9 10,5 11,5 2,3 15,2
1988 5,2 2.4 11,2 7,6 8,4 11,5 1,5 14,4
Tabloda açıkça görülen, en gelişmiş ülkelerde işsizliğin sıfır olduğu bir yıl olmadığı gibi, Japonya ve İsveç dışındaki ülkelerde, işsizliğin % 10-14’lere kadar yükseldiğidir. Üstelik bu işsizlik oranları, kapitalizmin sosyalizme karşı tam zafer kazandığının ilan edildiği, altın yıllar yaşandığının iddia edildiği yıllarda gözlenmektedir. 1990 başlarından itibaren, ABD ve Almanya başta olmak üzere kapitalist ülkelerde durgunluk, büyüme hızının düşmesi gibi belirtiler ortaya çıktığına göre, bugün bu işsizlik oranlarının daha da büyüdüğünü söylemek bir kehanet olmayacaktır.
Türkiye’nin ise, OECD ülkeleri içinde en yüksek işsizlik ülkesi olma rekorunu uzun yıllardır hiç bırakmadığı bilinen bir gerçek olup, 80’li yıllarda % 15-16 dolayında olan işsizlik oranının son yıllarda % 20’lere doğru yaklaştığı bizzat burjuva iktisatçıları tarafından kabul edilmektedir.
İşsizlik sorunu, kuşkusuz ki; en başta işçi sınıfının mücadele birliğini bozarak, çalışan kesim üstünde yarattığı baskı ve ücretleri aşağı çeken bir unsur olarak sınıf4çin olumsuz durum yaratırken, işsiz yığınlar için daha da yıkıcı sonuçlara yol açıyor. Bizim ülkemizde sendikacılar, işsizliğin yıkıcı sonuçlarını ortadan kaldırmak için, Batı ülkelerindeki gibi “İşsizlik Sigortası”nın kurulmasını istiyorlarsa da; işsizlik sigortasının olduğu ülkelerde yapılan araştırmalar, işsizlik sigortasının işsiz yığınlar içinde yol açlığı yıkıcı sonuçlan ortadan kaldırmadığını gösteriyor.
İşsizlik sigortası, belki işçinin yaşamını sürdürecek kadar bir gelir sağlıyor, ama bu işsizliğin ortaya çıkardığı, alkolizm, serkeşlik, geçimsizlik, uyumsuzluk, aylaklığa alışma, uyuşturucu alışkanlığı gibi eğilimlerin ortadan kalkmasına bir katkısı olmuyor, insanlık tarihi, kapitalizmin tarihi boyunca işsizlikle yapışık bir kardeş olarak yaşadığını gösterirken, işsizlik sorununun da, emekçi sınıfların bütün diğer sorunları gibi, ancak sosyalizmde tam çözüme kavuşacağını gösteriyor. 1950’li yılların sonlarına, SB ve Doğu Avrupa ülkelerinde, kapitalizmin restorasyonu yoluna girilene kadar, bu ülkelerde işsizlik diye bir sorun yoktu. Ancak, kapitalizmin inşası süreciyle birlikte bu ülkelerde de işsizlik yeniden boy gösterdi ve bürokratik kapitalizmin derinleşen krizine bağlı olarak da işsizlik, tıpkı kapitalist ülkelerdeki gibi süreğen bir durum kazandı. Gorbaçovculuğun, “liberal kapitalist” normları yaygınlaştırmasıyla birlikte de, işsizlik katlanarak büyüyen bir sorun oldu; ve revizyonist diktatörlüklerin yıkılışında da önemli bir etken olarak rol oynadı. Ne var ki, bu ülkeler biçimsel olarak bile sosyalizmin kalıntılarını ortadan kaldırdıklarında da “en önemli sorun olan” işsizliğe bir çare bulamadılar, ekonomiyi güçlendirmek için alınan her önlem, girişilen her reform, emekçi sınıflardan daha büyük kitleleri işsizler ordusunun saflarına itti, itiyor.
İşsizlik, bugün de, eskisi gibi, kapitalist ve revizyonist sistemin “yol arkadaşı” olmaya devam ediyor, kapitalizm yok olana kadar da edecek.
Mayıs 1991