Emperyalist-gerici savaş körfezde bütün hızıyla sürer ve emperyalistler, ellerindeki bütün imha silahlarıyla Irak’ı haritadan silmeye çalışırken, bu savaşın baş destekçilerinden Özal ve hükümet, bir yandan yıllardır uyuttukları 141-142. maddeleri kaldırma “projesi”ni yeniden gündeme getirdi. Aynı zamanda da, 1983’te, Cuntanın, Kürt dili üstüne getirdiği yeni yasakların da “kaldırılacağını” ilan etti.
Hükümet, Özal’dan aldığı direktifler doğrultusunda, bir yandan ekonomik grevleri bile yasaklar ve savaş aleyhtarı miting ve panelleri iptal ederken, böyle bir “demokrasi çıkarması” elbette üstünde düşünülmesi gereken bir şeydir. Ama Özal’ın her yaptığında keramet arayan çevreler ve her soydan reformcu, bu “demokrasicilik oyununu” alkışlarla karşıladılar.
Aslında, “Kürt dili üstündeki yasağın kaldırılacağı”nın ilanın üstünden bir hafta geçmeden ,”hükümetin açıklamaları, dış iç basında çıkan haberlerden hükümetin ne menem bir “demokrasicilik oyunu” içinde olduğu anlaşıldı.
“DEMOKRASİCİLIK OYUNU”NUN ARKASINDAKİ TABLO
Süreç kısaca şöyle gelişti: Önce Özal’ın epey den beri “sohbetlerde” dile getirdiği Kürt dili üstüne 1983’te getirilen ek yasaklamaların kaldırılacağı hükümet tarafından ilan edildi. Hemen arkasından, 141-142-163. maddelerin “kaldırılacağı” açıklandı. Ve yıllardır Adalet Bakanlığının raflarında tozlanmaya bırakılan tasarı Meclise gönderildi. Bir kaç gün sonra, bu maddelerle bağlantılı olarak Anayasa’nın kimi maddelerinin değişmesinin zorunlu olduğunu Adalet Bakanı açıkladı. Arkasından, Anayasa’nın, ANAP’ın da değişmesini istediği, 50 maddesinin değiştirilmesi girişimleri başladı. Bunlarla zamandaş olarak da, ordunun geleneksel yapısına “neşter” vurulmaktan, Askerlik Yasası ve diğer bazı askerleri ilgilendiren yasaların değiştirilmesi gerektiğinden, bu konuda Milli Savunma Bakanlığı’nda yapılan çalışmalardan söz edilmeye başlandı.
Elbette, ANAP’ın “demokrasi” sicilini bilenler için, dünya kamuoyunun gündemi Körfez savaşıyken, Özal ve ANAP’ın “kendiliğinden” bir “demokrasi atağına” kalkması şüphe çekicidir. Ama gelişmelere yakından bakılınca “demokrasicilik oyunu” tam, askerlikle ilgili yasa değişikleri ile birlikte düşünüldüğünde, hiç de basit bir taktik olmadığı, tersine, Türk egemen sınıfları ve emperyalizmin Ortadoğu’da oynamak istediği rolün bir parçası olduğu daha açıkça görülüyor.
Emperyalistlerin Ortadoğu politikası
En azından 2 Ağustos’tan itibaren emperyalistler, Ortadoğu’nun Haritasını yeniden çizmeyi kafalarına koymuşlardı ve harita değişikliğindeki en önemli etkenlerden birisi, belki de birincisi ise; Iran, Türkiye, Suriye ve Irak’ta yaşayan 30 milyon dolayındaki Kürt’tü. Emperyalistler için asıl olan, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı değil, Kürt faktörünü bölgedeki ülkeleri hizaya getirmek için bir koz olarak kullanmak, Irak ya da başka bir yerde, bir Kürt devleti kurulma durumunda ise, bu devletin, emperyalizmin denetim ve çıkarları doğrultusunda biçimlenmesini sağlamaktır. Nitekim Körfezdeki gelişmelere paralel olarak; ABD, Fransa ve İngiltere kaynaklı “Kürt senaryoları” da sahneye konmaya başlandı. “Bağımsız bir Kürt devleti”nden Irak’ta Araplar, Kürtler ve Türkmenlerden oluşan bir federe devlete kadar değişik “tezgâhlar” dokunmaya girişildi. Talabani başta olmak üzere, ABD ve diğer Batılı emperyalistlerle “işbirliği” ve “uzlaşma” çizgisi izleyen Kürt liderler, Washington, Londra ve Paris’te, resmi törenlerle karşılandı; bu emperyalist ülkelerin üst yöneticileriyle, “pazarlıklar” yaptılar. Körfez krizi, Türk egemen sınıflarını, bu yanıyla da ciddi bir biçimde ilgilendiriyordu ve Özal ile “dostu” Bush, son yıllardaki sık sık yaptıkları görüşmelerinde, Kürt sorununu da gündeme almışlar, şimdi açıkça anlaşıldığı gibi, konunun esasında anlaşmışlardı. Nitekim son aylarda Özal, Irak’ta bir Arap-Kürt-Türkmen federasyonundan söz ederken, “Artık, Kürtlerin hamiliğini Irak’a bırakamayız, hami biz olmalıyız, zaten Kürtlerin çoğu bizim topraklarımızda yaşıyor” diye niyetini açığa vuruyordu.
Öte yandan, AET’ye tam üyelik için başvuru yapılmıştı, ama Avrupa kamuoyunda, Türkiye’nin “demokratik bir ülke” olduğu imajı yerleştirileni emişti. Bunun için AET yetkilileri, Avrupalıların gözünü boyayacak makyajların yapılmasını bir zorunluluk olarak öne sürüyorlardı. Bunun ilk koşulu da, 141-142-163 gibi sivri maddelerin TCK’dan çıkarılması ve Kürtlerin haklan konusunda, hiç olmazsa, bazı ilerlemelerin kaydedilmesiydi.
Batı burjuvazisine siyasi olarak da entegre olmak iddiası ve isteğindeki Türk büyük burjuvazisi için, “uzak’ ABD’nin şemsiyesi yanı sıra, “yakın” Avrupa burjuvazisinin şemsiyesi de istikrarsızlık adası Türkiye ve Ortadoğu’da, zorunlu bir garanti olarak görülüyordu. Ama son yıllardaki gelişmeler içinde, Türk büyük burjuvazisi, NATO’nun da eski önemim yitirip, BAB (Batı Avrupa Birliği) ve AGİK gibi, Türkiye’ye ihtiyaç duyulmayan kurumların güç kazanması karşısında kendisini terkedilmiş hissetmeye başlamıştı, Özal, bu durumu birkaç ay önce, açıkça, “AET’ye alınmama artık pek olanaklı gözükmüyor” diye ifade etti.
Bir yandan “2000’lerin bastığı yeri titreten, gelişmiş 100 milyonluk Türkiye”si edebiyatı yapılırken, öte yandan da Avrupalı emperyalistler, Ortadoğu’da Türkiye’ye ihtiyaçları olduğunu bıkmadan anlatmaya çalışıyordu. Aslında, Avrupalılar da bunun farkındaydı, ama sadece, “hizmeti ucuza kapatmaya” çalışıyorlardı. Çünkü, onlar için(daha doğrusu Avrupa demokratik kamuoyunu karşılarına almamak için), Ortadoğu’da, pis amaçlar için kullanacakları bir alet bile olsa; bu aletin, işbirliği yapacaktan kadar,”demokratik bir görünüme” sahip olması önemliydi. ABD için de (bu konuda ısrarlı olmamakla birlikte), böyle bir görünüm daha iyi bir seçenekti.
Kısaca emperyalistler, Ortadoğu’da kullanacakları bir Türkiye’nin, gerçekten demokratik olmasını değil, ama görünüm olarak demokratik olmasını istiyorlardı.
Türk egemen sınıflarının ihtiyaçları ve politikaları
(Elbette ki, gerek Kürt dili üstünde ki, 1983’te konan yasakların kaldırılması, gerekse 141-142. maddelerin kaldırılmasının en önemli etkeni, bu doğrultuda yıllardır verilen özgürlük ve demokrasi mücadelesi en büyük role sahiptir. Bu mücadele olmasaydı, egemen sınıflar ve emperyalistler parmaklarını bile oynatmazlardı. Ama burada biz sorunun bu yanını dışarıda tutarak, şu anda egemen sınıfların yalan ihtiyaçları açısından, bu yasaları bugün gündeme getirmelerine yol açan etkenlerin neler olduğunu belirlemeye çalıştık.)
Tabloyu tamamlamak için, Türk büyük burjuvazisinin, amaç ve isteklerini de eklemek gerekiyor.
Yakın, amaçları bakıldığında; Özal, hükümet ve egemen sınıfların, bir yandan grevleri, savaş aleyhtarı sözleri ve toplantıları bile yasaklayarak, dahası “terör yasası” gibi nazırlıklarla, diktatörlüğü daha da sağlamlaştırmaya çalışırken kamuoyunda, savaş politikası ve özgürlükleri hepten kısıtlama girişimlerine karşı tepkileri önlemek için “demokratikleşiyoruz” havası yayarak, muhalif güçleri bölmeyi, kamuoyunun gündemini kendi işlerine gelecek biçimde değiştirmeyi amaçladıkları açıkça görülüyor.
Öte yandan; özellikle 12 Eylül sonrası, hızla palazlanan egemen sınıf kesimleri, ithalat, ihracat ve çeşitli Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde, inşaat başta olmak üzere çeşitli yatırımlara yönelmişti. 1970’li ve 1980’li yıllarda Uluslararası tekelci burjuvazi ile ilişkilerim iyice güçlendiren Türk tekelci burjuvazisi, artık kendi kabına sığmıyor, daha çok sömürü için ekonomik gücün yanışına elindeki siyasi ve askeri gücü de kullanarak, iç sömürüsünde olduğu gibi dışarıdaki yatırımları için de kullanmak istiyordu. Çıkarları Özal’ın şahsında ve ANAP’ın politikalarında somutlaşan bu kesimler, “geleneksel Türk dış politikasının değişmesini, ekonomik güçlerinin politik, diplomatik ve askeri yollarla da savunulmasını istiyorlardı. Iran-Irak savaşı boyunca “iki tarafı da idare ederek” savaş sonrasındaki pastadan büyükçe pay uman bu kesimler, büyük emperyalist tekellerin müdahalesi karşısında umduklarım bulamayınca, Fırat’ın suyunu keserek, yanı sıra askeri tehditleri de eksik etmeyerek, Irak ve Suriye’yi “hizaya getirme”nin yollarını aramaya başladılar. İran’ı ise, çeşitli bahanelerle tehdit etmeye koyuldular. Böyle bir politika kendilerinin olduğu kadar, işbirlikçisi oldukları, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistlerin çıkarlarıyla da tam olarak uygunluk içindeydi. Bu bağlamda olmak üzere, bütün 1980’li yıllar boyunca, devletin en yüksek makamları ve büyük burjuvazinin temsilcilerinin kulislerde sözünü, etmekten çekinmedikleri Kerkük-Musul senaryoları, son yıllarda daha da sık tekrarlanır olmuştu. Bu kulisler basında, bu kesimlerin sözcüleri tarafından da “uygun zamanlarda” kamuoyunun “tartışmasına” sunuluyordu. 2 Ağustos’ta Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle birlikte, kuliste konuşulanlar resmi devlet politikası olarak uygulamaya sokuldu. ABD’nin Türkiye’ye biçtiği rolle, Türk büyük burjuvazisinin çıkarları tam bir uygunluk içindeydi. Şu yüzdendir ki, SP-Perinçek, DYP, SHP, DSP, TBKP vb. çevrelerin çeşitli biçimler altında ama aynı özde olmak üzere, “Özal’ın burjuvaziden koptuğu, tek kişilik bir diktatör olarak Körfez krizindi Türkiye’yi yanlış yollara sürüklediği” iddiası, emekçileri aldatmaya, onların gerçekleri görmesini engellemeye yönelik, “hoş” ve boş bir hayaldir. Bu “hoş” hayalin, TÜSİAD’ın “Körfez politikasında hükümetin yanındayız” biçimindeki açıklamasından sonra “boş”luğa anlaşılmış olması gerekirdi, ama öyle olmadı, reformcu ve revizyonist çevreler, aynı hayali yaymayı sürdürdüler, sürdürüyorlar.
Benzer hayaller, “Türk Ordusu’nun savaşa katılmayacağı”, “Ordu’nun savaş istemediği” konusunda da yayılmaya çalışıldı. Bu safsatalar, SP-Perinçek çevresi tarafından “Özal Ordu’dan koptu”, “Özal savaşa göndereceği tek bir general bile bulamaz” biçiminde abartılmış bir propaganda ile desteklendi. Ama gerçekler, çok kısa bir zamanda bu propagandayı iflas ettirecek biçimde ortaya çıktı. Üstelik savaşın kanı ve barutu arasında, Özal ve hükümet, askerlik yasasını da kapsayan değişiklikler yapmak için girişimler başlattı. Bu, “ordunun yeni ihtiyaçlara göre düzenlenmesi” girişimi, Türk Ordusu’nun geleneksel yapısıyla, “hantal”, “verilecek görevleri yapamayacak kadar, geçmiş dönemin ihtiyaçlarına uygun örgütlenmiş yapısını “eleştirme eşliğinde yapıldı. Özal kendisinin ve egemen sınıfların gönlünde yatan orduyu da tanımladı: teknik donanım ve vurucu gücü hat safhaya çıkarılmış, çabuk, etkin, “siyasi otoritenin emrinde” (bunu egemen sınıfların emrinde diye okumak daha doğru), giderek profesyonel askerlerden oluşan bir ordu.
Hiç kuşkusuz ki, her devlette olduğu gibi, düzeninin “koruyucu ve kollayıcısı ordu”, dün de, bugün de egemen sınıfın emrindedir. Bunu 12 Mart ve 12 Eylüllerle de kanıtladı. Buna, Özal’ın da, temsil ettiği egemen sınıfların da, bir diyeceği yoktur. Zaten sorun da bundan çıkmıyor. Sorun, Türk büyük burjuvazisinin yeni ihtiyaçları ile Ordu’nun geleneksel görev ve yapısı arasındaki çelişmeden ortaya çıkıyor. Kurtuluş savaşından bu yana Türk Ordusu, Kıbrıs bir yana bırakılırsa, “Misakı milli şuurları içinde düzeni koruma ve kollama görevi” ile yükümlüydü. Ama Türk büyük burjuvazisi için bu görev artık yetersiz görülüyor. Ve büyük burjuvazi, sınırlar dışında da sermayesini destekleyecek bir orduya ihtiyaç duyuyor. Kısaca egemen Türk tekelci burjuvazisi, artık, “vatan millet edebiyatı” ile de “görevi”nin üstü örtülmemiş, açıkça kendi safında, dolaysız kendi emrinde bir ordu ihtiyacındadır. Özal, bunu sağlamak için, bu “sıkışık dönemde” orduya “neşter vurmak gerektiği”nden söz etmek zorunluluğunu duymaktadır.
1980’den başlayarak, Ordu’nun yeni silah ve gereçlerle donatılması ve “yeni görevlere” hazırlanması hızlandırılmıştı. Ne var ki, Körfez krizi ve savaşın sonrasında Bölge’nin “alt süper gücü” olmaya niyetlenen burjuvazi, pek de uygun olmayan bir zamanda, ordunun yapısına el atmak zorunda kalıyor ve kaçınılmaz olarak ordu içinde “gelenekçiler”de huzursuzluk yaratmayı göze alıyor. Ama bu, bütün ordunun Özal’dan, burjuvaziden “koptuğu anlamına gelemez. Tersine, ordu içinde geniş kesimlerin burjuvazinin “yeni ihtiyaçları”yla uygun bir yapılanmadan yana olduğunu görmemek olanaksız. Bu yüzden, bazı istifalara da yol açan “huzursuzluğu” abartarak, “Ordunun savaşa karşı olduğu”, “Özal’ın, Ordu’dan koptuğu” biçiminde yorumlamak anlamsızdır. Varolan “huzursuzluğu” olsa olsa,1930-1940’lı yıllarda Hitler’ci ve Bismark geleneğinin sürdürücüleri arasındaki çelişmeye benzetebiliriz. Böyle bir platformdaki çelişme ise, ne ordunun savaşa karşı olması sonucunu doğurur, ne de savaş emrini yerine getirmesini önler. Eğer Türkiye, emperyalistler ihtiyaç duyduğu halde savaşa kanlamazsa, bunu engelleyen, generallerin direnişi değil, halkın % 80-90’ının savaşa karşı olmasından katılmayacaktır.
İsrailleşme sürecindeki Türkiye
Körfez krizinin sıcak bir savaşa dönüşmesi sürecinde, Özal ve hükümet, hem kendilerine biçilen role, hem de Türk büyük burjuvazisinin çıkarlarına uygun olarak, savaş kışkırtıcısı, açıkça ABD yanlısı bir politika izledi. Zaten 40-50 yıldır, Batı emperyalizminin dümen suyunda, Bağdat Paktı, CENTO ve NATO gibi emperyalizmin saldın aracı olan paktlar içinde yer alarak, açıkça Arap ve Ortadoğu halklarının karşısında yer alan Türkiye, Ortadoğu halklarının tepkisini toplamıştı. Bu savaş sürecindeki tutumuyla da, Türkiye’nin, demagojik “başkasının bir karış toprağında gözümüz yok” iddiası da iflas etti. Bu durum, halkların gözünde Türkiye’yi, yeni bir İsrail konumuna itti: Türk elçiliklerine düzenlenen bombalı saldırılar, Ürdün’de Türk gazetecilerin halkın tepkisiyle karşılanması, Suudi Arabistan’a gıda maddeleri götüren 50 Türk TIR’ının halk tarafından durdurulup yüklerine el konması gibi tutumlar, Türkiye’nin sadece izlediği politikalarla değil, halkların gözünde de bir İsrail olma sürecine girdiğinin açık belirtileridir.
Türkiye’nin, İsrailleşme sürecine girdiğini en iyi bilen de, Türkiye’ye bu rolü biçen ABD’dir. Bu yüzden de ABD, Türkiye’nin, Körfez savaşına fiilen (en azından savaşın bu aşamasında) katılmasını istememektedir. Çünkü ABD biliyor ki, Türkiye fiilen savaşa katılırsa, Kürtler başta olmak üzere bütün Ortadoğu halkları, hatta bugün ABD’nin yanında yer alan Suriye gibi Arap ülkeleri, Yemen, Libya, Ürdün, Iran gibi devletler de, fiilen ABD ve müttefiklerine karşı tutum alabilirler, alırlar. Çünkü emperyalistler de bilmektedir ki, çok nazik bir dengeye dayanan Ortadoğu’nun “istikrarı”, Körfez kriziyle birlikte iyice bozulmuştur. Savaş, her şeyi eskisinden de karmaşık hale getirecek, Filistin-İsrail, Arap-İsrail çatışmasının yanma Kürt-Türkiye, Iran, Irak, Suriye, yoksul Arap halkları ile şeyhler, bütün Ortadoğu halklarıyla emperyalizm çatışmasını alevlendirip dünyanın başlıca sorunu haline getirecektir. Bu yüzden de ABD ve diğer emperyalistler “çok dikkatli hareket etmek”te, bütün bu çatışmaların şimdiden su yüzüne çıkmasını engellemek için; İsrail’in bu aşamada savaşa katılmamasını istediği aynı nedenlerle, Türkiye’nin de katılmamasını istemektedir. Ama kuşkusuz ki, savaşın bir kara savaşına dönüşmesi ve çok uzamasının ABD ve müttefiklerini zorlamaya başlamasıyla, “İkinci Cephe”nin Türkiye’den açılması bir zorunluluk olarak kendim dayattığında, emperyalistler, her şeyi göze alarak, Türkiye ve İsrail’in de savaşa katılmasını isteyebilir. Ve bütün hazırlıklar da bugünden ona göre yapılmaktadır. Zaten her şey “otomatiğe” bağlanmış, “Irak bize saldırırsa savaşa gireriz” tezi Genelkurmay’dan muhalefet partilerine kadar tüm düzen yanlılarınca işlenmektedir ki; bu “saldırının bahanesi”nin yaratılmasının sayısız yollarını ABD ve yerli işbirlikçileri kadar kimse bilemez. Kaldı ki, her gün, İncirlikten kalkan sayısız ABD uçağının, Irak topraklarına bomba yağdırması da Irak’ın, Türkiye’ye bir biçimde saldırması için çok açık bir kışkırtmadır.
Doğrusu ABD, “yeni İsrail”ini çok iyi seçmiştir. Çünkü Türkiye’nin de Filistinlileri ve bir Filistin’i vardır. Tıpkı, Filistinliler gibi, Kürtlerin de kendi kaderlerini tayin hakkı tanınmamakladır Dahası Türkiye, sadece kendi topraklarında değil, Irak topraklarında bile bir Kürdistan devletine izin vermeyeceğini her gün açıklamaktadır. Özal ve hükümetin, ağızlarından düşürmedikleri, “Ortadoğu haritasının değişmesini istemiyoruz, Irak’ın toprak bütünlüğü korunmalıdır, Irak’ın parçalanmasına izin vermeyeceğiz” sakızının açık ifadesi, “Irak topraklarında bir Kürdistan’a izin vermeyeceğiz” anlamındadır. Bu konuda Türk egemen sınıflarının düşündükleri, Irak’ta Kürt, Türkmen ve Araplardan oluşan bir federasyon ve bunun garantörlüğünün de Türkiye, Suriye, Mısır, ABD, İngiltere, Fransa vb. ülkelerde olmasıdır. Böylece, Irak’taki, “Türk kökenli Türkmenler”e dayanarak, Türkiye’nin “avantajlar” sağlayacağıdır. Bu çerçevede “Kürtlerin hamiliği” rolü de oynanabilecektir. Gelişmelere bakılırsa, bu konuda, Türkiye ve ABD yakın görüşlere sahiptir. Daha doğrusu, ABD’nin seçenekleri arasında, böyle bir savaş sonrası “Irak projesi” de vardır. İngiltere ve Fransa’nın kendi çıkarları, en önemlisi de Ortadoğu’nun karmaşık ilişkiler mozaiği ve bölge halklarının mücadelesinin boyutu bu ya da başka emperyalist planların gerçekleşmesini ne ölçüde geçerli kılacaktır? Bunlar, ancak yakın geleceğin gelişmeleri ve güç dengeleri tarafından belirlenecektir. Ama daha bugünden ortaya çıkan olgular, Türk egemen sınıfların hayallerini olduğu kadar, emperyalistler ve gericilerin planlama da gerçekleşme olanağı tanımayacak gibi görünmektedir. Çünkü Ortadoğu’daki savaş, emperyalistlerin iştahını kabarttığı kadar halkların mücadelesinin yükselmesinin koşullarını da hazırlamaktadır. “Kahrolsun ABD, kahrolsun emperyalizm ve gericilik” şiarı, Ortadoğu’da, bugüne kadar olmadığı biçimde yaygınlaşıp, emekçi sınıflan ve yoksul halkları ayağa kaldırmaya başlamıştır. Sonucu belirleyecek de bu devrimci, anti-emperyalist kabarıştır.
“DEMOKRASİCİLİK OYUNU”NUN ARKASINDAKİ GERÇEK
Yukarda çizilmeye çalışılan tablo göz önüne alındığında şunlar açıkça görülür:
* Türk egemen sınıfları Körfez savaşından sonra yeni bir role hazırlanmaktadırlar: “Kürt hamiliği”. Bunu, bir yandan bağımsız bir Kürt devletini engellemek için, öte yandan da artık Ortadoğu’da herkesin hesap etmek zorunda kaldığı bir Kürt varlığını, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda denetim altında tutmak için yapmak istemektedir. Bugün artık, bu konuda adım atmanın ön koşulu ise, Kürtleri bir gerçek olarak kabul etmekten geçmektedir.
Öte yandan emperyalistler de, bugün Kürt kozunu her1 ‘zamankinden fazla oynamak istemektedirler, ama bunu bölgedeki genel çıkarlarıyla bağlantılı ve bölgedeki yandaş ülkelerle birlikte ele almak işlerine geldiğinden, ABD başta olmak üzere emperyalistler, Türkiye’nin, Kürt konusunda adım atmasını istemektedir. Emperyalistler, eğer Türkiye, bölgede söz sahibi olmak istiyorsa, Kürt varlığını tanımak zorunda olduğu konusunda Özal ve diğer “etkin çevreleri” “ikna” etmişlerdir.
* Türkiye’nin Avrupa’nın çeşidi formlarından dışlanmasının en önemli nedenlerinden birisi olarak, demokratik bir ülke olmadığı, bu alanda bir gelişme göstermediği, özellikle 141-142. maddeler örnek gösterilerek kanıtlanmaya çalışılıyordu. Ve salt bu nedenle de, bu maddelerin kaldırılması için, çoktan beri, “çalışmalar sürüyor”du. Körfez savaşında oynanmak istenen rol, bu “çalışmaları” çabuklaştırmıştır.
Hükümetin, kendi açıklamalarından ve geçmişten bu yana izlediği tutumdan da anlaşıldığı gibi, gerek “Kürt dilinin serbest bırakılması” konusunda, gerekse 141 ve 142. maddelerin kaldırılmasıyla, hem demokratikleşme konusunda bir adım atmadan, hem de görünüşte bu konuda bir adım atmış olma görünümünün kendisine sağlayacağı avantajlardan yararlanmak istemektedir. Nitekim “Kürt dilinin serbest bırakılması”yla ilgili olarak yaptığı açıklamada, hükümet sözcüsü Yazar, niyetlerini açıkça söyledi: Biz sadece, varolan durumla yasaların çelişmesini gidermek istiyoruz, bu vatandaşlarımız, zaten evlerinde, çarşıda-pazarda kendi dillerini konuşuyorlar. 1983’te getirilen yasayla bu durum çelişiyor. Biz bu çelişmeyi gidermek istiyoruz. Gerçekten de öyleydi; yasallaştırılmak istenen, sadece bugünkü fiili durumdu. Kürtçe, konuşulabilecek, kaset doldurulabilecek, Kürtçe şarkı ve türkü söylenebilecek, ama “resmi dil Türkçe” olarak kalacak, devlet dairelerinde ve resmi işlemlerde Türkçe kullanılacak, Kürtçe basılı yayın, eğitim ve öğretim, Kürt dilini geliştirmek için araştırma vb. faaliyetler yasak olmaya devam edecek. Durumu, bir gazeteciyle konuşan Diyarbakırlı lokantacı çok açık bir biçimde ifade ediyordu:
Gazeteci soruyor: “Şimdi Kürtçe kaset çalıyorsunuz, eskisine göre ne değişti?”
Lokantacı yanıt veriyor “Eskiden yasaktı çalıyorduk. Şimdi serbest olduğu için çalıyoruz”.
141 ve 142. maddeler için de durum çok farklı değildir. Bu maddelerin kapsamında yargılanan TBKP, SP vb. partiler zaten artık iyice ANAP- DYP- DSP gibi birer düzen partisi olmuşlardır. Dahası bunlar aracılığı ile ‘Türk demokrasisinin namusu da kurtulduğu” gibi bunlar, emekçi sınıf hareketinin yasalar çerçevesine hapsedilmesinin vesilesi de olabilirler. Bunların dışındaki devrimci demokrat eğilimler ve gerçek Marksist parti için ise, TCK’da 146,125,159,168. maddeler başta olmak üzere, TCK’nın 125. maddesinde 312. maddesine kadar, devleti ve düzeni koruyan, sayısız madde vardır. Dolayısıyla hükümet, 141-142’yi kaldırmakla gerçekten demokratlaşma yolunda en küçük bir adım atmıyordu. Tersine öyle bir görünüm vererek gericiliğini gizlemek için avantaj bile sağlıyordu. Nitekim şu günlerde, basında çıkan haberlere bakılırsa, hazırlanan “anti-terör yasası”yla düzene muhalif güçlerin yararlandığı tüm “açıklarda kapatılmaya yönelinmektedir. Bu da girildiği iddia edilen yeni demokratikleşme döneminin ne menem bir demokratikleşme dönemi olduğunun açık kanıtı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kaldı ki, Türk egemen sınıflarının, Ortadoğu’da, İsrail rolü oynayabilmek için, Batı’lı hükümetlerin ve kamuoyunun gözünde bir makyajla “düzeltilmesi” zorunluydu. Çünkü “kahramanlarının” görüntüsünün çekici olması “Batı seyircisi” için çok önemlidir. Suudi şeyhliği yerine Türkiye’nin, ikinci İsrail rolüne layık görülmesinin önemli nedenlerinden birisi de ufak tefek makyajlarla, İsrail’e benzeyecek özellikler taşımasındandır. Alelacele yapılmak istenen “demokrasi makyajı” ve “orduya neşter” çabalarının arkasındaki gerçek, işte bunlardan ibarettir.
Burada şunu da belirtelim ki; gerek Kürt dili, gerekse 141-142 konusunda hükümet getirdiği yasa değişiklikleriyle, belki, fiili durumla yasalar arasındaki çelişme kaldırılacak, ama sınıflı, üstelik bizimki gibi demokrasinin olmadığı bir toplumda, egemen sınıflar, bir çelişmeyi “kaldırdıklarında” daha büyük çelişmelerin burgacına kapılırlar. Öyle görünüyor ki; bu yasa değişiklikleri, onların umduğu gibi, kendilerini rahatlatmayacak, sadece çelişkileri derinleştirerek, herkes için daha da görülür olmasına yardım edecektir.
Mart 1991