Doğu Avrupa’da revizyonist diktatörlüklerin çöküşü ve SB’nin içine düştüğü ekonomik ve siyasi krizin etkisiyle, bir süper güç olarak dünya olaylarına “müdahalede” eski etkinliğini yitirmesinden sonra, ABD’nin önderliğindeki Batı’lı emperyalistler büyük bir propaganda kampanyası başlattılar: Kapitalist-emperyalist sistem, bütün temel çelişmelerini çözmüş, sosyalizm karşısında üstünlüğünü kanıtlamıştır! Dahası dünyaya “evrensel barış” ve “evrensel adaleti” getirme yeteneğinde olduğunu göstermiştir! vb. Bu emperyalist propagandaya revizyonist kamp da katılmış, dünyada tüm sorunların barış içinde çözüleceği bir döneme girildiği, bu yüzden de sınıf mücadelesi, proletarya iktidarı gibi olguların tarihte kaldığım iddia ederek, emperyalist propagandaya güç vermiştir.
Revizyonist ve kapitalist dünyanın, tüm gericiliğin bu kampanyası, ellerindeki tüm iletişim araçlarıyla, son altı yıldır, giderek dozu arttın lan bir biçimde sürdürülmektedir. Bu yoğun saldırı, sosyalizmin, revizyonizm şahsında prestij kaybetmesiyle birleşince emekçi sınıflar ve devrimci demokrasi saflarında da etkili olmuş, reformculuk ve anti-Marksizm “güç” kazanmıştır.
Emperyalizmin, “ebedi barış”, evrensel adalet” propagandası, Reagan-Gorbaçov, Bush-Gorbaçov zirveleri, orta menzilli füzelerin Avrupa’dan sökülmesi ve sayılarının sınırlandırılması vb. anlaşmaları ile desteklenerek, “barışçılar”ın, liberallerin, burjuva demokrat çevrelerin “gönlü” kazanılmıştır.
DEVRİM ETKENLERİNİN YÜKSELDİĞİ BİR DÜNYA
Bir yandan “barış”, “adalet”, “silahsızlanma ” propagandası sürerken öte yandan ABD ve SB, kendi etkinlik alanlarında müdahalelerini de sürdürmüşlerdir. ABD, “demokrasi” “insanlık ve adalet” adına Panama’ya açıkça saldırırken, El Salvador ve Nikaragua’da kendi yandaşlarını iktidara getirecek dolaylı, ama etkili bir biçimde müdahalede bulunmaya devam etmiştir. SB ise, Doğu Avrupa’da kendisine direnen revizyonist klikleri iktidardan düşürmek için D. Almanya ve Romanya gibi ülkelerde darbe düzenleyip “demokratikleşmelerine” katkıda bulunurken, Baltık, Azerbaycan, Kırgızistan’daki “bağımsızlık” isteklerini silahla bastırırken diğer yandan bütün bunların, “dünya barışının sağlanması” ye “demokrasinin yerleştirilmesi” adına yapıldığı örtüsü arkasında saklanmaya çalışıldı.
Bütün bu dönem boyunca, yürütülen emperyalist-revizyonist propaganda, açıkça ya da dolaylı bir biçimde yapılan operasyonlar, başlıca şu amaca yönelikti: Emperyalist-kapitalist sistem belli başlı çelişmelerini aşma yeteneğini göstermiştir; varolan çelişmeler ise devrime ihtiyaç duyulmadan, reformlar ve uzlaşmalarla çözümlenebilir! Dahası, konulan bu kurallara uymayarak, kurulmak istenen “yeni düzene” ayak uydurmayanlar “gerektiği gibi” cezalandırılacaktır!
Emperyalistlerin çizdiği ve dünya kamuoyu taralından yaygın kabul gören bu “yeni dünya” tablosu gerçeği mi yansıtıyordu? Elbette ki hayır! Çünkü, emperyalistlerin iddiasının aksine dünya, çıkarları uzlaşan değil uzlaşmayan sınıflara bölünmüş bir dünya idi ve hiç bir propaganda bu uzlaşmazlığı uzunca bir zaman gözlerden saklayamazdı… Nitekim, kapitalist-revizyonist propagandanın, bütün üstünü örtme çabasına karşın, dünyanın her köşesinde, devrimci dinamikler de oluşuyordu. SB ve Doğu Avrupa’nın revizyonist ülkelerindeki diktatörlüklerin “sosyalizm” adına başarısızlıkları, belki sosyalizmin prestijini zayıflatan bir etkendi, ama bu ülkelerde uygulamaya sokulan örtüsüz kapitalist ekonomik önlemler ve bunların uluslararası kapitalizme açıkça entegre olması; revizyonist ekonomilerin derdine çare olmadığı gibi, içine girdikleri sürecin kaçınılmaz sonucu, olan “pazar ekonomisi” ve IMF dayatmaları emekçiler için dayanılmaz yaşam koşullarını; % 200’lere varan zamları, enflasyonu, işsizliği getirdi. “Kurtuluş” önlemi olarak öne sürülen reformlar, emekçiler için her şeyi daha kötü hale getirmekten başka bir işe yaramadı. Kapitalist dünya, emekçilerin revizyonist sistemin açmazlarına karşı tepkilerini kendi lehine kullanarak, emekçileri sosyalizme karşı kışkırtma vesilesi olarak kullandıysa da, bu, bugün giderek geri tepen bir silah olma durumuna girmektedir. SB’nden D. Almanya’ya bugün emekçiler, daha çok liberal kapitalizm için değil, işsizlik, düşük ücret, enflasyon ve özelleştirmelere karşı ayağa kalkmaya başlamışlardır. Doğu Almanya, Batı ile birleşerek tüm sorunlarını çözeceğini sanmış, emekçileri de buna inandırılmıştı, ama bugün, bunun bir çözüm olmadığını D. Alman işçileri kendi yaşamlarında görüyorlar. Bu yüzdendir ki, onlar Mart sonunda yaptıkları ve 90 bin kişinin katıldığı büyük gösteride olduğu gibi, artık “özelleştirmelere hayır” diyorlar. D. Almanya’nın yaşadığı süreç göz önüne alınırsa; bu, sadece özelleştirmeye değil “Kapitalizme hayır” demektir. Polonya, Macaristan, SB, Romanya gibi ülkelerde de durum çok farklı değildir. Revizyonizme alternatif olarak sunulan “pazar ekonomisine” dayanan kapitalizm, bu ülkelerde emekçilere, yeni yükler dışında, bir şey getirmemiştir. Bu yüzden de işçiler başta olmak üzere emekçiler, istemlerini çeşidi biçimlerde, ( grevler, gösteriler, “ulusal bağımsızlık” istekleri vb. biçiminde) dile getirmektedir.
SB ve Doğu Avrupa’da, bugün bir yandan özel kapitalist girişimciler ve özel kapitalist işletmelerin sayısı artmaktadır. Ama işçi sınıfı ve emekçi sınıfların mücadelesi de artmaktadır. Gerçi işçi sınıfının mücadelesi henüz “ekmek mücadelesi” ile sınırlı gözükmektedir, ama mücadelenin özgürlük ve sosyalizm mücadelesine dönüşmesinin koşulları da hızla oluşmaktadır. Çünkü bu ülkedeki rejimlerin ve “yeni” kapitalizmin halka ve proletaryaya, baskı, işsizlik, aşırı sömürüden başka vereceği bir şey yoktur. Bu yüzden de, bu ülkelerdeki deneyimli proletaryanın, kapitalizme karşı savaş açması uzak bir geleceğin sorunu olarak görülemez.
Doğu Avrupa ve SB’nin Batı sermayesine açılması, Batı kapitalizmine yeni tatlı kar alanları açmıştır. Doğu, Batıya entegre olurken sadece kar alanlarıyla değil, devasa sorunlarla da gelmektedir. Bu ülkelerin içinde bulundukları kriz, emperyalistlerin bütün hesaplarım tersine çevirecek bir potansiyeli de taşımaktadır.
ABD’nin, Varşova paktına son darbeyi vururken giriştiği hamle, bizzat Batılı ekonomiciler için bir kaygı kaynağı olmaktadır. Ekonomiyi canlandırmak ve silahlanmada kesin üstünlüğü ele geçirmek için aldığı önlemler, işsizliği % 10’un üstüne çıkarırken, yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısını da bütün toplumun 1/3’ü düzeyine çıkarmıştır. Dahası, ABD dünyanın en borçlu ülkesi haline gelirken, aynı zamanda bütçe açıkları da tarihinde görülmedik biçimde artarak, ekonomiyi darboğazlara sürükleyecek boyutlara ulaşmıştır. Japon tekelleri, sadece dünyanın diğer yerlerinde değil, doğrudan ABD sınırlan içinde de, ABD tekellerine karşı başarı kazanmaktadır, öte yandan, yeni sömürgelere emperyalizm tarafından ihraç edilen kriz, bu ülkelerdeki gerici iktidarlara ve emperyalist hegemonyaya karşı mücadele biçiminde emperyalist ülkelere geri dönmektedir. Bugün, ABD’nin ve batılı emperyalistlerin en büyük açmazlarından birisi de, bu uydu ülkelerdeki kronikleşen ekonomik ve siyasi istikrarsızlıkların mayaladığı büyük hoşnutsuzluktur ki, bu, bazen karşılarına bir Noriega, bazen bir Saddam, bazen bir Humeyni olarak çıkabilmektedir. Ama onlar için asıl tehlike, bu kronik krizin eninde sonunda radikal devrimci bir anti emperyalist anti-kapitalist mücadeleye dönüşme olasılığıdır.
Doğu Avrupa’daki gelişmelerden en büyük parsayı toplayan Batı Avrupa emperyalizmidir, ama Doğunun getirdiği sorunlar onlar için de kâbustur. Zaten, son yirmi yılda, giderek artan işsizlik, Doğu Avrupa’dakiyle birleşince yeni toplumsal patlamaların vesilesi olma potansiyelini taşımaktadır. Batı Avrupa burjuvazisi için iki seçenek vardır: ya yaptıkları propagandaya uygun olarak kapılarını Doğu Avrupa’nın işsiz kalan ve daha da kalacak olanlarına açıp, bu ülkeleri biraz da olsa rahatlatacak; buna karşı kendi işsiz sayılarını artıracaklar; yani her zaman yaptıklarının tersine kriz ithal edecekler, ya da Doğu Avrupa’yı iliğine-kemiğine dek sömürerek, kendi toplumsal hoşnutsuzluklarını azaltmak için kendi krizlerini de Doğu Avrupa’ya ihraç edecekler. Kapitalizmin doğasına uygun olan ve bugün de yapılan ikincisidir. Avrupalı emperyalistler, Doğu Avrupa’yı ellerindeki her olanakla sömürmeyi amaçlayan politikalar izlemektedirler. Bu yüzden de Doğu Avrupa ve SB’deki proletarya ve emekçiler için yakın gelecek, kaçınılmaz olarak, kapitalizm ve emperyalizme karşı, açıkça tutum almayı dayatacaktır, dayatmaktadır.
“Yeni” emperyalist düzen, sadece D. Avrupa ve yoksul ülkeler emekçilerine yeni yükler getirmemektedir. Emperyalist ülkelerin proletarya ve emekçileri de bundan paylarım alacaklardır, daha bugünden almaya başlamışlardır, Bu şimdilik, çeşidi bahanelerle proletarya ve emekçiler üstündeki sömürünün arttırılması ve sosyal haklarda gerileme, işsizlik olarak kendini ortaya koymaktadır. Çünkü Batı Avrupa işçi sınıfının bugün ulaştığı “refah” düzeyi, sadece 19. yüzyıl boyunca süren mücadelesi ve kapitalizmin emperyalist aşamaya geçmesiyle elde ettiği tekel karından, burjuvazinin pay “dağıtmasıyla” açıklanamaz. Avrupa ve Amerikan proletaryasının kazançları, asıl olarak, dünya ölçüsünde proletarya ve sosyalizmin başarılarıyla yalandan bağlantılıdır ve devrimleri önlemek için Batı burjuvazisi, sosyal ve ekonomik “reformlarla” proletarya mücadelesinin önünü kesmeye çalışmış, bu “reformlar”, Avrupa ve Amerikan proletaryasının maddi yaşam koşullarının “yükselmesi” olarak biçimlenmiştir. Bugün, burjuvazi için ne devrim ne de sosyalizm korkusu” kalmadığına göre; proletaryanın ihtiyaçları ve maddi yaşam koşullarının yükseltilmesini neden dert edinsin? Nitekim son yularda, işsizlikteki artış, çalışma ve yaşama koşullarındaki gerileme ve aynı nedenlerden kaynaklanan Batı Avrupa’da sendikal hareketteki nispi canlanma, emperyalizmin “yeni düzeni” için başka bir potansiyel tehlike odağı olmaktadır.
Emperyalist sistemin cephe gerisini oluşturan sömürge, yeni sömürge ve bağımlı ülkeler akan emperyalist sermaye, karına kar katarak, kendisini güçlendiriyor; ama ondan da hızlı olarak, ulusal uyanışları ve mezar kazıcısı proletaryayı da genişletip olgunlaştırıyor. Emperyalist ve revizyonist propagandanın, “kapitalizmin hala gelişme etkeni” ve “dünyadaki var olan çelişme ve eşitsizliklerin uzlaşmalarla giderileceği” propagandasına karşın, emperyalist sermaye; aşırı sömürü yoluyla geri ve az sayıdaki gelişmiş ülke arasındaki uçurumu artırarak “barış içinde bir arada yaşama”nın olanaklarını ortadan kaldırmaya devam ediyor. Bu, sadece ekonomik bir olgu olarak da kendini ortaya koymuyor; yoksul ülke halklarını emperyalizme karşı bir özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi içine de çekmeye devam ediyor. Emperyalizme karşı trilyonlarca dolar borçlandırılmış bu ülkelerin gerici diktatörlükleri bile, içinden çıkamadıkları açmazı aşmak için, emperyalistler karşısına “borçların iptal edilmesi” talebiyle çıkmak zorunda kalıyorlar. Devrim ve sosyalizm mücadelesi, geriletilmiş olsa bile halklar, dünyanın her yerinde özgürlük için sıcak ya da barışçıl biçimde mücadele içinde bulunuyorlar. Filistin, Irak, Kürt, Lübnan ve Etiyopya halkları, Güney Afrika, Latin Amerika ve Asya’nın çeşidi ülkelerinde halkların kurtuluş mücadeleleri sürüyor, yeni mevziler kazanıyorlar. İstikrarsızlık, kargaşa bütün emperyalizme bağımlı ülkelerin kronik hastalığı olarak derinleşerek sürüyor. Nispeten güçlü proletaryalara sahip bağımlı ülkelerin proletaryası, mücadeleye damgasına vurarak dünya proletaryasının ayağa kalkma günlerinin uzak olmadığının işaretini verirken, “elveda proletarya” ve “artık proletarya yoktur” diyenlere de kendi dilinden yanıt veriyor. Bu durum, ezilen halklar ve proletaryanın emperyalizm ve kapitalizme karşı ortak cephesi için somut yeni olanaklar sunuyor.
Emperyalist-kapitalist propaganda merkezlerinin, kamuoyunu etkilemek için kullandıkları diğer bir koz da, D. Avrupa’daki revizyonist polis devletlerinin çöküşü, SB’nin Gorbaçov önderliğinde kapitalist emperyalizme açıkça boyun eğen bir noktaya varmış olmasıdır. Emperyalist propagandacılar bunu “kapitalizm karşısında sosyalizmin yenilgisi” olarak propaganda ederken, Gorbaçovculardan Euro-komünistlere, troçkistlere kadar her soydan revizyonist ve oportünist de, “bürokratik-Stalinistçi sosyalizmin demokratik sosyalizm karşısında yenilgisi” olarak göstermeye çalışıyorlar. Her iki kampla ideolojik ve siyasi bakımdan dirsek teması içinde bulunan burjuva “demokrat”, “ilerici” çevreler ise, kendi konumlarına uygun olarak, “nihayet, öngörülerinin doğrulandığını”, “sosyalizmin demokratlaşarak, kapitalizmin de sosyalleşerek birbirine yaklaştığı’nı ” propaganda ediyorlar.
Bu iddialar farklı siyasi odaklardan öne sürülüyor ve sosyalizm karşısında farklı tavır alanların iddiaları gibi görünüyorsa da; gerçekte, aynı burjuva ideolojisinden kaynaklanmakta, dahası üslup farklılıklarına karşın aynı amacı, Marksist sosyalizmi karalama, gözden düşürme amacım taşımaktadır. Bütün bu iddiaların dayandığı temel ise, D. Avrupa’nın revizyonist diktatörlüklerin çöküşü ve SB’nin içine yuvarlandığı istikrarsızlık ve kargaşadır.
Emperyalist-kapitalist ve revizyonist propaganda merkezleri iddialarını kanıtlamak için, SB ve D. Avrupa’daki revizyonist diktatörlükleri Stalinist proletarya diktatörlükleri olarak kabul edip, buradan kalkarak da Marksizm’e, Marksist sosyalizme saldırıyorlar. Elbette ki bu propaganda odaklan, bu ülkelerin proletarya diktatörlüğünden dönerek, revizyonist polis devletlerine dönüştüğünü, Stalin’e en alçakça saldırıların yine bu ülkelerdeki revizyonistler tarafından yapıldığım, bu sürecin de 30 yıldan fazla bir zaman önce başladığını elbette biliyorlar. Ama işlerine öylesi geldiği için de bütün bu 30-40 yıldır yaşananları, onların sosyalizmden çoktan uzaklaşmış olduğunu, içine yuvarlanılan kriz ve kargaşanın da sosyalizmden, gerçek sosyalizmden uzaklaşmaktan geldiğini bilmezden geliyorlar.
Gerçekte ise, olan; ne Marksist sosyalizmin kapitalizm karşısında iflas etmesi, ne de kapitalizmin kendi çelişmelerini aşmasıdır. İflas eden, Marksizm’in yerine revizyonizmi geçiren bürokrat-burjuva revizyonist devletlerin çöküşüdür. Bu çöküş olgu olarak son yıllarda gerçekleşmiş olmasına karşın, sürecin başlangıcı 1950’lere dayanmaktadır. O günden bugüne de, gerçek Marksistler, bu revizyonist diktatörlüklere karşı savaşmışlar ve bugün geldikleri aşamaya, kaçınılmaz olarak varacaklarını, 30 yıldır söylemektedirler. Bu yüzden de D. Avrupa’daki gelişmelerden kalkarak Marksist sosyalizmin çöktüğünü iddia etmek sadece bir demagojiden ibarettir. Çöken, kapitalizmin özel bir biçimidir. Ama elindeki devasa iletişim aygıtları ve hat safhada organize olmuş propaganda merkezleriyle emperyalizm ve gericilik, kendi “gerçeğini” asıl gerçekmiş gibi gösterebilmekte, emekçiler içinde bozguncu bir faaliyet sürdürebilmektedir.
Doğu Avrupa ülkelerindeki revizyonist diktatörlüklerin çöküşü ve SB’nin açıkça emperyalist kapitalizme teslim olmasına bakarak, “artık kapitalizmle sosyalizm arasındaki çelişmelerin ortadan kalktığı, ya da sosyalizmle kapitalizmin birbirine yaklaşarak aradaki çelişmenin yumuşadığı ” iddiası ise, saçmadır. Çünkü sosyalizm ile kapitalizm arasındaki çelişmenin nedeni, dünyanın herhangi bir parçasında sosyalist bir devletin varlığı ile ilgili değil, kapitalist toplumun çıkarları uzlaşmaz sınıflara bölünmüş bir toplum olmasıyla ilgilidir. Sömürülenlerle sömürenler oldukça, yani burjuvazi ile proletarya var oldukça, kapitalizme karşı mücadelenin boyutu ne olursa olsun sosyalizmle kapitalizm arasındaki uzlaşmaz karşıtlıkta varolacaktır. Bugün, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da proletaryanın refah düzeyinin, dünyanın öteki bölgelerine ve 19. yüzyıla göre nispeten yüksek olması, bu ülkelerde işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisinin, proletarya mücadelesinin reformcu, sendikalist bir çizgiye çekmiş olmaları, proleter-burjuva çelişmesinin (başka bir ifadeyle sosyalizmle kapitalizm arasındaki çelişmenin) ne ortadan kaktığının ne de yumuşadığının kanıtı olabilir. Kaldı ki; bugün Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya’da dâhil bütün kapitalist ülkelerde, işçi sınıfının durumu kötüleşmekte, işsizlik, emeğin verimliliğine bağlı olarak sömürünün artması, burjuvazi ve proletarya arasındaki ulusal gelirden, alınan pay oranının proletarya aleyhine artmaya devam etmesi, bu ülkelerde de proletarya mücadelesinin, yakın gelecekte, yükseleceği temelleri hazırlamaktadır.
Revizyonist ideologların bir bölümü ve burjuva demokrat çevreler ise, açıkça kapitalizmin cephesinde yer almaktan şimdilik çekindiklerinden, iki sistem arasındaki çelişmenin yumuşadığından, emperyalist-kapitalizmin “sosyalleştiğinden” dem vurarak, devrime gerek olmadan toplumun ilerleyip sosyalizme varacağını iddia ediyorlar. Böylece, emperyalist propaganda merkezlerinin, kapitalizmin kendi çelişmeleriyle başa çıkma yeteneğini gösterdiği, dünyanın emperyalizm koşullarında “ebedi barış” ve “ebedî adalete” kavuşacağı teziyle birleşiyorlar. Ne var ki, bu konudaki iddialarda bütünüyle demagoji olarak kalmaya mahkum görünüyor. Çünkü bugüne kadar, emperyalist- kapitalizmin, “sosyalleştiği”nin gerekçesi olarak öne sürülen Batı Avrupa işçi sınıfının elde ettiği “haklar” ve nispi refah düzeyinin yüksekliği, yukarda da belirtildiği gibi, emperyalist-kapitalizmin “sosyalleştiği”nin değil, bütünüyle işçi sınıfı mücadelesinin ve sosyalizmin dünya ölçüsündeki kazanımlarının bir ifadesidir. Kaldı ki, dün olduğu gibi bugün de, emperyalist sermaye dünyanın her köşesine sadece aşırı kar için gitmekte, elindeki her olanakla sömürüsünü arttırmaya çalışmaktadır. Bunu, emekçiler ve dünyanın yoksul halkları ederinde, canlarında hissediyorlar. Günlük gazetelerin ekonomi haberleri, dünyanın belli başlı borsalarındaki hisse senedi savaşı ve dünyanın her köşesindeki baskı, zulüm ve özgürlüksüzlük bunun en açık kanıtı olarak dururken, emperyalist-kapitalizmde “sosyallik” keşfetmek emekçi sınıflara ve ezilen halklara ihanet değilse, aptalca bir safdillik olur.
Kapitalizmin “sosyalleştiği”nin diğer bir “kanıtı” olarak da, “evrensel barış”, kapitalistler arasında son 45 yıldır bir emperyalist savaşın patlak vermemesi gösteriliyor. Elbette bunu iddia edenler, son 45 yılda, sayısız ülkelerdeki kurtuluş mücadelelerinde; Kore, Ortadoğu’da İsrail-Arap, Vietnam, Kamboçya, Afganistan, vb. en son da Körfez savaşında hep, bir tarafta emperyalist devletlerin, dahası bütün bu savaşların ve dünyanın her köşesindeki savaş, istikrarsızlık ve kargaşaların içinde, emperyalistlerin biçimlendirdiği dünyanın rolü olduğu, görmezden geliniyor bugün. Güney Afrika’dan SB’ne, Latin Amerika’dan Uzak Asya’ya dünyanın her köşesindeki bütün kargaşaların, darbelerin, savaşların, iç savaşların, istikrarsızlıkların başlıca nedeni bizzat emperyalist-kapitalist ve sosyal-emperyalist sistemdir. Çünkü dünya, onların kendi çıkartan doğrultusunda biçimlendirdiği dünyadır.
Emperyalistler-arası çelişmeler keskinleşiyor
Bugün emperyalistlerin “barış’1 gösterilerinin temelinde, emperyalizmin artık eski saldırgan, hegemonyacı tutumunun değişmesi değil, dünya üstündeki egemenliğini bugün, en iyi bu yolla sürdürebileceği hesabı vardır. Eğer emperyalizmin çıkarlarına dokunulmuyorsa, emperyalizmin uşaklığım yapan gerici egemen sınıfların diktatörlüğü tehlikeye düşmüyorsa “barış”a emperyalistlerin diyeceği bir şey yoktur. Ama bir gelişme, emperyalistlerin çıkarlarını bozacak bir özellik taşıyorsa var gücüyle ona saldırmaktan geri durmuyorlar. Ama bu saldırının gerekçesi “dünya barışını koruma”, “demokrasi götürme ” ya da “uluslararası adalet” vb. oluyor. Körfez krizinde de olduğu gibi emperyalistler açıkça “barış”tan kendi çıkarlarına dokunulmamayı anlıyorlar. Dokunanları ise, “cezalandırmak” için her yola başvuruyorlar; Panama’da olduğu gibi devlet başkanını tutuklamak için ülkeyi işgal edebiliyorlar, ya da Irak’ta olduğu gibi bir kanlı savaşa da başvurabiliyorlar. Ancak bugün geçmişe göre değişen şey, son yıllarda emperyalistler-arası çatışmanın nispeten yumuşak, barışçıl koşullarda seyretmesidir ki; bu onlara “barış” propagandası yapma olanağını tanıyor. Kendi aralarında sıcak bir savaş yoksa dünya barış içindedir, halklara, emekçilere karşı verdikleri savaşsa barış için savaştır! Kısacası, emperyalist dünya bu gün emekçilere, ulusal kurtuluş mücadelelerine, halklara, proletaryaya karşı birleşmiş, kendi dünyasını korumak için, bazen birbirlerinin eylemlerine göz yumarak, bazen de BM şemsiyesi altında “meşru birlikler” kurarak, dünyayı yağmalamayı sürdürmek istemektedirler. Bunun için, bazen “insan haklarını”, bazen “uluslararası hukuk”‘u kendilerine paravan olarak kullanmaktadırlar. Ama bütün her şey, kurdukları dünyanın devamı, emperyalist sömürü ve yağmanın devamı içindir. Bu yağmaya göz yumulursa “barış” da vardır. Değilse, teknoloji harikası silahlarla halkları ezmek, kitle katliamları yapmak hiç de çekindikleri bir şey değildir, olmuyor da.
Yukarıda sözünü ettiğimiz, bugünkü, emperyalistler arası “barış” kalıcı, iddia edildiği gibi ebediyen sürecek bir “barış” mıdır? Emperyalistlerin ve revizyonist propaganda merkezlerinin yarattığı toz-duman örtüsünü ortadan kaldırıp bakılırsa, gerçeğin emperyalistlerin propagandasının tersi olduğu görülür.
Sosyal emperyalist sistemin zayıflaması, COMECON ve Warşova Paktı’nın dağılması iki süper güç arasındaki çatışmanın, ABD’nin başını çektiği Batı’lı kapitalist-emperyalist ülkelerin lehine sonuçlandığının göstergesi oldu. Böylece, son 25-30 yıldır dünyanın her köşesinde dişe-diş mücadele eden emperyalist güçlerden birisinin güç kaybetmesiyle birlikte, emperyalistler-arası çatışmalar da daha “yumuşak” bir görünüm kazandı. Ama bundan çıkarılacak sonuç, emperyalistler-arası çelişmelerin karakterinin yumuşadığı, onların artık dünyayı savaşlara sürüklemekten vazgeçtikleri anlamına gelmez. Tersine bu durum, geçicidir. Çünkü bütün olgular, emperyalistler-arası rekabetin hızlanıp dünyanın yeni bir paylaşımını zorunlu kılacak doğrultudadır. Her şeyden önce, bugün emperyalist dünyanın tartışmasız patronu ve dünyada “asayişin” sağlayıcısı rolünü oynayan ABD emperyalizminin, elindeki devasa askeri güçle en geniş alanlarda egemenlik sürdürmesine karşın, özellikle 1970’li yılların sonlarından itibaren ekonomik-teknolojik üstünlüğü, Japonya ve Almanya’ya kaptırmış durumdadır. Japon ve Alman menşeli tekeller, dünyanın her köşesinde, ABD tekellerini zorladığı gibi, bu ülkelerin dünya finans sermayesi içindeki payları da artmaktadır. 2. Emperyalist Savaş’ın yenik tarafı olan bu ülkeler, savaş soması getirilen sınırlamalarla mahrum bırakıldıktan silahlı kuvvetlerini bugün sessizce ama hızla yeniden kurmaktadırlar. Nüfus, ekonomik güç ve stratejik yeriyle Birleşik Almanya; daha şimdiden, İngiltere ve Fransa’nın toplam ekonomik gücünden daha fazla bir güce sahip olmasıyla, komşuları için bir endişe kaynağıdır. Ve Alman militarist çevreleri, “Büyük Almanya” propagandasına başladılar bile. Doğu Avrupa’dan aslan payım alma ve SB’de büyük yatırımlar yapma olanağı açısından da, bütün öteki emperyalistlerden daha fazla avantajlara sahiptir. Bu durum; herkesin yakın bir olasılık olarak gördüğü, AT ve Batı Avrupa Birliği’nin tek bir “Birleşik Avrupa “ya varacağı “umudunu”, iyice geriye itmiştir. Özellikle Körfez Krizi ve savaşında, Almanya ve Japonya, genelde kendi emperyalist çıkarlarıyla da uygun olduğu ölçüde, ABD’yi desteklemişlerdir, ama aralarına SB’den bile fazla mesafe koymayı da ihmal etmeyerek, çıkarlarının ABD çıkarlarıyla her noktada uyuşmadığını ortaya koymaya özel bir önem vermişlerdir. Hiç kuşkusuz ki; bugün henüz askeri bakımdan ekonomik alanda oldukları kadar güçlü değillerdir, ama bu bir çelişkidir. Bu çelişkiyi de eninde sonunda çözeceklerdir. Zaten daha bugünden Almanya, ABD ile olmasa da Avrupa’nın öteki ülkeleriyle kıyaslandığında, küçümsenemeyecek bir askeri güce sahiptir. Japonya ise, ekonomisini her an askeri doğrultuda geliştirebileceği bir çizgi izlemektedir.
SB ise, ekonomik sorunlar ve iç ayaklanmalarla sarsılmaktadır. Bu da ilk bakışta, artık onun dünya hegemonyası için mücadele edecek gücü kalmadığı düşüncesini uyandırırsa da, gerçekte durum tam böyle değildir. Evet, SB, Doğu Avrupa’da etkinliğini yitirmiş, Ortadoğu ve Afrika’daki mevzilerinden büyük ölçüde atılmıştır, ama o da, hala dünyanın en büyük askeri güçlerinden birisidir. Yanı sıra, Batı’lı emperyalistlerin aksine, bakir ve zengin yeraltı kaynakları ve 22.5 milyon kilometre kare topraklarıyla, egemenlik için mücadele edecek bir potansiyele sahiptir. Bugün de, teknoloji ve sermaye olarak Batı’ya avuç açmak zorunluluğundan dolayı ABD karşısında fazla direnemese de, geri çekilirken bile sonradan “basacağı taşlar” oluşturmayı da ihmal etmemekte, bugün ABD’nin safına geçmiş eski dostlarıyla ilişkilerini diri tutmaya çalışmaktadır.
İngiltere ve Fransa ise, eskinin büyük emperyalist güçleri, 2. paylaşım savaşının galip, ama ABD’nin gölgesinde yaşayan ülkeleri olarak, Körfez savaşında görüldüğü gibi, onlar da eski şaşalı günlerim unutmuş değinlerdir. Ama özellikle Almanya’nın güçlenmesinden çok endişe duymaktadırlar ve bu da onları silahlanma ve hegemonya mücadelesinde kamçılayıcı bir etken olmaktadır. Bu endişe ve isteklerini de açıkça ifade ediyorlar.
Bir bütün olarak emperyalist ülkelerdeki gelişmeye bakıldığında, ABD var olan üstünlüğünü elinden kaçırmamak için, özellikle askeri gücünü kullanarak, kendi liderliğinin sistemin tek güvencesi olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Eski büyük güç SB ise, şimdi başını ağrıtan “dertlerden” bir an önce kurtularak, eski gücünü bulmak, henüz ilişkisini bütünüyle koparmadığı eski egemenlik alanlarında yeniden borusunu öttürmek için uygun politikalar izlemeye çalışıyor. Potansiyel olarak, yakın geleceğin “süper güç”lüğüne aday olan Almanya ve Japonya ise, her alanda ABD ve diğer emperyalist ülke tekelleriyle mücadele ederek, şimdilik, ekonomik olarak daha güçlenecekleri politikalar izliyorlar. Özellikle de, Japonya D.Asya’da, Almanya Orta ve Doğu Avrupa’da egemenlik alanları yaratmaya çalışıyor. İngiltere ve Fransa ise, bir yandan Almanya’ya karşı bir dayanışmaya girerken, ABD ile de dirsek teması içinde birbirileriyle de mücadele ediyorlar.
Bugün, emperyalistler arasındaki mücadele henüz “barışçıl” bir biçimde sürüyor. Ama emperyalizmin karakteri göz önüne alındığında bu durumun uzunca bir süre sürmesi de beklenemez. Tersine, bu durum geçicidir ve kaçınılmaz olarak, bu en önde gelen emperyalistler, kendi aralarında yeniden bir paylaşım için, “barışçıl olmayan” araçları da kullanmaya hazırlanmaktadırlar. Özellikle Japonya ve Almanya’nın dünyanın bugünkü, ABD’nin en büyük payı aldığı, paylaşımına uzun süre sessiz kalması beklenemez. Çünkü emperyalist sistem, kaçınılmaz olarak ekonomik güç kadar hegemonyayı da zorunlu kılar. ABD’ne kredi açacak kadar büyüyen Alman ve Japon emperyalizmi, onun patronluğuna ne kadar zaman razı olabilir? Elbette bunu ve emperyalistlerin nasıl kamplaşıp dünyayı kana bulamak için hangi bahanelerle ve hangi araçlarla birbirlerinin egemenlik alanlarına saldıracaklarını yakın gelecekte daha açık görebileceğiz.
Körfez Savaşı neyi kanıtladı?
Emperyalist ve revizyonist dünyanın propagandacıları, son 5-6 yıldır, “evrensel barış” ve “evrensel adalet” propagandasını yoğunlaştırmış, 1980’lerin sonunda ise bu propagandayı had safhaya çıkararak, dünya kamuoyunun çok geniş kesimlerini de, çizdikleri pembe tablolara inandırmışlardı. Dünyada barışı tehdit eden “Stalinist sosyalizmim hesabı görülmüş, emperyalistlerin denetiminde “bütünleşmiş”, “savaşların olmadığı, olmayacağı” bir dünya için her şey hazırlanmıştı. Ne var ki, tam bu propagandanın bütün meyvelerinin toplanacağı bir zamanda, Körfez Krizi çıkageldi. ABD’nin başını çektiği emperyalist-gerici Koalisyon, “2. Dünya savaşından buyana yapılan en büyük askeri yığınağı” yaparak, en geliştirilmiş silahlarını deneyerek, Vietnam’a 10 yılda attığı bombadan daha çoğunu bir ay içinde Irak halkının başına yağdırarak, on binlerce Irak’lı sivili katlederek, savunduğu “barış” ve “adalet”‘in ne menem bir barış ve adalet olduğunu bütün dünyanın gözleri önüne serdi.
Körfez savaşı, sadece emperyalizmin nasıl bir “barış” kurmak istediğini göstermedi, “yumuşadı” ya da “yok oldu” denilen emperyalist dünyanın bütün çelişmelerinin üstündeki örtüleri de kaldırarak, istikrarsızlık, adaletsizlik ve özgürlüksüzlüklerin kol gezdiği bir dünyada yaşandığını kanıtladı. Sadece Ortadoğu’nun bile, bütün dünyayı ateşe verebilecek çelişmeleri bağımda taşıdığım, Arap-İsrail sorunu yanı sıra, boyudan itibariyle onu da aşan, bir Arap-Arap, Arap-Kürt, Türk-Kürt, İran-Kürt sorunu, bütün Ortadoğu halkları için bir özgürlük ve bağımsızlık sorunu olduğunu, bu sorunların görmezden gelinemeyeceğini de ortaya koydu.
Elbette ki, dünya kamuoyu sadece burjuvazinin oluşturduğu “tek biçimli” bir kamuoyu değildi. Sayı olarak az bir kesimini etkilese de, Marksist dünya görüşüyle değerlendirilen, emperyalistlerin çizdiklerinden başka bir dünya tablosu da vardı. Onlar dünyayı emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda biçimlendirdiğini, bu yüzden de bütün “barış” ve “adalet” propagandasına karşın, gerek birer birer ülkelerde burjuva proleter çelişmesinin, gerekse dünya ölçüsünde ezilen halklarla emperyalistler, emperyalistlerle emperyalistler arasındaki çelişmelerin bütün nitelikleriyle sürdüğünü, sadece sürmekle kalmayıp giderek şiddetlendiğini de vurguluyorlardı. Örneğin TDKP’nin, 1990 Şubat Konferansı’nda Ortadoğu’daki gelişmelere şöyle vurgu yapılıyordu:
“Bugün bütün büyük güçlerin dikkatleri Doğu ve Batı Avrupa’da, Balkanlar’da ve Sovyetler Birliği’nde toplanmış olmasına karşın, Ortadoğu (Filistin- Lübnan, Süveyş) stratejik önemini ve uluslararası gerginlik bölgesi olma özelliğini kaybetmiş değil, aksine artırmıştır. Bu bölge petrol ve petrol yolları bölgesi olmasından dolayı büyük önem taşımasının yanı sıra, Akdeniz ve Avrupa’ya ulaşma ve egemen olma açısından da önem taşımaktadır. Büyük emperyalist güçleri bugün ve gelecekte egemenlik çatışmasına zorlayan en önemli gerginlik bölgeleri Avrupa ve Ortadoğu’dur…” (TDKP Şubat (1. Genel) Konferansı Belgeleri, s.347-348)
Körfez krizi ve savaşı boyunca olup bitenler ve sonraki gelişmeler göz önüne alındığında, savaş sonrası gelişmeler henüz mantıki sonuçlarına varmamış olmasına karşın, şu saptamalar, daha şimdiden, yapılabilir
*) ABD emperyalizminin başını çektiği emperyalist-gerici cephe; bir yandan savaşa hazırlanırken, öte yandan bütün bu hazırlıktan “evrensel barış”, “uluslararası adalet” ve “Kuveyt’in KKTH” için yaptığını propaganda ediyordu. Ama kriz ve savaş sırasında açıkça ortaya çıktı ki; ne barış, ne adalet, ne de Kuveyt’in bağımsızlığı emperyalistlerin umurunda değildir. Onlar, orada, her şeyden önce emperyalist çıkarları korumak ve garanti altına almak için bulunmaktadırlar. Dahası, bütün dünya halklarına ve emperyalist-kapitalist sisteme başkaldıracak herkese gözdağı vermeyi amaçlamışlardır. Ve açıkça şu mesajı vermeye çalışmışlardır eğer benim çizdiğim çerçeve içinde yaşamayı kabul ederseniz, “barış” ve “demokrasi” olacaktır, eğer benim çıkarlarıma zarar verecek tutumlara girerseniz, teknolojinin en son ürünü olan silahlarım, sınırsız askeri gücümle ezilmeyi, yok edilmeyi göze almalısınız!’
Emperyalistlerin vaat ve gözdağı için yürüttüğü kampanya neyi amaçlarsa amaçlasın, Saddam yönetimi bahane edilerek, on binlerce Iraklı sivilin, kadın ve çocuğun emperyalist-gerici Koalisyon güçlerinin silahlarıyla öldürülmeleri, her şeyden önce Orta Asya’dan Fas’a kadar uzanan 300 milyonluk İslam dünyası gözünde emperyalistlere karşı büyük bir öfkenin kabarmasına yol açarken, dünyanın her köşesindeki, emperyalist propagandanın uyuşturduğu savaş aleyhtarı güçleri de ayağa kaldırdı. Paris, Berlin, Washington, Londra vb. emperyalist ülkelerin büyük kentleri, haftalar boyunca, gece ve gündüz milyonlarca emekçinin, aydının haykırışlarıyla doldu. Kısacası emperyalist silahlı saldın, gerek emperyalist ülkelerde, gerekse yeni sömürge sistemine bağlanmış ülkelerde son 5-6 yılda elde ettiği “barış’, “adalet” vb. hayalleri ile ilgili avantajları önemli ölçüde kaybetti. Emperyalistlerin,”adalet” ve “barış”ı sadece kendi çıkarları ile ilgili gözettiği, özellikle Irak yönetiminin Kürtlere karşı giriştiği ve bir jenoside dönüşen kitle kırımı karşısında soğukkanlı bir “izleyici” olarak kalmasıyla daha da açığa çıktı. Kendi ülkesini savunmak için tek bir kurşun atmayan “Kuveyt’in bağımsızlığı” için son 45 yılın en kanlı savaşlarından birisini yürütmekten çekinmeyen emperyalistlerin, Kürtlerin özgürlük isteği ile ayaklanmasının bir katliama dönüşmesi karşısında ne “adalet” ne “ulusun kendi kaderini tayin hakkını” ne de “barış”ı aklına getirmeyen emperyalistlerin bundan böyle yürüteceği demagojik propagandanın eskisi kadar etkili olamayacağı çok açıktır.
*) Emperyalist büyük devletler, saldırının etkinliğini arttırmak ve aralarındaki çelişkilerin su yüzüne çıkmasını önlemek için, savaş öncesi yoğun bir diplomasiyle, Irak’a karşı “bütün uygar dünyanın birleştiği, çelişkisiz bir dünya birliği kurdukları” imajım vermeye çalıştılar ve bu alanda da yoğun bir propaganda yürüttüler. Ama kriz ve savaşın seyri açıkça gösterdi ki; “ilkelerde” sağlanmış gözüken “birlik” ne gerçek bir birliktir, ne de sağlanabildiği kadarıyla bile uzun vadelidir. Japonya ve Almanya, bu “pis” savaştan olanaklı olduğu ölçüde uzak durmayı, savaşın ekonomik ve politik faturasının ABD’nin üstüne yıkılmasını gelecekteki çıkarları için uygun bulurken, ABD ve Batı sermayesine, teknolojisine acil ve hayati bir ihtiyaç duyan SB, her fırsatta kendi farkını ortaya koymaya özel bir önem verdi ve Ortadoğu hegemonya mücadelesinde var olmaya devam edeceğini belli etti. Daha savaş sürerken, “Kuveyt’in yeniden imarı”nın ihalesini ABD tekelleri tek başına üstlenince İngiltere ve Fransa büyük patronlarına sitem etmekten geri durmadılar, özellikle Fransa, ABD’den farklı bir tutum takınmaya önem vermek ihtiyacını duydu; savaş sırasında bile “uzlaşıcı” olmaya özen gösterdi.
Girişilen silahlı savaşın patronluğunu üstlenen ABD, bölge ve anti-emperyalist uyanış içindeki halkların bilincinde yeniden, bağımsızlık ve özgürlüklerinin “baş düşmanı” konumuna yükselirken, Koalisyonda yer alan bölge ülkeleri ve bölgedeki gerici Arap şeyhliklerinin bundan böyle ne kadar süre iktidarlarını sürdürebilecekleri de tartışılmaya başlandı. Halklarının gözünde ebediyen değişmeyecekmiş gibi görünen Şeyhliklerin durumu istikrarsızlığın batağına sürüklendi. Bu ise; bölgede “istikrarın korunması” için yürütülen kanlı savaşın, bu amacına erişemediği gibi, savaş öncesi “istikrarı” bile koruyamayacağın m göstergesi oldu. Bunun içindir ki, bu durum emperyalistleri, daha dün “cani”, “katil”, “devrilmesi gerekir”, “Hitler’ciler gibi savaş suçlusu olarak yargılanması gerekir” dedikleri Saddam’ı, Kürt ayaklanması karşısında desteklemek zorunda bıraktı. “Tek bölgenin istikrarı bozulmasın da Saddam’la da barışabiliriz” diyorlar şimdi.
Emperyalistlerin kurmaya çalıştıkları “evrensel barış”, “dünyanın barışçı birliği” işte böylesi keskin çelişmeler ve bunlar üstünde yükselen karşıt çıkarları barındırmaktadır. Bu yüzden de, her “istikrar” çabası, “istikrarı” sağlamak için baş vurulan her önlem, sadece yeni istikrarsızlıkların ve kargaşaların kaynağı olmakta, sistemin bütün çelişkilerinin birbirini etkileyerek büyümesine yol açmaktadır.
*) Körfez krizi ve savaşı, sadece emperyalist dünya sisteminin siyasi, askeri, diplomatik plandaki istikrarsızlıklarım açığa çıkarmakla kalmadı; başta ABD olmak üzere, emperyalist dünyanın ve ona bağlanmış yeni sömürge ülkelerdeki ekonomik sistemin istikrarsızlığını da açığa çıkardı. Yüz milyarlarca doları bulan savaş harcamaları, petrol üretimi ve finans dünyasının sarsıntıya girmesi, emperyalist dünya pazarındaki krizi derinleştirdiği gibi, emperyalizme bağımlı geri ülkelerdeki ekonomileri de içinden çıkılmaz biçimde sarstı. Birleşik Almanya gibi, geleceğin süper gücü bir ülkenin bile savaş harcamaları ve krizin yükünü azaltmak için “savaş vergisi”ne başvurmak zorunda kalacağını açıklaması, ABD bütçe açığının tarihinin en yüksek düzeyine ulaşması savaşın bu ülkelerin ekonomilerine yaptığı sarsıntının bir yansımasıdır. ABD başta olmak üzere, savaşa katılan ülkeler ekonomilerini iyice zora sokan savaş harcamalarım Almanya, Japonya, petrol şeyhliklerinin parasal destekleri ve Irak’ın petrol gelirlerine el koyarak kapatmayı amaçlıyorlarsa da, savaşın getirdiği yıkım petrol şeyhliklerini emperyalistleri rahatlatacak bir kaynak aktarımından alıkoyacak gibi görünürken, Almanya ve Japonya’nın ellerini ceplerine atacaklarına dair de hiç bir belirti yoktur. Tersine onlar, ABD ve müttefiklerinin ekonomilerinin zayıflamasını ellerini ovuşturarak bekliyorlar. Irak’ın petrol gelirlerine el konması ise, gerek Irak’ın yanmış yıkılmış olması, gerekse bu el koymanın yol açabileceği karşı tepki emperyalistlerin “zararlarını” buradan da kapatamayacağım gösteriyor. Kuşkusuz ki, emperyalistler, bugünkü dünya sistemi sürdükçe, krizin yükünü Ortadoğu ve diğer geri kalmış ülkelerin halklarının ve kendi emekçilerinin üstüne yıkabilirler, ama bunun faturası bu ülkelerde daha büyük istikrarsızlık ve kargaşaları göze almak, bu ülkelerdeki uşak hükümetleri başkaldıran halkların ayaklan altına atmak olacaktır. Bu yüzden de emperyalistler, “emperyalist bir barış dünyası” propagandası yaparken, her gün bir başka yerde çatışmaların, ayaklanma ve savaşların önlenemediği, önlenemeyeceği bir dünyanın kapısını aralamışlardır.
*) Son yıllarda emperyalistler, çizmeyi aşan kimi küçük ülke diktatörlerini alaşağı ederken; (Nikaragua, Romanya , D. Almanya vb.)bu ülkelerde, “insan hakları”nın ihlal edildiğini, “demokrasi”nin olmadığını, ya da Doğu Avrupa’da olduğu gibi, “azınlıklar üstünde baskı” olduğu, “halkların kendi kaderlerini tayininin gerçekleşmesi” için müdahale ettiklerini propaganda ediyorlardı. Bu propaganda, Irak’a karşı yürütülen kampanya ve savaş içinde daha yoğun işlendi. Ama savaş, emperyalistlerin çıkarlarıyla sınırlıydı ve bu sınırda durduruldu. Nitekim savaş sonrası patlak veren Kürt ayaklanması karşısında, Saddam diktatörlüğü kimyasal silahlar dâhil her yolla, Kürt halkını ezerken, çocuk, kadın, yaşlı, genç ayırımı yapmadan bütün bir ulusu yok edecek bir katliama başvururken, ülkesini savunmak için tek kurşun atmayan Kuveyt ya da Skut saldırısında ölen üç İsrailli için ağıtlar yakan, “insan hakları, devletler hukuku, özgürlük, bağımsızlık, KKTH” üstüne titreyen emperyalistler, Kürt katliamı için “üzüntü” bildirmekten öte bir tepki göstermedikleri gibi; Saddam’a, ayaklanmayı bastırmak için her yola başvurması için yeşil ışık yaktılar. İlk günlerde uçakların ve helikopterlerin kalkmasını engellediler, ama Kürtlerin üstünlüğünü fark edince, “Koalisyon güçlerini hedeflemeyecek”, onları tehdit etmeyecek uçuşları açıkça serbest bıraktılar. Ne insan hakları, ne demokrasi idealleri ne de ulusun kendi kaderini tayin hakkını savunmak akıllarına gelmedi.
“Irak’ın toprak bütünlüğü”, Saddamlı ya da Saddamsız bir Irak, onlar için nerede duracağı belli olmayan bir Kürt ayaklanmasına göre çıkarlarına uygundur ve Ortadoğu’da kurmak istedikleri “yeni düzen”de Irak’ın yerini belirlemişlerdir.
Kürt ayaklanmasının yenilgisi emperyalistler için bir kazanç olacaktır. Ama bu sadece geçici bir durumdur. Çünkü Kürtler, gözlerini emperyalistlerin gözünden ayırmayan bugünkü gerici önderliklerinin niteliğini gördükleri kadar, kendilerine karşı işlerine geldiğinde “göz kırpan” emperyalistlerin niyetlerini de anlayacaklar; kendi amaçlarına, kendi güçleri ve bölgedeki diğer halklarla birleşerek varacaklarım da daha iyi anlayacaklardır. Bu güne kadarki sayısız Kürt ayaklanmasında emperyalistlerin yüzü bu kadar açık değildi ve onlar amaçlarını çeşidi örtülerle örtmüşlerdi. Ama artık Ortadoğu’nun çelişmeleri hiç kimsenin rolünün üstünün örtülmesine izin vermeyecek kadar su yüzüne çıkmıştır. ABD ve diğer emperyalistlere, bölgede emperyalizmin hizmetine koşulmuş gerici hükümetlere duyulan nefreti artık hiç bir güç Kürtlerin yüreğinden söküp atamayacaktır.
*) Dünya kapitalizmin derinleşen krizi ve bunu daha da kışkırtan savaşın getirdiği yükler, yeni kriz etmenleri olarak dünya kapitalizmini daha çok etkilemektedir. Bu ise, emperyalist ülkeler arasındaki paylaşım mücadelesini olduğu kadar, krizin yükünü sırtlamak istemeyen emperyalist ülke işçi sınıfı ve emekçileri ile ezilen halkların mücadelesinin yükselmesinin olanaklarını da artırıcı bir rol oynamaktadır. Kriz derinleştikçe devrimci etmenlerin rolü de kendisini daha çok duyuracaktır. İleri ülkelerin proletaryası ve emekçileri, daha şimdiden savaş faturalarını ödemeyi reddeden bir tutum içine girerken, emperyalizme uşaklık eden yeni sömürge ülkelerdeki hükümetler güç ve prestij yitirmekte, bu ülke halkları içinde İslamcı, milliyetçi motifler taşısa da an ti emperyalist bir kabarış da kendisini derinden hissettirmektedir.
Bugün, emperyalizmin öngördüğü “yeni düzen”i için, her biri kendi başına bir başkaldırı etmeni olan şu sorular bile, Ortadoğu da emperyalizmin bir çıkmaza saplandığının belirtisidir: Arap-İsrail, Filistin-İsrail sorunu nasıl çözülecektir? Irak-Kürt, Türk-Kürt, Irak-İran, Lübnan-Suriye-İsrail sorunlarına nasıl bir çözüm getirilecektir? Emperyalizmin dayanaklarıyken bugün birer Amerikancı kukla devletlere dönüşen, itibarı beş paralık olmuş Arap Şeyhlikleri hangi payandalarla ayakta tutulacak, şeyhliklerle halklar arasında bir “uzlaştırıcı” formül bulunabilecek midir? Kuzey Afrika’daki Müslüman ülkelerdeki anti-emperyalist başkaldırı hangi “barışçı” yollarla denetim altına alınacaktır? Ortadoğu pastası paylaşılırken, emperyalistler-arası “barış” ve “işbirliğini” hangi “sağduyu” sağlayabilecek, dahası savaşın acısını yaşamış, emperyalizme öfke dolmuş bölge halkları pastanın paylaşımına seyirci bırakılabilecek midir?
Emperyalistler.Ortadoğu savaşma kendi egemenliklerini sağlamlaştırmak, dünya halklarına gözdağı vermek için başvurmuşlardır. Ama olgular öyle gösteriyor ki; onlar, açtıkları bu savaşla kendi egemenliklerinin temellerini sarsacakları bir yola girmişlerdir. Savaş sürecinde ve somasında ortaya çıkan bütün belirtiler, emperyalistlerin, İ980 ortalarından itibaren, sosyalizme, devrimlere, halklara ve proletaryaya karşı elde ettikleri üstünlüğün sona ereceği bir dönemece geldiklerini göstermektedir. Ki; bu aynı zamanda halkların, proletaryanın, devrimci demokratik güçlerin emperyalizme ve kapitalizme karşı hareketinin yeni bir yükseliş dönemecine geldiğinin de ifadesidir. Bu dönemeçte, mücadelenin nasıl ve ne biçimler altında kendini ortaya koyacağını söylemek bugünden olanaksızsa da, nesnel bakımdan böyle bir sürecin başladığını, emperyalizmin, kapitalizmin temellerine yönelen bir mücadelenin kendi yolunu kaçınılmaz bir biçimde açacağını söylemek gerçeğin kendisini ifade etmek olacaktır.
Bugün, dünyanın neresinde olursa olsun, hangi ulusa mensup bulunursa bulunsun devrimci işçinin, sosyalistin, gerçek bir ulusal kurtuluşçunun, gerçek Marksist bir partinin dikkatini asıl yoğunlaştıracağı temel gerçek işte bu olmak durumundadır. Bu gerçeği görmeyen, dikkatini asıl buraya çevirmeyenlerin bu dönemin kendisine yüklediği tarihsel görevi kavraması, bu göreve hazır olması beklenemez. Çünkü devrim etkenlerini derinleştiren olay ve olgular, kendi başlarına kaldığında, devrimci bir müdahale olmadığında, sadece kargaşayı arttırır ama Olumlu sonuçlara yol açamazlar. Bu yüzden de, sadece gelişmeleri izleyip, bu gelişmelerin seyrinden mutluluk duyup hayale dalmak devrimci bir tutum olamaz. Kaldı ki; bugün emperyalizme karşı halkların mücadelesinin ön saflarında yer alan Ortadoğu’nun çeşidi halkları burjuva ve burjuva-feodal etkiler altındadır. Öte yandan emperyalizm ve kapitalizme karşı mücadelenin bel kemiğini teşkil eden çeşitli ülke proletaryaları reformcu, revizyonist ideolojinin uyuşturucu etkisini yıkamamışlar ve anti-emperyalist mücadelenin zaferi için bile zorunlu olan gerçek Marksist partilerin proletarya ve emekçi sınıflar içindeki etkisi henüz çok cılızdır. Bunlar, başlamış olan yeni dönemde de mücadelenin temel zaafı ve zayıflığıdır. Ama bu gerçekten çıkarılacak olan sonuç “çaresizlik” ve “karamsarlık” olamaz. Çünkü emekçilerin hareketinin devrimci bir çizgiye çekilmesi ancak yükselen hareket içinde olanaklıdır ve bu bilinç ile davrandığı, bunun gereklerinin yerine getirildiği ölçüde, sınıf üstündeki reformcu etkiler, kurtuluş mücadelesi önündeki burjuva, burjuva-feodal barikatlar, olağan zamanlarda hayal edilemeyecek bir çabuklukta, dağılacaklardır. “Üç güne sığan yirmi yıllar” böyle dönemlerde yaşanır çünkü.
Kısacası, son beş-altı yıllık gelişme içinde, devrime ve sosyalizme saldıran emperyalist ve revizyonist odaklar, mücadeleye verebilecekleri bütün zararları verirken, kendi yüzlerindeki örtüyü de atmak zorunda da kalmışlardır. Onların halkların ve proletaryanın bilincinde yarattığı yanılsamanın kırılması için koşullar bugün düne göre daha elverişli hale gelmiştir. Bu yüzden de, geçmiş beş yıla göre bugün, devrim ve sosyalizme daha yakın bulunulduğunu söylemek bir abartma değil, gerçeğin kendisi olacaktır.
TÜRKİYE’NİN BUGÜNKÜ ULUSLARARASI VE SİYASİ DURUMU
Emperyalizmin uşağı egemen sınıflar ve gericilik, 12 Eylül darbesinden bugüne Türkiye’nin “itibar” kazandığını, “komşu” ülkelerde ve Doğu Blok’unda istikrasızlık, savaş ve kargaşalar sürerken, Türkiye’nin, “istikrar” içinde “kalkınarak”, “çağ atladığı”nı, “2000’li yıllarda dünyanın on ileri ülkesinden birisi” olacağı konusunda, on yılı aşkın bir süredir yüksek perdeden propaganda yürütüyor. Emperyalistlere el açma, IMF’nin dayatmalarına boyun eğme, emperyalizme dalkavukluk, kamuoyuna “itibar” artması ve “güçlenmenin ifadesi” olarak sunuldu, sunuluyor.
Oysa gerçekte bu dönem; itibar artması bir yana, Türkiye’nin uluslararası alanda sürekli olarak itibar kaybettiği, emperyalist siyasi ve ekonomik dayatmalara karşı, geçmiş dönemlerle kıyaslandığında bile en zayıf olduğu, “serbest pazar ekonomisi” ve “al-satçılık”ın yüceltilip üretici güçlerin artan oranda tahrip edildiği, bu nedenlerle de kriz unsurlarının, ekonomik ve siyasi yaşamı her gün yeni çalkantılara ittiği bir dönemdi.
Bu “istikrar” ve “çağ atlama” döneminde, eskiden devir alman sorunlara yenileri eklenmiştir. Kıbrıs-Ege-Ermeni sorunlarına, Bulgaristan Türkleri, İran’a düşmanca ilişkiler, Irak ve Suriye ile sorunlar, en önemlisi de Kürt sorunu eklenmiştir ki; bu sorunlar, bugün de açıkça görüldüğü gibi, öyle “iyi niyetle” ya da “basitçe” çözülecek sorunlar değildir. Dahası bu sorunlarla bağlantısının yanı sıra Kürt sorunu, bir “azınlık sorunu”nun ötesine geçerek, Türk egemen sınıfları için bir varlık yokluk sorununa dönüşmüş, uluslararası siyaset alanında Türkiye’yi “savaş yürütülen ülkeler” kategorisine sokmuştur.
Emperyalist ülkeler için Türkiye, dün olduğu gibi bugün de, Ortadoğu’da bir “ileri karakol”, Ortadoğu ülkelerine bir “atlama taşı”ndan başka bir şey değildir. Nitekim “itibarımız arttı” denilen dönemde Türkiye, bütün Avrupa forumlarından dışlanmış, AET’deki ve Avrupa Konseyi’ndeki ilişkileri ya durdurulmuş ya da asgariye indirilmiş, itilen kakılan bir ülke durumuna düşürülmüştür. Cunta döneminden sonra, “demokratik rejime” geçildiği iddia edildikten sonra bile, Türkiye bugüne kadar Avrupa’nın hiç bir kurumunda 1980 öncesi pozisyonunu kazanamamıştır. 1987’deki AT’a “tam üyelik” başvurusu ‘komisyonlara havale” edilerek askıya alınırken, son yıllarda, Doğu Avrupa’daki gelişmelerden sonra, AT üyeliği gelecekte bile gerçekleşemez bir hayale dönüşmüştür. Bu yüzdendir ki Özal, Avrupa ve ABD’nin Türkiye’ye en çok ihtiyaç duydukları, hamasi nutuklarla Türkiye’yi övdükleri bir dönemde. Körfez krizi içinde, “artık AT’a girebilmemiz olanaklı görünmüyor” demek zorunda kalmıştır.
1980’lerin ortalarından itibaren, SB ve D. Avrupa’daki gelişmelere bağlı olarak, Warşova Paktı’nın çözülmesiyle birlikte, Türkiye’nin Batı için “önemi”, onur kinci bir tarzda tartışılmaya başlanmış, böylece Batılıların gözünde Türkiye’nin “ucuz asker deposu”, pohpohlanarak savaşlara sürülecek, ya da uluslararası forumlarda ihtiyaç duyuldukça kullanılacak bir ülke olduğu iyice açığa çıkmıştır. Böylece emperyalistlerin Türkiye’ye, gerici egemen sınıfların iddia ettiği gibi, onurlu bir dost ve müttefik, “karşılıklı eşitlik”, “içişlerine karışmama” ilkelerine uygun davranacakları bir ülke olarak bakmadıkları açıkça görüldü. Tersine onlar, soruna tümüyle kendi çıkarları açısından bakıyorlar, bu çıkarlarda Türkiye’nin rolü neyse öyle bir değer biçiyorlar. Bunu, itiraf etmeseler de, egemen sınıflanınız ve onların her soydan siyasetçileri de anlamış olduklarından, “NATO olmasa da, Türkiye emperyalistlere Ortadoğu’daki çıkarları için gereklidir, aman bizi terk etmeyin” diye efendileri önünde diz çökmektedirler. Körfez savaşında bu ölçüde gözü kara davranmalarının arkasında yatan “nedenlerden birisi de bu, “önemlerinin azalmadığını” göstermek olsa gerekir.
Emperyalistler, olası bir devrimci ayaklanmaya karşı bir önlem olarak getirdikleri 12 Eylül Cuntasını ve arkasından gelen ANAP hükümetini, ekonomik siyasi, diplomatik vb. her biçimde desteklediler. Emperyalizmin işine böylesi geldiği için bunu yaptılar. Ama ne kendi destek ve direktifleri ile işbaşına gelen Cuntayı, ne de gelmiş geçmiş en emperyalizm yanlısı Türk hükümeti olan ANAP hükümetini kendileriyle eş düzeyde görüp, buna uygun tutum takındılar. Tersine, olabilecek herhangi hükümete davrandıklarından daha hoyrat, “biz istemesek bile bize hizmet sunarlar” yargısıyla davrandılar, davranıyorlar.
“İstikrar” belirtisi olarak, ekonominin “hızla büyümesi”, “İhracatın artması”, “döviz bolluğu”, büyük tekellerin olağanüstü genişlemesi gösterildi. Pembe tablolar çizilip; bunlar, büyükbaşın, TV ve radyo aracılığı ile yayılarak ülkenin büyük bir ekonomik atılım içinde olduğu imajı yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Ama bütün bunların, her yıl büyüyen dış borç, resmi rakamlarla bile % 50-100 arasında değişerek her yılki hedefi ikiye katlayan enflasyon, Türkiye’nin dünyanın işçi ücretinin en düşük bir kaç ülkesinden biri yapılması, varolan gerici sendikaların bile işlevsizleştirilip, grev hakkının anlamsızlaştırıldığı, bununla da yetinmeyip; uzunca bir zaman ekonomi dışı zor kullanılarak yığınlar üstündeki sömürünün akıl almaz boyutlara varması, en temel girdilerden çekilen sübvansiyonun tekelci ticaret şirketlerine verilmesiyle gerçekleştirildiği saklanmaya çalışıldı. Kaldı ki, bu dönemde hiç bir ciddi sanayi yatırımı yapılmadığı gibi, birçok işletme ya kapatılmış ya da batmaya terkedilmiş, rakamlar alıp-satma ile şişirilirken, bütçe açıklan, enflasyon, zam ve kamu kuruluşlarının “özelleştirme” adı altında, yok pahasına emperyalist tekellere devredilmesiyle kapatılmaya çalışılmıştır. Bütün bu dönem ülke ekonomisinin dolaysız IMF’nin direktifleri doğrultusunda yönetildiği bir dönem olmuştur.
İşte gerici egemen sınıflarımızın ve onların siyasi temsilcileri ve propaganda merkezlerinin “itibar kazandık”, “çağ atladık” diye övündükleri durum budur.
12 Eylül darbesinin amacı, sadece güncel devrimci hareketi bastırmak değildi elbette. Sonradan da açıkça ortaya çıktığı gibi, 12 Eylülcü generaller kliği, bir yandan azgın bir terörle devrimci hareketi bastırıp devrimci örgütleri dağıtırken, öte yandan da; 1980’lere gelindiğinde toplumsal hareketin önünde yürümeye başlayan işçi sınıfı ve emekçi sınıf hareketini de bastırmaya çalıştı. Grevleri yasaklayarak, sendikaları kapatarak işe girişen cunta, egemen sınıflan da birleştirdi ve üç yıl süreyle her kıpırdanışı, en masum istekleri, kana ve ateşe boğarak, ülkeyi egemen gerici sınıflar için “dikensiz bir gül bahçesi”ne dönüştürmeye çalıştı. Ve “zaferini”, bir “hilkat garibesi” olan 1982 Anayasası ile taçlandırdı. Bu Anayasa’nın ruhuna uygun olarak, basın, sendikalar, grev ve lokavt, dernekler vb. yasalar yeniden düzenlenerek, geçmişin bir kazanımı olarak yasalara geçen özgürlük kırıntıları da ortadan kaldırılarak, “haklar” kâğıt üstünde birer yazıdan ibaret hale getirildi.
1983’de siyasal iktidarı ele geçiren ANAP, egemen sınıflar için, dizginsiz sömürü ve baskı için bütün koşulların hazırlanıp, olanakların ellerine verildiği (‘Taşların bağlanıp köpeklerin salıverildiği”) bir ortam buldu. Cunta’nın biraz geriye çekilip, Çankaya ve MGK’da üstlendiği koşullarda, onlarla aralarında en küçük bir ciddi görüş ayrılığı olmadan ülkeyi yönetmeye koyuldular. Bu baskı ve terör döneminin yığınlar üstündeki “şok”unun atlatılması için hayli uzun bir zaman gerekti ve ancak,1987’den itibaren emekçi sınıf hareketi yeni bir yükselişe geçebildi.
“Görünüşte grev hakkı bulunsun ama grev yapmak da olanaksız olsun” biçimindeki, TİSK, MESS gibi patron kuruluşlarının görüşleri doğrultusunda hazırlanan grev ve sendikalar yasalarına karşın, işçi sınıfının mücadelesi, önüne dikilen barikatlara rağmen ilerledi. 1988 geniş işçi direnişleri ve 1989’da, bir milyonu aşkın işçinin katılımıyla gerçekleşen “Bahar Eylemleri”, tarihinde hiç olmadığı kadarıyla işçi sınıfım mücadelenin merkezine getirip oturttu. 1990-91 işçi sınıfı eylemleri, 200 bini aşan grevci sayısı ve Zonguldak madencilerinin büyük grev ve eylemleriyle zirvesine ulaştı.
Döneme bir bütün olarak bakıldığında, şu saptamalar hemen yapılabilir:
Ortadoğu gibi, emperyalist kapitalist dünyanın en karmaşık ilişkilerinin iç i.e geçtiği, emperyalist ülkelerin çıkar çatışmalarının Odaklaştığı bir bölgede yer alan Türkiye, bir yandan bütün bu çelişki ve çatışmaların bir yanında yer alırken öte yandan da, hızla gelişen genç işçi sınıfı ve devrimci dinamiklerin büyümesine elverişli ortamıyla, 1970’Ierin sonunda egemen sınıflar diktatörlüğü tarafından “yönetilemez” bir ülke durumuna gelmişti. Emperyalistler ve iç gericilik, iktidarlarını sağlamlaştırmak, diktatörlüğün gediklerini kapatarak, emekçi sınıflar üstünde baskı ve terörü yeniden ve tam olarak uygulayabilecek bir güce kavuşturmak için 12 Eylül darbesine başvurdu. Anayasa’dan başlanarak, bütün belli başlı yasalardaki gedikler kapatıldı, mücadelenin yükselişi içinde dayanılabilecek olası bütün yasal dayanaklar ortadan kaldırıldı. Ordunun siyasi alandaki etkinliği artırılırken, parlamento, siyasi partiler, hükümet vb. kurumlar, MGK’nın açıkça birer alt organına dönüştürüldü. Her tür muhalefetin silah zoruyla bastırıldığı koşullarda, emperyalizme ekonomik ve siyasi bakımdan kölelik bağları pekiştirildi. Emperyalist-kapitalist kültürün en yoz değerleri, din ve feodalizmin çürümüş değerleriyle “sentez” edilerek; eğitim kurumlarından devlet dairelerine, basından TV’ye her kurum ve iletişim aygıtlarıyla, resmi devlet politikası olarak, topluma mal edilmeye çalışıldı. 12 Eylül cuntacıları, 1983’de iktidara gelen ANAP ve arkasındaki gerici egemen sınıflar, artık ülkede radikal, devrimci bir kitle hareketi ve devrimci hareketin yaşamasının olanaksız olduğu koşullan yarattıklarını düşünüyorlardı. Ama hiç de öyle olmadı. 1984’den itibaren, radikal bir Kürt mücadelesi ve daha sonraki yıllarda ise, işçi sınıfının başını çektiği yığın mücadelesi yükselmeye başladı. Daha 1989’a gelmeden 12 Eylül darbesinin ve buna dayanarak yapılan düzenlemelerin uzun vadede bir değer taşımayacağı, taşımadığı görüldü. Dahası, emperyalist sermayenin desteğinde, işçi ve emekçi sınıflatın aşırı sömürüsüne dayanarak ayakta duran büyük sermayenin yükselen işçi ve emekçi sınıf hareketi karşısında manevra olanaklarının sonuna gelinmişti. Körfez krizi, büyük sermaye çevreleri ve onların çıkarlarının en has savunucusu olan ANAP ve generaller için bir kurtarıcı gibi görüldü. Ve savaş bahanesiyle fiili “savaş hali” uygulamaları, baskı ve terörle işçi ve emekçi sınıf hareketi bir an için geriye atıldıysa da, kriz ve savaş, aynı zamanda, Türk egemen sınıfların çözümsüzlüklerini, emperyalist sistem içindeki pozisyonlarını da açıkça ortaya çıkararak; Türkiye’yi, Ortadoğu’daki kargaşanın içine boylu boyuna çekti.
Körfez Savaşı ve Türkiye
Burada, her şeyden önce, şunu tekrar vurgulamakta yarar var: Emperyalistlerin Ortadoğu’ya yaptıkları büyük askeri yığınağın amacı; “Kuveyt’in kurtarılması” ile sınırlı değildir. Zaman zaman, emperyalist politikacı ve diplomatların da açıkça ifade ettikleri gibi, Kuveyt’in işgali onlar için, değerlendirilmesi gereken bir vesile olmuştur. Asıl amaç; Batı’nın “can damarı” olan petrolün ve petrol yollarının denetimi ve bunun asıl garantisi olarak da, Ortadoğu’da emperyalist “düzen” ve “sükûn “un korunması, artık bir patlama aşamasına gelen, Arap-İsrail, Lübnan, Filistin, Ürdün, Kürt sorunlarını yakın askeri denetime almaktır.
Bölgedeki emperyalist stratejinin amacı, Basra ve Süveyş arasında “tam sükûn”un sağlanması, petrol yollanın tehdit edebilecek gelişmelerin denetim altında tutulması ve bölgede, emperyalist çıkarlara aykırı olacak başkaldırıların askeri güçle de ezilmesidir.
Hiç kuşkusuz ki; böyle bir stratejide, bölgedeki emperyalizme bağımlı yeni sömürgeler içinde, gerek emperyalistlerle ilişkiler açısından uzun bir geçmişe sahip olarak, gerek oldukça güçlü bir ordu besliyor olması, gerekse de bölge de coğrafi ve tarihsel bağlarıyla, emperyalizm için en vazgeçilmez Ülkelerden birisi Türkiye’dir. Bu yüzden de Körfez krizi ve savaşı, Türkiye’yi bu savaş sonuçlarından en fazla etkilenen ülkelerden birisi durumuna getirmiştir. Dahası, kaderlerini emperyalistlerin bölgedeki başarılarına bağlayan, bağlamak zorunda kalan Türk egemen sınıfları, kriz içinde doğrudan yer alırken, savaşın yükünden de en çok etkilen ülkelerden birisi olmak zorunda kalmıştır. Bu yüzden de, Körfez savaşı genel olarak emperyalist sistemin bütün çelişmelerini açığa çıkarıp keskinleştiği gibi, Türkiye’deki bütün çelişmeleri de keskinleştirmiş, bu durum; egemen sınıfları hızla “yeniden yapılandırmaya” zorlarken, devrimci dinamiklerin büyümesi ve devrim etkenlerinin çoğalmasının da yolunu açmıştır. Bugün her demokratın, her devrimcinin, her Marksist’in ve tabii, bu düzenin gerçek muhalifi bütün örgüt ve partilerin dikkatlerini asıl üstünde toplaması gereken şey bu devrimci dinamikler ve etkenlerdir.
Elbette ki; Türkiye ekonomisi, Körfez krizi ve savaşı öncesinde de bir kriz içindeydi; ve Türk egemen sınıfları Körfez krizinde en öndeki savaş kışkırtıcısı rolünü oynarken, bu krizden karlı çıkacağı, belki krizine çare olacak bir takım olanaklar elde edebileceği düşüncesindeydi. Ne var ki, savaş içindeki ve sonraki gelişmeler bunun bir hayal olduğunu gösterdi. Kaba bir çıkar hesabıyla boylu boyuna içine dalınan körfez krizi, ekonomide tamiri zor gedikler açmış bulunuyor. Tekstil sektörü başta olmak üzere, metal, turizm, inşaat sektörleri durma noktasına gelirken, bu sektörlere bağlı yan sanayilerde bunalıma sürüklenmiş, zaten varolan işsizlik ikiye katlanırken, zam ve savaş vergileri yoluyla krizin yükü emekçi sınıflara yıkılmaya çalışılmaktadır. Bırakalım, Özal’ın sık sık ifade ettiği gibi “bir koyup üç” ya da “yirmi” almayı savaş, egemen sınıflara yeni yükler getirdiği gibi, Ortadoğu ve Arap ülkeleriyle ilişkilerini de tarihlerinin en gergin dönemine soktu.
Bugün artık şu açıkça görülüyor. Türkiye, Arap âleminde en çok ticaret yaptığı Irak, Libya gibi ülkelerdeki olanaklarını yitirmiştir. Dahası, Arap ve İslam halklarının gözünde Türkiye, Batı’nın Ortadoğu’daki “Truva atı”, hatta bir İsrail konumuna gelmiştir. Bu da, gerici diktatörlüklerin bulunduğu ülkelerle bile ilişkilerini gerginleştiren bir etken olarak büyümektedir.
Öte yandan şu da açıkça ortaya çıkmıştır: Türkiye, bugüne kadar izlediği politikalarla öylesine uluslararası sorunlara sahiptir ki, Batı emperyalizmi karşısında hiç bir manevra olanağına sahip değildir. Bu da, Türk egemen sınıflarının kendilerini “daha yüksek bir fiyata pazarlaması”nı önlemekte, emperyalistler için Türkiye’yi her türden şantaja açık bir ülke durumuna getirirken, Türk egemen sınıflarını da, Ortadoğu’da fiyatı en az uşak rolüyle yetinmeye zorlamaktadır.
Burjuvazi ve gericilik, içinde bulunduğu krizden dolayı, gerçek ücretleri düşürmeye, sürekli artan zamlar ve her çalışan işçiyi tehdit eden genişleyen işsizliğe karşın, yağmalama düzeyinde bir sömürü ve soyguna zorunludur. Bunun anlamı ise; bir yanıyla egemen sınıfların krizin yükünü işçi ve emekçilere yıkmaksa, öte yanı da işçi sınıfı ve halk hareketinin nesnel temellerinin genişlemesi demektir. Son yıllarda yaşananlar, işçi ve emekçilerimizi yeni ve büyük mücadeleler beklediğinin göstergeleridir.
Burjuva Parlamentarizmi Çöküş Sürecinde
Son yıllarda açıkça ortaya çıkan bir şeyde; 12 Eylülcülerin, “bir daha siyasi kriz olmasın”, “koalisyonlar olmasın!”, “istikrarlı bir siyasi ortam olsun” diye getirdikleri sistemin tümüyle çöküşüdür. “Veto”lar, yasaklar ve yasaklamalar üstüne kurulan siyasi sistem, yükselen işçi sınıfı hareketi ve Kürt sorunu karşısında burjuva siyasi partilerinin tutumuyla yığınlardan tecrit olmuş, eski ve “yeni” politikacıların ortaya çıkan sorunlar karşısında acizliği, onların yığınlar üstündeki etkisini erozyona uğratmıştır. Burjuva partilerinin birbirine sahte alternatifliliğine dayanan burjuva siyasi düzen, gelişmeler karşısında bütün inandırıcılığını yitirmiştir. Burjuva partileri birbirlerine karşı görünüşte bile bir alternatif olamamışlardır. ANAP’tan kopan kitle SHP ya da DYP’de karar kılmamış, kamuoyu yoklamalarının da açıkça gösterdiği gibi, partilerin oy oranı çok kısa süreler içinde olağandışı bir biçimde değişiklik gösterirken, hiç bir partiyi desteklemeyen kişilerin sayısı da hızla artmaktadır. Bu yüzdendir ki, oy oranı % 14’lere kadar gerileyen ANAP, parlamentodaki % 65 çoğunlukla temsil edilmesine karşı ciddi bir tepki almamıştır. Diğer şeylerin yanı sıra bunun bir anlamı da, yığınların gözünde diğer partilerin de ANAP’tan çok farklı görülmemesidir. Nitekim Nisan başında yapılan kamuoyu yoklamasına göre; ANAP % 12.6, SHP % 18.4, DYP % 21.5, DSP % 13.1,MÇP % 3.1, RP % 7.3, hiçbir partiyi benimsemeyenlerse % 24 dolayındadırlar. Burjuva propagandacılar bundan, DYP’nin 1. parti, seçim sonucunun ise;” koalisyon” olacağı sonucunu çıkarırlarsa da, oy oranlarının sürekli değişmesi (Burjuva partilerinin oy oranlarının değerlendirilmesiyle ilgili ayrı bir yazıyı önümüzdeki sayılarda yayınlayacağımızdan burada ayrıntıya girmeyeceğiz.) ve bütün partilerin %20 ve daha alanda oy alacağı düşünülürse (hiç bir partiyi desteklemeyenlerin %24’ye ulaşmasıyla birlikte) yığınlar gözünde burjuva partilerin itibar yitirdiği, onların yaşanan sıkıntılar ve ülkenin sorunlarına çözüm bulmakta birbirine alternatif görülmedikleri sonucu çıkar. Türk büyük burjuvazisi ve onun “gözde” kurumlan, hatta Özal bu durumun farkındadır. Bu yüzdendir ki; bu çevreler bütün işleri, Cumhurbaşkanı, “gözde” danışmanlar ve generaller arasında çözmekte, artık parlamento bir “asma yaprağı” olarak işlev göremez hale gelmektedir. Ülke asıl olarak MGK tarafından yönetilmekte, Cumhurbaşkanı ise, hükümet kararnameleri (KHK) ve bazen de ANAP grubuna verdiği direktiflerle bu fiili yönetime “meşruiyet” kazandırmaktadır. Hükümet de bu durumu açıkça kabullenmekte, “Kürt dilinin serbest bırakılması”, “141-142-163’ün kaldırılması”, “Terör yasası”, “Şartlı salıverme yasası” gibi tüm yasaları MGK’na havale etmekte, Adalet Bakanı ve Başbakan açıkça; yasa hakkında bilgi soran gazetecilere, “biz bilmiyoruz, bunun nasıl olacağını MGK bilir” diye yanıt verebilmektedirler. Bunun anlamı şudur: “Demokrasinin temeli olarak lanse edilen “çok partili, hür parlamenter düzen ” bir görünüş, aldatıcı kurumlar olarak bile anlamını yitirmiş, yığınların gözünde bir seçenek olarak da değerini hızla yitirme sürecine girmiştir.
Burjuva siyaset alanındaki bu gelişmeleri, egemen sınıfların görmezden gelmelerinin nedeni “gaflet içinde” olmaları değildir. Tersine onlar, bu durumun farkındadırlar. Ama olağan yöntem ve kurumlarla diktatörlüğün içine sürüklendiği sorunları çözemeyeceklerini bildiklerinden, siyaset alanının militaristleşmesi ve bütün yetkilerin “tek elde” toplanmasını, halk hareketi ve devrimci mücadeleyi ezerek sömürü ve soygun düzenini ayakta tutabileceklerinden, bunu ise; ancak diktatörlüğün “yeniden organize edilmesiyle” başarabileceklerini hesap ettiklerinden, parlamento ve burjuva siyaset partilerinin işlevsizleşip itibar kaybetmesinden kaygılanmamaktadırlar.
Diktatörlük “yenide organize” edilmesi ve artan devrimci etmenler
Egemen sınıfların, diktatörlüğü “yeniden organize etme” çabalarının kökü 12 Eylül darbesine kadar götürülebilir. 1982 Anayasası ve başlıca yasalarda yapılan değişikliklerle işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıfların kazanımlarının yok edilmesi, ordunun siyasi yaşamdaki ve ülke yönetimindeki etkinliğinin arttırılması, bugünkü “yeniden organizasyona” temel teşkil etmiş, “özel timler”in kurulması, “koruculuk” sistemi ve ordunun silah ve teknik gücünün artırılması, ordu ve polisin araç-gereç bakımından olağanüstü güçlendirilmesi bu “yeniden organizasyon”un başlangıcı olmuştur. Körfez krizi ve onun getirdiği yüklerin emekçi sınıfların üstüne yıkılmasının bir unsuru olan “zor”& duyulan ihtiyaç ve emperyalist çıkarlar doğrultusunda Ortadoğu’da üstlenilecek “vurucu güç” rolünün başarılması zorunluluğu, son aylarda bunu daha da hızlandırılmasını gerektirmiştir.
Bir bütün olarak bakıldığında, egemen sınıfların stratejik amacı, emekçi sınıf mücadelesini ve Kürt direnişini esasa ilişkin bir taviz vermeden yok etmektir. Bunu ise, hedefi daraltarak, darbenin doğrultusunu gerçek muhaliflerine yönelterek yapabileceğini hesaplamaktadır. İşte son günlerdeki, “Kürt dili üstündeki yasağı kaldırma”, “141-142-163’ün kaldırtması”, “şartlı tahliye”, “askerlik yasasında” yapılmaya hazırlanılan değişiklikler “Kürt hamiliğine soyunma”, “ABD ile stratejik işbirliği” girişimleri” ve ordunun silah gücünü artırmaya ve ordunun çevikleştirilmesine yönelik girişimler ve “Terör yasası” bu stratejik amaca yönelik taktiklerdir. (Dergimizin 29. sayısında, “Demokrasi güldürüsü ve arkasındaki gerçek” adlı yazımızda bu taktiklerle ilgili uzunca durulduğundan burada, bunlar üstünde ayrıca durmayacağız.)
Şu açıktır: 141-142’nin, “Kürt dili üstündeki yasağın” kaldırılması ve “şartlı salıverme”, bir yandan Avrupa kamuoyunu “tatmin” etmeye yönelikken öte yanıyla, ülke içinde reformist revizyonist çevrelerde ve demokratik kamuoyunda “demokratikleşiyoruz “umudunu yaygınlaştırmaya, düzene muhalefetten çoktan vazgeçmiş olan eski “141-142’likler”i düzene yasal olarak da entegre etmeyi amaçlamaktadır. Böylece darbenin doğrultusu düzene gerçekten muhalif olan devrimci güçlere ve emekçi sınıflar hareketine doğrultulacaktır ki; bunun “yasal dayanağı” da “Terör yasası” olacaktır. Zaten, biçimsel bakımdan bile, yukarıda sözünü ettiğimiz “demokratikleşme” yasaları “Terör yasası”nın “ek”i olarak çıkarılmıştır. Özal, taktiği anlamayıp, kaba, “vatanın milletin bölünmezliği”, “anarşi, bölücülük” propagandasının etkisiyle tasarıya karşı çıkan ANAP’lı milletvekillerine durumu çok veciz bir biçimde açıklamıştır: “Benim de, sizin de kalmamız bu yasanın çıkmasına bağlıdır”.
Özal’ın sözcülüğünü yaptığı, ama egemen sınıfların asıl çıkarlarına karşılık gelen, “Anayasa değişikliğinden “askerlik yasası”nın değiştirilmesine, “Terör yasasından “şartlı Salı verilme”ye bir dizi girişim, sözde sosyalist çevrelerden Kürt burjuva, feodal-burjuva çevrelerine ve burjuva muhalefet partilerine kadar geniş bir yelpazede, “Özal’ın kişisel diktatörlük hevesleri”, “yeni bir askeri darbeye hazırlık”, “sivil darbe “, “demokratikleşme yönünde olumlu adımlar”, “liberal ekonominin demokratik üstyapısının kurulması” vb. olarak değerlendirilmekte, tam da Özal ve egemen sınıfların istediği gibi, yığınların kafasının karıştırılmasına katkıda bulunulmaktadır. Gerçekte ise, bu yorumların hiç birinin gerçekle ilgisi yoktur.
Hiç kuşkusuz ki, burjuvazi ve gericiliğin egemenlik koşullarında, devrim ve karşı devrim arasındaki mücadelenin güç ilişkilerine bağlı olarak bir askeri darbe olasılığı egemen sınıfların seçeneği olarak her zaman vardır. Ancak, bugünkü koşullarda, bir askeri darbe gündemin ön sıralarında değildir. Çünkü işçi sınıfı ve halk hareketi ile Kürt sorunu karşısında bir askeri darbenin çözeceği çok şey olmadığı gibi, yeni sorunlarda ortaya çıkaracaktır. Bugünkü uluslararası koşullarda, askeri yönetim altında bir Türkiye için, içinde bulunduğu sorunları çözmek çok daha güçleşecek, dahası emperyalist ülkelerden destek bulmakta da güçlüklerle karşılaşılacaktır. Bu yüzden de Türk egemen sınıflan, bir askeri darbe yerine, sözde liberalleşme ile devrimci demokrat saflarda kargaşa ve bölünmeler yaratırken, öte yandan da düzenin gerçek muhaliflerine karşı bir askeri darbenin yöntemlerinden farklı olmayan yöntemlerle saldırmayı planlamaktadır. İşte bu amacın ifadesi olarak, “demokrasi güldürüsü” ve vahşi terör yasaları bir arada, aynı “yasa metni” içinde sunulmaktadır.
Egemen sınıflar, sorunların üstesinden gelmek için “yeniden organize” olurken, gericiliğin güçlerini birleştirmeyi ve etkinleştirmeyi amaçlamaktadır. Ama bunu amaçlarken, amacına ters doğrultudaki gelişmeleri de engelleyememekte, egemen sınıflar ve destekçileri arasında yeni bölünmeler ve karışıklıklar da ortaya çıkmaktadır. Yüksek bürokrasi ve ordu üst kademesindeki hoşnutsuzluklar, büyük sermeye içinde ortaya çıkan “çatlak sesler”, bu “yeniden organizasyon”unu ortaya çıkardığı “karşı gelişme”nin ifadesi olarak değerlendirilebilir.
Egemen sınıflar diktatörlüğünün içinde bulunduğu kriz, ekonominin açmazları ve ülkenin içinde bulunduğu uluslararası sorunlar, egemen sınıflara, diktatörlüklerini sürdürmek için fazla seçenek sunmamaktadır. Bu yüzden de onlar, zor ve şiddeti esas alan politikaları benimsiyorlar. Bu elbette emekçi sınıflar için ekonomik bakımdan “boğaz sıkma”, özgürlükler açısından da daha çok baskı ve terör demektir. Ama öte yandan bu, emekçi sınıfların, parlamento ve burjuva siyasi partilerin yatıştırıcı, reformcu ve revizyonist odakların uyuşturucu etkisine daha az açık olacağı anlamına da gelmektedir ki; bu, Marksist parti ve devrimci demokrat siyasi odaklar için mücadelenin ilerletilmesinde önemli bir dayanak olarak ortaya çıkmaktadır. Özellikle yığınların burjuva partilerden kopuş sürecine girmeleri, “yeniden organizasyon”la ilgili önlemlerin kaçınılmaz olarak karşı bir eğilim olarak bu süreci hızlandırması beklenir bir şeydir. Devrimciler, demokratlar, Marksistler açısından da asıl değerlendirilip, kendi taktiklerinde önemle dikkat etmeleri gereken yanlardan birisi de budur.
BUGÜNKÜ DURUM VE BAZI “SORULAR”
Egemen sınıfların, “bir koyup yirmi alma” hayaliyle daldıkları Körfez krizi derinleşerek sürmesine karşın, sıcak savaş sona ermiştir. Savaştan, prestiji ve askeri gücünün önemli bir kısmını kaybederek çıkan Saddam diktatörlüğü, ayaklanan Kürtlere ve Şiilere karşı, emperyalist saldırganlara karşı kullanmaya cesaret edemediği silahlarını ve askeri gücünü kullanarak kanlı bir katliama girişmiştir. Emperyalistlerle uzlaşma içinde ve onların planlarının bir parçası olarak Kürt ayaklanmasına önderlik eden Irak’lı Kürt burjuva, burjuva-feodal önderlerin politikaları, emperyalistlerin tutum değiştirmesiyle iflas ederken, yüz binlerce Kürt, Saddam’ın cinayet makinasının önünde bozguna uğrayıp, Türkiye ve İran başta olmak üzere bölge ülkelerine sığınmaya başlamıştır. Bozgun ve sivil halka yönelik katliam, emperyalistler ve bölgede gericiler tarafından soğukkanlı bir biçimde izlenmekte, “vicdanlarını rahatlatmak için” olacak, katliam ve saldırılara müdahale etmeksizin, “insani yardım” için tantanalı görüşmeler ve kararlar almaktadırlar. “Tarihin en büyük yardım köprüsü” kurduklarını propaganda ederek öğünmektedirler. Böylece, kendilerinin neden olduğu ve göz yumdukları felaketi, hiç ilgileri yokmuş da sadece “insani” açıdan yardım ediyormuş pozuna bürünerek, “yardımı” Kürt yoksullarının kalbini kazanmanın malzemesi olarak kullanmak istemektedirler. Kısacası emperyalistlerin, “barış”, “huzur”, “refah”, bölge halkalarına “özgürlük ve demokrasi” getirecekleri iddiasıyla düzenledikleri sefer, bölgeyi eskisinden daha büyük sorunlarla yüz yüze bıraktığı gibi, yüz binlerce Iraklı Kürt için kan, gözyaşı, yurtsuzluk ve eskisinden daha büyük sıkıntılar getirmiştir. Evet, Iraklı Kürtler büyük bir bozgun yaşamışlar, yaşıyorlar; büyük acılar ve büyüyen sorunlarla yüz yüzedirler. Ama bu sorunun bir yanıdır. Çünkü gerçekte yenilen Irak’lı ve bölge Kürtlerinin mücadelesi değil, emperyalizme dayanarak kendi kaderini tayin hakkım elde edebileceğini sanan Irak’lı burjuva, burjuva-feodal önderliklerdir. Irak ve bölge Kürtleri bu yaşananlardan çok şey öğreneceklerdir.
Emperyalistler için ise, Ortadoğu savaş öncesinden daha büyük kargaşalara gebe bir bölge haline gelmiş olup, tam bir batağa saplanmaktan çekinen emperyalistler, Kürtler ve Şiiler arasında bölünmüş bir Irak yerine Saddamlı bir Irak’a razı olmak zorunda kalmışlardır. Şimdi artık bunu Bush bile açıkça itiraf ediyor ve Kürtlere karşı girişilen katliama asla müdahale etmeyeceklerini, her gün, özellikle vurgulayarak, Saddam’a cesaret vermeye devam ediyor. Kürtlere ise, “gıda yardımı” ve “güvenlik bölgesi” sağlamak için girişimlerde bulunmakla yetiniyorlar. Ama bugün Kürtlere karşı tutumları ne olursa olsun, Kürtlerin yenilgisi ne kadar büyük acılar getirmiş olursa olsun, Kürt sorunu bugün, Filistin-İsrail, Arap-İsrail sorununun da önüne geçerek bölgenin anahtar sorunu haline gelmiştir.
Türk egemen sınıflan için Körfez krizi, bırakalım “kar” getirmeyi, ekonomik, siyasi hatta sosyal bakımlardan da sorunları büyüten, kriz etkenlerinin etkisini derinleştiren bir dönemeç olmuştur. Bir yandan yüz binlerce Iraklı Kürt mültecinin sorunlarıyla yüz yüze kalınırken, bir yandan da uluslararası bir sorun biçimine dönüşme eğilimi taşıyan “güvenlik bölgesi”, “koruma bölgesi” sorunları da varolan sorunlara eklenecektir.
Öte yandan, 1990 yılında patlayan ve grevci sayısının 200 bine ulaştığı grevleri, savaş ortamından yararlanarak, bastırmayı başaran Türk egemen sınıfları, önümüzdeki aylarda yeniden yükselme olanağı bulacak olan grev dalgasını bastırmakta da aynı ölçüde başardı olabilecek midir? Diktatörlüğün çizdiği sınırlara sığmayan emekçi sınıfların hak ve özgürlük istemlerini boğmak için hangi yollara başvurulacak, bu yol ve yöntemlerde başarılı olunabilecek mi? Ekonominin olağan krizi ve savaşın yüklerini emekçi sınıflara yıkmaktan öte bir çıkar yol tanımayan egemen sınıflar, önümüzdeki dönemde de bu alışkanlığım sürdürecek, ama amacına ulaşabilecek midir? Yığınlar karşısında sürekli itibar kaybeden parlamento ve burjuva siyasi partiler, başta da Özalcı ANAP, bir ara seçim ve genel seçimlere gidebilecek midir, giderse bu seçimler nasıl bir ortamda yapılabilecektir? Dahası diktatörlüğün kendine “yeniden organize etme” çabası hangi karşı etkenleri doğuracak, ortaya çıkacak gerilim hangi siyasi sonuçlara yol açacak? vb. vb. Sorular çoğaltılabilir ve bu sorulara çok farklı yanıtlar verilebilirse de, bugünden asıl olan Türk siyasi ve ekonomik yaşamının yakın geleceğinin belirsizlikler içinde olduğu, adından söz edilen hemen her sorunun ülkenin içinde bulunduğu kriz ve istikrarsızlıktan dolayı, bir kriz etkeni olarak rol oynayacağı kesindir. Bir başka kesin olan şeyse; bütün bu sorunların hangi yöne doğru gelişeceğinin, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların, diktatörlüğün dayatmalarına boyun eğip eğmemesi, emekçi sınıf mücadelesine hangi siyasi güçlerin kendi damgasını vuracağı, ona önderlik edeceği ile yakından ilgili olmasıdır. Burjuva partileri, her soydan sendika ağası ve sendika bürokratının sınıf hareketinin derlemesini-engelleyen tutumları yenilgiye uğratıldığı ölçüde, sınıf hareketi derleme şansına sahip olacak, hiç bir baskı ve terör de onun ileri atılışını önleyemeyecektir.
* * *
Dünya’da, son bir yılda hızlanarak, özellikle Ortadoğu savaşıyla gelişme yönü belirginleşmekte olan olay ve olgular, kurulması amaçlanan “yeni dünya düzeni”nin daha “kurulamadan” yeni bir dönemece girdiğini göstermektedir. Gelişmeler, kapitalist ve revizyonist dünya için artık “ilerleme” döneminin sona erdiği, tersine bir dalganın, proletaryanın kapitalizme, ezilen ülke halklarının emperyalizme karşı bir başkaldırı dönemine doğru gidildiğini gösteriyor. Bu “yeni dünya düzenindeki” artan istikrarsızlıklar, bunalım odaklarındaki kargaşa ve çözümsüzlüklerin artması ve belirsizlikler biçiminde kendisini ortaya koyuyor.
Son 5-6 yıldır, etkinlik kazanarak uluslararası işçi sınıfını, dünya halklarını emperyalizm ve kapitalizme karşı mücadeleden alıkoymayı başaran birleşik emperyalist-revizyonist saldırı, olanaklarının sınırına gelirken, ortaya çıkan olgu ve olaylar onların halklar ve proletarya üstündeki etkinliğinin kırılmasına hizmet ediyor. Körfez krizi ve savaş bunu açıkça gösterdi.
Dünya’da yaşanan olaylar, emperyalist politikacı ve propagandacıların, “barış ve istikrar içinde gelişmenin’ olanaklı olduğu, “refah içinde bir dünya kuruyoruz” biçimindeki iddiaları yaşanan pratik tarafından yıkılıyor. Emperyalizmin saldırgan, sömürücü, kendi çıkarından başka hiç bir değer tanımayan çirkin yüzünün bütün ayrıntılarıyla boy aynasına yansıdığı bir dönemeçteyiz. Emperyalizm, halklara ve emekçilere karşı açtığı yeni savaşla yeni mücadele ve başkaldırı tanların bütün koşullarını daha da olgunlaştırdığı bir döneme adım atmış bulunuyor.
Dünyanın en karmaşık bölgesinde ve en çetrefilli sorunlara boylu boyunca batma sürecinde hızla ilerleyen Türkiye, “düzen” ve “istikrar” için attığı her adımda düzensizlik ve istikrarsızlık etkenlerinin arttığı bir ortama sürükleniyor. Gerek uluslararası sorunlar, gerekse giderek büyüyen emekçi sınıflar mücadelesi ve Kürt sorunu karşısında diktatörlüğün çözümsüzlüklerini arttırıyor.
Dünya ve Türkiye’de, emperyalizm ve gericiliğe karşı mücadelenin hangi yolu izleyeceği pek çok etkenin, gelişmeleri hangi doğrultuda etkileyeceği ile ilgiliyse de, kesin olan bir şey var ki, o da; Gorbaçovcu revizyonizmin kapitalist emperyalizme sunduğu payandanın çivilerinin çıktığı, bu payandanın artık işlevsizleşme sürecine girdiğidir.
Dünya ve Türkiye’nin yeni karışıklıklar ve başkaldırılara yol açan bugünkü durumu, gerçek devrimcilerin önüne devrimi, devrimcilerin önüne geleceğin bir sorunu olarak değil, bugünün pratik olarak ele alıp sorunlarını çözmeleri gereken bir olgu olarak koyuyor.
Nasıl ki; “Devrim, kuvvetli ve birleşik bir karşı devrim yaratarak ilerler, yani devrim, düşmanı gitgide daha aşırı savunma tedbirlerine başvurmaya zorlar ve böylece çok daha güçlü saldırı vasıtaları bulur”sa; karşı devrimin saldırıları da, güçlü bir devrim dalgası için yeni olanaklar yaratır, onun çeşitli araçları kullanması için seçeneklerini artırır. Tıpkı bugün son aşamasına gelen dünya karşı-devriminin yaptığı gibi.
Mayıs 1991