Haberler-Mektuplar

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA
Türk Metal’e bağlı fabrikamızda sözleşmenin bitiminden sonraki ilk işgününde 17 işçi işbaşı yaptırılmadan işten atıldı. Daha sonraki günlerde onlu, yedili gruplar halinde, bugün 47 işçi fabrikadan atılmış durumda.
Çıkarılan işçilerin paralan hala işveren tarafından kullanılmakta, işçilere ödenen para çok az, kesintili, ödenen zamanlar arasında uzun süre olmakta ve bazen çekle karşılanmaktadır. Ayrıca işveren, on bir aylık sözleşmeli (sözleşme başlangıcı ve bitimine kadar çalışıyor) olan işçilerin bu haktan yararlanamadığını ileri sürmektedir. Kendilerinin hiçbir şey yapamayacağım ve bu sorunu Türk Metal Sendikası’yla çözmemiz gerektiğini, çünkü sendikanın bu olaylar karşısında işverene herhangi bir karşı tutumda olmadığım söylemektedir.
İşverenin bu tutumu karşısında on bir aylık sözleşmeli dokuz arkadaş soluğu Türk Metal Sendikası’nın Beyazıt şubesinde aldık. Alaycı ve umursamaz tavırlarıyla birlikte zorunlu olarak sordukları “hayrola ne oldu, hangi fabrikadan geliyorsunuz?” sorularıyla karşılandık. Bunun üzerine ilk konuşmayı ben aldım: “Bizler, fabrikadan atılan 47 işçiden dokuzu, yüz iki aya yakın bir süredir fabrika önünde hakkımız olan ihbar, kıdem tazminatı ve sözleşme farklarımızın ödenmesini bekliyoruz. Bu olayda işverenin tutumu belli. Sonuna kadar işçiyi sömürmek ve parasını kullanmak istiyor. İçerideki işçi tedirgin, aylığım zamanında alamıyor, sözleşme farklarının ne zaman ödeneceği belli değil, daha fazla üretim bekleniyor ve her geçen gün baskı artırılıyor. Sözleşmeli olanların hiçbir konuda hak iddia edemeyeceğini söylüyor. Tüm bu olaylar karşısında Türk Metal Sendikası nerede? Güçlü olduğunu zanneden ve bunu her fırsatta sözleriyle yineleyen, sizlerin deyişiyle güçlü Türk Metal Sendikası ne yapıyor?”
Yüksek sesle ben bunları anlatırken çok rahatsız olmuş bir şekilde İstanbul Şube Başkanı Erdoğan Aslı Yüce içeri geldi: “Ne istiyorsunuz, niye geldiniz, biz, bize düşen görevi yerine getiriyoruz. Sadece siz değilsiniz, bir sürü fabrika var bu durumda. Çok şey bildiğinizi sanıyor, hiçbir şey bilmiyorsunuz, size ne içerideki işçilerden, sen kendini kurtar. Hem mademki bu kadar çok şey biliyorsunuz neden buraya geldiniz. Üstelik kim dedi size sözleşmeli girin diye, adam tabii vermez, ben de olsam ben de vermem. Paralarınızı veremiyorsa biz ne yapalım, zorla mı alalım, bize derebeylik mi yaptırmak istiyorsunuz? Boşuna uğraşmayın, hiç bir hakkınız yok.”
Diğer arkadaşlar da tartışmaya başladılar. Ve Erdoğan Aslı Yüce’ye şu cevabı verdik:
“Bugün buraya gelmemizin nedeni sorumsuzluğunuzun, rahatlığınızın hesabım sormak. Bu her zaman böyle sürmeyecek. Türk Metal gibi sendikaların, saltanatının biteceği günler yakındır. Her zaman göbeğiniz önde dolaşamayacaksınız. Bir gün, sizin de ağalığınız son bulacak”
Sözlerimiz onları oldukça sinirlendirdi. Özellikle, Erdoğan Aslı Yüce bizi “ukalalıkla suçladı. “Hiçbir bok yapamazsınız” dedi. Bunun üzerine biz: “Göreceksiniz yakındır, bir gün sizin gibileri yok edeceğiz! Çünkü buranın sahibi biz işçileriz, sizler değilsiniz! ” deyip oradan ayrıldık.
Yaşadığımız olaylar bize bir kez daha faşist Türk Metal Sendikası’nın içyüzünü göstermistir.
(Türk Metal’e üye işten atılan bir grup işçi)


Sevgili Özgürlük Dünyasına

Bizler, İstanbul’da bir inşaat şirketinde çalışan, 1 Mayıs’ı işçi sınıfının birlik ve mücadele günü, bir işçi bayramı olarak gören işçileriz.
Geçmiş 1 Mayıs’lara da aynı duygu ve düşüncelerle katıldık. Ama 1990 1 Mayıs’ında bir yanlışımızı anladık. Çünkü: bizler, bizim şantiyede bir şey olmaz düşüncesiyle Taksim’e gittik. Ve tabi hayal kırıklığı ile şantiyeye döndük. Şantiye’deki arkadaşlar, önce ne olup bittiğini sordular. Sonra da bizi eleştiri yağmuruna tuttular. Neden kendilerini bırakıp gittiğimizi, eğer isteseydik, iş yerinede işi durdurup hep birlikte yürüyüşe geçebileceğimizi, eğer illa da Taksime gidilecekse hep birlikte gitmemiz gerektiğim söylediler. Kendilerini işçiden saymadığımız, 1 Mayıs’ı kendilerine layık görmediğimiz konularında da sitem ettiler. Biz de ancak o zaman, niyetimiz ne olursa olsun, 1 Mayıs’ın işçi bayramı olduğunu unutup, bir avuç devrimcinin bayramı gibi düşündüğümüzü fark ettik. Ama bu 1 Mayıs’ta aynı hatayı yenilemeyeceğiz. 1 Mayıs’ı hepimiz birlikte, iş bırakarak, sokağa taşarak kutlayacağız.
(İstanbul’dan bir grup inşaat işçisi)


Kültür-Sanat, Amatör Tiyatro Şenlikleriyle Şenleniyor

Amatör tiyatro topluluktan Mayıs ayı içinde ürünlerini sergilemek Üzere değişik şenliklerde biraraya geliyor.
Ankara’da Ortadoğu Teknik Üniversitesi şenliği 26 Nisan – 5 Mayıs arasında ODTÜ Oyuncuları, Çukurova Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu, Ankara Üniversitesi Dişçilik, Fen, Ziraat ve Tıp Fakülteleri, İstanbul Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi, Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu, Yıldız Üniversitesi, MİFTOK, Sarıyer Halk Eğitim Merkezi Tiyatro Kolu ve Tiyatro Devran’ın katılımıyla yapılıyor.
Ankara’da bir başka şenlik de Devlet Tiyatroları’nın ilk kez düzenleyeceği Amatör Tiyatro Şenliği.
ODTÜ Şenliği geçmişte öğrenci gençliğin demokratik-kültürel mücadelesiyle iç içe gelişen bir şenlikken 12 Eylül’den sonra gerek tarih seçimi gerekse düzenleniş biçimiyle ODTÜ kitlesinden kopuk bir biçimde gerçekleşiyor. Dileğimiz, şenliğin önümüzdeki yıllarda 80 öncesi görkemine kavuşması.
Devlet Tiyatroları ise, tarih seçimiyle, Ankara’da öğrenci gençliğin en az bulunduğu ya da sınavlardan başkaldıramadığı bir dönemi seçerek baştan ölü bir şenlik doğurmayı göze aldı.
Ege Üniversitesi’nin İzmir’de düzenleyeceği şenlik dar kapsamlı. İstanbul’dan ve Ankara’dan birkaç üniversitenin çağrılı olduğu şenlik Mayisin ilk haftasında gerçekleştirilecek.
İstanbul şenliklerine gelince: Amatör Tiyatrolar Çevresi İstanbul’da Kağıthane Belediyesi ile birlikte 2. Bahara Merhaba Şenliği’ni 30 Nisan-20 Mayıs tarihleri arasın da Gültepe’de gerçekleştiriyor. İstanbul’un yanı sıra Anadolu’nun bazı yörelerinden de toplulukların katılacağı şenliği Gültepe dışında Pendik’te de düzenlemek isteyen ATÇ’nin girişimleri, Pendik Belediyesi’nin gerici yöneticileri tarafından engellendi.
İstanbul’da bir başka şenlik de Sarıyer’de. 10 yıldır Sarıyer Halk Eğitim Merkezi Tiyatro Kolu tarafından düzenlenen ve İstanbul çapında amatör tiyatronun örgütlenmesine büyük katkısı olan şenliğin yamsıra İstanbul liselerinin yoğun bir biçimde katıldığı Liseler Arası Tiyatro Şenliği Mayisin ikinci yansından sonra İstanbul ve Anadolu yakası olmak üzere iki bölgede yapılacak.


Yusuf Doğar’ın Resim Sergisi 1 Mayıs’ta Açılıyor

Ressam Yusuf Doğar, resimlerini 1-11 Mayıs tarihleri arasında Beyoğlu Belediyesi Sanat Galerisinde sergiliyor. Resimlerinde çoğunlukla kapitalizmin insanı aşağılayan ve kendine yabancılaşman propaganda ve reklam kampanyalarını teşhir eden ressam Doğar, hazırladığı sanat bildirisinde, serginin açılışının işçi sınıfının birlik ve mücadele günü olan 1 Mayıs’a denk gelişinden duyduğu mutluluğu ifade ediyor. Her alanda olduğu gibi, sanat alanında da burjuvazinin ancak kendi çürümüşlüğünü yeniden ürettiğini belirten Doğar, teknolojik gösterilerle burjuvazinin kendi açığını kapayamayacağını, “sanatsal gelişme” adı altında öne sürülen şeyin saman alevi olmaktan öteye geçemediğini savunuyor.
Geçen yıllarda TV’nin kendisine yönelik sansürünü onur kabul ettiğini söyleyen Doğar, sergilerine ilginin emekçilerin sorunlarını resmetmekten kaynaklandığını savunuyor.
Yusuf Doğar Resim Sergisi
Kemirilen Beyinler, Sızlatılan Yürekler
1-11 Mayıs 1991 Yer: Beyoğlu Belediyesi Sanat Galerisi Tünel-Taksim

Basına Gizli Örgüt Suçlaması
Yeni Demokrasi dergisi genel yayın yönetmeni M.A1İ Eser ve yazı işleri müdürü Tuncer Dilaveroğlu 1 Nisan’da gözaltına alınıp 10 gün süreyle gözaltında tutuldular. 4 Nisan’da derginin merkez bürosu polis tarafından arandı. Yeni Demokrasi dergisinden gözaltına alman dergi yöneticilerine falaka, askı, elektrik verme gibi türlü yöntemlerle ağır işkence yapıldı. Suçlama, gizli örgüt yöneticiliğiydi. Devrimci dergiler, henüz “anti-terör yasası” çıkmadan gizli örgüt ve yöneticileri de bu örgütlerin üye ve yöneticiliğiyle suçlanmaya başlandı.
Ayrıca Gaziantep’te Yeni Ülke muhabirleri Şadiye Manap ve Cem Yeşilay, PKK soruşturması nedeniyle 30 kişiyle birlikte gözaltına alındılar.
Bir başka haber değeri olan olay ise şu: aylık “Komün” dergisi, son sayısı toplatılmayan tek devrimci, dergi durumunda.
Yusuf Erişti’nin Dev-Sol üyeliğiyle suçlanarak alındığı gözaltında “kaybolması”ndan sonra, gözaltında cinayetler serisi devam ediyor. Solhan’da petrol boru hatundan petrol çalındığı gerekçesiyle yapılan aramalarda gözaltına alınan 3 kişiden Haşim Sincar,” gözetim altında” tutulduğu Bingöl Alay Komutanlığından 31 Mart’ta kaldırıldığı Bingöl Devlet Hastanesinde öldü. Her iki el bileklerinde morluklar saptanan Sincar’ın kalp krizinden öldürüldüğü açıklandı.


Kurtuluş “Kurtuluş” Yolunda!..

Adı “Kuruçeşme toplantıları” ile özdeşleşmiş bir çevre yeni ve “farklı” bir dergi çıkarmaya başladı. “Kurtuluş” adıyla yayın hayatına atılan bu derginin gerçekten farklı olmasını arzu edilirdi. Ancak derginin önüne koyduğu hedefleri açıklayan “Yeni Koşullarda Hareket ve Örgütlenme Sorunları” başlıklı yazı okunduğunda, yeraltı düşmanlığı ve yasalcılığın bu çevre tarafından yeni dergi aracılığıyla sürdürüldüğü görülüyor. Uzun “birlik”, “sosyalist demokrasi”, “yasal parti” vb. tartışmalarının ardından yeniden mücadele içine girileceği görüntüsü veren yeni dergi ve etrafında oluşturulması tasarlanan “hareket”, aslında yasalcılığın yeni biçimde sürdürülmesi demek oluyor.
Çıkış açıklaması niteliğindeki yazıda, gelinen nokta, şu sözlerle ifade ediliyor “örgüt olmadan birlik için girişimde bulunabilmek olanaklı değildir. O halde: ÖRGÜT. Birlik olmadan örgütün bir anlamı olmayacaktır, zira eldeki malzeme politika yapmaya yetmemektedir. O halde: BİRLİK.” Yani Türkçesi, biz kendimiz artık politika yapamayız çünkü tükendik, deniyor. Haklılar, Kuruçeşme’de, tartışacağız, birleşeceğiz diye bütün bir pratik mücadeleyi tatil etmişlerdi. Kuşkusuz bu, bir çevrede ne militan bırakır ne kendine güven duygusu. İki yılı aşkın süren “birlik tartışmalarının vardığı noktadır bu… Ya şu sözlere ne demeli: “… bizleri oligarşi ile mücadelenin problemleri ile uğraşmak yerine, kendi yarattığımız problemlerle uğraşma durumunda bırakmışlardır.” Kim? Ama bu da bir şey…
Zararın neresinden dönülürse kardır diyerek “Kurtuluş”un önüne koyduğu hedeflere bakıldığında, ne yazık ki burada ne 80 öncesinden ne de sonrasından ders çıkarma eğilimi görülebiliyor. Anlaşıldığı kadarıyla, Lenin’in Iskra için öngördüğü yayın ve örgütlenme planına öykünen “proletarya sosyalistleri”, önlerine “Kurtuluş” aracılığıyla örgütlenmeyi koymuşlar. Böylece partinin de örgütlenmesine kılavuzluk edecek “duvarcı ipi”ni çekecekler:
“Gazetenin bayiler aracılığıyla dağıtımı tali bir biçim haline getirilmeli ve bunun için de her birimde dağıtım grupları oluşturulmalıdır… Yapılanmaların olmadığı yerlerde bu dağıtım grupları en ilkel düzeyde bile olsa örgütlenme grupları olarak da görevlendirilmelidir. İlişkilerin gelişmesine paralel olarak yapılanmanın oluşturulmasıyla birlikte farklı türden iş bölümleri, uzmanlık grupları oluşturulma yoluna gidilmelidir. Bu görevin yerine getirilmesi için bütün Kurtuluşlulara ulaşmayı amaçlayan merkezi bir örgütlenme grubu oluşmalı…”
Ama bu “kılavuz ipi” ile ancak bir “iş merkezi” inşa edilebilir. Çünkü yasal bir dergi aracılığıyla “yapılanmaları”, “merkezi örgütlenme grubu”yla ancak yasal ve açık bir parti kurulabilir. Ve zaten yasalcılığa soyunuluyor. Kurtuluşçularda yasa-dışılık, yeraltı korkusu ve düzene uyum öyle boyutlara varmış ki, şu sözleri edebiliyorlar: “Yeraltında büyüyenler polisin kolaylıkla avlayabildiği örgütler haline gelmişlerdir. Tabii bu küçük kalmış olanları aynı akıbetten kurtarmamış tır.” Evet, aslında Lenin de Okrahana’dan korktuğu ve “avlanmayı” önlemek için (!) yasalara uygun ve açık bir örgütlenmeye gitmişti!..
Hangi koşullarda yasal parti olarak örgütlenilecek?
Biliniyor, Kurtuluşçulara göre, Türkiye’de faşist diktatörlük yok “askeri diktatörlük” var! Peki, o, demokratik bir diktatörlüğe mi dönüştü yoksa zaten demokratik bir diktatörlük müdür?
Eh! Artık 141 ve 142 de kalktığına göre, yeni “anti terör yasasıyla “proletarya sosyalistleri” çok genişleyen örgütlenme olanaklarından yararlanacaklar. Artık ne gerek var yasadışı örgütlenme, yeraltı yayını basım ve dağıtımı gibi anlamsız faaliyetlere!
Ne diyelim. Huylu huyundan vazgeçmiyor.

Ceyhan Cezaevinden;
Kamuoyuna,

Son günlerde basın ve TV’den yansıyan haberlerle kamuoyu iktidar tarafından bir yanılsamaya düşürülmüştür. Emekçi halka, devrimci demokratik güçlere ve biz siyasi tutsaklara yönelik baskı ve zorbalığın yeni girişimleri, iktidarın gündeme getirdiği “cezaların tecili” konusuyla birlikte kamuoyunun gözünden kaçırılmak istenmektedir. “Demokratikleşme” adına TCK’nın kimi maddelerim kaldırıp yerine toplum yaşamını bütünüyle faşist bir kıskaç içine alan ve çok ağır baskı koşullarını içeren ANTİ-TERÖR YASASI’nı devreye sokmaktadır.
12 Eylül’den bugüne uzanan süreçte korkunç bir sindirme ye korkutma altında tutulan toplumun yakıcı sorunları, ortaya konan çeşitli düzeylerdeki tepki ve mücadelelerle birlikte su yüzüne çıkmakta ve çözümünü dayatıcı bir düzeye gelmektedir. Bu gelişimden telaşa kapılan ve varlık nedenlerini sömürücü ve baskıcı bir işleyişe oturtan iktidar, toplumun özgürlük, demokrasi ve insanca yaşam talebini etkisiz kılmak için çeşitli manevralara ve yeni senaryolara başvurmaktadır.
Cezaların tecili de bu girişimlerin ikiyüzlü bir örneğidir. Cezaların tealiyle, bir yandan toplumun yakıcı bir sorununu oluşturan ve 12 Eylül’ün tümüyle hukuk dışı yargılamalarıyla ortaya çıkan bizlerin içerde tutuluşunun geçersizliğini kabullenmekte; diğer yandan da biz devrimci tutsakları içeride tutmanın hesabını yapmaktadır. Bu ceza teciliyle, biz devrimci tutsakların dışındaki bütün adi suçtan yatanlar faşistler ve işkenceciler salıverilmektedir.
Şeker Bayramı ve 23 Nisan için verilen iki açık görüş hakkımız birleştirilerek 5 gün olarak belirlenmiştir. Ancak yapılan düzenlemeyle 5 günlük bu süre içinde bir kişi bir defaya mahsus olmak üzere iki saatlik bir görüş yapabilecektir. 5 günlük süre boyunca yakınlarımızla yan yana olmamızı engelleyen ve açık görüş yapılmasına uygun olmayan bir yerde iki saat gibi bir zaman sınırlamasını açık görüş olarak göstermek olanaklı değildir, kabul edilemez. Çünkü yıllarca canımızı eriterek elde ettiğimiz bir insani hakkımızın yok sayılmasına sessiz kalamayız.
Açık görüşün gasp edilmesine sessiz kalamayacağımızı bildirirken, bütün duyarlı kesimleri bu mücadelemize sahip çıkmaya ve desteklemeye çağırıyoruz.
(Ceyhan Özel Tip Tutsakları adına: Nihat ŞEKER, Hilal AYDIN, Halit AYDİÇ, Hasan AKBABA, Mehmet ÇİFTKUŞ, Hüseyin CEVHER, Tahsin ALPŞAR, M. Şah YILDIRIM, İlker DİLCAN, Hüseyin ÇAPARTAŞ, Fahri IŞIKSAL, Rıfat BARIŞ, Serdar CAN.)


Yurtdışında Irak Kürtleriyle Dayanışma

Irak’taki faşist Saddam diktatörlüğünün katliamlarından kaçan yüz binlerce Kürt emekçisinin yaşadığı vahşet karşısında yurtdışında çeşitli protesto gösterileri yapıldı. Başta ekonomik ve siyasi sürgüne gönderilmiş Türk ve Kürt emekçileri olmak üzere çeşidi ülkelerden emekçiler ve duyarlı insanlar protesto gösterilerine ve maddi yardım kampanyasına katıldılar. Başta Almanya olmak üzere, Hollanda, İsviçre, İngiltere, Avusturya, Fransa, Danimarka, İsveç, Belçika ve diğer ülkelerde çok sayıda mitingi yapıldı, konsolosluklar önünde Irak faşizmi İanedendi ve açlık grevleri yapıldı. Bu gösterilerde aynı zamanda, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin Kürt halkına yönelik oyunları ve göstermelik yardımları teşhir edildi.
Dişe diş silahlı ve kitlesel direnişle kendini dünyanın ilgi odağı haline getiren Kürt halkını dağlarda yaşayan küçük bir azınlık gibi göstermeye uğraşan emperyalistler, halkın kendi kaderini tayinini özerk bölgeyle sınırlandırmak istiyorlar. “Tampon bölge”, “güvenlikli bölge” gibi planlarla bölgeye yerleşmeye çalışıyor ve ikiyüzlü sahte barışçıl maskeler takıyorlar.
Komünistler ve devrimcilerin önderliğinde yapılan gösteriler, bu ikiyüzlü emperyalist insan-severliğe ve dökülen timsah gözyaşlarına yanıt oldu.

İşçi Sınıfından Haberler
Petkim işçileri, toplu sözleşme görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanmasını protesto etmeye devam ediyor. Petkim’in Aliağa ve Yarımca tesislerinde çalışan 6500 işçi, servis araçlarından inerek tesislere yürüme, alkışlı protesto, işyeri işgali, topluca viziteye çıkarak üretimi durdurma gibi eylemlerde bulunuyorlar. 1 Nisan’daki Aliağa yürüyüşüne polisin saldırısına işçiler, dört gün süreyle işyerlerini işgal ederek tepki gösterdiler. 23 Nisan’da yeniden eyleme başlama kararı alan işçiler, grev yasağı kapsamında olan Petkim’de şalter indirmeye varacak etkin eylemlerde kararlı olduklarını açıkladılar.
İETT Sürücüleri, 5 Nisan’da 4 saat, 12 Nisan’da da 3 saat iş bırakarak maaş ödemelerinin gecikmesini ve toplu sözleşme görüşmelerinin uzamasını protesto ettiler.
İETT Merkez Atölye İşçileri de, genel müdürlük önünde toplanarak işverenin ücret teklifini arttırmasını istediler.
İzmir’de ESHOT işçileri, 12 Nisan’da işi durdurarak Konak alanında Belediye binasına yürüyerek ücretlerinin ödenmemesini protesto ettiler.
Devam eden işten atmalara karşı açlık grevine giden Pendik Belediyesi işçileri de, işe geri alındılar.
Grevde olan Belpa, TÜMTİS’e bağlı Eskişehir, Bursa ve Ankara terminal, Adana Pilsa ve Kütahya Porselen işçilerinin yanı sıra, grevdeki THY ve HAVAŞ’ta çalışan 3 bin işçi 11 Nisan’da sendika merkezinden özgürlük Meydanı’na yürüdüler.
Maga Deri işçilerinin işyeri işgal eylemleri ikinci ayını doldurdu.
Sovyetler Birliğinde 300 bin maden işçinin grevi sürerken, Minsk’te 10 Nisanda 70 bin, 11 Nisan’da 200 bin işçi olağanüstü önlemler ve fiyat artışlarına karşı ve “Komünist Parti” mallarının millileştirilmesiyle Gorbaçov’un istifası taleplerini ileri sürerek genel greve çıktılar.
SSCB Parlamentosu Yüksek Sovyet’i onayladığı anti kriz programı ile ülkede tüm grevlerin yasaklanması ve üretim sürecinin normale döndürülmesi için sert önlemler alınmasını öngördü. Dillerde “Olağanüstü Hal” uygulaması dolaşıyor. Hükümetle görüşmek üzere eylemlerine ara veren işçiler ise, görüşmelerde anlaşma sağlanamaması üzerine 23 Nisan’da yeniden genel greve gittiler.
ABD’de demiryolu yük işçilerinin grevi başkan Bush’un müdahalesi üzerine 65 gün ertelendi.
Kapitalist revizyonist dünya pek huzurlu değil bugünlerde!


Burjuva Basın Etiyopya’daki Mücadeleden Söz Etmeye Başladı

Yıllardır ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi veren Etiyopya halklarına karşı derin bir suskunluğa gömülen emperyalist burjuva haber ajansları, nihayet suskunluklara bozmaya başladılar.
Etiyopya Devrimci Demokratı Halk Cephesi (EPRDF) karşı-devrime ağır darbeler vurmaya hazırlanırken, şu ana kadar “objektif habercilik” gereği susan haber ajansları nihayet uyandılar. DPA ve AFP ajanslarının geçtiği ve Almanya’da bir günlük gazetede, Süddeutsche Zeitung’da 29 Mart 1991 tarihinde yayınlanan haberin bazı bölümlerini aşağıya alıyoruz:
“Tigre ve Eritreli isyancılar başkent Adisababa’ya doğru ilerliyorlar, son üç hafta içinde 120 km kadar yaklaştılar. Hükümet kontrolündeki tek liman kenti Assab’a giden yol hala açık olmasına rağmen, başkentte petrol ve benzin darlığı başladı. EPRDF Adisababa’ya 150 km uzaklıktaki Mezezo kentinin ele geçirildiğini bildirdi. EPRDF’ye dahil olan Tigre Halk Kurtuluş Cephesi kuzeybatıdaki iki önemli kent olan Gojam ve Goldan kentlerini ele geçirdi. Ülkenin doğusunda da Mengitsu rejimine baskı giderek artıyor…”
“Dış haber” sayfaları emperyalist ajans ve gazetelerin kötü bir kopyası olan Türkiye’nin burjuva basını bakalım ne zaman sözünü etmeye başlayacak?


Ekonomide “Kıyamet Günü” ve “Umut Işığı

Ülke ekonomisi “gelişiyor-geriliyor” tartışmaları süredursun, Merkez Bankası Başkanı Rüştü Saraçoğlu ekonominin geleceği hakkında, şöyle bir öngörüde bulunuyordu:
“Şayet herhangi bir altı aylık dönemde Merkez Bankasının döviz varlıkları 2 milyar dolar düşer, bankanın verdiği iç krediler 4 trilyon TL. artarsa ve bu arada kurlar anmıyorsa, bilin ki kıyamet günü yakındır.”
Günlük gazetelerin ekonomi sayfalarına yansıyan verilere bakılırsa, son 3 ayda Merkez Bankasının döviz varlığı 2 milyar 52 milyon dolar düştü. İç krediler ise 4 trilyon 179 milyar TL. arttı. Yani Saraçoğlu’nun bunlar “6 ayda olursa kıyamet kopar” dediği şey 3 ayda gerçekleşmiş oldu. Demek ekonomide “kıyamet günü” kapıyı çaldı çalacak. Artan döviz kurları “kıyameti” önler mi bilinmez.
Bu arada TOBB başkanı Yalım Erez de “kıyamet” alarmım gürültülü bir şekilde çaldı. Ona göre “bugün uygulanan serbest piyasa ekonomisi değil komuta ekonomisi”ydi (Gorbaçov’un adamları dünyayı sosyalizmin “komuta ekonomisi” belasından kurtarırken, Rusya’dan atılan pislikler anlaşılan Türkiye çöplüğüne gelmişti.) ve rakamlar bir yana gerçek durum karamsar bir tabloya işaret ediyordu. Erez, “Türkiye ekonomik açıdan büyük bir açmaz ve çıkmazla karşı karşıya. Bu sıkıntıları günlük kararlarla halletmek mümkün değil. Artık rakamlar öyle bir noktaya geldi ki, Türkiye’nin yeniden bir istikrar programına ihtiyacı var. Bazı acı reçetelerin uygulanması gerekiyor. Belli bir kemer sıkma politikasına ihtiyacı var” diyor ve bugünkü hükümetin 24 Ocak önlemleri benzeri böyle bir reçeteyi uygulamaya koyma kudretinde olmadığım söylüyor ve “erken seçim” istiyordu.
Fakat Türkiye ekonomisinde umut verici gelişmeler de yok değil. Geçen yılki sıralamada birinciliği kaçıran ünlü genelev patroniçesi Matild Manukyan bu yıl tüm rakiplerini sollayarak vergi rekortmeni oldu. Böylece ekonomideki propaganda edilen gelişmenin de hangi sektörde olduğu anlaşıldı. Milliyetçi muhafazakâr ve de liberal yönetim altında, Manukyan, “hür teşebbüs” adına “vergilendirilmiş kazancın kutsallığını” niçin temsil etmesin? Bütün şom ağızlılara karşın kalkınma hızı % 9,3 gibi yüksek bir orana kavuşmuştu. Varsın gelişen sektör, kadın eti ticareti üzerine kurulu olsun! Bu durum, “milli” bir ruhla kurumlaştırılan “çağdaş aile” ve muhafazakâr eğitimin meyvelerini verdiğinin göstergesi olsa gerek.


Nostaljik “68’liler”

Başlıca, ülkenin “şerefli” 12’lerinin, 12 Mart ve Eylül”ün fiziksel zordan daha da çok ideolojik baskısı ve yaydığı korkuyla silkelenip dökülen bir dizi eski ünlü, Mülkiyeliler Birliği’nde yemekli bir 68 nostaljisi toplantısı düzenliyor.
Kuruçeşme, gelecekte ülkenin Bab-ı Ali’si yapılmaya layık olacak denli ünleniyor. Çabalan akamete uğramış olsa bile,”birlikçiler” de Kuruçeşme’yi üs edinmişlerdi. Şimdi onlara rakip çıkıyor: “68’liler”. Onlar da aynı yerde üsleniyorlar. Rekabeti dostlukla çözümleyebilirler, çünkü iki platformun belli başlı kişileri her iki “platforma” da dâhiller.
Toplantı pek neşeli geçecek. Kapitalist düzene entegre olmuş bir dizi eski solcu işadamı ve tüccarın yanı sıra, bu düzenin kıyılarında dolaşan ve paçaları onun sahile vuran dalgalarıyla ıslanmış ve pek çoğununki de sırılsıklam olmuş, yaşamında gerçekçi, geçmişi ve 68’li olma konusunda nostaljik aydın, gençlik heyecanlarını yeniden “yaşayıp” o güzelim günleri kim bilir hangi çirkin düşünce ve sululuklarla yad edecekler. Belki “baki kalan bu kubbede bir hoş seda imiş” şarkısını söyleyeceklerdir. O eski marş ve türküleri, örneğin “tanklarıyla toplarıyla gelseler bile…”yi söyleyecek değiller ya! Bugün komünistlerle Zonguldak işçilerinin eylemlerinde bir üst düzeyde dillerde olan 68’in bu mücadele ve kararlılık marşını, 68 emeklilerinin keyifle kadeh tokuştururken mırıldanıp huzursuzlanmaları, gecenin “mana ve ehemmiyetini” gölgelendirir doğal ki.
Emekli 68’liler vakıf kuracaklarmış. Ne işe yarayacak belli değil. Herhalde ticari faaliyetlerde dayanışmanın aracı olacaktır. Ama onlara, vakıf yerine müze kurmak ve en anlı şanlılarına burada seyirlik malzeme olarak hafta tatillerinde görev vermek daha çok yakışacaktır. Hem mumyalamak! ya da içlerini saman doldurmak gibi ek masrafa neden olacak operasyonlar da gerekmeyecek; kuruluş, kolay başarılacaktır.
Yine de, memlekette “demokrasi var”, isteyen herkes, anma ve kutlama yapma izni pek alamasa ve bunların çoğu “bilek hakkı”yla başarılsa bile, gece vb. düzenleyebiliyor. 68 gecesi için de, ne hükümetin ne de gerçek 68’lilerin izin vermesi gerekmiyor. Bir elin parmaklarını ancak bulan sayılarıyla “68’liler” arasında azınlıkta kalan, bugün hala aynı ruhla mücadelelerini sürdüren gerçek 68’lilerin izin mercii olmadıkları ve böyle geceler için esamilerinin okunamayacağı bir gerçek. Emekli ve döküntüler, devrim kaçkını nostaljistler yiyip için geçmişleriyle ilgili şaklabanlık yapabilirler. Ancak ilgilileri uyarıyoruz: 60 bin TL. gibi bir ödemeyle biraz tuzluya patlayacak bu gecenin katılımcıları çevreyi kirleteceklerdir. Yıllardır kirletiyorlar, havayı bir çürüme kokusuyla dolduruyorlar, kafaları çekince ortalık iyice kirlenecek!


PERDECİ – Mehmet Esatoğlu

Yaşasın Komünizm
“Oh be!”
1 Mayıs’a bir kala
Geriliyor dört bir yanından
Gece yarısı On ikiye bir kala
Gözaltına aldılar SON DAKİKAyı
Son dakika sıfıra varamadı.
Nisan Mayıs olamadı.
“Gerekirse bütün Mayıs feda edilecek
Zaman durdurulacak” mantığıyla Tıkıldı son dakika parmaklıklar ardına

Gözaltı önden geldi.
Arkadan istim misali gerekçe bekleniyor.

Gerekçe..
Çaresiz “Sonra açıklanacak”
Çünkü yukarıdan emir böyle…

Emirlemek kolay
Son dakikayı demirlemek kolay
Açıklamak
Zor.

Kimine göre geç kalındı.
Çok önceden kapılar tıklatıldı
fısıltılar ihbarladı.
Mayıs yine geliyor
Kan kızıl giysisiyle
1 MAYIS geliyor.
Dudağında “Gün gelir” türküsüyle

En tepenin şişmanı
Kaim gözlük camlarının ardında
Gözlerini kıstı
Yanındaki ahizeye baktı.
Öfkeyle söylendi:
“Dünya alt üst oluyor
Duvar yıkılıyor
Ama ne gam.

Mayıs hiçbir şey olmamışçasına
Geliyor. Yüreğimize taş gibi oturarak.”

Evet MAYIS gelecekti..
Bir gece yansı saatler çalarken
Ay değişecek gün değişecekti.
Güzelim Nisan yumuşacık bir kayışla
Terk edecekti yerini baharın son ayına
MAYIS’A.

1981 30 Nisanında Fabrika’da gece vardiyasındayım. Elektronik saatimin alarmını 24’e ayarladım. Çalışırken bir gözüm saatte. 23.59’da bir saate bir çevremdekilere bakıyordum. 23.59’da gözlerimizle geriye sayıyorduk. Saniyeler nabız gibi titanlarken hafif bir sesle 1 Mayıs’ı söylüyoruz. Motor gürültüsünden hiçbir şey duyulmuyor. Yalnızca birbirimizin dudağından anlıyoruz ne söylediğimizi. Ne güzel söz “Devrimin şanlı yolunda…” Okyanusu hiç görmedim nasıl çalkalanıyor acaba fırtınada.

Nisandan Mayısa ulaşmak isteyen son dakika
Baktı parmaklıkların ardından ufka
Zaman durmuştu.
Aynı yerde durmaktan ayın ışığı solmuştu.
Hafiften kokuşmuş bir yel esiyordu.
Parmaklığın önünde ayak sesleri
Kaçırmamak üzere son dakikayı bekliyordu.

En tepenin şişmanı
Kalın gözlüklerinin ardından
Dünyaya bakıyordu.
Koltuğunun hemen kenarındaki ahize
bir hamlede açılacak kadar yakın
Eli telefonun yanında
Belli ki o da emir bekliyor
Daha yukarı bir yerlerden

Telefon sesiyle irkildi
Donuk bakışlar ahizeden ayrılmadan

Dinledi emirleri
Ahizeyi kapattı.
Notlar aldı
Aldığı emirleri uygulayıcılara iletti
Bir anten gibiydi.
En büyük patronla uygulayıcılar arasında.

Bir hafta önce
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletin” diye
Nutuklar atmış da olsa
Egemenlik kayıtsız şartsız büyük patronundu.
Büyük patronu atayan tekellerindi.
Ve diğer biçare figüranlar
Meclisi dolduranlar
Elinde mühür Süleyman’ım diye gezenler…

Kalın gözlüklü şişmandan
Emirleri alan şişman dağıtımını yapacakken işlerin duraladı.
Ahizeye elini uzatıp soracakken
“Vardır bir bildikleri” diye vazcaydı.

Şişmanın adamları
Toplandılar bir masa etrafında
Emirlere baktılar, kaş çattılar
(Emirleri getiren şişman bir terslik olduğuna o an daha çok inandı.)
Toplandıktan masada
birden geçen yılı anımsadılar.
O masa etrafında geçen yıl
Kürt diyeni nasıl tıkarız içeri diye
SS kararnameleri imza bekliyordu.

Hey koca dünya
Hey koca memleket
Bu ne değişim
Vay başıma.
Bu yıl Kürt sözcüğü
Manşet oldu sekiz sütuna

Şişmanın adamlarından biri
Soru attı ortaya
baylar… şaşırdı mı patronlar
Şaşıracak zaman mı
Mayıs kapımızda…
-Bir sessizlik-

Şaşırır mı hiç onlar
Şaşıranı şaşırtırlar
Koltuğunu altından aşırtırlar
Affı yoktur bu işin
Lamı-cimi hiç yok.
Peki şaşırmadılarsa
Bu kararlar da ne?

Yakaladık son dakikayı
Tıktık deliğe
Çekersek ipe
Mayıs’a varılmayacak
Belki bir kez daha 1 Mayıs diye haykırılmayacak
(Masada olur mu olur havası)

Baylar… baylar komik olmayın
Hatırlasanıza geçen yılı
Belki gelecek yıl biz
Hatta bu masa…
(Toplu “Aman Allah” korosu)
-Yine bir sessizlik-

Mayıs yüzyıldır gelmiş
Motor sesleriyle birlikte Gelmiş.
Onların tezgahların başına geçişiyle

Onların “tezgâh”a gelişiyle
Gelmiş
Bir ülkede gelmiş
Ardından yüz ülkede gelmiş
Sen sekiz saat uğrunayı bilir misin
Sekiz saat Uğruna kan dökülen
Can verilen
Geleneğinde idam sehpaları yatan
Sekiz saat
Makinâ sesleri arasından
Sokaklara dökülen
Gövde siper edilen
En küçük geri adımda
Geri sökülen
Sekiz saat
(Paris konfeksiyon atölyelerinde 12 saat boğuşan işçi dostlarımın kulaktan çınlasın.)
Sahi o gün bıçak kemiğe nasıl dayandı.
Kalabalık nasıl haykırdı gayrı yeter diye.
Ve tarih her günkü gibi yazılırken
Nasıl bozuldu?
! Mayıs’ta
Sekiz saatle başlayan dövüş
Nereye vardı.
Sekiz saat için can veren işçiler
Komünist Cumartesi için
Sabahın köründe makinayla sevişen işçiler.
Nerden Nereye…

(Kömür madeninin en dibinde saatine baktı. Yanındakine takıldı. “Biliyor musun bu 1 Mayıs gelmeyecekmiş”. “Ya Niye” “Biz madencilere kızmış onu Ocak ayında kutladık diye”)

Masanın etrafındaki yöneticiler
Ellerinde emirler
düşünmekteler derin
İşin ucu nereye gider…

Baş beyefendi
Emrindeki bizim beyefendi
bize emirleri getiren beyefendi
karar almışlar
Kapılar açılsın, içerdekiler salınsın
Hadi diyelim taş koyduk
Bazılarını saldık

Peki ya son dakika ne olacak
Birden iş yapıyormuşçasına
başlattılar bir tartışmayı
“İttifakla sövdüler” sövgüler yayıldı.

Telefonlar çaldı
“İttifakla oyladılar”
Demir kapı şangırtıları arasında
Biri sordu diğerine
Peki, Mayıs ne olacak?

Gözaltındaki son dakika
Belki salınacak
23.59’dan 24’e varmaması koşuluyla…

Son dakika
Salıverme koşuluna uyacak mı?

Saatler Yirmidört’e vardığında
(Eylül ortası Mayıs’ı
Saat sinyalleri ve ağız dolusu
Gülücükle karşılaşmış işçi)
Yemekhanede masa üstüne fırlayacak
Mayıs’a merhaba diyecek
Baretler kasketler sallanacak
Her bir yanda
Merhaba Mayıs
Hoşgeldin 1 Mayıs
Görkemine yaraşır bir yıl yaşadık.
Takvimler 1991 yazdığında
Ayaktaydık yurdun her bir yanında
Haydi alın şu kırmızı karanfilleri
Takın yakasına herkesin
Mayıs’ı bütün bir yıl kucaklayanlar
Hazır olun halaya
Haydi artık çalsın davullar
1 Mayıs geldi, hoş geldi.

Yürüyelim birlikte
NİCE MAYISLARA HEY!
(Gözaltındaki son dakika bir ayağı Nisan’da, bütün gözler üstünde. 30 Nisan’ı 1 Mayıs’a bağlarsa gece anlayacağız ki, bütün şartlı-şurtlu salıvermeler çıktı boşa.)

Mayıs 1991

Kürtler kamplara toplanıyor, Kürtler denetim altında

Irak’ın, Saddam diktatörlüğü altında emperyalizme boyun eğmesi ve Güney Irak’ın emperyalist-gerici Koalisyon ordularının işgaline girmesi, emperyalistlerle savaş şuasında da dirsek temasında olan burjuva-feodal Kürt önderlerini “kolay zafer” sarhoşluğuna itti. Savaşın “bitiminden” hemen sonra harekete geçen Kürt küvetler, Kuzey Irak’taki Kürt bölgelerinin % 95’ini bir kaç gün içinde ele geçirerek “zafer şenlikleri” yapmaya başladılar. Ama emperyalist-gerici Koalisyonun ordularına karşı direnmeyen, direnme niyeti bile göstermeyen Irak ordusu, Kürtlere karşı elindeki bütün silahlarla saldırdı. Çocuk, kadın ihtiyar, savaşçı ya da sivil olmasına bakmadan Kürtleri katletmeye girişti. Saddam Kuvvetleri karşısında direnme ve savaşma cesaretini yitiren Kürt önderlerin kararsızlığı Kürt saflarında dehşet ve paniği hızla yaygınlaştırdı. Yüz binlerce Kürt, İran ve Türkiye sınırına dayandı. Açlık, soğuk, bozgunun yarattığı moral çöküntüsü içindeki emekçi Kürt yığınları, yurtsuz, silahsız ve çaresiz olarak yığınsal mülteciliğe yönelmek zorunda kaldılar. Iran ve Türkiye’ye sığınan Kürt “mülteci” sayısının 1,5 milyonu aştığı sanılıyor.
Irak’lı Kürtlerin, bugün içine yuvarlandıkları felaketin nedeni; elbette Kürtlerin ulusal özgürlük talebinin zayıflığından, bu uğurda gerekli fedakârlıklara katlanmaktan çekinmelerinden değildir. Tersine Kürtler, son yüzyıl içinde sayısız başkaldırılar, bölge gericiliğinin baskı ve terörü karşısında yılmamanın örneklerini vermişlerdir. Ama bugüne kadar, özgürlük, KKTH için giriştikleri mücadeleler hep, felaketle sonuçlanmış, bu felaketlerin baş sorumlusu feodal-burjuva önderlikler, her seferinde Kürt mücadelesinin başında kalmayı başarabilmişlerdir. Bu, son en büyük felaketin asıl sorumlusu da yine emperyalistler ve politikalarını emperyalizmin Ortadoğu planlarına göre ayarlayan Kürt burjuva-feodal önderliklerdir.
Emperyalistler, daha Körfez krizinin başından itibaren Kürt kozunu, sadece Irak rejimine karşı değil, bölgedeki diğer gerici-faşist rejimlere karşı kullanmayı amaçladılar. Kimisini Kürtlerle “tehdit” ederek, kimisini de Kürtlerin statüsünün “değişmeyeceği” konusunda “ikna” ederek politikalarını hayata geçirmeye koyuldular. Iraklı Kürt liderlerce; daha baştan itibaren emperyalistlerin politikalarına paralel bir tulum takınarak, emperyalistlerin yenilgiye uğratacağı bir Irak’ta “KKTH (!)”nı kazanacak bir çizgi izlediler.
Emperyalistlerse; gerçekte, Ortadoğu’ya, ne Kuveyt’in ne de Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı için ne de “özgürlük” ve “demokrasi” için gelmişlerdi. Onlar için tek önemli olan, Ortadoğu’daki yakın ve uzak çıkarlarıydı. Bu yüzden de, kriz ve savaş boyunca, Irak’ta, Saddam’a karşı tek muhalif güç olarak gördükleri Kürtlere göz kırptılar ve değişik senaryoların gündeme gelmesine göre de, Kürtlere karşı tutumlarını belirlediler.
Feodal-burjuva Kürt önderler ise, 40 yıldır üstlerinde oynanan oyunlardan ders almadıkları, daha doğrusu sınıf çıkarları, Kürt emekçi halkı karşısındaki konumları başka bir tutuma elvermediği için emperyalist planların ve senaryoların basit bir parçası olmaktan öte gidemediler. Beyrut’u mekân tutan Kürt liderlerin temsilcileri, savaşın sonlarına doğru emperyalist başkentleri arasında mekik dokuyarak, Kürtlerin; “kaderlerini belirlemeye” çalıştılar. Ve kendilerince artık “ayağa kalkma günü” nün geldiğine inanarak, Saddam rejimine başkaldırdılar. Sonraki olanlar biliniyor, bozgun ve Kürt emekçilerin yüz binler halinde mülteciliğe zorlanması.
Emperyalistler, Saddamlı ya da Saddamsız, Irak rejimiyle bir uzlaşma yolu bulur bulmaz, Kürtlerin arkasındaki desteğini geri çekti. Ve Saddam’a Kürt katliamı için yeşil ışık yaktı: Savaş sonrası yapılan gayrı resmi ateş kes kararında, Saddam rejiminin savaş uçakları ve helikopterlerinin iniş kalkışı yasaklanırken, Kürtlerin başarı sağlayacağı anlaşılınca, “Müttefik küvetleri tehdit etmemek koşuluyla” uçuşlar serbest bırakıldı. Burjuva-feodal Kürt önderlerin “yardım” ve Saddam’a müdahale edilmesi” çağrısına, emperyalistler, “biz Irak’ın içişlerine karışamayız, bu BM kararına ve bizim devletler hukuku anlayışımıza aykırı” yanıtı verdiler ve birdenbire, “hak”, “hukuk”, “devlet egemenliği” gibi “yüce değerler” akıllarına geldi. “Bizi Amerika ayaklanmaya kışkırttı” diye feryat eden Kürt liderlere Bush, “Beni yanlış anlamışsınız, ben öyle bir şey yapmadım, yanlış anlamışsınız” yanıtıyla karşılık verdi.
Yaşananlar bir kez daha emperyalistlere dayanarak, onların vaatlerine kanarak, ne bağımsızlık ne de özgürlüğün kazanılamayacağı kanıtlandı. Ama emperyalistler için oynanacak oyun henüz bitmemişti. Yeniden, “kurtarıcı” kılığına bürünerek sahneye çıktılar. Ama bu sefer, müdahale, “kendi kaderini tayin hakkı” için değil, “insanlık”, “insani yardım” adınaydı.
Gelişmelerden sadece Batı’lı emperyalistler değil, onların bölgedeki dayanakları da çok mutlu olmuştu. Hem Saddam yıpranmış, hem de bölgenin çıbanbaşı olan Kürtler bir darbe daha yiyerek yıpranmışlar, uzunca bir zaman “bellerini doğrultacak halleri” kalmamıştı. Artık emperyalistler ve bölge gerici rejimleri “dost”, “kurtarıcı” rolüne çıkabilirlerdi.
Öyle de yaptılar. Kürtlerin başına gelen felaket, Batı’nın basın ve yayın organlarında çarşaf çarşaf yer alınca, “timsah göz yağlarıyla” “yardım” reklâmını başlattılar. Ve Kürtler için düşünülen planın parçalan bir bir uygulamaya sokulmaya başlandı. Ve Kürtler, önce Türkiye ve İran’daki “geçici” kamplarda “korunmaya” alındı. Sonra da, Irak’ta, İran ve Türkiye sınırına yakın bölgelerde “kamplar” kurulmaya başlandı. Bu bir kaç kilometre karelik bölgelere yerleştirilecek Kürtleri ABD-İngiliz ve Fransız askerleri koruyacaktı. Bu “amaçla”, 13 bin 500 emperyalist asker ve bunlara gerekli savaş gereçleri bölgeye yığıldı. Ve bunların “güven içinde” eski yerlerine dönünceye kadar, bu kamplarda barındırılacağı açıklandı.
Ortadoğu’da emperyalistlerin “kamplarla çözüm” yöntemi yeni değil elbette. Siyonist-emperyalist saldırısı karşısında yaşadıkları toprakları terke zorlanan yüz binlerce Filistinli de on yıllar önce “kamplara” alınarak, yurtlarına “güvenlik içinde dönmek için” bekletilmişti. Ve aradan geçen bunca yıla karşın, Filistinlilerin sürgün yaşamı sürüp gidiyor. Bu yüzden de, bugün pek çoklarına bir çözüm gibi gelen “kamp çözümü”, bir halkı topraklarından koparıp, mücadeleden alıkoymanın yollarından en etkini olarak görünüyor.
Bugün Kürtler üstünde oynanan oyunun emperyalistlerin planlarının bir parçası olduğu çok daha iyi görülüyor. Bu plan, Kürtler gibi, bölgenin en diri, ama aynı zamanda bütün bölgeyi ilgilendiren bir sorunun da çözüm halkasını oluşturan bir halkı kendi denetimi altına almayı amaçlıyor. Böylece, hem bölge ülkelerine karşı şantaja başvurma olanaklarını genişletiyorlar, nemde kurt mücadelesinin emperyalistlerin çıkarlarına ters bir doğrultuda, gerçekten bağımsız ve özgür olabilecekleri bir yola girmelerine engel olmak için kozları ellerinde tutuyorlar. Üstelikte “kurtarıcı” bir rolde gözükerek. Dahası, bölgeye müdahale için, “güvenlik bölgelerini koruma” adı altında, istedikleri kadar yığınak yapacaktan bir bahane daha yaratmış oluyorlar. Kısacası, bugün hayata geçirilmeye çalışılan plan, sadece Irak Kürtleri için değil, bütün bölge halkları için sayısız tuzaklar içeren bir plandır ve asıl amacı, emperyalistlerin Ortadoğu’daki varlıklarını güçlendirmeye, onların durumlarını sağlamlaştırmaya yönelik bir plandır.
Bütün bu gelişmeler olurken, aşağılık bir emperyalist planın aleti olarak, aşağılayıcı bir yenilgiye uğrayan Irak’taki feodal burjuva Kürt önderler, durumlarını pişkince karşılayıp, yenilmiş, en az Saddam kadar onursuz olarak Bağdat’ın yolunu tuttular. Ve 1970’li yıllarda Irak rejimi’nin önerdiği bir “sınırlı özerklik” için görüşmeye oturdular. Kürt halkından gizli ve tamamen kapalı kapılar arkasında, Saddam ve Kürt liderler arasında süren görüşmeler, sızan haberlere göre, Saddam rejiminin önerisinin üstünde sürüyor ve Kürt liderler, Saddam ne verirse onunla yetinecek gibi görünüyor.
Bütün bu gelişmeler, emperyalizmle işbirliğine hazır, diğer ülkelerdeki Kürt reformcu ve revizyonistlerince de “olumlu” bulunuyor ve ABD ve diğer Batılı emperyalistlerin bölgede bulunmalarını, Kürtler için bir dayanak olarak görüyorlar. Sadece emperyalistlere neden daha önce ve daha etkili müdahale etmedikleri konusunda eleştiriyorlar. Bu çevreler “tampon bölge” ve “kampları” da Kürtler için “bağımsızlığın” bir yolu olarak görüyorlar.
Türkiye de, emperyalistlerin bu planlarının diğer bir destekçisi, hatta Cumhurbaşkanı ve hükümet üyeleri, bu planın kendi önerileri olduğu iddiasıyla övünüyorlar. Bu yolla “Kürt hamiliği”ni ve bölgedeki diğer amaçlarını gerçekleştirebileceklerini düşünüyorlar.
Emperyalistlerin ve bölgedeki gerici rejimlerin plan ve amaçlan hayata geçer mi, Iraklı ve diğer ülkelerdeki Kürtler, bu planın gerçekleştirilmesine nasıl bir tepki gösterirler, bölgenin diğer emekçi halkları, emperyalizmin bölgeye müdahalesine daha ne kadar sessiz kalır, bugünden bu sorulara ayrıntılı yanıtlar verilemezse de şu iki gerçek bugünden açıktır. Birincisi, emperyalistlerin Ortadoğu’da kurmak istedikleri “yeni düzen” öyle kolayca gerçekleştirilebilecek bir plan olmayıp, çabaladıkça içine daha çok çekildikleri son derece karmaşık sorunlara dolandıkları bir girdaptır. İkincisi ise, Kürtlerin, kendi kaderlerini tayin hakkı için (bu bütün uluslar için geçerlidir) emperyalistlere dayanmasının bir çözüm olmadığıdır. Sadece bir çözüm değil, halklar için yeni felaketlerin kapısını açan bir yoldur bu. Bu yüzden de, Kürtler, her şeyden önce burjuva feodal önderlikleri başlarından atmak gerçek kurutuluş ve özgürlük yoluna girmek zorundadırlar. Bunun için de, emperyalizmle değil, bölgenin diğer emekçi halkları ve artık gerçek bir güç olduğunu gösteren proletarya ile birleşerek, emperyalizm ve kapitalizmle savaşmaya yönelmek zorunda olduklarının bilincinde olmalıdırlar.
Kurtuluşun yolu son yüzyılın devrimleri ve kurtuluş mücadelelerinin yoludur. Başka yol da yoktur.

Mayıs 1991

1 MAYIS ve işçi sınıfının birliği

Marksist sosyalizmin ilk belgesi olan Komünist Manifesto, şu çağrıyla sona eriyordu: BÜTÜN ÜLKELERİN PROLETERLERİ BİRLEŞİN!
Bu, ütopik bir çağrı değildi. Kapitalizmin uluslararası olma ve işçi sınıfının sömürülme koşullarının uluslararası niteliğine dayanıyordu. Bütün kapitalist ülkelerde, işçiler; üretim araçlarına el koymuş kapitalist sınıf tarafından, gün boyu çalıştırıldıktan sonra, işçinin çalışmasının ürünü olan ürünlere de el koyarak, ona, ancak kendi yaşamını sürdürecek metaları satın alacak kadar bir ücret ödüyordu. Bu ücret, kimi ülkede diğerine göre biraz az ya da fazla olmasına karşın, bütün kapitalist ülkelerde üretim araçları ve yaratılan değere el konma karşısında işçi sınıfının durumu hep aynıydı. Bu aynılık, işçi sınıfının uluslararası birliğinin maddi temelini oluşturur.
Marksizm’in büyük öğretmenleri, Marks ve Engels, yaşamları boyunca; bu, “Bütün ülkelerin proleterleri birlesin!” çağrısının gerektirdiği bir tutum içinde oldular ve bütün belli başlı kapitalist ülkelerdeki proletaryayı birleştirmek, kapitalizme karşı ortak mücadeleye çekmek için savaştılar. 1. Enternasyonal içinde Marks ve Engels, 2. Enternasyonal içinde Engels, 3. Enternasyonal içinde Lenin ve Stalin, işçi sınıfın uluslararası birliği için savaştılar.
Sosyalizmin önderleri, Marks, Engels, Lenin, Stalin ve onların izleyicileri için, enternasyonalizm, ya da işçi sınıfının uluslararası birliği, hiç bir zaman çağalardan ibaret kalan bir şey olmadı. Tersine, onların eylemlerinin içeriğini belirleyen hep bu ilke oldu. Enternasyonaller bu amaca hizmet etmekten çıkağı anda da, onların dağıtılmasını savunmaktan geri durmadılar. Marks ve Engels’in 1. Enternasyonale, Lenin’in 2. Enternasyonale yönelik eleştiri ve tutumlarının arkasında, onların işçi sınıfının uluslararası birliğini parçalamaya yönelik eylemleri vardır. Çünkü Marksizm önderleri için Enternasyonallerin kendi başına bir anlamları yoktu. Enternasyonal, eğer gerçekten proletaryanın mücadelesini uluslararası çapta birleştirip kapitalizme karşı yöneltebiliyorsa anlamlıydı. 1. ve 2. Enternasyonal, bu işlevi yerine getiremediği, içindeki reformcu, revizyonist partiler tarafından bu perspektiften uzaklaştırılıp, kendi başına bir amaç hale getirildiği için gerçek Marksistler tarafından yıkılmaya terkedilmişlerdi.
Sınıflar mücadelesi tarihi bize, kendisini var eden nesnel temelden kopan ve varılacak amacı gözden kaçırarak, aracı amaç haline getiren her tutum ve eylemin kaçınılmaz olarak yozlaşıp çürüyeceğini gösterir. 1. ve 2. Enternasyonallerin başına gelen de bundan başka bir şey değildir.
Bugün, uluslararası proletaryanın eylemini birleştirerek, uluslararası kapitalizme karşı seferber eden bir Enternasyonal yoktur. Ama, bütün dünyanın gerçek Marksistleri için Enternasyonallere ruh veren ilkeler bugün de geçerlidir ve onlar, proletaryayı Enternasyonal’in idealleri doğrultusunda, enternasyonalist bir ruhla eğitiyorlar, eğitmelidirler de.
Proletaryanın uluslararası birliğini ve ideallerini simgeleyen olgulardan birisi de “1 Mayıs, işçi sınıfının birlik ve mücadele günü”dür. 1889’da, 2. Enternasyonal’in, 1 MAYIS’ı işçi sınıfının birlik ve mücadele günü olarak ilan etmesinden bu yana her yıl, 1 Mayıslarda, dünyanın her köşesinde işçiler, büyük kentlerin sokak ve caddelerini doldurarak sömürüşüz ve baskısız bir dünya için haykırdılar. Ne var ki, Enternasyonalleri yozlaştırıp amaçlarından uzaklaştıran revizyonistler, ellerine geçen her fırsattan yararlanarak, tıpkı onları yozlaştırdıkları, biçimsel bir kuruluşa dönüştürdükleri gibi 1 Mayıs’ları da amacından uzaklaştırıp, bir törene, bir resmigeçide dönüştürdüler. Bugün, Avrupa’nın belli başlı ülkelerinde, 2. Enternasyonale (Sosyalist Enternasyonal) bağlı sendikalar “büyük törenler” düzenliyorlar; ama bunların artık, gerçek 1 Mayıslar olduğu söylenemez. Çünkü 1 Mayıs’ın idealleriyle bir ilişkisi yok bunların. Çünkü bunlar için asıl olan 1 Mayıs’ın ideallerinin sınıfa benimsetilmesi, sınıfı idealler için mücadeleye çekmek değil, tören yapmak, törenin elden geldiğince görkemli olmasını sağlamaktır. Çünkü törenin görkemi kendi görkemleri olacak, efendilerine, sendika bürokrasisinin işçi sınıfı üstündeki etkisinin sürdüğünün göstergesi olacaktır.
Nedir, 1 Mayıs’ın idealleri?
1 Mayıs’ın, “İşçi sınıfının birlik ve mücadele günü” tanımından da anlaşılacağı gibi, 1 Mayıs, her şeyden önce işçi sınıfının uluslararası birliğini ifade etmesi nedeniyle, işçi sındının uluslararası kapitalizme karşı mücadelesinin bir simgesidir. Bu yüzden de, milliyetçiliğe, şovenizme, ulusal dar görüşlülüğe karşı mücadeleyi temsil eder. İkinci olarak, birer birer ülkelerde işçi sınıfının ulusal çapta birleştirilmesi, bu birliğin önündeki engeller olarak, burjuvazinin işçi sınıfı içindeki bölücü, mücadeleyi geri çekici rolüne, burjuvazinin sınıf içindeki uzantıları olan sendika ağalarına ve sendika bürokrasisine karşı mücadeleyi içerir. Üçüncü olarak, işçi sınıfının bir mücadele günü olarak, sınıfın ulusal ve uluslararası birliğinin kapitalizme karşı mücadele temelinde olmasını ön koşul sayar. Ancak bu söylenenlerden, 1 Mayıslarda sınıfın sadece bu genel talepleri öne sürmekle yetineceği, aktüel sorunları öne çıkaramayacağı anlamı çıkarılamaz. Tersine, her 1 Mayıs’ta bu genel amaçların belirlediği perspektif içinde başka talepler de öne sürülür. Örneğin bir emperyalist savaş ya da şovenizmin azgınlaştığı bir dönemde, sınıfın anti-emperyalist ve anti-şovenist mücadeleyi öne çıkarması, buna bağlı istemleri haykırması gerektiği gibi, bir başka koşulda da, iş ve çalışma koşullarına ilişkin ulusal ya da uluslararası talepler, ya da örneğin sendikal demokrasi talebi öne çıkabilir.
Bu perspektifle, bugün ülkemizdeki durum göz önüne alındığında, her şeyden önce, şovenizme karşı mücadele 1 Mayıs’ta en öne çıkarılması gereken yandır. Yine Ortadoğu’daki emperyalist saldırı ve yığınağa karşı mücadele, Ortadoğu proletaryası ve halklarıyla birleşmenin bir unsuru olarak ortaya çıkıyor. Bunların yanışım, 1 Mayıs’ın yasallaştırılması, işçi kıyımına karşı, iş güvencesiyle ilgili talepler, kamu çalışanlarının sendikalaşmasına yönelik saldırıya karşı çıkılması ve sendikal özgürlükler için mücadele ve nihayet, ülkenin özgürleştirilmesi için, tüm ezilen sınıfların talebi olan acil taleplerin savunulması, bugün 1 Mayıs’ın ortaya çıkardığı duyarlılıktan yararlanılarak işlenmesi ve haykırılması gereken taleplerdir.
Hangi talep öne çıkarsa çıksın, burada temel olan, aktüel taleplerin 1 Mayıs ideallerine bağlanarak; 1 Mayıs’ın, işçi sınıfının uluslararası birlik mücadele günü olduğu perspektifinin gözden kaçırılmadan yapılması önem taşır.
Bizim ülkemiz açısından bakıldığında; 1970’lerden bu yana revizyonistler ve devrimci demokrat çevrelerce bu gerçeğin ya görülmediği ya da görmezden gelindiği görülür. 1970’lerde TKP ve yandaşları ile revizyonist ve reformcu sendika ağaları; 1 Mayıs’ı, bir mücadele günü olarak değil, sıradan bir işçi bayramına indirgeyerek, “görkemli” bir “törene” dönüştürürken, devrimci ve demokrat çevreler ise, onun işçi sınıfı ile ilgili nitelik ve ideallerini gözden kaçırarak, devrimcilerin kutladığı bir güne dönüştürmeye çalışmışlardır. Birbirine karşıt gibi görünen bu iki tutum bir noktada birleşmiştir: 1 Mayıs’a anlam veren ideallerin unutulması, onun işçi sınıfının bir mücadele günü olduğunun görmezden gelinmesinde. Son bir kaç yıldır, artık anlamsız bir tartışmaya dönüşen “Taksim” fetişizmi 1 Mayıs’ın ideallerinin gözden kaçırılmasının tipik bir ifadesidir.
Açıktır ki; “Taksimcilik”, 1 Mayıs’ın, bir işçi sınıfı günü olduğunu unutan, sınıf dışında “kutlamayı” savunan bir anlayıştır. Bu anlayış kaçınılmaz olarak, gerekçesi ne olursa olsun, 1 Mayıs’ı bir törene dönüştüren anlayışla birleşir. Çünkü bu anlayışta, 1 Mayıs’ın işçi sınıfının bir günü olduğu, bu günü sınıfın kutlamasının anlamlı olduğu, perspektifi yoktur. Nitekim İstanbul’da, “Taksim” diyenler; buna, Taksim”‘in simgesel anlamı üstüne gerekçeler getirenler, başka kentlerde de, 1 Mayıs’ı, bugünkü koşullarda sınıfla bağ kurulabilecek tek yerler olan üretim birimlerinden başlayarak, yığınları alanlara çekme düşüncesiyle davranmıyorlar. Tersine her kentte bir “Taksim” bularak kendi çevreleriyle “korsan” kutlamalar yapmaya çalışıyorlar. Bu da açıkça, onlar için Taksim fetişizminin rastlantısal bir şey değil, ideolojik bir tutumdan kaynaklandığını gösteriyor. Ki, o ideoloji, sınıflar mücadelesini en devrimci sınıf olan işçi sınıfıyla burjuvazi arasında değil, devrimcilerle gericiler arasında gören, proletaryaya aykırı bir ideolojidir.
Bugünkü koşullar göz önüne alındığında; işçi sınıfı ile bağ kurulup onun harekete çekilebileceği merkezler üretim birimleridir. Dahası 1 Mayıs ülkemizde, sadece bugünlük meydanlara çıkılan bir gün de değildir. Tersine 1 Mayıs öncesi ve sonrasında, bir kaç aylık dönem, 1 Mayıs’ın ne olduğu, nasıl kutlanacağı, hangi sloganların öne çıkarılacağı, hangi taleplerin savulması gerektiği vb. tartışılan, işçilerin pek çok soruna karşı en duyarlı olduğu dönemdir. Bundan yararlanarak sınıfa, işçi sınıfının ulusal ve uluslararası birliğinin önemi, tarihsel misyonu, sömürü koşulları vb. gibi en temel konularda pek çok şeyin anlatılabileceği bir dönemdir. Ama bunların anlatılabilmesi için de, sınıfın mücadele içindeki yerinin, onun bugünkü bilinç, hareketlilik, psikolojik vb. durumunun doğru kavranması, onu mücadeleye çekecek uygun taktiklerin geliştirilmesi gerekir. Bugünkü koşullarda Taksim’i merkez alan bir kutlama, “işçiler de Taksim’e gelsin” demek, “ben işçi sınıfı olmadan, onun adına 1 Mayıs kutlayacağım” demekle aynı şeydir.
Kısacası 1 Mayıs, “işçi sınıfının birleşme ve mücadele günü”dür. Kutlaması da bugünün anlam ve önemine uygun olmak durumundadır.
Marks, Engels, Lenin, Stalin ve onların sadık izleyicilerinin yaptığı gibi, işçi sınıfının enternasyonal bir ruhla, kapitalizmi sadece kendi ülkesinde değil, bütün dünyadan kaldırmak bilinciyle yoğurarak, her 1 Mayısta, “BÜTÜN DÜNYANIN PROLETERLERİ BİRLESİN!” çağrısını sınıfa daha çok mal ederek ilerlenebildiğinde, 1 Mayıslar adına layık bir biçimde kutlanacaktır.

1 Mayıs 1991:
Mücadele bayrağı alanlarda

1 Mayıs’a doğru işçi sınıfı ve devrimciler arasında eylem taktiği üzerine tartışmalar hız kazanırken, sendika ağalarının eylemleri törensel bir çizgide tutma, sınıfı oyalama çabalan da artıyor. 12 Mart tarihli Türk-İş Başkanlar Kurulu toplantısında 1 Mayıs’ı “illerde salon toplantılarıyla, işyerlerinde sendika bildirisinin okunmasıyla” kutlama kararının ardından 1 Mayıs yaklaşırken “Türk toplumunun 1 Mayıs’ı alanlarda kutlamaya karşı bir tedirginliği olduğunu, işyerlerinde okunacak bildirilerle işçiyi meydanlara hazırladıklarını” iddia ederek Türk-İş yöneticileri, bilinen misyonlarına uygun tavırlarını ortaya koyuyorlar.
Öte yandan Sendika Şubeler Platformunun yaptığı 1 Mayıs ile ilgili toplantıda yine iki çizgi tartışılıyor: ‘1 Mayıs, Taksim Alanı’nda kutlanmalıdır’ görüşü ve ‘üretim durdurularak sokaklara, alanlara çıkılmalıdır’ diye özetlenebilecek görüş. Her iki eylem biçimini savunanların üzerinde anlaşmaya vardıkları, sendikaların miting başvurusunda bulunması önerisi Belediye-İş, Deri-İş, TÜMTİS, Hava-İş ve Otomobil-İş’in birlikte miting başvurusu ile hayata geçiyor. Mitinge izin verilip verilmeyeceğini bir yana bırakarak, bu iki taktik eğilimin, bugün sınıfın içinde bulunduğu durum ve hareketinin eğilimi ile uygunluğu yönünden tartışılması gerekiyor. Ayrıca, sınıfın güncel talepleri ve bu bakımdan 1 Mayıs’ın güncel anlamına değinmek gerekiyor.
ABD’nin başını çektiği emperyalist saldırganlığın, Körfez Krizi ve Savaşı ile dünya ve özel olarak Ortadoğu halklarına karşı gövde gösterisine dönüştürülmesi, emperyalistlerin Irak yönetimi ile hesaplaşmasından ibaret değildir. Bu biliniyor. Savaş sonrası “Yeni dünya düzeni” çığlıkları ile başlatılan seferberliğin emperyalist paylaşım pazarlıkları ve kapitalist sömürüye yeni soluklar aldırma gayretleri olduğu da gözlenebiliyor. “Yeni dünya düzeni’nin eski çürümüş sistemin tıkanıklıklarına çare arayışı olduğu açıktır. 1 Mayıs 1991’in işçi sınıfı için önemi, yığınsal bir mücadele günü haline getirilebilmesi; emperyalizm ve ona bağlı politikalara karşı mücadele ile işçi sınıfının, halkın yaşam koşullan, demokrasi özlemleri ve sosyalizm hedefi arasındaki doğrudan ilişkiyi iyi kavramaya sıkıca bağlı bulunuyor. Körfez Krizi’nden ve özellikle savaştan bu yana işçi sınıfı ve örgütlenme uğraşı içindeki çalışan kesimler üzerindeki baskı ve kıyımlar, devrimci hareketlere yönelik süregelen saldırılar, ‘yeni dünya düzeni’nin Türkiye’deki ‘yenilik’lerini görmeye ve anlamaya yetiyor. Emperyalizmin açık saldırganlığını ve ona bağımlı ülkelerin politikalarını doğrudan belirleyiciliğini görmenin ve anlamanın ötesinde bugün, çok somut olarak yaşanan bu olgulara karşı durmak, ‘yeni dünya düzeni’ planlanın boşa çıkarmak, geleceğin yönünü işçi sınıfı ve halk lehine çevirmek anlamında da belirleyici bir önem taşıyor. 1 Mayıs ’91 bu açıdan 1 Mayıs ’90’da uç veren hareketin mücadeleci yönünü geliştirmek, emperyalizmin işbirlikçisi ve uzantısı politikaları boşa çıkarmak için çok önemli bir gün olma özelliği taşıyor. Burjuvazi Körfez Krizi bahanesiyle yüz binlerce işçiyi sokağa atarken, memur sendikalarını kapatırken, sıradan insanları bile işkencede katlederken, grevleri kırmak için her yola başvururken ve bunu ilan etmekten çekinmezken, bütün bunların sonuçlarını doğrudan yaşayan ve varolma savaşı veren işçilerin sınıf olarak karşı karşıya bulundukları sorunların, bir bütün olarak emperyalizmin ve işbirlikçilerinin bu politikalarından ve ona karşı mücadeleden bağımsız bir seyir izleyemeyeceği açıktır. Sorun, “911 Mayıs’ında Taksim mi, üretim alanlarından sokağa çıkmak mı tartışmasının ötesinde burjuvazinin emperyalist politikaları birbiri ardına uygulamaya soktuğu, düzene yönelik her türlü muhalefeti ‘terör’ damgasıyla boğmak için yasal düzenlemeler yaptığı bugün, artık tüm ezilenlerin ve demokrasi güçlerinin doğrudan sonuçlarım yaşadığı bu politika ve uygulamalarına karşı anti-emperyalist burunla ve yığınsal bir güçle karşı durmak sorunudur. Ve 1 Mayıs bu bilinçle ileri atılmak için mücadele günüdür.   .
Bugün yüz binlerce işçi itibarsız, tazminatsız sokağa atılmış durumdadır, binlercesi grevdedir. Grev yasağı kapsamında olan Petkim işçileri iş yavaşlatma, yürüyüş, işyerini terk etmeme, viziteye çıkma gibi eylemlerini sürdürmektedirler. Yarım milyon civarında işçi için toplu sözleşme görüşmeleri sürmekte ve ya uyuşmazlıktadır. Hava-İş Sendikası’na bağlı THY ve HAVAS işyerlerindeki işçilerin grevi THY’nin kapatılması ile tehdit edilmektedir. Memur sendikaları kapatılmıştır. Mevcut anti-demokratik yasalara ek olarak Terörle Mücadele Yasası, radikal basın ve devrimci hareketler başta olmak üzere düzene yönelik tüm muhalefeti etkisizleştirmek üzere işletilmeyi bekliyor. 12 Eylül ile birlikte işçi ve emekçilerin ücretlerinde meydana gelen gerileme sürerken, bu süreci hiç anmayan burjuvazinin temsilcileri, işveren sendikaları, işçilerin topluca işten atılmasına ve grevlerin uzamasına neden olarak ücret taleplerinin çok yüksek olmasını ve toplu iş sözleşmelerinin yüksek ücretlerle bağıtlanmasını gösteriyorlar. İsviçre’deki Uluslararası Yönetim Geliştirme Enstitüsü ve Dünya Ekonomik Forumu’nun 1990 raporunda Hindistan’dan sonra en düşük işçi ücretinin Türkiye’de ödendiği belirtiliyor. Burjuvazi ucuz iş cenneti olan Türkiye’de askeri faşist yönetim ve onun uzantısı iktidarın yarattığı bu cennetin ilelebet sürmesini istiyor. İşçileri işten atmak zorunda kalıyorlarsa, bunun nedeni yine işçilerin yüksek ücret talebi oluyor! Oysa toplu işten atmaların yapıldığı işyerlerinin herhangi bir durgunluk ve ekonomik sorun yaşamadıktan, ucuz işgücüyle üretimi sürdürdükleri veya başka bir isim altında çalışmaya devam ettikleri gözleniyor. Ulaştırma Bakanı’nın THY ve HAVAŞ greviyle ilgili açıklamaları da bunun en yakın örneği. Bakan, anlaşma sağlanamazsa, THY’nin yeni bir şirkete dönüştürülüp, açılabileceğini söylüyor. Yasalar ve iktidar desteği ile burjuvazi, işçi sınıfına, halka, onun yaşam koşulları ve demokratik istemlerine pervasızca saldırmakta sakınca görmüyor. Bunu, emperyalizme sırtını yaslayarak yapıyor. Bu saldırılara her geçen gün yenileri ekleniyor. Örgütlü ve yığınsal bir tepki görmedikçe devam edeceğine de hiç kuşku yok.
Burada, yoğun ve yaygın olarak yaşanan bu olguları fazlaca sıralayıp uzatmaya gerek yok. Asıl gereksinim olan, işçi sınıfının ve ezilen kesimlerin günlük yaşamında, etinde, kemiğinde duya-geldikleri sömürüye, onun nedenlerine sınıf bakışıyla ve dönüştürücü bir yaklaşımla eğilmektir. Sömürüyü yaşamanın, duymanın ve görmenin tek başına dönüştürücü bir gücü yoktur. Bunu, yukarda kısaca değindiğimiz kaynaklarıyla, emperyalizme bağımlı sistemin bir sonucu olarak kavramak ve bilince çıkarmak, örgütlü bir tepkiye dönüştürmek önemlidir. İşçi sınıfının ve ezilen kesimlerin örgütlü ve birleşik bir güç olarak sömürüye karşı durabilmesi önemlidir. 1 Mayıs’ın eylem taktiği üzerine politika belirlerken, bu somut olgulardan çıkarak, işçi sınıfının güncel politik ve ekonomik taleplerini, demokrasi mücadelesinin güncel taleplerini, bir bütün olarak burjuvazinin saldırılarına karşı yaygın ve kitlesel olarak ileri sürmenin en uygun ve yaşama geçirilebilir eylemlerini seçmek önemlidir. Örneğin bu anlamda, yarım milyon işçinin toplu sözleşme görüşmeleri sürecinde olması, on binlerce işçinin grevde ve eylemlilik içinde olması, yüz binlerce işçinin sokağa atılmış, öfke içinde olması, memur sendikalarının kapatılmış olması, iktidarın emperyalistlerle işbirliği içinde Irak ve Türkiye Kürtlerinin geleceğini karartma planlan içinde olması, grev, toplu iş sözleşmesi ve sendikal yasaların grevleri etkisizleştirici niteliklerinin işçi sınıfım burjuvazinin insafına terk ediyor olması, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün yeni bir aldatmaca ile daha da sınırlanması ve daha bir dizi güncel siyasal, ekonomik gelişme ve bunların ezilen kesimlerde yarattığı öfke ve tepki, önemli bir potansiyeldir. Bu potansiyeli kucaklayacak ve harekete geçirecek bir eylem biçimi sınıfın ve emekçi kesimlerin güncel siyasal ve ekonomik talepleri için mücadelede 1 Mayıs’ı bir kaldıraca dönüştürebilir. Düzenden hoşnutsuz yığınlar 1 Mayıs’ta Taksim Alanı’na şu veya bu nedenle gelmeyebilirler, ama işyerlerini 1 Mayıs alanına dönüştürebilir, oradan alanlara yönelebilirler. Gözden kaçırılmaması gereken perspektif, işçi sınıfının geleneksel mücadele günü olan 1 Mayıs’ın kitlelerdeki hoşnutsuzluk ve mücadele eğilimleri ile birleştirilecek güncel taleplerin daha gür ve daha kitlesel olarak haykırılacağı bir mücadeleye dönüştürülmesidir.
Sınıf hareketinde ’89 bahar eylemleriyle kendisini gösteren eğilim, ’90 1 Mayıs’ında, 3 Ocak ve Zonguldak grev ve yürüyüşünde, diğer grevlerde, işçi eylemlerinde, fabrika direnişlerinde mücadele yönünde gelişmektedir. ’89’dan bu yana yaşanan süreç içinde bile işçi sınıfı değerli mücadele deneyleri kazanmıştır. 1 Mayıs ile ortaya konacak eylem çizgisinin önceki mücadeleleri aşan ve geliştiren, bunun yanı sıra daha önceki eylemlerden daha kitlesel ve yaygın, tüm demokrasi güçlerinin mücadele potansiyelini kucaklamaya yönelik olması özel önem taşır. 1 Mayıs ile ilgili iki ayrı eylem çizgisinin değerlendirilmesinde sınıf hareketinin eğilimi Taksim Alanı’nın fetişleştirilmesini dışlar. 1 Mayıs’ın her şeye karşın Taksim Alanı’nda kutlanması anlayışı da sınıfın mümkün olan en geniş kesiminin, 1 Mayıs eylemliliği içine çekilmesini engeller. Sınıfın potansiyelini kucaklayamaz. Ancak burada, her işyerinin, her semtin, her okulun 1 Mayıs alanına dönüştürülmesinin savunulmasını; bunu savunur görünerek, 1 Mayıs gösterisinin Tak-sim’de yanılmasına karşı çıkan, Türk-İş ağalarının önerisi doğrultusunda 1 Mayıs’ı işyerlerinde bildiri okuyarak, salon toplantıları ile geçiştirme eğilimindeki reformist anlayışlardan ayırmak gerekir. Ve bu iki çok farklı anlayışı aynı kefeye koyarak Taksim Alanı’nın savunulmasıyla karşı karşıya getirmemek gerekir. İçeriği boşaltılmış, mücadele hedefinden uzaklaştırılmış işyeri ve salon toplantısı Marksistlerin savunacağı bir mücadele biçimi olamaz. Marksistlerin savundukları, her işyerinin, her sokağın, her okulun 1 Mayıs alam olması anlayışı ile yukarıdaki törensel 1 Mayıs kutlaması anlayışını bir ve aynı tutarak Taksim Mani’ni alternatifsiz göstermek 1 Mayıs için mücadeleye hazır kitlelerin potansiyelini dağıtır, gücünü zayıflatır. Oysa o gün üretimi durdurarak sokağa, alanlara çıkabilecek her işçi ve emekçi, koşullan değerlendirerek Taksim Alanı’na da çıkabilir. Buna karşı çıkılamaz, hatta bunun gerçekleşmesi için özellikle çalışılabilir. Ancak, üretim alanları, işyerleri, işçi ve emekçi kitlelerin doğal olarak birlikte oldukları ve birlikte hareketleri için en elverişli koşullan taşıyan alanlardır. Bu gerçeği göz ardı eden Taksim Alanı fetişizmi işçi sınıfının birlik ve mücadele gününde onu dikkate almayan bir konuma denk düşer.
1 Mayıs’ın bugün öne çıkan bir diğer anlamı da, bütün uluslardan proletaryanın birliğinin, milliyetçiliğe, şovenizme, ulusal ezilmişliğe karşı mücadelenin UKKTH’nin kayıtsız koşulsuz savunulmasının bir simgesi olmasıdır.
Öte yandan, Sovyetler Birliği ve eski sosyalist ülkelerde halk muhalefeti kıpırdanış içindedir. SB’de maden işçilerinin ekonomik ve siyasal taleplerle başlattıkları grev, ABD’de demiryolu yük işçilerinin grevleri iktidarları zorlamaktadır. İşçi sınıfı dünyanın her yerinde mücadele vermeye devam etmektedir. İşçi sınıfı mücadelesinin her kazanımı diğer uluslardan sınıf kardeşlerinin mücadelesine de bir katkıdır. 1 Mayıs tüm uluslardan işçi sınıfının sınıf bayramı olarak kutlana-geldiğinden beri işçi sınıfının enternasyonalist dayanışmasına da hizmet eden bir mücadele günü olmuştur. 1 Mayıs ’91’in bu yönden de anlamı ve önemi büyüktür. “Bütün dünyanın işçileri birleşiniz” şiarı, her ülkedeki sınıf mücadelesinin yükseltilmesiyle gerçeğe dönüşebilecek; diğer bütün uluslardan sınıf kardeşleriyle aynı ülküyü taşıyan işçi sınıfı, anti-emperyalist bir ruhla, siyasal özgürlükler ve demokrasi için 1 Mayıs 91’i bir mücadele gününe çevirdiğinde, bunun dünya işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olduğunu kulelerin bilincine kazıyacaktır.

YAŞASIN 1 MAYIS
(Stalin’den)

Yoldaşlar!
Bütün ülkelerin işçileri, bugünü, 1 Mayıs gününü her yıl kutlamayı daha geçen yüzyılda kararlaştırdılar. 1889’da bütün ülkelerin sosyalistlerinin Paris Kongresi’nde, işçilerin tam da 1 Mayıs’ta, doğanın kış uykusundan uyandığı, ormanların ve dağların yeşille örtündüğü, tarlaların ve çayırların çiçeklerle süslendiği, güneşin daha güçlü ısıtmaya başladığı, havada yenilenmenin sevinci hissedildiği ve doğanın kendini dansa verdiği bugün, işçilerin insanlığa bahan ve kapitalizmin zincirlerinden kurtuluşu getirdiğini, işçilerin dünyayı özgürlük ve sosyalizm temelinde değiştirmekle yükümlü olduğunu yüksek sesle ve açıkça dünyaya bildirme kararı aldıkları gün oldu.
Her sınıfın sevdiği öz bayramları vardır. Asiller kendi bayramlarını yürürlüğe koyuyor ve bu günlerde köylüleri yağma etme “haklarını” ilan ediyorlardı. Burjuvalar kendi bayramlarına sahipler ve bu günlerde işçileri sömürme “haklarını” aklıyorlar. Papazların da kendi bayramları var ve bu günlerde, çalışanların sefalet içinde çürüdükleri, fakat asalakların lüks içinde sefahate daldığı mevcut durumu övüyorlar;
İşçilerin de kendi bayramları olmalıdır ve onlar bu günde şunu ilan etmelidir Genel iş, genel özgürlük, bütün insanların genel eşitliği. Bu bayram 1 Mayıs bayramıdır.
İşçiler daha 1889’da böyle karar aldılar.
O zamandan bu yana proleter sosyalizmin savaş sloganları 1 Mayıs günündeki toplantı ve gösterilerde gittikçe daha güçlü ses veriyor, işçi hareketi okyanusu genişleyerek kabarıyor ve Avrupa ve Amerika’dan, Asya, Afrika, Avustralya’ya kadar yeni ülkeleri ve devletleri kasıyor. Bir zamanlar güçsüz olan işçilerin enternasyonal birliği, birkaç on yıl içinde, muntazam kongreler düzenleyen ve dünyanın her köşe ve bucağından milyonlarca işçiyi birleştiren muazzam bir enternasyonal kardeşliğe ulaştı. Proleter öfke denizi yüksek dalgalarla kabarıyor ve kapitalizmin sallanan kalelerine gittikçe daha tehdit edici biçimde saldırıyor. Kısa zaman önce İngiltere, Almanya, Belçika, Amerika’da meydana gelen, bütün dünyanın sömürücülerine ve krallarına korku ve endişe .veren kömür işçilerinin büyük grevi, sosyalist devrimin pek uzak olmadığına dair açık bir işarettir…
“Altın danaya saygımız yok!” Burjuvaların ve zalimlerin egemenliğine ihtiyacımız yok! Sefalet ve kan dökme korkunçluğuyla kapitalizme lanet ve ölüm! Yaşasın emeğin egemenliği, yaşasın sosyalizm!
Bütün ülkelerin sınıf bilinçli işçilerinin bugün ilan ettikleri budur.
Zaferlerinden emin, sakin ve güçlü olarak adanmış ülke yolunda, aydınlık sosyalizm yolunda gururla ilerliyorlar ve adım adım Karl Marx’ın büyük çağrısını gerçekleştiriyorlar “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!”
Özgür ülkelerin işçileri 1 Mayıs’ı böyle kutluyorlar.
Durumlarının bilincine varmaya başladıkları ve yoldaşlarının gerisinde kalmak istemedikleri zamandan bu yana, Rus işçileri yabancı yoldaşlarının korosuna sürekli olarak katıldılar ve onlarla birlikte, her şeye rağmen, Çarlık hükümetinin vahşi baskılarına rağmen 1 Mayıs’.ı kutladılar. Rus işçileri son iki-üç yıl içinde karşı-devrimci bakanel’ler ve Partinin parçalanma, sanayinin depresyon ve geniş kitleleri felce uğratan politik ilgisizlik döneminde, aydınlık işçi bayramım eski biçimde kutlama olanağını yitirdiler kuşkusuz. (Bakanel Eski Yunanda şarap tanrısı Dionysos’a adanan şölenler; sefih içki âlemi. Burada karşı-devrimin şarap yerine kan içmesi anlamında kullanılıyor. – ÇN.) Fakat son zamanda ülkede baş gösteren, canlılık, iktisadi grevler ve II. Duma’daki Sosyal-Demokrat temsilcilerin mahkemesinin hiç olmazsa revizyonunu kabul ettirmek için işçilerin siyasi protestoları, 20’den fazla vilayete yayılan açlık sonucu köylülüğün geniş kitlelerinde oluşan hoşnutsuzluk, yüz binlerce ticari kalfanın Rus baş gericilerinin “yenilenmiş” düzenlerine karşı protestoları -tüm bunlar, kötürümleştiren uykunun geçtiğini, öncelikle proletarya arasında olmak üzere yerini bütün ülkede siyasi canlanmaya bıraktığını gösteriyor. Bu yıl bu günde Rus işçilerinin yabancı yoldaşlarına elini uzatabilmesinin ve uzatmak zorunda olmasının nedeni budur. Onlarla birlikte şu ya da bu biçimde 1 Mayıs’ı kutlama zorunluluğunun nedeni budur.
Rus işçileri bugün, özgür ülkelerdeki yoldaşlarıyla birlikte altın danaya saygı duymadıklarını ve duymayacaklarını açıklamalıdırlar.
Onlar, bütün ülkelerin işçilerinin genel taleplerine, Çarlığın yıkılması ve Demokratik Cumhuriyetin kurulması doğrultusunda kendi Rus taleplerini eklemek zorundadırlar.
“Hükümdarlığın despotlarından nefret ediyoruz!” “Çok çile çekmiş halkın zincirlerine saygılıyız” Kanla lekelenmiş Çarlığa ölüm! Soylu toprak mülkiyetine son! Fabrikalarda, işletmelerde, ocaklarda patron zulmüne son! Köylüye toprak! İşçiye 8 saatlik işgünü! Rusya’nın tüm vatandaşlarına Demokratik Cumhuriyet!
Genel taleplerden başka, Rus işçilerinin bugün açıklamak zorunda oldukları budur.
Rus liberalleri kendilerine ve başkalarına, Rusya’da Çarlığın sağlamlaştığını, halkın en önemli ihtiyaçlarını karşılayabildiğim söylediklerinde, yalancılık ve sonuncu Nikolaus’a uşaklık yapıyorlar.
Rus liberalleri bütün ton çeşitlerinde devrimin öldüğünü ve “yenilenmiş” bir düzende yaşadığımızı söylediklerinde, dolandırıcılık ve ikiyüzlülük yapıyorlar.
Etrafa bir bakın: Bunca çile çeken Rusya, “yenilenmiş”, “mutlu” bir ülkeye benziyor mu acaba?
Demokratik bir anayasa yerine, darağacı ve barbar istibdat rejimi!
Bütün halk tarafından taşınan bir parlamento yerine, kara toprak sahiplerinin kara Duma’sı!
“Burjuva özgürlüğünün sarsılmaz temelleri” yerine, daha 17 Ekim Manifestosu’nda vaat edilmiş olan söz, toplantı, basın, örgütlenme ve grev özgürlüğü yerine, “keyfiliğin” ve “yasaklar”ın ölü eli; yasak gazeteler, sürgün edilen redaktörler, dağıtılan sendikalar, darmadağın edilen toplantılar!
Kişinin dokunulmazlığı yerine, hapishanelerde işkenceler, vatandaşların alaya alınması, Lena altın ocaklarında grevcilerle kanlı hesaplaşmalar!
Köylülerin sıkıntılarının tatmin edilmesi yerine, köylü kitlelerinin topraksızlaştırılması siyasetinin sürdürülmesi!
Düzenli devlet ekonomisi yerine, idari kısımlarda, demiryolu işletmelerinde, orman işletmesinde, Bahriye Vekâletinde dolandırıcılık!
Hükümet mekanizmasında düzen ve disiplin yerine, mahkemelerde sahtekarlık, poliste şantaj ve rüşvet, Okrana’da cinayet ve provokasyon!
Rusya’nın enternasyonal büyüklüğü yerine, Yakın ve Uzak Doğu meselelerinde Rus “siyasetinin” acıklı fiyaskosu, kanayan İran meselesinde yıkıcı ve cellât rolü!
Nüfusun rahat ve mutlu yaşamı yerine, kentlerde intiharlar, köylerde 30 milyon köylünün korkunç açlığı!
Ahlakın sağlığa kavuşturulması ve arındırılması yerine, manastırlarda, resmi moralin bu kalelerinde görülmemiş fuhuş!
Ve manzaranın tamamlanması için, Lena altın ocaklarında yüzlerce emekçinin vahşice kurşunlanması!
Kazanılan özgürlüklerin yıkıcıları, darağacı ve kurşun taraftarları, “keyfiliğin” ve “yasaklar”ın yazarları, hırsız yöneticiler, hırsız mühendisler, yağmacı polisler, katil Okrana memurları, fuhuş yapan Rasputin’ler, işte size Rusya’nın “yenileyicileri”!
Ve dünyada hâlâ, Rusya’da her şeyin mükemmel olduğunu, devrimin öldüğünü iddia etmeye cüret eden insanlar var!
Hayır, yoldaşlar, nerede milyonlarca köylü açlık çekiyor ve işçiler bir grev nedeniyle kurşunlanıyorsa, orada devrim, insanlığın utancı Rus Çarlığı dünya yüzünden kaybolasıya değin yaşayacaktır.
Ve bugün, 1 Mayıs günü biz şu ya da bu biçimde, mitinglerde, kitle toplantılarında veya gizli toplantılarda -en elverişlisi hangisi ise- Çarlık monarşisinin tamamen yıkılması için savaşacağımıza ant içtiğimizi, Rusya’nın kurtarıcısı gelen Rus devrimini selamladığımızı açıklamalıyız!
O halde gelin, yabancı ülkelerdeki yoldaşlarımıza elimizi uzatalım ve onlarla birlikte haykıralım:
Kahrolsun kapitalizm!
Yaşasın sosyalizm!
Rus devriminin bayrağını yükseltelim ve üzerine yazalım:
Kahrolsun Çarlık monarşisi!
Yaşasın Demokratik Cumhuriyet
Yoldaşlar! Bugün 1 Mayıs’ı kutluyoruz! Yaşasın 1 Mayıs!
Yaşasın uluslararası Sosyal-Demokrasi!
Yaşasın Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi!
RSDİP Merkez Komitesi

(J. V. STALİN, Eserler, Cilt 2, Sayfa: 192-196)

Devrim Şehitleri Ölümsüzdür

Bir Sonrakine, 92’nin 20. yıldönümüne uzanacak olan yeni bir Mayıs’tayız. Devrim, şehitlerini bir kez daha anıyor, anacak. Yollarında yürünüyor, açtıkları yolda otlar bitmedi. Devrimci mücadele içindeki binler tarafından her gün defalarca anılıyorlar. Anılmazlık edilemezler. Anılmazlık edilemeyecek işler başardılar, görmezden gelinemeyecek örnekler oluşturdular.
Bir zorbalık sistemi ve karmaşa ortamının bağrından kardelen gibi fışkırmışlardı. Yıllar süren zorbalığa köleliğin ilk başkaldırıcısı oldular.
“Ne güzel gidiyordu”! Burjuvazi mutluydu. Çıkar ve geleceklerini ona bağlamış eklentiler, burjuva, küçük burjuva reformcular, liberaller huzurluydu. Üstelik uluslararası alanda Kruşçev’in yarattığı kaosla güçlendirilmişlerdi. Uyumun, sosyal bansın, kavgasızlığın rahatlığını yaşıyorlardı. Hem soku görünüyor hem düzenin nimetlerinden faydalanmanın keyfini sürüyorlardı. Sömürü, sefalet, emperyalist tahakküm mü? Eh! Karşıymış gibi davranıyorlardı, ama kendilerine değmeyen yılan bin yaşasındı.
İşçiler, emekçiler, gençler ise giderek huzursuzlanıyor, talepler yükseltiyorlardı burjuva düzene, emperyalizme karşı. Kendiliğinden bir hareketlenme baş gösteriyordu. Gençlerin önde gelenleri ise iyice radikalizme yöneliyor, “çıbanbaşı” haline geliyorlardı. Kapitalist toplumdu, uzlaşmaz karşıtlık üzerine kuruluydu. Bu karşıtlıklar kimilerini etkileyecek, mücadeleye yöneltecekti.
Nitekim olan oldu. Tüm “huzur ve sükûn” bozuldu. “Güvenlik güçlerinin ve besleme şeriatçı-faşist çetelerin ezmeye ve bastırmaya yönelik saldırılarıyla iyice radikalleşmeye itilen gençliğin önderleri, gençlik eylemleri içinde unsurlarını geliştirerek arayışına girdikleri yeni yolu sistemleştirip genelleştirmeye giriştiler. Bu, uzlaşmazlık ve kararlılık yolu, emperyalizm ve gericiliğe, zulme ve zorbalığa boyun eğmeme ve mücadeleye atılma yolu, yasaları ve yasal düzeni kabullenmeme ve sınırlarının ötesinde davranma yolu, elde silah savaşmanın yoluydu. Bunun için reformculuktan kopmak gerekmişti. Sistemleştirdikleri yol eleştirilir ya da eleştirilmez, reformculuktan kopuşları yeterli görülür ya da görülmez, ama şu noktada kimsenin söylenecek bir lafı olamaz: yaşam bedeli yürütülen ve bireyin değil toplumun ve halkın çıkarlarını gözeten devrimci eylemlerle pratikte uzlaşmacı reformculuktan kopulmuş ve arkadan geleceklere örnek, devrimci bir hareketlenme yaratılmış, devrimci bir ruh hali, yaklaşım ve tutum oluşturulmuştu.
Atılan devrim mayası ve geliştirilmeye açık olarak yaratılıp oluşturulan devrimci sübjektif koşullarla açılan devrim yolu, ‘71 devrimcilerinin başlıca mirasıdır. Yarattıktan maddi ve manevi değerler, toplumsal gelişme içinde hiç de gel-geç faktörler olarak kalmadı ve gel-geç sonuçlara yol açmadı. ‘71 devrimcileri, yaşamlarıyla, temel yönelimleri, yarattıktan değerler ve pratikleriyle, en önemlisi yolacakları toplumsal sonuçlarla, parlayıp sönen bir eylemliliğin öznesi kişilikler oluşturmuyorlar. Onların kendilerini sürekli yenileyerek yaşadıklarını söylemek hiç de yanlış değildir. Yaşıyorlar! Bu, ne bir ağıt ne de abartılmış bir övgücülüktür. Onları, eski Yunan’ın “kahramanlık döneminin kahraman kişiliklerinden farklı kılan özellikleri yaşatıyor. Bir yeraltı yayın dağıtımcısı, kendinde onlardan bir şeyler buluyor, yasa dişiliği ve gizli örgütlenmenin zorlu yaşamım onlarla birlikte yaşıyor. Pusuya düşürülen ya da kuşatma altına alınan bir militan partizan ya da bir K… gerillası, onlarla özdeşleştiğini hissediyor, kuşatmada onlarla birlikte direniyor. Sehpaya çıkan devrimci onların yürek seslerini duyuyor yüreğinde, direnci ve dayanıklılığı bileniyor, güç alıyor onlardan. Gözlerini geleceğe çevirmiş kefeni sırtında mücadele eden, sınıfın ve emekçilerin çıkarlarını kendi kişisel çıkarlarının önüne koymuş ve özgürlük ve mutluluğunu proletarya ve onun mücadelesinde, bu mücadeleye, onun bir evladı olarak katılmada bulan ve ancak böyle gerçekleştirebilen Marksist militan, Deniz ve yoldaşlarını hep yanında buluyor. Onlar, kendilerinde, sürekli aşıp daha ve daha ilerisine geçerek örneğine layık olmaya çalıştıkları bir Deniz buluyorlar.
Deniz ve yoldaşı 71 devrimcileri, revizyonizm-ve reformizmin uzlaşmacılığıyla hesaplaşmada da Marksistlere güç ve ilham veriyorlar. Doğaldır ki, onlar özellikle teorik alanda reformculukla hesaplaşmayı gerçekleştirememişlerdi. Onunla hesaplaşma yeni başlamış, henüz ilk adımı atılmıştı. Marks’a yol açan ve fakat yeterli ve doğru bir teorik temele sahip olamayan Fransız sosyalistleri, örneğin “bolluk içinde yokluk” ve benzeri dâhiyane yergilerle yaman bir kapitalizm eleştirmeni olan ama gerçekçi bir sosyalist alternatif geliştirmede tarihsel öncüllerden yoksun olan Fourier, başlattıkları hesaplaşmayla ilk adımlan atmışlar ve bu adımlar Marks’ın ilham kaynağı olmuştu. Ama hesaplaşmayı, Fourier ve başkaları değil, Marks ve Engels sonucuna vardırmıştı. Bu durum Fourier’i küçültmediği gibi, Marks ve Engels’in O’nu hak ettiği şekilde yüceltirken, içinde hareket ettiği tarihsel koşullarını söz konusu edip uygun bir şekilde eleştirmelerini ve aşmalarını engellememiştir. Ama şu kesindir ki, Marks Fourier’de kendisini bulmaktadır. Bu aşmayı içeren diyalektik bir özdeşleşmedir.
Marksist hareketin, devrimci komünistlerin, ‘71 devrimciliğini eleştirel bir tarzda sahiplendiği biliniyor. ‘71 devrimcilerinin eleştirilecek şeyleri olmasından doğal şey yoktur. Revizyonizm ve reformizmin 50 küsur yıllık egemenliği sonrasında Türkiye toprağından fışkıran ilk devrim filizleri ve başlatıcılar olarak ‘71 devrimcilerin yetersiz ve yanlış düşünce ve tutumlara sahip oluşlarına şaşmamak gerekir. Hangi çocuk doğduğunda koşmaya başlamıştır? Ama onların sahip oldukları militan devrimci ruhtan, devrimci yönelim ve onun kararlılığından, eylemci pratiklerine damgasını vuran uzlaşmazlıktan, kumkumacı ürkek, yaşam ve sorunları karşısında pasif, düzen ve devlet karşısında boyun eğici küçük burjuva reformcu atmosferi dağıtan, siyasal toplumsal yaşam ve eğilimleri devrimcileştiren eylemci pratiklerine yön veren atılımcılıktan ve ortaya koydukları yeni ve devrimci militan tipinden öğrenilecek çok şey var. Bunlar, 71 devrimcilerinin proleter özellikleriydi. Nice kendine Marksist adı takan kişi ve grup, onların örneğinden 20 yıl sonra bugün hala örgütsüzlüğü ilke edinir, bireysel özgürlük ve özerklik peşinde koşarken, onlar ölesiye örgüt adamıydılar, yoldaşlara bağlılığın, örgütü savunmanın örneklerini kanlarıyla yazdılar. Oysa örgüt bilinci o zaman daha geriydi ve Deniz, Mahir, Sinan, Cihan örneklerinde olduğu gibi, devrimci kişilikler örgütlerinden daha çok kendi adlarıyla tanınır ve anılırlardı. Ama onların örgüt bilinç ve disiplinlerinin yanına bugün bir dizi grup ve önderleri yaklaşamıyor bile. Hele onları aştıkları iddiasındaki Dev-Yol ve Kurtuluş gibi çevreler, örgütlülük ve disiplini bir yana, yasallık oyunu oynarlarken, onların kurmaya giriştikleri örgütlenmelerin devrimci özelliklerinin önemi daha iyi anlaşılacaktır.
‘71 devrimciliğinin sağcı “aşıcılara”, hiç de bu “iddia”nın adamı değiller ve pek kötü bir durumdalar. ‘71 döneminde Denizlerin, Mahirlerin karşısında reformcu bir konumda ısrar eden Aydınlıkçılar ve TİP-TKP gibileriyle onları aşıp geliştirme iddiasıyla reformcu liberal yönlerini geliştiren Demokrat! ve Kurtuluş gibi çevreler, ‘71 devrimcilerinin hemen hiçbir olumlu devrimci ve proleter özelliğinin takipçisi değiller.
Aydınlıkçılar Deniz’in -geçen yıl H. Yalçın’ın “anma” yazısında yaptığı gibi- doğru ya da yanlış bir sisteme bağlanarak kullanılmış olmasından bağımsız olarak silahını, devrimciliğini, yasal sınırlan reddedişini vb. değil, bu yönlerine karşı çıkarmaya çalıştığı ve kendince zararsız gördüğü öğrenci önderliğini sahiplenirken, TBKP bir yana, ‘71 devrimcilerine sahip çıktıklarını söyleyen diğerleri, onların açtığı devrimci yolda yürümüyor, örgütlülük, yasa dişilik, uzlaşmazlık vb. gibi belirleyici temel yönlerine sahip çıkmıyor ve bunların tersini uyguluyorlar. Şimdi onların sarıldıkları, Denizlerin kopuşa yöneldikleri Kruşçev’in izini süren Gorbaçov’un pespaye fikir ve uygulamalarıdır. Troçkizm, liberalizm ve anarşizmdir. Denizlerin ilerisinde değil, çok gerisindedirler.
‘71 devrimcilerine eleştirel olmayan bir “sol” yaklaşımla sahip çıkanlar, bunların başlıca temsilcisi “Mücadele”dir, ‘71’i aşma ve geliştirme perspektifine sahip değiller. Yalnızca pratik-teknik örgütsel alanda geliştirici bir tutum ortaya koymaya çalışan “sol” yaklaşım, “aşıcı” tulumu, bir nebze, dar küçük grupların eylemini kitle eylemiyle doğal olmayan bir tarzda birleştirme yöneliminde takınma çabasında görünüyor. Onlar, ideolojik siyasal çizgilerine yöneltilecek bir eleştirinin ‘71 devrimcilerine sahip çıkmanın engeli olacağı düşüncesindedirler ve küçük burjuva “solcu” bir siyaset ve eylem çizgisini, “suni denge” bunu “kıracak” olan “öncü savaşı” ve “ideolojik öncülük” gibi “teori” ve “tezler”! tuzla buz ederek gelişen işçi ve halk hareketi karşısında, ısrarla ve MAGA işçileri örneğinde olduğu gibi, “kurtarıcı istemiyoruz” açıklamalarına karşın savunma çabasındadırlar. Ama ne toplumsal ne de siyasal hareket yerinde sayıyor. Her şey gelişiyor ve her şey geliştirilmek zorunda. ‘71 devrimciliğini de sahiplenmenin yolu, onu eleştirel bir yaklaşımla geliştirmektir. Onların yolunda, ama onlardan geri kalmamak için onlardan daha ileride olmak zorundadır devrimciler.

Mayıs 1991

Yükselen devrim etkenleri ve Dünya ve Türkiye’de durum

Doğu Avrupa’da revizyonist diktatörlüklerin çöküşü ve SB’nin içine düştüğü ekonomik ve siyasi krizin etkisiyle, bir süper güç olarak dünya olaylarına “müdahalede” eski etkinliğini yitirmesinden sonra, ABD’nin önderliğindeki Batı’lı emperyalistler büyük bir propaganda kampanyası başlattılar: Kapitalist-emperyalist sistem, bütün temel çelişmelerini çözmüş, sosyalizm karşısında üstünlüğünü kanıtlamıştır! Dahası dünyaya “evrensel barış” ve “evrensel adaleti” getirme yeteneğinde olduğunu göstermiştir! vb. Bu emperyalist propagandaya revizyonist kamp da katılmış, dünyada tüm sorunların barış içinde çözüleceği bir döneme girildiği, bu yüzden de sınıf mücadelesi, proletarya iktidarı gibi olguların tarihte kaldığım iddia ederek, emperyalist propagandaya güç vermiştir.
Revizyonist ve kapitalist dünyanın, tüm gericiliğin bu kampanyası, ellerindeki tüm iletişim araçlarıyla, son altı yıldır, giderek dozu arttın lan bir biçimde sürdürülmektedir. Bu yoğun saldırı, sosyalizmin, revizyonizm şahsında prestij kaybetmesiyle birleşince emekçi sınıflar ve devrimci demokrasi saflarında da etkili olmuş, reformculuk ve anti-Marksizm “güç” kazanmıştır.
Emperyalizmin, “ebedi barış”, evrensel adalet” propagandası, Reagan-Gorbaçov, Bush-Gorbaçov zirveleri, orta menzilli füzelerin Avrupa’dan sökülmesi ve sayılarının sınırlandırılması vb. anlaşmaları ile desteklenerek, “barışçılar”ın, liberallerin, burjuva demokrat çevrelerin “gönlü” kazanılmıştır.

DEVRİM ETKENLERİNİN YÜKSELDİĞİ BİR DÜNYA
Bir yandan “barış”, “adalet”, “silahsızlanma ” propagandası sürerken öte yandan ABD ve SB, kendi etkinlik alanlarında müdahalelerini de sürdürmüşlerdir. ABD, “demokrasi” “insanlık ve adalet” adına Panama’ya açıkça saldırırken, El Salvador ve Nikaragua’da kendi yandaşlarını iktidara getirecek dolaylı, ama etkili bir biçimde müdahalede bulunmaya devam etmiştir. SB ise, Doğu Avrupa’da kendisine direnen revizyonist klikleri iktidardan düşürmek için D. Almanya ve Romanya gibi ülkelerde darbe düzenleyip “demokratikleşmelerine” katkıda bulunurken, Baltık, Azerbaycan, Kırgızistan’daki “bağımsızlık” isteklerini silahla bastırırken diğer yandan bütün bunların, “dünya barışının sağlanması” ye “demokrasinin yerleştirilmesi” adına yapıldığı örtüsü arkasında saklanmaya çalışıldı.
Bütün bu dönem boyunca, yürütülen emperyalist-revizyonist propaganda, açıkça ya da dolaylı bir biçimde yapılan operasyonlar, başlıca şu amaca yönelikti: Emperyalist-kapitalist sistem belli başlı çelişmelerini aşma yeteneğini göstermiştir; varolan çelişmeler ise devrime ihtiyaç duyulmadan, reformlar ve uzlaşmalarla çözümlenebilir! Dahası, konulan bu kurallara uymayarak, kurulmak istenen “yeni düzene” ayak uydurmayanlar “gerektiği gibi” cezalandırılacaktır!
Emperyalistlerin çizdiği ve dünya kamuoyu taralından yaygın kabul gören bu “yeni dünya” tablosu gerçeği mi yansıtıyordu? Elbette ki hayır! Çünkü, emperyalistlerin iddiasının aksine dünya, çıkarları uzlaşan değil uzlaşmayan sınıflara bölünmüş bir dünya idi ve hiç bir propaganda bu uzlaşmazlığı uzunca bir zaman gözlerden saklayamazdı… Nitekim, kapitalist-revizyonist propagandanın, bütün üstünü örtme çabasına karşın, dünyanın her köşesinde, devrimci dinamikler de oluşuyordu. SB ve Doğu Avrupa’nın revizyonist ülkelerindeki diktatörlüklerin “sosyalizm” adına başarısızlıkları, belki sosyalizmin prestijini zayıflatan bir etkendi, ama bu ülkelerde uygulamaya sokulan örtüsüz kapitalist ekonomik önlemler ve bunların uluslararası kapitalizme açıkça entegre olması; revizyonist ekonomilerin derdine çare olmadığı gibi, içine girdikleri sürecin kaçınılmaz sonucu, olan “pazar ekonomisi” ve IMF dayatmaları emekçiler için dayanılmaz yaşam koşullarını; % 200’lere varan zamları, enflasyonu, işsizliği getirdi. “Kurtuluş” önlemi olarak öne sürülen reformlar, emekçiler için her şeyi daha kötü hale getirmekten başka bir işe yaramadı. Kapitalist dünya, emekçilerin revizyonist sistemin açmazlarına karşı tepkilerini kendi lehine kullanarak, emekçileri sosyalizme karşı kışkırtma vesilesi olarak kullandıysa da, bu, bugün giderek geri tepen bir silah olma durumuna girmektedir. SB’nden D. Almanya’ya bugün emekçiler, daha çok liberal kapitalizm için değil, işsizlik, düşük ücret, enflasyon ve özelleştirmelere karşı ayağa kalkmaya başlamışlardır. Doğu Almanya, Batı ile birleşerek tüm sorunlarını çözeceğini sanmış, emekçileri de buna inandırılmıştı, ama bugün, bunun bir çözüm olmadığını D. Alman işçileri kendi yaşamlarında görüyorlar. Bu yüzdendir ki, onlar Mart sonunda yaptıkları ve 90 bin kişinin katıldığı büyük gösteride olduğu gibi, artık “özelleştirmelere hayır” diyorlar. D. Almanya’nın yaşadığı süreç göz önüne alınırsa; bu, sadece özelleştirmeye değil “Kapitalizme hayır” demektir. Polonya, Macaristan, SB, Romanya gibi ülkelerde de durum çok farklı değildir. Revizyonizme alternatif olarak sunulan “pazar ekonomisine” dayanan kapitalizm, bu ülkelerde emekçilere, yeni yükler dışında, bir şey getirmemiştir. Bu yüzden de işçiler başta olmak üzere emekçiler, istemlerini çeşidi biçimlerde, ( grevler, gösteriler, “ulusal bağımsızlık” istekleri vb. biçiminde) dile getirmektedir.
SB ve Doğu Avrupa’da, bugün bir yandan özel kapitalist girişimciler ve özel kapitalist işletmelerin sayısı artmaktadır. Ama işçi sınıfı ve emekçi sınıfların mücadelesi de artmaktadır. Gerçi işçi sınıfının mücadelesi henüz “ekmek mücadelesi” ile sınırlı gözükmektedir, ama mücadelenin özgürlük ve sosyalizm mücadelesine dönüşmesinin koşulları da hızla oluşmaktadır. Çünkü bu ülkedeki rejimlerin ve “yeni” kapitalizmin halka ve proletaryaya, baskı, işsizlik, aşırı sömürüden başka vereceği bir şey yoktur. Bu yüzden de, bu ülkelerdeki deneyimli proletaryanın, kapitalizme karşı savaş açması uzak bir geleceğin sorunu olarak görülemez.
Doğu Avrupa ve SB’nin Batı sermayesine açılması, Batı kapitalizmine yeni tatlı kar alanları açmıştır. Doğu, Batıya entegre olurken sadece kar alanlarıyla değil, devasa sorunlarla da gelmektedir. Bu ülkelerin içinde bulundukları kriz, emperyalistlerin bütün hesaplarım tersine çevirecek bir potansiyeli de taşımaktadır.
ABD’nin, Varşova paktına son darbeyi vururken giriştiği hamle, bizzat Batılı ekonomiciler için bir kaygı kaynağı olmaktadır. Ekonomiyi canlandırmak ve silahlanmada kesin üstünlüğü ele geçirmek için aldığı önlemler, işsizliği % 10’un üstüne çıkarırken, yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısını da bütün toplumun 1/3’ü düzeyine çıkarmıştır. Dahası, ABD dünyanın en borçlu ülkesi haline gelirken, aynı zamanda bütçe açıkları da tarihinde görülmedik biçimde artarak, ekonomiyi darboğazlara sürükleyecek boyutlara ulaşmıştır. Japon tekelleri, sadece dünyanın diğer yerlerinde değil, doğrudan ABD sınırlan içinde de, ABD tekellerine karşı başarı kazanmaktadır, öte yandan, yeni sömürgelere emperyalizm tarafından ihraç edilen kriz, bu ülkelerdeki gerici iktidarlara ve emperyalist hegemonyaya karşı mücadele biçiminde emperyalist ülkelere geri dönmektedir. Bugün, ABD’nin ve batılı emperyalistlerin en büyük açmazlarından birisi de, bu uydu ülkelerdeki kronikleşen ekonomik ve siyasi istikrarsızlıkların mayaladığı büyük hoşnutsuzluktur ki, bu, bazen karşılarına bir Noriega, bazen bir Saddam, bazen bir Humeyni olarak çıkabilmektedir. Ama onlar için asıl tehlike, bu kronik krizin eninde sonunda radikal devrimci bir anti emperyalist anti-kapitalist mücadeleye dönüşme olasılığıdır.
Doğu Avrupa’daki gelişmelerden en büyük parsayı toplayan Batı Avrupa emperyalizmidir, ama Doğunun getirdiği sorunlar onlar için de kâbustur. Zaten, son yirmi yılda, giderek artan işsizlik, Doğu Avrupa’dakiyle birleşince yeni toplumsal patlamaların vesilesi olma potansiyelini taşımaktadır. Batı Avrupa burjuvazisi için iki seçenek vardır: ya yaptıkları propagandaya uygun olarak kapılarını Doğu Avrupa’nın işsiz kalan ve daha da kalacak olanlarına açıp, bu ülkeleri biraz da olsa rahatlatacak; buna karşı kendi işsiz sayılarını artıracaklar; yani her zaman yaptıklarının tersine kriz ithal edecekler, ya da Doğu Avrupa’yı iliğine-kemiğine dek sömürerek, kendi toplumsal hoşnutsuzluklarını azaltmak için kendi krizlerini de Doğu Avrupa’ya ihraç edecekler. Kapitalizmin doğasına uygun olan ve bugün de yapılan ikincisidir. Avrupalı emperyalistler, Doğu Avrupa’yı ellerindeki her olanakla sömürmeyi amaçlayan politikalar izlemektedirler. Bu yüzden de Doğu Avrupa ve SB’deki proletarya ve emekçiler için yakın gelecek, kaçınılmaz olarak, kapitalizm ve emperyalizme karşı, açıkça tutum almayı dayatacaktır, dayatmaktadır.
“Yeni” emperyalist düzen, sadece D. Avrupa ve yoksul ülkeler emekçilerine yeni yükler getirmemektedir. Emperyalist ülkelerin proletarya ve emekçileri de bundan paylarım alacaklardır, daha bugünden almaya başlamışlardır, Bu şimdilik, çeşidi bahanelerle proletarya ve emekçiler üstündeki sömürünün arttırılması ve sosyal haklarda gerileme, işsizlik olarak kendini ortaya koymaktadır. Çünkü Batı Avrupa işçi sınıfının bugün ulaştığı “refah” düzeyi, sadece 19. yüzyıl boyunca süren mücadelesi ve kapitalizmin emperyalist aşamaya geçmesiyle elde ettiği tekel karından, burjuvazinin pay “dağıtmasıyla” açıklanamaz. Avrupa ve Amerikan proletaryasının kazançları, asıl olarak, dünya ölçüsünde proletarya ve sosyalizmin başarılarıyla yalandan bağlantılıdır ve devrimleri önlemek için Batı burjuvazisi, sosyal ve ekonomik “reformlarla” proletarya mücadelesinin önünü kesmeye çalışmış, bu “reformlar”, Avrupa ve Amerikan proletaryasının maddi yaşam koşullarının “yükselmesi” olarak biçimlenmiştir. Bugün, burjuvazi için ne devrim ne de sosyalizm korkusu” kalmadığına göre; proletaryanın ihtiyaçları ve maddi yaşam koşullarının yükseltilmesini neden dert edinsin? Nitekim son yularda, işsizlikteki artış, çalışma ve yaşama koşullarındaki gerileme ve aynı nedenlerden kaynaklanan Batı Avrupa’da sendikal hareketteki nispi canlanma, emperyalizmin “yeni düzeni” için başka bir potansiyel tehlike odağı olmaktadır.
Emperyalist sistemin cephe gerisini oluşturan sömürge, yeni sömürge ve bağımlı ülkeler akan emperyalist sermaye, karına kar katarak, kendisini güçlendiriyor; ama ondan da hızlı olarak, ulusal uyanışları ve mezar kazıcısı proletaryayı da genişletip olgunlaştırıyor. Emperyalist ve revizyonist propagandanın, “kapitalizmin hala gelişme etkeni” ve “dünyadaki var olan çelişme ve eşitsizliklerin uzlaşmalarla giderileceği” propagandasına karşın, emperyalist sermaye; aşırı sömürü yoluyla geri ve az sayıdaki gelişmiş ülke arasındaki uçurumu artırarak “barış içinde bir arada yaşama”nın olanaklarını ortadan kaldırmaya devam ediyor. Bu, sadece ekonomik bir olgu olarak da kendini ortaya koymuyor; yoksul ülke halklarını emperyalizme karşı bir özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi içine de çekmeye devam ediyor. Emperyalizme karşı trilyonlarca dolar borçlandırılmış bu ülkelerin gerici diktatörlükleri bile, içinden çıkamadıkları açmazı aşmak için, emperyalistler karşısına “borçların iptal edilmesi” talebiyle çıkmak zorunda kalıyorlar. Devrim ve sosyalizm mücadelesi, geriletilmiş olsa bile halklar, dünyanın her yerinde özgürlük için sıcak ya da barışçıl biçimde mücadele içinde bulunuyorlar. Filistin, Irak, Kürt, Lübnan ve Etiyopya halkları, Güney Afrika, Latin Amerika ve Asya’nın çeşidi ülkelerinde halkların kurtuluş mücadeleleri sürüyor, yeni mevziler kazanıyorlar. İstikrarsızlık, kargaşa bütün emperyalizme bağımlı ülkelerin kronik hastalığı olarak derinleşerek sürüyor. Nispeten güçlü proletaryalara sahip bağımlı ülkelerin proletaryası, mücadeleye damgasına vurarak dünya proletaryasının ayağa kalkma günlerinin uzak olmadığının işaretini verirken, “elveda proletarya” ve “artık proletarya yoktur” diyenlere de kendi dilinden yanıt veriyor. Bu durum, ezilen halklar ve proletaryanın emperyalizm ve kapitalizme karşı ortak cephesi için somut yeni olanaklar sunuyor.
Emperyalist-kapitalist propaganda merkezlerinin, kamuoyunu etkilemek için kullandıkları diğer bir koz da, D. Avrupa’daki revizyonist polis devletlerinin çöküşü, SB’nin Gorbaçov önderliğinde kapitalist emperyalizme açıkça boyun eğen bir noktaya varmış olmasıdır. Emperyalist propagandacılar bunu “kapitalizm karşısında sosyalizmin yenilgisi” olarak propaganda ederken, Gorbaçovculardan Euro-komünistlere, troçkistlere kadar her soydan revizyonist ve oportünist de, “bürokratik-Stalinistçi sosyalizmin demokratik sosyalizm karşısında yenilgisi” olarak göstermeye çalışıyorlar. Her iki kampla ideolojik ve siyasi bakımdan dirsek teması içinde bulunan burjuva “demokrat”, “ilerici” çevreler ise, kendi konumlarına uygun olarak, “nihayet, öngörülerinin doğrulandığını”, “sosyalizmin demokratlaşarak, kapitalizmin de sosyalleşerek birbirine yaklaştığı’nı ” propaganda ediyorlar.
Bu iddialar farklı siyasi odaklardan öne sürülüyor ve sosyalizm karşısında farklı tavır alanların iddiaları gibi görünüyorsa da; gerçekte, aynı burjuva ideolojisinden kaynaklanmakta, dahası üslup farklılıklarına karşın aynı amacı, Marksist sosyalizmi karalama, gözden düşürme amacım taşımaktadır. Bütün bu iddiaların dayandığı temel ise, D. Avrupa’nın revizyonist diktatörlüklerin çöküşü ve SB’nin içine yuvarlandığı istikrarsızlık ve kargaşadır.
Emperyalist-kapitalist ve revizyonist propaganda merkezleri iddialarını kanıtlamak için, SB ve D. Avrupa’daki revizyonist diktatörlükleri Stalinist proletarya diktatörlükleri olarak kabul edip, buradan kalkarak da Marksizm’e, Marksist sosyalizme saldırıyorlar. Elbette ki bu propaganda odaklan, bu ülkelerin proletarya diktatörlüğünden dönerek, revizyonist polis devletlerine dönüştüğünü, Stalin’e en alçakça saldırıların yine bu ülkelerdeki revizyonistler tarafından yapıldığım, bu sürecin de 30 yıldan fazla bir zaman önce başladığını elbette biliyorlar. Ama işlerine öylesi geldiği için de bütün bu 30-40 yıldır yaşananları, onların sosyalizmden çoktan uzaklaşmış olduğunu, içine yuvarlanılan kriz ve kargaşanın da sosyalizmden, gerçek sosyalizmden uzaklaşmaktan geldiğini bilmezden geliyorlar.
Gerçekte ise, olan; ne Marksist sosyalizmin kapitalizm karşısında iflas etmesi, ne de kapitalizmin kendi çelişmelerini aşmasıdır. İflas eden, Marksizm’in yerine revizyonizmi geçiren bürokrat-burjuva revizyonist devletlerin çöküşüdür. Bu çöküş olgu olarak son yıllarda gerçekleşmiş olmasına karşın, sürecin başlangıcı 1950’lere dayanmaktadır. O günden bugüne de, gerçek Marksistler, bu revizyonist diktatörlüklere karşı savaşmışlar ve bugün geldikleri aşamaya, kaçınılmaz olarak varacaklarını, 30 yıldır söylemektedirler. Bu yüzden de D. Avrupa’daki gelişmelerden kalkarak Marksist sosyalizmin çöktüğünü iddia etmek sadece bir demagojiden ibarettir. Çöken, kapitalizmin özel bir biçimidir. Ama elindeki devasa iletişim aygıtları ve hat safhada organize olmuş propaganda merkezleriyle emperyalizm ve gericilik, kendi “gerçeğini” asıl gerçekmiş gibi gösterebilmekte, emekçiler içinde bozguncu bir faaliyet sürdürebilmektedir.
Doğu Avrupa ülkelerindeki revizyonist diktatörlüklerin çöküşü ve SB’nin açıkça emperyalist kapitalizme teslim olmasına bakarak, “artık kapitalizmle sosyalizm arasındaki çelişmelerin ortadan kalktığı, ya da sosyalizmle kapitalizmin birbirine yaklaşarak aradaki çelişmenin yumuşadığı ” iddiası ise, saçmadır. Çünkü sosyalizm ile kapitalizm arasındaki çelişmenin nedeni, dünyanın herhangi bir parçasında sosyalist bir devletin varlığı ile ilgili değil, kapitalist toplumun çıkarları uzlaşmaz sınıflara bölünmüş bir toplum olmasıyla ilgilidir. Sömürülenlerle sömürenler oldukça, yani burjuvazi ile proletarya var oldukça, kapitalizme karşı mücadelenin boyutu ne olursa olsun sosyalizmle kapitalizm arasındaki uzlaşmaz karşıtlıkta varolacaktır. Bugün, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da proletaryanın refah düzeyinin, dünyanın öteki bölgelerine ve 19. yüzyıla göre nispeten yüksek olması, bu ülkelerde işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisinin, proletarya mücadelesinin reformcu, sendikalist bir çizgiye çekmiş olmaları, proleter-burjuva çelişmesinin (başka bir ifadeyle sosyalizmle kapitalizm arasındaki çelişmenin) ne ortadan kaktığının ne de yumuşadığının kanıtı olabilir. Kaldı ki; bugün Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya’da dâhil bütün kapitalist ülkelerde, işçi sınıfının durumu kötüleşmekte, işsizlik, emeğin verimliliğine bağlı olarak sömürünün artması, burjuvazi ve proletarya arasındaki ulusal gelirden, alınan pay oranının proletarya aleyhine artmaya devam etmesi, bu ülkelerde de proletarya mücadelesinin, yakın gelecekte, yükseleceği temelleri hazırlamaktadır.
Revizyonist ideologların bir bölümü ve burjuva demokrat çevreler ise, açıkça kapitalizmin cephesinde yer almaktan şimdilik çekindiklerinden, iki sistem arasındaki çelişmenin yumuşadığından, emperyalist-kapitalizmin “sosyalleştiğinden” dem vurarak, devrime gerek olmadan toplumun ilerleyip sosyalizme varacağını iddia ediyorlar. Böylece, emperyalist propaganda merkezlerinin, kapitalizmin kendi çelişmeleriyle başa çıkma yeteneğini gösterdiği, dünyanın emperyalizm koşullarında “ebedi barış” ve “ebedî adalete” kavuşacağı teziyle birleşiyorlar. Ne var ki, bu konudaki iddialarda bütünüyle demagoji olarak kalmaya mahkum görünüyor. Çünkü bugüne kadar, emperyalist- kapitalizmin, “sosyalleştiği”nin gerekçesi olarak öne sürülen Batı Avrupa işçi sınıfının elde ettiği “haklar” ve nispi refah düzeyinin yüksekliği, yukarda da belirtildiği gibi, emperyalist-kapitalizmin “sosyalleştiği”nin değil, bütünüyle işçi sınıfı mücadelesinin ve sosyalizmin dünya ölçüsündeki kazanımlarının bir ifadesidir. Kaldı ki, dün olduğu gibi bugün de, emperyalist sermaye dünyanın her köşesine sadece aşırı kar için gitmekte, elindeki her olanakla sömürüsünü arttırmaya çalışmaktadır. Bunu, emekçiler ve dünyanın yoksul halkları ederinde, canlarında hissediyorlar. Günlük gazetelerin ekonomi haberleri, dünyanın belli başlı borsalarındaki hisse senedi savaşı ve dünyanın her köşesindeki baskı, zulüm ve özgürlüksüzlük bunun en açık kanıtı olarak dururken, emperyalist-kapitalizmde “sosyallik” keşfetmek emekçi sınıflara ve ezilen halklara ihanet değilse, aptalca bir safdillik olur.
Kapitalizmin “sosyalleştiği”nin diğer bir “kanıtı” olarak da, “evrensel barış”, kapitalistler arasında son 45 yıldır bir emperyalist savaşın patlak vermemesi gösteriliyor. Elbette bunu iddia edenler, son 45 yılda, sayısız ülkelerdeki kurtuluş mücadelelerinde; Kore, Ortadoğu’da İsrail-Arap, Vietnam, Kamboçya, Afganistan, vb. en son da Körfez savaşında hep, bir tarafta emperyalist devletlerin, dahası bütün bu savaşların ve dünyanın her köşesindeki savaş, istikrarsızlık ve kargaşaların içinde, emperyalistlerin biçimlendirdiği dünyanın rolü olduğu, görmezden geliniyor bugün. Güney Afrika’dan SB’ne, Latin Amerika’dan Uzak Asya’ya dünyanın her köşesindeki bütün kargaşaların, darbelerin, savaşların, iç savaşların, istikrarsızlıkların başlıca nedeni bizzat emperyalist-kapitalist ve sosyal-emperyalist sistemdir. Çünkü dünya, onların kendi çıkartan doğrultusunda biçimlendirdiği dünyadır.
Emperyalistler-arası çelişmeler keskinleşiyor
Bugün emperyalistlerin “barış’1 gösterilerinin temelinde, emperyalizmin artık eski saldırgan, hegemonyacı tutumunun değişmesi değil, dünya üstündeki egemenliğini bugün, en iyi bu yolla sürdürebileceği hesabı vardır. Eğer emperyalizmin çıkarlarına dokunulmuyorsa, emperyalizmin uşaklığım yapan gerici egemen sınıfların diktatörlüğü tehlikeye düşmüyorsa “barış”a emperyalistlerin diyeceği bir şey yoktur. Ama bir gelişme, emperyalistlerin çıkarlarını bozacak bir özellik taşıyorsa var gücüyle ona saldırmaktan geri durmuyorlar. Ama bu saldırının gerekçesi “dünya barışını koruma”, “demokrasi götürme ” ya da “uluslararası adalet” vb. oluyor. Körfez krizinde de olduğu gibi emperyalistler açıkça “barış”tan kendi çıkarlarına dokunulmamayı anlıyorlar. Dokunanları ise, “cezalandırmak” için her yola başvuruyorlar; Panama’da olduğu gibi devlet başkanını tutuklamak için ülkeyi işgal edebiliyorlar, ya da Irak’ta olduğu gibi bir kanlı savaşa da başvurabiliyorlar. Ancak bugün geçmişe göre değişen şey, son yıllarda emperyalistler-arası çatışmanın nispeten yumuşak, barışçıl koşullarda seyretmesidir ki; bu onlara “barış” propagandası yapma olanağını tanıyor. Kendi aralarında sıcak bir savaş yoksa dünya barış içindedir, halklara, emekçilere karşı verdikleri savaşsa barış için savaştır! Kısacası, emperyalist dünya bu gün emekçilere, ulusal kurtuluş mücadelelerine, halklara, proletaryaya karşı birleşmiş, kendi dünyasını korumak için, bazen birbirlerinin eylemlerine göz yumarak, bazen de BM şemsiyesi altında “meşru birlikler” kurarak, dünyayı yağmalamayı sürdürmek istemektedirler. Bunun için, bazen “insan haklarını”, bazen “uluslararası hukuk”‘u kendilerine paravan olarak kullanmaktadırlar. Ama bütün her şey, kurdukları dünyanın devamı, emperyalist sömürü ve yağmanın devamı içindir. Bu yağmaya göz yumulursa “barış” da vardır. Değilse, teknoloji harikası silahlarla halkları ezmek, kitle katliamları yapmak hiç de çekindikleri bir şey değildir, olmuyor da.
Yukarıda sözünü ettiğimiz, bugünkü, emperyalistler arası “barış” kalıcı, iddia edildiği gibi ebediyen sürecek bir “barış” mıdır? Emperyalistlerin ve revizyonist propaganda merkezlerinin yarattığı toz-duman örtüsünü ortadan kaldırıp bakılırsa, gerçeğin emperyalistlerin propagandasının tersi olduğu görülür.
Sosyal emperyalist sistemin zayıflaması, COMECON ve Warşova Paktı’nın dağılması iki süper güç arasındaki çatışmanın, ABD’nin başını çektiği Batı’lı kapitalist-emperyalist ülkelerin lehine sonuçlandığının göstergesi oldu. Böylece, son 25-30 yıldır dünyanın her köşesinde dişe-diş mücadele eden emperyalist güçlerden birisinin güç kaybetmesiyle birlikte, emperyalistler-arası çatışmalar da daha “yumuşak” bir görünüm kazandı. Ama bundan çıkarılacak sonuç, emperyalistler-arası çelişmelerin karakterinin yumuşadığı, onların artık dünyayı savaşlara sürüklemekten vazgeçtikleri anlamına gelmez. Tersine bu durum, geçicidir. Çünkü bütün olgular, emperyalistler-arası rekabetin hızlanıp dünyanın yeni bir paylaşımını zorunlu kılacak doğrultudadır. Her şeyden önce, bugün emperyalist dünyanın tartışmasız patronu ve dünyada “asayişin” sağlayıcısı rolünü oynayan ABD emperyalizminin, elindeki devasa askeri güçle en geniş alanlarda egemenlik sürdürmesine karşın, özellikle 1970’li yılların sonlarından itibaren ekonomik-teknolojik üstünlüğü, Japonya ve Almanya’ya kaptırmış durumdadır. Japon ve Alman menşeli tekeller, dünyanın her köşesinde, ABD tekellerini zorladığı gibi, bu ülkelerin dünya finans sermayesi içindeki payları da artmaktadır. 2. Emperyalist Savaş’ın yenik tarafı olan bu ülkeler, savaş soması getirilen sınırlamalarla mahrum bırakıldıktan silahlı kuvvetlerini bugün sessizce ama hızla yeniden kurmaktadırlar. Nüfus, ekonomik güç ve stratejik yeriyle Birleşik Almanya; daha şimdiden, İngiltere ve Fransa’nın toplam ekonomik gücünden daha fazla bir güce sahip olmasıyla, komşuları için bir endişe kaynağıdır. Ve Alman militarist çevreleri, “Büyük Almanya” propagandasına başladılar bile. Doğu Avrupa’dan aslan payım alma ve SB’de büyük yatırımlar yapma olanağı açısından da, bütün öteki emperyalistlerden daha fazla avantajlara sahiptir. Bu durum; herkesin yakın bir olasılık olarak gördüğü, AT ve Batı Avrupa Birliği’nin tek bir “Birleşik Avrupa “ya varacağı “umudunu”, iyice geriye itmiştir. Özellikle Körfez Krizi ve savaşında, Almanya ve Japonya, genelde kendi emperyalist çıkarlarıyla da uygun olduğu ölçüde, ABD’yi desteklemişlerdir, ama aralarına SB’den bile fazla mesafe koymayı da ihmal etmeyerek, çıkarlarının ABD çıkarlarıyla her noktada uyuşmadığını ortaya koymaya özel bir önem vermişlerdir. Hiç kuşkusuz ki; bugün henüz askeri bakımdan ekonomik alanda oldukları kadar güçlü değillerdir, ama bu bir çelişkidir. Bu çelişkiyi de eninde sonunda çözeceklerdir. Zaten daha bugünden Almanya, ABD ile olmasa da Avrupa’nın öteki ülkeleriyle kıyaslandığında, küçümsenemeyecek bir askeri güce sahiptir. Japonya ise, ekonomisini her an askeri doğrultuda geliştirebileceği bir çizgi izlemektedir.
SB ise, ekonomik sorunlar ve iç ayaklanmalarla sarsılmaktadır. Bu da ilk bakışta, artık onun dünya hegemonyası için mücadele edecek gücü kalmadığı düşüncesini uyandırırsa da, gerçekte durum tam böyle değildir. Evet, SB, Doğu Avrupa’da etkinliğini yitirmiş, Ortadoğu ve Afrika’daki mevzilerinden büyük ölçüde atılmıştır, ama o da, hala dünyanın en büyük askeri güçlerinden birisidir. Yanı sıra, Batı’lı emperyalistlerin aksine, bakir ve zengin yeraltı kaynakları ve 22.5 milyon kilometre kare topraklarıyla, egemenlik için mücadele edecek bir potansiyele sahiptir. Bugün de, teknoloji ve sermaye olarak Batı’ya avuç açmak zorunluluğundan dolayı ABD karşısında fazla direnemese de, geri çekilirken bile sonradan “basacağı taşlar” oluşturmayı da ihmal etmemekte, bugün ABD’nin safına geçmiş eski dostlarıyla ilişkilerini diri tutmaya çalışmaktadır.
İngiltere ve Fransa ise, eskinin büyük emperyalist güçleri, 2. paylaşım savaşının galip, ama ABD’nin gölgesinde yaşayan ülkeleri olarak, Körfez savaşında görüldüğü gibi, onlar da eski şaşalı günlerim unutmuş değinlerdir. Ama özellikle Almanya’nın güçlenmesinden çok endişe duymaktadırlar ve bu da onları silahlanma ve hegemonya mücadelesinde kamçılayıcı bir etken olmaktadır. Bu endişe ve isteklerini de açıkça ifade ediyorlar.
Bir bütün olarak emperyalist ülkelerdeki gelişmeye bakıldığında, ABD var olan üstünlüğünü elinden kaçırmamak için, özellikle askeri gücünü kullanarak, kendi liderliğinin sistemin tek güvencesi olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Eski büyük güç SB ise, şimdi başını ağrıtan “dertlerden” bir an önce kurtularak, eski gücünü bulmak, henüz ilişkisini bütünüyle koparmadığı eski egemenlik alanlarında yeniden borusunu öttürmek için uygun politikalar izlemeye çalışıyor. Potansiyel olarak, yakın geleceğin “süper güç”lüğüne aday olan Almanya ve Japonya ise, her alanda ABD ve diğer emperyalist ülke tekelleriyle mücadele ederek, şimdilik, ekonomik olarak daha güçlenecekleri politikalar izliyorlar. Özellikle de, Japonya D.Asya’da, Almanya Orta ve Doğu Avrupa’da egemenlik alanları yaratmaya çalışıyor. İngiltere ve Fransa ise, bir yandan Almanya’ya karşı bir dayanışmaya girerken, ABD ile de dirsek teması içinde birbirileriyle de mücadele ediyorlar.
Bugün, emperyalistler arasındaki mücadele henüz “barışçıl” bir biçimde sürüyor. Ama emperyalizmin karakteri göz önüne alındığında bu durumun uzunca bir süre sürmesi de beklenemez. Tersine, bu durum geçicidir ve kaçınılmaz olarak, bu en önde gelen emperyalistler, kendi aralarında yeniden bir paylaşım için, “barışçıl olmayan” araçları da kullanmaya hazırlanmaktadırlar. Özellikle Japonya ve Almanya’nın dünyanın bugünkü, ABD’nin en büyük payı aldığı, paylaşımına uzun süre sessiz kalması beklenemez. Çünkü emperyalist sistem, kaçınılmaz olarak ekonomik güç kadar hegemonyayı da zorunlu kılar. ABD’ne kredi açacak kadar büyüyen Alman ve Japon emperyalizmi, onun patronluğuna ne kadar zaman razı olabilir? Elbette bunu ve emperyalistlerin nasıl kamplaşıp dünyayı kana bulamak için hangi bahanelerle ve hangi araçlarla birbirlerinin egemenlik alanlarına saldıracaklarını yakın gelecekte daha açık görebileceğiz.
Körfez Savaşı neyi kanıtladı?
Emperyalist ve revizyonist dünyanın propagandacıları, son 5-6 yıldır, “evrensel barış” ve “evrensel adalet” propagandasını yoğunlaştırmış, 1980’lerin sonunda ise bu propagandayı had safhaya çıkararak, dünya kamuoyunun çok geniş kesimlerini de, çizdikleri pembe tablolara inandırmışlardı. Dünyada barışı tehdit eden “Stalinist sosyalizmim hesabı görülmüş, emperyalistlerin denetiminde “bütünleşmiş”, “savaşların olmadığı, olmayacağı” bir dünya için her şey hazırlanmıştı. Ne var ki, tam bu propagandanın bütün meyvelerinin toplanacağı bir zamanda, Körfez Krizi çıkageldi. ABD’nin başını çektiği emperyalist-gerici Koalisyon, “2. Dünya savaşından buyana yapılan en büyük askeri yığınağı” yaparak, en geliştirilmiş silahlarını deneyerek, Vietnam’a 10 yılda attığı bombadan daha çoğunu bir ay içinde Irak halkının başına yağdırarak, on binlerce Irak’lı sivili katlederek, savunduğu “barış” ve “adalet”‘in ne menem bir barış ve adalet olduğunu bütün dünyanın gözleri önüne serdi.
Körfez savaşı, sadece emperyalizmin nasıl bir “barış” kurmak istediğini göstermedi, “yumuşadı” ya da “yok oldu” denilen emperyalist dünyanın bütün çelişmelerinin üstündeki örtüleri de kaldırarak, istikrarsızlık, adaletsizlik ve özgürlüksüzlüklerin kol gezdiği bir dünyada yaşandığını kanıtladı. Sadece Ortadoğu’nun bile, bütün dünyayı ateşe verebilecek çelişmeleri bağımda taşıdığım, Arap-İsrail sorunu yanı sıra, boyudan itibariyle onu da aşan, bir Arap-Arap, Arap-Kürt, Türk-Kürt, İran-Kürt sorunu, bütün Ortadoğu halkları için bir özgürlük ve bağımsızlık sorunu olduğunu, bu sorunların görmezden gelinemeyeceğini de ortaya koydu.
Elbette ki, dünya kamuoyu sadece burjuvazinin oluşturduğu “tek biçimli” bir kamuoyu değildi. Sayı olarak az bir kesimini etkilese de, Marksist dünya görüşüyle değerlendirilen, emperyalistlerin çizdiklerinden başka bir dünya tablosu da vardı. Onlar dünyayı emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda biçimlendirdiğini, bu yüzden de bütün “barış” ve “adalet” propagandasına karşın, gerek birer birer ülkelerde burjuva proleter çelişmesinin, gerekse dünya ölçüsünde ezilen halklarla emperyalistler, emperyalistlerle emperyalistler arasındaki çelişmelerin bütün nitelikleriyle sürdüğünü, sadece sürmekle kalmayıp giderek şiddetlendiğini de vurguluyorlardı. Örneğin TDKP’nin, 1990 Şubat Konferansı’nda Ortadoğu’daki gelişmelere şöyle vurgu yapılıyordu:
“Bugün bütün büyük güçlerin dikkatleri Doğu ve Batı Avrupa’da, Balkanlar’da ve Sovyetler Birliği’nde toplanmış olmasına karşın, Ortadoğu (Filistin- Lübnan, Süveyş) stratejik önemini ve uluslararası gerginlik bölgesi olma özelliğini kaybetmiş değil, aksine artırmıştır. Bu bölge petrol ve petrol yolları bölgesi olmasından dolayı büyük önem taşımasının yanı sıra, Akdeniz ve Avrupa’ya ulaşma ve egemen olma açısından da önem taşımaktadır. Büyük emperyalist güçleri bugün ve gelecekte egemenlik çatışmasına zorlayan en önemli gerginlik bölgeleri Avrupa ve Ortadoğu’dur…” (TDKP Şubat (1. Genel) Konferansı Belgeleri, s.347-348)
Körfez krizi ve savaşı boyunca olup bitenler ve sonraki gelişmeler göz önüne alındığında, savaş sonrası gelişmeler henüz mantıki sonuçlarına varmamış olmasına karşın, şu saptamalar, daha şimdiden, yapılabilir
*) ABD emperyalizminin başını çektiği emperyalist-gerici cephe; bir yandan savaşa hazırlanırken, öte yandan bütün bu hazırlıktan “evrensel barış”, “uluslararası adalet” ve “Kuveyt’in KKTH” için yaptığını propaganda ediyordu. Ama kriz ve savaş sırasında açıkça ortaya çıktı ki; ne barış, ne adalet, ne de Kuveyt’in bağımsızlığı emperyalistlerin umurunda değildir. Onlar, orada, her şeyden önce emperyalist çıkarları korumak ve garanti altına almak için bulunmaktadırlar. Dahası, bütün dünya halklarına ve emperyalist-kapitalist sisteme başkaldıracak herkese gözdağı vermeyi amaçlamışlardır. Ve açıkça şu mesajı vermeye çalışmışlardır eğer benim çizdiğim çerçeve içinde yaşamayı kabul ederseniz, “barış” ve “demokrasi” olacaktır, eğer benim çıkarlarıma zarar verecek tutumlara girerseniz, teknolojinin en son ürünü olan silahlarım, sınırsız askeri gücümle ezilmeyi, yok edilmeyi göze almalısınız!’
Emperyalistlerin vaat ve gözdağı için yürüttüğü kampanya neyi amaçlarsa amaçlasın, Saddam yönetimi bahane edilerek, on binlerce Iraklı sivilin, kadın ve çocuğun emperyalist-gerici Koalisyon güçlerinin silahlarıyla öldürülmeleri, her şeyden önce Orta Asya’dan Fas’a kadar uzanan 300 milyonluk İslam dünyası gözünde emperyalistlere karşı büyük bir öfkenin kabarmasına yol açarken, dünyanın her köşesindeki, emperyalist propagandanın uyuşturduğu savaş aleyhtarı güçleri de ayağa kaldırdı. Paris, Berlin, Washington, Londra vb. emperyalist ülkelerin büyük kentleri, haftalar boyunca, gece ve gündüz milyonlarca emekçinin, aydının haykırışlarıyla doldu. Kısacası emperyalist silahlı saldın, gerek emperyalist ülkelerde, gerekse yeni sömürge sistemine bağlanmış ülkelerde son 5-6 yılda elde ettiği “barış’, “adalet” vb. hayalleri ile ilgili avantajları önemli ölçüde kaybetti. Emperyalistlerin,”adalet” ve “barış”ı sadece kendi çıkarları ile ilgili gözettiği, özellikle Irak yönetiminin Kürtlere karşı giriştiği ve bir jenoside dönüşen kitle kırımı karşısında soğukkanlı bir “izleyici” olarak kalmasıyla daha da açığa çıktı. Kendi ülkesini savunmak için tek bir kurşun atmayan “Kuveyt’in bağımsızlığı” için son 45 yılın en kanlı savaşlarından birisini yürütmekten çekinmeyen emperyalistlerin, Kürtlerin özgürlük isteği ile ayaklanmasının bir katliama dönüşmesi karşısında ne “adalet” ne “ulusun kendi kaderini tayin hakkını” ne de “barış”ı aklına getirmeyen emperyalistlerin bundan böyle yürüteceği demagojik propagandanın eskisi kadar etkili olamayacağı çok açıktır.
*) Emperyalist büyük devletler, saldırının etkinliğini arttırmak ve aralarındaki çelişkilerin su yüzüne çıkmasını önlemek için, savaş öncesi yoğun bir diplomasiyle, Irak’a karşı “bütün uygar dünyanın birleştiği, çelişkisiz bir dünya birliği kurdukları” imajım vermeye çalıştılar ve bu alanda da yoğun bir propaganda yürüttüler. Ama kriz ve savaşın seyri açıkça gösterdi ki; “ilkelerde” sağlanmış gözüken “birlik” ne gerçek bir birliktir, ne de sağlanabildiği kadarıyla bile uzun vadelidir. Japonya ve Almanya, bu “pis” savaştan olanaklı olduğu ölçüde uzak durmayı, savaşın ekonomik ve politik faturasının ABD’nin üstüne yıkılmasını gelecekteki çıkarları için uygun bulurken, ABD ve Batı sermayesine, teknolojisine acil ve hayati bir ihtiyaç duyan SB, her fırsatta kendi farkını ortaya koymaya özel bir önem verdi ve Ortadoğu hegemonya mücadelesinde var olmaya devam edeceğini belli etti. Daha savaş sürerken, “Kuveyt’in yeniden imarı”nın ihalesini ABD tekelleri tek başına üstlenince İngiltere ve Fransa büyük patronlarına sitem etmekten geri durmadılar, özellikle Fransa, ABD’den farklı bir tutum takınmaya önem vermek ihtiyacını duydu; savaş sırasında bile “uzlaşıcı” olmaya özen gösterdi.
Girişilen silahlı savaşın patronluğunu üstlenen ABD, bölge ve anti-emperyalist uyanış içindeki halkların bilincinde yeniden, bağımsızlık ve özgürlüklerinin “baş düşmanı” konumuna yükselirken, Koalisyonda yer alan bölge ülkeleri ve bölgedeki gerici Arap şeyhliklerinin bundan böyle ne kadar süre iktidarlarını sürdürebilecekleri de tartışılmaya başlandı. Halklarının gözünde ebediyen değişmeyecekmiş gibi görünen Şeyhliklerin durumu istikrarsızlığın batağına sürüklendi. Bu ise; bölgede “istikrarın korunması” için yürütülen kanlı savaşın, bu amacına erişemediği gibi, savaş öncesi “istikrarı” bile koruyamayacağın m göstergesi oldu. Bunun içindir ki, bu durum emperyalistleri, daha dün “cani”, “katil”, “devrilmesi gerekir”, “Hitler’ciler gibi savaş suçlusu olarak yargılanması gerekir” dedikleri Saddam’ı, Kürt ayaklanması karşısında desteklemek zorunda bıraktı. “Tek bölgenin istikrarı bozulmasın da Saddam’la da barışabiliriz” diyorlar şimdi.
Emperyalistlerin kurmaya çalıştıkları “evrensel barış”, “dünyanın barışçı birliği” işte böylesi keskin çelişmeler ve bunlar üstünde yükselen karşıt çıkarları barındırmaktadır. Bu yüzden de, her “istikrar” çabası, “istikrarı” sağlamak için baş vurulan her önlem, sadece yeni istikrarsızlıkların ve kargaşaların kaynağı olmakta, sistemin bütün çelişkilerinin birbirini etkileyerek büyümesine yol açmaktadır.
*) Körfez krizi ve savaşı, sadece emperyalist dünya sisteminin siyasi, askeri, diplomatik plandaki istikrarsızlıklarım açığa çıkarmakla kalmadı; başta ABD olmak üzere, emperyalist dünyanın ve ona bağlanmış yeni sömürge ülkelerdeki ekonomik sistemin istikrarsızlığını da açığa çıkardı. Yüz milyarlarca doları bulan savaş harcamaları, petrol üretimi ve finans dünyasının sarsıntıya girmesi, emperyalist dünya pazarındaki krizi derinleştirdiği gibi, emperyalizme bağımlı geri ülkelerdeki ekonomileri de içinden çıkılmaz biçimde sarstı. Birleşik Almanya gibi, geleceğin süper gücü bir ülkenin bile savaş harcamaları ve krizin yükünü azaltmak için “savaş vergisi”ne başvurmak zorunda kalacağını açıklaması, ABD bütçe açığının tarihinin en yüksek düzeyine ulaşması savaşın bu ülkelerin ekonomilerine yaptığı sarsıntının bir yansımasıdır. ABD başta olmak üzere, savaşa katılan ülkeler ekonomilerini iyice zora sokan savaş harcamalarım Almanya, Japonya, petrol şeyhliklerinin parasal destekleri ve Irak’ın petrol gelirlerine el koyarak kapatmayı amaçlıyorlarsa da, savaşın getirdiği yıkım petrol şeyhliklerini emperyalistleri rahatlatacak bir kaynak aktarımından alıkoyacak gibi görünürken, Almanya ve Japonya’nın ellerini ceplerine atacaklarına dair de hiç bir belirti yoktur. Tersine onlar, ABD ve müttefiklerinin ekonomilerinin zayıflamasını ellerini ovuşturarak bekliyorlar. Irak’ın petrol gelirlerine el konması ise, gerek Irak’ın yanmış yıkılmış olması, gerekse bu el koymanın yol açabileceği karşı tepki emperyalistlerin “zararlarını” buradan da kapatamayacağım gösteriyor. Kuşkusuz ki, emperyalistler, bugünkü dünya sistemi sürdükçe, krizin yükünü Ortadoğu ve diğer geri kalmış ülkelerin halklarının ve kendi emekçilerinin üstüne yıkabilirler, ama bunun faturası bu ülkelerde daha büyük istikrarsızlık ve kargaşaları göze almak, bu ülkelerdeki uşak hükümetleri başkaldıran halkların ayaklan altına atmak olacaktır. Bu yüzden de emperyalistler, “emperyalist bir barış dünyası” propagandası yaparken, her gün bir başka yerde çatışmaların, ayaklanma ve savaşların önlenemediği, önlenemeyeceği bir dünyanın kapısını aralamışlardır.
*) Son yıllarda emperyalistler, çizmeyi aşan kimi küçük ülke diktatörlerini alaşağı ederken; (Nikaragua, Romanya , D. Almanya vb.)bu ülkelerde, “insan hakları”nın ihlal edildiğini, “demokrasi”nin olmadığını, ya da Doğu Avrupa’da olduğu gibi, “azınlıklar üstünde baskı” olduğu, “halkların kendi kaderlerini tayininin gerçekleşmesi” için müdahale ettiklerini propaganda ediyorlardı. Bu propaganda, Irak’a karşı yürütülen kampanya ve savaş içinde daha yoğun işlendi. Ama savaş, emperyalistlerin çıkarlarıyla sınırlıydı ve bu sınırda durduruldu. Nitekim savaş sonrası patlak veren Kürt ayaklanması karşısında, Saddam diktatörlüğü kimyasal silahlar dâhil her yolla, Kürt halkını ezerken, çocuk, kadın, yaşlı, genç ayırımı yapmadan bütün bir ulusu yok edecek bir katliama başvururken, ülkesini savunmak için tek kurşun atmayan Kuveyt ya da Skut saldırısında ölen üç İsrailli için ağıtlar yakan, “insan hakları, devletler hukuku, özgürlük, bağımsızlık, KKTH” üstüne titreyen emperyalistler, Kürt katliamı için “üzüntü” bildirmekten öte bir tepki göstermedikleri gibi; Saddam’a, ayaklanmayı bastırmak için her yola başvurması için yeşil ışık yaktılar. İlk günlerde uçakların ve helikopterlerin kalkmasını engellediler, ama Kürtlerin üstünlüğünü fark edince, “Koalisyon güçlerini hedeflemeyecek”, onları tehdit etmeyecek uçuşları açıkça serbest bıraktılar. Ne insan hakları, ne demokrasi idealleri ne de ulusun kendi kaderini tayin hakkını savunmak akıllarına gelmedi.
“Irak’ın toprak bütünlüğü”, Saddamlı ya da Saddamsız bir Irak, onlar için nerede duracağı belli olmayan bir Kürt ayaklanmasına göre çıkarlarına uygundur ve Ortadoğu’da kurmak istedikleri “yeni düzen”de Irak’ın yerini belirlemişlerdir.
Kürt ayaklanmasının yenilgisi emperyalistler için bir kazanç olacaktır. Ama bu sadece geçici bir durumdur. Çünkü Kürtler, gözlerini emperyalistlerin gözünden ayırmayan bugünkü gerici önderliklerinin niteliğini gördükleri kadar, kendilerine karşı işlerine geldiğinde “göz kırpan” emperyalistlerin niyetlerini de anlayacaklar; kendi amaçlarına, kendi güçleri ve bölgedeki diğer halklarla birleşerek varacaklarım da daha iyi anlayacaklardır. Bu güne kadarki sayısız Kürt ayaklanmasında emperyalistlerin yüzü bu kadar açık değildi ve onlar amaçlarını çeşidi örtülerle örtmüşlerdi. Ama artık Ortadoğu’nun çelişmeleri hiç kimsenin rolünün üstünün örtülmesine izin vermeyecek kadar su yüzüne çıkmıştır. ABD ve diğer emperyalistlere, bölgede emperyalizmin hizmetine koşulmuş gerici hükümetlere duyulan nefreti artık hiç bir güç Kürtlerin yüreğinden söküp atamayacaktır.
*) Dünya kapitalizmin derinleşen krizi ve bunu daha da kışkırtan savaşın getirdiği yükler, yeni kriz etmenleri olarak dünya kapitalizmini daha çok etkilemektedir. Bu ise, emperyalist ülkeler arasındaki paylaşım mücadelesini olduğu kadar, krizin yükünü sırtlamak istemeyen emperyalist ülke işçi sınıfı ve emekçileri ile ezilen halkların mücadelesinin yükselmesinin olanaklarını da artırıcı bir rol oynamaktadır. Kriz derinleştikçe devrimci etmenlerin rolü de kendisini daha çok duyuracaktır. İleri ülkelerin proletaryası ve emekçileri, daha şimdiden savaş faturalarını ödemeyi reddeden bir tutum içine girerken, emperyalizme uşaklık eden yeni sömürge ülkelerdeki hükümetler güç ve prestij yitirmekte, bu ülke halkları içinde İslamcı, milliyetçi motifler taşısa da an ti emperyalist bir kabarış da kendisini derinden hissettirmektedir.
Bugün, emperyalizmin öngördüğü “yeni düzen”i için, her biri kendi başına bir başkaldırı etmeni olan şu sorular bile, Ortadoğu da emperyalizmin bir çıkmaza saplandığının belirtisidir: Arap-İsrail, Filistin-İsrail sorunu nasıl çözülecektir? Irak-Kürt, Türk-Kürt, Irak-İran, Lübnan-Suriye-İsrail sorunlarına nasıl bir çözüm getirilecektir? Emperyalizmin dayanaklarıyken bugün birer Amerikancı kukla devletlere dönüşen, itibarı beş paralık olmuş Arap Şeyhlikleri hangi payandalarla ayakta tutulacak, şeyhliklerle halklar arasında bir “uzlaştırıcı” formül bulunabilecek midir? Kuzey Afrika’daki Müslüman ülkelerdeki anti-emperyalist başkaldırı hangi “barışçı” yollarla denetim altına alınacaktır? Ortadoğu pastası paylaşılırken, emperyalistler-arası “barış” ve “işbirliğini” hangi “sağduyu” sağlayabilecek, dahası savaşın acısını yaşamış, emperyalizme öfke dolmuş bölge halkları pastanın paylaşımına seyirci bırakılabilecek midir?
Emperyalistler.Ortadoğu savaşma kendi egemenliklerini sağlamlaştırmak, dünya halklarına gözdağı vermek için başvurmuşlardır. Ama olgular öyle gösteriyor ki; onlar, açtıkları bu savaşla kendi egemenliklerinin temellerini sarsacakları bir yola girmişlerdir. Savaş sürecinde ve somasında ortaya çıkan bütün belirtiler, emperyalistlerin, İ980 ortalarından itibaren, sosyalizme, devrimlere, halklara ve proletaryaya karşı elde ettikleri üstünlüğün sona ereceği bir dönemece geldiklerini göstermektedir. Ki; bu aynı zamanda halkların, proletaryanın, devrimci demokratik güçlerin emperyalizme ve kapitalizme karşı hareketinin yeni bir yükseliş dönemecine geldiğinin de ifadesidir. Bu dönemeçte, mücadelenin nasıl ve ne biçimler altında kendini ortaya koyacağını söylemek bugünden olanaksızsa da, nesnel bakımdan böyle bir sürecin başladığını, emperyalizmin, kapitalizmin temellerine yönelen bir mücadelenin kendi yolunu kaçınılmaz bir biçimde açacağını söylemek gerçeğin kendisini ifade etmek olacaktır.
Bugün, dünyanın neresinde olursa olsun, hangi ulusa mensup bulunursa bulunsun devrimci işçinin, sosyalistin, gerçek bir ulusal kurtuluşçunun, gerçek Marksist bir partinin dikkatini asıl yoğunlaştıracağı temel gerçek işte bu olmak durumundadır. Bu gerçeği görmeyen, dikkatini asıl buraya çevirmeyenlerin bu dönemin kendisine yüklediği tarihsel görevi kavraması, bu göreve hazır olması beklenemez. Çünkü devrim etkenlerini derinleştiren olay ve olgular, kendi başlarına kaldığında, devrimci bir müdahale olmadığında, sadece kargaşayı arttırır ama Olumlu sonuçlara yol açamazlar. Bu yüzden de, sadece gelişmeleri izleyip, bu gelişmelerin seyrinden mutluluk duyup hayale dalmak devrimci bir tutum olamaz. Kaldı ki; bugün emperyalizme karşı halkların mücadelesinin ön saflarında yer alan Ortadoğu’nun çeşidi halkları burjuva ve burjuva-feodal etkiler altındadır. Öte yandan emperyalizm ve kapitalizme karşı mücadelenin bel kemiğini teşkil eden çeşitli ülke proletaryaları reformcu, revizyonist ideolojinin uyuşturucu etkisini yıkamamışlar ve anti-emperyalist mücadelenin zaferi için bile zorunlu olan gerçek Marksist partilerin proletarya ve emekçi sınıflar içindeki etkisi henüz çok cılızdır. Bunlar, başlamış olan yeni dönemde de mücadelenin temel zaafı ve zayıflığıdır. Ama bu gerçekten çıkarılacak olan sonuç “çaresizlik” ve “karamsarlık” olamaz. Çünkü emekçilerin hareketinin devrimci bir çizgiye çekilmesi ancak yükselen hareket içinde olanaklıdır ve bu bilinç ile davrandığı, bunun gereklerinin yerine getirildiği ölçüde, sınıf üstündeki reformcu etkiler, kurtuluş mücadelesi önündeki burjuva, burjuva-feodal barikatlar, olağan zamanlarda hayal edilemeyecek bir çabuklukta, dağılacaklardır. “Üç güne sığan yirmi yıllar” böyle dönemlerde yaşanır çünkü.
Kısacası, son beş-altı yıllık gelişme içinde, devrime ve sosyalizme saldıran emperyalist ve revizyonist odaklar, mücadeleye verebilecekleri bütün zararları verirken, kendi yüzlerindeki örtüyü de atmak zorunda da kalmışlardır. Onların halkların ve proletaryanın bilincinde yarattığı yanılsamanın kırılması için koşullar bugün düne göre daha elverişli hale gelmiştir. Bu yüzden de, geçmiş beş yıla göre bugün, devrim ve sosyalizme daha yakın bulunulduğunu söylemek bir abartma değil, gerçeğin kendisi olacaktır.

TÜRKİYE’NİN BUGÜNKÜ ULUSLARARASI VE SİYASİ DURUMU

Emperyalizmin uşağı egemen sınıflar ve gericilik, 12 Eylül darbesinden bugüne Türkiye’nin “itibar” kazandığını, “komşu” ülkelerde ve Doğu Blok’unda istikrasızlık, savaş ve kargaşalar sürerken, Türkiye’nin, “istikrar” içinde “kalkınarak”, “çağ atladığı”nı, “2000’li yıllarda dünyanın on ileri ülkesinden birisi” olacağı konusunda, on yılı aşkın bir süredir yüksek perdeden propaganda yürütüyor. Emperyalistlere el açma, IMF’nin dayatmalarına boyun eğme, emperyalizme dalkavukluk, kamuoyuna “itibar” artması ve “güçlenmenin ifadesi” olarak sunuldu, sunuluyor.
Oysa gerçekte bu dönem; itibar artması bir yana, Türkiye’nin uluslararası alanda sürekli olarak itibar kaybettiği, emperyalist siyasi ve ekonomik dayatmalara karşı, geçmiş dönemlerle kıyaslandığında bile en zayıf olduğu, “serbest pazar ekonomisi” ve “al-satçılık”ın yüceltilip üretici güçlerin artan oranda tahrip edildiği, bu nedenlerle de kriz unsurlarının, ekonomik ve siyasi yaşamı her gün yeni çalkantılara ittiği bir dönemdi.
Bu “istikrar” ve “çağ atlama” döneminde, eskiden devir alman sorunlara yenileri eklenmiştir. Kıbrıs-Ege-Ermeni sorunlarına, Bulgaristan Türkleri, İran’a düşmanca ilişkiler, Irak ve Suriye ile sorunlar, en önemlisi de Kürt sorunu eklenmiştir ki; bu sorunlar, bugün de açıkça görüldüğü gibi, öyle “iyi niyetle” ya da “basitçe” çözülecek sorunlar değildir. Dahası bu sorunlarla bağlantısının yanı sıra Kürt sorunu, bir “azınlık sorunu”nun ötesine geçerek, Türk egemen sınıfları için bir varlık yokluk sorununa dönüşmüş, uluslararası siyaset alanında Türkiye’yi “savaş yürütülen ülkeler” kategorisine sokmuştur.
Emperyalist ülkeler için Türkiye, dün olduğu gibi bugün de, Ortadoğu’da bir “ileri karakol”, Ortadoğu ülkelerine bir “atlama taşı”ndan başka bir şey değildir. Nitekim “itibarımız arttı” denilen dönemde Türkiye, bütün Avrupa forumlarından dışlanmış, AET’deki ve Avrupa Konseyi’ndeki ilişkileri ya durdurulmuş ya da asgariye indirilmiş, itilen kakılan bir ülke durumuna düşürülmüştür. Cunta döneminden sonra, “demokratik rejime” geçildiği iddia edildikten sonra bile, Türkiye bugüne kadar Avrupa’nın hiç bir kurumunda 1980 öncesi pozisyonunu kazanamamıştır. 1987’deki AT’a “tam üyelik” başvurusu ‘komisyonlara havale” edilerek askıya alınırken, son yıllarda, Doğu Avrupa’daki gelişmelerden sonra, AT üyeliği gelecekte bile gerçekleşemez bir hayale dönüşmüştür. Bu yüzdendir ki Özal, Avrupa ve ABD’nin Türkiye’ye en çok ihtiyaç duydukları, hamasi nutuklarla Türkiye’yi övdükleri bir dönemde. Körfez krizi içinde, “artık AT’a girebilmemiz olanaklı görünmüyor” demek zorunda kalmıştır.
1980’lerin ortalarından itibaren, SB ve D. Avrupa’daki gelişmelere bağlı olarak, Warşova Paktı’nın çözülmesiyle birlikte, Türkiye’nin Batı için “önemi”, onur kinci bir tarzda tartışılmaya başlanmış, böylece Batılıların gözünde Türkiye’nin “ucuz asker deposu”, pohpohlanarak savaşlara sürülecek, ya da uluslararası forumlarda ihtiyaç duyuldukça kullanılacak bir ülke olduğu iyice açığa çıkmıştır. Böylece emperyalistlerin Türkiye’ye, gerici egemen sınıfların iddia ettiği gibi, onurlu bir dost ve müttefik, “karşılıklı eşitlik”, “içişlerine karışmama” ilkelerine uygun davranacakları bir ülke olarak bakmadıkları açıkça görüldü. Tersine onlar, soruna tümüyle kendi çıkarları açısından bakıyorlar, bu çıkarlarda Türkiye’nin rolü neyse öyle bir değer biçiyorlar. Bunu, itiraf etmeseler de, egemen sınıflanınız ve onların her soydan siyasetçileri de anlamış olduklarından, “NATO olmasa da, Türkiye emperyalistlere Ortadoğu’daki çıkarları için gereklidir, aman bizi terk etmeyin” diye efendileri önünde diz çökmektedirler. Körfez savaşında bu ölçüde gözü kara davranmalarının arkasında yatan “nedenlerden birisi de bu, “önemlerinin azalmadığını” göstermek olsa gerekir.
Emperyalistler, olası bir devrimci ayaklanmaya karşı bir önlem olarak getirdikleri 12 Eylül Cuntasını ve arkasından gelen ANAP hükümetini, ekonomik siyasi, diplomatik vb. her biçimde desteklediler. Emperyalizmin işine böylesi geldiği için bunu yaptılar. Ama ne kendi destek ve direktifleri ile işbaşına gelen Cuntayı, ne de gelmiş geçmiş en emperyalizm yanlısı Türk hükümeti olan ANAP hükümetini kendileriyle eş düzeyde görüp, buna uygun tutum takındılar. Tersine, olabilecek herhangi hükümete davrandıklarından daha hoyrat, “biz istemesek bile bize hizmet sunarlar” yargısıyla davrandılar, davranıyorlar.
“İstikrar” belirtisi olarak, ekonominin “hızla büyümesi”, “İhracatın artması”, “döviz bolluğu”, büyük tekellerin olağanüstü genişlemesi gösterildi. Pembe tablolar çizilip; bunlar, büyükbaşın, TV ve radyo aracılığı ile yayılarak ülkenin büyük bir ekonomik atılım içinde olduğu imajı yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Ama bütün bunların, her yıl büyüyen dış borç, resmi rakamlarla bile % 50-100 arasında değişerek her yılki hedefi ikiye katlayan enflasyon, Türkiye’nin dünyanın işçi ücretinin en düşük bir kaç ülkesinden biri yapılması, varolan gerici sendikaların bile işlevsizleştirilip, grev hakkının anlamsızlaştırıldığı, bununla da yetinmeyip; uzunca bir zaman ekonomi dışı zor kullanılarak yığınlar üstündeki sömürünün akıl almaz boyutlara varması, en temel girdilerden çekilen sübvansiyonun tekelci ticaret şirketlerine verilmesiyle gerçekleştirildiği saklanmaya çalışıldı. Kaldı ki, bu dönemde hiç bir ciddi sanayi yatırımı yapılmadığı gibi, birçok işletme ya kapatılmış ya da batmaya terkedilmiş, rakamlar alıp-satma ile şişirilirken, bütçe açıklan, enflasyon, zam ve kamu kuruluşlarının “özelleştirme” adı altında, yok pahasına emperyalist tekellere devredilmesiyle kapatılmaya çalışılmıştır. Bütün bu dönem ülke ekonomisinin dolaysız IMF’nin direktifleri doğrultusunda yönetildiği bir dönem olmuştur.
İşte gerici egemen sınıflarımızın ve onların siyasi temsilcileri ve propaganda merkezlerinin “itibar kazandık”, “çağ atladık” diye övündükleri durum budur.
12 Eylül darbesinin amacı, sadece güncel devrimci hareketi bastırmak değildi elbette. Sonradan da açıkça ortaya çıktığı gibi, 12 Eylülcü generaller kliği, bir yandan azgın bir terörle devrimci hareketi bastırıp devrimci örgütleri dağıtırken, öte yandan da; 1980’lere gelindiğinde toplumsal hareketin önünde yürümeye başlayan işçi sınıfı ve emekçi sınıf hareketini de bastırmaya çalıştı. Grevleri yasaklayarak, sendikaları kapatarak işe girişen cunta, egemen sınıflan da birleştirdi ve üç yıl süreyle her kıpırdanışı, en masum istekleri, kana ve ateşe boğarak, ülkeyi egemen gerici sınıflar için “dikensiz bir gül bahçesi”ne dönüştürmeye çalıştı. Ve “zaferini”, bir “hilkat garibesi” olan 1982 Anayasası ile taçlandırdı. Bu Anayasa’nın ruhuna uygun olarak, basın, sendikalar, grev ve lokavt, dernekler vb. yasalar yeniden düzenlenerek, geçmişin bir kazanımı olarak yasalara geçen özgürlük kırıntıları da ortadan kaldırılarak, “haklar” kâğıt üstünde birer yazıdan ibaret hale getirildi.
1983’de siyasal iktidarı ele geçiren ANAP, egemen sınıflar için, dizginsiz sömürü ve baskı için bütün koşulların hazırlanıp, olanakların ellerine verildiği (‘Taşların bağlanıp köpeklerin salıverildiği”) bir ortam buldu. Cunta’nın biraz geriye çekilip, Çankaya ve MGK’da üstlendiği koşullarda, onlarla aralarında en küçük bir ciddi görüş ayrılığı olmadan ülkeyi yönetmeye koyuldular. Bu baskı ve terör döneminin yığınlar üstündeki “şok”unun atlatılması için hayli uzun bir zaman gerekti ve ancak,1987’den itibaren emekçi sınıf hareketi yeni bir yükselişe geçebildi.
“Görünüşte grev hakkı bulunsun ama grev yapmak da olanaksız olsun” biçimindeki, TİSK, MESS gibi patron kuruluşlarının görüşleri doğrultusunda hazırlanan grev ve sendikalar yasalarına karşın, işçi sınıfının mücadelesi, önüne dikilen barikatlara rağmen ilerledi. 1988 geniş işçi direnişleri ve 1989’da, bir milyonu aşkın işçinin katılımıyla gerçekleşen “Bahar Eylemleri”, tarihinde hiç olmadığı kadarıyla işçi sınıfım mücadelenin merkezine getirip oturttu. 1990-91 işçi sınıfı eylemleri, 200 bini aşan grevci sayısı ve Zonguldak madencilerinin büyük grev ve eylemleriyle zirvesine ulaştı.
Döneme bir bütün olarak bakıldığında, şu saptamalar hemen yapılabilir:
Ortadoğu gibi, emperyalist kapitalist dünyanın en karmaşık ilişkilerinin iç i.e geçtiği, emperyalist ülkelerin çıkar çatışmalarının Odaklaştığı bir bölgede yer alan Türkiye, bir yandan bütün bu çelişki ve çatışmaların bir yanında yer alırken öte yandan da, hızla gelişen genç işçi sınıfı ve devrimci dinamiklerin büyümesine elverişli ortamıyla, 1970’Ierin sonunda egemen sınıflar diktatörlüğü tarafından “yönetilemez” bir ülke durumuna gelmişti. Emperyalistler ve iç gericilik, iktidarlarını sağlamlaştırmak, diktatörlüğün gediklerini kapatarak, emekçi sınıflar üstünde baskı ve terörü yeniden ve tam olarak uygulayabilecek bir güce kavuşturmak için 12 Eylül darbesine başvurdu. Anayasa’dan başlanarak, bütün belli başlı yasalardaki gedikler kapatıldı, mücadelenin yükselişi içinde dayanılabilecek olası bütün yasal dayanaklar ortadan kaldırıldı. Ordunun siyasi alandaki etkinliği artırılırken, parlamento, siyasi partiler, hükümet vb. kurumlar, MGK’nın açıkça birer alt organına dönüştürüldü. Her tür muhalefetin silah zoruyla bastırıldığı koşullarda, emperyalizme ekonomik ve siyasi bakımdan kölelik bağları pekiştirildi. Emperyalist-kapitalist kültürün en yoz değerleri, din ve feodalizmin çürümüş değerleriyle “sentez” edilerek; eğitim kurumlarından devlet dairelerine, basından TV’ye her kurum ve iletişim aygıtlarıyla, resmi devlet politikası olarak, topluma mal edilmeye çalışıldı. 12 Eylül cuntacıları, 1983’de iktidara gelen ANAP ve arkasındaki gerici egemen sınıflar, artık ülkede radikal, devrimci bir kitle hareketi ve devrimci hareketin yaşamasının olanaksız olduğu koşullan yarattıklarını düşünüyorlardı. Ama hiç de öyle olmadı. 1984’den itibaren, radikal bir Kürt mücadelesi ve daha sonraki yıllarda ise, işçi sınıfının başını çektiği yığın mücadelesi yükselmeye başladı. Daha 1989’a gelmeden 12 Eylül darbesinin ve buna dayanarak yapılan düzenlemelerin uzun vadede bir değer taşımayacağı, taşımadığı görüldü. Dahası, emperyalist sermayenin desteğinde, işçi ve emekçi sınıflatın aşırı sömürüsüne dayanarak ayakta duran büyük sermayenin yükselen işçi ve emekçi sınıf hareketi karşısında manevra olanaklarının sonuna gelinmişti. Körfez krizi, büyük sermaye çevreleri ve onların çıkarlarının en has savunucusu olan ANAP ve generaller için bir kurtarıcı gibi görüldü. Ve savaş bahanesiyle fiili “savaş hali” uygulamaları, baskı ve terörle işçi ve emekçi sınıf hareketi bir an için geriye atıldıysa da, kriz ve savaş, aynı zamanda, Türk egemen sınıfların çözümsüzlüklerini, emperyalist sistem içindeki pozisyonlarını da açıkça ortaya çıkararak; Türkiye’yi, Ortadoğu’daki kargaşanın içine boylu boyuna çekti.
Körfez Savaşı ve Türkiye
Burada, her şeyden önce, şunu tekrar vurgulamakta yarar var: Emperyalistlerin Ortadoğu’ya yaptıkları büyük askeri yığınağın amacı; “Kuveyt’in kurtarılması” ile sınırlı değildir. Zaman zaman, emperyalist politikacı ve diplomatların da açıkça ifade ettikleri gibi, Kuveyt’in işgali onlar için, değerlendirilmesi gereken bir vesile olmuştur. Asıl amaç; Batı’nın “can damarı” olan petrolün ve petrol yollarının denetimi ve bunun asıl garantisi olarak da, Ortadoğu’da emperyalist “düzen” ve “sükûn “un korunması, artık bir patlama aşamasına gelen, Arap-İsrail, Lübnan, Filistin, Ürdün, Kürt sorunlarını yakın askeri denetime almaktır.
Bölgedeki emperyalist stratejinin amacı, Basra ve Süveyş arasında “tam sükûn”un sağlanması, petrol yollanın tehdit edebilecek gelişmelerin denetim altında tutulması ve bölgede, emperyalist çıkarlara aykırı olacak başkaldırıların askeri güçle de ezilmesidir.
Hiç kuşkusuz ki; böyle bir stratejide, bölgedeki emperyalizme bağımlı yeni sömürgeler içinde, gerek emperyalistlerle ilişkiler açısından uzun bir geçmişe sahip olarak, gerek oldukça güçlü bir ordu besliyor olması, gerekse de bölge de coğrafi ve tarihsel bağlarıyla, emperyalizm için en vazgeçilmez Ülkelerden birisi Türkiye’dir. Bu yüzden de Körfez krizi ve savaşı, Türkiye’yi bu savaş sonuçlarından en fazla etkilenen ülkelerden birisi durumuna getirmiştir. Dahası, kaderlerini emperyalistlerin bölgedeki başarılarına bağlayan, bağlamak zorunda kalan Türk egemen sınıfları, kriz içinde doğrudan yer alırken, savaşın yükünden de en çok etkilen ülkelerden birisi olmak zorunda kalmıştır. Bu yüzden de, Körfez savaşı genel olarak emperyalist sistemin bütün çelişmelerini açığa çıkarıp keskinleştiği gibi, Türkiye’deki bütün çelişmeleri de keskinleştirmiş, bu durum; egemen sınıfları hızla “yeniden yapılandırmaya” zorlarken, devrimci dinamiklerin büyümesi ve devrim etkenlerinin çoğalmasının da yolunu açmıştır. Bugün her demokratın, her devrimcinin, her Marksist’in ve tabii, bu düzenin gerçek muhalifi bütün örgüt ve partilerin dikkatlerini asıl üstünde toplaması gereken şey bu devrimci dinamikler ve etkenlerdir.
Elbette ki; Türkiye ekonomisi, Körfez krizi ve savaşı öncesinde de bir kriz içindeydi; ve Türk egemen sınıfları Körfez krizinde en öndeki savaş kışkırtıcısı rolünü oynarken, bu krizden karlı çıkacağı, belki krizine çare olacak bir takım olanaklar elde edebileceği düşüncesindeydi. Ne var ki, savaş içindeki ve sonraki gelişmeler bunun bir hayal olduğunu gösterdi. Kaba bir çıkar hesabıyla boylu boyuna içine dalınan körfez krizi, ekonomide tamiri zor gedikler açmış bulunuyor. Tekstil sektörü başta olmak üzere, metal, turizm, inşaat sektörleri durma noktasına gelirken, bu sektörlere bağlı yan sanayilerde bunalıma sürüklenmiş, zaten varolan işsizlik ikiye katlanırken, zam ve savaş vergileri yoluyla krizin yükü emekçi sınıflara yıkılmaya çalışılmaktadır. Bırakalım, Özal’ın sık sık ifade ettiği gibi “bir koyup üç” ya da “yirmi” almayı savaş, egemen sınıflara yeni yükler getirdiği gibi, Ortadoğu ve Arap ülkeleriyle ilişkilerini de tarihlerinin en gergin dönemine soktu.
Bugün artık şu açıkça görülüyor. Türkiye, Arap âleminde en çok ticaret yaptığı Irak, Libya gibi ülkelerdeki olanaklarını yitirmiştir. Dahası, Arap ve İslam halklarının gözünde Türkiye, Batı’nın Ortadoğu’daki “Truva atı”, hatta bir İsrail konumuna gelmiştir. Bu da, gerici diktatörlüklerin bulunduğu ülkelerle bile ilişkilerini gerginleştiren bir etken olarak büyümektedir.
Öte yandan şu da açıkça ortaya çıkmıştır: Türkiye, bugüne kadar izlediği politikalarla öylesine uluslararası sorunlara sahiptir ki, Batı emperyalizmi karşısında hiç bir manevra olanağına sahip değildir. Bu da, Türk egemen sınıflarının kendilerini “daha yüksek bir fiyata pazarlaması”nı önlemekte, emperyalistler için Türkiye’yi her türden şantaja açık bir ülke durumuna getirirken, Türk egemen sınıflarını da, Ortadoğu’da fiyatı en az uşak rolüyle yetinmeye zorlamaktadır.
Burjuvazi ve gericilik, içinde bulunduğu krizden dolayı, gerçek ücretleri düşürmeye, sürekli artan zamlar ve her çalışan işçiyi tehdit eden genişleyen işsizliğe karşın, yağmalama düzeyinde bir sömürü ve soyguna zorunludur. Bunun anlamı ise; bir yanıyla egemen sınıfların krizin yükünü işçi ve emekçilere yıkmaksa, öte yanı da işçi sınıfı ve halk hareketinin nesnel temellerinin genişlemesi demektir. Son yıllarda yaşananlar, işçi ve emekçilerimizi yeni ve büyük mücadeleler beklediğinin göstergeleridir.
Burjuva Parlamentarizmi Çöküş Sürecinde
Son yıllarda açıkça ortaya çıkan bir şeyde; 12 Eylülcülerin, “bir daha siyasi kriz olmasın”, “koalisyonlar olmasın!”, “istikrarlı bir siyasi ortam olsun” diye getirdikleri sistemin tümüyle çöküşüdür. “Veto”lar, yasaklar ve yasaklamalar üstüne kurulan siyasi sistem, yükselen işçi sınıfı hareketi ve Kürt sorunu karşısında burjuva siyasi partilerinin tutumuyla yığınlardan tecrit olmuş, eski ve “yeni” politikacıların ortaya çıkan sorunlar karşısında acizliği, onların yığınlar üstündeki etkisini erozyona uğratmıştır. Burjuva partilerinin birbirine sahte alternatifliliğine dayanan burjuva siyasi düzen, gelişmeler karşısında bütün inandırıcılığını yitirmiştir. Burjuva partileri birbirlerine karşı görünüşte bile bir alternatif olamamışlardır. ANAP’tan kopan kitle SHP ya da DYP’de karar kılmamış, kamuoyu yoklamalarının da açıkça gösterdiği gibi, partilerin oy oranı çok kısa süreler içinde olağandışı bir biçimde değişiklik gösterirken, hiç bir partiyi desteklemeyen kişilerin sayısı da hızla artmaktadır. Bu yüzdendir ki, oy oranı % 14’lere kadar gerileyen ANAP, parlamentodaki % 65 çoğunlukla temsil edilmesine karşı ciddi bir tepki almamıştır. Diğer şeylerin yanı sıra bunun bir anlamı da, yığınların gözünde diğer partilerin de ANAP’tan çok farklı görülmemesidir. Nitekim Nisan başında yapılan kamuoyu yoklamasına göre; ANAP % 12.6, SHP % 18.4, DYP % 21.5, DSP % 13.1,MÇP % 3.1, RP % 7.3, hiçbir partiyi benimsemeyenlerse % 24 dolayındadırlar. Burjuva propagandacılar bundan, DYP’nin 1. parti, seçim sonucunun ise;” koalisyon” olacağı sonucunu çıkarırlarsa da, oy oranlarının sürekli değişmesi (Burjuva partilerinin oy oranlarının değerlendirilmesiyle ilgili ayrı bir yazıyı önümüzdeki sayılarda yayınlayacağımızdan burada ayrıntıya girmeyeceğiz.) ve bütün partilerin %20 ve daha alanda oy alacağı düşünülürse (hiç bir partiyi desteklemeyenlerin %24’ye ulaşmasıyla birlikte) yığınlar gözünde burjuva partilerin itibar yitirdiği, onların yaşanan sıkıntılar ve ülkenin sorunlarına çözüm bulmakta birbirine alternatif görülmedikleri sonucu çıkar. Türk büyük burjuvazisi ve onun “gözde” kurumlan, hatta Özal bu durumun farkındadır. Bu yüzdendir ki; bu çevreler bütün işleri, Cumhurbaşkanı, “gözde” danışmanlar ve generaller arasında çözmekte, artık parlamento bir “asma yaprağı” olarak işlev göremez hale gelmektedir. Ülke asıl olarak MGK tarafından yönetilmekte, Cumhurbaşkanı ise, hükümet kararnameleri (KHK) ve bazen de ANAP grubuna verdiği direktiflerle bu fiili yönetime “meşruiyet” kazandırmaktadır. Hükümet de bu durumu açıkça kabullenmekte, “Kürt dilinin serbest bırakılması”, “141-142-163’ün kaldırılması”, “Terör yasası”, “Şartlı salıverme yasası” gibi tüm yasaları MGK’na havale etmekte, Adalet Bakanı ve Başbakan açıkça; yasa hakkında bilgi soran gazetecilere, “biz bilmiyoruz, bunun nasıl olacağını MGK bilir” diye yanıt verebilmektedirler. Bunun anlamı şudur: “Demokrasinin temeli olarak lanse edilen “çok partili, hür parlamenter düzen ” bir görünüş, aldatıcı kurumlar olarak bile anlamını yitirmiş, yığınların gözünde bir seçenek olarak da değerini hızla yitirme sürecine girmiştir.
Burjuva siyaset alanındaki bu gelişmeleri, egemen sınıfların görmezden gelmelerinin nedeni “gaflet içinde” olmaları değildir. Tersine onlar, bu durumun farkındadırlar. Ama olağan yöntem ve kurumlarla diktatörlüğün içine sürüklendiği sorunları çözemeyeceklerini bildiklerinden, siyaset alanının militaristleşmesi ve bütün yetkilerin “tek elde” toplanmasını, halk hareketi ve devrimci mücadeleyi ezerek sömürü ve soygun düzenini ayakta tutabileceklerinden, bunu ise; ancak diktatörlüğün “yeniden organize edilmesiyle” başarabileceklerini hesap ettiklerinden, parlamento ve burjuva siyaset partilerinin işlevsizleşip itibar kaybetmesinden kaygılanmamaktadırlar.
Diktatörlük “yenide organize” edilmesi ve artan devrimci etmenler
Egemen sınıfların, diktatörlüğü “yeniden organize etme” çabalarının kökü 12 Eylül darbesine kadar götürülebilir. 1982 Anayasası ve başlıca yasalarda yapılan değişikliklerle işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıfların kazanımlarının yok edilmesi, ordunun siyasi yaşamdaki ve ülke yönetimindeki etkinliğinin arttırılması, bugünkü “yeniden organizasyona” temel teşkil etmiş, “özel timler”in kurulması, “koruculuk” sistemi ve ordunun silah ve teknik gücünün artırılması, ordu ve polisin araç-gereç bakımından olağanüstü güçlendirilmesi bu “yeniden organizasyon”un başlangıcı olmuştur. Körfez krizi ve onun getirdiği yüklerin emekçi sınıfların üstüne yıkılmasının bir unsuru olan “zor”& duyulan ihtiyaç ve emperyalist çıkarlar doğrultusunda Ortadoğu’da üstlenilecek “vurucu güç” rolünün başarılması zorunluluğu, son aylarda bunu daha da hızlandırılmasını gerektirmiştir.
Bir bütün olarak bakıldığında, egemen sınıfların stratejik amacı, emekçi sınıf mücadelesini ve Kürt direnişini esasa ilişkin bir taviz vermeden yok etmektir. Bunu ise, hedefi daraltarak, darbenin doğrultusunu gerçek muhaliflerine yönelterek yapabileceğini hesaplamaktadır. İşte son günlerdeki, “Kürt dili üstündeki yasağı kaldırma”, “141-142-163’ün kaldırtması”, “şartlı tahliye”, “askerlik yasasında” yapılmaya hazırlanılan değişiklikler “Kürt hamiliğine soyunma”, “ABD ile stratejik işbirliği” girişimleri” ve ordunun silah gücünü artırmaya ve ordunun çevikleştirilmesine yönelik girişimler ve “Terör yasası” bu stratejik amaca yönelik taktiklerdir. (Dergimizin 29. sayısında, “Demokrasi güldürüsü ve arkasındaki gerçek” adlı yazımızda bu taktiklerle ilgili uzunca durulduğundan burada, bunlar üstünde ayrıca durmayacağız.)
Şu açıktır: 141-142’nin, “Kürt dili üstündeki yasağın” kaldırılması ve “şartlı salıverme”, bir yandan Avrupa kamuoyunu “tatmin” etmeye yönelikken öte yanıyla, ülke içinde reformist revizyonist çevrelerde ve demokratik kamuoyunda “demokratikleşiyoruz “umudunu yaygınlaştırmaya, düzene muhalefetten çoktan vazgeçmiş olan eski “141-142’likler”i düzene yasal olarak da entegre etmeyi amaçlamaktadır. Böylece darbenin doğrultusu düzene gerçekten muhalif olan devrimci güçlere ve emekçi sınıflar hareketine doğrultulacaktır ki; bunun “yasal dayanağı” da “Terör yasası” olacaktır. Zaten, biçimsel bakımdan bile, yukarıda sözünü ettiğimiz “demokratikleşme” yasaları “Terör yasası”nın “ek”i olarak çıkarılmıştır. Özal, taktiği anlamayıp, kaba, “vatanın milletin bölünmezliği”, “anarşi, bölücülük” propagandasının etkisiyle tasarıya karşı çıkan ANAP’lı milletvekillerine durumu çok veciz bir biçimde açıklamıştır: “Benim de, sizin de kalmamız bu yasanın çıkmasına bağlıdır”.
Özal’ın sözcülüğünü yaptığı, ama egemen sınıfların asıl çıkarlarına karşılık gelen, “Anayasa değişikliğinden “askerlik yasası”nın değiştirilmesine, “Terör yasasından “şartlı Salı verilme”ye bir dizi girişim, sözde sosyalist çevrelerden Kürt burjuva, feodal-burjuva çevrelerine ve burjuva muhalefet partilerine kadar geniş bir yelpazede, “Özal’ın kişisel diktatörlük hevesleri”, “yeni bir askeri darbeye hazırlık”, “sivil darbe “, “demokratikleşme yönünde olumlu adımlar”, “liberal ekonominin demokratik üstyapısının kurulması” vb. olarak değerlendirilmekte, tam da Özal ve egemen sınıfların istediği gibi, yığınların kafasının karıştırılmasına katkıda bulunulmaktadır. Gerçekte ise, bu yorumların hiç birinin gerçekle ilgisi yoktur.
Hiç kuşkusuz ki, burjuvazi ve gericiliğin egemenlik koşullarında, devrim ve karşı devrim arasındaki mücadelenin güç ilişkilerine bağlı olarak bir askeri darbe olasılığı egemen sınıfların seçeneği olarak her zaman vardır. Ancak, bugünkü koşullarda, bir askeri darbe gündemin ön sıralarında değildir. Çünkü işçi sınıfı ve halk hareketi ile Kürt sorunu karşısında bir askeri darbenin çözeceği çok şey olmadığı gibi, yeni sorunlarda ortaya çıkaracaktır. Bugünkü uluslararası koşullarda, askeri yönetim altında bir Türkiye için, içinde bulunduğu sorunları çözmek çok daha güçleşecek, dahası emperyalist ülkelerden destek bulmakta da güçlüklerle karşılaşılacaktır. Bu yüzden de Türk egemen sınıflan, bir askeri darbe yerine, sözde liberalleşme ile devrimci demokrat saflarda kargaşa ve bölünmeler yaratırken, öte yandan da düzenin gerçek muhaliflerine karşı bir askeri darbenin yöntemlerinden farklı olmayan yöntemlerle saldırmayı planlamaktadır. İşte bu amacın ifadesi olarak, “demokrasi güldürüsü” ve vahşi terör yasaları bir arada, aynı “yasa metni” içinde sunulmaktadır.
Egemen sınıflar, sorunların üstesinden gelmek için “yeniden organize” olurken, gericiliğin güçlerini birleştirmeyi ve etkinleştirmeyi amaçlamaktadır. Ama bunu amaçlarken, amacına ters doğrultudaki gelişmeleri de engelleyememekte, egemen sınıflar ve destekçileri arasında yeni bölünmeler ve karışıklıklar da ortaya çıkmaktadır. Yüksek bürokrasi ve ordu üst kademesindeki hoşnutsuzluklar, büyük sermeye içinde ortaya çıkan “çatlak sesler”, bu “yeniden organizasyon”unu ortaya çıkardığı “karşı gelişme”nin ifadesi olarak değerlendirilebilir.
Egemen sınıflar diktatörlüğünün içinde bulunduğu kriz, ekonominin açmazları ve ülkenin içinde bulunduğu uluslararası sorunlar, egemen sınıflara, diktatörlüklerini sürdürmek için fazla seçenek sunmamaktadır. Bu yüzden de onlar, zor ve şiddeti esas alan politikaları benimsiyorlar. Bu elbette emekçi sınıflar için ekonomik bakımdan “boğaz sıkma”, özgürlükler açısından da daha çok baskı ve terör demektir. Ama öte yandan bu, emekçi sınıfların, parlamento ve burjuva siyasi partilerin yatıştırıcı, reformcu ve revizyonist odakların uyuşturucu etkisine daha az açık olacağı anlamına da gelmektedir ki; bu, Marksist parti ve devrimci demokrat siyasi odaklar için mücadelenin ilerletilmesinde önemli bir dayanak olarak ortaya çıkmaktadır. Özellikle yığınların burjuva partilerden kopuş sürecine girmeleri, “yeniden organizasyon”la ilgili önlemlerin kaçınılmaz olarak karşı bir eğilim olarak bu süreci hızlandırması beklenir bir şeydir. Devrimciler, demokratlar, Marksistler açısından da asıl değerlendirilip, kendi taktiklerinde önemle dikkat etmeleri gereken yanlardan birisi de budur.

BUGÜNKÜ DURUM VE BAZI “SORULAR”
Egemen sınıfların, “bir koyup yirmi alma” hayaliyle daldıkları Körfez krizi derinleşerek sürmesine karşın, sıcak savaş sona ermiştir. Savaştan, prestiji ve askeri gücünün önemli bir kısmını kaybederek çıkan Saddam diktatörlüğü, ayaklanan Kürtlere ve Şiilere karşı, emperyalist saldırganlara karşı kullanmaya cesaret edemediği silahlarını ve askeri gücünü kullanarak kanlı bir katliama girişmiştir. Emperyalistlerle uzlaşma içinde ve onların planlarının bir parçası olarak Kürt ayaklanmasına önderlik eden Irak’lı Kürt burjuva, burjuva-feodal önderlerin politikaları, emperyalistlerin tutum değiştirmesiyle iflas ederken, yüz binlerce Kürt, Saddam’ın cinayet makinasının önünde bozguna uğrayıp, Türkiye ve İran başta olmak üzere bölge ülkelerine sığınmaya başlamıştır. Bozgun ve sivil halka yönelik katliam, emperyalistler ve bölgede gericiler tarafından soğukkanlı bir biçimde izlenmekte, “vicdanlarını rahatlatmak için” olacak, katliam ve saldırılara müdahale etmeksizin, “insani yardım” için tantanalı görüşmeler ve kararlar almaktadırlar. “Tarihin en büyük yardım köprüsü” kurduklarını propaganda ederek öğünmektedirler. Böylece, kendilerinin neden olduğu ve göz yumdukları felaketi, hiç ilgileri yokmuş da sadece “insani” açıdan yardım ediyormuş pozuna bürünerek, “yardımı” Kürt yoksullarının kalbini kazanmanın malzemesi olarak kullanmak istemektedirler. Kısacası emperyalistlerin, “barış”, “huzur”, “refah”, bölge halkalarına “özgürlük ve demokrasi” getirecekleri iddiasıyla düzenledikleri sefer, bölgeyi eskisinden daha büyük sorunlarla yüz yüze bıraktığı gibi, yüz binlerce Iraklı Kürt için kan, gözyaşı, yurtsuzluk ve eskisinden daha büyük sıkıntılar getirmiştir. Evet, Iraklı Kürtler büyük bir bozgun yaşamışlar, yaşıyorlar; büyük acılar ve büyüyen sorunlarla yüz yüzedirler. Ama bu sorunun bir yanıdır. Çünkü gerçekte yenilen Irak’lı ve bölge Kürtlerinin mücadelesi değil, emperyalizme dayanarak kendi kaderini tayin hakkım elde edebileceğini sanan Irak’lı burjuva, burjuva-feodal önderliklerdir. Irak ve bölge Kürtleri bu yaşananlardan çok şey öğreneceklerdir.
Emperyalistler için ise, Ortadoğu savaş öncesinden daha büyük kargaşalara gebe bir bölge haline gelmiş olup, tam bir batağa saplanmaktan çekinen emperyalistler, Kürtler ve Şiiler arasında bölünmüş bir Irak yerine Saddamlı bir Irak’a razı olmak zorunda kalmışlardır. Şimdi artık bunu Bush bile açıkça itiraf ediyor ve Kürtlere karşı girişilen katliama asla müdahale etmeyeceklerini, her gün, özellikle vurgulayarak, Saddam’a cesaret vermeye devam ediyor. Kürtlere ise, “gıda yardımı” ve “güvenlik bölgesi” sağlamak için girişimlerde bulunmakla yetiniyorlar. Ama bugün Kürtlere karşı tutumları ne olursa olsun, Kürtlerin yenilgisi ne kadar büyük acılar getirmiş olursa olsun, Kürt sorunu bugün, Filistin-İsrail, Arap-İsrail sorununun da önüne geçerek bölgenin anahtar sorunu haline gelmiştir.
Türk egemen sınıflan için Körfez krizi, bırakalım “kar” getirmeyi, ekonomik, siyasi hatta sosyal bakımlardan da sorunları büyüten, kriz etkenlerinin etkisini derinleştiren bir dönemeç olmuştur. Bir yandan yüz binlerce Iraklı Kürt mültecinin sorunlarıyla yüz yüze kalınırken, bir yandan da uluslararası bir sorun biçimine dönüşme eğilimi taşıyan “güvenlik bölgesi”, “koruma bölgesi” sorunları da varolan sorunlara eklenecektir.
Öte yandan, 1990 yılında patlayan ve grevci sayısının 200 bine ulaştığı grevleri, savaş ortamından yararlanarak, bastırmayı başaran Türk egemen sınıfları, önümüzdeki aylarda yeniden yükselme olanağı bulacak olan grev dalgasını bastırmakta da aynı ölçüde başardı olabilecek midir? Diktatörlüğün çizdiği sınırlara sığmayan emekçi sınıfların hak ve özgürlük istemlerini boğmak için hangi yollara başvurulacak, bu yol ve yöntemlerde başarılı olunabilecek mi? Ekonominin olağan krizi ve savaşın yüklerini emekçi sınıflara yıkmaktan öte bir çıkar yol tanımayan egemen sınıflar, önümüzdeki dönemde de bu alışkanlığım sürdürecek, ama amacına ulaşabilecek midir? Yığınlar karşısında sürekli itibar kaybeden parlamento ve burjuva siyasi partiler, başta da Özalcı ANAP, bir ara seçim ve genel seçimlere gidebilecek midir, giderse bu seçimler nasıl bir ortamda yapılabilecektir? Dahası diktatörlüğün kendine “yeniden organize etme” çabası hangi karşı etkenleri doğuracak, ortaya çıkacak gerilim hangi siyasi sonuçlara yol açacak? vb. vb. Sorular çoğaltılabilir ve bu sorulara çok farklı yanıtlar verilebilirse de, bugünden asıl olan Türk siyasi ve ekonomik yaşamının yakın geleceğinin belirsizlikler içinde olduğu, adından söz edilen hemen her sorunun ülkenin içinde bulunduğu kriz ve istikrarsızlıktan dolayı, bir kriz etkeni olarak rol oynayacağı kesindir. Bir başka kesin olan şeyse; bütün bu sorunların hangi yöne doğru gelişeceğinin, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların, diktatörlüğün dayatmalarına boyun eğip eğmemesi, emekçi sınıf mücadelesine hangi siyasi güçlerin kendi damgasını vuracağı, ona önderlik edeceği ile yakından ilgili olmasıdır. Burjuva partileri, her soydan sendika ağası ve sendika bürokratının sınıf hareketinin derlemesini-engelleyen tutumları yenilgiye uğratıldığı ölçüde, sınıf hareketi derleme şansına sahip olacak, hiç bir baskı ve terör de onun ileri atılışını önleyemeyecektir.

* * *
Dünya’da, son bir yılda hızlanarak, özellikle Ortadoğu savaşıyla gelişme yönü belirginleşmekte olan olay ve olgular, kurulması amaçlanan “yeni dünya düzeni”nin daha “kurulamadan” yeni bir dönemece girdiğini göstermektedir. Gelişmeler, kapitalist ve revizyonist dünya için artık “ilerleme” döneminin sona erdiği, tersine bir dalganın, proletaryanın kapitalizme, ezilen ülke halklarının emperyalizme karşı bir başkaldırı dönemine doğru gidildiğini gösteriyor. Bu “yeni dünya düzenindeki” artan istikrarsızlıklar, bunalım odaklarındaki kargaşa ve çözümsüzlüklerin artması ve belirsizlikler biçiminde kendisini ortaya koyuyor.
Son 5-6 yıldır, etkinlik kazanarak uluslararası işçi sınıfını, dünya halklarını emperyalizm ve kapitalizme karşı mücadeleden alıkoymayı başaran birleşik emperyalist-revizyonist saldırı, olanaklarının sınırına gelirken, ortaya çıkan olgu ve olaylar onların halklar ve proletarya üstündeki etkinliğinin kırılmasına hizmet ediyor. Körfez krizi ve savaş bunu açıkça gösterdi.
Dünya’da yaşanan olaylar, emperyalist politikacı ve propagandacıların, “barış ve istikrar içinde gelişmenin’ olanaklı olduğu, “refah içinde bir dünya kuruyoruz” biçimindeki iddiaları yaşanan pratik tarafından yıkılıyor. Emperyalizmin saldırgan, sömürücü, kendi çıkarından başka hiç bir değer tanımayan çirkin yüzünün bütün ayrıntılarıyla boy aynasına yansıdığı bir dönemeçteyiz. Emperyalizm, halklara ve emekçilere karşı açtığı yeni savaşla yeni mücadele ve başkaldırı tanların bütün koşullarını daha da olgunlaştırdığı bir döneme adım atmış bulunuyor.
Dünyanın en karmaşık bölgesinde ve en çetrefilli sorunlara boylu boyunca batma sürecinde hızla ilerleyen Türkiye, “düzen” ve “istikrar” için attığı her adımda düzensizlik ve istikrarsızlık etkenlerinin arttığı bir ortama sürükleniyor. Gerek uluslararası sorunlar, gerekse giderek büyüyen emekçi sınıflar mücadelesi ve Kürt sorunu karşısında diktatörlüğün çözümsüzlüklerini arttırıyor.
Dünya ve Türkiye’de, emperyalizm ve gericiliğe karşı mücadelenin hangi yolu izleyeceği pek çok etkenin, gelişmeleri hangi doğrultuda etkileyeceği ile ilgiliyse de, kesin olan bir şey var ki, o da; Gorbaçovcu revizyonizmin kapitalist emperyalizme sunduğu payandanın çivilerinin çıktığı, bu payandanın artık işlevsizleşme sürecine girdiğidir.
Dünya ve Türkiye’nin yeni karışıklıklar ve başkaldırılara yol açan bugünkü durumu, gerçek devrimcilerin önüne devrimi, devrimcilerin önüne geleceğin bir sorunu olarak değil, bugünün pratik olarak ele alıp sorunlarını çözmeleri gereken bir olgu olarak koyuyor.
Nasıl ki; “Devrim, kuvvetli ve birleşik bir karşı devrim yaratarak ilerler, yani devrim, düşmanı gitgide daha aşırı savunma tedbirlerine başvurmaya zorlar ve böylece çok daha güçlü saldırı vasıtaları bulur”sa; karşı devrimin saldırıları da, güçlü bir devrim dalgası için yeni olanaklar yaratır, onun çeşitli araçları kullanması için seçeneklerini artırır. Tıpkı bugün son aşamasına gelen dünya karşı-devriminin yaptığı gibi.

Mayıs 1991

Arnavutluk restorasyonunun gösterdikleri – 1 Asıl sorun kapitalizme karşı mücadeledir

Arnavutluk üzerine yazılan ve söylenenler, alınan tutumlar oldukça ilginç. Amerikan emperyalistleri, başlıca Ortadoğu’nun “yeni düzeni”ni kurmakla meşgul olduklarından, henüz hassasiyetle Arnavutluk yeni düzeninin kuruluşuna eğitemediler. Sovyet revizyonistlerinin ise işleri başlarından aşkın, arada Kuzey Kore’ye baskı yapmayla ilgilenseler bile, asıl olarak kendi içlerine dönükler. Ama yine de Amerikalılarla Rusların Arnavutluk’un yeni macerasını sevinçle karşıladıktan ve teşvik ettikleri görülüyor. Aynı şey. Doğu Avrupa ülkeleri için de geçerli. Onlar Arnavutluk konusunda daha azgındılar. Arnavutluk kendileri için kötü örnek oluyordu.
Avrupalıların teşvik ve destekleriyle, duydukları heyecan daha üst bir düzeydeydi, şimdi de öyle. Önce abartılı haberler yaydılar, giderek her vesileden yararlanarak gericilik yönündeki gelişmeyi teşvik ettiler ve desteklediler. Dünyada komünizmin “sonu”na nokta konulması ve artık hiçbir sosyalist ülkenin kalmamasıyla, Arnavutluk “cürümünden fazla yer yakarak” onları sevince boğdu. Hemen AGİK surecine kattılar Arnavutluk’u ve küçükten de olsa sermaye ihracını başlattılar. Gericiliği güçlendirmeliydiler.
Türkiye gericiliği, başta Özal olmak üzere sevinçten çıldıranların başında geliyor, Özal’ın iki lafından biri “sosyalizmin iflas ettiği” üzerine. Bunca sorununun arasında, Türkiye gericiliği ve burjuvazisi, Arnavutluk’taki gerici gelişmeleri desteklemekten geri kalmıyor. Özal, hemen, herkese dağıttığı aklından bir parça da Arnavutlara vermeye seğirtti. Arnavutlara Türkiye ekonomisinin kazandığı basanlar ve kullandığı yöntemler üzerine brifingler verilmeye başlandı. Bir diğer verilen şey ise, krediydi, hem de Türkiye kendisi dünyadan kredi dilenirken ve ABD’den daha yeni yüz-geri edilmişken…
Başka bir sevinçle dolanlar grubunu, solcu demokratlar, Trotskistler, Maocular ve Gorbaçovculuğun hemen kıyısında dolaşanlar oluşturdu. Bunların çoğu lafa ne kadar üzüldüklerini belirterek başlıyor ve “sosyalizmin Arnavutluk’taki kazanımlarını destekleyecekleri”ni söyleyerek devam ediyorlar. Ama aslına bakılırsa hiç de üzülmüş bir halleri yok; ne eski sosyalist Arnavutluk’u beğenip savunuyor, izlediği politikaları sahipleniyorlardı ne de yeni restorasyon yoluna giren Arnavutluk’u. Ama yine de sosyalist Arnavutluk’ta var edilenler gerçeğini tümüyle görmezden gelemiyorlar ve ona karşı oluşturulmuş cepheye tümüyle kanlamıyorlardı. Enflasyon yoktu, ücretler sürekli bir yükselme içindeydi ve fiyatlar düşme gösteriyordu, herhangi bir kriz yaşanmıyor, ekonomik veriler genel bir yükselişe ve gelişmeye işaret ediyordu. Rüşvet ve hırsızlık gibi olgulara hemen hiç rastlanmıyor, gerici ideolojik biçimlere, örneğin dine karşı sağlam bir tutum geliştiriliyordu. Emperyalistler ve dünya burjuvazisiyle uzlaşma ve işbirliği belirtileri yoktu ve Arnavutluk’un şahsında herkes küçük ama direnen bir ülke görüyordu. Ama yine de “dogmatik”, “bürokratik”, “sekter” gibi yakıştırmaların hedefi kılınmıyor değildi Arnavutluk. İdeolojik bir düşmanlığın hedefi durumundaydı. Arnavutluk ve onu yöneten devrimci parti Stalin’i savunuyordu, Mao’dan kopmuştu, Trostkizmle uyuşmazlık halindeydi. “Mücadele” gibilerinin geleneği modem revizyonizme, Kruşçev ve Brejnev’e karşı çıkışı nedeniyle AEP ve Arnavutluk’tan uzak duruyor, onların sağlam ve açık tutumlarına kendi orta yoku konumlarıyla uyum sağlayamıyorlardı. Türkiyeli bu grupların AEP ve Arnavutluk’taki yeni gerici gelişmeleri sevinçle karşılamalarının bir başka nedeni daha vardı: Türkiyeli devrimci komünistlerle devrimci AEP’nin çizgisi uyum içindeydi ve AEP ve Arnavutluk, bu grupların Türkiyeli devrimci komünistlere yönelik kızgınlık ve öfkelerinden de dolaylı olarak nasibini alıyordu. Türkiyeli Marksistlerle AEP arasında bir özdeşlik kurulmasının ötesinde, AEP, Türkiyeli komünistler ve onlarla olan sorunlar aracılığıyla da değerlendirme konusu yapılıyordu. Arnavutluk’taki son gelişmeler, Türkiyeli Marksistlerin zor ve kötü bir durumda kalacağı öngörüsüyle de sevinçle karşılandı. Üzüntü belirten sözcükler, timsah gözyaşları olarak değerlendirilebilir. Çünkü Arnavutluk üzerine yazılanlar, Arnavutluk’taki gelişmeler üzerine olmaktan çok, Türkiyeli Marksistlerin eleştirisi niteliğindedir.
Sapma içindeki her çevre, kendi sapması nedeniyle kızgındı AEP ve Arnavutluk’a. Arnavutluk’ta kendilerini ve kendi istek ve ideolojilerinin yansımalarını göremiyorlardı ve tersine kendi zaaflı ve anti-Marksist yönelimlerinin karşısında bir engel ve karşı- örnekti Arnavutluk. Varlığıyla, düşünce, saptama ve tutumlarını yalanlıyordu. Kak düşünce sevindiler.
Ama Trotskistler bir yana, devrimci olanlar sevinmekle iyi etmiyor ve kızgınlıklarının kurbanı olarak yanılıyorlar. Bir surecin tamamen noktalandığım, geçici de olsa uluslararası proletarya ve dünya sosyalist hareketinin Kruşçev revizyonizmi ve Sovyetler Birliği’nin geri dönüş yoluna girmesiyle aldığı yaralan saramayarak gerilemeye başlamasının, başarılı bir karşı koyusu örgütlemeye güç yetiremeyerek bu gerileyişi durduramamasının ve yenilginin son adımı olduğunu görmüyorlar, öte yandan, Arnavutluk’un çöküşünün, özel olarak Gorbaçov’un iktidara gelmesiyle dünya gericiliğini güçlendirmesi ve gücüne güç kattığı emperyalizmle birleşmesiyle oluşan gerici ortamda, uluslararası gericilik, emperyalizm ve modern revizyonizm tarafından başlatılan yeni birleşik saldın kampanyası çerçevesinde gerçekleştiğini, bu saldırının bir sonucu, ürünü ve yankısını oluşturduğunu, onun başarısına işaret ettiğini yakalayamıyorlar.
Arnavutluk’un çöküşü, kendi başına ya da başlı başına bir olay değildir. Böyle sanılarak, dolaylı ya da dolaysızca salt Arnavutluk’a duyulan kızgınlıkla sevince kapılmak, tehlikeli sonuçlara yol açacaktır. Sorun, dünya çapında devrim ve sosyalizme açılmış karşı devrimci saldırı ve onun yeni bir başarısı sorunudur. Bu saldın, kuşkusuz emperyalistler tarafından Ekim devriminden beri sürdürülmekteydi. Ancak Kruşçevle birlikte cephe gerisinden desteklenmeye başlamış ve Gorbaçovla, dünya gericiliğinin, unsur lan arasında su sızmaz, birleşik ve doğrudan cepheden saldırısına dönüşmüştür. Bu saldın, dünyanın dört bir yanında yürütülmüştür, yürütülmektedir. Ve kazandığı başarılar -geçici de olsa- inkâr edilemez ve bunun herhangi bir başarısı karşısında sevinç duymak bir yana, hayırhah bir tarafsızlık tavrı takınmak bile dünya gericiliğini güçlendirmek demektir. Hiçbir devrimci bu konuma düşmemelidir.
Evet, Arnavutluk’un çöküşü kendi başına bir olay değildir ve başlı başına kendisi olarak ele alındığında pek büyük bir önemi olmayacak, kendisinden kaynaklanan büyük ve önemli sonuçlara yol açmayacaktır, açmamıştır. Arnavutluk’un çöküşüyle hiç de çok sayıda işçi ve emekçi kapitalizme eğilim göstermemiştir. AEP’in revizyonizme yönelmesinden kaynaklanarak uluslararası komünist hareket içinde hiç de önemli bir tahribat oluşmamıştır, oluşmayacaktır da. Arnavutluk’un önemi, modern, revizyonizmin açtığı ihanet yoluna direnmesinden geliyordu; bu direniş sona erdiğinde, onu “yeni” yolunda takip edecek fazla bir kimse ve hele çevre ve parti çıkmayacaktır. Çünkü onun “yeni” yolu bilinmeyen, Üzerinde tartışılmamış bir yeniliğe ve etki gücüne sahip değildir. AEP ve Arnavutluğun yanında olanlar, zaten bu sözde “yeni” eski revizyonist yolu reddettikleri için yanındaydılar.
Bir de Sovyetler Birliği’ndeki geri dönüş düşünülsün. Kruşçev’in hain saldırısı başladığında, etkileri, tüm dünyada, iktidarda olan ve olmayan komünist partilerden başlayıp çeşitli solcu ve devrimci gruplara, demokrat burjuvaziye ve en önemlisi uluslararası proletarya ve işçi hareketine varıncaya dek hissedilmiş ve yol açtığı tahribat olağanüstü boyutlarda olmuştu. Gorbaçov’un devrim ve sosyalizm saflarında yol açtığı tahribatın boyutları daha küçük olmakla birlikte, onun da, emperyalizmle birleşip gücünü arttırarak, onunla birlikte cepheden yürüttüğü saldırının sonuçlan küçümsenmeyecek boyutlardadır. Kruşçev uluslararası komünist ve işçi hareketini içerden parçalayıp yozlaştırır ve etkisizleştirerek yenilgi yoluna sokarken, Gorbaçov “sosyalizm öldü”yü yaygınlaştırmada önemli bir haşarının en azından ortağı olmuştur. Dönek Alia ise hiçbir şey olamayacaktır. Seçim bile kazanamayan bu hain, kısa sürede, -eğer iktidarda kalmayı başarabilirse-, sıradan bir emperyalizm yardakçısı olmaktan öteye gidemeyecektir.
AEPnin “yeni” yolunun bir yeniliği yoktur. O, Kruşçev’in başlatıp Gorbaçov’un geliştirerek doğal sonucuna vardırdığı yolun sadece “yeni” bir izleyici ve takipçisi olmuştur. AEP’in sapmasının kaynağı kendisinde değildir. O ve Arnavutluk, Gorbaçov’un güçlendirip emperyalizminkiyle birleştirdiği Kruşçev rüzgârının bir kurbanı olmuş, sürdürülen yeni ve güçlü saldın dalgası karşısında dayanamayarak modern revizyonizmin kervanına katılmıştır. AEP ve Arnavutluk’u ideolojik olarak etkileyen Gorbaçov ve çöküşe sürükleyen, onun emperyalizmle birleşik saldırışıyken, devrim ve sosyalizme saldırının kaynaklan olan emperyalizm ve bugün başını Gorbaçov’un çektiği emperyalizme teslim olmuş modern revizyonizmi görmezden gelerek Arnavutluk üzerine düşünüp konuşmak ve hele orada olup bitenler karşısında sevinmek, olacak şey değildir.
Şu kesinlikle saptanmalıdır ki, Arnavutluk’un çöküşü, Gorbaçovcu revizyonizmin emperyalizme teslim olup Sovyetler ve Doğu Avrupa ülkelerinde kapitalizmin restorasyonunu sonucuna vardırmaya yöneldiği ve batı kapitalizmini tüm kurumlarıyla kurmaya giriştiği, batı burjuvazisiyle açık ve dolaysız ittifak halinde proletarya ve halklara, devrim ve sosyalizme, proletarya diktatörlüğünün teori ve pratiğine bütün cephelerde savaş açtığı, -belki geçici olarak- rakibin rekabetinden kurtulan ve her yönüyle kendisiyle birleşmeye yönelen yeni revizyonist atak şahsında güçlü bir destek bulan emperyalizmin ve dünyadaki etkinliğinin şimdiye dek görülmedik boyutlarda güçlendiği ve uluslararası proletarya hareketinde yeni bir zayıflamanın ortaya çıktığı koşullarda gerçekleşti; büyük ölçüde bu koşullardan, dış etkiden ve bu etki karşısında direnememekten (son tahlilde yine iç etken belirleyicidir) kaynaklandı.
Proletarya diktatörlüğünü kurmuş ve sosyalist dönüşümünü gerçekleştirmiş, ama devrim sonrası sağlanan gelişmeye karşın, üretim koşulları ve düzeyi (şuadan kapitalist ülkelerle bile kıyaslanamayacak ölçüde) geri ve üretici güçleri gelişkin olmayan; ve bu durumun, küçük pazar olanağı ile birlikte sosyalist ilişkilerin dayanıklılığı, gelişmesi, sağlamlılığı ve hatta varlığını olağanüstü zorlaştırdığı, ekonominin bağımsız gelişme ve emperyalist baskı ve kuşatmaya direnme olanağım sınırladığı, ekonomik alanda kendine yeterliliğin sınırlarında dolaşmış, hatta uzunca bir süre ekmek sorununu çözememiş; bu geriliğin yolacağı sorunları, ekonomik olarak bir ölçüde, önceleri Sovyetler Birliği’nin, Kruşçev’in saldırısıyla birlikte Çin’in yardımları aracılığıyla giderebilen, Çin’in gericileşmesiyle 1977’de onunla konuşma sonrası küçük pazar sorununu hafifletebilecek elverişli dış pazar ve desteklerden de yoksun kalan Arnavutluk, emperyalizmle birleşmiş dolaysız revizyonist saldın sonrası, ekonomisine yine de bir soluk aldıran Doğu Avrupa ülkeleriyle ticaretinin -bu ülkelerin aşırı gericileşmesinden ve ticareti de dolar esasına dönüştürmelerinden kaynaklanarak- sıfırlanmasının yıkıcı sonuçlarıyla yüz yüze kaldığı gibi, bu saldırıyı, ekonomik zorluklar olumsuz zemininde ideolojik ve siyasal olarak da göğüsleyeme-erek, oluşan özellikle ekonomik (ve emperyalizm ve revizyonizmin ideolojik, siyasal, kültürel baskısının oluşturduğu bu ve diğer alanlardaki) büyük zorlukların üstesinden gelemedi. Bu üstesinden gelemeyiş saldırı karşısında diz çöküşü, diz çöküş de zorluklan koşullandırdı ve artırdı. Ve üstelik bu zorlukların gelişmesini kolaylaştırdığı burjuva unsurlar ve onların yeniden ürettiği yeni burjuva unsurlardan olan bürokrasi vb, bu zorluklan dayanak edindi, sosyalizmin sonunu biran önce getirmek için kışkırttı, istismar etti ve ideolojik ve siyasal sapkınlığının zemini ve kolaylaştırıcı unsuru olarak kullandı. Arnavutluk’un bu zorlukların üstesinden gelmesi, olumsuzlaşan çevre koşullarda ve emperyalist ve revizyonist saldırı dalgası karşısında çok zordu, olağanüstü dirençli bir tutumu ve karşı koyusu gerektirirdi. Oysa bu koşullardan güç alarak ve zorluklan derinleştirmeye yönelerek AEP yönetimini ele geçiren Alia ve ekibi bu karşı koyusu olanaksızlaştırdı ve AEP zoru başaramadı. Hiç de kolay iş değildi, ama saldırıya karşı savaş açılabilir ve direnilebilirdi. Çöküş kader değildi.
Tüm bu nedenlerle Arnavutluk’taki çöküşün ve doğrudan ondan kaynaklanan ve kaynaklanabilecek sonuçların, kendileriyle sınırlı olarak taşıdıkları önem (tek sosyalist ülkenin de ortadan kalkması ye halkının gittikçe ağırlaşacak sömürü ve özgürlüksüzlük koşullarına mahkûm edilmesi) dışında uluslararası açıdan çok fazla bir önemi yoktur. Arnavutluk’taki gelişmeler, hemen yalnızca, geriye dönüşlerin gerçek temellerini derinlemesine irdeleyip ortaya koymak açısından dikkate değerdir. Örneğin Arnavutluk ve AEP’i girdikleri “yeni” yol dolayısıyla başlıca hedef edinmenin gereği ve anlamı yoktur. Onlar, sıradan ve etkileme güç ve olanaktan olmayan bir ülke ve partiye dönüşmektedirler. Proletaryaya, devrim ve sosyalizme yöneltilmiş saldırının temel ve başlıca kaynaklan, dünya gericiliğinin temel unsurları olan uluslararası burjuvazi ve emperyalizmle onunla birleşmiş Gorbaçov revizyonizmidir. Uluslararası proletarya ve komünist hareketin hedefleri bunlar olabilir ve olmalıdır.
Arnavutluk bugün, yöneticilerinin, emperyalizm ve onunla birleşmiş revizyonizmin çok yönlü baskı ve tehditleri karşısında, proletarya ve emekçilerini silahsızlandırıp güçsüz düşürdüğü, büyük zorluklam üstesinden gelmede seferber etme yerine öndersiz, eğitimsiz ve mücadelesiz bırakarak silahsızlandırdığı ve direnmeye yönelmeksizin emperyalizme teslim ettiği küçük bir ülkedir. Ramız Alia başta olmak üzere parti ve ülke yönetiminde bulunan revizyonistlerin, girdikleri teslimiyet ve gericilik yolunda her gün biraz daha diz çökmeleri, “parti ve ülke yaşamının demokratikleştirilmesi”nden başlayarak çok partili parlamentarizme ve parlamento seçimlerine, dinciliğin önünü açıp onunla birleşmeye ve Enver Hoca heykellerinin kırılmasına kadar, yalnız lafta değil pratik olarak günah üstüne günah çıkarmaları, ne içerde palazlanan/palazlandırılan gericiliğe ve ne de emperyalizm ve dünya gericiliğine kâfi gelmiyor. Tüm yaptıklarına karşın Alia seçim bile kazanamıyor bölgesinde ve emperyalistler durmaksızın daha fazlasını istiyorlar. Ramız Alia ve ortakları, bütün bir Doğu Avrupa’yı Gorbaçov’un peşinden emperyalizme peşkeş çeken revizyonist önderlerin sonundan hiç ders almamışlar.
Ramiz Alia ve ekibi Arnavutluk’un karşı karşıya kalmış olduğu özellikle ekonomik zorluklan, üstesinden gelinemez zorluklar olarak gösterip ilan etti ve bunlar karşısında direnmenin ve tüm zorluklan aşmanın tek yolu olan, ilkeleri ve uygulamalarına sıkı sıkıya sarılınmak gereken sosyalizmi suçlu sandalyesine oturttu. Arnavutluk revizyonistleri yalnızca sosyalizmin ilke ve uygulamalarından taviz üstüne taviz vermekle kalmadı; daha ileri giderek “suçlu” sosyalizmin yerine bir an önce kapitalizmi restore etmek için sosyalist ekonomiyi bilinçli olarak tahrip ettiler ve sosyalizmin “suçunu” kanıtlamak ve kitleleri ona karşı yanlarına alabilmek için, yıllar öncesinden başlayarak, zaten zorluklarla karşılaşmış Arnavutluk ekonomisini, içinden çıkılmaz bir krize sürüklemek üzere, onun standartlarını, öncelik ve işleyiş biçimlerini haince ve kapitalizm yönünde değiştirmeye yöneldiler. Zorlukları, sosyalizmin çıkmazı olarak lanse edip onların, kurmaya yöneldikleri kapitalizm yönündeki ilk uygulamalarca kışkırtılıp içinden çıkılmaz hale getirildiğini ve kriz faktörlerine dönüştürüldüğünü gizlemeye yöneldiler.
Ramiz Alia, başlangıçta, ekonominin içine girdiği zorluklan kuraklık ve uluslararası durum ve Arnavutluk’un uluslararası ilişkilerinde meydana gelen bozulmanın kaçınılmaz ve düzeltilemez sonuçlan olarak propaganda etti; sonra, giderek, nedenin, geçmişte yapılan ilkesel hatalar ve dolayısıyla sosyalizm olduğunu ileri sürme noktasına geldi. Geçen sayımızda belirtildiği gibi, O, güç topladıkça gerçek niyetleri ve düşmanlıklarını açıktan ortaya koymaya yöneliyor; gücünü ise, darbeci yöntemlerinin yanı sıra sahtekârca propagandif açıklamalar ve sosyalist ekonominin işleyişini, normlarını ve bizzat kendisini sabote ederek toplamaya çalışıyordu.
Son yıllarda Arnavutluk’un ve ekonomisinin karşı karşıya kaldığı zorluklar ortadadır ve biliniyor. Ama Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonuyla birlikte benzer zorluklarla karşı karşıya kalan dünyanın tek sosyalist ülkesi olan ve o zamanlardan bu yana (60’h yulardan itibaren) emperyalist ve revizyonist kuşatma ve kesintisiz olarak sürdürülmüş türlü komplo ve müdahale girişimlerine ve bu yıllardan sonra hiçbir zaman sosyalizm açısından elverişli bir ortamın var olmadığı uluslararası koşullar ve ilişkilere rağmen, başını dik tutarak ve dirençle zorlukları aşmış ve ekonomisi bugünkü gibi bir kriz içine girmemiş Arnavutluk açısından, bunlar, aşılamaz ve üstesinden gelinemez zorluklar mıydı? Arnavutluk’u bugün içinde debelendiği krize sürükleyecek türden zorluklar mıydı? Neden şimdiye kadar sürüklememişti, böyleyse? Arnavutluk yıllardır pek mi kolay koşullarda yaşamıştı? Gorbaçov ve özellikle Doğu ülkelerinin çöküşünden sonra oluşan zorlukların, öncekilerle karşılaştırıldığında ağırlaştığı söylenmelidir. Ama bunlar, bugünkü krizin kaynağı olarak sayılabilir ve çöküşün nedeni olarak gösterilebilir mi? Hayır. Sözü edilen zorluklar, önemli bir etki gücüne sahip olmakla birlikte çöküşün dış koşullarım ve uygun ortamım sağlamışlar, kapitalizmin kalıntıları ve burjuva unsurların gelişmeleri ve kendilerini yeniden üretmelerine elverişli olanaklar yaratıp bu gelişmeyi teşvik etmişler ve kriz açısından da en fazla, kolaylaştırıcı dış etken ve elverişli toprak olarak bir rol oynamışlardır, ötesi, kapitalizme kalmıştır. Gorbaçov’un sapık görüşlerinden etkilenerek onun yoluna girmeyecek ve sosyalist eğitimi kesintiye uğratmayarak emekçi halkını zorluklara hazırlayacak ve seferber edecek sağlam ve kararlı bir Marksist önderlik dirençle sınıf mücadelesini yükselterek, zorluklara, eskiden olduğu gibi direnilmesini başarabilir, en azından, halkım gerekliliği konusunda eğitip aydınlattığı uygun taktiklerle (örneğin geri çekilme taktiğiyle) zorluklara belirli bir süre katlanmayı örgütleyerek bir “soluk alma” döneminde güç toplamayı sağlayabilir, en uç noktada umutsuz da olsa karşı koymayı deneyebilirdi. Krize gelince, onun sosyalizm ve onun karşılaştığı zorluklarla değil, doğrudan kapitalizmle bir bağlantısı vardır. Zorlukların, ekonomik,-siyasal, ideolojik vb. alanda dış koşullarını sağladığı bir çürüme ve yozlaşmanın örgütlenmesinin taşıdığı kapitalist içerik, daha gelişmesinin ilk adımlarıyla birlikte, gerek sabotaj girişimleri ve gerekse nesnel olarak kapitalizmin yasalarının uygulama alanının genişlemesine ve giderek genelleşmesine neden olarak, krize kaynaklık etmiştir. Ve üstelik üzerinde durulan zorluklar, bu kapitalist içeriğe sahip uygulamaların gerekliliğinin ve sosyalizmden kopulmasının sahtekârca aracı ve kaldıracı olarak kullanılmıştır da. Suçlu sosyalizm gösterilerek, aslında oluşma yoluna giren ve sonunda oluşan krizin kaynağı olan, başlangıcından beri kendisini geliştirmek üzere atılmış adımlarla birlikte kapitalizm yoluna, ileri sürüldüğüne göre, zorluklar nedeniyle ve zorluklardan kurtulmak üzere girilmiştir. Revizyonistler sahtekârlığı hep iyi becerdiler. Ama bu mantık çarpıtması ve gerçeklerin tersyüz edilmesi pespayeliği artık aldatıcı olma gücünü kaybetmektedir.
Ramiz Alia, önceleri kuraklığa, uluslararası durumun kötülüğüne, sonra giderek eski hatalara ve sosyalizme bağladığı ekonominin kötü durumu ve daralmasını, sektörler arasında oluşan dengesizliği ve bunu önlemek için -Özal’dan öğrenilmiş olmalı- yatırımları yüz milyonlarca lek kıstıklarını kabul ediyor. Kuşkusuz bunlar, ekonominin bozulmasının göstergeleri olduğu gibi, özellikle yatırımlardaki kısıntı, gelecekte -şimdiden başlayan- sektörel dengesizliğin büyümesinin, toplam toplumsal üretimin düşmeye devam etmesinin, işletmelerin kapanmaya itilmesi ve işsizliğin gelişecek olmasının habercisi ve işaretidir. Yalnızca bu durum bile, AEP Ulusal Konferansı’nda Ramiz Alia tarafından düzeltici yeni uygulamalar olarak açıklanan, zaten bir süredir uygulanmakta olan önlemler olarak merkezi planlamanın rafa kaldırılması, bireysel işletmeler, piyasa koşullarının belirleyiciliği ve serbest pazar ekonomisinin yanı sıra, kapitalizm yönünde gelişmeleri gerçekleştirmek üzere uygulamaya konan sözde zorlukları giderme amaçlı tedbirlerin, başlıca sosyalist üretim sürecinin öncelikleri ve normlarının değiştirilmesinin sonucudur.
Arnavutluk ekonomisinde oluşan krizin kuraklık ve uluslararası durumdaki bozulmayla açıklanamayacağı, bunların, en çok, yakın zamana kadar olduğu gibi, sosyalizmin aşmak durumunda olduğu zorlukları artırıcı bir rol oynayabileceği ve ancak sosyalizme daha sıkı sarılarak üstelerinden gelinebileceği açıktır. Arnavutluk’ta tarımı doğrudan ve diğer sektörleri de dolaylı olarak olumsuz etkileyeceği kabul edilmek gereken kuraklık, yalnızca son yularda yaşanmadı, öncesi bir tarafa -ki Arnavutluk’ta kuraklık sık yaşanan bir olgudur- 1980-83 arası üç yıl boyunca yaşanan kuraklık hiç de bugün yolacağı iddia edilen sonuçları doğurmadı. Tersine bu yıllan da kapsayan 1980-85 7. Beş Yıllık Plan döneminde bugünkü gibi gerileme ve yatırımların kısılması bir yana, tarım üretimi dahil bütün sektörlerde üretim arttı (tarımsal üretim: % 13, sanayi üretimi: % 27 ve toplam toplumsal üretim: % 19 oranında artmıştı). Büyük ölçüde doğal tarım ekonomisine dayanmayan ülkelerde, doğal koşullar ne tarımı ve ne de sanayi ekonomiyi çökertecek denli etkilemez. Bu etkiyi ancak tarımsal kriz ya da genel olarak kapitalist kriz yapabilir ki, bu duruma kapitalist ülkelerde rastlanır. Arnavutluk’un ise, üretici güçlerin gelişme düzeyi, ekonomisine uygulanmakta olan teknolojinin gelişkinlik boyudan açısından -Alia öncesi sosyalizme rağmen- geri bir ülke olması gerçeğine karşın, doğal tarım ekonomisi üzerine kurulu olmadığı da bir başka gerçektir.
Önceden belirtildiği gibi, uluslararası ortamdaki gericileşme ve Arnavutluk’un dış ilişkilerindeki zorluklar, sosyalist inşanın önündeki ilave engellerdi ve Arnavutluk’un gelişmesi üzerinde kuşkusuz olumsuz bir etki yapıyordu. Ama bu zorlukları sosyalizm, son zamanlara kadar aşmayı başarmıştı ki, bu asılanlar da hiç azımsanmayacak zorluklardı. Sovyetler Birliği ve sonra Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkilerin kesildiği ve bunlar tarafından uygulamaya konulmuş tüm projelerin yarım bırakıldığı, açılmış bütün kredilerin kesildiği, bu ülkelerle dış ticaretin neredeyse sıfıra indiği ve Arnavutluk’a yönelik tehdit ve baskılardan geçilmediği koşullar düşünülsün. Şimdi bu zorluklar, diyelim biraz daha ağırları, krize kaynaklık ediyor ve girilen kapitalist yolun nedeni olarak gösteriliyor. Açıktır ki, krize kaynaklık eden restorasyonuna girişilen kapitalizmdir ve zorluklar olarak tanımlanan kriz, kapitalizmin nedeni değil sonucudur.
Alia’nın revizyonist yönelimi ve kapitalizmin restorasyonu sürecinin başlatılması öncesinde, yine ve hatta zaman zaman daha ağır bir şekilde kendini hissettiren zorluklara karşın, Arnavutluk, emperyalistler önünde diz çökmemeyi, bir kriz içine yuvarlanmamayı, tersine üretim hacmini ve toplam toplumsal üretimini oldukça hızlı bir şekilde arttırmayı başarabiliyor, işletmelerin kapanması, işsizlik, enflasyon gibi olguları tanımıyordu. Bu, kuşkusuz, tüm olumsuz koşullara, kuraklık, emperyalist-revizyonist kuşatma, ambargo ve tehditlerle, içerde kapitalizmin kalıntılarının varlığı ve burjuva unsurların direnişine rağmen ilerlemeyi başaran sosyalizmin sahip olduğu üstünlükler ve niteliğinin sonucuydu. Sosyalizm ve proletarya diktatörlüğü koşullarında sağlam bir önderlik gerçekleştiren Enver Hoca ve AEP, Arnavutluk emekçilerini bu zorlukların üstesinden gelmek üzere seferber etmeyi, içte ve dışta sınıf mücadelesini geliştirerek gericiliğin çabalarını boşa çıkarabilmeyi başarabilmişti. Bu basan, doğaldır ki, yalnızca demirden bir iradenin ve herhangi bir ekonomik temeli olmayan ve aynı zamanda ekonomik alanda da yürütülmeyen öylesine bir sınıf mücadelesinin sonucu olamazdı. AEP’in ekonomiye ve sosyalist inşaya ilişkin politikası da ilkesel olarak doğruydu ve devrimin dünyanın en geri ülkelerinden biri olarak devraldığı Arnavutluk, 70’lerde, yine hala gelişmiş kapitalist ülkelerin üretim ve teknoloji vb. düzeyine yaklaşanı asa bile (ki bu, sözü edilen zorlukların ötesinde, başlıca, ülkenin, seferber edebileceği üretici güçlerin ve pazar olanaklarının küçüklüğü ve sınırlılığıyla açıklanabilir), bir sanayi-tarım ülkesi olma durumuna ulaşabilmişti. Bu başarının temel itici gücü ve kaynağı ortadadır başta tarım ve sanayi olmak üzere Arnavutluk ekonomisinin tüm sektörlerinin uyumlu ve dengeli bir gelişimini öngören ve bunu gerçekleştirmenin araçlarına sahip olan, merkezi planlı bir ekonomiye ve üretim araçlarının toplumsallaştırılmasına dayanan sosyalizm ve onun yönetimini gerçekleştiren Marksist partinin ve proletarya diktatörlüğünün varlığıydı. Kar amacıyla ve bilinmeyen bir pazar için değil, toplumun maddi ve manevi tüm gereksinimlerini, gittikçe gelişen ve daha ileri ihtiyaçtan karşılamanın temel dayanağı olan bir maddi-teknik temel üzerinde karşılayan ve bağımsız bir ulusal ekonominin dengeli ve uyumlu bir gelişmesini gözeten, kapitalizmin kalıntılarının sınırlayıcılığından giderek kurtularak kendi yolunda ilerleyen ve durmaksızın sağlamlaşan sosyalizm, zorluklamı üstesinden gelinmesinin, kuşkusuz ki, temel nedeniydi. Ama şimdilerde zorlukların üstesinden, tam tersine, onları geliştirmenin ve derinleştirmenin nedeni ve kaynağı olan kapitalizme yönelinerek ve bütün kapitalist ülkelerde ve yakın zamanda batı kapitalizminin normlarına uyum sağlayan Doğu Avrupa ülkelerinde çıkmazı ve olumsuz sonuçları açıkça görülmesine rağmen kapitalist normlar kullanılarak gelinmeye çalışılıyor. Bu, doğal ki, zorlukların üstesinden gelinme tutumu değil, kapitalistleşme ve Arnavutluk emekçilerinin sefaleti üzerinde küçük bir bürokrat ve burjuva azınlığın zenginleşmesi, bunun, dünya kapitalist sistemine ve emperyalizmin çıkarlarına bağlanarak ve ülkeyi özgürlüksüzlük ve köleliğe sürükleyerek gerçekleştirilmesi tutumudur. Özgürlük ve demokrasi diyerek, emekçilerin özgürlüksüzleştirilmesi ve kökleştirilmesi, zorlukların giderilmesi diyerek ülkenin çok daha büyük ve içinden çıkılmaz zorluklar içine atılması, kitleler üzerinde sömürü ve zorun yasallaştırılması tutumudur bu.
Kapitalizmde kır ile şehir ve tarımla sanayi arasındaki çelişmenin, sermayenin görece karlı alanlara akması (kar amacına göre üretim dolayısıyla) ve tarım üretiminin ek sermaye yatırımlarını gereksinmesi nedeniyle giderilmesi olanaksızken, kuraklık gibi başta tarımı etkileyen ve etkisi buradan diğer sektörlere yayılan zorlukların kapitalist yöntemlerle çözülmesinin öngörülmesinin hiç bir mantığa sığmayacağı ortadayken, bunun sosyalizmden vazgeçilme nedenlerinden biri olarak gösterilmesi, ancak Marksizm’den revizyonizme “sıçrama” yapan, restorasyonca kapitalist bir yaklaşıma sahip olunmasıyla açıklanabilir.
Alia yönetimi, zorluklar bahanesiyle, ülkeyi sanayileşme yolundan çevirmeye, onu emperyalizmin “arka bahçeleri”nden biri haline getirmeye yönelmiştir. Aha ekibinin plan hedeflerinde ağır sanayi öncelikli bir sektör olmaktan çıkarılmiş, hafif ve tüketime dönük sanayi ile tanının öncelikli gelişmesi öngörülmüştür ki, bunun, hafif sanayi ile tarımın gelecekteki gelişmesinin önünde engel olacağı, çünkü giderek onların ağır sanayi ürünleriyle, makinalarla donatılmasının olanaksızlaşacağı ve bu açığın ancak iki yolla, 1) ağır sanayi ürünlerinin köleleştirici ithalatı ve 2) bir tarım ve hafif sanayi ülkesi olarak kalmaya mahkûm olarak “kapatılabileceği” kolaylıkla “tahmin” edilebilir. Bu yönelim, İadelerde, emperyalistler tarafından pompalanan tüketim toplumunun yaratılması hedefiyle “tüketim hırsı”nın kışkırtılması ve “batı standartları”nın propagandasıyla doğrudan bağlantı halindedir. 1986’daki 9. Parti Kongresi’nde onaylanan ve 1986-90 yıllarını kapsayan 8. Beş Yıllık Plan taslağında bu tutum resmileştirilmiştir. Artık Arnavutluk ekonomisi, 1) tarımsal ve toplam toplumsal üretim ve yatırımların, sanayi üretim ve yatırımlarından, 2) sanayide ise, hafif ve tüketim sanayi üretim ve yatırımlarının üretim aletleri üretimi ve yatırımlarından daha büyük oran ve hızlarla artması yoluyla “gelişecektir”. Uygulamada, şimdiden, plan hedeflerinde öngörülen oranların ötesine geçilmiş ve sanayinin ve özellikle ağır sanayinin geri bırakılışı ve ülkenin sömürgeleştirilmesinin önündeki engeller planlananın ötesinde bir tempoyla kaldırılmaya girişilmiştir.
Arnavutluk işçileri ve halkı, Sovyet ve Doğu Avrupalı kardeşlerinin de yapmaya başladıkları gibi, uzak olmayan bir gelecekte kendisini kapitalizm, sefalet, özgürlüksüzlük ve kölelik yoluna sürükleyenlerin karşısına dikilecektir.

Mayıs 1991

Türkiye’de kadının statüsü-3

Türkiye’de kadının statüsü adlı yazımızın ilk iki bölümünde, Tanzimat’tan 1970’lere kadar gelen yıllar boyunca, hukuk, eğitim, çalışma vb. alanlarında kadın haklan konusundaki gelişmelere, bu alandaki ilerlemeye gerilemelere değinmiş, bunların nedenleri üstünde durmuştuk. Yazımızın bu son bölümünde ise, 70’sonrası gelişmeler içinde, bir anlamda son 150 yıllık gelişmenin bir sonucu da olan kadının toplumsal statüsü ve mücadelesi üstünde duracağız.
1960’h yıllar, işçi sınıfımızın grev ve TİS hakkını elde ederek mücadeleye atıldığı, bir yandan sayısal olarak hızla artarken, öte yandan grevlerden fabrika işgallerine, anti-emperyalist gösterilerden sokak çatışmalarına kadar değişik eylem biçimleri içinde yoğrulup, mücadele yeteneğini sergilediği yıllardı. Aynı biçimde yüksek öğrenim gençliği, cumhuriyet tarihinde ilk kez, 1960’lı yıllarda, devletin ve devlet partilerinin kanatlan altından çıkıp örgütlenerek, kendi “bağımsız eylemiyle” sahneye çıktı; gerçekten kitlesel bir karakter kazanmış örgütler içinde birleşti ve sonraki uzun yıllar boyunca devrimci mücadelenin ön saflarında yer aldı.

1970 SONRASI GELİŞMELER
1950’lerde hızla büyüme sürecine giren sanayi ve hizmet sektörü; o yıllarda, kadının toplumsal statüsünü daha geri bir çizgiye atmaya çalışan gerici dalgaya karşın, çalışan kadınların sayısının hızla artmasının yolunu açmıştı. Bu durum 60’lı yıllarda da sürdü. İşçi ve öğrenci eylemleri içinde yer alan çok sayıda kadın, yerleşik , “erkeğin dizinin dibinde”, “sessiz köle” imajıyla çelişen bir konum kazandılar. Çok sayıda kadın, işçi grev ve gösterilerinde, öğrenci eylemlerinde ön saflarda yer aldı.
Öte yandan, 1960’lann ortalarından itibaren, Marksizm’in aydın, öğrenci ve ileri işçiler arasında popülerleşmesi, bütün insanlar arasında “eşitlik” düşüncesini yayarken, kadın-erkek arasındaki “eşitlik” düşüncesini de yaygınlaştırdı. Bununla bağlantılı olarak da, düşünce düzeyinde de olsa, “kadının ikici cins’liği, “cinsler arası eşitsizliğin mantıksızlığı” vb. konularda, tartışılan konular arasında yer almaya başladı. Tartışmanın çok dar, aydın ve ilerici çevrelerde olması ve bugünden bakıldığında varolan statüye yönelik eleştirinin yüzeyselliğinden söz edilirse de, Türkiye toplumunda ilk kez, burjuva anlamda olmayan bir “kadının kurtuluşu”nun gündeme gelmesi, önemli bir gelişme olarak, burada vurgulanması gerekir.
Bu alandaki tartışmalar, daha 60’lı yıllar bitmeden,
“Kadınlar katılmadan devrim olmaz” sloganıyla yaygınlaştı. Ama, biraz da dönemin özelliğinden gelen ve başka önemli konularda da olduğu gibi, slogan olarak kaldı. Her şeye karşın yine de kadınların kurtuluşuna ilişkin, Türkiye tarihindeki en radikal düşünceler bu devrimci demokrat hareket içinden çıktı. Az sayıda da olsa; kadın, ilk kez bu mücadele içinde erkeğe eşit bir konuma gelebildi. Sadece dar, devrimci bir kadın çevresini birleştirse de, anti-faşist, anti-emperyalist platformda bir kadın örgütlenmesi girişimi yine bu çevre içinden çıktı.
Kendi başına alındığında bu gelişmelerin kadın mücadelesi içinde önemli bir yer tutamayacağı, dahası ideolojik ve örgütsel bakımdan göz ardı edilemeyecek yanlışlar taşıması söylenirse de, sonraki yıllardaki gelişmelerin olumlu yanlarına da kaynaklık edeceğinden bu gelişmenin önemli olduğu reddedilemez bir gerçektir. Kadın hakları uğruna mücadeleler, çok dar bir aydın çevrenin kadınların durumundan yakınması ya da egemen çevrelerin koltuğu altına saklanmış “yarı resmi” kadın örgütlenmeleri (Türk Kadınlar Birliği, burjuva partilerin kadın kollan gibi) tarafından yapılmış ve bunların hemen hepsinin platformu kadının bireysel kurtuluşuyla, burjuva kadın haklarıyla sınırlı kalmıştır. Bu yüzden de, 60’lar sonundaki gelişme, kadının kurtuluşunu, içeriği kavranmasa da, devrim ve sosyalizme bağlayarak, önceki gelişmelerden ayrılır.
‘70’li yıllarda kadın örgütlenmeleri ve boa zaaflar
‘60’lı yıllarda başlayan gelişme, ‘70’li yıllar boyunca ivme kazanarak sürdü. Ekonomik yaşama katılım ve eğitim düzeyinin yükselmesine bağlı olarak, mücadeleye katılan kadın sayısının artması, kadınlara yönelik devrimci ajitasyonun artmasına da neden oldu. Ve daha çok kadın devrimci mücadelenin saflarına katıldı ve 70’li yılların ortalarından itibaren, çeşitli siyasi mihraklar doğrultusunda oluşan kadın çevreleri çeşitli “bağımsız”^ kadın örgütleri içinde yer alarak, kadınlara yönelik bir ajitasyon yürüttüler. Yurtsever, devrimci kadın, devrimci demokrat kadın, devrimci kadın, ilerici kadın vb. adı altında oluşan kadın çevreleri (daha sonra bunlar kimi illerde dernek adı altında da yasal olarak örgütlenerek, YDKD, DKD, İKD vb. adlar aldılar) bugünle kıyaslandığında bile çok sayıda kadın bunların etraflarında toplanmıştı. Gerçi bu kadınların hemen tamamı, YDGF, Dev-Genç, İGD, TÖB-DER, TÜS-DER, Tüm-sağlık-Der vb. örgütler ya da çeşitli sendikaların yönetim kademeleri içinde de örgütlü, hatta bu örgütlerin ileri kesimleri içinde, yer alıyorlardı. Ama yine de, “ayrı” bir kadın çalışması içinde, kadın örgütleri içinde de yer alıyorlardı.
‘70’li yıllardaki kadın örgütlerinin çalışmasına bakıldığında, TKP çevresi tarafından oluşturulan İKD’nin kadınlara yönelik faaliyetinin, asıl olarak aydın, burjuva kadın çevrelerine yönelik bir çalışma içinde olduğu, bu alana yönelik faaliyetinin, kreş, emzirme odaları vb. gibi günlük taleplerle ilgili bir ajitasyonun yanı sıra, burjuva kadın çevrelerine hitabeden “gün düzenleme”, “geceler yapma”, “söyleşiler düzenleme”yi esas alan, ilişkide oldukları sendikalar aracılığı ile de işçi ve emekçi kadınları bu tür etkinliklere çekerek, onları kendi denetimlerine alarak, mücadeleden alıkoyan bir çizgi izlediği görülür. Onlar için kadınların kurtuluşu,bu tür kimi iyileştirmelerle gerçekleşebilir bir şeydir.
YDKD ve devrimci demokrat kadın çevreleri ise; İKD’nin tam tersi bir tutumla, kadınların günlük sorunlarını fazla önemsemeden, onları doğrudan kabaran anti-faşist, anti-emperyalist mücadelenin içine çekmeye çalışmışlar, kadınların kadın olmaktan gelen sorunlarıyla ilgilenmedikleri için de, mücadelenin yükselmesine paralel olarak çok sayıda kadım etkilemelerine karşın, geniş emekçi kadın kitleleriyle bağ kurmakta başarısız olmuşlardır. Perspektif, “kadınlar katılmadan devrim olmaz” önermesinin kabaca kavranışıyla sınırlı kaldığı için, bu örgüt ve çevreler esas olarak kadınlara yönelik genel devrim propagandası yapmakla sınırlı bir faaliyetle yetinmişlerdir. Kadınların kadın olmaktan gelen özgün talepleri nedir, kadının toplumsal konumu ve bunun sorgulanması, emekçi kadınlar üstündeki iki katlı sömürünün yol açtığı sonuçlar ve bunlara karşı özel mücadele, ya hiç gündeme gelmemiş, ya da yüzeysel bir ajitasyonla yetinilmiştir. Bu durum, kadın çalışmasının bir ayağının eksik olmasını getirmiş, geniş emekçi kadın yığınlarıyla bağ kurmanın önünde engel olarak durmuştur.
Evet, kadınların ekonomik ve toplumsal yaşama katılmaları ve yükselen devrim dalgası, yıldan yıla mücadeleye katılan kadınların sayısında bir artışa yol açmış, bu kadınlardan bazıları da, mücadele örgütlerinin yönetim kademelerine gelmeyi başarmışlarsa da, bu hiç bir zaman işçi emekçi sınıf içindeki çalışan kadın, ya da öğrenci gençlik içindeki genç kadın sayısıyla orantılı olmamıştır. Dahası mücadeleye katılan kadın ve erkek sayıları göz önüne alındığında da yönetici kademelere gelebilen kadın sayısı hiç bir zaman mücadeleye katılan kadın sayısıyla orantılı olamamıştır. Bu konuda elimizde durumun tam bir değerlendirmesini verecek rakamlar yoksa da, şu bir gerçek ki;1 erkeklere göre kadınların mücadeleye çekilmesi, mücadeleye çekilen kadınların ilerleyip kitle örgütleri ve siyasi örgütlerin yönetici kademelerinde yer alması pek çok etken tarafından engellenmiştir. Bu etkenlerin bir bölümü toplumsal olup, ancak toplumsal bir devrimle ortadan kaldırılacak etkenler olmasına karşın bir bölümü doğrudan doğruya devrimci çevrelerdeki yanlış eğilimlerden, burjuva, burjuva-feodal değerlerin sürüp gitmesinden kaynaklanmıştır. Bunlardan, toplumsal olanlarına, bu yazının önceki bölümlerinde değinildi ve bu bölümde de yeri geldikçe değinilecek. Ama, kadınların mücadeleye katılmasını engelleyen devrimci saflardaki yanlış eğilimlerin bazılarına burada değinmeyi, bugün de yaşayan eğilimler olması nedeniyle gerekli görüyoruz.
Bu dönem boyunca gelişmelere bakıldığında, kadınların mücadeleye katılmaları, mücadeleye katılan kadınların da olması gerektiği kadar ilerleyememelerinin önündeki engellerden en önemlisi, kadınların da erkekler gibi mücadeleye katılıp başarılı olamayacağı, onların ancak mücadeleye katılan erkeklere yardım edebileceği, burjuva, burjuva-feodal ideolojinin devrimci saflardaki kalıntısı olan düşünceden kaynaklanmıştır. Soruna böyle yaklaşıldığından, kadınlar, devrimci Örgütler içinde erkeklere yardım eder durumda kalırken, aynı zamanda da, burjuva-feodal ahlak değerlerinin devrimci ahlak değerleri olarak görülmesi sonucu olarak da, kadınlar devrimci örgütler içinde de bu değer yargılarının onları geriletici etkisini derinden hissetmişler, baskıdan kurtularak serbestçe gelişeceklerini düşünerek katıldıkları bu örgütler içinde de gelişmeleri baskı altında tutulmuştur. Bu baskı, mücadeleye yeni katılanlar üstünde onların süslenmesinden, günlük davranışlarına kadar tam bir “disiplin” altına almak biçiminde ortaya çıkarken, mücadele içinde yer alan kadınları da bir çok bakımdan etkilemiştir. Genelde, devrimciliğin ahlakçılığa indirgendiği, “devrimci içki içmez”, “devrimci tavla, kağıt vb. oynamaz”, “devrimci temiz ve değişik giyinmez” vb. biçimindeki “standart boyutlardaki” devrimci tipi, kadınlar söz konusu olduğunda daha da tutucu bir biçime bürünmüştür. Süslenen, makyaj yapan kadınların çeşitli derneklerden dıştalanması, diskotek vb. yerlerde görünen kadınların sadece dıştalanmakla kalmayıp haklarında spekülasyon yürütülmesi, iki cins arasındaki olağan ilişkilerin “bacı”lık edebiyatı ile “gayri meşru” sayılması çeşidi türden mücadele örgütleri içinde sık rastlanan tutumlardı. Bu tutumlar, kadınların her davranışının gözetim altında tutulduğu duygusunu yaratarak, onların gelişmesini engellerken, cinsler arasındaki ilişkinin gizlenmesine de yol açmış, bu “gizli ilişki” bir biçimde açığa çıkağında ise, genellikle, tıpkı toplumda olduğu gibi, kadınlara farklı erkeklere farklı ölçülerle yaklaşılmış, bunun sonucu olarak da bu tür durumlarda kadınlar daha çok zarar gören taraf olmuştur. Ama bundan en çok zararı mücadelenin gördüğü, göreceği akla pek gelmemiştir.
Bu türden burjuva-feodal ön yargılar, sadece erkek devrimcilerle de sınırlı değildir. Kadın devrimciler de, aynı katılıkta olmasa bile, aynı ön yargılan taşıdığından genellikle erkek devrimcilere “yardımcı” rolünü benimsemişlerdir. Bunu aşmak isteyen devrimci kadınlar da “erkek gibi kız” “övgüsünü” alacak bir tutumu benimseyerek erkek devrimcilerin önlerine koyduğu engelleri aşmaya çalışmışlardır.
Kadınlara karşı kapıları oldukça sıkı bir biçimde kapatılan devrimci mücadele örgütlerine, bir yolunu bularak katılan genç kadınlara, “koca bulmak için geldiği” ön yargısıyla davranılmış, gerçekten böyle olan bir kaç kötü örnek genelleştirilerek bütün kadınlar böyle bir baskının hedefi olmuşlardır. Bu ise, kadınlarla erkeklerin birlikte mücadele ettiği bu tür örgütler içinde olağan, sağlıklı ilişkilerin kurulmasını engellediği gibi, sağlıksız “dökülme” ve tasfiyelerin de vesilesi olmuştur.
Evli kadınlar için durum daha da zordur. Evli kadın bir mücadele (siyasi ya da mesleki) örgütüne katılmak için her şeyden önce kocasının direnişini kırmak zorundadır. Toplumda genel yargı, kadının işinin evde olduğu, dışarı işleri bu arada devrim mücadelesiyle ilgilenmek gibi önemli işlerin erkeğin işi olduğu düşüncesi egemendir. Eşlerin ikisinin de devrimci mücadeleyle ilgilendiği, hatta bu mücadele içinde tanışıp evlenen eşlerin kurduğu ailelerde de evlendikten sonra kadının “eve kapatılması” her günkü olaylardandır. Bu bazen açıkça, erkeğin kadına hiç bir seçenek tanımadan açıkça, “artık sen ev işleriyle uğraş, ben senin yerine de mücadeleye katılırım” demesi biçimindeki bir engel olurken, çoğu zaman daha “ince taktiklerle” kadınların engellendiği sıkça rastlanan durumlardır. Gün boyu çalıştıktan sonra, ev işleri ve çocukların bakımını bütünüyle kadının üstüne yıkıp, sonra da, “ben sana mücadeleye katılma demiyorum, istersen sen de katıl” biçimindeki tutum, kadını açıkça “eve kapatmak” kadar etkili bir yöntem olmaktadır. Gün boyu çalıştıktan sonra, yemek, ev işleri, çocukların bakımı vb. ile de uğraştıktan sonra kadın, dünyada olup bitenlerle, dahası bu sömürü ve baskı dünyasını değiştirme mücadelesiyle nasıl ilgilenecektir, bu genellikle kocayı hiç ilgilendirmemektedir.
Bu eğilimler bilinmeyen şeyler değildir ve geçmişte de pek çok kez eleştirilmiştir. Belki çok kaba olanları bugün terkedilmiş gibi görünüyorsa da, asıl ideolojik kökleri (burjuva-feodal ideoloji) var olmaya devam ettiğinden kadınlara karşı “ikinci sınıf insan”, “devrimcilere yardımcı olan cins” olarak görülme devam etmektedir. Örneğin, aynı anlayışlardan kaynaklanan, kamu çalışanları sendikalarının örgütlenme süreci içinde çıkan, bilinen eğilim bu eleştirilen tutumların yaşadığının bir kanıtıdır. Bilindiği gibi, kamu çalışanlarının sendikalarına üye olmak bugün riskli bir iştir. Ama bu riski göze almadan mücadelenin ilerlemesi, sendika ve TİS hakkının elde edilmesi de olanaksız. Bu riski göze alan, sayısı on binlere varan kamu çalışanı sendikalara üye olmuş, fiili bir durum yaratmayı başarmışlardır. Ama burada şöyle bir ayırım sıkça gözlenmektedir. İkisi de kamu çalışanı olan eşlerden erkek olanı sendikaya üye olurken, ne olur ne olmaz diye kadının sendikaya üye olması koca tarafından engellenmektedir. Eşlerin aralarında anlaşarak böyle bir yola başvurmuş olmaları bile kadın erkek ayırımcılığı yapılmadığı anlamına gelmez. Çünkü eğer “anlaşma” eşit iki insanın anlaşması olsaydı, bazı ailelerde kadın üye olurken erkek “yedek” beklerdi, bazılarında ise, erkek üye olurken kadın beklerdi. Oysa genel olan, kadının “güvence” olarak üye yapılmaması biçiminde ortaya çıkıyor ki, bu da cins ayırımcılığından başka bir şey değildir. Bu durumda açıkça, kadın “korunmaya muhtaç” bir cins olarak görülmekte, koca görünüşte kendini karısı yerine de “feda(!) ” etmektedir.
Burada asıl olan, gündelik çıkar kaygısının mücadelenin önüne geçmesi, olası bir kıyım ya da sürgüne karşı bireysel önlemler almak gibi yanlış bir mücadele anlayışıysa da, bunun konumuzla doğrudan ilgisi olmadığı için sorunun bu yanına burada değinmeyeceğiz. Konumuz açısında burada önemli olan, erkeğin “koruyucu”, kadının ise “korunmaya muhtaç” bir cins olarak görülmesidir. Elbette ki, eşler arasında “dayanışma”, “iş bölümü”, birbirlerini “koruma” doğru bir evlilik içinde olması gereken unsurlardır. Ama “koruma”, “işbölümü” ve “dayanışma”, kadının mücadeleden “korunması”, iş bölümü, ev işlerinin kadına yıkılması, dayanışma kadının erkeğin “itibarı”na dayanması olarak ele alınırsa başka bir dünya görüşünün erdemleri kategorisine geçilir. Oysa burada olması gereken; mücadele içinde dayanışma, kadının burjuva-feodal ön yargılardan korunması ve bu önyargılara karşı birlikte mücadeledir, îş bölümü ise, erkeğin mücadelenin sorunlarıyla ilgilenmesi ve mücadeleye katılması ve ev işlerinin kadına yıkılması biçiminde olmamalıdır. Tersine kadının da mücadeleye katılmasının önündeki engelleri kaldırmak, onu daha da teşvik etmek için, ev işleri ve çocukların bakımını da; kısacası, hem mücadelenin hem de ailenin sorumluluğunu paylaşmak gerekir. Bu tutum, ev ve ailenin sınırlarını da aşarak, mücadeleye katılan bütün kadınlara yönelik burjuva-feodal ön yargılara karşı mücadelede de kadınlara yardımcı olmak, onları ikinci cins gören eğilimlere karşı hayatın her alanında mücadele vermekle gerçek anlamına kavuşur.
1970’li yıllardaki gelişmenin başka bir yönüne dönerek sürdürelim.
12 Mart darbecileri, çıkmaza giren kapitalizmi bunalımdan çıkarmak, emekçiler üstündeki sömürünün ve baskının daha da artırılması için iş başına getirilmişti. Darbeciler ve arkalarındaki egemen sınıflar, bu amaçlarına varmak için, ellerindeki bütün baskı araçlarını kullandılar. Sendikal mücadele bile yasaklanarak işçi ve emekçi sınıflar üstündeki sömürü artırıldı. “Düzen” ve “istikrar” adına yürütülen terör, emekçi kadınların yaşamını doğrudan etkilerken, işyerlerinde kadınlara yönelik baskı ve dinci temelde yükselen, kadınlara, kadınların İslami esaslara uymayan tutumlarına yönelik saldırılar da arttı. Özellikle 70’lerin ikinci yarısında derinleşen kriz ve krizin yükünün emekçiler üstüne yıkılmasının sürekli bir uygulamasına dönüşecek olan enflasyonun artmasına paralel olarak, emekçi sınıfların durumları gittikçe kötüleşen bir eğilime girdi. Bu bir yandan geleneksel burjuva, burjuva-feodal aileyi sarsarken, çok sayıda kadını da bir gelir temin etmek için çalışma yaşamına çekti. Ama zaten kronik bir yüksek işsizlik hastalığının pençesinde olan sistem bu çok sayıdaki kadını istihdam edecek potansiyeli taşımadığından, gelir teminine yönelik çabalar, pek çok emekçi sınıf kökenli kadının artık bir “sektöre dönüşen”, kadın cinsiyetinin meta olduğu alanlara sürüklenmesine de yol açtı. 1980’lerde zirvesine çıkacak olan, kadın cinsiyetinin metalaştırılması, pek çok emekçi kadının “ikinci iş” ya da “işini kaybetmemek” için cinsiyetini meta olarak ortaya sürmeye zorlanması ‘70’li yıllarda hayli yol almıştı. Öte yandan, devrimci mücadelenin en önünde yer alan gençliği düzene bağlamak için bizzat resmi görevlilerce kışkırtılan, gençlik içinde uyuşturucu kullanma, Batı’nın en yoz “kültür ürünleri”ne “eğlence” biçimlerinin yaygınlaştırma girişimlerine paralel olarak porno filmler de, “bekâr evleri”nin gizli köşelerinden çıkarılarak, sinemaların normal programları arasına sokuldu. Bu gençliğe olduğu kadar, ondan da fazla, kadın cinsini aşağılama kampanyası biçiminde sürdü.
‘70’li yıllar, kadınların azımsanmayacak sayıda aydınlanıp devrimci mücadeleye ve emekçi sınıf eylemlerine katıldığı, bu anlamıyla da burjuva-feodal kadın statüsünde gedikler açtığı, ama aynı zamanda kadın cinsinin aşağılanmasında da egemen ideolojinin hayli mevziler kazandığı yıllar oldu. İşte 12 Eylül darbesi, birinci etkeni yok edip ikincisini dizginsiz geliştirmeyi amaçlayan koşullan yarattı. Sadece koşulları yaratmadı, feodal-burjuva kadın statüsünün, tek statü olması için elinden gelen her şeyi yaptı.

12 EYLÜL SONRASI GELİŞMELER
12 Eylül darbesi gericiliğin, emekçi sınıfların kazanımlarına ve devrimci mücadeleye karşı, cumhuriyet tarihi boyunca yönelttiği en kapsamlı ve en şiddetli saldırıydı. Dizginlerinden boşanan zorbalık vahşet boyutlarına varan bir terörle, her kıpırdanışa, toplumu ileri götürecek her kazanım ve her potansiyele azgınca saldırdı. Kadınlar da bu saldırıdan pay almaz olamazlardı, aldılar da. Bu, işsizlik bahane edilerek, bizzat Cunta liderlerinin ağzından; kadınlar, “evlerine dönmeye”, “mutfak harcamalarını kısarak”, aile içinde “tasarrufa” yönelik önlemler alarak “ekonomik yaşama katılmaya(!)” çağırılmaktan, işkence hanelerde tecavüze uğramaya kadar toplum yaşamından dışlanmaya, aşağılanmaya çalışıldı. Ve 12 Eylülle başlayan, kadınlara, kadın haklarına ve kazanımlarına yönelik saldın bütün 80’li yıllar boyunca (ve tabi günümüze kadar) kapsamı genişletilerek sürdürüldü.
Cunta ve arkasındaki egemen sınıflar, toplumda rahatsızlık yaratan asıl nedenleri çözemeyeceklerini bildiklerinden, bu sorunların üstünü örtmek için iki kurumu “sağlamlaştırmayı” resmi politika olarak gündeme aldılar. ‘Toplumun temeli” ilan edilen AİLE’yi ve toplumdaki “değişik sınıfları bir arada tutan harç görevi yapan” DİN’i.
Aile, bütün toplumun en küçük birimi ve aynı zamanda varolan toplum düzeninin direğiydi. Eğer aile çocuklarını iyi, Türk-İslam geleneklerine uygun yetiştirirse gençler “anarşi “ye katılmaz, düzene başkaldırmazlardı. Dahası nüfus planlamasıyla işsizlik önlenir, aile fertleri arasındaki dayanışma ile işsizlik, insanların geçim sıkıntılarından doğan bunalımları da ortadan kalkar, aileler ve insanlar “huzura” kavuşurdu, vb. vb. Bu aileyi de ancak sürekli olarak eve kapatılmış kadın “yöneteceğinden”, bütün bu “birlik içinde huzurlu aile”yi yaratma görevi de herkesten çok ona düşerdi. Bu arada kadın, bütün ekonomik toplumsal yaşamdan çekilip eve kapatılıyormuş, onun bir birey olarak bütün gelişme olanaktan elinden alınıyormuş, bu egemen sınıfları pek ilgilendirmiyordu. Cunta liderinin rahmetli anası da aynı işlevi yapmış ve çocuklarının ve kocasının başarılarının mutluluğu ona yetmemiş miydi? Neden günümüzün kadınları da aynı biçimde yaşamasınlardı. Evet, kız çocuklarınızı okutunuz, ama onları “iyi bir anne” olacak biçimde yetişmesi için okutunuz!
Bu propagandanın içi, “dini akitler”le dolduruldu. Çünkü dine başvurmadan, yaşanan koşulların acımasız bir biçimde aileyi parçalaması ne anlatılabilir, ne de kadının kökleştirilmesi gizlenebilirdi. Bu yüzden de din propagandası, “yobazlığa karşı çıkma, asıl dini savunma” gerekçesi arkasında öylesine artırıldı ki, Cunta lideri en yobaz çevrelerin gözdesi haline geldi. Dinin uyuşturucu etkisi görüldükçe de, dinin yüceltilmesine hız verildi; öyle ki, Cunta liderinin her gün 3-5 kez radyo ve TV’den yayımlanan “günlük” konuşmalarıyla “kutsal günlerde” camilerde yapılan vaaz’ı ayır etmek bile olanaksızlaştı.
Milliyetçi muhafazakâr ANAP, 1983 seçimleriyle iş başına geldiğinde, kadın kazanımlarına ve kadınlara yönelik saldırıyı sürdürmek için Cunta’nın kaldığı yerden devam etmekte bir sıkıntıya düşmedi. Ve sonraki yıllar boyunca Türk-İslam kadın statüsü dedikleri statüye eksiksiz yeniden dönmek için her şeyi yaptı. Üstelik gerici, dinci sivil çevreleri, Faysal Finans, Rabıta ve benzeri uluslararası finans çevrelerinin sınırsız para desteğini de kullanarak saldırının kapsam ve hedeflerini genişletti. Hükümet ve çeşitli devlet kuruluşlarında üstlenen dinci faşist odaklar, çeşitli burjuva dinci-faşist çevrelerden tarikatlara uzanan bir yelpaze içinde kadınların kazanımlarına saldırdılar. Üniversite ve devlet dairelerinde “türban”ı kendilerine bayrak edinirken, emekçi kesimler içinde etkiledikleri çevrelerde ise, “tesettüre uygun giyim ” adı altında, peçe takılmasına kadar bir kıyafeti, daha da önemlisi bilinç değişikliğini yaygınlaştırdılar. Bunun için, “İslami tesettüre uygun giysi” satan “özel” mağazalardan, “tesettüre uygun” giysi giyen yoksul kadınlara maaş bağlamaya kadar pek çok yol ve yöntemi denediler deniyorlar.
Gericiliğin bu ve böyle bir yazı içinde saymakla bitmez başka girişimleri, nihayet “Aile Araştırma Kurumu” kurulması ve Başbakanlığa ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı birer aile ve kadın birimlerinin kurulmasıyla zirvesine ulaştı.
Gelişmenin toplumsal yanı
Burjuvazi ve gericilik aileyi korumak adına kadını yeniden eve kapatacak propagandayla da yetinmeyip hukuksal önlemlerle de amacına ulaşmaya çalışırken, ekonomik ve toplumsal koşullar onların istediklerinin tam tersine gelişmelere sahne oldu.
12 Eylül darbesiyle, eline terör silahım da alan egemen sınıflar dizginsiz bir sömürü ile emekçileri açlık sınırında bir yoksulluğa mahkûm etmeye yönelince, bir emekçinin Ücret ya da maaşı ile ailenin geçinmesi olanaksız hale geldi Bu durum geleneksel aile yapısı içinde kadının çalışmasını hoş görmeyen anlayışa ölümcül bir darbe indirdi ve kadınlar ve çocuklar, eskisine göre daha büyük oranda işgücü pazarının yolunu tutmak zorunda kaldılar. Özellikle “ihracata yönelik”, “fason” üretim yapan küçük atölye ve fabrikaların açık göz patronları, bu pazardaki düşük işgücü fiyatından yararlandılar. Kadınlar, hemen hiç bir sosyal hakka sahip olmadan, neredeyse 18. yüzyıl kapitalizminin koşulları altında sömürüldüler. Günde 12-16 saat çalışmak zorunda olan kadınlar, akıl almaz bir biçimde sömürülüp baskı altına alındılar, ama aynı zamanda, evin dışına da çıkmış olmak gibi bir ilerleme sağladılar. Bu, geleneksel aile statüsüne indirilebilecek en önemli darbelerden birisiydi. Ne var ki; emek pazarına yönelen kadım sadece açık göz fabrika ve atölye sahipleri de beklemiyordu. “Beyaz kadın ticareti’nin büyük ve küçük tüccarlarının araç ilan da bu pazardan dışlananları kapmak için hazırdılar. Sadece iş bulamayan kadınlar değil, burjuva iletişim araçları ve burjuva eğitim yoluyla, emekçilerin yaşamını hor görmeye yöneltilen pek çok emekçi, hatta üniversite öğrencisi genç kız, kısa zamanda dünya nimetlerinden yeterince yararlanacağı bir “servet edinmek” için, bu “kolay kazanç(!)” yoluna sürüklendiler. Bu durum, yüksek öğrenim kız yurtlarında, milliyetçi ve muhafazakâr yöneticilerin aracılığı ile genç kızların fuhuşa zorlanmasının gazete sayfalarına “düşmesine” kadar vardı. Bu olaylar giderek öylesine çoğaldı ki, artık bu türden vakalar, gazeteler için haber değeri bile taşımaz oldu. “Telekız’lık, “Eskort kız’lık, herhangi bir meslek gibi anılmaya başlandı. Ve bu gelişme, 1990 yılında, Genelev patronu Matild Manukyan’ın, 2 milyar 600 milyonu aşan vergi ödeyerek İstanbul vergi rekortmeni olmasıyla “taçlandı”!
Ahlak, namus, ailenin korunması adına yola çıkıp, tantanalı bir şovla, “beyaz kadın ticaretinin” simgesi olan “Soğuk Oluk”u kapatıp, askeri birlik yönetir gibi toplumu yöneteceğini sanan cunta şefleri, bütün bir ülkeyi, büyük kentlerinden küçük kasabalarına kadar her yerde sayısız “Soğuk Oluk’lar açan yolu genişletmişti.
Son on yılda doruğuna varan bu gelişme, burjuva toplumunda kadının aşağılanmasının en alçakça biçiminin yaygınlaşıp genelleşmesiydi, ama aynı zamanda burjuva ailenin, namus kumkuması gericiliğin, ahlakçılığın da açmazım sergiliyordu. “Kadının ve ailenin korunması”nın ayyuka çıkarıldığı bir dönemde, resmi iletişim araçları (TV ve radyo) eğlence programlarındaki “espriler”in % 90’nın kadını ve evliliği aşağılayan motiflerle donanması ya da burjuva-gerici basının, kadının cinselliğini bir meta olarak sunmayı önceki yıllara göre olağanüstü artırması, bir rastlantı değil, egemen sınıflarının yaşadığı kaçınılmaz bir çelişkidir.
Aşağıda, Komünist Manifesto’dan yaptığımız alıntı da çok çarpıcı bir biçimde açıklandığı gibi, gizli-açık fuhuşun bir arada yürüdüğü burjuva ailenin açık fuhuş yanının da herkesçe görülebilecek biçimde ortaya çıkmasıydı. Burjuvazi kadını aşağılıyordu, ama asıl aşağılanan kendi aile sistemiydi.
80’li yularda burjuvazi ve gericilik kadın cinsini ezme, sömürme, aşağılamada sınır tanımadı, ama 12 Eylülcüler, aşağılamaya yeltendiklerinde kendilerini aşağılayan kadınlar da tanıdılar. İşkencede, cezaevlerinde geleceğin onurlu kadınım temsil eden, erkekleri de aşan direniş gösteren kadınlar da vardı bu dönem içinde. Ve mücadele ilerledikçe de onların yolunu izleyen kadın sayısı arttı, Kürt kadın ve Zonguldaklı kadın diye nitelediğimiz, ama yeni bir dünya için mücadeleye atılan bütün kadınları niteleyen “yeni kadın”ın potansiyel kaynağına yönelişe de tanık olduk 1980’li ve 90’lı yıllarda.
80’li yılların ortalarından itibaren yükselen gençlik ve işçi mücadelesi içinde, kadınlar da yeniden ön saflarda yerlerim almaya başladılar. Ekonomik yaşama katılan çok sayıda kadın, grev, direniş, gösteri ve mitingler içinde yer almaya başladı, özellikle yükselen işçi sınıfı mücadelesi, grev ve direnişlerin yaygınlaşması, kadınların geçmiş dönemlerden olduğundan çok daha fazla mücadeleye katılmasının da yolunu açtı. En ağır feodal geleneklerin belirlediği aile yapısı içinde yaşayan kurt kadınlar, bu yıllarda yığınlar halinde mücadele içinde yer alırken, işçi ve Zonguldak’ta olduğu gibi, işçi eşi kadınlar da kitle halinde grev ve direnişler içinde yer aldılar. Kadınlara, kadınların kazanımlarına yönelik gerici saldırı, emekçi kadınların mücadeleye katılımını belki biraz yavaşlattı ama engelleyemedi.
Bu yıllar boyunca ortaya çıkan gelişmeler, kadınların kurtuluşuna giden yolun nereye, hangi sınıfın kadınlarına yönelmek gerektiğini de ortaya çıkardı. Nasıl ki, özgürlük ve demokrasinin yolunu açabilecek tek güç, işçi ve diğer emekçi sınıflarsa, kadınların kurtuluşuna giden yolu da ancak işçi ve emekçi kadınlar açabilirdi. Ama bu geniş devrimci demokrat çevreler için bir slogan olmanın ötesinde anlaşıldı mı, burası halen tartışmalıdır. Bu yüzden de, 80 sonrası gelişmeler içinde sorunun bu yanı üstünde biraz durmamız yararlı olacaktır.
Ailenin “korunmaya” alınması ya da resmi “aile ve kadın” statüsü
80′ sonrası gelişmeler içinde, kadın sorunuyla ilgili öne çıkarılan, tarikatlardan camilere, TV’ye kadar bütün kurum ve iletişim araçları aracılığı ile yayılmaya çalışılan konulardan birisi de “ailenin ve kadının korunması” ile ilgili devletin yaptığı girişimlerin propaganda edilmesiydi. Son yıllarda, bu propaganda, konuyla ilgili yasaların çıkarılması, yasan m uygulanması için bakanlıklarda gerekli kurumların kurulması ve bu kurumlara dolaylı olarak bağlı “vakıf’ vb. örgütlenmelerin yaygınlaştırılmasıyla ete kemiğe büründü.
Yasa ve yasanın savunucuları görünüşte, kadınlara yardımcı olmayı, onların çalışma koşullarını ve iki kat sömürüsünü hafifletmeyi amaçlıyor gibidirler. Ama asıl amaçları satır aralarında ve hükümet ve ANAP ileri gelenlerinin tutum ve davranışlarında saklıdır.
“Aile ve kadının korunması”na ilişkin alınan önlemlere temel olan “Aile Araştırma Kurumu’nun kurulmasına ilişkin rapor, bugünkü resmi aile statüsünün asıl gerekçesi, ideolojik zemini olduğu anlaşılıyor. 70 sayfalık Rapor, Prof. Amiran Kurtkan Bilgiseven başkanlığında, 7 kişilik gerici, Türk-İslam sentezci “bilim adamı” ve “uzmanlar” grubu tarafından hazırlanmış. Raporun adı; “Sosyal Yapı Alt Komisyonu Raporu”.
Rapor bir bütün olarak ele alındığında, tek bir hedefe yönelik iki amaç taşıyor. Birinci amaç; ekonomik sosyal gelişmelerin varolan aile statüsünü parçaladığım, aile bağlarının zaafa uğrayıp, evliliklerin Batıdaki gibi sarsıntı içinde olduğunu kanıtlamak. İkinci amaç olarak da Türk-İslam geleneğinin kadına, çocuklara ve aileye çok önem verdiğini ortaya koyarak, İslam’ın kadım aşağılayan, tutumunun üstünü örterek, bu konuda yöneltilen eleştirilere yanıt vermek, bir tür savunma. Bu amaçlar bol istatistik ve Kuran ve Hadislerden özenle seçilmiş aktarmalarla kanıtlanmaya çalışılıyor. Ve şöyle bir sonuç vurgulanıyor: Bugün bozulup dağılmaya yüz tutmuş geleneksel aile, ancak yeniden eski değerlere dönülerek kurtarılabilir. Bunun içinde basın, yayın TV ve eğitim kurumlarının yanı sıra, devletin yasalar ve maddi ve manevi desteği de seferber edilmelidir.
Rapor, İslam dinini kadının önem vermesi konusunda pek çok alıntı yapmaya çalışıyor, ama yine de en temel konularda, nasıl bir aile ve kadın statüsü savunduğunu açıklamaktan da geri durmuyor. “Aile’nin Geleneksel temelleri” bölümünde şöyle diyor.
“Baba ailenin reisi ve başıdır. Türk aile müessesesinde babaya verilen rol, adeta kutsal bir roldür.”
“Ana imajı da ‘Müslüman Türk geleneğinde’ kutsal bir imajdır.”
“…Çocuk anne ve babaya Tanrı emanetidir”
Bir başka bölümde, “Eşlerin karşılıklı Hak ve Vazifeleri” bölümünde de şöyle eniyor:
“Erkek ailenin reisidir ve çocuklar ona bağlıdır. Mesken tutma görevi, ikamet salahiyeti ona aittir. Kadın ise kocasının hazırladığı fiziki imkânlar içinde evin yöneticisidir, çocukların yetiştiricisidir.”
Rapor, lafla, Türk-İslam geleneğinin kadına verdiği önemi vurgulamak için kaleme alınmış, kadına verilen önem üstünde hamasi iratların arkasından yukarıdaki gibi sayısız inciler yuvarlanıyor. Bu yazının sınırlım içinde Rapordaki “inciler”in hepsine değinmek olanaksız. Ama yukarıdaki aktarmalardan da açıkça anlaşılacağı gibi, amaç, kadının aile içindeki ikinci cins statüsünü perçinlemek, dahası ona, “kocanın sağlayacağı fiziki imkânlar içinde”, “evin yöneticiliği ve çocukların yetiştirilmesi” göreviyle “ödüllendirerek”, kadım evin dört duvarı arasına kapatmaktır.
Raporda açıkça itiraf edildiği ve burjuva gerici çevrelerin burjuva, burjuva-feodal aileyi korumak için telaşından da anlaşıldığı gibi, burjuva gerici düzenin temeli olan aile, Batı ülkelerinde olduğu gibi ülkemizde de hızlı bir dağılma, çözülme sürecine girmiştir. Bu yüzden de, tıpkı nesli tükenen Kelaynak kuşları ve bir işe yaramadığı için bırakılsa yok olup gidecek tarihi eserler gibi aile de “koruma altına” altına alınmıştır. Toplumsal gelişme içinde rolünü bitiren kurumlar çözülmeye, yıkılıp gitmeye mahkûmdur, bu payandalarla bir süre daha işlev yapabilir ama sadece bir süre için. Burjuva aile de, tıpkı kapitalizm gibi tarihsel bakımdan ömrünü doldurmuştur. Bazı rastlantılar ve yasaların gücüyle ömürleri suni olarak uzatılabilirse de, ölmeleri engellenemez.
80’sonrasında “popüler” bir akan: feminizm
12 Eylül Cuntası, bütün devrimci demokrat örgüden-meleri dağıtırken, bütün kadın örgütlenmelerini de dağılmıştı. Egemen sınıfların, bütün propaganda olanakları ve “zor” silahım da kullanarak devrime, devrimci değerlere ve Marksizm’e karşı açtığı karşı-devrimci kampanya, yenilgi psikozuyla da birleşince, reformcu ve revizyonizmden en çok etkilenen siyasi eğilimlerden başlayarak; sağa savrulma, devrimci saflarda tasfiyecilik moda bir akıma dönüştü. 70’lerin “sol” akımlarının yandaşlarının büyük bir çoğunluğu, itirafçılık, kitle halinde “bağımsızlaşma”, “sivil toplumculuk”a yönelip, “bireyi geliştirme” gerekçesi arkasında bireyciliğin pençesine düştüler.
70’li yılların yükselen devrimci dalgasının uyardığı ve devrimci saflara çektiği pek çok kadın da bu savrulmadan kurtulamadı. Bireycilik, sivil toplumculuk vb. biçimindeki sağa savruluş, devrimci kadın çevreleri içinde, feminizm olarak da biçimlendi.
Feminizm, 19. yüzyılda, Avrupa ve Kuzey Amerika’da “kadın hakçılığı” olarak, bir dönem, kadın yığınlarını peşinden sürüklemiş bir akımdı. Ama Marksizm’in işçi sınıfı harekeli içinde egemen olması ve sosyalizmin, kadınların kurtuluşunun gerçek yolunun gösterdiği düşüncesinin yaygınlaşmasıyla itibar kaybetmiş, Avrupa’nın burjuva aydın çevrelerine sıkışıp kalmış bir akıma dönüşmüştü. En son da, 1968 eylemleri içinde burjuva kadın çevrelerinde parlayıp sönen bir akımdı.
Ülkemizde ise, feminizm hiç bir zaman etkin ve popüler bir akım olmamış, 1980’lere kadar bir kaç burjuva-aydın kadın dışında feminizm, tartışma gündemine bile girmemişti. Ama, 12 Eylül darbesinin ardından gelen yenilgi dönemi içinde feminizm, eski devrimci çevrelerin kadınları, sadece kadınları değil erkekleri için de popüler bir akım haline geldi.
Feminizm, burjuvazinin ekonomik ve siyasi düzenini benimsiyor, kapitalizm koşullarında kadının tam kurtuluşunu olanaklı buluyor, ama biçim olarak burjuva aileyi ve bu aileye biçim veren burjuva hukuk sistemini reddediyordu. Böylesi açık bir eklektizmin mantıksal bakımdan kabul edilir bir yanı yoktu, ama bütün benzeri eklektik akımlar gibi, feminizmin de yandaş bulması için, bir kargaşa ve belirsizlik dönemi gerekirdi. 12 Eylül’ün yenilgi yıllan bu balomdan feminizm için uygun yulardı. Nitekim, işçi sınıfı ve gençlik hareketinin yükselmesi ve devrimci demokrat ve Marksist saflarda belirsizliğin giderilmesine yönelinmesiyle birlikte feminizm, önce kendi arasında “liberal”, “radikal”, “sosyalist” vb eğilimlere bölünerek güç kaybetmiş, sonra da az sayıda “eski devrimci kadın”dan ibaret bir çevreye dönüşmüştür. Zaman zaman yapılarak güç toplamaya yönelik “şov’larsa giderek yapılamaz olmuştur.
Hiç kuşkusuz ki; feminizmin, 12 Eylül’ün ardından gelen dönemde ortaya çıkmasının asıl nedeni yukarda da belirtildiği gibi, devrimci demokratik saflarda ortaya çıkan tasfiyecilik ve sağa savrulma, bu saflarda bireyciliğin egemen hale gelmesi ve devrimci politika alanındaki belirsizliktir. Ama bunların yanı sıra, özellikle feminist çevrelerin, devrimci demokratlara, Marksistlere ve onların şahsında Marksizm’e ve sosyalizme yönelttiği eleştirilere değinmek gerekir.
Marksizm ve sosyalizme yöneltilen eleştirilere, Özgürlük Dünyası’nın Mart 1990 sayısında yanıt verildiği için burada, Türkiyeli Marksistlerin ve devrimci demokratların kadın konusuna yaklaşımlarına yönelik eleştirilerine değineceğiz.
Feministler, “Marksizm’den”, “sosyalizmden” feminizme yönelmelerinin nedeni olarak, 1970’li yıllarda devrimci mücadele örgüden içinde kadınların ikinci sınıf insan durumuna itilmelerine, erkek devrimcilerin kadın sorunlarına karşı duyarsızlıklarım gerekçe gösteriyorlar. “Eleştiri”deki niyet bir yana bırakılırsa, yukarda da, 70’li yıllardaki kadınlara yönelik tutuma değinirken belirttiğimiz gibi, devrimci örgütlerin kadın sorunlarına yönelişi genel devrim propagandasını aşmadığı aşamadığı gibi, kadınlar burjuva-feodal değer yargılarıyla yargılanmış, onların mücadele içinde ilerlemesi, sadece aileleri tarafından değil, mücadele arkadaşları olması gereken devrimci erkekler tarafından da engellenmiştir. Bu durum, feminizmi ortaya çıkaran ve onu popülerleştiren asıl neden değilse de, “vesile bir neden ” olmuş, birçok iyi niyetli kadının kafasının karıştırılmasına ve feminist saflara kaymasına neden olmuştur.
70’lerden kalan miras: “dernekçilik”
1970’li yıllarda, devrimci çalışmanın en etkin aracı olarak dernekleri görmek yaygın bir eğilimdi. Bir yanda az çok devrimci birikim ortaya çıktığı zaman, hemen orada bir “gençlik”, “kültür”, “halk” vb. “derneği” adı altında bir dernek kuruluyor, dernek içinde toplanan devrimciler, akıllarının erdiği ölçüde bir faaliyete girişiyorlardı. Kazanılan yeni insanlar da, derneğe çekilerek faaliyete katılıyorlardı. Adına ne denirse densin dernek siyasi faaliyetin asıl merkezi olarak rol oynuyordu.
Kadınlar arasında çalışma bir ihtiyaç olarak dayattığında da aynı kolaycı yol benimsenerek, çeşitli adlar altında kadın dernekleri kurulmuş, bu dernek içinde yer alan devrimci kadınlar, çeşitli kadın kesimleri içinde bir faaliyet için seferber olmuşlardı. Böylece kadın çalışması bir avuç kadının çalışmasına dönüşürken, dernek dışındaki faaliyet kadınlara yönelik özel ajitasyonla ilgilenmiyordu.
80’lerin ortalarından itibaren emekçi sınıf mücadelesi yeniden kabarışa geçtiği, devrimci örgütlerin yeniden toparlanmaya başladığı koşullarda, çalışmanın bütün alanlarında 70’lerin yanlışları da boy verdi. Dergiler çevresinde örgütlenme, legalizm, dernekçilik vb. Kadın çalışmasına yönelik girişimlerde, kimi siyasi çevrelerce bir dernek çatısı altında örgütlenme olarak ele alındı. Ve DEMKAD, DKD, Kadın Kültür Evleri vb. gibi, çeşitli dernekler kuruldu. Kadınlar, bu dernek çatılan altında toplanmaya çağrıldı.
Dernekleri ilk oluşturanlar, çeşidi siyasi eğilimlerden az sayıda kadındı, ama aradan geçen yıllar içinde bu dernekler, ne kitleselleştiler, ne de çeşidi siyasi eğilimlerden bir avuç kadının dışına çıkamadılar, çıkamazlardı da. Üstelik bu dernekler, sadece 70’lerdeki yanlışları yinelemekle kalmıyor, onlar kadar militan bir tutumla kitlelere gitme heyecanını da taşımıyordu.
Kadınlar toplumun yansıydı ve üstelik emekçi sınıflar içinde kadın emekçilerin sayısı da hayli yüksekti. Kapitalizm, kadım ikinci cins yapan, onu hiç bir toplum biçiminde olmadığı kadar açık bir biçimde aşağılayan bir sistemdi. Kadınları çalışma yaşamına çekerek, onun iki katlı sömürüsünü gözle görülür hale getirmişti. Bu nesnel temel kadınlar içinde özel taleplerin ajitasyonunu ve kadınların bağımsız kadın örgüden içinde örgütlenmesini de zorunlu kılmıştı. Buna, kimsenin söyleyeceği bir şey yoktu. Ama sorun bunun nasıl olması gerektiğinde, bağımsız kadın örgütünün hangi kadının örgütü ve hangi platformda, “kadın hakçılığı” platformunda mı, yoksa “anti-emperyalist, anti-faşist” bir platformda mı olacağı noktasında çıkıyordu. Özgürlük Dünyası’nın önceki sayılarında bu platformun ne olduğu, bağımsız kadın örgütünün günümüzde neden “anti-faşist anti-emperyalist” bir platformda olması gerektiği üstünde durulduğu için, burada sorunun örgütlenme yanı üstünde durmakla yetineceğiz.
Devrimci demokrat siyasi akımların “kadın derneği”nden amacı, kadınların, kurulan bu “merkezi” derneklerin çatısı altında toplanmasıdır. Burada “asıl merkez” dernektir. Yani dernek içinde örgütlenmiş devrimci kadınlar, çeşidi propaganda ve ajitasyon araçlarıyla (bildiri, broşür, kitap, dergi, gazete, paneller, gösteriler vb.) emekçi kadınlara gidecek, oralarda “bağlar” geliştirecek, hatta birimlerde kadın grupları, çevreleri örgütleyecek, bunlar aracılığı ile kadın yığınlarını demeğe çekecek! Biçimde değişik siyasi eğilimde kadınlar, ayrıntıda değişik şeyler söylese de, lafta ne söylenirse söylensin, bir “dernek” kurarak işe başlanınca mantık başka türlü olamaz.
Bu yaklaşımı mantıksal sonuçlarına götürerek, şöyle bir soru soralım: “eğer bu girişime dernek demesek de, bir ‘kadın partisi’ desek, bu ‘parti’ nasıl örgütlenirdi?” Herhalde, tıpkı bugün “kadın dernekleri”nin yaptığı gibi, önce bir “parti ” merkezi açılır, partinin ilk üyeleri kaydedilir, bunlar ve iletişim araçları yoluyla kadınlar parti saflarına çağırılır, üretim birimlerinde birim örgütleri, çevreler vb. örgütler, kitleselleşmeye çalışırdı. Başka türlü de davranamazdı. Bu yüzdendir ki, bugün devrimci demokrat çevrelerde yaygın olan, “bir dernek” kurarak “kadın çalışması”nı bunun içinde sürdürme anlayışı, niyet ne olursa olsun, kadınların “bağımsız” kitle örgütünü yaratma anlayışı değil, bir kadın partisi kurma anlayışıdır ki, bu sadece kadın çalışmasında yanlışlıkla da sınırlı kalmaz, emekçileri, bir de kadın-erkek olarak bölme anlayışını da getirir.
Sınıflar mücadelesinin ulusal ve uluslararası deneyimleri; bize, her şeyden önce şunu öğretiyor: adına layık bir kitle örgütü, tepeden, yukardan aşağı değil, aşağıdan yukarı kurulur. Yani önce kitleler belirli çevreler, alt örgüt biçimleri içinde az çok örgütlenip, bir hareketlenme içine girdiklerinde, bunları toparlayıp seferber edecek bir mücadele merkezine “ihtiyaç” doğduğunda, bu yerel birikimleri merkezileştirmek için kitle örgütü, bunların merkezi olarak yine yerel “temsilci”lerin katılımıyla kurulur. Bazen, özel koşulların bir araya gelmesi bu genel yaklaşımdan farklı bir yaklaşımı gündeme getirirse de, bu varolan koşullar göz önüne alındığında bu durum tartışma dışıdır.(örneğin, mücadelenin yükseldiği, kitlelerin büyük çapta ayağa kalktığı vb bir dönemde doğrudan bir merkezi örgüt kurulabilir.) Kısacası bir kitle örgütü için, nesnel bakımdan “ihtiyaç” olmak yetmez, aynı zamanda kitlelerin az çok bu ihtiyacı hissettiren bir hareketlilik içinde olması gerekir.
Bugün kadın kitleleri açısından soruna yaklaşacak olursak, aydın, küçük burjuva ve çeşidi siyasi örgütlenmelerin içinde ya da çevresinde olan, bir avuç kadın dışında milyonlarca emekçi kadın, ya henüz bir “bağımsız kadın örgütü”nün ihtiyacının farkında değildir, ya da var olduğu kadarıyla bile, dernek aracılığıyla harekete geçirilemeyecek bir durumdadırlar. Pratik olarak da, bir avuç aydın kadının emekçi kadın çevrelerine ulaşıp, onlarla bağ kurması olanaksızdır. Dahası, gerçek Marksistler için “kadın çalışması” ve “kadınların bağımsız örgütü”nün yaratılması bir “dernek çalışmasına” indirgenemeyecek kadar ciddi bir sorundur. Bu yüzden de kadınlara yönelik çalışma, her birimde, bütün birim örgütlerinde yapılan gündelik çalışmanın bir parçasıdır. Her birim genel çalışması içinde kadınların özel taleplerine yönelik bir ajitasyonu, kadın çevrelerinin oluşturulmasını da asli görevi saymak durumundadır. Üretim birimleri, işyerleri, sendikalar, semtler, vb. kadınların bulunduğu her yerde, kadınlara yönelik çalışma ve bunun gerektirdiği, “komisyon”, “çevre örgütleri” vs “gruplar” vb. ile oluşacak potansiyel, bugün “bağımsız kadın örgütlenmesi” için atılacak ilk adım olmak durumundadır. Çünkü kadınların kurtuluşu sorunu, gerçekte işçi ve emekçi kadın için acil ve vazgeçilmez bir sorundur. Bu yüzden de adına layık bir kadın kitle örgütünün omurgasını, işçi ve emekçi kadın oluşturacaktır. Ancak, “üretim birimleri” temelinde yükselen kadın çevrelerinin merkezinde olduğu bir “dernek”, “birlik” (adı ne olursa olsun) adına layık bir kadın örgütü olabilir.
Ebetteki, söylenenlerden, salt bu iradi çalışmadan çıkan çevrelerin merkezi kadın örgütünü oluşturacağı anlamı çıkmaz. Bu, sadece Marksistlerin soruna yaklaşımı ve onların üstüne düşen yanıyla ilgili olarak böyledir. Ama, ülkedeki bütün işçi ve emekçi kadınların örgütü olacak bir bağımsız kadın örgütü, sadece bu çevreleri değil, tüm devrimci demokrat çevrelerin çabaları sonucu ortaya çıkan kadın gruplarını, kendiliğinden ortaya çıkan kadın çevrelerini, kadınların kurtuluşuna ilgi duyan aydın ve küçük burjuva kadın çevrelerini, olduğu ölçüde ve anti-emperyalist, anti-faşist bir çizgiye yaklaştıkları ölçüde çeşitli türden feminist çevreleri de içine alan, bütün bu çevrelerden demokratik bir biçimde seçilerek gelen delegelerin ortak iradesinin bir ifadesi olacaktır, bağımsız kadın örgütü. Ancak böylesi bir merkezi kadın örgütü, eylemiyle ve yürüteceği faaliyetle kadın kitleleri üstünde etkili olur, kadınları mücadeleye çekecek bir konum kazanabilir. Bugün için etkili bir kadınlara yönelik çalışma, 3-5 aydın kadının çabasıyla gerçekleşemez, dahası sadece Marksistlerin çabasıyla da istenen başarı çizgisine varamaz. Tersine, bütün devrimci demokrat siyasî akımların da yığınlar içindeki çalışmasında kadınlara yönelik özel bir ajitasyon yürütmelerini de gerektirir. Böyle kapsamlı ve derinlemesine bir çalışma ile kadınların kurtuluş mücadelesi amacına uygun bir zemin elde edebilir. Faydacı, günlük heveslerle yapılan “çalışmalar” ciddi bir birikim sağlamayacağı gibi, uyanan emekçi kadınlar içinde yanlış anlayışlar yaygınlaştıracağından zararlı bile olur. Mücadelenin deneyimleri Marksizm bunu öğretiyor bize.

Komünist Manifesto’dan
Peki, bugünkü aile, yani burjuva ailesi hangi temele dayanıyor? Sermayeye, özel kazanca dayanıyor. Bu aile, tam olarak gelişmiş biçimiyle, yalnızca burjuvazi içinde vardır. Ama bu durum, proleterler arasında ailenin neredeyse hiç bulunmamasıyla ve açık fuhuşla tamamlanıyor.
Kendisini tamamlayan şey kaybolup gittiği zaman doğal olarak burjuva ailesi de kaybolup gidecek ve sermayenin ortadan kalkmasıyla birlikte her ikisi de ortadan kalkacaktır.
Siz çocukların ana-babaları tarafından sömürülmesine son vermekle mi suçluyorsunuz bizi? Bu suç kabulümüzdür.
Ama diyeceksiniz ki, aile eğitiminin yerine toplumsal eğitimi geçirmekle ilişkilerin en kutsalını yıkıyorsunuz. Peki, ya sizin eğitiminizi O da toplumsal değil mi? Onu da eğitim yaptığınız toplumsal koşullar, toplumun okullar, vb. aracılığıyla yaptığı dolaylı ya da dolaysız müdahale belirlemiyor mu? Toplumun eğitime müdahalesini Komünistler icat etmedi ki; Komünistlerin istediği, bu müdahalenin niteliğini değiştirmekten ve eğitimi hâkim sınıfın etkisinden kurtarmaktan başka bir şey değildir.
Proleterler arasındaki bütün aile bağları modern sanayinin etkisiyle kopup parçalandıkça; proleterlerin çocukları alınıp satılan basit birer mal. ve iş aracına dönüştükçe, burjuvazinin yapmacık bir edayla aile ve eğitimden, ana-baba ile çocuk arasındaki kutsal ilişkiden dem vurması bir kat daha iğrençleşiyor.
Ama siz Komünistler kadınların ortaklaşa kullanılmasını getireceksiniz diye bir ağızdan yaygarayı basıyor tüm burjuvazi.
Burjuva, karısını basit bir üretim aracı olarak görür. Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duyunca da, pek doğal olarak, her şeyin ortak olmasının kadınların ortak olmasına yol açacağından başka bir sonuca varmaz.
Gerçek amacın, kadınların basit birer üretim aracı olmaktan çıkarılması olduğu, aklının ucundan bile geçmez burjuvanın.
Burjuvalarımız, bırakalım genelev fahişelerini, yanlarında çalışan proleterlerin karılarına ve kızlarına keyiflerine el atmakla da yetinmez, birbirlerinin karılarını ayartmaktan sonsuz zevk alırlar.
Burjuva evliliği, gerçekte, evli kadınlarda ortaklıktır. Bu yüzden de Komünistler, olsa olsa, kadınların ortaklaşa kullanılmasını ikiyüzlülükle gizlenen bir şey olmaktan çıkarıp açıkça meşrulaştırılmış bir şey haline getirmek istemekle suçlanabilirler. Nerede kaldı ki, bugünkü üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla birlikte, kadınların bu sistemden kaynaklanan ortaklaşa kullanılmasının, yani açık ve gizli fuhuşun da ortadan kalkacağı açıktır.
Marks-Engels -Aralık 1847-Ocak 184

Mayıs 1991

Kapitalizmin yol arkadaşı olarak işsizlik

Bütün dünyada, kapitalizmin ekonomi politikçileri, politikacıları, devlet adamları, sigorta kurumları, sendikacıları vb. hep aynı sorundan yakınırlar: İŞSİZLİK!
Ekonomi politikçiler, işsizlikteki artış ya da azalışa bakarak ekonominin büyüdüğünü ya da küçüldüğünü, çeşidi sektörlerdeki gelişmenin doğrultusunu saptamaya çalışırken, burjuva politikacılar, işsizlerin oylarını kapmak için işsizliği ortadan kaldıracak tek reçetenin kendilerinde olduğunu kanıtlamaya çalışırlar. Patronlar ve onların işçi sınıfı içindeki uzantısı görevini yapan burjuva sendikacılık akımlarının önderleri, işsizlikle; işçilerin yüksek ücret talebi, emeğin verimliliğinin düşüklüğü, yeni yatırımlara elverecek kadar sermaye birikiminin olmadığı vb. ilişkisi kurarak, işsizlikle kapitalist sistem arasındaki zorunlu ilişkiyi saklamaya çalışırlar.
Bizimki gibi; işsizliğin, resmi rakamlara göre bile % 15-20 arasında kronikleştiği ülkelerde, işsizlik üzerine çeşitlemeler daha da çoktur. Örneğin, TİS dönerlilerinde işsizliğin nedeni, işçilerin “yüksek ücret” talebinken, devletten “destek sızdırılacağı zaman yatırımlara olanak tanımayan yüksek faiz”, “kredi yetersizliği”, “gümrük duvarlarının yeterince yüksek olmaması”, “ithalat güçlüğü vb. iken bir başka zamanda da, “aşırı nüfus artışı”, “işgücünün kalifiye olmaması” ya da “insanların çalışmak istememesi”(!) neden olarak gösterilebilmektedir.
Elbette ki, işsizliğe ilişkin bu türden derin çözümlemeler yapan bizim kapitalistlerimiz ve onların çeşitli soydan propagandacıları değil. Tersine, bu türden görüşlerin kökü kapitalizmin “seçkin” ekonomi politikçileri, Malthus, Sismondi vb.ne dayanmaktadır. Kapitalizmin savunucuları sürekli olarak, işsizliği rastlantısal, şu ya da bu ekonomik politikalara başlayarak, onun gerçek kaynağını, bizzat kapitalist sistemin kendisi olduğunu, saklamaya çalışmışlardır.
Gerçekte işsizlik, kapitalizmin bir sistem olarak dünya yüzüne çıktığından bu yana, onun adeta yapışık kardeşi gibi var olagelmiştir.
Burjuvazinin ilk büyük ekonomi politikçileri de, bugün “işsizlik1′ dediğimiz, “nispi artı-nüfus üretimi”, “yedek sanayi ordusu”‘nun kapitalizmin var olmasının temel koşulu olan, sürekli büyüme için zorunlu bir etken olduğunu sezgisel olarak görmüş ve bunu üstü örtülü bir biçimde ifade etmişlerse de, bu olgunun açıklanıp, maddi temeline oturtulması, sosyalizmin büyük öğretmeni Karl Marks tarafından yapılabilmiştir.
Sermayenin bileşimi ve işsizlik
Kapitalist sermaye başlıca iki bölümden oluşur: değişmeyen sermaye ve değişen sermaye. Değişmeyen sermaye dediğimiz bölüm; kapitalistin, makinalar, binalar, hangarlar, hammadde, aydınlanma, temizlik, vb giderler için ayırdığı bölümü oluşturur. Değişen sermaye bölümü ise; kapitalistin, canlı emek satın almak için (işçilere ücret ödemek için) ayırdığı bölümdür.
Kapitalizmin varolabilmesi sürekli olarak genişleyen bir yeniden üretimi zorunlu kılarken, “bilinmeyen bir pazar” için yapılan yeniden üretim, kapitalistler arasında azgın bir rekabet koşullarında yapılır. Bu rekabet kapitalizmin gelişme dinamiğini oluşturur. Ve rekabette öne geçmek isteyen kapitalist, yeni makinaları, eskisinin yerine emeğin verimliliğini daha çok artıran yeni teknolojileri üretime sokmak zorunda kalır. Bu da kaçınılmaz olarak, el konulan artı-değerin her geçen gün daha fazlasını değişmeyen sermayeye dönüştürmesini zorunlu kılar.
Marks, bu durumu şöyle belirtiyor: “…birikimin ilerlemesiyle, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranı değişir. Başlangıçta diyelim (değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranı, ÖD.) 1:1 iken, bundan sonra sırayla 2:1, 3:1, 4:1, 5:1, 7:1 vb. haline gelir, yani sermaye artmaya devam ederken, toplam değerinin 1/2’si yerine yalnızca, 1/3, 1/4, 1/5, 1/6, 1/8 vb. oranında emek gücüne dönüştüğü halde, 2/3, 3/4, 4/5, 5/6, 7/8 oranlarında olmak Üzere üretim araçlarına dönüşür.” (Marks. Kapital, C.1, s. 646)
Emeğe olan talep, toplam sermayenin büyüklüğü ile değil de sermayenin sadece değişen bölümündeki artışla ilgili olduğundan, yeni emeğe olan talep, tıpkı değişen sermayedeki artış gibi sürekli azalan bir eğilim içindedir.
Elbette ki, toplam sermaye büyüdüğünde, değişen sermaye de kitle olarak büyür ve bunun sonucu olarak da, işsizler ordusundan bir miktar, ek işçiyi emer, ama bu yukarda da belirtildiği gibi daima küçülen bir oranda olur”. Ancak, sermayenin belli bir iş gücünü emmeğe devam edebilmesi, hatta çalışan işçilerden bir bölümünü de işsizler ordusuna katmamak için, toplam sermaye birikimin sadece hızlı olması yetmez aynı zamanda bu hızın artan oranda olması da gerekir. Duraklama ve bunalım dönemlerinde, toplam sermayenin artış hızı yavaşladığında ya da negatif olduğunda, değişen sermaye bölümü toplam sermayenin küçülmesinden daha büyük bir hızla küçülerek, çalışan işçileri yığınlar halinde artı-nüfusun, yanı işsizler ordusunun saflarına iter.
Kapitalizm, anarşik bir üretim zemininde geliştiği ve sürekli olarak, bazen bütün sektörlerde, bazen de bir kısım sektörde bunalım, duraklama ve nispi “refah” dönemleri birbirini izlediğinden, bu durum kaçınılmaz olarak sermayenin değişen bölümündeki artışı dalgalandırdığından, çalışan işçi sayısı da şiddetli bir dalgalanma gösterir. Bazen işsizler ordusunda nispi bir azalma görülürken, bunun dışındaki durumlarda sürekli bir artış içindedir. Kısacası; sermayenin büyümesi, yeni zenginliklerin bulunması işçiler üstünde çekim yaratırken, yeni teknolojilerin uygulanması, üretim sürecinde emeğin yoğunluğunun ve verimliliğinin artırılması yöntemleri vb. işçiler üstünde itici • bir etki yaratır. “… Emekçi nüfusu, kendi yarattığı sermaye birikimi ile birlikte, kendisini nispi ölçüde fazlalık haline getiren, nispi artı-nüfus haline çeviren ‘araçları üretmiş olur ve o, bunu, daima artan boyutlarda yapar.” (Marks)
Demek ki; burjuva ekonomi politikçilerinin ye her soydan savunucularının iddia ettiği gibi, işsizlik, kapitalizmde, bunalım dönemlerinde ortaya çıkan, işlerin iyi gittiğinde yok olan bir şey değil, belki buhranla yükselen, ama her zaman var olan, bizzat sermayenin büyümesine bağlı olan, büyük sanayinin zorunlu koşulu olan bir olgudur.
Sermayenin, büyük sanayinin varlığını sürdürmesi için işsizler ordusunun zorunlu bir koşul olduğunu, bazen burjuvazinin politikacıları ve ekonomi politikçileri de itiraf etmek zorunda kalırlar. İşte örekleri. Oxford Üniversitesi’nde, ekonomi profesörlüğü yaptıktan sonra İngiltere Hükümetinin Sömürgeler Bakanlığı’nda danışman olarak çalışan H. Merivale şöyle diyor “Diyelim ki, bunalımların birisi sırasında ulus bu fazla işçinin birkaç yüz bininden, göç yoluyla, kurtulma çabasına düştü; sonuç ne olur? Emeğe olan ilk talepte, bir açıkla karşılaşılacaktır. Yeniden üretim ne kadar halı olursa olsun, yetişkin işçi kaybının yerine konulması birkaç kuşak boyu alacaktır. Şimdi bizim fabrikatörlerimizin kârı, her şeyden önce talebin bol olduğu zamanda bolluk anından yararlanarak, işlerin durgun olduğu zamanlarda uğranılacak kaybı karşılama gücüne dayanıyor. Bu gücü onlara veren tek şey, makine ile el emeği üstündeki egemenlikleridir. Ellerinin altında daima hazır işçi bulunmalı, pazarın durumuna göre işleri bazen hızlandıracak, bazen da yavaşlatacak güce sahip olmalıdırlar, aksi taktirde ülkenin servetinin dayandığı rekabet yarışındaki üstünlüklerini devam ettiremezler.”
Bütün sorunların kaynağının “fazla nüfus”tan ortaya çıkmasını bütün teorisinin temeli yapan Malthus bile, konu “işsizler ordusu” olduğunda, kuramının altındaki temel taşı çekmekten çekinmiyor ve şöyle diyor: “Başlıca geçim kaynakları sanayi ve ticaret olan bir ülkedeki emekçi sınıf arasında, evlilik konusunda basiretli tutum ve alışkanlıklar eğer fazla ileri götürülecek olursa, bu ülke için zararlı olabilir.”
Kapitalizm koşullarında, işsizler ordusunun büyümesine yol açan sadece değişen sermayenin küçülen oranda artması, ya da duraklama ve buhran dönemlerinde toplam sermayeden daha büyük bir hızla küçülmesi değildir. Çoğu zaman değişen sermaye arttığı halde çalışan emekçi sayısı aynı kalabilir ya da azalabilir. İşçi daha fazla emek sağladığı ve ücreti arttığı takdirde değişen sermayedeki artış daha fazla emeğin göstergesi olur,- ama çalışan daha fazla emekçinin göstergesi olmaz. Gider aynı kalmak koşuluyla, çok sayıda işçi yerine az sayıda işçi çalıştırılarak, aynı emek kitlesi sızdırılabiliyorsa bu, “her kapitalistin mutlak çıkarınadır”. Çünkü çok sayıda işçi istihdamı, değişmeyen sermayede artırılan işçi sayısıyla orantılı olarak bir artışı zorunlu kılarken, işçi sayısının aynı kalması ve sadece sızdırılan emek kitlesinin artırılması durumunda değişmeyen sermayedeki artış çok daha azdır.
Örneğin 1000 işçi çalıştıran bir işyerinde, kapitalistin % 25 fazla emeğe ihtiyacı ortaya çıksın. Bunu, iki yolla sağlayabilir. Birinci yol, çalışan işçi sayısının % 25 artırarak, işsizler ordusundan 250 işçi işe alması gerekir ki, bu durumda, 250 kişinin çalışacağı yeni hangarlar, binalar yapılması, makina-alet edevat sağlanması, eskisine ek olarak, 250 kişilik yemekhane, belki de yatakhane sosyal tesisler vb. yapılması gerekecektir. Yani değişmeyen sermaye bölümünü de en az % 25 artırması gerekecektir, ikinci yol ise, var olan işçilerin çalışma süresini artırarak, örneğin günde 8 saat yerine 10 saat çalıştırarak aynı üretimi elde edebilir. Bu durumda artış, sadece hammadde, aydınlanma vs. masraflarında olacak, yeni bina, makina, sosyal tesislere vb. ihtiyaç olmayacaktır. Dahası, işçiye sadece ek saat ücretleri ve bir miktar fazla mesai farkı ödeyeceğinden, ücretin bir bölümünü oluşturan sosyal yardımlar, sigorta vb. gibi ek harcamalardan da kurtulacağı için yeni işçi yerine eski işçilerden fazla emek sızdırmak kapitalist için çok daha karlı olacaktır. Üretimin boyutları ne kadar genişlerse, kapitalistin daha az işçiden daha çok emek sızdırmak isteği de o kadar artacaktır. Çünkü değişmeyen sermaye bölümündeki artış azalacağından el konulan artı değer oranı o kadar büyüyecektir. Yani kapitalistin sömürü oranı büyüyecektir. Bu ise, kapitalist üretimin temel dürtüşüdür. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. Sızdırılan emek miktarı aynı kalmak koşuluyla işçi sayısı ne kadar azalarsa bu kapitalist için o kadar karlı olacaktır. Dolayısıyla, kapitalistlerin, “daha çok işçi çalıştırmak istiyoruz” biçimindeki propagandaları boş bir laftan ibarettir. Özellikle son yıllarda ülkemizde, işletmelerden, bir yandan kitle halinde işçi çıkarılırken, öte yandan fazla mesainin giderek yaygın ve zorunlu hale getirilmesinin arkasında bu gerçek yatmaktadır.
İşsizler ordusu ve çalışan işçiler üstündeki etkisi
Yukarda söylenenlerden anlaşılacağı gibi, toplam sermayedeki hızlı artışın yanı sıra teknolojik ilerlemenin sonucu olarak üretim araçlarının büyüklük ve etki güçlerinin artması ve çalışan nüfusun aşın-çalışması, işsizler ordusunun sayısını artırır. İşsizler ordusunun baskısı, çalışan işçileri daha çok çalışmaya zorlayan bir baskı unsuru olurken, çalışan nüfusun daha büyük bir emek kitlesi arz etmesi, tersine bir etkiyle işsizler ordusunun saflarını şişirir.
Marks, bu durumu şöyle ifade eder: “Bir yandan, işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı-çalışması yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunları, aşırı çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır. İşçi sınıfının bir kesiminin aşırı-çalışmayla diğer kesimi zorunlu bir işsizliğe mahkûm etmesi ve bunun tersi, bireysel kapitalistleri zenginleştirmenin bir aracı halini aldığı gibi, aynı zamanda da yedek sanayi ordusu üretimine, toplumsal birikimin ilerlemesine uygun düşecek ölçüde hızlandırır. Nispi artı-nüfusun meydana gelişinde, bu öğenin ne denli önemli olduğu, İngiltere örneğinde görülür.” (Marks. Kapital. C.1, s.654)
Bir bütün olarak kapitalist sistem göz önüne alındığında, “genel ücret hareketleri, tamamıyla, yedek sanayi ordusunun (İşsizler ordusu /ÖD) genişleme ve daralmasıyla düzenlenir.”(Marks), Dolayısıyla da sınıfın iki bölümü birbiriyle rekabete itilerek, ücretlerin seviyesi asgari geçim düzeyinde tutulmaya çalışılır.
Burjuvazi bu amacına varmak için, bir yandan işsizler ordusunun içinde bulunduğu sefalet düzeyindeki yoksulluktan yararlanırken, öte yandan da, işçi sınıfını sadece çalışan işçilerden ibaret görür ve bu görüşünü işçilere ve sendikalara kabul ettirerek, çalışan işçilerin ve sendikaların işsiz yığınlara karşı ilgisizliğini körüklemeye çalışır. Böylece iki kesim arasındaki rekabetin sürüp gitmesi ve bundan yararlanmak için her şeyi yapar.
Gerçekte ise; kapitalist sistem içinde, işçi sınıfı sadece çalışan işçilerden değil, çalışan işçi ve yedek sanayi ordusu da denilen işsizler ordusunun toplamıdır. Zaten, bugün çalışan işçinin yarın işsizler ordusuna katılması, dün işsizler ordusunun bir ferdi olan işçinin bugün çalışan bir işçi durumuna gelmesi, sermayenin yeni işgücüne ihtiyaç olup olmamasıyla ilgili bir durumdur.
19. yüzyılın ilk yansında sendikalar, işçi sınıfının bir örgütlenme ve mücadele merkezleri olarak ortaya çıkarken, issizler ordusu ile çalışan işçiler arasındaki rekabeti ortadan kaldırmayı da amaçlamış, kapitalistler buna şiddetle karşı koymuşlardı. Bugün de, kapitalistler, işsizleri, dün çalışırken bugün sokağa attığı işçiyi işçi saymamakta direnmektedir. Bizim ki gibi, işçi sınıfının kazanımlarının çok sınırlı olduğu, sendikaların sendika ağa ve bürokratlarının yönetim ve denetiminde olduğu ülkelerde, işsizler ordusu sendikaların ilgi alanının dışında tutulmaya devam edilmekte, kapitalistler, çalışan işçileri işsizler ordusunun baskısı altında tutmaya devam etmektedir. Nitekim ülkemizde, son aylarda yoğunlaşan ekonomik kriz ve ileri işçilerin tasfiyesi sürecinde de bundan yararlanmış, atılan “yüksek” ücretli yerine düşük ücretle işçi bulmakta hiç bir sıkıntı ve problemle karşılaşmamıştır.
Dün olduğu gibi bugün de, burjuvazi, işsiz yığınlarla çalışan işçiler arasındaki rekabeti kışkırtarak kendi lehine kullanmak için her yola başvuruyor. Sadece bununla da yetinmiyor, işçi sınıfını sadece o anda çalışan işçilerden ibaret sayan görüşü ideolojik bir platforma yükselterek, işçi sınıfının giderek azalan, dağılan bir sınıf olduğu tezine dayanak yapmak için çalışıyor. Böylece, kapitalizmin kaçınılmaz bir ürünü olarak var olmak zorunda olan işsiz yığınlarını sınıftan ayırarak sınıfın mücadelesini bölmekle kalmıyor, bu durumu aynı zamanda sınıfın ideolojisine, tarihsel misyonuna saldırmak için dayanak olarak da kullanmaya çalışıyor.
“Bilimsel-teknolojik devrim” ve “işsizler ordusu”
Yukarda, işsizliğin doğrudan sermayenin, kapitalist sistemin karakterinden geldiğini, kapitalizm bir sistem olarak var oldukça, zorunlu olarak bir işsizler ordusunu da yaratmak zorunda olduğunu, daha çok Marks’ın çözümlemelerine dayanarak açıklamaya çalıştık. Bu açıklamaya karşı, günümüz burjuva ekonomi politikçileri ve ideologlarının şunu söyleyeceğini biliyoruz: “Bu açıklamalar, Marks’ın çözümlediği 19. yüzyıl için gerçeği ifade etse bile, günümüz kapitalizmi için geçerli değildir. Bugün issizliğin asıl nedeni, ‘bilimsel-teknolojik devrim’in yarattığı bilgisayar, robot gibi ‘akıllı makinaların’ isçiyi giderek gereksiz hale getirmesidir. Kaldı ki, gelişmiş ülkelerde bir işsizlik sorunu da yoktur, vb. vb.”
Burada hemen şunu belirtelim ki, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin sanayiye aktarılması, bunun işsizler üzerinde olumsuz yönde bir etkisi olduğu, hatta çalışan işçilerin sayısının azalması doğrultusunda bir baskı yaptığı, 19. yüzyılda da bir gerçekti. Nitekim Marks, bu konuyu çözümlerken, defalarca, teknolojik gelişmenin işsizler ordusunun büyümesi üstündeki etkisine değinir. Bugün, bilimsel ve teknolojik gelişmenin yaptığı da dünden farklı değildir. Bir farkla ki, bugünkü gelişim, dünkü gelişmenin etkisine eklendiğinden, emeğin verimliliği nispi olarak daha da artmış, dün 10 işçinin yaptığı işi bugün bir işçi yapar duruma gelmiştir. Bundan burjuva ideologları, işçinin giderek gereksizleştiği sonucunu çıkarıyorlar, ama bu iddia mantıki sonuçlarına vardırılırsa; bundan, işçinin olduğundan çok kapitalizmin gereksiz hale gelmiş olduğu sonucu çıkarılır. Şöyle ki; resmi istatistikler, bugünkü teknolojik gelişme düzeyinde, bir işçinin, günlük çalışma süresi içinde, o günkü ücretinin karşılığı olan miktardaki değeri, günlük çalışma süresinin % 5-10′ u içinde ürettiğini gösteriyor. Bir başka söyleyişle, işçinin ürettiği değerin % 90-95 ne kapitalist tarafında el konulmaktadır. Buna karşın, bugüne kadar kapitalistler, kendiliklerinden iş gününü bir dakika bile kısaltılmasını kabul etmemişler, tersine is gününün bir miktar düşürülmesi için işçi sınıfının büyük mücadeleler vermesi gerekmiştir. Eğer işgünü mantıki sonuçlarına indirilirse, bir işçi için günlük “zorunlu çalışma süresi”nin bir saatin bile altına ineceği ortadadır. Bu durumda da, bu günkü yaygın günlük çalışma süresi olan 8 saat için bugünkü işçi sayısının 840 katı işçiye ihtiyaç olacaktır ki; bu da, bir “işsizler ordusu” sorunu değil, olsa olsa çalışacak işçi sorunu diye bir “sorunu(!)” ortaya çıkarırdı. Bu da açıkça gösteriyor ki, bugün ‘işsizler ordusu”nun varlığının nedeni ‘ bilimsel teknolojik devrimin” ortaya çıkardığı emeğin verimliliğini hat safhaya çıkaran üretim araçları üretimindeki başarılar değil, bu üretim araçlarını mülkiyetine alan kapitalist sınıfın kar hırsı, daha çok kar için emekçi sınıfları sefalete sürüklemesidir. İş gününün “mantıki sınırlarına” indirilmesi, açıktır ki, kapitalizm koşullarında gerçekleşir bir şey değildir. Eğer bunu gerçekleştirseydi kapitalizm kapitalizm olarak kalamazdı.
Elbette ki; burada sözünü ettiğimiz “kar hırsı” birer birer kapitalistlerin kötü niyetinden kaynaklanan bir şey değildir. Kapitalist sermayenin kendi karakterinden gelen sürekli büyüme eğilimi ve bunu ancak daha çok artı-değeri emmekten başka bir biçimde yapamama özelliğinden gelmektedir. Burada birer birer kapitalistlerin rolü, yönetim ustalığı, deneyim vb. ile sınırlıdır.
Ne dün ne de bugün işsizlik, geri kapitalist ülkelerle ya da bunalım dönemleriyle sınırlı olmadı. Nerede kapitalizm varsa orada işsizlik sorunu da kronik bir sorun olarak var oldu. İşlerin iyi gittiği dönemlerde işsiz sayısı biraz azaldıysa da hep var olmaya devam etti. Savaşların (1. ve 2. Emperyalist Savaş’ta bu açıkça görüldü) genç nüfusu önemli ölçüde ekonomik yaşamın dışına ittiği durumlarda, bu açık ev kadınlarının fabrikalara çekilmesiyle kapatıldığı gibi, yine de bir işsizler ordusu yaratıldı. 2. Emperyalist paylaşan savaşı sonrasında büyük oranda genç emekçi nüfus kaybına uğrayan Japonya ve Almanya gibi ülkeler, ekonomilerini yeniden kurarken, iş gücü sıkıntısı karşısında, Japonya, Doğu Asya, Almanya (daha küçük oranda olmak üzere Fransa, Belçika, Hollanda, İngiltere gibi Batı Avrupa ülkeleri de) Türkiye, İspanya, İtalya, Yunanistan, Yugoslavya vb. ülkelerden işgücü ithal ettiler. Ama bu ithalat hiç bir zaman bire bir ihtiyaçları kadar olmadı, sürekli bir miktar da işsiz bulunacak gibi oldu. Bugün de bu ülkelerde durum çok farklı değil, kısıtlı da olsa işgücü ithalatı yapıyorlar, ama bu ülkelerdeki işsiz sayısı da giderek artıyor. Bu artışa, işsizliğin tehlikeli bir sorun olmaya başladığı propagandasına karşın ithalatı da tümden durdurmuyorlar.
Bilindiği gibi kapitalizmin ideologları, 80’li yılların kapitalizmin yeniden dirildiği, altın çağını yaşadığı yıllar olduğunu propaganda ediyorlar ve en azından gelişmiş ülkeler için bu sorunun, “sorun olmaktan çıktığı” propagandasını yapıyorlar. Ama gerçekler bunun hiç de böyle olmadığını gösteriyor. Aşağıdaki tablo 1979-1988 yılları arasında en gelişmiş kapitalist ülkelerdeki ve Türkiye’deki işsizlik oranlarını göstermektedir.

Yıllar    ABD    Japonya    Fransa        Almanya    İngiltere    Hollanda    İsveç    Türkiye
1979    5,8    2.1        5,9        3,8        5,3        5,1        1,5    13,6
1980    7,0    2.0        6,3        3,8        6,5        4,6        1,4    15,8
1981    7,5    2.2        7,3        5,5        10,4        7,0        1,9    17,4
1982    9,5    2.4        8,1        7,5        10,9        9,7        2,5    15,6
1983    9,5    2.6        8,3        9,1        11,6        13,9        2,8    16,1
1984    7,4    2.7        9,7        9,1        11,7        14,1        2,8    16,1
1985    7,1    2.6        10,2        9,3        11,9        12,9        2,5    16,3
1986    6,9    2.8        10,4        9,0        11,8        12,0        2,5    15,8
1987    6,1    2.8        10,6        8,9        10,5        11,5        2,3    15,2
1988    5,2    2.4        11,2        7,6        8,4        11,5        1,5    14,4

Tabloda açıkça görülen, en gelişmiş ülkelerde işsizliğin sıfır olduğu bir yıl olmadığı gibi, Japonya ve İsveç dışındaki ülkelerde, işsizliğin % 10-14’lere kadar yükseldiğidir. Üstelik bu işsizlik oranları, kapitalizmin sosyalizme karşı tam zafer kazandığının ilan edildiği, altın yıllar yaşandığının iddia edildiği yıllarda gözlenmektedir. 1990 başlarından itibaren, ABD ve Almanya başta olmak üzere kapitalist ülkelerde durgunluk, büyüme hızının düşmesi gibi belirtiler ortaya çıktığına göre, bugün bu işsizlik oranlarının daha da büyüdüğünü söylemek bir kehanet olmayacaktır.
Türkiye’nin ise, OECD ülkeleri içinde en yüksek işsizlik ülkesi olma rekorunu uzun yıllardır hiç bırakmadığı bilinen bir gerçek olup, 80’li yıllarda % 15-16 dolayında olan işsizlik oranının son yıllarda % 20’lere doğru yaklaştığı bizzat burjuva iktisatçıları tarafından kabul edilmektedir.

İşsizlik sorunu, kuşkusuz ki; en başta işçi sınıfının mücadele birliğini bozarak, çalışan kesim üstünde yarattığı baskı ve ücretleri aşağı çeken bir unsur olarak sınıf4çin olumsuz durum yaratırken, işsiz yığınlar için daha da yıkıcı sonuçlara yol açıyor. Bizim ülkemizde sendikacılar, işsizliğin yıkıcı sonuçlarını ortadan kaldırmak için, Batı ülkelerindeki gibi “İşsizlik Sigortası”nın kurulmasını istiyorlarsa da; işsizlik sigortasının olduğu ülkelerde yapılan araştırmalar, işsizlik sigortasının işsiz yığınlar içinde yol açlığı yıkıcı sonuçlan ortadan kaldırmadığını gösteriyor.
İşsizlik sigortası, belki işçinin yaşamını sürdürecek kadar bir gelir sağlıyor, ama bu işsizliğin ortaya çıkardığı, alkolizm, serkeşlik, geçimsizlik, uyumsuzluk, aylaklığa alışma, uyuşturucu alışkanlığı gibi eğilimlerin ortadan kalkmasına bir katkısı olmuyor, insanlık tarihi, kapitalizmin tarihi boyunca işsizlikle yapışık bir kardeş olarak yaşadığını gösterirken, işsizlik sorununun da, emekçi sınıfların bütün diğer sorunları gibi, ancak sosyalizmde tam çözüme kavuşacağını gösteriyor. 1950’li yılların sonlarına, SB ve Doğu Avrupa ülkelerinde, kapitalizmin restorasyonu yoluna girilene kadar, bu ülkelerde işsizlik diye bir sorun yoktu. Ancak, kapitalizmin inşası süreciyle birlikte bu ülkelerde de işsizlik yeniden boy gösterdi ve bürokratik kapitalizmin derinleşen krizine bağlı olarak da işsizlik, tıpkı kapitalist ülkelerdeki gibi süreğen bir durum kazandı. Gorbaçovculuğun, “liberal kapitalist” normları yaygınlaştırmasıyla birlikte de, işsizlik katlanarak büyüyen bir sorun oldu; ve revizyonist diktatörlüklerin yıkılışında da önemli bir etken olarak rol oynadı. Ne var ki, bu ülkeler biçimsel olarak bile sosyalizmin kalıntılarını ortadan kaldırdıklarında da “en önemli sorun olan” işsizliğe bir çare bulamadılar, ekonomiyi güçlendirmek için alınan her önlem, girişilen her reform, emekçi sınıflardan daha büyük kitleleri işsizler ordusunun saflarına itti, itiyor.
İşsizlik, bugün de, eskisi gibi, kapitalist ve revizyonist sistemin “yol arkadaşı” olmaya devam ediyor, kapitalizm yok olana kadar da edecek.

Mayıs 1991

“Demokrat!”ta koyu reformculuk ve pasifizm Marksizm’de anti-militarizm

Ad olarak seçtiği “demokrat” sözcüğünü ünlemlendirerek ortaya çıkan Demokrat!, “devrimci” sözcüğünü de ünlemlendirmede hızla yol alıyor. Tutabilene aşkolsun!
Bir zamanlar Taner Akçam “Demokrat!”lara göre de “kötü kişi”ydi. Benimsenmiyordu, farklı olunduğu ileri sürülüyordu. Dev-Yolcular arasından ve genel olarak devrimcilerden inkârcı-tasfiyeci, sivil toplumcu, Gorbaçovculukla uyum içindeki “yeni-solculuk” modasının avangartlığına soyunan Akçam’a yönelen güçlü tepkiler ve belki biraz da “paylaşım” kavgası, “Demokrat!”ları ondan uzak durmaya zorluyordu. Uzaklık ya da farklılık hangi noktalardaydı, belirsizdi. Şimdi fark görünümde de silindi. Artık “Demokrat!” Akçam’ın “insan hakları düşmanlığının Marksizm’in doğasında bulunduğumu anlatan kitabının reklamıyla başlıyor. Bu kadar değil kuşkusuz. “Demokrat!” baştan beri Akçam’ın altını imzalayacağı yazılarla dolup taşıyor. Troçkistlerin, Gorbaçov’un “özgürleştirdikleri”nin, devlet karşısında mülayim lafta ve özel yaşamlarında anarşist olanların, çoğu eski devrimci liberal aydınların, “radikallerin, örneğin feministlerin, pasifist anti militaristlerin, yeşillerin “demokratik” ve reformcu bir toplanma ve fikir alış-verişi platformu durumunda, bu dergi. Ve bu bilinçli bir tercih.
Demokrat!’ın Mart sayısında “Masum Ordu Yoktur” başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazarının ne sosyalizm ne de devrim kaygısı var. Marksizm mi, Marksizm’in devlet ve orduya ilişkin öğretisi mi -dert edinmiyor yazar. Gerçi, sosyalizmin ağzıyla konuşuyor gibi görünmeye çalışıyor ve diyor ki:
“Siyasal rejimle köklü bir hesaplaşma içine giren gerçekten siyasi grup ve örgütler anti-militarist hareketlere, bunların pasifizminden dolayı kuşkuyla bakmamalıdırlar.(…) Siyasal çevreler, anti-militarist ve pasifist gruplar ve söylem-{eriyle bir bağ kurabildiklerinde(…) demokrasi ve sosyalizm için verilen mücadele bir ivme kazanacaktır.”
İş ciddi! “Demokrasi ve sosyalizm mücadelesi”ni ivmelendirmek için pasifizmle eklemlenmek gerekiyor! Kuşkusuz Marksistler, aktivist ya da pasifist, mevcut düzene genel olarak ya da belirli özel tutumlarıyla muhalefet içinde olan çevrelere ilgisiz kalmaz, burjuvazinin egemenliğini cepheden ya da cephe gerisinden zayıflatan en küçükleri dâhil tüm kuvvet ve olanaktan gözetir ve değerlendirirler. Ancak bunu yaparken kendileri olarak kalır, onların görüş ve tutumlarını savunmazlar, onlar içinde erimezler. Her türlü devlet, otorite, şiddet ve orduya düşmanlık yayan “Demokrat!” yazan ise, Marksizm’le hiçbir ilişkisi olmayan pasifist bir anti militarist durumunda.
“Demokrat!” yazarında ne sınıf ayrımcılığı var ne de devlet ve ordu ile birlikte sınıfların ortadan kaldırılmasının zorunlu olarak bir geçiş dönemini, bu dönemin artık kelimenin gerçek anlamıyla bir devlet olmayan devletini ve onun temel bir aracı olarak, sürekli ve profesyonel olmaktan çıkarılarak niteliği ve işlevi farklılaştırılmış ordusunu gereksindiği anlayışı. Yazarın plağı genel bir devlet ve ordu düşmanlığında takılıp kalmaktadır. Sosyalizm mücadelesine pasifizmle, pasifist bir anti militarizmle ivme kazandırmayı öngören zat-ı muhterem için, toplumun üzerinde ve ona yabancı bürokratik militarist mekanizmayı kırıp parçalamak, ve ama onun yerine, bu mekanizma ve sahiplerinin (burjuvazinin ve kalıntılarının) egemenliğinin yeni bir gerçekleşme şansını engelleyip sınıfsız toplumu kurma yürüyüşüne araçlık etmek üzere, sönümlenme yeteneğinde bir proleter devlet ve ordu koymak, devrim ve sosyalizmin bu zorunlu ihtiyacım karşılamak önemli ve gerekli değildir. Bayımız sözde anti militaristtir ama onun anti militarizminde militarist aygıtın kırılıp parçalanması yoktur. Gerek militarist aygıtı parçalamanın gerekse militarizmin kalıntılarım yok etmenin gereklerini yerine getirmek için mücadele etmek yoktur. Bu demektir ki, bu yaklaşımda devrimcilik yoktur; yazara göre bir devrim gerekli değildir. Sosyalizm gerekli değildir.
Yazar kurgucu bir idealizmle sözde militarizm eleştirisi adına şu sorulan soruyor:
“Ordunun bugünün toplumsal sorunlarının çözümünde ne tür değeri ve önemi olabilir?
“Sorunları ordu-dışı çözebilecek bireysel gelişimi ve yetkinleşmeyi nasıl ve hangi pratik tutumlarla yakalamak mümkündür?
“Militarizm engellenirse, farklı toplum ve grupların ortak kültür yaratma ve paylaşma çabaları daha hızlı gelişmez mi?
“Bir insanı öldürmek için zorla eline silah verme hakkını kim nereden alıyor?”
Sınıf ayrımcılığı yapılmaz ve devlet ve orduya sınıflar-üstü bir tarzla yaklaşılırsa bu saçma sorular ortaya atılır. Bugünün toplumsal sorunlarının gerçek çözümünde ordunun kuşkusuz bir değeri yoktur, çünkü burjuvazi genel olarak çözümsüzdür. Burjuvazi, yazarın sandığı ve ortaya attığı gibi yalnızca ordusu aracılığıyla değil, başka, örneğin sivil kurumları aracılığıyla da çözümler üretme yeteneğinde değildir. Ürettiği her “çözüm”, ister sivil ister militarist zarflar içinde sunulsun, gerçekte onun çözümsüzlük ve çıkmazını derinleştiren, sorunların iyice içinden çıkılmaz hal almasına yol açan ve kendi sonunu yakınlaştıran, yangını benzinle söndürmeye çalışma türünden “çözümler”dir. Ama bundan çıkarılacak sonuç, burjuva karakteri belirtilmekten özenle kaçınılan ordunun “sorun çözücü” işlevinin yadsınması hayalinin kurulması olabilir mi? Herhangi türden sivil toplumcu istek ve iradelerin, sınıf zıtlıklarına ve onun ürünü olan “özel silahlı adam müfrezeleri”nin, ordunun ve devletin varlığına ve burjuvazinin siyasal egemenlik örgütlenmeleri olarak “sorun çözücü” işlevlere sahip olmalarına son vermesi düşünülemez. Burjuva egemenlik sistemi hedeflenip devrilmeden, bu sistemin varlığını sürdürdüğü koşullarda ordunun işlevsizleşebileceğini öngörmek saf idealizmdir. Burjuvazi egemen olmaya devam ettikçe, ordu, “sorun çözücü” işleve sahip olacak ve gerekli olduğunda başlıca “sorun çözücü” olarak devreye sokulacaktır. Ve sorun, ordudan öte, devlet sorunudur. Terör makinası ve şiddet aleti olan, devlettir. Orduysa onun temel kurumu ve ayrılmaz parçasıdır. “Ordu-dışı çözümler” ve bu yönde isteklerle, çözümlerin ve toplumun şiddetten arındırılabileceğini, devletin “terör-dışı” bir örgütlenme olarak varolabileceğim sanmak ve öngörmek tam bir hayaldir. Ordunun başlıca “sorun çözücü” olarak kullanılması ve askeri yöntemlere başvurulması, burjuvazinin egemenliğinin başka koşullarla sürdürüleni ediği durumlarda zorunlu olarak gündeme girer ve en “demokratik” ülkeler açısından da geçerlidir bu. Terör politikası başka araçlarla, silahla sürdürülecektir. Reformcu bir irade ve zor karşıtı bir ahlakçılıkla bu durumun değiştirilmesi olanaksızdır. Zararsız bir pasifist olunabilir ama ordunun ve genel olarak burjuvazinin “sorun çözücülüğü”ne son vermek, ancak ve ancak sorunların devrimci çözümüne yönelmekle mümkündür. Gerekli olan ise, burjuvazinin egemenliğine son vermeye girişmektir. Burjuvazinin egemenlik koşullarında ordunun “sorun çözücülüğü”ne son vererek burjuva bireylerin ötesinde genel olarak “bireysel gelişimi ve yetkinleşmeyi yakalamak” yönelimi, iflah olmaz reformculuğun ve kapitalizm yardakçılığının belirtisidir.
“İnsan öldürmek için ele zorla silah verme hakkını kim nereden alır”mış! Yazar, tüm bir toplumsal örgütlenme ve egemenlik sisteminin tarihsel ürünü olan bir uygulamayı ahlakçılıkla sorguluyor. Zorunlu askerlik hizmetinin kaldırılması için mücadeleye evet, ama bunun yordamı pasifizm olmamalıdır. Bu yolla ulaşılabilecek en iyi çözüm profesyonel ordudur, para karşılığı olan “gönüllülük”ün askerliğidir. Bu durumda ise, amaç edinilen militarizme son vermede herhangi bir gerçek adım atılmış olmayacağı açıktır.
Ama pek “Demokrat!”lara göre “militarizm engellenirse, farklı toplum ve grupların ortak kültür yaratma ve paylaşma çabaları daha hızlı geliş “irmiş! Pasif karşı kovuşla “ordunun sorun çözücülük”ü giderilecek, toplum şiddet ve militarizmden azade kılınacak, bunun için burjuva egemenliğine son verecek bir kırıp parçalama gerekmeyecek! Ve yine hiç devrimlere ve sosyalizme gerek olmadan, -mümkünmüş gibi- pandora kutusu militarizm engellendiğinde, toplumlar ortak kültür yaratacak ve paylaşacaklarmış!
Bu eski ama Gorbaçov tarafından yeniden moda kılınan birbirine entegre olan kapitalist ve sosyalist toplumların “ortak değerleri”ni öne sürüp sahiplenme teorisi bundan açık savunulamazdı. Pek “demokratlar”, Gorbaçovcu “evrensel insani değerler” in, parçalanmış insanlık koşullarında, burjuvaziyle proletarya arasındaki uzlaşmaz zıtlık koşullarında proleter Ye sosyalist değerlerin yerine geçirilmesi ve kapitalizmle sosyalizm, burjuvaziyle proletarya çatışmasının ötesinde “şekillenecek” bu “ortak kültür” ve “evrensel insani değerler” temelinde oluşan ya da oluşturulacak “yeni bir demokratik kimlik”in savunulması noktasındadırlar.
Birkaç yıl önce TBKP yayını Yeni Açılım “militarizmsiz emperyalizm” üzerine yazardı. Gorbaçovcu Sovyet akademisyenlerince ortaya atılmıştı ve “emperyalizm koşullarında kalıcı barış”ın elde edilebilirliğine dair revizyonist tezle bağlantısı içinde birlikte savunuluyordu, hala savunuluyor. Emperyalizmi salt ekonomik bir olgu olarak görüp emperyalist siyasetten arındıran ve dünyanın barışçıl paylaşım olanağı üzerinde duran Kautsky kaynaklıydı. Şimdi, “militarizm engellenirse, farklı toplumların ortak kültürü yaratılacak, bireysel gelişme yetkinleşecek” diyen pek “demokratlara, bu şirin savunma pek yakışıyor. SBKP 27 Kongre raporunda, “yeni politik düşüncenin çekirdeğini” “ortak insani değerlerin çağmada önceliğe sahip olduğu”(sf. 90) saptamasının oluşturduğunu söyleyen Gorbaçov’la ve onun sözde militarizmsiz “barışçıllığı” ile etkileşim ve yarışma halindeki “demokrat!” yazar, “anti-militarist hareket, evrensel olumlu insani değerlere varmada, yeni bir demokratik kimliğin oluşturulmasında, insanın kendisine yeni bir onur ve güven kazandırmasında mevcudiyeti zorunlu bir etmendir” diyor. Sosyalizm ile kapitalizm ve proletarya ile burjuvazi arasındaki ayrımı kaybedecek denli sınıf bakış açısı, mücadelesi ve devrimci bir perspektiften yoksunlukla “ortak insani değerlerden söz eden yazarın militarizmi ve orduyu sınıflar-üstü “ortak” bir “toplumsal kötülük” olarak ele alışına şaşmamak gerekiyor. Militarizmin sömürgen toplumlara, özel olarak kapitalizme özgü oluşunu, sosyalizmin ancak burjuva bürokratik ve militarist aygıtın kırılmasıyla var olmaya başlayabileceğini görüp anlayamayan, öte yandan sosyalizmde parçalanmış militarizm ve dağıtılmış sürekli ordu yerine yeni bir silahlı güç, halkın silahlandırılması ve silahlanmış halk demek olan bir halk ordusu gerekli olduğunu da reddedecek denli burjuvaziden konamamış “demokrat!” baylar, kapitalist ya da sosyalist fark etmeden tüm toplumların “ortak belası” olarak gördükleri orduya düşmanlıkta karar kılarak militarizm sorununu çözüveriyorlar. “Masum ordu yok”muş! Geçmişlerini silahın yüceltilmesi ve bilip bilmeden silahlı mücadelenin savunulması üzerine kurmuş olan “demokrat!” baylar, bugün -yüzlerce genç devrimcî şehidin anısından hiç sıkılmadan- yüz seksen derece dönüşle, silaha, her türlü orduya ve her türlü şiddete küfürler yazıyorlar.
Savaşlar silahlarla ve ordular aracılığıyla yürütülüyor ya, sözde anti militarist aslında sosyal pasifist “demokrat!”lar, savaşın kaynağını emperyalizm yerine orduda görüyorlar
“…savaşların ortaya çıkmasının nedeni, bizzat ordu gibi bir kurumun var olmasıdır. Ordular her zaman saldırmak için vardırlar. Bütün ordular içlerinde bir saldırganlık psikozu ve dürtüsü taşırlar. Masum ordu yoktur. Bir düşünürün dediği gibi, ‘bütün askerler katildir.’
Savaşlar, orduların varlığından ve içlerinde saldırganlık psikozu taşımalarından kaynaklanıyor! Birileri “insan doğasındaki saldırganlıktan” derlerdi, şimdi de “demokrat!”lardan savaşların nedeninin toplumsal psikolojide aranması gerektiğini öğreniyoruz! Silah, savaş ve ordu düşmanlığının böylesi devrimci bir geleneğin sözde temsilcilerince yapılınca, insan üzülüyor. Biz savaşların dünyanın paylaşılması kavgasından çıktığını, bu kavganın da burjuva-emperyalist bir sınıfsal temele oturduğunu, sosyalizmin, proletaryanın bu tür bir paylaşım derdi olmadığını sanırdık. Meğer kaynak ordularmış ve proleter milisler, silahlı halk ya da kızıl ordu da, saldırganlık psikozuyla kaynaklar arasındaymış! Pes!
Adam kalkmış kızıl ordu ya da halk ordularına da dil uzatıyor. Proleter milisi ya da halk ordusu saldırgan varsayılıyor. Sosyalist ya da ulusal ve demokratik içerikli savaşlar, halk savaşı, haksız saldırganlık savaşlarıyla bir tutulup kınanıyor ve silahlanmış proletaryaya küfür ediliyor. “Bütün askerler katil”’miş! Ama sosyalizmin, egemen sınıf olarak örgütlenecek proletaryanın askerleri, “özel silahlı adam müfrezeleri” ve sürekli orduların değil, bu, halkın çoğunluğu karşısındaki azınlık silahlanmasının değil, silahlı proleterler ve emekçilerin bizzat kendileridir. Bunlar mı katil ve o, “ivmelendirilecek sosyalizm mücadelesi” egemenliğini kendi silahlı örgütlenmesiyle, ordusuyla koruyacak olan proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi için değilse ne için yürütülecek?
Sınıflar-üstü kafanın her türlü şiddet ve ordu kötülemesi yaptığı bir başka pasaj:
“Baskının ve terörün yasallaştırılması anlamına gelen ordu, zorbalığın ve şiddetin, yaşamın doğal bir parçası olarak kanıksanmasında önemli bir rol oynamaktadır (…) önüne özgürlükleri, sömürüşüz baskısız toplum modellerini koyan bütün siyasi çizgiler, geleceğe ilişkin projelerini, ordusuz toplumlar olarak düşünmelidirler.”
Ünlemi dâhil adıyla tam bir uyum sağlayan demokrat bayımız, pasifizmin ötesinde, baskısız, terörsüz, zorsuz toplumsal koşulları yalnızca geleceğin sınıfsız toplumu değil, mevcut burjuva ve yarının sosyalist toplumu açısından da öngörerek sınıf barışı ve uyumunu özlüyor. Sınıflı toplumlar ve geçiş dönemi toplumu olarak sosyalizm baskısız, terörsüz, şiddetsiz tasavvur edilebilir mi? Böyle bir tasavvur, ancak felsefi olarak idealizmle, siyasal olarak proletarya diktatörlüğünün reddi ve sınıf barışı savunusuyla, ekonomik olarak proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı yok sayarak yapılabilir.
Geleceğe ilişkin projeleri, yalnız ordusuz değil devletsiz ve sömürüsüz-sınıfsız toplumu öngörmeyen komünist değildir. Ama demokrat bayla tartışma bu noktada bulunmuyor. Amacı ileri sürüp amaca nasıl varılabileceği üzerine konuşmamazlık edilemez. Amaç, devletsiz ve ordusuz toplum -bunda pasifist demokratla uzlaşabiliriz (onun gerçek amacı üzerine farklı düşünsek de). Ama bu amaca ne bugünden, burjuvazinin egemenliği koşullarında ne de bu egemenlik devrilip militarist bürokratik burjuva aygıt kinin kırılmaz ulaşılabilir. Ütopyacı değilsek bir geçiş dönemini kabul edeceğiz demektir. Ve yine ütopyacı değilsek, burjuvazinin bir kez devrilmekle tümüyle egemenliğinden, -bunca iç savaş ve geri dönüş deneyi ortadayken- onu yeniden tesis etmeye girişmeksizin vazgeçmeyeceğini ve dolayısıyla proletaryanın da tüm bir yönetim ve baskı makinasından bir anda vazgeçemeyeceğini kabul etmemiz gerekmektedir. Tersi, her türlü otorite ve devlet düşmanlığı demek olan anarşizmdir ki, pasifist demokratlar bu illetle de malûldürler. Marks’a da atıfta bulunarak Lenin konuya ilişkin şöyle diyor.
“Erek olarak devletin ortadan kalkması konusunda anarşistlerle en küçük bir uzlaşmazlık içinde değiliz. Biz, bu ereğe erişmek için, sömürücülere karşı, devlet iktidarı aletlerinin, devlet gücü araçlarının, devlet iktidarı yöntemlerinin geçici olarak kullanılmasının zorunlu olduğunu söylüyoruz; tıpkı, sınıfları ortadan kaldırmak için, ezilen sınıfın geçici diklatoryasını kurmanın kaçınılmaz bir şey olduğunu söylediğimiz gibi. Marks, sorunun anarşistlere karşı koymanın en kesin, en açık biçimini seçer: kapitalistlerin boyunduruğundan kurtulduktan sonra, işçilerin “silahlarını bırakmaları” mı gerekir, yoksa kapitalistlerin dirençlerini kırmak için bu silahları onlara karşı kullanmaları mı?” (Devlet ve İhtilal, sf.72) Burada “silah” dar anlamda değil; top, tüfek olarak silah da içinde olmak üzere ve ordunun da temel bir kurumu olduğu bütün bir devlet makinasını karşılamak üzere kullanılmaktadır. Artık kelimenin gerçek anlamlarıyla ifade edilemeyecek ölçüde devlet ve ordu olmaktan çıkmalarına, çünkü sönme süreci içinde olmalarına rağmen, bu şiddet ve terör aygıtları egemen sınıf olarak örgütlenen proletaryaya gereklidirler. Gereğince proleter aygıtlar haline getirilmedikleri ve bu çaba sürekli kılınmadığı ölçüde, -nesnel temelleri ve alışkanlıklar, ideolojik biçimler vb. olarak buradan yansıyan öznel etmenler bir çırpıda giderilemediği için- bürokrasi ve militarizm tehlikesine kapı henüz tümüyle kapatılamamış olsa da, ütopya peşinde koşulmayacaksa, bu aygıtlar burjuvaziye karşı kullanılmamazlık edilemez. Pasifist demokratların terör, şiddet ye zor düşmanlıklarına karşın, toplumsal zorunluluk kendisini açıkça ve kesinlikle şöyle dayatır: terörün hedefi ya da uygulayıcısı olunacaktır. Egemen sınıf haline gelen proletarya burjuvazinin direnişini kırmak, onun yeniden egemen olma girişimlerini boğmak, kalıntılarını temizlemek için şiddet ve zora baş vurmamazlık edemez. Aksi durumda devrilecektir çünkü. Bu şiddetin başlıca araçlarından biri ise ordudur, proleter milisidir.
“Demokrat!”lar ise, revizyonizmin bürokratik diktatörlükler ve halkın silahlandırılmasına son vererek yeniden oluşturdukları militarist aygıtlarla sağladığı bahanelerden yararlanarak proleter şiddet ve orduya reddiye yazıyorlar: “Sosyalist ülkelerde şimdiye kadar olagelen ordu örgütlenmelerinin toplum üzerinde oynadıkları otoriter rol, bunları kapitalist ülke ordularından farksız kılmıştır. Şimdiye kadar oluşan ‘sosyalist devlet’ler aynı şekilde militarist karakterde idi.” Bu suçlamanın hedefleri arasına Lenin de Stalin de, onların sosyalizmleri de giriyor. Bu yeniden tarih yazmanın çıkış noktası kılınan ordunun (devletin de diye eklenmeli) sahip olduğu “otoriter rol”dür. “Toplum üzerinde” sözcükleri kullanılarak karşı çıkılan “otoriter rol”ün topluma yabancı ve ondan kopuk işlevinin eleştiri konusu edildiği hilesine başvurulmasına rağmen, otoritenin sınıflar-üstüleştirildiği ve suçlananın sınıf niteliği ayırt edilmeksizin genel olarak otorite olduğu gizlenememektedir.
“Toplum üzerinde” olan, ona yabancı otorite, bu “yabancılık” ve “üzerinde”liğin de nedeni olmak üzere, toplumun çoğunluğunun üzerindeki azınlığın otoritesidir, ancak böyle olabilir. Ve pasaj “sosyalist ülkelerde” yer belirtici zamiriyle başladığı için azınlığın çoğunluk üzerindeki otorite ve zorundan söz etmiyor olmak gerekir. Aksi halde sözü edilenlerin sosyalist ülke olarak tanımlanmaması gerekecektir. Açıktır ki azınlığın diktatörlüğünün, otorite ve zorunun geçerli olduğu ülkeye sosyalist ülke denemez, proletarya diktatörlüğü, yani çoğunluğunun diktatörlüğü olmayan sosyalist ülke olamaz. Geri dönüşler ve revizyonist burjuva diktatörlüklerin ortaya çıkması “Demokrat!”ların kafasını karıştırmış olmalı! Ama kuşkusuz asıl kafa karışıldığı, geri dönüş ve revizyonist burjuva diktatörlükleri üzerine kavrayışsızlığın ötesinde sınıf perspektifi ve farklı otoritelerin sınıf niteliğinin ayrıştırılın aması ve genel bir otorite karşıtlığına takılıp kalınmasındadır.
Anarşist ama asla devirici, kırıp parçalayıcı olmayan reformcu ve pasifist anarşist bir kafayla “demokratlar” anti-otoriterliklerini şöyle temellendiriyorlar:
“Her ideoloji (…) sorunlar karşısında insana ‘yardımcı’ bir ikinci ‘çözücü’ önermesi nedeniyle, siyasi kurumlaşmayı kutsallaştırmış, kastlaştırılmasında ve kalıcılaşmasında önemli bir rol oynamıştır. (…) ikinci bir ‘çözücü gücün’, insanın kendi türüyle olan sorunlarım çözmede meşruiyetinin olması, otorite ideolojisinin gelişmesine yol açmıştır. İnsanda otorite ideolojisinin egemen kılınması aynı zamanda kendi türü içerisinde farklılaşmasına ve daha sonra sömürülmesine neden olmuştur. (Sömürü ilişkileri ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ortaya çıkması zoru ve zor ya da otorite ideolojisini koşullandırmıyor, tersi oluyor, zor bile değil ideolojisi sömürüye neden oluyor. Dühring bile yaya kaldı yazarın yanında. O, hiç olmazsa, tarihi, ideolojisine değil zorun kendisine yaptırıyordu – Ö.D.) Böylece birey, ikinci bir ‘çözücü keşfederek ve ona otorite yükleyerek tarihinde ilk ve en büyük hatasını yapmıştır. Bu anlamıyla, bilinçli veya bilinçsiz oluşturulmuş her türlü otorite (zor), politikaları da bir zorunluluk gibi gözükse bile aynı zamanda insanlığın en büyük kusuru ve ayıbıdır. (Ve buradan ordu karşıtlığına geliniyor:) Tarihte, en klasik siyasi kurumlar kendilerini sürekli üretebilmenin garantisini, ordu örgütlenmelerine giderek sağlamışlardır.”
Ne demeli? Burada, bu karmaşa içinde devrimciliğin ve Marksizm’in en küçük bir kırıntısı yok. Kesinlikle Dev-Yol eleştirisi yapmıyoruz. Böyle Dev-Yol olmaz, o gelenek böyle süremez, sürdürülemez. Karşımızda düpedüz anti otoriter bir bireyci, bir anarşist var. Reformcu, liberal, anarşist bir pasifist. Proudhon’a, Bakunin’e geri dönüş var burada.
“Çözücü güç”ün sınıfsal olarak ayrıştırılmadığı, sınıflar-üstüleştirilerek ele alındığına değinilmişti. Ve siyasal otorite de böyle ele alınıyor: “her türlü otorite (zor) insanlığın en büyük kusuru ve ayıbıdır”! Üstelik “demokratlar” Gorbaçov’le yarışmayı ideolojiye yaklaşımda da sürdürerek burjuva ve proleter ideoloji arasındaki farkı yok ediyorlar. “Her ideoloji”, doğal ki bu “her”in içine giren proletaryanın ideolojisi, Marksizm de “siyasi kurumlaşmayı kutsallaştırır, kalıcılaştırır”mış! Yel değirmenlerine saldırmak gerekmiyor: Marksizm siyasal örgütlenmeleri, devleti, orduyu ne kutsallaştırır ne de bunların kalıcılığı üzerine tek laf etmiştir. Tersine Marksizm’in devlet üzerine öğretisi, orduyla birlikte devletin söneceğini öngörür ve buna uygun tezler geliştirir.
Şimdi otorite “ayıbı”na değinmek gerekiyor, idealist ve ahlakçı “hata yapan”, “kusur ve ayıp işleyen” insan tezini bir yana bırakırsak, otorite karşıtı olarak bireysel özgürlük ya da özerklik istemi ve savunusunun mutlaklaştırılması gericiliktir. Birincisi, siyasal olmayan bir Otorite, üretim ve dolaşımın maddi koşullarıyla bireylere, insana dayatılır. Bu dayatmadan kurtulmak için insan olmaktan vazgeçmek gerekir. , Çünkü insan -toplumsal örgütlenmenin biçiminden bağımsız olarak- gittikçe daha çok birleşik eylemde bulunur olmakta, birleşik insan eylemi ve bu eylemleri koşullandıran birbirine bağlı süreçlerin karmaşıklaşması her geçen gün daha çok bireylerin bağımsız kendi başlarına eylemlerinin yerini almakta ve birleşik eylem ise belirli bir örgüden-meyi zorunlu kılmaktadır. Otoritesiz örgütlenme ise düşünülemez bile. Bu tür, siyasal olmayan otorite zorunluluğundan hiçbir toplumsal örgütlenmede kurtulmak mümkün olamaz. “Kişilerin hükümetinin), yerini, şeylerin idaresi ve üretim işlemlerinin yönetimine bırak”acağı (Engels, Anti Dühring, sf. 444) komünist toplumda da otorite gereksinmesi sürecek ve sözü edilen “idare” ve yönetim” in örgütlenmesi belirli bir otoriteyi zorunlu kılacaktır. İkincisi, siyasal otorite, ancak onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar ortadan kalktığında gereksizleşip yok olabilir. Şimdiden ya da en iyi olasılıkla hemen toplumsal devrimle, sosyalizmle birlikte ortadan kalkması ya da kaldırılması olanaksızdır. Olsa olsa, otoritesini kurmayacak proletaryanın açacağı boşluğu burjuvazi kendi otoritesini yeniden kurarak doldurur. Oysa otoritesi savunulması ve “buyruğu altına girilmesi gereken şey bütün sömürülenlerin, bütün emekçilerin silahlı öncüsü olan proletaryadır” (Lenin, Devlet ve İhtilal, sf. 60) Ama “Demokrat!”ların sıkıldıkları ve karşısında özgür ve özerk kalmak istedikleri şey de, tam bu proleter otoritedir.
Ve otorite olmadan, doğru deyişle otoritesiz devrim olmaz. “Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla -akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla- dayattığı bir eylemdir ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komününü bundan yeterince serbest bir biçimde yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?” (Seçme Yapıtlar, sf. 451) diyor Engels.
Engels, otoritenin, zorunlu olarak, boyun eğdirmenin yanı sıra içerdiği ve demokratların da “otorite” sözcüğünden sonra parantez içine koyarak bu gerçeği kabullendiği “zor”u, onu, “mutlak kötülük” gören Dühring’e karşı şöyle savunuyor:
“Bay Dühring için zor, mutlak kötülüktür, ilk zor eylemi, onun için ilk günahtır ( demokratların “kusur” ve “ayıp” nitelemesi hatırlansın -ÖD) (…) Ama zor, tarihte, başka bir rol, devrimci bir rol de oynarmış; Marks’ın sözlerine göre, bağrında yeni bir toplum taşıyan her eski toplumun ebesiymiş; toplumsal hareketin, sayesinde donmuş ve ölmüş siyasal biçimleri alt ettiği ve parçaladığı aletmiş -bütün bunlardan Bay Dühring’de tek söz bile yok.” (Anti-Dühring, sf. 301)
Ve otoriteyi, zoru, devrimi, sosyalizmi, tümünü, bireyin özgürlüğü ve bunun, içinde gerçekleşeceğini sandıklan sivil anti-otoriter toplum uğruna bir kalemde silip atan “Demokrat! “lar anti militarist olacaklar! Ama militarizm karşıtlığı, her şeyden önce militarist aygıtı kumayı, bu ise zor ve otoriteyi, kısacası devrimi ve devrimciliği gereksinir, ötesi, biraz hümanizm, biraz bireycilik, biraz idealizm ama hepsinden çok anarşizan bir pasiflik ve sivil toplumcu liberalliktir.
Militarizm, sömürücü toplumlara, son sömürgen toplum olarak burjuva topluma özgüdür. Askeri sınaî komplekse dayanan ve onunla iç içe geçen sürekli ordu örgütlenmesiyle militarizm, ideolojik ve kurumsal olarak azınlık diktatörlüğünün temel bir yönüdür. Bu nedenle burjuva düzene son vermeye girişen proleter devrimlerin başlıca hedeflerinden biri militarist makinanın kırılması-dır. Bu nedenle örneğin, “Komünün ilk kararnamesi sürekli ordunun kaldırılması ve silahlandırılmış halk ile değiştirilmesi” (Marks, Fransa’da İç Savaş, Seçme Yapıtlar, sf. 263) olmuştu. Ve militarizm ve sürekli ordu, azınlık diktatörlüğünün, burjuva egemenliğinin gerçekleşmesinin temel bir yönü olması nedeniyle, toplumsal devrimle sadece dönüşebilir değil dönüşmesi gerekli bir şekillenmedir. Ve tam da azınlık diktatörlüğünün temel bir yönü olduğu için kendi öz yıkımın dinamiğini içinde taşır.
İlkel hizmetkârın yavaş yavaş ve sınıf zıtlıklarının oluşmasına bağlı ve onun ürünü olarak efendiye dönüşmesiyle, ilkel komünal toplumun çözülme sürecinde, silahlı halk ve topluluğa hizmet etmenin ötesinde bir imtiyaz ve işlevi olmayan halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi ve onun seçilen ve değiştirilebilir “şefleri”nin yerini artık “bizzat silahlı güç halinde Örgütlenen halkla doğrudan doğruya aynı şey olmayan bir kamu gücünün” (Engels), özel silahlı adam müfrezeleri ve askeri şefleriyle ordu ve hapishaneler, ceza kurumları gibi diğer maddi unsurlarıyla devlet almaya başlar. Militarizmin ortaya çıkış süreci, bu sınıflı topluma geçiş sürecidir ve militarizm doğrudan sınıf zıtlıkları üzerine kurulu toplumlarda varolabilir. Ama bu durumu, halkın özerk silahlı örgütlenmesinin yadsınması olan “kamu gücü”nün, özel silahlı örgütlenmenin, sürekli ordunun genel olarak militarizmin yadsınmasının zorunluluğunu ortaya koyar. Sürekli ordusuyla birlikte militarizm, sömürüye ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarına dayanan toplumsal örgütlenmenin dönüştürülmesiyle gereksizleşecek, çünkü halkın çoğunluğunun üzerinde bir olgu ve baskı aracı Olma işlevini yitirecek, çünkü toplumsal devrimle çoğunluk baskı yapar duruma gelecektir. Sınıfsız, baskısız, zorsuz komünist topluma geçişin örgütlenmesi olan proletarya diktatörlüğü döneminde ne halkın baskı altında olması ve ne de bu baskının aracı ve organı olarak azınlığın silahlı örgütlenmesi olarak özel silahlı adam örgü ilenmeleri ve sürekli ordu olanaklıdır.
Engels, kendi öz yıkımının tohumunu içinde taşıyan militarizmin yadsınmasını şöyle anlatır:
“(…)halklar artık yalnızca asker olmak ve ölmek için varlar. Militarizm, Avrupa’yı egemenlik altına alıyor ve yutuyor. Ama bu militarizm, kendinde, kendi öz yıkımının tohumunu da taşıyor. Çeşitli devletlerin kendi aralarındaki rekabet, onları bir yandan ordu, donanma, top-tüfek vb. için her yıl daha çok para harcamaya, yani mali çöküşü gitgide hızlandırmaya, öte yandan, zorunlu askerlik hizmetini gitgide daha ciddiye almaya ve işin sonunda, bütün halkı silah kullanmaya alıştırmaya, yani onu belli bir anda askeri komutanlık hazretleri karşısında istencini kabul ettirmeye yetenekli kılmaya zorluyor. Ve bu an da, halk yığını -kent ve tarım işçileri ile köylüler- bir istenç sahibi olur olmaz gelir. Bu noktada, hanedan ordusu halk ordusu durumuna dönüşür, malana görev yapmayı kabul etmez; militarizm kendi öz gelişme diyalektiği ile ölür. 1848 burjuva demokrasisinin burjuva olduğu ve proleter olmadığı için gerçekleştiremediği şeyi -çalışan yığınlara içeriği kendi sınıf durumlarına karşılık düşen bir istenç verme işini-, sosyalizm kuşkusuz başaracaktır. Ve bu, militarizmin ve onunla birlikte bütün sürekli orduların içten parçalanması anlamına gelir.” ( Anti Dühring, sf. 282)
Sosyalizmin başaracağı ve başarmadan sosyalizm olamayacağı şey, militarist aygıtın kırılıp parçalanması ve sürekli ordunun dağıtılmasıyla militarizme ölümcül bir darbe vurulmasıdır.
Askerlik bilim ve tekniği, kuşkusuz komünizme yürüyüş içinde gerekli olacaktır, çünkü hem içte hem dışta proletarya ve emekçilerin özgürlüğünün düşmanları varlığını sürdürmektedir. Bu tehlike sona erdiğinde, yani komünizmde askerliğe bilim ve teknik olarak gerek kalmayacaktır. Sürekli ordu ve zorunlu askerlik sistemi, halkı zorunlu askerliğe çağıran burjuvazinin egemenlik koşullarının zorunlu sonucu olarak olgunlaşan zıddına dönüşerek sosyalizmle birlikte halkın kendi sınıf durumuna uygun silahlanması olarak gerçekleşecektir.
Zorunlu askerliği ölesiye kötüleyen demokratlar, onun, halkın silah kullanmaya alıştırılması aracılığıyla, kendi mezar kazıcısı olduğunu görmüyor; bundan, proleter devrim için, burjuva egemenliğin devrilmesi için devrimci bir tarzda yargılanma yerine, ona pasif muhalefeti yeğliyorlar. Oysa zorunlu askerlik sistemi ve sürekli ordu, artık militarist bir makina olmaktan uzaklaşmış proleter milisini, halk ordusunu koşullandırır. Militarizm ve sürekli orduyla zorunlu askerlik hizmetine karşı çıkılmalıdır, ama bu karşı çıkış, bu koşullandırmaya uygun olmalı; her türlü şiddet ve ordunun inkârını değil, devrimci şiddet ve silahlanmış proletarya ve halkın yaratılması ve savunulmasını içermelidir. Ama demokratlara göre, “her asker katildir” ve “ordu, öldürme eylemini bilim haline getirmiştir. Kendi neslinin nasıl katledileceği üzerine eğitim gören ordu mensuplarının, insan sever, insancıl duygularından bahsetmek biraz zordur.”
Demokratlar, öylesine burjuva hümanizmiyle sakatlanmış bir kafa taşıyorlar ki, ne insan severliği sınıfsal bir temelde ele alıyorlar ve ne de gerçek insan severlerin komünistler olduğu anlıyorlar. İnsanlığın kurtuluşu komünizmledir. Her türlü baskı ve zorun ortadan kalma koşulları, ne yazık ki, bir geçiş dönemini, proletarya diktatörlüğünü, bazı insanlar üzerinde zoru, ama çoğunluğun zorunu gereksiniyor. Ama demokratlara göre “zor, mutlak kötülüktür”.
Ve kalkmış, Eylül’ün kara zorunun oluşturduğu kölelik ruhunun kökünü kazımak üzere oluşmakta olan zorlu çatışmalar ortamındaki Türkiye’de bu pespayeliği savunuyorlar! İşçiler, Eylül’ün yarattığı özgürlüksüzlük, baskı ve aşırı sömürü koşullarından, onlara direnmek üzere etkileniyorlar; demokratlar ise, boyun eğmek, uyum sağlayarak pasifleşmek ve tüm devrimci değerlerden soyunmaya girişmek üzere.

Mayıs 1991

Kitle çalışması ve üniversite gençliği

1991 yılına Türkiye, işçi ve halk hareketi cephesinde büyük ileri atılışların yeni olanaklarıyla girdi. İşçi sınıfı ve emekçiler, diktatörlüğe karşı, tarihinde şimdiye dek görülmemiş ölçü ve nitelikte kitlemi mücadele ve çarpışmaları yaşayarak; kimi zaman yeni mevziler kazanarak, kimi de geçici cephesel yenilgiler alarak, ama daha ileri mücadele ve çarpışmaların yolunu, yeni olanaklar sağlayarak açtı bu süreçte.
Faşizme ve sermayeye karşı halk hareketinin bir parçası olan gençlik de -çeşitli kesimlerde farklı oranlarda- hareketlenme ve mücadele içerisine girmiş durumda İşçi sınıfı hareketinin ve sosyalizmin, sosyalizm uğruna mücadelenin garantisi olan, sınıfın en genç, en dinamik unsurları genç işçiler mücadeleye henüz damgalarını vurmuş olmamakla beraber, sınıfın hareketlenmesinde ve ileriye atılımında kuşkusuz büyük pay sahibiler. Köylü gençlik, özellikle Kürt köylü ve yoksul köylü gençliği, özgürlük mücadelesinde önemli bir rol oynuyor, yiğitçe savaşıyor. Öğrenci gençlik, üniversitelerde 84-85’lerden itibaren sesini duyurmaya başladı. Liseli gençlik faşist-feodal eğitim kıskacı altında ezilme, aşağılanma ve sömürülme durumuna karşı yaşa-dışılık çizgisinde örgütlenmeye ve mücadele etmeye başladı.
Biz bu yazımızda, geçici kısmi yenilgisine karşın yükselen işçi sınıfı ve ezilen halk hareketinin mevcut durumu; bu ikisinin, halk hareketinin, sağladığı yeni olanaklara rağmen üniversiteli gençliğin mücadelesinde yaşanan gerilemenin nedenleri ve bunların aşılması üzerinde bazı yönleriyle durmağa çalışacağız,
12 Eylül darbesiyle gençlik hareketi bir yandan boğulmaya, öte yandan gençlik düzene kazanılmaya çalışıldı. “Zor”a, gençliğin geçmişle bağlarının koparılması, geçmişini inkar etmesini hedef alan çalışmalar, ideolojik bombardımanlar, kültürel ve ahlaki dejenerasyon vs. eşlik etti. Diktatörlük, gençliğin mücadelesini ezmeyi başardıysa da, onu kazanamadı. Gençliği kazanamaması, onun mücadelesinin yeniden doğmasına yol açtı. 1984-85’lerde gençliğin ileri kesimleri uyanış içine girdi. Revizyonist ve reformistlerin etkinliği altında hareketi düzen içine akıtılmaya ve yozlaştırılmaya çalışıldıysa da, 1987 ve 89 yıllan boyunca revizyonist ve reformistlerin önemli ölçüde teşhir ve tecridi ve etkisinin bertaraf edilmesiyle, üniversiteli gençliğin hareketi yükseliş ve gelişme gösterdi.
Böyle olmakla beraber, öğrenci hareketi, işçi ve halk hareketinin yükselişine karşın, gerek bu hareketle birleşememekten ve onun sunduğu yeni olanaklardan yararlanamamaktan ötürü, gerekse kendi bünyesinde taşıdığı hata ve zaaflarından ve gençlik içindeki siyasal grupların izledikleri çizgi ve anlayışlardan ötürü geriledi.
Üniversiteli gençliğin hareketindeki gerileme, özellikle kitleselleşememesinde ve daralmasında, birliğinin sağlanamamasında ve direniş çizgisinin yakalanamamasında yaşanıyor.
86’larda başlayan birim demeklerinin oluşturulması-örgütlenmesi çalışmaları, bir dönem boyunca uyanışa geçen öğrenci kesimlerini bünyesinde toplamayı başarabilmişti; çünkü o dönem yasal ve fiili yasaklamalara karşın, hareketlenen öğrenci kitlesinin eylemi üzerinde yükseliyorlardı. 1987 ve 1989 yılları, üniversiteli gençliğin mücadelesinin toparlanıp kitleselleştiği; revizyonist ve reformistlerin etkinliğinin kırılarak devrimci ve Marksist hareket ve bunlara ilgi duyan çevrelerin etkinliğinin artığı yıllar oldu; aynı zamanda yükselen hareket içinde geçmişin olumsuz mirasının yeniden gün ışığına çıktığı ve böylelikle mücadeleyi zayıflatan etkenlerin yolunun açıldığı dönem oldu. Sonuç, bugün kendini, TÖDEF (Türkiye Öğrenci Dernekleri Federasyonu) ve buna bağlı İYÖ-DER, AYÖ-DER vb. merkezi derneklerle, İstanbul’da gerçekleştiği üzere İstanbul Öğrenci Dernekleri Federasyonu (İÖDF) şeklinde bir bölünmenin yaşanmasına ve bu her iki “merkezi örgüte rağmen, geniş öğrenci kitlesinin % 90-95’inin hala örgütsüz oluşları ve fiili mücadelenin dışında kalışları şeklinde gösteriyor.
Bu durum ve yanı sıra siyasal gruplar arasında sekterlik, dar grupçuluk ve rekabetçiliğin egemen olması; yığın taleplerinin ve gençliğin sorunlarının göz ardı edilmesi vs. hep, “devrimin kitlelerin eseri olduğu” gerçeğinin kavranılamamasından kaynaklanıyor.
Devrimin kitlelerin eseri olduğu düşüncesi, kitle mücadelesini, kitle mücadelesi çizgisinin izlenmesini gerekli ve hatta zorunlu kılar.
Yüksek öğrenim gençliğinin durumuna bakıldığında; gerek etrafında birleşilen ve ileri sürülen taleplerin geniş gençlik yığınlarının genel eğilimini taşımaktan uzak olduğu, daha çok siyasileşmiş azınlık bir kesimin taleplerinin öne çıkarıldığı ve gerekse oluşturulan örgütlerin çalışma yöntem ve eylem biçimlerinin geniş kitleleri kazanmaktan uzak, kitlelerin eylemini, hareketini ilerletmeyi, genişletmeyi ve derinleştirmeyi gözetmeyen, siyasileşmiş azınlığın eylemlerinden oluştuğu görülmekte.
Daha önceleri de birçok kereler değinildiği gibi, geniş öğrenci kesimlerinin eğilim ve taleplerinin dikkate alınmaması; söylemde herkesçe, gençlik içinde faaliyet yürüten tüm devrimci-demokrat ve Marksist gruplarca kabul edilse bile, yüksek öğrenim gençliğinin güncel ve akademik sorun ve talepleriyle ya tümden ya da hemen hemen hiç ilgilenilmemekte. Siyasileşmiş öğrenci gruplarının bilinçliliği ve buna bağlı olarak da taleplerinin, gençliğin bütün kesimlerinin bilinçliliği ve talepleri yerine geçirilmesi hala etkin olabilmektedir. Üniversiteli gençliğin yaşam ve eğitim durumunun ne olduğuyla nasıl olması gerektiği arasındaki çelişmeyi açmak, üniversiteli gençlik ve genel olarak bütün bir halk üzerindeki siyasal başlaya karşı ajitasyonun yanı sıra, bütün yönleriyle ve derinlemesine, kesintisiz bir teşhire gitmek gerekirken; bugün yapılan, daha çok yüzeysel ve genel teşhirler ile eğitsel işlev görmekten uzak sınırlı kızıştırıcı ajitasyon olmakta.
Öğrenci kitleleri içinde birimlere dayalı özgül örgütlenmeler, okuma grupları oluşturma, gençlik kitlelerine yönelik propaganda toplantıları düzenleme; öğrenciler arasında kitaplıklar kurma; onların kültürel ve sanatsal ihtiyaçlarıyla ilgili çalışmalar yapma vb; bütün bunlar, yapılması gerektiği halde, bugün çok az yapılan ya da hemen hemen hiç yapılmayan çalışmalardır.
Kitleselleşememe ve diktatörlüğe karşı üniversiteli gençliğin kitlesel direniş ve mücadelesinin örgütlenmesinde, taleplerin belirlenmesinde ve öne çıkarılmasında, gençliğin kendine özgü sorunlarının ve ülke sorunlarının tartışılıp çözüm üretilmesi konusunda ve eylem kararlarının almış ve örgütlenmesinde en geniş öğrenci kitlesinin katılımının sağlanamaması ve buna hizmet edecek bir çizginin izlenmemesi de önemli bir etken olarak karşımıza çıkıyor. Gerçekten de, objektif koşullar açısından bakıldığında; geniş öğrenci yığınları kendi akademik-demokratik sorunları konusunda olsun, özerk-demokratik üniversite talebinde olsun, ülke ve dünya sorunları konularında olsun, söz söylemek, düşüncelerini açmak ve tartışmak ve sorunlarının çözümüyle bizatihi ilgilenmek istiyorlar. Ancak, bir yandan devletin, siyasal polisin, üniversite ve yurt yönetimlerinin ağır baskısı ve zoru, öte yandan da Marksist ve devrimci öğrenci gruplarının tutumları nedeniyle mücadelenin dışında kalmaktadırlar.
Bugünkü haliyle demekler, geniş öğrenci kitlelerinin örgütlendiği ve mücadele ettikleri platformlar olmaktan çok, çeşitli siyasal grupların taraftarlarından oluşan devrimci ve Marksist öğrencilerin bir tür güç ve eylem birliği platformu durumundadır. Böyle olunca, çalışmada izlenen yöntem, kitlelerin inisiyatifini, eylemini geliştirme yerine dar grupların sansasyonel eylemleri, göstericilik ve “anma”cılıkla sınırlı çalışmalarla birleşince, geniş öğrenci kesimleri sorunların tanışılıp çözümü ve eylemlerin örgütlenmesinde, tartışma ve karar aşamalarının dışında kalmakta, bu yüzden gerekliliğine inandıkları eylemlere bile istisnalar dışında ya çok az katılmakta ya da katılım lan daha çok pasif düzeyde gerçekleşmektedir. Zaten, izlenen çizgi de, kitlelerin inisiyatif ve eylemini geliştirmeye hizmet etmekten çok, onları izleyiciler veya en fazla pasif katılımcılar konumuna çekme niteliğinde gerçekleşiyor. Bu konuyu hemen aşağıda daha geniş olarak açmağa çalışacağız. Ama belirtelim ki, daha baştan, öğrenci derneklerinin oluşturulmasının ilk döneminden itibaren, geniş yığınları kucaklayacak çalışmalar yerine; “gençlik hareketinde hangi dönemlerde hangi taleplerin öne çıkarılacağı, geniş öğrenci gençlik kesimlerinin mücadeleye nasıl çekileceği, gündelik taleplerle anti-faşist mücadele talepleri arasındaki bağın nasıl kurulacağı, emekçi gençliğin mücadelesiyle öğrenci gençliğin mücadelesinin birliğinin nasıl gerçekleştirileceği gibi gençlik hareketinin temel sorunları yok sayılırken, gençlik örgütlenmesi ile ilgili olarak kurulan platformlar, birim örgütlerinde “demokratik” yön ne kadar fazla “merkezi” yön ne kadar az olmalı, birim örgütüne bütün öğrenciler mi yoksa bazı öğren çiler mi üye olmalı, dernek tüzüğünde “anti-emperyalist, anti-faşist” ilke olmalı mı olmamalı mı gibi, sonuçta hiç bir şey çıkmayacak, çıksa da esası ilgilendirmeyecek sözde sorunlar gündemin esas sorunu yapılmış; bu tartışmalar aylarca, hatta yıllarca tam bir aydın gevezeliği içinde, küçük burjuva dar kafalılığı ile sürdürülmüştür.” (Ö.D. S.22, “Kitle örgütleri ve Bazı Sorunları-3-” başlıklı yazıdan).
“Hangi nitelikte olursa olsun, bir gençlik örgütü gençliğin yığınsal eyleminin dışında kurulamaz. Gençliğin yığınsal hareketini geliştirme, genişletme ve devrimci bir çizgiye çekme çalışması, yani kitlesel iktisadı, politik ajitasyon ve teorik propaganda faaliyeti kitlesel bir gençlik hareketi yaratmanın önkoşuludur.”
Gençlik içinde yer alan Marksist ve devrimci gruplar ve bunların içinde birleştikleri demekler, kitleler içinde, kitleleri kazanma perspektifiyle hareket edip günlük yaşamın ve yüksek öğrenim gençliğinin sorunlarının ve düzenle olan her türlü çelişmelerinin, eylemlerinin her gün ortaya çıkardığı sorunlarla ilgili sistematik yazılı ajitasyon yürütmek; sözlü kitlesel ajitasyon toplantıları, forum, konferans, seminer vb. biçimlerini her günkü faaliyetin aracı haline getirmek; ve bu yolla gençliğin eğitimi ve bilinçlendirilmesi görevini kesintisizce sürdürme yoluna girmediler. Yapılan, daha çok, genel formülasyonların ifade edilmesi ya da taleplerin, içeriğinin doldurulmaksızın tekrarlanmasıydı. Yazılı ve sözlü ajitasyonun yukarıda saydığımız biçimleri yer yer kullanılmasına karşın, ajitasyonun sığlığı; eğitsel yönünün hemen hemen hiç gözetilmeyip yalnızca kızıştırıcı yeteneğinin kısmen kullanılması; propaganda faaliyetinin ajitasyon ile karıştırılarak, ikincisinin birincisinin yerine geçirilmesiydi söz konusu olan. Sözgelimi, somut eylem çağrılarını, gençliğin gündelik ve acil sorunlarını işleyen ve onları çözmeye yönelik çağrıları içermek yerine, yazılı ve sözlü olarak “yaşasın halk savaşı”, “yaşasın partimiz”, “kahrolsun faşizm” gibi genel formülasyonlar, ajitasyonun ağırlıklı olarak konusu oldu. Ajitasyon faaliyeti “slogancılığa indirgendi. Kitlelerin bilinç ve taleplerine değil, esas olarak duygularına seslenen yöntemler izlenildi. Yine yüksek öğrenim gençliğinin her türlü ihtiyaç ve sorunundan kalkarak diktatörlüğün gençliğe yönelik saldırı ve politikalarının teşhirine uzanan somut, yerinde ve anında müdahalede bulunmaya muktedir ve sistemli bir ajitasyon (Ajitasyon propaganda faaliyeti, ÖD’nin 29. sayısında geniş olarak ele alınmıştır.) faaliyeti gerektiği gibi/kadar yürütülmedi. 6 Kasım boykotunda olduğu gibi, ajitasyonun eyleme çağrı işlevi yeterince gözetilmedi. Tekdüze ve sürekli aynı kalıplan yineleyen ajitasyon bıktırıcı etki yaratarak, ajitasyon konusunun da kendisi gibi etki ve öneminin silinmesine, kanıksanmasına yol açtı.
Buna, gerek kimi akademik, demokratik sorun ve talepler, gerekse kimi “anma” ve “kutlama”lar için yürütülen çalışmaların dernek bünyesinde oluşturulan beş-on kişilik “komisyon”larla bir ya da iki haftalık, en fazla bir aylık (o da çok istisnaen) “kampanya”Iarın düzenlenmesi eşlik etti. Örneğin, sınav yönetmeliğinin değiştirilmesi için birkaç hafta süreyle bir imza kampanyası düzenlendiğinde; yapılan, dernek ya da “komisyon” tarafından belirlenen taleplerin sıralandığı döviz, pul vs. ile sınırlı ajitasyon yapmak oluyordu. Sorunun çözümü ve istemler noktasında birimlerde, sınıf ve amfilerde bütün öğrencilerin sıcak bir atmosfer içerisinde tartışarak karar almasını sağlamak söz konusu olmuyordu. Yine örneğin, 16 Mart, Maraş katliamlarının yıldönümleri vesilesiyle bir hafta sureyle kampanya başlatılıyor; “16 Mart’ı unutmadık”, “Maraş’ın hesabını soracağız” yazılı kuş, pul ya da afiş ve en fazla o günü anlatan gazete kupürleriyle olayın gelişimini içeren bir pano hazırlanıyor ve bir forumla faşizm “teşhir” ediliyor ve lanetleniyordu. Faşizmin teşhiri açısından yaşanan örneklerin verilmesi gerekli olmakla birlikte; bu, ancak kitlelerin faşizmle her günkü ve genel çelişkisi ortaya çıkarılamadıkça ve faşizmin gençliğe somut ve gündelik saldırılarının teşhiriyle birleştirilmedikçe sınırlı sayıdaki öğrencinin protestosundan öte pek bir işlev görmemektedir.
Yıldönümleri, anmalar, idamları protesto vb.den amaç, bu vesileyle izlenmesi gereken yol, alınacak tutum, devrimci öğrencilerin anlayışlarını ve yapılanların hedeflerini vb gençliğin geniş kitleleri içinde tanıtma faaliyetine girişmek; bu amaçlarla gençliğin olabilecek en geniş kesimlerini harekete geçirme ve örgütleme amacıyla, buna dönük bir mücadeleye dönüştürme perspektifiyle çalışmak olması gerekir. Oysa pratikte durum devrimci öğrencilerin kendileriyle sınırlı protesto ya da sembolik eylemlerinden veya “günü geçiştirmek için yapılan eylem ve çalışmalar”dan ibaret oluyordu.
Devrimin kitlelerin eseri olduğu düşüncesi kitle mücadelesi çizgisini zorunlu kılar
Yüksek öğrenim gençliğinin örgütleri olan dernekler ve gençlik içindeki siyasal grupların eylem çizgisi esas olarak “kitle” çizgisi değil, daha çok dar kadroların eylemini ifade eden “öncü” çizgisine karşılık düşmektedir.
Devrimin kitlelerin eseri olduğu düşüncesi ve bunun bir ifadesi olan kitle mücadelesi çizgisi, öncüler için kitleler içinde olmayı, kitlelerin nabzını her an elde bulundurmayı öngörür. Bu, öncü örgüt ve kadrolar için, kitleler içinde faaliyet yürüten her gerçek devrimci siyasal hareket için, bütün çalışma ve eylemlerini kitle mücadelesinin ilerletilmesi, genişletilmesi ve örgütlenmesine bağlı kılmayı; bunun amaç edinilmesini zorunlu kılar. “Kitlelerden öğrenme”, onların eylem ve hareketinin deneylerinden ders çıkarma, kitlelerin kendi öz siyasal deneyimleriyle öğrenmesinin olanaklarını yaratma vs. hep, kitle mücadelesi çizgisi izlemenin en temel gereklerindendir.
Gençlik içinde faaliyet yürüten devrimci ve Marksist öğrenciler, bunların bileşiminden oluşan dernekler, eylem çizgisi olarak, “solcu” “öncücülük”ün yanı sıra, esas itibariyle Türkiye “sol”unun tarihsel olarak kitle mücadelesi karşısındaki sağcı, sendikalist ve parlamentarist konumundan tam bir kopuşu gerçekleştiremeyerek hareket etti.
Türkiye devrimci hareketini uzun yıllar etkisi altına alan ve halen de birçok yönden etkilemeye devam eden reformizm, sendikalist ve parlamentarist yollarla (çalışma ve örgütlenme biçim ve yöntemleriyle, mücadele çizgisiyle) kitlelerin hareketlenmesinin kırılması, inisiyatifsizleştirilmesi; onların eylem ve inisiyatifi yerine “öncülerin sınıf işbirlikçisi eylem ve inisiyatifinin geçirilmesini ifade eden anlayış ve tutum içinde hareket edilmiştir. TKP’nin, TİP’in, DİSK ve Türk-İş’in sözde solcu yöneticilerinin geleneksel “mücadele çizgisi”, “örgütlenme ve çalışma yöntemleri”, bu anlayış tarafından belirlenmiştir.
Türkiye solunda tarihsel olarak egemen olan bu çizgi ve anlayışın baskısı, 60’lı yıllardaki gençlik hareketi içinde Deniz Gezmiş’in bu hareket karşısına dönemin gençlik hareketinin temsil ve ifade ettiği kitle mücadelesi, kitle çalışması ve kitle örgütleri anlayış ve tutumuyla çıkmasıyla kırılmıştır.
Bugünse, gerek Marksist-Leninistlerin gerekse devrimci-demokratların ortaya koydukları tutum ve çizgi, Türkiye devrimci hareketi içinde esâs olarak yukarıda değindiğimiz geleneksel olarak egemen olan sendikalist-parlamentarist ve reformist tutum ve anlayıştan köklü bir kopuşu ifade eden bir kitle mücadelesi çizgisi ve anlayışına ulaşabilmiş bir çizgi ve tutum değildir. Parlamentarizme ve reformist sendikalizme “tepki” içinde “devrimci mücadele” veren grupların, sözgelimi Dev-Sol’un eylem çizgisi incelendiğinde bu gerçek daha iyi görülecektir.
Mücadele çizgisi olarak “öncü savaşı” çizgisini, bu çizginin sözde “kitle mücadelesi”ne uyarlanmış biçimi olan ve Dev-Sol’cu “kitle”nin “korsan” eylemlerini “kitle eylemi” ve “kitle mücadelesi” olarak ele alan anlayış, kuleler ve kulelerin kendiliğinden eylemi karşısında geleneksel reformist sendikalist konumdan özde bir kopuşu ifade etmemektedir. Şöyle ki; reformist parlamentarist sendikalist ve bunların temsilcisi akımlar, kulelerin hareketi, uyanışı, inisiyatif ve eyleminin yerine kendilerinin “parlamenter” faaliyetini ve sınıf işbirlikçisi düzen içi eylemlerini koyar; ve böylelikle kendi iradeleri dışındaki (ve ona rağmen) kitle harekelini ve inisiyatifini bu barikatlarla durdurup kırmaya çalışırlarken; buna “tepki” içinde hareket eden Dev-Sol ve benzeri küçük burjuva akımlar, sağcı reformist sendikalizmin sağcılığını, sağcı faaliyetini eleştirirler, ama kitlelerin inisiyatifi ve eylemi yerine kendi “solcu” faaliyet ve eylemlerini geçirirler.
Her türlü niyetten bağımsız olarak, bu “öncü” anlayışına göre, devrim kitlelerin değil, “devrimciler”in eseri olacaktır. Ve yine bu anlayışa göre, devrimci grupların korsan “eylem”leri, devrimci kitle eylemleridir! Yığınların hareketi ise, sendikal ekonomik eylemlerdir. Tıpkı sendikalist-parlamentarist reformizmin temsilcisi akımların yığın eylemlerine bakışında olduğu gibi!
“Korsan” eylemlerin (Burada eleştirilen kitlelerin eylemi yerine, azınlık ileri unsurların eylemini temel alan mantıktır; yasa-dışı kitle eylemleri değil.), devrimci kitle eylemleri olarak görülüp; teoride sistemli bir çizgi olarak savunulmasa da, bu tür eylemlere diğer siyasi gruplar ve hatta yer yer Marksist-Leninistler tarafından bile azımsanmayacak oranda başvurulduğu bir gerçek, öğrenci derneklerinin kitleselleşememesinde, kitlelerin yığınsal mücadelesinin geliştirilememesinde bu “eylem” çizgisi ve mantığının etkisi küçümsenmeyecek ölçüdedir.
Reformist sendikalizmin, yığınların eylemi yerine, “öncülerin sağcı eylem ve faaliyetini geçirmesinin karşısında, “solcu” anlayış, konum ve eylemleriyle kitle mücadelesi çizgisi karşısında sendikalizm sınırında kalıyor, reformist sendikalizmin yerini yarı oportünist,”devrimci sendikalizm” alıyor.
Bu “solcu” anlayış devrimci gençlik grupları arasında, kitlelerin değil, sansasyonel yöntemlerle “kitleleri” sarsmayı hedefleyen küçük grupların, “öncüler”in eylemlerinin revaçta olmasına yol açıyor.
Siyasal gençlik gruplarının ve öğrenci derneklerinin “korsan eylem” mantığı ve korsana çalışma yöntemleri, biçimde “sol”cu görünmesine karşın, yığınların hareketini örgütleme, ilerletme ve sıradan kitleleri eyleme çekme zorlukları karşısında, uzun ve sebatlı bir çalışmanın sinir ve moral dayanıklılığı gerektiren zorlu koşulları karşısında, “eylem yapmak için eylem yapmak” anlamına gelen “kolaycı”, sağcı bir yola girmekten öte bir anlam taşımıyor. Böyle olmakla da, kitlelerin eylemi karşısında kendiliğindenciliğe kölece bir boyun eğmeye varılıyor.
En geniş yığınların eylemi yerine, devrimci ve komünist gençlik “kitle”sinin, ileri bilinçli sayıca az gençlik “kitle”sinin eylemini geçirme mantığının ifadesi ve bir sonucu olan “korsan” eylemcilik, eylemlerin yapacağı “yankı” ile daha geniş kitlelerin “etkileneceği” düşüncesine dayanır ve böylelikle, kitle mücadelesini ilerletme, kitleleri harekete geçirme, örgütleme ve onları kendi eylemlerinin tecrübe ve deneyimleriyle devrimcileştirme düşüncesi ve tutumunun yerini almış olur.
Her türlü niyetten bağımsız olarak, “korsan” eylemlere bağlanan mücadele çizgisi en iyimser nitelemeyle, yığınların hareketlenmesine, örgütlenmesine ve inisiyatifinin geliştirilmesine bağlanan bir çizgi değil; objektif olarak, kitlelerin hareketsizliği, kendiliğindenliği ve siyaset dışılığına bağlanan bir çizgidir. O, bu yönüyle; kendiliğindenci reformist sendikalizmle ortak temele sahip bir çizgidir.
Öğrenci demeklerinin de oldukça uzun bir süre, polisin ve idarenin baskısı karşısında üniversiteler yerine “dış” mekânlarda ve “korsan” eylemler yaptıkları ve bu yüzden, bir korsandan ötekine sürekli bir koşuşturmacanın da etkisiyle yorulan “kitle”nin giderek daraldığı, bu eylemlere olan ilginin azaldığı, “korsan” eylemlerin sonuçta anlamsızlaştığı ve “eylem yapmak için” yapılır hale geldiği görüldü.
Geçerken, bu tür “korsan” eylemlerin “öncü” kadroların bile militanlaşmasında, -konunun aynalarının bir başka yazıda incelenmesi gerekliliğine değinerek-, sanıldığı kadar bir işlev görmediğine; tersine, açık kitle eylemlerinin ve sokak hareketlerinin birçok açıdan daha eğitici ve tecrübe kazandırıcı olduğuna da işaret edelim.
Gençlik hareketinin zaaflarından bir diğeri de geleneksel çalışma ve örgütlenme anlayışlarından tam bir kopuşu gösterememesidir.
“Hiç bir hareket, eylem ve örgütlenme, tarihin akışı içinde kendini tüm özellikleriyle ve aynı biçimleriyle yenilemez.”
Bugünkü gençlik gençliktir, ama 80 öncesinin gençliği değildir. Ve yine, faşist siyasal sistemde bir değişiklik olmamasına karşın,1980 öncesinin koşullarıyla bugünün koşulları önemli farklılıklar göstermektedir.
Olguların ve olayların diyalektiği, karşılıklı çatışan sınıfları, mücadele eden siyasal güçlen, bu sınıflar ve güçler arasındaki ve bütün toplumsal siyasal koşulları sürekli değiştirerek ve yeni özellikler kazandırarak ve yeni bağlar içinde yenilemektedir. Dolayısıyla, bu yenilenme ve her gün değişen koşullar tarafından belirlenen devrimci çalışma, örgütlenme ve devrimci eylem de sürekli değişmek, dönüşmek ve yenilenmek ve yeni özellikleriyle, yeni yöntemleriyle oluşmak zorundadır. Yüksek öğrenim gençliğinin anti-faşist mücadelesi de yeni koşullara uygun olarak yeni yöntemlerle ele alınmak durumundadır.
Gençlik içinde faaliyet yürüten her devrimci siyasal grup çalışma ve mücadele yöntemlerini, gençliğin anti-faşist hareketinin örgütlenmesi ve birliğinin sağmaması yolunda, içinde bulunduğumuz dönemin olay ve olgularına ve bunların dayattığı koşullara göre yeniden düzenlemek ve yeni koşullara ayak uyduramayan taşlaşmış, dogmatik, eskimiş ve yaratıcı olmayan anlayış ve çalışma yöntemlerini terk etmek, bunlardan tam bir kopuşu gerçekleştirmek zorunluluğu ile karşı karşıyadır.
Hayatın dışında ve ondan kopuk yapay örgütler ve anlayışlar, kitleler içindeki kitlesel politik çalışmayı temel alma, kitlelerin eylemini ilerletme ve hareketlenmiş kitleyi o hareketin güncel ve uzun vadeli görevlerine uygun olarak örgütleme görevim yerine getiremezler. Kaçınılması gereken şey, hayatın dışında, mücadelenin gereklerini karşılama yeteneği göstermeyen, kitlelerin içindeki çalışmadan ve onların eyleminden kopuk, buna yaslanmayan mücadele ve çalışma yöntemleri ile örgütlenmelerdir. Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer konu da, geniş kitleleri kucaklama yeteneğine sahip örgütlerin her koşul altında mücadeleyi sürdürme esnekliğine sahip olmalarıdır. Ve ayrıca içinde bulunduğumuz siyasal ortam koşullarında reformculuktan miras kalan yasalcılığa düşmeme uyanıklığıdır.
Gençlik hareketinin hata ve zatlarından birisi de gençliğin eylem birliğinin sağlanamaması ve gençlik içerisinde faaliyet gösteren siyasal gruplar arasındaki rekabetçiliktir.
Bugün, yüksek öğrenim gençliğinin % 90’ından fazlasının kendi öz örgütleri olan öğrenci derneklerinde örgütlenmemiş oldukları görülür.
Sınıf mücadeleleri tarihi, örgütsüz yığınların ezildiği ve hareketlerin yenilmeye mahkûm olduğunun sayısız örnekleriyle doludur.
İşçi sınıfı ve emekçi halkın olduğu gibi, gençliğin de faşizm ve gericiliğe karşı silahı onun örgütlenmesidir. Yüksek öğrenim gençliği örgütlenmeksizin faşizm ve gericiliğe karşı mücadele edemeyeceği gibi, en küçük istemleri uğruna bile, her harekete geçişinde başarılı olamayacak ve kazanından birer birer gasp edilecektir. Bunun içindir ki, gençliğin birliği ve örgütlenmesi, onun faşizme karşı ve gündelik mücadelesi açısından bir zorunluluktur.
Öğrenci dernekleri, yüksek öğrenim gençliğinin mesleki-akademik örgütleri olarak gençliğin anti-faşist, anti-emperyalist mücadelesinin araçlarıdır. Genel olarak “ideolojik içerik”ten arınmış salt mesleki örgütler olmadığı gibi, mesleki örgütler, sendikalar gibi öğrenci dernekleri de siyasetin dışında değildir. Sınıf mücadeleleri tarihi, emekçi sınıfların ve gençliğin birim (mesleki-sendikal) örgütlerinin siyasi mücadelenin de araçları olduğunu kanıtlamıştır. Sorun, mesleki örgütlerin ve bu arada konumuz olan öğrenci derneklerinin izleyeceği siyasetin ne olması gerektiğindedir. Ekonomik mücadele ile siyasal mücadelenin kopmazcasına birbirine bağlı oluşları da bunu gerekli kılar.
Mevcut siyasal gençlik örgütlerinin bütün gençliği (sıradan gençlerin tümünü) kucaklayabilecek meslek örgütü özelliklerini taşımadıklarını dikkate aldığımızda, mesleki-sendikal, akademik örgütlerin işlev ve önemi daha iyi anlaşılacaktır. Bu tür örgütler, her gencin saflarına katılıp otoritesini tanıyabileceği; geniş gençlik kitlelerini örgütleyip birleştirmeye yetenekli başlıca örgüt biçimleridir, pratikte de böyle olmak durumundadır.
Her koşulda, gençliğin anti-faşist merkezi örgütlenmesi, gençlik kesimlerinin birimlerine dayalı mesleki ve akademik örgütlerinin birliği olarak gerçekleşebilir, önemli olan bu örgütleri ve gençliğin hareketini merkezileştirecek platformun niteliğidir. Bu örgütler dışında ve onlara dayanmayan ya da onlar içindeki ileri gençleri yeniden örgütleyen anti-faşist merkezi örgütler, gençlik yığınlarını kucaklama yeteneğinden yoksun olurlar.
Belli bir siyasal görüşe taraftar öğrenci kitlesinin katılımıyla oluşan TÖDEF ve çeşidi illerde ona bağlı İYÖ-DER, AYÖ-DER gibi merkezi dernekler ile farklı siyasal görüşlere sahip öğrencilerin içinde örgütlendikleri birim derneklerine dayanan 1ÖDF, öğrenci gençliğin anti-faşist mücadelesinin birliğini sağlamanın merkezi olma durumundan uzaktırlar. TÖDEF, yüksek öğrenim gençliğinin büyük çoğunluğunun hala örgütsüz, devrimci grupların gençlik üzerindeki etkisinin sınırlı ve yetersiz olduğu koşullarda grupçu ve sekter tavırlarıyla, bölücü bir pozisyon alarak birim derneklerinden kendisini ayırdı ve kendisini yüksek öğrenim gençliğinin merkezi anti-faşist örgütü olarak ilan etti. Yalnızca belirli bir siyasal görüşün taraftarlarından oluşan bir örgütün, adı ya da kendisine yakıştırdığı sıfat ne olursa olsun, bütün gençliğin örgütü olmadığı çok açıktır.
Biraz yukarıda, hangi nitelikte olursa olsun, bir gençlik örgütünün, gençliğin yığınsal eyleminin dışında oluşturulamayacağını belirtmiştik. Birimlerde özgün kitlesel örgütler oluşturma, birim çalışmasının araçlarını yaratma ve gençlik olaylarının merkezi haline gelme gibi hedefler, kitlelerin dışında ve kitle çalışması pratiğinden kopuk, yapay olarak kurulmuş TÖDEF gibi örgütler için esas olarak ulaşılamayacak hedeflerdir.
İÖDF, TÖDEF’i oluşturan kesimin dışında kalan siyasal gençlik gruplarına mensup/taraftar azınlık ileri öğrenci kesimlerinin, birim derneklerindeki güç ve eylem birliğinin yeniden ve üst düzeyde örgütlenmesinin gerçekleştiği bir platform durumunda. İÖDF’in farklı siyasal görüşlere mensup öğrenci kesimlerini kapsaması, bundan doğan demokratik niteliği, onun, yüksek öğrenim gençliğinin birlik ve mücadelesini merkezi düzeyde sağladığı anlamına gelmiyor. Tam tersine bu sorunu daha da yakıcı hale getiriyor.
Öğrenci gençlik federasyonunun kurulması, öğrenci gençliğin örgütlenme, kitleselleşme ve birliğini sağlama çalışmalarını noktalanması anlamına gelmiyor. Federasyonun öğrenci gençlik mücadelesinde olumlu bir rol oynaması, onun tutacağı yol, ortaya koyacağı mücadele ve direnme potansiyelinin varlığına bağlıdır. Onu böyle bir mücadeleci yola sokacak olan da, federasyon içinde yer alan başta Marksist öğrenciler olmak üzere devrimci-demokrat öğrencilerin hata ve zaaflara karşı ciddi ve samimi bir tavır takınarak, bugünün koşulları ve ihtiyaçlarına uygun çalışma ve çaba göstermeleri olacaktır.
Kitlesel militan bir gençlik hareketi yaratmak, gençliğin mücadele birliğini sağlamak, birim-taban çalışmalarına dayanmakla ve gençlik kitlelerinin talep ve sorunlarına sahip çıkmakla mümkün olacaktır.
Güçlü birim çalışması üzerinde yükselmeyen, ayaklan güçlü olarak bu zemine basmayan bir federasyon, yüklendiği görevleri yerine getiremeyecek, giderek işlevsizleşecektir. Federasyonun yüksek öğrenim gençliğinin siyasileşmiş ileri unsurlarının kısır tartışma ve çekişmelerine hapsedilmemesi için bu durumu aşmayı sağlayacak olan, birim çalışmasıdır. Federasyonun ve onun bünyesinde faaliyet yürüten öğrenci demeklerinin, devrimci öğrencilerin, yüksek öğrenim gençliğini ve bütün gençliği her alanda savunması; maddi ve manevi ihtiyaçları için öne sürdüğü her talep için mücadele çizgisi izlemesi, gençlik yığınlarını ilgilendiren kısmı ekonomik, akademik talepleri, manevi ve kültürel istekleri ve bu talepler ve istekler için okullarda, yurtlarda girdiği “geri” mücadele biçimlerini küçümsemeyip benimsemesi ve onları geliştirmesi; gençliğin hareketini, bilincini ve örgütlenmesini ilerletici her türlü mücadele biçimini izlemesi ve sistemleştirmesi olacaktır. İÖDF, birim çalışmalarım, kendisinin üzerinde yükseldiği maddi temel olarak güçlendirmek ve buna özel önem vermek zorunluluğu ile karşı karşıya bulunmaktadır. Biraz ileride değineceğimiz üzere, İODF, işçi ve halk hareketinin sağladığı olanaklardan yararlanma ve işçi ve halk hareketiyle birleşme yoluna girdiği ölçüde de yüksek öğrenim gençliğinin merkezi antifaşist örgütü olma niteliğini kazanacak ve pekiştirecektir.
Yüksek öğrenim gençliğinin birliği sorunu, gençlik içindeki siyasal grupların birliği sorunu değildir, buna indirgenemez. Böyle olmakla beraber, gençliğin birliğini ve mücadelesini baltalayan en önemli etkenlerden biri de, gençlik içindeki farklı siyasal grupların aralarındaki ilişkilerde egemen olan dar grupçuluk, rekabetçilik, anti-demokratik tutum ve davranışlardır.
Sınıflı toplumlarda, farklı sınıfların çıkarlarının savunucusu ve temsilcisi olarak farklı siyasi yapılanmaların olması ne kadar doğalsa, homojen bir nitelik taşımayan, farklı sınıfsal kökenlere mensup gençliğin de farklı kümelenmelere bölünmesi o ölçüde doğal ve kaçınılmaz bir şeydir. Farklı sınıfsal kökenlere ve siyasal eğilimlere sahip olması, gençliğin ortak sorun ve istemleri olduğu gerçeğini ve bu nedenle ortak mücadelesinin ve birliğinin gerekliliğini ortadan kaldırmaz.
Farklı devrimci grupların eylem birliği, kuşkusuz gençliğin birliğini sağlamada bir adım olacaktır. Fakat gençliğin birliğinin temeli, onun kendi öz-sorunları ve taleplerinden harekede faşizme karşı mücadelede yaratacağı eyleminin birliğidir. Birim örgütlerinin amaç ve işlevleri de kitleleri birleştirmektir, siyasetleri değil. Fakat ikincisini istememizin sebebi, birincisini kolaylaştıracağı içindir. Bugün, dar grup çıkarları, slogan rekabeti ve grup ön yargılarıyla günlük mücadelenin kısır alanlarına sıkışıp kalınmakta; bu durum, gençlik kitlelerinin genel eğilimlerinin göz ardı edilerek ona karşı görevlerin yerine getirilmesinden kaçınılmasına yol açarak gençliğin eylem birliğinin ve yığın örgütlenmesinin gerçekleştirilmesine engel olmaktadır. Dar grup çıkarları ve kısır çekişmeler, gençlik yığınlarına karşı sorumluluk altına girmenin, bu konuda yetenek ve uğraş göstermenin de engeli oluyor.
Dar grupçuluk ve anti-demokratik tutum ve anlayışların aşılması ve gençliğin eylem birliğinin yaratılması sorununda “ajitasyon ve propagandada özgürlük, eylemde birlik” ilkesi, gençlik içinde değişik siyasi eğitimlerin varlığı ile gençliğin bütünün ortak talepler etrafında birleşip hareket etmesi arasındaki çelişmenin çözümünün bir ifadesi olarak olumlu bir işlev görecektir. “Ajitasyon-propagandada özgürlük, eylemde birlik” ilkesinin ne olduğu ve gördüğü işlev üzerinde özgürlük Dünyası’nın Temmuz, Ağustos 89, 9 ve 10. sayıları ile Mart 91, 29. sayısında yeterince durulduğu için burada tekrar girmeyeceğiz. Bu bölümü bitirirken bir şey daha söylemek istiyoruz. Gençlik içinde demokrasinin yerleşmesi, farklı gruplar arasında demokratik bir ilişkinin doğması, birim derneklerinin ve merkezi gençlik örgütünün demokratik işlerliğine özel önem verilmesi, gençlik mücadelesinin kitleselleşmesinin sağlanmasında özel bir öneme sahiptir.
Gençliğin mücadelesinin temel bir zaafı, genel olarak değinildiği gibi, ileri unsurlarla geri bilinçli geniş kitleler arasındaki kopukluk ve iletişimsizliktir. Bu sorun, devrimci öğrencilerin geniş gençlik kitlelerinden yalıtılmış olmasında, devrimci ve Marksist öğrencilerin kitlelerin nabzını yakalayamamalarında ve öğrenci yığınlarının yaşam ve sorunlarına yabancılaşmalarında vs. kendini hissettiriyor.
Devrimci öğrencilerin kitleler üzerindeki etkisinin cılızlığı, daralma, kısır tartışmalar içinde dönüp kalma, kitlelerin eylemleri yerine kendi eylemlerini geçirme gibi bir dizi sonuçlara yol açan geniş kitlelerden kopukluk, her şeyden önce, devrimci öğrencilerin, aynı zamanda, iyi birer öğrenci olmaya yönelmeyip onun gereklerini göz önünde bulundurarak hareket etmemelerinden kaynaklanıyor. Gerçekten de, uzaktan bakıldığında bile, bütün çıplaklığıyla kendisini gösteren bir gerçeklik olarak, devrimci “öğrenci”lerle geniş öğrenci kesimlerinin fizik mekân olarak bile bir arada bulunmamaları sorunu yaşanmaya devam ediyor. Devrimciler, korsandan korsana koşmaktan, kantin ve kahve köşelerinde devrimin temel sorunlarını birbirleriyle tartışmaktan derslere girmeye vakit bulamıyorlar! Kuşkusuz, bu durum, biraz da, devrimci öğrencilerin, mücadelenin gereklerinin “profesyonel” olmayı gerektirdiği,”profesyonel devrimci çalışmanın okul ve derslere zaman bırakmadığı vs gibi iyi-niyetli olabilecek ama yanlış bir kavrayıştan da kaynaklanıyor olabilir. Ancak sonuç, devrimcilerin geniş öğrenci kitlelerinin yaşam ve sorunları ve taleplerinden uzaklaşmaları, iletişimsizlik, devrimciler ile kendileri dışında kalan öğrencilerin oturduktan kahve, kantin vs.nin bile ayrılmasına varacak kadar uç noktalar oluyor.
Devrimci öğrenciler, geniş kitlelerle sıcak ve sağlıklı bağlar kurabilmek, kitlelerin nabzını yakalayabilmek için, onların her günkü sorun ve yaşamlarını yakından takip edebilmek, kitleler üzerindeki burjuva-faşist ideolojilerin etkisini kırabilmek, kitleleri devrimci mücadele içine çekmek için, her şeyden önce bulunduktan birimde, yani okullarda, öğrenci gençliğin organik bir parçası olmalıdırlar. Öncü ve ileri unsurlar olmak, gençliğin organik bir parçası olmaklığı ortadan kaldırmaz; tersine onu daha da gerekli kılar. Nasıl ki, işçi sınıfının öncüleri, yalnızca sınıfın öncüleri olmakla kalmayıp aynı zamanda sınıfın bir parçasıysalar ve ancak sınıfın içinde, onun her günkü yaşamının, çalışmasının ve pratik mücadelesinin içinde yer alarak sınıfı kazanmayı başarabiliyorlarsa, devrimci ve Marksist öğrenciler için de aynı durum geçerlidir.
Komünist ve devrimci öğrenciler, öğrenci gençliğin bir parçası olabildikleri, geniş gençlik kesimlerinin yaşam ve sorunlarını tanıyabildikleri, talep ve istemlerine; sahip çıkmayı başarabildikleri oranda, yığınlarla aralarındaki kopukluk ve iletişimsizlik ortadan kalkar ve geniş öğrenci yığınları devrimci ve Marksist öğrencileri izleme yoluna girerler. Kitlesel mücadelenin üst doruklarına vardığı 68 gençlik hareketi hatırlandığında, Deniz Gezmiş’in şahsında, kitle mücadelesinin, kitle örgütlenmesinin ve kitlelerin inisiyatifinin geliştirilmesini hedef alan bir çizgiyi izleyen doğal gençlik önderleri belirir. Devrimci öğrencilerin Deniz Gezmişler ve 68 hareketinden öğrenecekleri şeylerden biri budur.
Gençliğin birliği sorununda bir başka konu da, Türk ve Kürt gençliğinin birliği meselesidir. Kürt gençliği, K…’da mücadelenin ön saflarında yer alırken, son birkaç yıl içinde Türk ve Kürt gençliğinin ortak mücadelesi de gelişmektedir. Türkiye devrimci gençlik hareketlerinin, reformizm ve revizyonizmin etkilerinin izini taşıyan Kürt gençliğinin ve Kürtlerin sorunlarına ve istemlerine karşı duyarlılık eksikliği, Kürt gençliğinin Türkiye’deki gençlik mücadelesinin ve YÖK’e sermayeye ve faşizme karşı gençliğin ortak mücadelesinin dışında kalmasına, kendisini bu sorunların dışında görme anlayış ve tutumlarına yol açtı. Kürt gençliğinin bu yaklaşımında ve Türkiye’deki gençlik hareketine uzak kalışında, Kürt gençliğinin geçmişten kalma Türk kökenli devrimcilere ilişkin haklı önyargıların ve milliyetçiliğin de etkisi olmuştur. Türk kökenli devrimci öğrencilerin Kürtler üzerindeki baskıya karşı çıkış ve onların hak ve istemlerini savunmasıyla birlikte, Kurt gençliği Türk gençliğiyle ortak harekete yönelmeye başladı. Türk devrimci öğrencilerin ve hareketlerin mücadelelerinin tutarlı bir anti-faşist ve demokratik bir içeriğe sahip olabilmesi için, Kürtler ve gençliği üzerindeki baskılara sessiz kalmayıp tavır alması ve Kürtler ve gençliğinin sorunlarına ilgi göstermesi, taleplerini savunması gerekmektedir. Bu gereklilik, Türk ve Kürt gençliğinin sermayeye ve faşizme karşı ortak mücadelesinin önkoşuludur, onu perçinleyen bir etkendir ve aynı zamanda sosyalizm uğruna mücadelenin zaferinin bir garantisidir.
Yüksek öğrenim gençliğinin, işçi ve halk hareketinin ulaştığı boyutunun sağladığı kusul ve olanaklardan yararlanamaması, onun mücadelesinin ve hareketinin zaaflarından bir diğeridir; onun mücadelesinin gerileme sebeplerinden biridir.
Gençlik hareketi, geçici gerileyişine rağmen, ulaştığı boyutlar itibariyle, işçi ve halk hareketinin sağladığı olanaklardan yararlanamama zaafının yaraşıra, bu hareketle birleşememe eksiğini de gösteriyor.
İşçi hareketinin öğrenilmesi ve örnek alınması gereken en temel yanlarından birisi onun kitlesel niteliğidir. Sınıf eyleme geçtiğinde, yalnızca siyasileşmiş ileri kesimlerini değil, ana gövdesini de harekete geçirmeyi başarmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken bir başka önemli yan da, sınıfın geri unsurlarının, “gerici, burjuva ideolojilerin” etkisi altında kalmış kesimlerinin harekete büyük oranda katılmalarıydı. İşçi hareketindeki kitleselliğin nedeni sorulduğunda ilk verilecek yanıt, doğallıkla, işçilerin her gün üzerlerinde hissettikleri, sıkıntısını yaşadıktan, elde edilmesi mutlak zorunlu olan talepleri ile yola çıkmalarıydı. Çıkış noktası ne olursa olsun, kitle hareketlerinin zorunlu olarak siyasi bir mecraya doğru sürükleneceği Zonguldak örneğinde de yaşandı.
Öğrenci gençlik, sınıfın hareketinin bu yönünü iyi tespit etmek durumundadır ve bundan ders çıkarmalıdır. Kendi çalışmasını, kitleselleşmesinin ihtiyaçlarına göre yeniden belirlemelidir. Öğrenci gençliğin, alıp işleyebileceği, elde etmek için içten bir mücadele yürüteceği, geniş kitlelerin desteğini kazanıp onları da yanma çekebileceği, uğruna mücadeleye atılıp çözmesi gereken yığınlarca sorunu vardır ve her geçen gün bunlara yenileri eklenmektedir.
Gençliğin siyasal olarak aydınlanmış kesimleri, gençlik örgütleri, kitleler neredeyse oraya gitmek, ajitasyonun en temel yöntemlerini kullanarak kitlelerin arasına karışmak ve böylelikle sıcak, etkili ve içten bağlantılar kurmak göreviyle karşı karşıyalar. Gençliğe karşı gündelik ve uzun vadeli görevlerin eksiksiz yerine getirilmesi anlayış ve tutumuyla hareket etmek; içinde bulunulan eylem ve yürütülen çalışmaların deney ve tecrübelerini toparlayarak bunlardan kitle hareketini ilerletmenin koşullarını yaratmaya çalışmak, gençliğin ve ileri unsurlarının önlerinde duran görevlerdendir.
İşçi ve halk hareketinin genel grev ve direnişlere evrildiği koşullarda, gençlik hareketinin bu hareketle birleşmesi ona yeni bir atılım kazandıracaktır; ancak eski çalışma ve mücadele yöntemlerine bağlı kalınarak bu harekete gerektiği gibi katılabilmesi hemen hemen olanaksızdır. İşçi ve halk hareketinin bugünkü koşullarında genel boykot ve direnişlerin koşullan 6 Kasım’a göre daha fazladır.
Genel boykot ve direniş komitelerinin yaratılması için geniş gençlik yığınlarıyla ülkenin sorunlarının tartışılıp çözüm önerilerinin ortaya konulması, onları pratik mücadeleye kazanmanın kanallarının açılması gerekmektedir. İşçi ve halk hareketi gençliğe yeni bir ufuk açıyor.

Mayıs 1991

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑