İki süper emperyalist gücün liderleri, geçtiğimiz Haziran ayının başında Washington’da bir araya geldiler.
Son 30 yılda giderek artan dozda yapıldığı gibi kapitalist ve revizyonist dünyanın propaganda merkezleri, burjuva ideologları ve propagandacıları, bu buluşmayı da, “dünya barışına”, “ebedi barışa” doğru atılmış bir adım olarak lanse ettiler. Beklentilerini, bütün insanlığın beklentisi olarak sunarak; dünyanın yeniden paylaşımının pazarlığını, barış ve özgürlük için yapılan görüşmeler olarak propaganda ettiler.
Burjuva propaganda merkezleri, her zaman yaptıkları gibi gerçekte konuşulan konular ve bunların arkasındaki gerçekler yerine, daha çok işin magazin yanını öne çıkardılar; Gorbaçov için yapılan törenler, Gorbaçov’un “sempati” toplamak için giriştiği Amerikan usulü şovları, Raisa ve Bayan Bush’un ne yiyip ne giydiklerini, birbirlerine sevecen mi yoksa kıskançlık ifadesi olan gülücükler mi gönderdiklerini vb. öne çıkardılar.
Ama burjuva revizyonist propagandanın bütün üstünü örtme çabalarına karşın, gerçek saklanamayacak kadar açık olduğundan pek çok şey de ortaya döküldü.
Basına sızdığı kadarıyla Bush ve Gorbaçov’un gündemi şöyleydi:
* Sibirya’daki Krosnoyarsk Radar Üssü’nün sökülmesi.
* ABD ve SB arasında yeni hava ulaşım hatlarının açılması.
* Stratejik silahların indirim anlaşmasının yılsonuna kadar imzalanması ve kimyasal silahları sınırlayan bir anlaşmanın yapılması.
* İki Almanya’nın birleşmesi için pürüzlerin ortadan kaldırılması ve “Birleşik Almanya”nın NATO üyeliğinin çözümlenmesi.
* SSCB’yi “ticarette ayrıcalıklı” ülkeler arasına alacak bir ticaret anlaşmasının imzalanması.
Öne çıkarılan bu konular yanı sıra, basında satır aralarında bir sorun daha olduğu, bu konuda da bir ilerleme beklendiği yazılıyordu: O da, “tarafların kendi güç alanlarının değişmesine izin veren bir prensip anlaşması” beklentisiydi.
Açıkça görüldüğü gibi; açıkça gündem maddesi edilen konular da “önemli” olmasına karşın “güç alanlarının değişmesi” gibi son derece önemli bir konu, bütün kalabalık “küçük” sorunlar ve protokol görüşmeleri arkasında saklanmaktadır.
Sözü edilen görüşme konularında herhangi bir “sürpriz” sonuç çıkmadı. Son yıllarda, yaptığı “sürpriz öneri” ve açıklamalarla burjuva basın ve yayın organlarının gözdesi olan Gorbaçov, bu sefer Washington’a süngüsü düşük olarak gelmişti: Son bir kaç yılda SB’nde “kurtarıcı lider” olarak tanıtılan ve bütün yetkileri elinde toplayarak “tek adam” görünümü kazanan Gorbaçov, Malta’dan bu yana düştüğü açmazlar nedeniyle, ülkesinde sorunların üstesinden gelemeyecek bir kişi hüviyetiyle Washington’a gelmişti. Nitekim, ABD CNN Televizyonu bir Sovyetler Birliği anketine göre Gorbaçov’u destekleyenlerin % 70’lerden % 22’ye düştüğünü, ziyaret öncesinde Amerikan kamuoyuna duyurmuştu. Dahası Gorbaçov, Cumhuriyetlerdeki ayrılık eğilimleri ve Cumhuriyetler arası çatışmaları engelleyemeyen, 5 yıldır her konuda parlak vaatlerde bulunan ama en iddialı olduğu ekonomik “yeniden yapılanma” konusunda da, ekonomide bir iyileşmenin görülmediği bir ülkenin, başarısız bir lideri olarak Washington’a gelmişti. Bu yüzden de, daha Washington’a ayak basar basmaz, her zamankinin tersine kendine güvenini yitirmiş imajını kuvvetlendiren açıklamalarla işe başladı. Daha çok karşı tarafın adım atması gerektiğini ima etmeye çalıştı.
Bush ise, kimi Amerikan politik çevrelerinin aksine “Gorbaçov’u köşeye sıkıştırmaktan kaçınan bir tutum izleyeceği” imajını vermeye çalıştı. Böylece zirvenin görünüş konularında hangi sonuçların alınacağı az çok belli olmuştu.
Aşağı yukarı her şey beklendiği gibi sonuçlandı: Krasnoyarsk Radar Üssü’nün sökülmesi için hazırlıklara başlandığı, zirve öncesinde Shavardnadze’nin yardımcılarından Vitaly Çurkin tarafından açıklandığından, bu konuda bir pürüz çıkmadığı anlaşılıyor. Bunun dışında kimyasal silahların üretilmemesi konusunda bir anlaşma ile ABD-SB arasında bir ticaret anlaşmasının imzalandığı da zirve sonucu olarak ortaya çıktı. Ama iki Almanya’nın birleşmesi ve NATO üyeliği konusunun bir anlaşmazlık konusu olmaya devam ettiği iki “lider tarafından özellikle” vurgulandı. Yine açıklamalardan anlaşıldığına göre stratejik silahların % 50 indirimini öngören (AK-KUM) anlaşma ile ilgili bir ilerleme de olmamıştı.
Öte yandan bu görüşme sürecinde, Gorbaçov’un Batı’nın gözünde de yıldızının sönmeye başladığı, bazı çevrelerin yeni “alternatifler” üstünde düşündükleri ortaya çıktı. Zirve öncesi, Newsweek dergisi, Gorbaçov’u yine kapak yaptı ama bir soru işaretiyle. Kapakta, şu som var “Gorbaçov neden başarısız?” Ve iç sayfada soru şöyle yanıtlanıyor: “Temel amaç Sovyet sistemini kurtarmak olduğuna göre, bunu başaramadığı için başarısızdır”. Aynı yazı içinde Batı’nın tutumunun ne olması gerektiği sorusu da sorulup şu yanıt veriliyor “Gorbaçov Sovyetler Birliği’nde öldü. Batıda yalanda ondan vazgeçebilir. Komünizmin çöküşüyle ABD ve SSCB’nin -ve bunlara bağlı olarak geri kalan dünyanın- geleceği şimdi göz alıcı politikaları bir yana bırakıp gerçek milli çıkarları bulup çıkarmaya bağlı.”
Benzer görüşlerin kimi Amerikan iş çevrelerinde de yaygınlık kazandığı, “kaybeden ata oynamanın enayilik olacağı” düşüncesinin bu çevrelere egemen olmaya başladığı yine basında çıkan haberler arasında.
Zirve sonrası protokol ziyaretleri içinde, ABD’nin en büyük sanayi merkezinde 130 işadamının verdiği bir yemeğe katılan Gorbaçov için işadamları, “O’na kapitalizmi öğreteceğiz” diyerek şakayla karışın bir gerçeğe parmak basarken, Gorbaçov, “Bizim geminin çapası kayboldu, hepimizi deniz tutmuş durumda” diyerek gerçeğin bir başka yanını dile getiriyordu.
Amerikan yönetimi ve iş-politika çevrelerinin çoğunluğu ise, henüz Gorbaçov alternatifini ciddiye alıyorlar, başka ve daha açık bir söyleşiyle Gorbaçov’un durumundan yararlanma ve kendi egemenlik alanlarını genişletmekte bugünkü durumun elverişliliğini sürdürdüğü inancıyla, Gorbaçov’un “başarılarının devamı” için destek vermeye devam ediyorlar.
Son zirvenin görünen yam böyle bir panorama içinde gerçekleşirken, Gorbaçov’un iktidara gelmesiyle birlikte başlayan perestroykaya eşlik eden, anti-komünizm kampanyası tırmanarak sürdü. Burjuva revizyonist propaganda merkezleri, burjuva ve revizyonist ideologlar, diplomatlar, politikacılar, yorumcuları ve muhabirleri bütün gelişmeleri “totaliter”, “Leninist”, “Stalinist” sosyalizmin öldüğü, “kapitalizmin sosyalizm karşısında üstünlüğünü kanıtladığı”, kapitalist sistemin kendi çelişmelerinin üstesinden geldiği”, kapitalizm sosyalleşerek daha sosyal adaletçi olurken sosyalizmin demokratikleşerek kapitalizme yaklaştığı”, böylece dünyada “ebedi bansın” kurulmasının koşullarının yaratıldığı vb. perspektifiyle bir propagandayı yoğunlaştırarak, dünya halklarını ve emekçileri uyutma çabalan için bu zirveyi de bir vesile olarak kullanmaya çalıştılar.
Eğer zirveyi iki süper emperyalist ülkenin liderlerinin egemenlik mücadelelerinin bir parçası değil de, dünya barışı için bir şeyler yapmaya çalışan, iyi niyetli, hümanist kişilerin bir araya gelip sorunlara çözüm aradığı bir görüşme olarak ele alırsak, kuşkusuz ki, “böyle görüşmeler barış için iyidir” gibi safdilce bir sonuca varmak olanaklı. Ama görünenin arkasında olup bitenlere bakıldığında gerçeğin hiç de safdilce yorumlara meydan vermeyecek bir karakter gösterdiğini görürüz.
Her şeyden önce iki emperyalist kampın liderleri arasındaki zirveler son bir kaç yıldır yapılmıyor. Tersine, Sovyetler Birliği’nde revizyonistlerin iktidarı ele geçirip, Sosyalist Sovyetler Birliğini emperyalist bir ülke haline getirmeleriyle, emperyalistlerle görüşmeler de başladı. Ve iki süper emperyalist gücün dünya hegemonyası için mücadeleleri zirveler yoluyla da sürdü.
Son 30 yılda zirveler ve onlara eşlik eden politik gelişmeler kısaca şöyle bir yol izledi:
İlk görüşme Kruşçevcilerin iktidarı ele geçirmesinden birkaç yıl sonra, EYLÜL 1959’da Eisenhower ve Nikita Kruşçev arasında VİYANA’da yapıldı.
Kruşçevciler, daha iktidarı alır almaz anti-Stalinist bir kampanya başlatarak, Stalin’in şahsında sosyalizmin bütün değerlerine savaş açmışlar, ekonomik alanda; sosyalist işletmelerde kapitalist normların geçerli olacağı bir takım “reformlara” girişirken, devrime karşı da açıkça bir tutum alarak, “barış içinde bir arada yaşama” ilkesini, kapitalizm ile sosyalizm arasında tam bir barış, proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadeleyi reddeden bir platforma geçmişlerdi. Her alanda Kruşçevizmin Stalinizmden farklı olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar, emperyalizm karşısında açıkça uzlaşmacı reformcu bir tutum alıyorlardı. Aynı yıllarda kapitalist emperyalist ülkelerde ise, soğuk savaşa rağmen sosyalizmin prestiji yükselmeye devam ediyor, sömürge ve yarı sömürgelerdeki anti-emperyalist mücadeleler güçlenerek ilerliyordu. Dahası, savaşın kapitalist ekonomilere getirdiği rahatlık sona ermiş, kapitalizmin yapısal krizi, enflasyon ve işsizlik yeniden bir bela olarak ortaya çıkmıştı. Bu zor koşullarda Batılı emperyalistler Kruşçev’in uzattığı eli tuttular.
1959 zirvesi; bu ilk zirve, karşılıklı bir “güven” zirvesi olarak göründü. “Silahsızlanma” doğrultusunda, sonraki yıllarda derlenecek yolu çizdi ve bilim ve kültürel alanlarda somut işbirliği için anlaşmaya varıldı. İki lider arasında “kırmızı telefon” bağlantısı kuruldu.
İkinci Zirve, HAZİRAN 1%1’de, Kruşçev ve Kennedy arasında CAMP DAVID’de yapıldı. Zirvede hemen hiçbir konuda anlaşma sağlanamadı. Zirvenin hemen arkasından SB Küba’ya nükleer füzeler yerleştirmeye girişince, ABD Küba’yı ablukaya aldı. Sovyetler Birliği, geri adım atarak füzeleri söktü; ABD’de Türkiye’deki füzeleri sökerek küçük bir geri adım attı. Görüşmede anlaşılamayan bir konu “güç gösterisi” ile “çözümlendi”.
Üçüncü zirve, Haziran 1967’de, Johnson ve Kosigin arasında New Jersey’in GLASBOUR kentinde yapıldı. Ortadoğu’da savaşın eşiğine gelen gerginlik, Vietnam Savaşı ve “nükleer silahların kısıtlanması” konuşuldu. Ama zirveden sonuç çıkmadı. Hemen arkasından Arap-İsrail Savaşı patlak verirken, Vietnam’da da ABD yeni birlikler çıkararak savaşta dolaysız bir yan olarak yer aldı. Buna karşılık SB’ de Afrika ve Asya’daki faaliyetlerini arardı. Özellikle darbeler aracılığı ile güç kazanmaya hız verdi.
Dördüncü zirve, Mayıs 1972’de, Nixon ve Brejnev arasında MOSKOVA’da yapıldı. Sonuna yaklaşan Vietnam Savaşı görüşüldü. Stratejik silahların sınırlandırılması anlaşması (SALT 1) imzalandı.
Beşinci Zirve, 1 yıl sonra. Haziran 1973’de, Nixon ve Brejnev arasında WASHINGTON’da yapıldı. Vietnam Savaşı’nın sonuçlandırılması ve ABD’nin “onurlu çekilişi”nin gerçekleşmesinin yolu açıldı. 1974’de yeni bir “silahsızlanma anlaşması” için bir takım prensiplerde anlaşmaya varıldı.
Altıncı zirve, Haziran-Temmuz 1974’de, Nixon ve Brejnev arasında önce MOSKOVA, sonra YALTA’da iki etap biçiminde yapıldı. Yeraltı nükleer denemelerinin önceden haber verilmesi konusunda bir anlaşma yapılırken, bir de 10 yıllık bir ekonomik işbirliği anlaşması için, prensip anlaşmasına varıldı.
Yedinci zirve, Kasım 1974’de, Ford ve Brejnev arasında VLADİVOSTOK’ta yapıldı. Bu zirvede, roketatar ve bombardıman uçaklarının azaltılması konuşuldu ve stratejik silahların sınırlandırılması için ikinci bir anlaşma taslağı üzerinde uzlaşıldı. Anlaşma daha sonra Jimmy Carter döneminde tamamlandı.
Sekizinci zirve, Haziran, 1979’da, J.Carter ve Brejnev arasında, VİYANA’da yapıldı. Daha önce görüşmeleri tamamlanan stratejik silahların sınırlandırılmasına yönelik SALT-2 Anlaşması imzalandı. Ancak bu anlaşma, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesinden sonra ABD Kongresi’nde onaylanmadı.
Dokuzuncu zirve, Kasım 1985’de, Ronald Reagan ve Mihail Gorbaçov arasında CENEVRE’de yapıldı. Gündemin ana maddesi nükleer silahlardı, ama bu konuda hiçbir adım atılmadı. Özellikle ABD uzlaşmaz bir tutum takınarak, yeni iktidara gelen Gorbaçov’u sınarken, SB’nin içinde bulunduğu sıkıntılardan sonuna kadar yararlanmanın yolunu açmaya yönelik taktikler izledi. Zirveyi kurtarmak için kültürel ve güvenlik alanında işbirliği konusunda “anlaşma” sağladılar.
Onuncu zirve, Ekim 1986’da Reagan ve Gorbaçov arasında REYKJAVİK’te yapıldı. Bu zirvede Gorbaçov üst üste sürpriz önerilerle ortaya çıkıp, özellikle ABD ve Batı Avrupalı emperyalistler arasında çelişki yaratacak bir tutumu benimserken, SB’nin ne kadar sıkışık ve çok tavize yanaşacak bir noktada olduğunu da kabul etmiş oldu. Ama ABD “Yıldız Savaşları Projesinden” görüntüyü kurtaracak tavizler bile vermeye yanaşmayınca somut sonuçlar çıkmadı. Ama SB’nin hangi noktalara kadar itilebileceği belli oldu.
On birinci zirve, Aralık 1987’de Reagan ve Gorbaçov arasında, WASHİNGTON’da yapıldı. Orta menzilli nükleer füzelerin imhasını öngören INF Anlaşmasını imzaladılar. Uzun menzilli füzelerin sayısının azaltılması için prensipte anlaştılar. Ama bu anlaşmalar önceden tahmin edildiği gibi Gorbaçov’un aşın tavizleri ile olanaklı oldu. ABD ise, “Yıldız Savaşları Projesinden taviz vermeye yanaşmadı.
On ikinci zirve, Mayıs-Haziran 1988’de, Reagan ve Gorbaçov arasında, MOSKOVA’da yapıldı. Görünür gündem yine uzun menzilli nükleer silahlardı, ama ABD’nin tavize yanaşmaması bir “anlaşma yapılmasını” engelledi.
On üçüncü zirve, Aralık 1988’de, Reagan-Bush ve Gorbaçov arasında, WASHİNGTON’da yapıldı. Reagan görevinden ayrılıyordu ve Bush’ da henüz resmi olarak göreve başlamadığı için bu zirve bir “dostluk” ziyareti olarak yansıdı. Bush, Reagan’ın politikalarını aynen devam ettireceğini söyleyerek Gorbaçov’u rahatlattı. Kimse de başka bir şey beklemiyordu.
On dördüncü zirve, Aralık 1989’da, Bush ve Gorbaçov arasında, MALTA’da yapıldı. Somadan Malta doruğu olarak da ünlenen bu zirve, 1980’deki bütün zirvelerin “meyvesinin devşirildiği” bir zirve oldu. Zirve sonunda, uzun bir ortak basın toplantısıyla iki lider, uzun menzilli füzeler ve konvansiyonel silahlarla ilgili indirim için prensip anlaşmasına vardıklarını açıkladılar. Ama zirveye önem kazandıran kamuoyuna açıklanmayan pazarlıktı. Hemen sonraki gelişmelerden anlaşıldı ki, iki emperyalist güç egemenlik alanlarının paylaşılması konusunda da bir anlaşmaya varmışlar; hiç olmazsa, ortada henüz pürüzlü bölgeler olsa da, “kesin” egemenlik alanları için bir belirleme yapmışlardı. Herkes kendi çöplüğünde sessizliği sağlamak için gereken önlemleri alacaktı. Nitekim doruktan hemen sonra, ABD Panama’ya asker çıkararak bu ülkeyi baştanbaşa işgal etti. SB desteğindeki güçler Romanya’da Çavuşesku’yu devirip idam ettiler. El Salvador ve Nikaragua’da, ABD, diplomatik, ekonomik, siyasi ve dolaylı olarak askeri müdahalelerle kendi çözümünü kabul ettirdi. SB; Azerbaycan, Özbekistan, Ermenistan ve Gürcistan’a askeri müdahaleler yaparak “düzeni” sağladı. Bağımsızlık ilan eden Litvanya’ya kesin bir ekonomik abluka uygulayarak, tehdit ve şantajla, bağımsızlık ilanından vazgeçirmeye çalıştı.
Eğer bunlar, Malta zirvesinden önce olsaydı; kuşkusuz ki, iki süper güç bütün olup bitenler için göstermelik protesto mesajlarıyla yetinmez, ekonomik, diplomatik, siyasi, belki de askeri yollarla karşılıklı müdahaleleri önlemeye çalışırlardı. Ama Malta’daki anlaşmadan dolayı, belirlenen egemenlik alanlarında süper güçler birbirini “özgür bırakmış” durumdaydı.
Tutumlarına bakılırsa, Bal tık ülkeleri dışındaki tüm SB topraklarında ABD SB’ne her tür serbestîyi tanımış durumda. Baltık ülkelerinde ise, bugün bu egemenliğe ses ç ikamı asa bile yakın gelecekte bu ülkelerin Sovyet imparatorluğundan kopacağını düşündüğünden, buyandan bu ülkelerdeki ayrılıkçı hareketlerle dayanışmaya girerken öte yandan da SB’nin bu bölgedeki eylemlerini, en azından şimdilik sorun etmemektedir. SB’de, Orta Amerika’yı Amerikan egemenlik alam olarak tanımış görünüyor.
Doğu Avrupa ülkelerinde ise, henüz egemenlik çatışması sürmektedir. Bu yüzden bu bölgedeki gelişmeleri iki taraf da ihtiyatla izlemektedir.
“Birleşik Almanya” ise, iki taraf için de çıban başı olarak görülüyor. SB, “Birleşik Almanya”nın NATO’ya katılışına karşı çıkarken, Batılılar “Birleşik Almanya’mın NATO’ya katılmasından yana tavır alıyorlar. Ama gerçekten “Birleşik Almanya”dan yana olup olmadıkları tartışılır durumda. Çünkü, Avrupa’da süper bir güç olma potansiyeli taşıyan “Birleşik Almanya”yı her iki taraf da “tehlike” olarak görüyor. Bunu geçtiğimiz günlerde Teatcher açıkça ifade etti. Doğu Avrupa ülkeleri ise, “Birleşik Almanya’nın, 2. Dünya Savaşı öncesi sınırları gündeme getireceğini bildiklerinden, bu “tehlikeden” daha da tedirginler. İngiltere dışındaki Batılı diğer ülkeler de, “Birleşik Almanya”nın getireceği sorunlardan en az İngiltere kadar çekiniyorlar. Ama şimdilik açık bir tavır koymuyorlar. Süreç ilerledikçe tutumların daha açık belirleneceği izleniyor.
Zirvelerin ve iki süper gücün ilişkilerinin emperyalist karakterlerine geçmeden önce, burada zirvelerle ilgili bir iki şey söylemek gerekiyor:
Eylül 1959’dan bu yana iki süper gücün liderleri arasında tam 15 zirve gerçekleşmiş. Bunlardan 1959 ve 1961’de yapılan ilk ikisi; Kruşçevcilerin SB’de iktidarı ele geçirmesinden sonra emperyalist bir karakter kazanan SB’nin, bir yandan dünyada hegemonya peşinde koşmaya başlamasından gelen egemenlik için mücadeleye hazırlanması, hatta bu konuda Ortadoğu ve Afrikada kimi girişimler yaptığı, öte yandan anti-Stalinizm arkasında, emperyalistlere karşı bir “özeleştiri” içinde olduğu koşullarda gerçekleşti. Bu çelişkili dönem; SB’nin sömürgecilik ve emperyalist baskıya karşı başkaldıran halklardan desteği çektiği ve emperyalistlerin bu mücadeleleri ezme girişimleri ile uzlaşarak Batılı emperyalistlere karşı taviz politikası izlediği, aynı zamanda da, Batılı emperyalistlerin egemenlik alanlarında nüfuzunu artıracak girişimlerde bulunduğu bir dönemdir.
1967-1974 arasındaki dört zirve ise, bir yandan Batı ekonomilerinin krize yuvarlandığı, Vietnam Savaşındaki başarısızlık ve uyguladığı “pis savaş yöntemleri”yle ABD’nin tecrit olduğu; buna karşın, SB’nin sosyalist mirasın sağladığı prestij, büyük ekonomik güç ve teknolojik birikimden yararlanarak Asya, Afrika ve özellikle de Ortadoğu ülkeleri içinde (sermaye ihracı, darbeler, S. kol faaliyetleri, diplomatik vb. yolla) nüfuzunun arttığı, yıllarda gerçekleşti. Bu dönemde taviz isteyen taraf SB idi. Zirvelerden karlı çıkanlar da onlar oluyordu.
Ancak aynı yıllar, SB’nin artık bütünüyle kapitalist normlara göre işleyen ekonomik sisteminin henüz terke-dilemeyen sosyalist biçimlerle çelişkisinin ve kapitalizmin bunalanlarının Sovyet ekonomisini doğrudan etkisi altına alarak ekonomik bir açmaza doğru ilerlediği, taşıdığı sosyalist maskenin sürdürülen sosyal-emperyalist politikalarla uyuşmaz hale geldiği yıllardı. Batılı emperyalistler ise; 1960’larda sürüklendikleri krizden sıyrılmak için, 1974 petrol krizini kullanmayı bildiler ve bunalımın yükünü geri ülkelere yıkmayı başardılar. 1970 ortalarından itibaren Batı ekonomileri, nispi bir rahatlık dönemine girdi. Reagan, Teatcher gibi monetarist liderler bu aidimi kapitalizm ve liberalizmin, sosyalizm karşısındaki üstünlüğü propagandasıyla birleştirerek, SB’nin egemenlik mücadelesine karşı Batılı kapitalistleri anti-sosyalizmle destekli bir siyasi ve ideolojik platformda birleştirdiler. NATO içindeki çatlaklar büyük ölçüde giderildi. AET genişledi ve yeni bir ekonomik ve siyasi güç merkezi karakteri kazandı.
COMECON ülkeleri ise, ekonomik “uzlaşma” sonucu kendi üretim araçlarını yeniden üretecek bir ekonomik temelden yoksun olduğundan SB’ndeki krizden doğrudan etkilenerek tam bir ekonomik çöküntüye sürüklendiler.
İşte 1974-1985 arasındaki üç zirve bu koşullarda gerçekleşti; ve giderek ABD’nin ve Batılı emperyalistlerin güç topladığı, yeni egemenlik alanları talep ettiği koşullarda gerçekleşti. Özellikle de Afganistan’ın işgalinden sonra SB, ABD’nin Vietnam Savaşı sırasında düştüğü tecrit durumuna sürüklendi.
İşte Gorbaçov, bu koşullarda iktidara geldi ve SB’ni bu tecrit durumundan kurtarmak, artık işlemez hale gelen kapitalist ekonomiyi, bir kalıntı olarak da olsa, süren “sosyalist biçimlerden” kurtararak klasik kapitalist biçimler altında sürdürmek amacıyla “perestroyka” adı verilen politikaları yürürlüğe koydu. Ama bu politikaların “başardı” olması için de ihtiyacı olan teknoloji, para ve zamanı ancak Batılı emperyalistlerle ne pahasına olursa olsun uzlaşarak sağlayabilirdi. Bu nedenle de, 1985’den sonra yapılan yedi zirve Gorbaçov’un verdiği “sürpriz” tavizlerin zirvesi oldu.
Zirvelere, daha 1959’da, Kruşçev-Eisenhower görüşmesinden başlayarak bir “barış”, “silahsızlanma”, “insanlığın kurtarılması” propagandası da eşlik etti. Revizyonist ve kapitalist propaganda merkezleri, reformcu ve liberal çevreler, revizyonizmin tarihsel rolünü kavramayan “sosyalist çevreler”, “nükleer silahların bir paylaşım savaşını olanaksız kıldığını” iddia eden Kruşçevciler ve troçkistler, safdil aydın ve demokratlar, derece derece, bu “barış” ve “insanlığın kurtuluşu” propagandasına katıldılar. Emperyalist ve sosyal emperyalist kamp arasındaki çelişmeler arttıkça ve bölgesel savaşlara varan çatışmalar yayıldıkça, emperyalist ve revizyonist çevreler propagandanın dozunu artırdılar, yeni zirveleri daha çok bir “umut kaynağı” olarak lanse ettiler. Barışı, savaşlardan kurtuluşu emperyalistlerin iyi niyet ve uzlaşmalarında gören çevreler de, emperyalist propaganda çevrelerinin destekçisi olarak, halkları uyutma çabalarında emperyalistlerin yardımcısı rolünü oynadılar. Emperyalist ve sosyal-emperyalistlerin dünyanın her köşesi için, güçlerine göre nüfuz alanlarını belirleme çabalarını, bu “barışçı!” paylaşım mücadelesini barış için yapılan çabalar olarak tanımlar. Tam bir idealist yaklaşımla, her zirveyi, dünyada olup bitenlerle ilgisiz, ya da ilgisini tam tersten kurarak, olup bitenleri emperyalizm ve sosyal emperyalizmin müdahale ve kışkırtmalarından bağımsız olarak ele aldılar; zirvede olup bitenlerle zirve öncesi ve sonrası izlenen politikaların bağını kurmaktan özenle kaçındılar. Emperyalist ve sosyal emperyalist odaklar ve onların bilinçli destekçileri, bunu, bilerek, dünya kamuoyunun bilincini çarpıtmak için böyle yaparken, onlara alet olan “derici”, “demokrat” ve “sosyalist” çevreler ise, kendi sınıf bakış açılarından gelen sakatlık nedeniyle, aynı işi yaptılar.
Zirveler ilerledikçe, (revizyonizmin Marksist teoriyi tahribatına da bağlı olarak) emperyalist-revizyonist propaganda merkezlerinin ellerindeki her araçla yaptıkları “barış” ve “insanlığın kurtuluşu” propagandasının baskısı, giderek, Leninist emperyalizm kuramının öne sürdüğü, emperyalizmin özelliklerine ilişkin tezlerin, “eskidiği” düşüncesini yaygınlaştırdı. Bu durum, burjuvazi ile artık içice geçen eski Marksist partilerin, “barışçı”, “egemenlik için mücadele etmeyen”, “insanlığın nihai kurtuluşundan yana” bir emperyalizm teorisi geliştirmelerinin de yolunu açtı. Emperyalist ve sosyal emperyalistlerin dünyanın dört bir köşesindeki ulusal kurtuluş savaşlarına, devrimlere saldırısı, “istikran sarsıp, dünyayı bir savaşa sürükleyecek sorumsuz güçlerin” “hizaya getirilmesi” olarak değerlendirilmeye başlandı. Hegemonya ve halkları köleleştirmek için emperyalistlerin baş vurduğu yöntemler aldandı, emekçi sınıflar ve ezilen halklar “suçlu” görülmeye başlandı.
Troçkizm, Titoculuk ve Kruşçevizmden feyiz alan bu eğilim, önce Euro-komünizmde ete-kemiğe bürünerek bütün dünyadaki revizyonist partiler ve onlardan etkilenen çevreler içinde yaygınlaştı. Bu eğilim, emperyalist ve liberal ideologlar tarafından sosyalizmin “demokratikleşerek” kapitalizme yaklaştığı biçimde lanse edildi ve bu tür eğilim ve bu eğilimi savunan parti ve çevreler, burjuvazi tarafından, düzenin bir parçası sayılarak haklı olarak kutsandı.
Gorbaçovculann iktidara gelmesiyle başlayan anti-Stalinist ve aynı anlama gelmek üzere anti-sosyalist kampanya; bununla birlikte yürütülen, SB ve Doğu Avrupa ülkelerindeki kapitalist ekonomiyi sosyalist biçimlerden kurtararak, klasik kapitalizmin normlarım dizginsiz bir biçimde yürürlüğe sokma politikası, sözünü ettiğimiz anti-Leninist emperyalizm kuramına “yeni öğeler” sokularak “tamamlanmasının” yolunu açtı.
Artık, “dünyada bir gerginlik kaynağı” olan “Leninist-Stalinist sosyalizm”, “totaliter sosyalizm”, “proletarya diktatörlüğü” “iflas etmiş”ti; emperyalist kapitalizm ise, “emekçilere haklar tanıyarak, onları ekonomik ve sosyal bakımdan koruyucu önlemler alarak, eski sömürücü ve baskıcı eğiliminin yol açtığı yıkıcı çelişmeleri aşmayı başarmış”tı. Böylece, sosyalizm demokratikleşerek”, kapitalizm de “sosyalleşerek” iki karşıt sistem olmaktan çıkmış, aynı amaçlar etrafında “bütünleşen” insanlık için “ebedi barış” ve “sonsuz refah”ın yolu açılmıştı!
işte bugün emperyalist ve -artık”sosyal” sözcüğünü gereksiz kılacak kadar Batı emperyalizmiyle benzerlik gösteren- sosyal emperyalist propaganda merkezlerinin, dünya halkları ve emekçi sınıfların yolunu karartmak için başvurduktan kampanyanın temellerini bu varsayımlar oluşturuyor. Bu yüzden de, burada bu iddiaların temelleri üstünde durmak gerekiyor.
SOSYALİST KAMP SAVAŞ KAYNAĞI MIDIR?
Burada öncelikle, “Stalinist”, “totaliter”, “proletarya diktatörlüğünü” savunan, kapitalizme karşıt ve onu yıkmayı amaç edinen sosyalizmin bir savaş kışkırtıcı kaynak olduğu, bunun ortadan kalkmasıyla artık dünyada “ebedi barış”a giden yolun açıldığı demagojisi üstünde duralım.
Emperyalist ve revizyonist propagandanın kafasını karıştırmadığı, sağlıklı düşünen her kişi, birazcık da tarih biliyorsa, sosyalizmin dünya yüzünde bir devlet olarak ete kemiğe bürünmesinin 1917’de Ekim Devrimiyle birlikte gerçekleştiğini bilir. Yine, biraz tarih bilen her kişi savaşın ilk çağlardan bu yana, özellikle de sınıflı toplumların ortaya çıktığından bu yana, sürüp geldiğini, kapitalizm çağıyla birlikte, egemen sınıfların ekonomik çıkarlarıyla savaşın at başı ilerleyen bir olgu olduğunu bilir.
19. yüzyıldaki sömürge edinme savaşları, İspanyol-Portekiz, İspanyol-Amerikan, Fransız-İngiliz, Rus-Japon, Osmanlı-Rus vb. savaşları, değişik ulus burjuvazilerinin yeni sömürgeler edinmede diğer ulus burjuvazilerine egemenlik sağlama savaşlarıydı.
Kapitalizmin 20. yüzyılda emperyalizm aşamasına evrimleşmesiyle birlikte, savaşlar birer birer ulusal burjuvazilerin kendi egemenlikleri için bir savaş olmaktan çıktı, uluslararası kapitalizmin dünyanın yeniden paylaşılması mücadelesine dönüştü. Egemenlik savaşı da ulus sınırını aşarak genel bir karakter kazandı. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı da “mali sermayenin yeryüzünü doğrudan paylaşma”, genç emperyalistlerin talandan daha çok pay isteminden çıktı. Ve bütün uygar dünyayı savaşa ve yıkıma sürükledi. Sosyalizm ise, değil savaşı kışkırtmak, “savaşa karşı savaş” mücadelesi içinde güçlendi, ve proletarya ve halkların gerçek bir barış için umudu olarak tarih sahnesine çıktı.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı da, Batılı emperyalistlerin bütün çabalarına karşın, bir SSCB-Almanya savaşı olarak çıkmadı. Emperyalizmin kendi bünyesinde taşıdığı çelişmelerden dolayı iki emperyalist mihrak arasında, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasını doğrulayan bir olgu olarak ortaya çıkü. Gerçi Hiücr Almanyası, Orta ve Doğu Avrupa’da yayıhrken “anti-Komintern bir savaş” yürüttüğünü ilan ediyordu, ama bu karşıt emperyalist kamp içinde ve ülkelerde gerici, faşist çevreleri yanma çekme taktiğiydi; asıl amacı, Avrupa’dan başlayarak dünyanın her köşesindeki emperyalizmin sömürgelerinden “mali gücü oranında” pay almaktı. Onlar için “sosyalizmle savaş”, son hesaplaşmaydı. Nitekim de öyle oldu, Almanya, Avrupa’da en son SB’ye saldırdı.
Biraz daha ayrıntıya inersek, Japonya’nın Çin’e, İtalya’nın Habeşistan ve Libya’ya, Almanya’nın, İngiliz-Fransız nüfuzu altındaki Balkanlara, Polonya, Çekoslovakya, Avusturya vb. ne saldırması sosyalizmin yarattığı gerginlikten değil, doğrudan emperyalistlerin kendi aralarındaki “dünyayı toprak olarak da paylaşma” eğiliminden gelen bir şeydi. Ama buna karşın, dünyanın Hitler faşizmi ve diğer faşist mihver devletleri tarafından köleleştirilmesini önleyen, Hitler’ci faşizmi yenilgiye uğratan, sosyalist Sovyetler Birliği oldu. Savaşın kışkırtıcılığının kaynağını temsil eden Almanya bugün lanetlenen Stalin, Bolşevik Partisi ve onun etrafında birleşen Sovyet emekçilerinin sonsuz fedakârlığı ile ortadan kaldırılabildi.
İkinci Paylaşım Savaşından sonra da savaş kışkırtıcılığı yapan emperyalistler oldu. Daha savaş fiilen sona ermeden, Avrupa ve dünya halklarının sosyalizme ve onun ideallerine artan sempatisinin devrime dönüşmesini engellemek için, başını ABD ve İngiltere’nin çektiği bir “soğuk savaş” başlatıldı. Sosyalizme karşı bir karalama ve iftira kampanyası sürdürüldü. Yaratılan sis perdesi arkasında, Çin, Kore, Vietnam, Hindistan, Cezayir gibi ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadeleleri kanla, işkenceyle, boğulmak istendi. Bu savaşların sorumlusu olarak Sosyalist Blok gösterilmeye çalışıldı, ama gerçekte, Sosyalist Blok ve SB’nin yaptığı bu haklı savaşları desteklemekten ibaretti. Bu ulusal kurtuluşçu güçler karşısında savaşanlar ise, emperyalistlerin paralı askerle desteklenmiş resmi ordularıydı.
Amerikan birliklerinin Avrupa’da konuşlandırılması ve Polonya, Macaristan gibi halk demokrasisi ülkelerinde karşı devrimci ayaklanmalar kışkırtmak, SB ile gerginlik politikası izlemek yine emperyalistler tarafından geliştirilen politikalardı.
Demek ki, “totaliter”, “Leninci, Stalinci”, “Kapitalizme karşıt bir sistem” olarak kaldığı sürece SB, bir savaş kışkırtıcı merkez olarak işlev yapmamıştır. Tersine bu dönem boyunca, irili ufaklı bütün savaşlar emperyalistlerin birbiriyle olan hegemonya mücadelesi, ya da emperyalistlerin halkları köleleştirme çabalarının sonucuydu. Birinci türden savaşlar haksız savaşlardı ve SB bunlara karşı sürekli olarak karşı çıktı. İkinci türden, ulusal kurtuluşçu nitelikteki savaşları ise destekledi. Çünkü bu savaşlar, halkların bağımsızlık ve özgürlük istemlerinin bir ifadesi ve dünya yüzündeki yoksulluğun, sefaletin, savaşların kaynağı olan emperyalist kapitalizme karşı savaşlardı.
İşte emperyalistler, bütün dünyayı yıkıma götüren, yaratılan üretici güçleri tahrip eden, on milyonlarca insanın ölümüne ve sakat kalmasına yol açan büyük paylaşım savaşlarını ve ilhak savaşlarını gözlerden saklayarak, sosyalizmin haklı savaşları desteklemesini, dünyada savaşın esas kaynağı olarak göstermeye çalışıyorlar. Buradan kalkarak da, SB’nin sosyalizmden uzaklaşmasını dünyada “ebedi barış”nı sağlanmasının ön koşulu olarak tanıtıyorlar.
EMPERYALİZMİN NİTELİKLERİ DEĞİŞTİ MÎ?
Son 30-40 yıldır emperyalizmin savunucuları ve onların propagandalarının baskısı karşısında geri bir çizgiye düşen kimi “ilerici”, “demokrat” çevreler, emperyalizmin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra karakter değiştirdiğini, çelişkilerin çözme başarısını (en azından çelişkileriyle birlikte yaşama yeteneğini kazandığını) gösterdiğini iddia ediyorlar. Buradan kalkarak da, emperyalizmin arak hegemonyacı olmadığım, egemenlik için savaşmadığını, faşist diktatörlükleri desteklemediğini, hatta AET gibi emperyalist mihrakların demokrasinin koruyucusu olduğunu vb. iddia ediyorlar. Bu iddialarım da, bir takım “olgularla” kanıtlamaya çalışıyorlar.
Lenin, emperyalizmi, “emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşaması” olarak tanımladıktan sonra, bu tanımın içeriğini onun şu beş temel özelliği ile açıyor:
“(1) Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır, (2) banka sermayesi sanayi sermayesiyle kaynaşmış ve bu “mali sermaye” temeli üzerinde bir mali oligarşi yaratılmıştır, (3) sermaye ihracı meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır, (4) dünyayı aralarında bölüşen tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur, (5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından paylaşılması tamamlanmıştır.” (V. İ. Lenin, Emperyalizm, s. 107-108, Sol Yay)
Lenin, yukarıdaki tanımlamayı,, 1916’da yapıyor ve tezlerini kanıtlamak için pek ayrıntılı istatistiki bilgileri sergiliyor. Çünkü bu olgular o zaman henüz yeterince açık gözükmemekteydi. Ama bugün, bu olguları görmek için bilim adamlarının satır aralarında söylediklerini aktarmaya gerek yok. Sıradan ekonomi dergilerinden, günlük gazetelerin ekonomi sayfalarına dökülen istatistiklerden tekelleşmenin boyutunu anlamak olanaklı.. Her üretim dalında bir kaç tekelin, üretimin en büyük bölümünü elinde tuttuğunu, bankalarla sanayi tekellerinin nasıl iç içe olduğunu burada ayrıca kanıtlayacak rakamlar dökmeye hem gerek yok hem de bu yazının amacı o değil.
Burada bir itiraz (4) ve (5) şıklarda sözü edilen “dünyayı aralarında payeden tekelci birlikler” ve “en büyük kapitalist güçlerin dünyayı toprak bakımından paylaşmasının tamamlanmış olması” tezlerine gelebilir. Ama şu da bir gerçek ki, dünyayı aralarında pay eden tekelci birlikler bugün dünkünden çok daha ileri düzeyde olduğu için gözden kaçabilmektedir. Çünkü mali sermaye geçmişte olduğundan daha çok uluslararası bir nitelik göstermektedir. 1916larda, bir kaç ayrı ülkeden grupların meydana getirdiği banka ve sanayi birlikleri bugün dünyanın her köşesinden grupları bir araya getirmektedir. IMF, Dünya Bankası gibi iki uluslararası mali kuruluş, hemen bütün kredi musluklarını elinde tutarken, doğrudan devletler düzeyinde ilişkilerle ülke ekonomilerini düzenlemekte, ekonomiden siyasete, pençesine düşürdüğü ülkeyi adeta asıl hükümet gibi yönetmektedir. Geri ve orta düzeyde gelişmiş ülkelerin hemen tamamı bu iki mali kuruluş tarafından denetlenebilmektedir. Hatta bazen ekonomisi krize yuvarlanan gelişmiş ülkeler bile bu denetim ve yönlendirmeden payını almaktadır, öte yandan gelişmiş teknolojiyi elinde tutan (her üretim dalından bir kaç tekel) tekeller bütün dünya pazarında bir yandan rekabet ederken öte yandan da, olası başkaldırmalara karşı dayanışma içindedirler. Çoğu zaman fiyat ve hammadde kartelleri kurarak üretim ve tüketimi de tam denetim altına alabilmektedirler.
Dünyada artık fethedilecek yeni topraklar olmadığına göre, tekeller ister istemez aynı pazarlar için mücadele etmek zorunda kalmaktadırlar. Bu da kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası gereği, tekeller arasında bir egemenlik için mücadele eğilimini geliştirmektedir. Tekellerle hükümetlerin iç içeliği göz önüne alınırsa, bunun aynı zamanda emperyalist devletlerarası bir rekabete yol açacağı da kolayca anlaşılır.
Bu rekabetin epeyce bir zamandan beri “barışçı yöntemlerle” sürdüğü kabul edilse bile (pek öyle değildir ama) bu çelişkiler var oldukça sonunda savaş yöntemlerinin gündeme gelmeyeceğini kimse (olguları nesnel değerlendiren kimse) iddia edemez.
Propagandacıların, emperyalist politikacı ve diplomatların aksine iddialarına karşın, son 30-40 yıldır ortaya çıkan bütün olgular, emperyalizmin ne eşitsiz gelişme yasasının ne de bundan kaynaklanan yeni egemenlik alanları talep etme eğiliminin değişmediğini gösteriyor.
1960’ların başından beri bir emperyalist devlet olarak tarih sahnesine çıkan SB ile Batılı emperyalistler arasında sürekli bir egemenlik mücadelesinin olduğunu, yeni paylaşım sofrasına oturan SB’nin yeni egemenlik alanları için mücadele ettiğini görüyoruz. SB, Batılı emperyalistlerin egemenlik alanlarına sermaye ihracından o ülkelerdeki yandaşları aracılığı ile darbeler tezgâhlamaya, istihbarat servisleri aracılığı ile yıkıcı faaliyet göstermekten diplomatik baskıya, hatta doğrudan askeri müdahalelere kadar her yolu deniyor. Ama karşı tarafta boş durmuyor, o da Sovyet egemenlik alanlarında aynı faaliyetleri gösteriyor. Sonra biriken sorunlar ve yeni egemenlik alanlarım karşılıklı “tanımak” ya da “tanımamak” için bir kez de zirvede karşı karşıya geliyorlar. Herkes kendi kozunu ortaya koyuyor, pazarlık yapılıyor. Ama bu arada dünya halklarının yolunu karartmak için “barış için”, “insanlığı savaş tehdidinden kurtarmak için” bir araya gelinmiş imajını işliyorlar. İnsanlığı savaş tehlikesine sürükleyenlerin, barışı bizzat kendisi bozanların, nasıl savaşı ortadan kaldırıp barışı getireceği çelişkisinin üstünün örtülmesi ise, propaganda odaklarının ve bu demagojilere inanan safdil çevrelerin işi oluyor.
Eğer emperyalizm karakter değiştirip “ebedi barış”ın yoluna girdiyse; Küba ablukası, Vietnam müdahalesi, Arap-İsrail savaşları, Çekoslovakya’nın işgali, İran-Irak Savaşı, Afganistan işgali, Pakistan-Hindistan Savaşı, Falkland Savaşı, Panama’nın işgali, sayısız darbe ve cuntalar (ki; bunların ya doğrudan içinde, ya da kışkırtıcısı olarak emperyalistler taraf oldular) bütün bunlar nasıl açıklanabilir?
Eğer emperyalizm karakter değiştirdiyse, her yıl silahlanmaya harcanan milyonlarca dolar ve ruble nasıl açıklanacaktır? Sadece laf olsun diye mi yapılıyor bu harcamalar.
Burada emperyalizm hayranlarının bir bölümü, SB’nde ‘Stalinizmin çöküp Gorbaçovculuğun gelişmesiyle barış yolunun açıldığını” söyleyebilir ve gerekçe olarak da Gorbaçov’un Afganistan’dan çekilmesini ve nükleer başlıkların azaltılması anlaşmasının kanıt olarak gösterebilir. Ama bu da olguların nedenlerden koparılarak çarpıtılması olarak karşımıza çıkarılması demek olur. Bunun niye böyle olduğuna da aşağıdaki bölümde değineceğiz.
BUGÜNKÜ ULUSLARARASI DURUM İSTİKRAR VE BARIŞ VAADEDİYOR MU?
SB’nin bir emperyalist güç olarak tarih sahnesine çıkmasıyla dünya konjonktüründe iki önemli değişim oldu. Birincisi, sosyalist pazar parçalandı ve kapitalizme bağlanan Doğu Avrupa, Batı sermayesi için yeni bir alan oldu, ikincisi ise, SB Batılı kapitalistlerin etkinlik alanları için savaşan yeni bir mihrak konumu kazandı.
Henüz sosyalizmin prestijine sahip genç emperyalist, aynı zamanda sosyalizmin biriktirdiği devasa bir ekonomik güce ve gelişmiş bir teknolojiye sahipti. Bu olanakları kullanarak, Ortadoğu, Afrika, Güney ve Güneydoğu Asya’da önemli köprübaşlarını nispeten kısa sürede elde etti. Bunu yaparken, bazen “sosyalist” olarak ulusal kurtuluş savaşlarına “destek”, bazen geri ülkelerde “emperyalizmin etkinliğini azaltmak için yardım”, bazen da “dost hükümete destek” adı altında askeri işgal vb. her yolu mubah saydı.
Olanaklar ile yol ve yöntemler çok uzun sürmeden tıkandı. Bir yandan emperyalist amaçlar için gerçekleştirilen aşırı askerileşme, öte yandan karlı bir sanayi dalı olarak yatırım ağırlığının silah sanayine kaydırılması, kapitalist kurallara göre yönlendirilen sanayinin sosyalist biçimlerin gerektirdiği sübvansiyonları taşıyamaz hale gelmesi; aynı nedenlerle tarım üretiminin sürekli düşerek ülkenin tarım ürünleri bakımından Batı’ya bağımlılığının artması vb. durumlar ile Doğu Avrupa ülkelerindeki “uzmanlaşma” nedeniyle kendi üretim araçlarını kendilerinin üretme olanaklarını yitirerek, teknolojik bakımdan 1950’lerde kalmaları, bütün COMECON ülkelerini derin ve kronik bir bunalımın içine çekerken, Batılı sanayi ülkeleri, hem SB ve COMECON’un boş bıraktığı alanları doldurarak, hem de petrol krizinden yararlanarak, bunalımın yükünü geri ülkelere yıktıkları yeni bir canlanma dönemine girdiler. ABD ekonomisi bu canlanmayı yeni teknolojileri askeri alanda kullanarak silah teknolojisinde bir atılım yaparken, Japonya ve Almanya kendilerine has özellikleri ve durumu değerlendirerek ekonominin yeni devleri olma pozisyonuna girdiler.
SB ve COMECON ülkeleri 1980’lere gelindiğinde artık Batılı kapitalistlerle egemenlik mücadelesini eski platformda sürdüremez duruma gelmişlerdi. Sonuçta, SB bir yandan Afganistan batağında çırpınırken, müttefikleri de daha çok Batı ekonomilerine doğrudan entegre olma zorunda kaldılar. Polonya, Macaristan ve Romanya IMF ile anlaşmalar yaparak ekonomilerin Batı ülkelerinin denetimine açtılar.
Gorbaçov’un iktidara gelmesiyle Batı ekonomisine bağlanış genel bir karakter kazandı. Kapitalist ekonomik temelle çelişen sosyalist biçimler terk edildi. Sübvansiyonlar, emekçileri koruyan sosyal haklar ve sosyal yardımlar kaldırıldı, fiyatlar serbest bırakılırken, toplu işten çıkarmalar, karlılığı artırıcı önlemler art arda yürürlüğe kondu. Bu ülkeler Batı yatırından için cazip gelecek ayrıcalıklar getirerek emperyalist sermayeyi çağırdılar, çağırıyorlar.
Bütün bu önlemleri tamamlayan, sınırsız özel mülkiyet edinme hakkı ve devlet işletmelerinin yerli ve yabancılara satışının serbest bırakılmasıyla bu ülkeler sosyalizmle artık tamamen, biçimde kalmış son bağlan da kopardılar.
Bu uygulamalar dış politikada da kendini gösterdi, SB Afganistan’daki birliklerini geri çekerken, Doğu Avrupa’da tek taraflı olarak askeri güçlerini geri çekmeye koyuldu ve bu ülkelerdeki SB’den “bağımsız” gelişmeleri (Romanya’daki kendi doğrultusuna uymayan gelişmeler dışında olanları) destekledi ve onların Batı kapitalizmine yakınlaşan tutundan karşısında aktif bir karşı çıkış politikası izlemedi. Bulgaristan dışında, tüm eski müttefik ülkelerde reformcu ve muhafazakâr partilerin iktidara gelmelerine ses çıkarmadı.
Varşova Paktı ve COMECON’un dağılma süreci yaşaması karşısında Gorbaçov’da boş durmadı. Yeni duruma uygun bir politik tutum izleyerek, NATO ve AET’yi sarsacak önerilerle rakip blok içinde ayrılıklar yaratma taktiği izledi. Tek taraflı olarak Avrupa’daki kuvvetlerinde indirim yaparak, iki Almanya’nın birleşmesi önerisini destekleyerek, NATO ve Varşova Paktı’nın dağıtılıp, bütün Avrupa devletlerinin tek bir “Avrupa Evi” içinde toplanmasını savunarak, Batılı emperyalistler arasındaki çelişmeleri keskinleştirme yolunu seçti.
Gorbaçov’un bu politikaları, “Birleşik” Almanya’nın durumundan AET’nin AGİK’in ne olacağını, Avrupa’daki Amerikan varlığının geleceği vb. konularda belirsizliklere yol açarken, Batılı emperyalist ülkeler arasında da görüş ayrılıklarını su yüzüne çıkardı. Zaten sorunların içinden çıkamaz hale gelen AET, Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya’nın AET’ye girme eğilimleri karşısında ne yapacağını, AET’nin sınırlarının ne olacağını vb.ni tartışırken, “Birleşik” Almanya’nın bütün Avrupa için yeni bir tehlike olacağı İngiliz ve Fransız politik çevrelerinde açıkça tartışılır duruma geldi. Öyle görünüyor ki, Gorbaçov’un engelleyeceği umularak ileri sürülen “Birleşik” Almanya önerisi, Gorbaçov tarafından rakiplere atılan ateşten bir top gibi olmuş, şimdi öneri sahipleri ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Elbette ki, bu noktadan sonra gelişmelerin hangi doğrultuda ilerleyeceği Gorbaçov’un atacağı adımlara ve “Birleşik” Almanya sorununun nasıl çözümleneceği ya da çözümsüzlüğüne bağlı görünüyor.
Bu ve bu yazı boyunca söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, SB bir ekonomik kriz ve siyasal bir çözülme süreci yaşamaktadır. Ama bütün bunlar, onun dünya hegemonyasından vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Tersine, bugünden yeni bir atılım için basacağı taşlan özenle döşemeye çalıştığını gösteriyor. Çünkü SB, sahip olduğu ekonomik güç, dünyanın en büyük askeri gücü olmaya devam etmesi, geniş topraklan ve sınırsız hammadde olanaklarıyla bugün de süper emperyalist bir güç olma niteliklerini taşıyor ve en azından sahip olduğu gücü oranında egemenlik istemeye devam ediyor.
Öte yandan kozları elinde bulunduran ABD, elinden geldiği kadar SB’nin etkinlik alanlarında kendi etkinliğini kurmaya çalışırken, SB’ne karşı da ihtiyatlı, en azından şimdilik, onu köşeye sıkıştırmama politikasını çıkarlarına uygun buluyor. Daha ileri giderse kendi müttefikleri arasında da hoşnutsuzluk çıkacağını, pay alma yarışında onların da başka anlaşma ve uzlaşmalarla ayrı politikalar geliştireceği endişesini taşıyor. Bu yüzden de şimdi üstünde bulunduğu düzlemde, ilerlemeyi uygun buluyor.
Görünürdeki Sovyet-ABD egemenlik çekişmesi arkasında; son 10-20 yıldır, 2. Dünya Savaşının iki mağlubu, Japonya ve Almanya’nın süper emperyalist güçler olarak yeniden sahneye çıkmaya yöneldikleri gözleniyor. Japonya, Uzakdoğu’da ve gelişmiş kapitalist ülkelerde ekonomik etkinliğini artırırken, ekonomisini olası bir silahlanma için gerekli dallarda (elektronik ve yüksek teknolojinin öteki kollan) yoğunlaştırıyor. Deniz kuvvetlerinden başlayarak, savaş sonrası statüsünü zorlayarak silahlı kuvvetler oluşturmak için girişimlerde bulunuyor. Koşullar uygun olduğu an, kısa surede güçlü bir orduyu donatmak için, hazırlıklarını sürdürüyor.
Diğer yükselen emperyalist güç ise Almanya Avrupa’nın ekonomik bakımdan en güçlü ülkesi, şimdi “Birleşik” Almanya’nın gündeme gelmesiyle yeni bir sıçrama yapma olanağım da ele geçiriyor. Ve daha şimdiden savaş öncesi Almanya’sının sınırlarını gündeme getirmeye hazırlanıyor. Özellikle Avrupa’da ortaya çıkan belirsizlikten bu doğrultuda yararlanması beklenmeyecek bir şey değil. Kısacası, emperyalistler, “dünyayı, mevcut ‘sermayeleri’, ‘güçleri’ oranında paylaşıyorlar, çünkü kapitalizmin ve meta üretimi sisteminin var olduğu bir ortamda daha başka bir paylaşma biçimi söz konusu olamaz. Şu da var ki, ekonomik ve siyasal gelişmeye göre güç oranları değişmektedir. Olayların ardındaki gerçeği kavrayabilmek için güçler arasındaki ilişkilerin değişmesiyle hangi sorunların çözüldüğünü bilmek gerekir. Bu değişiklikler salt ekonomik mi, yoksa ekonomik olmayan (örneğin askeri) bir nitelik mi taşıdığı sorunu, kapitalizmin şu içinde bulunduğumuz çağına ilişkin hiçbir temel kanıyı değiştirmeyecek ikinci bir sorundur.” (Lenin, Emperyalizm, s. 90-91. Sol Yay.)
İşte emperyalist ve revizyonist propaganda merkezleri, güç oranlarındaki değişmelerin yeni bir paylaşımı zorladığı koşullarda, artık emperyalizmin dünyayı “ebedi barışa götürecek bir istikrar dönemi açtığı” propagandasını yoğunlaştırıyorlar. Oysa gerçek tam tersidir: 2. Dünya Savaşından sonra belirlenen devlet sınırlan tanışılır hale gelmişken, emperyalistler arasında güç ve nüfuz alanları arasında dengesizlik her gün artarken, “istikrar” ve “barıştan” söz etmek ne kadar anlamlı olur? Aslında istikrarsızlığın, çelişmelerin yoğunluğunun ifadesi olan zirveler “barış” ve “istikrarın” unsuru olarak değerlendirilebilir mi? Eğer istikrar olsaydı, süper güçlerin liderleri, 5 yılda 7 zirveye ihtiyaç duyarlar mıydı, dahası bugün “barışçı” olan egemenlik mücadelesinin yarın da aynı biçimde süreceğini kim garanti edebilir? Bu sorular çoğaltılabilir, ama ne kadar çoğaltırsak çoğaltalım yanıtlar olumsuz olacaktır.
Zirvelerin tablosu da açıkça sorunların düğümlenmeye gittiğini göstermektedir. Sözde övünülerek öne sürülen stratejik silahların azaltılması anlaşması bu başarının nasıl bir başarı olduğunu gösteriyor. Bir zafer olarak “insanlığın toptan imhasını önleyen bir anlaşma” olarak lanse edilen anlaşmanın getirdiği (tartışmaları tam 30 yıl sürdü) orta menzilli füzelerin imhasıydı. Bu ise, varolan nükleer stokların sadece % 5’ine karşılık geliyordu. Artık biraz azaltılmış bir nükleer stokun üstünde oturduğumuzu bilerek sevinebiliriz!
Son 30 yıllık zirvelere ve gelişmelere bakıldığında, iki süper emperyalist gücün anlaştıkları tek konunun halkların mücadelesinin bastırılması, devrime ve sosyalizme karşı olmak olduğu görülür, özellikle emperyalistler-arası görüşmelerin dünya kamuoyuna “barışı” sağlamanın yolu olarak sunulmasının pompalanmasıyla birlikte, nerede emperyalistlerin hoşuna gitmeyen gelişme olursa oraya müdahale edilmekte, üstelik bu tutum rakip emperyalistlerce “anlayışla” karşılanmaktadır: ABD’nin Panama işgali, SB’nin Romanya’da darbe düzenlenmesi, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’a SB’nin asker göndermelerinde olduğu gibi. Böylece getirmek istedikleri “barış”ın da ne olduğu anlaşılıyor. Eğer emperyalistlere baş kaldırılmazsa emperyalistler için “barışın” hiçbir sakıncası yoktur! Yok, eğer bağımsızlık ve özgürlük istenirse, bu “barış bozucu” olarak cezalandırılacaktır. Çünkü, emperyalistler, kendilerinde halkların kaderlerini tayin etme hakkını görüyorlar.
Emperyalist propagandanın yarattığı yoğun SİS perdesi kaldırıldığı, olay ve olguların birbiriyle bağlantıları incelendiğinde görülüyor ki; emperyalizm ne çelişmeleriyle başa çıkabilmiş, ne de egemenlik ve hegemonya eğilimi yok olarak barış içinde bir dünya kurma yeteneğini kazanmıştır. Bu varsayımların emperyalizmin kuramcıları ve propagandacılarının uydurduğu iddialar olduğu görülüyor. Amaç ise, emperyalistlerin halklara karşı giriştikleri eylemleri aklamak, en önemlisi de, ezilen halkların ve emekçilerin anti-emperyalist bilinçlerini köreltmek, kapitalizme karşı mücadeleden emekçileri alıkoymaktır.
Tarihin ve son 30 yılın gösterdiği gerçek şudur: Ne barış, ne de sömürü ve zulümden kuruluş emperyalizmden, “onun kazandığı” “yeni niteliklerden” ne de “iyi niyetli emperyalist politikacıların görüşmelerinden” beklenemez. Dünyanın yıkımdan kurtulması; ancak, dünyayı yıkıma götüren çelişmelerin, bu çelişmelere kaynaklık eden kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla olanaklıdır. Bunun ötesinde barış ve kurtuluş hayalleri yayanlar ya emperyalizmin bilinçli savunucuları ya da onların propagandasıyla yolundan çıkmış safdillerdir.
Temmuz 1990