Marksizm’i tahrifte yarışanlar ve “Yeni” durumlar “Yeni” yorumlar – 3

Bundan önceki iki bölümde, Euro-komünistlerden Andre Gorz’a revizyonistlerin Marksizm’e karşı tutumları ile teknolojist eğilimlerin Marksizm karşıtı savları üstünde duruldu. Bu bölümde ise, Marks’ı, Lenin’i “asma” iddiasındaki “Marksistlerin iddialarına değineceğiz.
Aşkın Marksistler ya da Marksizm’in sinsi düşmanları
Bundan önceki bölümlerde görüşlerini ele aldığımız eğilimler ya Marksizm’in artık geçersiz olduğunu açıkça iddia ediyorlardı, ya da bununla birlikte, Marksizm’in eskiden de geçersiz olduğunu, yeni ortaya çıkan olguların Marksizm’in geçersizliğini ortaya çıkardığını kanıtlamaya çalışıyorlardı.
Bu bolümde ele alacağımız eğilimlerin, amaç açısından öncekilerden bir farkı olmamasına karşın görünüşte Marksizm’in hala geçerli olduğunu iddia ettikleri, hatta Marksizm’in Ortodoks savunucuları olarak görünmeye özen gösterdikleri halde Marksizm’i tahrifte ve gözden düşürme çabasında Marksizm’in açık düşmanlarından hiç de geri kalmadıklarını göstermektir.
Bu kampta yer alan eğilimler; Marksizm geçerlidir, iyidir, hoştur, ama diyorlar ve ekliyorlar; “Marksizm aşılmalıdır”, “diyalektik yetersizdir”, “Marksist sınıf tanımını yeniden ele alıp genişletmek gerekir” vb.
Aslında söyledikleri, Marksizm’in bugünkü koşullarda yeniden gözden geçirilmesidir, ama bunu söylediklerinde Bernsteinlerin, Kautskylerin safına düşeceklerinden çekindiklerinden bunu böyle ifade etmekten kaçınıyorlar. Bunun yerine, “aşmak” ya da “bugünün sorunlarına yanıt vermek için geliştirmek” gibi ifadeler kullanıyorlar. Ötekilerin açıkça yaptıklarını bunlar sinsice yapıyorlar.
Bütün bu eğilimlerin ortak tutumu Marks’ın, Engels’in, Lenin’in, Stalin’in “aşılması” gerektiğinde birleşmeleridir. Üstelik de bunu, “Marksizm’in bir dogma olmadığı”, Marks’ı, Lenin’in, Lenin’i Stalin’in, Lenin ve Stalin’i Mao’nun aştığını söyleyerek bir kavram kargaşası yaratma tutumlarına “meşru bir temel” oluşturarak yapmaya çalışıyorlar.
Bu bölümün önceki iki bölümünden diğer bir farkı ise, “kahramanlarının” bizim ülkemizden birileri olmalarıdır. D. Perinçek, Y. Küçük. Y. Koç ve H. Yurtseven’in Marks’ı, Lenin’i, Stalin’i “aşama” çabalarına değineceğiz bu bölümde.
D. Perinçek Marks’ı nasıl aşıyor?
D. Perinçek’in 25 yıllık siyasi yaşamım izleyenlerin de yakından bileceği gibi, Perinçek her zaman sınıf işbirlikçisi, reformist bir siyasi çizgi izlemiş, ama en aşırı sağ politikaları benimsediği, “istikrar” adına gerici parlamentoyu, faşist diktatörlüğü açıkça savunduğu dönemlerde bile koyu bir Marksist olarak görünmeye özen göstermiştir. Bunu da, Marks’tan Lenin’den sahte alıntılar yaparak, Marksist terminolojinin kavramlarının içini boşaltarak yapmaya çalışmıştır. O, bugün, sınıf işbirliği alışkanlığını sürdürdüğü gibi, kavramları çarpıtmayı da sürdürmektedir. Konumu Marks ilgili olarak çarpıtıp arkasına saklandığı kavram ise “aşma” kavramıdır.
Perinçek, “aşma” kavramını “Marks’ı aşma” olarak ele alıyor ve bu kavramı olumlu bir biçimde, somut koşulların tahlili olarak özetlenen “Marksizm’in yaşayan ruhu”nu (Lenin) yok sayarak, karşılaşılan her yeni olguda “Marks’ı aşma” iddiasını öne çıkararak Marksizm’i gözden düşürmeye çalışıyor. 2000’e Doğru’nun 1988’de çıkan 22. sayısında, “Doğu Rüzgârı” yazısında, Marks’ı sıradan Avrupalı bir aydın olarak gösterdikten ve “sosyalizm adına devrimlerin Marks’ın öngörüsü tersine Doğu’da gerçekleştiğini söyleyerek “Bu olgu, Marks’ın değil onu aşanların nakli olduğunu gösterdi. Dünya’nın değişme merkezinin Doğuya kaydığı şimdi çok daha açık görülüyor. Burada bir kez daha Marks’ın aşılması haklı çıkıyor.” (13)
Burada, Marksizm’e yöneltilen “Avrupa Merkezci” suçlamasını ve Marksizm’i açık düşmanı liberal çevrelerle aynı dili kullanarak Marksizm’in gözden düşürme çabasını bir yana bırakıyor, onun için bir öğünme vesilesi, keskin devrimci görünme kılıfı olan aşma kavramı üstünde kısaca durmak istiyoruz.
“Aşma” kavramı, Hegel felsefesinden Marksist terminolojiye aklanmış bir kavram olup, herhangi bir şeyin olumsuz yanını reddedip olumlu yanını daha üst bir düzeyde gerçekleştirmeyi ifade eder. Hegel’de “aşma” kavramı mantıksal düzeyde ele alınır, Hegel’e göre, olumsuz aynı zamanda olumludur ve olumlu olumsuzu inkâr ederken aynı zamanda olumsuzun da olumlu yanlarını içererek daha zengin bir içeriğe kavuşur. Yani, kendisinden farklı olarak hem kendisinin nemde karşıtının olumlu yanını içermektedir. Böylece, bütün dış etkilerden bağımsız olarak karşıtıyla zenginleşen kavram sürekli olarak gelişir. Hegel’de kavramsal düzeyde ele alınan “aşma”, Marksist terminolojide alt olandan üst olana geçişi ifade eder. Örneğin Diyalektik Materyalizm, idealizmle çelişen kaba materyalizmin aşılmış bir biçimidir. Diyalektik materyalizm aşmış bir biçim olarak, aştığı kaba materyalizmle idealizmin olumlu yanlarını içermiş olarak önceki materyalizme ve idealizme göre daha zengin ve üst bir içeriktir. Toplumsal planda ise, feodalizmle çelişen kapitalizm feodalizmi tasfiye ederken onun olumlu yanlarıyla kendini zenginleştiren daha üst bir toplum biçimidir. Aynı biçimde, kapitalizmi yadsıyan sosyalizm de kapitalizmin yarattığı olumlu değerleri alarak karşıtından aldıklarıyla zenginleşir.
Söylenenlerden de anlaşılacağı gibi “aşma”nın gerçekleşmesi gibi bir sav, bir de karşı savın olması gerekiyor. Aşanın, aşılanın olumlu yanlarını da içererek zenginleşmesi gerekiyor. D. Perinçek’e göre, devrim Marks’ın öngörüsünün aksine “Doğu”da gerçekleştiğine göre, Lenin Marks’ı, Mao ise (herhalde Çin daha da Doğu’da olduğundan olacak!) Marks ve Lenin’i aşmıştır.
Bir “aşma” söz konusu olması için, ya Marksizm monist (tekçi) değil, çokçu bir öğretidir ve eklektik niteliğinden dolayı çelişen yanlardan biri ötekini inkâr ederek aşabilir, ya da Marksizm monist bir öğretidir, ama onun dışında gelişen karşıt bir öğreti tarafından aşılabilir. Örneğin, Marksizm’in Hegel’ciliği aşması gibi. Ama Marksizm’in monist bir öğreti olduğunu D. Perinçek bile reddedemediğine göre, aşma olması için ancak Marksizm dışında oluşan bir öğreti Marksizm’i inkâr ederek ortaya çıkabilir. Bu durumda ise, ortaya çıkan öğreti adına Marksizm dese bile artık o Marksizm’le bir ilgisi kalmamış yeni bir öğretidir. Nitekim Marksizm’in tarihi boyunca Marksizm’i aşma iddiasında bulunan pek çok “Marksist” çıkmıştır. Ama Lenin, Stalin gibi büyük Marksistler böyle bir iddiada bulunmamışlardır. Tersine Lenin ve Stalin Marksizm’e dâhiyane katkılarına karşın Marks’ı aştıklarına dair bir şey söylemedikleri gibi, Marks’ın sadık izleyicileri olduklarını defalarca vurgulamak ihtiyacını duymuşlardır.
Marksizm’in ortaya çıkmasından bu yana Marks’ı aştıklarım iddia eden “büyük Marksistler” olmamış mıdır? Elbette olmuştur: 1870’lerde, daha Marks’ın sağlığında E. Duhring, Marksizm adına “bilimi altüst ederken” Marksizm’i de altüst edip onu liberal bir burjuva öğretisine dönüştürerek Marks’ı aşmayı başarmıştı. 1880’lerin sonunda E. Bernstein, diyalektik Marksizm’e sızmış Hegel’ci bir “yük” olarak görüp, diyalektiksiz bir Marksizm yaratmak iddiasıyla ortaya çıktı ve Marks’ı aşmayı başardı. Ama bu başarı ona revizyonizmin babası olma onurunu kazandırdı. 1915’den sonra ise K. Kautsky, Marks’ın diyalektiğini Hegel’ci bir anlayışla yorumlayarak Marksist çelişme kuramını reddederek Marks’ı aşmayı denedi; “saf demokrasi” ve “ultra-emperyalizm” kuramlarıyla “burjuvazinin bir kahramanı” olmanın ötesine geçemedi. Troçki aynı aşma çabasını “sürekli devrim” kuramıyla yapmaya çalıştı ve bütün “sol” görünümüne karşın emperyalizmin ve Hitler’ci faşizmin hizmetkârlığı rolünü başarıyla yerine getirdi. 1930’lardan itibaren ise, Marks’ı ve Lenin’i “aşmak” gerekiyordu: bu görevi Troçki ve D. Perinçek’in esin kaynağı Mao üstlendi. Mao, Marks’ı ve Lenin’i “aşma” çabasının temeline Marksist diyalektiğin “karşıtların birliği ve mücadelesi” yasası dışındaki bütün başlıca yasalarını reddetmeyi koydu ve üstelik tek yasayı da Hegel’ci bir tarzda yorumlayarak, Marksist çelişme kategorisinin en başına da “baş çelişme”yi ekleyerek Marks’ı, Lenin’i ve Stalin’i astı.” Aşmasına “aştı” da vardığı öğreti Marksizm’in daha üst bir bireşimi değil, eski Çin felsefesi ile Marksizm’in eklektik bir karmaşası olan reformcu, köylü-burjuva nitelikte bir öğreti oldu. Mao, diyalektiği metafizik kalıplar içinde, alt olandan üst olana doğru ilerleyen süreçlerin öğretisi olarak değil karşıtların sürekli birbirine dönüştüğü dairesel süreçlerin öğretisi terekesine düşürdü. Bu yüzden de, 3. Enternasyonal’in bütün desteğine karşın ÇKP Marksist bir parti düzeyine yükselemedi. Mao, Marks’ı ve Lenin’i aşma iddiasıyla ortaya çıktı, ama bununla Çin’i Marksistleştiremedi, tersine Marksizm’i Çinlileştirerek, onu bir köylü öğretisine dönüştürmeyi başardı. 1950’lerden itibaren Troçkist 4. Enternasyonal’in ideologları diyalektiğin başlıca yasalarından biri olan “Niceliğin niteliğe dönüşmesi yasasını” geçersiz ilan ederek Marksizm’i bir kez daha aşmayı denediler ve buradan “sürekli bunalım”, “silahlı propaganda”, “suni denge” gibi anti Marksist içerikte kavramlara, anti-Marksist bir ideolojik ve siyasi tutuma vardılar. Tito, Kruşçev, Euro-komünist eğilimler ise, diyalektiği üstü örtülü biçimde, proletarya diktatörlüğü öğretisini açıkça inkâr ederek revizyonizmin çağdaş temsilcileri olarak Marks’ı, Lenin ve Stalin’i aşmış oldular. Günümüzde ise Gorbaçov ve Gorbaçovcular ortaya çıkan yeni koşul ve olgular karşısında Marks’ı ve Lenin’i aşma iddiasındalar ve bunu başarmak için bütün eski “askın Marksistlerden” ilham alıyor, onların söylediklerini pratik sonuçlarına götürerek, Troçki’den bu yana emperyalistlerin en gözde adamları olma payesini şimdiden kazanmış durumdalar.
Hiç kuşkusuz, bizim ülkemizde de Marks’ı, Lenin’i aşma iddiasında olanlar eskiden beri var: Önce Ş. Hüsnü, sonra Aybar, şimdi ise, D. Perinçek, Y. Küçük ve tabi genellikle üniversitede kariyer yapmış pek çok “Marksist”. Bunların ötekilerden farkı, “Marks’ı aşmada” gösterdikleri çabanın azlığı değil de dünya ölçüsünde ün salamamış olmalarıdır.
D. Perinçek, hiç olmazsa bugün, bu ünlü revizyonistlerle aynı safta gözükmek pek işine gelmeyeceğinden, “ben Duhring ya da Gorbaçov gibi değil Lenin gibi Marks’ı aşmaktan söz ediyorum” diyebilir ve “Marksizm’e katkı yapmanın herkesin hakkı olduğunu söyleyerek” haklı bir konumda durmaya çalışabilir. Ama bilgi, kavramlarla kurulur ve bu kavramaların içerikleri herkes için, özellikle aynı literatürü kullananlar için, aynı olmazsa iletişim sağlanamaz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, “asma” kavramı Marksist literatürde iki karşıt arasında olan bir ilişkiyi ifade eniğinden, bir şey ancak kendi karşıtı tarafından aşılabilir Ya Marks’ın Hegel’i aştığı gibi olumlu bir biçimde olur ya da sözünü ettiğimiz revizyonistlerinki gibi tırnak içinde olur. Kuşkusuz ki, D. Perinçek bunun böyle olduğunu bilir, ama amaç katkı ya da Marksizm’i zenginleştirmek değil de burjuva ideologları ve revizyonist koronun yürüttüğü Marksizm’den kuşku yaratmak kampanyasına güç vermek olunca kavramları çarpıtmak onun amacına uygun düştüğü için böyle davranmak doğal olur.
Perinçek, “Marks’ı ağanlar haklı çıktı” derken, Marks’ın, devrimin en gelişmiş kapitalist ülkede patlak vereceği biçimindeki tespitinin doğru çıkmamış olmasına dayanmaya çalışmaktadır. Ama her şeyden önce, Marks ve Engels’in bu öngörülerinin gerçekleşmemesi, ne kapitalist özüne ilişkin söylenenlerin yadsır mahiyettedir, ne de Marksizm’in temeli olan diyalektik materyalizmin olguları incelemede yetersizliğini gösterir. Kaldı ki Marks, daha sağlığında, devrimin merkezinin Doğu’ya doğru kaydığı tespitini de yapar. Engels ise, 1849’lara ilişkin tespitlerini açık yüreklilikle eleştirir: “Ama tarih bizi de haksız çıkardı, bizim o zamanki görüşümüzün bir yanılsama olduğunu ortaya koydu. Hatta daha da ileri gitti; yalnız bizim o zamanki yanılgımızı savurmakla kalmadı, proletaryanın içinde dövüşmek zorunda olduğu koşulları da baştan aşağı altüst etti.” (14) Görüldüğü gibi sorun teorik bir sorun olmaktan çok ortaya çıkan yeni olgular sorunudur. 20. yy başlarında ortaya çıkan emperyalizm olgusu ve bu olgunun Marksizm ışığında Lenin tarafından çözümlenmesi ile de Marksizm daha da zenginleşir. Ama bu, Marks’ın aşılması değil geliştirilmesidir. Sınıf mücadelesindeki her ilerleme, ortaya çıkan yeni olguların çözümlenmesi Marksizm’e bir katkıdır ve onu zenginleştirir. Zaten Lenin de, “somut koşulların somut tahlilini Marksizm’in yasayan ruhu” olarak niteler.
Eğer, Perinçek’in Marksizm hakkında kuşkular yaratma niyetini bir yana bırakırsak, 1849’daki yanlışlarını eleştiren Engels’in Marks’ı ve kendisini, Lenin’in Marks’ı ve Engels’i, çıkan her yeni olguyu tahlil eden bir Marksist’in kendisinden önceki Marksistleri aştığını iddia etmek durumunda kalırız ki; bu durumda da, “aşma” kavramı bir kavram olmaktan çok sıradan bir sözcük durumuna gelir, kavram olarak anlamsızlasın Ama 2000’e Doğrudan, yukarda yapılan alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Perinçek, “asma” kavramını sıradan bir sözcük olarak kullanmıyor, terminolojideki anlamını da çok iyi biliyor. Ne var ki; Marksizm, Leninizm artık geçersizdir demek bugün işine gelmediğinden (işine böylesi geldiğinde Marksizm, Leninizm öldü, artık geçersizdir demekte tereddüt etmeyeceğine eminiz) Marks, Engels, Lenin hakkında ve tabi onların teorisi hakkında kuşkular yaratmak ve Marksizm’e açıkça saldıranları desteklemekte yetiniyor.
Nitekim Perinçek, “Marks’ı aşanlar haklı çıktı” diye fetvalar verip ama bir yandan da Marksist geçinmeyi elden bırakmadığı günlerde, 2000’e Doğru’nun sayfalarını açıkça Marksizm’e savaş açmış Batı ve Doğu Avrupalı revizyonist ve liberallere açıyordu. Polonyalı Jak Kuron’a, “Düşüncem (sosyalist devlet konusundaki düşüncesi, ÖD) totaliter devlet yönünde gelişiyor. Bu da başka bir toplumun analizinde Marksizm’in eksikliğini gösteriyor.” (abç) dedirtmek için 2000’e Doğru ta Polonya’ya muhabir göndermekten çekinmiyordu, Saçak ise, bu yazının son bölümünde değinileceği gibi anti-Marksist sınıf tahlili yapanlara sayfalarını açarak, Marksist sınıf kavramına karşı savaş açıyordu. Yine aynı aylarda, Doğu Perinçek, Gorbaçov’u alkışlıyor, Gorbaçov’u partilerine üye alabileceklerini söylüyordu. Bu arada, günün modası “68 Nostaljisi”ni de takılmaktan geri kalmıyor, 68’i Herbert Marcus’çu bir tutumla selamlayarak, onun olumsuz yanlarına övgüler diziyordu. Sadece övgü düzmekle de kalmıyor, 2000’e Doğru’nun 1968 22. sayısında “Avrupa’da devrimci sınıf yoktur, gelecekte olabilir ama bugün yoktur.” gibi zırvalarla da kendi imzasıyla açıkça Marksist terminolojinin en temel kavramlarından birisinin daha içini boşaltıyor, üstelik de bunu devrimci pozlarla yapmaktan geri kalmıyordu. “Marks’ın öğretisinin en önemli yanı” diyordu Lenin, “ondaki, proletaryanın dünya-tarihsel rolün açıklığa kavuşturuluşudur.” Çünkü Marks proletaryayı sadece ezilen ve sömürülen bir sınıf olarak görmüyor, tarihsel bakımdan da insan toplumunu ileriye götürecek tek devrimci sınıfın sübjektif durumuna bakarak değil, ama onun tarihsel bakımdan ortaya çıkış koşullarına bakarak varıyordu.
Marks’ı “aşılmış” ve eskimiş bulan D. Perinçek ise, Avrupa işçi sınıfının bugünkü bilinç ve eylem durumuna bakarak onu devrimci olamayan bir sınıf olarak ilan ederken, bir yandan Euro-komünistlerle öte yandan da Marcus’la dirsek temasındadır. Zaten Perinçek’e göre her sınıf devrimci olabilir ve bu yüzden de ulusal burjuvaziyi, hatta Avrupalı emperyalistleri sosyalizme ikna etmeye uğraşmaktadır. Bu da, onun için, Mao’dan Gorbaçovculuğa geçiş için bir sıçrama platformudur. Bugün, Perinçek’in sözde anti-Gorbaçovculuğuna bakarak bu yargımız çok ileri gitmiş gibi sanılabilirse de onun faydacı politik çizgisini bilenler için bu, hiç de ileri gitmiş bir yargı değildir. 1988’de Gorbaçov’u SP’sine üye olmaya çağırırken samimi bir Gorbaçovcuydu. Ama TBKP o boşluğu doldurduğu için bir fayda sağlayamayacağını anladığı için sözde bir anti-Gorbaçovcu olmayı tercih etti. Yoksa başka hiç bir ideolojik kaygısı yoktur. Nasıl ki, burjuva partileri ve Euro-komünist partiler alacakları oyu artırmak için programlarını, salt oy kaygısıyla biraz daha sağa ya da biraz sola çekmeyi ilke edinmişlerse, Perinçek de, siyasi yaşamı boyunca hep “solda” boşluklar aramış, nerede boşluk bulmuşsa, bir ideolojik kaygı gütmeden çadırını oraya açmıştır. Politikalarını da o boşluğun durumuna göre belirlemiştir. Bugünkü bulunduğu yerde Stalin’i savunmak, PKK ve Kürt sorununa yakın durmak prim yapar diye düşündüğünden; devrimcilikten, Kürtlerden ve onların haklarından söz etmektedir. Ama yarın bunun tam tersinin faydalı olacağını görürse, 12 Eylül öncesi ipliği pazara çıkmış, sınıf işbirlikçisi reformcu, sosyal şoven çizgiye dönmek için asla tereddüt geçirmeyecektir. O’nun götüreceği yer ise D. Perinçek’in bugüne kadar ve bugün sürdürdüğü çizgidir.
Y. Küçük diyalektiği altüst ediyor.
Marksizm’e saldıran çeşidi anti-Marksist odakların açıkça saldırmaktan çekindikleri alan Marksist diyalektiktir. Kuşkusuz bu, onların diyalektiğe duyduktan yakınlıktan değil; birincisi diyalektiğe saldırdıklarında. Marksist olma iddiasını yitireceklerinden çekinmelerinden, ikincisi ise diyalektiğin karşısına inandırıcı bir sistemle çıkamamalarındandır. Bu yüzden de Marksizm’in muhaliflerinin çoğunluğu diyalektiğe övgüler dizmişler, ama devlet, devrim, tarih vb alanlarda Marksizm’i eleştirmeyi ya da “düzeltmeyi” yeğ tutmuşlardır. Bu yüzden de Marksizm’in diyalektiğine saldıranlar daha çok marjinal aydınlar olmuştur. Ülkemizde de, Marksizm’den kuşku uyandırma kervanına diyalektik hakkında kuşkular uyandırmak onuru tipik bir marjinal aydın olan Y.Küçük’e düşmüştür. O, Duhringvari bir burnu büyüklükle “resmi tarihi tersine çevireceğini” iddiasıyla yola çıkmış, ama diyalektiği tersine çevirmenin sınırına dayanmıştı. Şöyle diyor, ‘Türkiye’de Aydının Rolü” yazısında: ‘Türkiye’de aydın ocakları, kaybedilmiş olanları kırıntılarıyla yakalamayı değil, felsefede, fizikte, estetikte, toplumsal araştırmalarda uçlarda dolaşmayı hedef almak durumundadır. Diyalektiğin bilinen yasalarının, karşılaşılan sorunları çözümlemeye yetmediğini düşünüyorum. Türkiye aydınının önündeki temel sorunun diyalektiğin yasalarını geliştirmek ve düşünme için yeni diyalektik ilkeler bulmaktır; böyle görüyorum, eşitsiz gelişme yasasının böyle bir imkanı zorladığını ve yarattığını düşünüyorum.” (abç) (15)
Elbette “düşünmek” serbest, ama ciddi bir “düşünen” bu yetersizliğin nerede olduğunu da göstermek zorunda. Y. Küçük bugüne kadar çiftlerce kitap yazdı, üstelik çok iddialı tezler öne sürdü, orada diyalektik yetmemiş olsa söylerdi, söylemiyor. Sıradan bir edebiyat eleştirisi içinde bu türden açıklamalarda bulunuyor. Bu da ister istemez akla, tıpkı D. Perinçek gibi Y. Küçük’ün de “soldan” günün modası olan Marksizm eleştiricileri safında yer aldığı düşüncesini getiriyor. Bu tutum, biraz aşağıda sözünü edeceğimiz Y. Koç, H. Yurtseven, gibi açıkça Euro-komünist görüşler savunan yazarlara sayfalarım açmasıyla birleşince tutumu daha da kuşkulu hale geliyor.
Her şeye karşın Y. Küçük bir noktada “haklı” gözüküyor. Gerçekten de Y. Küçük’ün öne sürdüklerini diyalektikle açıklamak olanaksız. Örneğin, resmi tarihi bir despot ve gerici olarak nitelediği Abdülhamit’i “resmi tarihi tersine çevirme” adına Abdülhamit’i (Abdülhamit öğretmen okulları, sağlık okulları liseler açtırdı, çeşitli bayındırlık hizmetleri yaptı vb. gerekçesiyle) aklıyor. Aynı ekonomist mantıkla, Brejnev’in SB’de buzdolabı, çamaşır makinası, TV vb. tüketim mallarını yaygınlaştırmasını gerekçe göstererek onu gelmiş geçmiş büyük sosyalistlerin en başına yerleştiriyor (16), bütün bir 1988 ve 1989 yılı boyunca, Lenin, Stalin, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov’un hepsinin kendi dönemlerine göre Marksizm’in yaratıcı uygulayıcıları olduğunu Lenin ve Stalin’den diğerlerini ayıranların Marksizm’den bir şey anlamadıklarını savunuyor. (Romanya’daki ayaklanmadan sona Çavuşesku’nun safına geçen Y. Küçük, Çavuşesku’nun katlinde Gorbaçov’un da parmağı olduğunu, son yıllarda Gorbaçov’un “hoşuna gitmeyen” işler yaptığını söylüyor. (17) Böylece O’nu “büyük sosyalistler” sıralamasından çıkardığı anlaşılıyor. Ama Gorbaçov’u büyük olmasa da sosyalist saymaya devam ediyor. Ancak, Gorbaçov’un son ataklarından sonra Y. Küçük şimdi nasıl “düşünüyor” henüz pek belli değil.) Malta paylaşım doruğuna ise, Shavardnadze’nin gelmiş geçmiş en uzlaşmacı Sovyet Dışişleri Bakam olması ile açıklıyor (18). Elbette bu tezleri kanıtlamada Diyalektiğin bir yaran olamaz. Yaran bir yana diyalektik düşünmenin ölçülerine vurulduğunda bu “tezler” bir saçma düzeyine düşer. Çünkü Diyalektik bir çelişmeler öğretisidir, ama bu, mantıksal bakımdan da çelişirlik anlamına gelmez, tersine diyalektik katıksız bir mantıksal tutarlılıktır. Bu yüzden de Y. Küçük bütün öteki öznel idealist aydınlar gibi diyalektikten rahatsızdır, ama ütün “uçlarda dolaşalım” öğüdüne karşın, bu konuda -cesareti yetmediğinden- sadece diyalektiğin yetersizliğinden yakınmakla yetinmektedir. Gelecekte ise istediği, diyalektikten kurtulmaktır. Tıpkı Bernstein gibi.
Eğer Y. Küçük’ün amacı Marksizm hakkında kuşku yaratmak değil de diyalektiğe bir katkı yapmaksa, her şeyden önce diyalektiğin hangi sorunu çözmekte yetersiz kaldığını açıklaması gerekir. Çünkü diyalektiğin Marks ve Engels tarafından “idealist zarfından çıkarılması” üstünden 140, Engels’in Doğanın Diyalektiği” adlı yapıtının yayınlanmasının üstünden ise 100 yılı aşkın bir süre geçti. Bu süre içinde büyük toplumsal altüst oluşlar, devrimler karşı devrimler yaşandı, bilim ve teknolojide şaşırtıcı ilerlemeler oldu, ama bütün bu ilerlemeler diyalektiği doğrulayan gelişmeler oldu; her yeni buluş, her toplumsal ilerlemede diyalektik yasaları daha da doğrulandı. Örneğin; Engels’in Doğanın Diyalektiği’ni yayınlamasından bu yana geçen süre içinde doğa bilimlerindeki gelişmenin boyutlarım bir bilim adamı olan Y. Küçük bilir, ama Doğa bilimdeki gelişmelerden hangisinin Engels’in sorunları çözümlerken yaklaşımını yadsıdığını gösterebilir? Bugün, Doğanın Diyalektiğinde açıklanan pek çok olgu içinde bir kaçının eskimiş olduğu iddia edilebilir Kant-Laplace’ın evren doğum kuramı ve esirin mekanik varsayımı kuramı artık doğabiliri tarafından kabul edilmiyor. Yine 19. yüzyılda elektrik hızının ışık hızından fazla olduğu biçimindeki varsayımı da artık geçersiz sayılıyor. Ama bunlar sorunun özüne ilişkin yanılgılar değil, bilimsel gelişmenin o tarihteki yetersizliğinin sonucu olan açıklamalardır. Buna karşın Engels, kendisi bir doğa-bilim uzmanı olmadığı halde kendi çağının bilim adamlarının ortak kanısına karşın 19. yüzyıl elektrik teorisinin zayıf yönlerini diyalektik yasalar açısından eleştirir, kimyasal süreçlerin açıklanması için öngörüler ileri sürer ve onun bu sezgileri daha sonradan elektrolitik ayrışım teorisi tarafından formüle edilir. Yine, çağdaşı bilim adamlarının atomun yapısının basit olduğu konusundaki hem fikirliklerine karşın; O, karmaşık bir atom yapısı görüşünü dile getirir, bu öngörü de, Rutherford ve Niels Bohr’un araştırmaları ve 1930’lardan sonra atom-altı parçacıklarda yapılan buluşlarla doğrulanır.
Burjuva ideologları ve pek çok sözde Marksist özellikle doğa-bilimin diyalektik materyalizmi yalanlayan bir olgusunun çıkmasını ömür boyu beklediler, bugün de bekliyorlar. Ama sevinçleri hep kısa sürdü: 20. yüzyılın başında radyo aktivitenin keşfini bayram yaparak duyurdular dünyaya. Çünkü elektron ışık ışını yayarak yok oluyordu. İdealist ve sözde materyalistlerce bu, “madde yok oluyor” çığlığı ile karşılandı. Öyle ya ne kadar küçük olursa olsun bir parçacık yok olmuştu ya, öyleyse diyalektik materyalizmin en temel ulamı (kategori) çökmüştü. Ama bu şaklabanlık kısa sürdü, bu sürecin tersinin de doğru olduğu keşfedilince idealist çığırtkanlar inlerine dönmek zorunda kaldılar, bir başka bahan beklemek üzere. 20. Yüzyıldaki her yeni buluş diyalektik materyalizmi daha da güçlendirdi. Rieman ve Laboçeski’nin modern geometrilerinin bir doğrulaması olan Einstein’in özel ve genel görecelik kuramı evrenin eğri-sel bir yapıya sahip olduğunu ortaya koyarken metafizik doğru ve düzgün geometrik şekillerin sadece kaba soyutlamalar olduğunu, bununla da kalmayıp evrende her şeyin birbirine göre bir hareket içinde olduğunu, madde ve hareketin bir uzay-zaman boyutu içinde anlamlandığını da kanıtlayarak, durağanlığı ve tanrısal ya da mekanik bir tekdüze hareketliliği savunan tüm idealist kaba materyalist öğretileri yerle bir etti. Biyoloji, nükleik asit ve proteinleri çözümledi, gen teknolojisi canlı organizmaların “gizlerini” büyük ölçüde şuadan bilgi düzeyine çıkardı ve böylece Darwin’in (Marks, Türlerin kökeni için Engels’e yazdığı mektupta “bu bizim kitabımız” diyordu) materyalist diyalektik evrim kuramını doğruladı, doğruluyor. Bütün bunlardan da öte, atom fiziğindeki gelişmeler ve yeni buluşlar, özellikle yeni yeni atom-altı parçacıkların bulunması, her parçacığın bir karşıtının keşfedilmesi dahası, bilim adamlarının bugün daha da ileri giderek evrende madde kadar bir karşı-madde olduğu yolundaki bulgular çıkarmaları diyalektik için kesin zaferin (bütün idealist ve kaba materyalist öğretilere karşı) uzak olmadığının belirtileridir.
Doğa-bilim alanının, sosyal bilimlere göre ölçülebilir ve gözlenebilir olgularla uğraşıyor olması, sorunları azaltıyor olmasına karşın bu alanda da gelişmeler sancısız ve tartışmasız sürüyor değildir. Bu alanda da çeşitli kuramlar savaşıyor elbette. Örneğin Max Planc’ın “Kuantum Kuramı” ile Einstein’in “Görecelik Kuramı” arasında uzlaşmayan bir çok noktanın olduğu biliniyor, ama bunda diyalektiğin bir suçu yok. Tersine bu tür uzlaşmazlıklarda bilim adamlarının diyalektiğe uzak durmaları, dar deneyciliğin, bilinemezciliğin tuzağına düşmüş olmalarının rolü vardır.
Sosyal bilimler alanında da durum çok farklı değil, sadece biraz daha karmaşık ki, o da, bu alanın doğasından gelen bir şey. Bütün 19. ve 20. yüzyılda olup bitenler (ve elbette bütün sınıflı toplumlar boyunca olup bitenler dâhil) Marksizm’in, diyalektik ve tarihsel materyalizmin temel yasalarının bir doğrulanmasıdır. Bugün en gerici burjuva ideologları bile “Marks’ın çözümlemelerinin 19. yüzyıl için geçerli” olduğunu kabul ediyorlar, ama diyorlar (tıpkı revizyonistler gibi), “bugün koşullar değişti, proletarya eski proletarya değil”. Yine bu burjuva ideologlarının bir bölümü ve revizyonistlerin çoğunluğu 20 yüzyılın ilk yansı için Lenin, hatta bazıları Stalin’in bile doğru çözümlemeler yaptığını söylüyorlar. Hiç kuşkusuz burada gerçeğin zararsız bir yanını kabul ederek, “bak adamlar gerçeği kabul ediyorlar, öyleyse bugün söyledikleri de gerçektir” imajını yaratmak gibi sinsi bir amaç varsa da, onları buna zorlayan tarihsel gerçeklerin de önemli bir etkisi olsa gerekir. Bugün tartışmalar Stalin dönemi ile bugün arasındaki kıyaslamalar, daha doğrusu bağlantılar üstünde yoğunlaşıyor. Gorbaçovcuların son yıllarda kazandığı ivme ile diyalektiğe yönelik saldırıların son yıllarda kazandığı ivme ile diyalektiğe yönelik saldırıların anması da bir paralellik gösteriyor. Çünkü, son 30 yıldır sürdürülen SB’de ve Doğu Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilen kapitalist restorasyon, artık en sadık izleyicilerince bile görmezden gelinemiyor. Y. Küçük ve diyalektiği onun gibi kavrayan başkaları 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca SB’nde kapitalizmin restore edildiğini söyleyenlere müstehzi bir tebessümle “siz diyalektiği bilmiyorsunuz, tarihin tekerleği tersine çevrilemez, hani nerede kanlı bir karşı devrim vb.” deyip yüreklerini ferahlatıyorlardı. Son bir kaç yılda olup bitenlerle kafaları duvara çarpınca, “ha burada duvar varmış, ama diyalektik bunu yazmıyor, demek ki Marks’ın diyalektiği yetersizmiş” diyorlar. Ama dün olduğu gibi bugün de yanılıyorlar; diyalektik materyalizm ve onun topluma bir uygulaması olan tarihsel materyalizm tam da bunu söylüyordu. Bu yüzden de bu felsefi temele yükselen ML partiler programlarının basına bunun için proletarya diktatörlüğünü yazıyorlar, bunun için komünizmin birinci aşaması, sosyalizm aşamasını sınıf mücadelesinin bütün şiddetiyle sürdüğü bir dönem olarak biliyorlardı. Ama sizler, diyalektiği metafizik-idea-üst bir zarf içinde kendi burjuva dünya görüşünüze uygun yorumladığınız için tarihin dümdüz ilerleyen bir seyir izlediğini sanıyordunuz. Ve bugün yine kendi küçük burjuva burnu büyüklüğünüzü eleştirecek yerde, 150 yıllık toplumsal pratiğin doğruladığım kabul etmiyor bu pratiği tersine çevirerek kafanızda kurduğunuz “tezlere” uygun bir diyalektik yasalar demeti arıyorsunuz. “Benim için” diyordu Engels, “Diyalektik yasaları kurgu aracılığı ile doğaya sokmak değil, ama orada bulmak ve oradan çıkarmak söz konusu olabilirdi” (19). Elbette doğru yaklaşım da Engels’inkidir ve soruna Engels gibi değil de Dühringvari, kafamızdakini doğaya ve topluma yakıştırmaya kalkarsak her toplumsal dönemeçte yeni yasalar aramak bir kaçınılmazlık olur.
Y. Küçük kabul etse de, etmese de, bugün Doğu Avrupa ve SB’nde olanların kökleri Stalin döneminde değil, Kruşçev ve göklere çıkardığı Brejnev döneminde gerçekleştirilen kapitalist restorasyondadır. Bugün yapılan artık biçim olarak da sosyalist kalıntıların açıkça reddedilmesidir. Bu yüzden de bugün sorun olarak görülen şey “sosyalizmin sorunları” değil revizyonizmin sorunlarıdır. Eğer bugün artık hayranlarının bile kabul etmek zorunda kaldığı kapitalistleşmenin sorunları, “sosyalizmin sorunları” olarak ele alınırsa burada diyalektiğe yeni yasalar eklemek bile sizleri kurtaramaz. Çünkü birkaç yıl sonra, bu ülkelerdeki gelişmeleri açıklamak için “yeni” diyalektik yasalara ihtiyacınız olacaktır. Yok, eğer ortaya çıkan durumu kapitalizm olarak ele alırsanız, var olan diyalektikle her şeyi doğru ve basitçe açıklayabilirsiniz. Çünkü bu ülkeler sosyalist değil kapitalist ülkelerdir. Artık klasik kapitalizmin bütün normları da işlemeye sokulmuştur. Burada ortaya çıkanlar da sosyalizmin değil kapitalizmin sorunlarıdır. Proletarya için gündemde olan burjuva ölçüler içinde yeniden iktidara gelmek değil, bir proleter devrimdir, Marksist-Leninistlere düşen de bir devrim için proletarya ve diğer emekçileri hazırlamaktır. İlla sosyalizm için sorun aranıyorsa; sorun bugün buradadır. Tabi ki; eski “geriye dönüş olmaz’ vb. gibi saçmalıkları bir yana iterek ve geri dönüşün nedenlerini sorgulayıp gelecek için dersler çıkararak.
Kısaca söylenecek olursa; bugün doğa-bilim alanında birbirine karşıt kuramlar ve bu kuramların yandaşları arasında bir çekişme sürüp gitmekte, sayısız bilim adamı bu kuramları uzlaştırmak için çaba harcamaktadır. Tekeller ve kapitalist devletler, bilimsel bilgiyi birbirinden sakladığından aynı bilgi için pek çok emek ve para israf edilmektedir (soğuk füzyon örneğinde olduğu gibi). Dahası, bilim adamları birer robot gibi, tarih felsefe, siyaset gibi alanların dışına itilerek sadece bilgilerini kapitalist tekellerin çıkarları için kullanan aletler olarak görülmektedir. Bu da onları miyoplaştırmakta, kendi dar deneyci dünyalarına hapsetmektedir. Deneycilik, bilinemezcilik, olguculuk gibi öğretiler bilim adamlarını diyalektikten uzaklaştırmakta, onların yeni sentezlere varmasını önlemektedir.
Sosyal bilim alanındaki ilerlemeyi ise revizyonistler engellemekte, Marksizm’in içini boşaltarak onu reformcu bir öğretiye dönüştürmekte, dahası iktidara geldikleri ülkelerde sosyalizm adına kapitalizmi inşa ederek sosyalizmin gözden düşürülmesine katkıda bulunmaktadırlar. Onlar için diyalektik ise, sofistlerde olduğu gibi bir laf kalabalığına dönüşmektedir.
Yukarıdaki nedenlerden dolayıdır ki, bugün aydınları, bilim adamlarını bekleyen görev “uçlarda dolaşıp” yeni diyalektik yasalar aramak değil, bilimsel araştırmalarda diyalektiği kılavuz edinmek, bilimdeki gelişmeleri, yeni buluşları diyalektik yasalar ışığında yorumlamaktır.
20. yüzyılın başında Lenin, Ernst Mach’ın pozitivizminin bilimden kaçışı hızlandırdığını gördü ve ünlü eseri Amprio-kritisizm’de onun “dünya ile ilgisi olmayan düşüncelerini” eleştirerek diyalektiği savundu. Bugün de, bilimden kaçışı kışkırtan, deneycilikten yapısalcılığa bir dizi öğreti aynı işi yapmakta, tekelci burjuvazinin çıkarları uğruna bilimsel gelişmeyi bir kaos içine çekmeyi sürdürmektedir, işte, diyalektiği savunan aydınların bilim adamlarının baş görevi bu kaosu parçalamaktır. Ne var ki, dünyayı kafasındaki “tezler”den ibaret gören Y. Küçük, bu durumu anlamaktan uzaktır. O “yazdığı kitaplarla” her şeyi çözdüğünü düşünmektedir ve üstelik de dünyada neler olup bittiğini anlamadan yazmaktadır. Toplumsal Kurtuluş’ta edebiyat eleştirileri yaptığı bir yazıda, çok satan kitaptan okumadığını, gazete almadığım, sadece rastlarsa (bir yerlerde) okuduğunu, sinemaya gitmediğini ve TV seyretmediğini, (üstelik kendisini övmek için) yazıyordu. (20) İnsana bu pek inandırıcı gelmiyor, ama yukarda sözünü ettiğimiz panelde söylediklerine bakınca inanmak da gerekiyor. Şöyle diyor Y. Küçük: “Bu kavram (revizyonizm Kavramı O.D.) Ekim Devrimi öncesini niteleyen bir kavramdır. Biraz araştırın, kafanızı kullanın yeni kavramlar üretin, bakın ben araştırdım bugünkü duruma uygun bir kavram geliştirdim. Ben bugünkü durumu kapitalist restorasyon kavramıyla niteliyorum. Siz de kullanabilirsiniz” (!!!). Bir başka panelci, bu kavramın Türkiye’de 15-20 yıldır kullanıldığını söyleyince Y.Küçük hayretle bakıyor, “arkadaşım bu kavramın nerede kullanıldığını söylerse öğrenmiş oluruz” diye pişkince yanıtlıyor. Ne gündelik gelişmeleri ne de yakın tarihin Marksist basının doğru dürüst izleme zahmetine katlanmayan (buna ihtiyaç duymayan demek daha doğru) Y. Küçük kalkıp aydınları “yeni yasalar bulmak” adına diyalektiğe karşı savaşa çağırıyor. Sosyalizmin tarihiyle bir paralellik kurarsak bu bir Duhring kompleksidir. Gerçekten de Anti-Duhring sanki Y. Küçük için yazılmış gibidir. O da bunun farkında olmalı ki, “Stalin 1930’lu yıllar boyunca Anti-Duhring’e karşı savaştı” (21) diyerek Stalin’i övüyor,(!) ama dolaylı yoldan da Duhring’i aklıyor.
Y. Küçük’ün politik tutumu da bu “uçta dolaşma çağrısına uygundur”. Tıpkı D. Perinçek’in politik çizgisini hiçbir ideolojik kaygı gütmeden politik yelpazede nerede bir “boşluk” varsa ona göre belirlemesi gibi, Y. Küçük de politikalarını “en uçlardaki” “boşluklar” a göre belirlemektedir. Bu tutum ne Marksist’tir ne proleter, tipik bir marjinal aydın tutumudur
H. Yurtseveri ve Y. Koç “yeni” sınıf kavramıyla Marks’ı “aşıyor”
Marksizm’in en temel kavramlarından birisi de sınıf kavramıdır. Bu yüzden de Marksizm’i açıkça ya da üstü örtülü biçimde reddeden, hemen bütün eğilimler, bu temel kavramı da çarpıtmak zorunda kalmaktadırlar. Özellikle Euro-komünizmin ortaya çıkmasından sonra sınıf kavramının yeniden yorumlanması hemen bütün sapmaların ortak özelliği olmuştur. Bu yazının önceki bölümlerinde gördüğümüz gibi, kimi revizyonist çevreler, işçi sınıfı yok oluyor diye sevin çiğlikten atarken kimileri ise, memur, mühendis, doktor vb. küçük burjuva katmanları da işçi sınıfından saymak gerektiğini iddia ederek ve bu “yem” sınıfa göre programlar geliştirerek anti-Marksist bir çizgide ilerlemekledirler.
Hiç kuşkusuz, bugün Marksizm’in sınıf kavramını çarpıtan pek çok eğilim vardır. Özellikle akademik çevrelerde bu eğilimler daha da çeşitlenmektedir, ama öz itibariyle ortak tutumları Marks ve onun tutarlı izleyicilerini darlıkla, sınıf kavramını yeterince geniş yorumlamamakla suçlamaktadır. Bu türden eğilimlerin Euro-komünist olanlarına bu yazının birinci bölümünde değindik. Burada ise; ülkemizden iki örnek vererek yazıyı bitireceğiz.
Haluk Yurtseveri, “işçi Sınıfının Devrimci Rolü” adlı yazısında işçi sınıfının bugün kazandığı özellikler üstünde durduktan sonra Marks’ı şöyle “düzeltiyor”: “Beyaz yakalılar, çok büyük çoğunluklarıyla yaşamak için iş güçlerini kapitaliste satmak zorunda kalan ve satan, doğrudan ya da Marks’ın “kolektif emekçi” kavramı içinde dolaylı olarak artık değer üreten, sömürülen bir gruptur.” (22)
H. Yurtseven beyaz yakalıları, “büyük çoğunluklarıyla” işçi sınıfı içine sokup “kolektif emekçi” kavramı içinde “artık değer üreten” bir grup vb. diyerek Marks’tan tümüyle kopmama gayreti içinde görülüyor. Ama aynı dergide (Toplumsal Kurtuluş) sık sık onunla birlikte kalem oynatan yandaşı Yıldırım Koç, aynı şeyleri, Y. Küçük’ün “uçlarda dolaşma” öğüdüne uygun olarak, pervasız bir biçimde dile getiriyor. Y. Koç, “Saçak”taki “Türkiye Sendikacılık Hareketi ve Sendikal Birlik” adlı yazısında şöyle söylüyor: “Üretim sürecinin teknik yanına kafa emeği ile katılan insanlar da (eğer ücretli özgür emekçilerse) dar tanımıyla bile işçidir, proleterdir. Buna göre, bir işyerinde ücretli olarak çalışan ve üretim sürecine kafa emeğiyle katılan bir mühendis tam anlamıyla bir proleterdir. Buna karşılık, sokakları çok zor şartlarda süpüren ve bedenen çalışan bir temizlik işçisi, proleter değildir. Temizlik işçisi ücretlidir ve geniş tanımıyla işçi sınıfına girer. Bu açıdan baktığımızda, geçmişte ‘küçük burjuva’ olarak (kanımca yanlış biçimde sınıflandırılan memurların çok büyük bir bölümü işçi sınıfının içinde saymak ve işçi sınıfı tanımı salt üretken faaliyette bulunanlar değil, tüm ücretli özgür emeği kapsayacak biçimde genişletmek gerekir.” (23) (Sözü edilen fazı Y. Koç’un sadece dergide misafir yazar olarak yazdığı bir yazı değildir. Aynı metin SP’nin 9 Nisan ye 23 Nisan 1988 günleri SP’nin Ankara İl ve İstanbul İl merkezlerinde Y. Koç taralından konferans olarak verilmiştir. SP’nin işçilere nasıl bir Marksizm öğrettiği açısından önemlidir bu.)
Aktardığımız yarım paragraf içinde, Y. Koç, işçi sınıfını işçiler ve proleterler, mühendisleri de proleter sayma ve ne idüğü belirsiz bir “tüm ücretli emek” kavramıyla Marks’ı bir kaz kez “aşıyor” ya da daha doğru söyleyişle Marks’ı birkaç kez ihlal ediyor. Ama durun: Y. Koç’un “uçlarda dolaşması” daha bitmedi. Çünkü her şeyin en az iki “ucu” var ve öteki “ucu” da dolaşmadan Y. Küçük’ün öğüdü tam olarak tutulmuş sayılmaz. Bir “uç”dan ötekine geçen Y. Koç, şöyle söylüyor: “Kanımca esnaflaşmayan yeniçerileri de geniş tanımıyla “işçi sınıfı içinde saymak gereklidir. Bu anlayış, şu açıdan önemlidir: Yeniçerilerin, devletin bilinçli bir enflasyonla ücretlerinin satın alma gücünü düşürme çabalarına karşı bilinçli direniş ve eylemleri vardır. Grev yapmışlar, toplu pazarlık yapmışlar, ikramiye almak için padişah değiştirmişler, ayaklanmışlardır… Yeniçerilerin önemli bir bölümü Osmanlı imparatorluğu’nun son dönemlerinde ücretlere dönüşmüştür ve bu son derce örgütlü ve militan güç, çok önemli bir gelenek oluşturmuştur.” (24)
Yukarıdaki tanımlamalar içinde Y. Koç’un “ücretli özgür emek” anlayışı kabul edilirse, sadece üretim sürecinde görev alan mühendisleri değil, işletme müdürlerini, genel müdürleri de “tam proleter” saymamak için hiç bir neden yoktur. Öyle ya, adamlar hem “ücretlidirler” hem de “özgür”: istedikleri zaman işten çıkıp bir başka işe girebilirler vb. Üretim süreci içinde de “kafa emekleri” ile doğrudan yer almaktadırlar. Aynı biçimde bu yüksek teknokratlar, H. Yurtseven’in tanımına göre de işçi sınıfı içinde sayılması gerekir. Dahası, Osmanlı yeniçerilerini proleter sayan Y.Koç’a göre; Cezayir’de savaşan Fransız paralı askerlerini, despotik Arap şeyhliklerindeki paralı askerleri, hatta bütün öteki düzenli ordu içinde bir ücret karşılığı görev yapan subay ve astsubay kastını, polisleri proleter saymamak için hiçbir neden yoktur. Çünkü bunlar da “özgürdür ve “ücretlerini” pazarlıkta tespit ederler, bazen ücretlerini artırmak için direnir, hatta kral ya da hükümeti bile değiştirirler. Üstelik yeniçerilere göre daha da “modern” ilişki içindedirler.
Elbette Marks’ta “özgür ücretli emek” kavramı vardır ama içeriği bu bay yazarların “özgür ücretli emek” kavramından çok farklı, hatta bunların kavramlarının içeriğine karşıttır. Çünkü Marks’ta işçi sınıfı, ya da proletarya kavramı her şeyden önce tarihsel bir kategoridir, yani insan toplumunun ilerlemesinin belirli bir dönemine karşılık gelir. Dahası, Marks’ta proleter kavramı sadece ezilen ve sömürülen bir sınıf olmaya karşılık gelmez, aynı zamanda sömürüyü ortadan kaldırmadan, sadece burjuvaziyi değil kendisini de yok edecek bir toplumsal ilerlemeyi de temsil eder. Bunun için de, tarihin gördüğü en devrimci sınıf olma niteliklerini temsil eder proletarya. Marks proletaryanın bu niteliğini şöyle açımlar: “Öyle bir sınıf ki burjuva toplumunun içinde oluşsun ama burjuva toplumundan olmasın, öyle bir sınıf ki tüm sınıfların yok oluşu olsun. Öyle bir sınıf ki evrensel açılarıyla evrensel bir kürekler taşısın ve kendisine özel bir haksızlık değil, evrensel bir haksızlık yapıldığı için özel bir hak istemesin. Öyle bir sınıf ki kendini tarihsel unvanlara değil, sadece insan olma unvanına bağlasın. Öyle bir sınıf ki anamalcı sistemle tikel bir karşıtlık halinde değil, genel bir karşıtlık halinde olsun. Ve nihayet öyle bir sınıf ki toplumun tüm sınıf ve katmanlarından kurtulmaksızın ve dolayısıyla onları da tümüyle kurtarmaksızın kendini de kurtaramasın, tek sözle öyle bir sınıf ki insan varlığının tam yitimi olsun ve insan varlığını gerçek anlamıyla yeniden kursun. İşte bu sınıf işçi sınıfıdır.” (25)
H. Yurtseven’in “beyaz yakalıları”, Y. Koç’un “tam proleter” mühendisleri ve yeniçerileri, Marks’ın tanımladığı proletarya kavramı içinde sözünü ettiği hangi özellikleri taşımaktadır? Bu tabakalar ne var olan topluma karşıt, onunla tümden çatışan çıkarlara sahiptir, ne de ortak evrensel acılan vardır, ne hak istemleri geneldir, ne de bütün öteki sınıfların yok oluşunu temsil ederler; ne öteki sınıfları kurtarmak için bir amaçları vardır, ne de kendi yok oluşlarını da temsil ederler ve tabi insan varlığının gerçek anlamıyla yeniden kuruluşunu da temsil etmezler. Çünkü, yeniçerilerin Osmanlı feodalitesinin
Varlığının bir nedeni olduğunu, feodalizmin yıkılma sürecine girmesiyle de yaratıcıları tarafından yok edildiğini, ilkokul 4. sınıf öğrencileri de biliyor. Bu yüzden burada uzun uzadıya, Yeniçeriliğin, evrensel özellikler taşımadığı, öteki sınıfların yok oluşunu temsil etmediği, acılan ve sorunlarının kendi özel durumlarından kaymaklanmadığı vb. üstünde durmayacağız. Mühendisler ve beyaz yakalılar içinde sorun çok farklı değil. Bu kesimler de; ilk bakışta, burjuvazinin baskı ve “sömürüsü” altında eziliyor gibi görünmesine karşın, bu toplumsal kesimler burjuva toplumuyla ortaya çıkmış olup, ama burjuva toplumsal statüleri açısından da çıkartan burjuva toplumuyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Yaşamlarının bir döneminde, zor ekonomik koşullarda yaşasalar bile bulunduktan toplumsal statü onlara burjuva toplumu içinde “seçkin” bir yer edinme şansını tanır. Bu yüzden de onların burjuva toplumuyla olan karşıtlıktan “tikel” ve geçici bir durumdur. Dahası bu toplumsal katmanlar, toplumsal statüleri, yaşam tarzları, dünya görüşleriyle proletaryanın değil küçük burjuvazinin bir kesimidirler.
İşçi sınıfının büyük öğretmeni Lenin, sınıfı şöyle tanımlıyor: ‘Tarihsel olarak belirlenmiş bir üretim düzeni içindeki konumlarına ve üretim araçlarıyla olan ilişkilerine, toplumsal gelirden paylarını alma biçimlerine ve elde ettikleri payın büyüklüğüne göre birbirinden ayrılan geniş insan gruplarına sınıf denir.”
Lenin’in bu tanımlaması açısından da bakıldığında, üretim düzeni içindeki konumları, üretim araçlarıyla olan ilişkileri ve iş örgütlenmesinde oynadıkları rol bakımından da, “beyaz yakalıların” işçi sınıfından sayılmaları olanaksızdır. Çünkü onlar, üretim süreci içinde doğrudan rol almadıktan gibi, konumlan açısından da işi yönlendiren, kapitalist adına denetimci konumda yer alırlar. Bu yüzden de, ücretleri ve o anki yaptıkları iş ne olursa olsun, burjuva sınıfının bir uzantısı olarak iş sürecine katılırlar. Kaldı ki, rastlantısal olarak aldıkları ücret, işçilerin ücretine yakın olduğu hallerde bile kapitalist, bu kesimi başka bir takım yan ödemeler ve yetkilerle donatarak, onlara ayrıcalık sağlar, bazen genç mühendislerin, işçiler gibi, onların koşullarında çalıştıktan olursa da bu tamamen geçici bir durumdur, bir kaç yıl içinde hiyerarşi içinde yükselir ve çalışacağı 20-30 yıllık süre içinde, bu ilk dönem, küçük bir zaman aralığıdır. Bu yüzden de her mühendis bu sürenin geçici olduğunu (önündeki sayısız örnekten) bilir ve bir işçi gibi çalıştığı süre içinde bile, işçilere karşı bir mühendis, geleceğin yöneticisi olarak davranır. Gelişmiş kapitalist ülkelere göre yaşam standardı daha düşük olan bizim ülkemizin mühendisleri bile kendi sorunlarının işçi sınıfının sorunlarıyla bir olduğunu kabul etmez; bu nedenle de istisnai durumlar dışında işçilerle ortak mücadele etmekten kaçınır. Çünkü kendi sorunlarının çözümü kapitalizmin koşullan içinde olanaklıdır, işçiler ise bir sistem olarak kapitalizmden kurtulmadan sömürüden ve baskıdan kurtulamazlar. Doktorlar, öğretmenler, devlet memurları vb. meslek kesimleri içinde durum aynıdır.
Haluk Yurtseven, Y. Koç gibi “Marksizm üstüne” iddialı incelemeler yapan, üniversitelerde kariyer ya da sendikalarda “uzmanlık” yapmış kişilerin; bu, açıkça anti-Marksist savlara dergi sayfaları ve parti kapılarını açan Y. Küçük ve D.Perinçek’in yukarda aktardığımız Marks ve Lenin’in düşüncelerini bilmediği düşünülemez elbette. Tersine onlar bu kavramları çok iyi bilirler, ama kendilerine Marks’ı, Lenin’i izlemeyi, değil de, Marks’ı, Lenin’i “aşmayı” diyalektiğin ve Marksist kavramların içini boşaltmayı amaç edindiklerinden, Marksizm-Leninizm adına pespaye tezler üretmeyi başMarks görev edinmişlerdir.
D. Perinçek, Y. Küçük, H. Yurtseven, Y. Koç’un söyledikleri göz önüne alındığında Marks aşkıncılarının, estirilen anti-Marksist rüzgârların etkisiyle Kıvılcımlı, K. Korcan, K. Tahir gibi eski Marks inkârcılarının tezlerine yöneldikleri, bunun da, kendilerine önümüzdeki dönemde Gorbaçovculuğu bile aşan anti-Marksist bir atılım için potansiyel sağladığını söylemek bir kehanet olmayacaktır. Bu ortak temel, “Toplumsal Kurtuluş” ve “Saçak”ın (Şimdi de Teori’nin) birbirine karşıt saflardaymış gibi görünmelerine karşın, sayfalarını aynı yazarlara açmasını sağlamaktadır. Çünkü ortak tutum, Marks’ı, Lenin’i revize etmek, çeşitli kılıflar altında anti-Marksist cereyana güç vermek, Gorbaçovculuğa karşıymış görüntüsü arkasında, Gorbaçovculuğun bıraktığı boşluğu doldurmak ve ondan alman cephane ile Marksist-Leninist çevrelerde kargaşa yaratma tutumudur. Mücadele ilerledikçe bu tutum daha açık “tez” ve tutumlarla kendini ortaya koyacaktır.
Bir dergi için uzun sayılacak “Yeni” Durumlar “Yeni” Yorumlar başlığı atında günümüz Marksizm “yorumcularının” ana eğilimlerini belirlemeye ve ana çizgilerini eleştirmeye çalıştık. Elbette, Marksizm’in tarihi boyunca yürütülen bu en büyük anti-Marksist kampanyayı ne böyle bir ne de bir kaç yazı içinde eleştirerek görevin yerine getirilemeyeceği açık. Bu yüzden de, soruna sadece genel hatlarıyla değindiğimizin bilincindeyiz. Ama Özgürlük Dünyası; olanakları elverdiği ölçüde, bugüne kadar olduğu gibi bundan böyle de bu eğilimleri ayrıntıda da eleştirme çabasını sürdürecek Marksizm’in saflığını korumak için tüm olanaklarıyla savaşacaktır.

KAYNAKÇA
(13) D. Perinçek, “2000’e Doğru”, 1988, s. 22, “Doğu Rüzgârı”
(14) Fransa’da Sınıf Savaşımları, Engels’in 1895’de yazdığı önsöz, s. 13, Sol Yay. 2. Baskı,
(15) Y. Küçük, ‘Toplumsal Kurtuluş”, s. 36, s. 15
(16) Y. Küçük, Ocak 1990’da Aksaray, İnci D. Salonu’ndaki Panel’den
(17) Y. Küçük, Ocak 1990’da Aksaray, İnci D. Salonu’ndaki Panel’den
(18) Y. Küçük, Ocak 1990’da Aksaray, İnci D. Salonu’ndaki Panel’den
(19) F. Engels, Anti-Dühring,2. Baskıya Önsöz, Sol Yay.
(20) ‘Toplumsal Kurtuluş”) s. 36
(21) Yukarda adı geçen Panel’den
(22) Toplumsal Kurtuluş” S. 12, s. 910
(23) Y. Koç, Saçak, s. 54, s. 20-21 (24) Y. Koç, agd, s.22
(25) Karl Marks, Felsefe İncelemeleri

Mayıs 1990

Haberler-Mektuplar

KAMUOYUNA
12 Eylül’ün cezaevi politikası, onun sivil uzantısı Özal hükümeti aracılığıyla olanca vahşetiyle devam ediyor. Var olan cezaevleri devrimcilerin teslimiyetini sağlayamadığı için özel tip cezaevleri gündeme getirilip, devrimciler, değerlerinden geri adım artırılmaya çalışılıyor.
Hükümet bir yandan dünyaya cezaevlerinin iyileştirilmeye çalışıldığı, daha iyi yaşam koşullarının sağlandığı demagojisini yaparken, diğer yandan cezaevleri ölümleri, hastalıkları kol gezdiği işkencenin gardiyan ve askerlerce sistemli ve bilinçli bir şekilde uygulandığı “Öç evleri” haline getiriyor.
En masumane isteklerin dahi, şiddetle reddedildiği insanca yaşam koşullarının en alt düzeyde dahi uygulanmadığı cezaevleri açıktır ki devrimcilerin halka, sınıfa, devrime bağlılıklarından koparılmak istendiği, insanlık onurlarından, değerlerinden vazgeçilmeye çalışıldığı, işkence haneler olmaya devam edecek, koşullar gün be gün ağırlaştırılıp “Öç evleri” olacaktır.
Biz Buca Cezaevi’ndeki siyasi tutuklu ve hükümlüler de devletin cezaevleri politikasından üzerimize düşen payı almaktayız. Sorunlarımızı anlatacak, çözümleyecek hiç bir yöneticiyi bulamıyoruz. Çünkü sorunlar cezaevi yönetimini aşıyor, (Onların deyimiyle) ve devletin politikası olarak (Hem de kendi tüzük ve normlarını dahi ihlal eden bir uygulama) karşımıza çıkıyor.
Cezaevine sokacak gerekçeleri bulan, yaratan devlet, tutukluları yatıracak yer dahi bulamamakta, insanlar betonda yatmaktadır. Bayan tutukluların kaldığı koğuşta kapasitenin çok üzerinde bir sayı olan 60 kişi barındırılmakta, sıcak su verilmeyerek pislik, haşaratlarla salgın hastalıkların zemini yaratılmaktadır. Hastaneye gidebilmek başlı başına bir sorun haline gelmiştir. Havalandırma, fotoğraf çektirme, dışardan yiyecek aldırma, kapalı ve açık görüş gibi en doğal haklarımız keyfi müdahalelerle engellenmeye çalışılmaktadır.
Cezaevi idaresine bu ve benzeri sorun ve istemlerimizi ilettiğimiz, bu konularda girişimlerde bulunduğumuzda ayları bulan tamamen keyfi mektup ve görüş cezalarıyla yanıt verilmiştir. Cezaevi idaresi bir yandan bizleri sindirmeye çalışırken diğer yandan dışarıyla olan bağlarımızı kesmektedir.
Buca Cezaevi’ndeki siyasi tutuklular olarak, tüm bu uygulamaları Türkiye cezaevlerinde uygulamaya konmakta olan kimliksizleştirme ve rehabilitasyon politikalarının bir parçası olduğunu bu yolla değerlerimizden ve kazanımlarımızdan tavizler vermeye zorlandığımızı, bu politikanın gittikçe pervasızlaşmasının sonucu önümüzdeki günlerin yeni katliamlara gebe olduğunu halkımıza bildirmenin zorunluluğunu duyuyoruz.
Ardı arkası kesilmeyen yasaklar, disiplin cezaları, en doğal gereksinmelerimizin parça parça gaspı, her türlü keyfi uygulamaların Buca’da sergilenmesini tüm cezaevlerinde devrimcilere yönelik saldırıların bir parçası olarak görüyoruz.
Tüm kamuoyunu, devrimci güçleri, kendine insanım diyen herkesi, cezaevlerinde devrimci tutsaklara yönelik saldırılara karşı uyanık olmaya çağırıyoruz.
Buca Cezaevindeki Siyasi Tutuklular.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA
25 Mart 1990 günü sorgusuz, sualsiz Mersin siyasi polisince gözaltına alındık. Alınır alınmaz da elektrik, askı, yemek vermeme, uykusuz bırakma ve soğuk su içine yatırma gibi işkenceler gördük. Bu işkenceler sonucu çenemi iki taraftan kırdılar, ikinci gün kırık çenemle tekrar işkenceye alındım. Dokuzuncu güne kadar çenem kırık olduğu halde işkenceye devam ettiler. Dokuzuncu günde Adana Balcalı Tıp Fakültesi’nde ameliyat edildim. Hastanede yatmam gerekirken tekrar siyasi şubeye ve işkenceye aldılar. 14 günlük işkenceli gözaltından sonra tutuklandım. Tutuklu bulunduğum Mersin Cezaevi’nde, adli tıpa çıkma talebim Siyasi Şubeyle işbirliği halindeki doktorlar ve cezaevi müdürü tarafından kabul edilmedi, engellendi. Bütün bunları kamuoyuna duyuramadım. Şu anda Malatya E Tipi Cezaevi’nde bulunmaktayım. Burada da hastaneye gönderilmiyorum. Ameliyat sırasında takılan çengeller ve platin halen çenemdedir. Yaklaşık 60 gündür hiçbir şey yiyemiyorum.
“İşkence Yoktur” diyenleri buraya çağırıp bir lise öğrencisine yapılan bu vahşice işkenceyi göstermek istiyorum. Kendisine devrimciyim, demokratım diyen bütün insanları bu konuda duyarlı olmaya çağırıyorum.
Kemalettin Güler E Tipi Cezaevi 9. Koğuş Malatya

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA
“12 Eylül askeri darbesinin ardından 1982 anayasasıyla her türden demokratik hak ve özgürlükler en son kırıntılarına kadar yok edilmiştir. Toplum baskı ve korku ile zapturapt altına alınarak nefes alamaz hale getirilmiştir. Ancak halk kitleleri tarihin hiç bir evresinde bu gibi baskı ve yasaklamalarla uzun süre susturulabilmiş değildir. Nerede baskı, zulüm ve işkence olmuşsa, orada buna karşı kaçınılmaz olarak haklı örgütlenmeler, karşı koymalar ve direnmeler de var olmuştur.
12 Eylül askeri darbesinden sonrada olan budur, işçiler, köylüler, gençler, aydınlar, kısacası çıkarları düzenle çatışan, toplumun bütün kesimleri hak arayışları ve gasp edilen demokratik özgürlüklerin kazanımı için mücadeleye girişmişlerdir. Bu mücadelenin hak ve özgürlülerin kazanımına kadar kesintisiz devam edeceği de yok edilemez bir gerçektir. Ayrıca yıllardır baskı ve zora başvurularak Kürtlerin asimilasyon yoluyla eritilip ulusal varlığının ortadan kaldırılmasına yönelik politikalara karşı gelişen haklı bir davayı bastırabilmek için TC devleti her zamankinden daha aşırı insanlık dışı uygulamalara başvurmaktadır. Estirilen devlet terörü ile toplu gözaltılar, toplu tutuklamalar ve insanların sorgusuz sualsiz kurşunlanmaları artık Kürt halkının günlük yaşamının bir parçası haline getirilmiştir. Bu ve bu gibi uygulamalar Kürt halkının haklı istemleri uğruna vermiş oldukları mücadelesini engelleyememiştir. Bu nedenle egemen çevreler yani baskı ve zor tedbirleri almakta hiç de gecikmediler. Son çıkarılan 413 sayılı kanun hükmünde kararname ile arzu editen baskı ve zor tedbirlerinin daha da ağırlaştırılması amaçlanmaktadır.
Bu kararnameyle elbette her türden demokrasi mücadelesinin bastırılması amaçlanmaktadır. Kararnamede Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’ne tanınan görülmemiş yetkiler, insanların yerlerinden-yurtlarından sürülmelerini, ağır bir sansürle başta ilerici devrimci basın olmak üzere her türden yazım ve çizimin yasaklanmasını, keyfi gözaltı ve tutuklamaları vb içermektedir. Bu kararnameyle işçi sınıfınım sınırlı olan grev hakkının daha da sınırlandırılması bir yana sınıfın hak arayışındaki basit doğal tepkilerine, (servis boykotu, yemek boykotu, toplu vize gibi) bile müsaade edilmemektedir.
Yine sınırlı olan her türden demokratik muhtevalı toplantı ve basın açıklamaları da yasaklanmaktadır. Kısacası, terör edebiyatı altında toplum gerçek bir terörün altına alınmak istenmektedir.
Ayrıca egemen çevreler, cezaevlerindeki yurtsever devrimci tutuklulara karşı yeni baskı tedbirleri de almaktadır. Cezaevlerindeki insanlık dışı uygulamalar dünden bugüne onlarca yurtsever devrimcinin hayatına mal olmuştur. Eskişehir’de, uygulamaya konulmak istenen tek kişilik hücre, tek kişilik havalandırma planı da sürdürüle gelinen baskıların birer devamını ifade etmektedir. Bununla, zaten toplumdan tecrit edilmiş siyasi tutukluların cezaevi içerisinde de birbirinden tecrit edilerek cezaevi içerisinde cezaevi yaratılmak istenmektedir. Bilindiği üzere bugün cezaevlerinde yeterince sorun zaten vardır. Başta haberleşme özgürlüğünün yanı sıra yetersiz beslenme ve gerekli sağlık koşulları sağlanabilmiş değil. Burada yeni tutuklanan insanlar çeşitli oyunlarla itirafçılığa itilmektedir ve bu yollu çabalar hala da devam etmektedir.
Bizler siyasi tutuklular olarak her türden anti-demokratik uygulamalara karşı her zaman olduğu gibi bugün de mücadele etmeyi kendimize bir görev sayıyoruz. Bu nedenle 413 sayılı kararnameyi, tek kişilik hücre ve havalandırmayı ve bunlara benzer her türlü baskıyı protesto etmek amacıyla açlık grevine başlıyoruz.”
O. Abbas SÖYLEMEZ Diyarbakır Cezaevi

MIZRAK ÇUVALA SIĞMADI:
Konsoloslukta çalışan 20 MİT elemanı hakkında dava açıldı
Türkiyeli devrimcilerin düzenledikleri basın toplantısının ardından F. Alman 1. TV programı ARD’nin bir haber programında, F. Almanya’daki Türk Konsolosluğunda 30 kadar MİT elemanın resmi görevli sıfatıyla çalıştığı açıklandı. Haberi basında ve kamuoyunda büyük yankı bulması üzerine Alman Makamları söz konusu MİT elemanları hakkında yurtdışı edilmek üzere soruşturma başlattı.
Ocak ayı içinde Stuttgart’ta düzenledikleri bir basın toplantısında, Türkiyeli Devrimciler, MİT’in Konsolosluk bağlantılı faaliyetlerini basın mensuplarına açıkladılar. Almanya’da çalışan Türkiyeli bir emekçi, bedelli askerlik için Türkiye’ye gittiğinde baskı ve tehditle MİT’le işbirliği yapmaya zorlandığını ve bunu kabul ettiğini, Almanya’da kendisiyle tekrar ilişki kurduklarını, Stuttgart Konsolosluğunda ve dışarıda MİT elamanlarıyla yaptığı görüşmeleri ayrıntılı olarak açıkladı. MİT ajanlarıyla görüşme sırasında gizlice çekilmiş resimler, ilişki için verilmiş adres ve telefonlar basın mensuplarına sunuldu.
Basın toplantısında başka bir Türkiyeli de Konsoloslukta pasaportunu uzatmama, vatandaşlıktan çıkarma gibi tehditlerle MİT ajanlığına zorlandığını açıkladı.
Basın toplantısına katılan R. Kugler isimli Alman avukat Alman Anayasayı Koruma Örgütü ile MİT’in ortak çalıştıklarının kanıtlandığını ortaya koydu.
Olay basında yer aldı ve Alman ARD Televizyonu, basın toplantısında sunulan belgelerle birlikte kendi araştırmalarıyla elde ettikleri belge ve bilgileri içeren bir haber programı yaptı. Milyonlarca izleyiciye sunulan bu programda MİT mensuplarının ‘Konsolosluk görevlisi’ gibi resmi sıfatlarla çalıştıkları açıklandı.
Olayın ve programın geniş yankı bulunması üzerine Alman Makamları, kendilerini Konsoloslukta görevli gibi gösteren 30 MİT elamanı hakkında soruşturma açtı ve yurtdışı edilmeleri için girişimde bulundu. Bu girişim, duyarlı kamuoyu tarafından, tepkileri hafifletmek ve Alman gizli haber-alma örgütleri ve MİT arasındaki işbirliğini gizlemek amacı taşıdığı şeklinde yorumlandı.

BASIN AÇIKLAMASI
Değerli Basın mensupları, İşçi sınıfının uluslararası BİRLİK-MÜCADELE-DAYANIŞMA günü olan 1 MAYIS 100 yıldır, dünyanın hemen hemen tüm ülkelerinde, yasal olarak kutlanmaktadır. Ülkemizde ise 1 MAYIS’lar egemen güçlerce, yasaklanmış daha da olmazsa kanlı terör günlerine çevrilmiştir.
1989 1 MAYIS’ında dünyada kan dökülen tek ülke Türkiye’dir.
1990 1 MAYIS’ında göstericiler üzerine ateş açılan tek ülke yine Türkiye’dir.
Sadece bu iki örnek bile, ülkemizdeki 1 MAYIS kutlamalarına siyasi iktidarın ve egemenlerin ne kadar tahammülsüz olduğunu göstermektedir.
Ancak, işçi sınıfının emeği için verdiği mücadele bilmedikçe, 1 MAYIS’lar ortadan kaldırılamaz. 100 yıllık süreçte her koşulda ve her mekânda 1 MAYIS’ı kutlamayı başaran işçi sınıfımız bunu açıkça kanıtlamıştır.
1 MAYIS 1990’da işçi sınıfı bugünü özüne uygun olarak kutlamak için hazırlıklarına başladı. İktidar ise, basın kanalıyla bu kutlamalara gözdağı mantığıyla bir dizi önlemler geliştirdi. 20 binin üzerinde polis güçleri, Alman kurt köpekleri ve panzerleriyle başka bir hazırlık vardı.
– 1990 1 MAYIS ‘ı tüm baskı ve engellemelere rağmen özüne uygun olarak kutlandı. En önemlisi, işçi sınıfı 1 MAYIS’ı kutlamadaki kararlılığını dosta düşmana gösterdi. Yüz binlerce işçi üretimi durdurdu.
İşyerlerinde coşkulu alkışlarla, 1 MAYIS BİLDİRİLERİ okundu. Kutlamalar, fabrikalardan alanlara taştı ve işçi sınıfı saflarına, emekçiler, öğrenci gençlik katılarak bu günü kutladılar.
İktidar, 1 MAYIS kutlamalarına savaş mantığıyla hazırlandı. Ve bunun ürünleri 1 MAYIS kutlamalarına bütün boyutuyla yansıdı. Tüm Türkiye çapında büyük bir GÖZALTI olgusu yaşandı. Gösterici gruplara saldırı bazı yerlerde, ATEŞ AÇMAYA kadar vardı. Bunun sonucunda, GÜLAY BECEREN adlı genç arkadaşımız ömür boyu sakat kalmaya mahkûm edildi. Gözaltına alınan binlerce kişi karakollarda ve özellikle 1. Şube binasında dayak ve çeşitli işkencelere maruz kaldı. En son DGM’ye çıkartılan 244 kişiden 86’sı tutuklandı. Tutuklananlar arasında, Deri-İş Sendikasından, Mehmet Kılınçaslan, Ali Gündoğdu, Musa Servi, Belediye-İş Sendikası’ndan Hıdır Bal, Hilmi Karaoğlan, Tek Gıda-İş Sendikası’ndan, Kezban Oral, yine 1 MAYIS afişiyle ilgili olarak Otomobil-İş Sendikası’ndan Hüseyin Aslan olmak üzere 7 sendika yöneticisi, 60’a yakın ise işçi kardeşimiz bulunmaktadır.
Tutuklamaların hiçbir yasal gerekçesi bulunmamaktadır. “Tutuklu Yargılama” ancak adresi tespit edilemeyen, kaçma olasılığı yüksek olan vs. şahıslar için geçerlidir. Tutuklananlar için böylesi gerekçelerden söz edilemez. Kaldı ki Anayasa Mahkemesi’nde kabul edildiği gibi, Anayasa’da ‘KİŞİLERİN DİRENME HAKKI” vardır. Tüm ülkelerde kutlanan ve bağlı olduğumuz İLO kararlarında yasal olarak kutlanması öngörülen 1 MAYIS meşru bir haktır ve suç teşkil edemez. Eğer ortada bir suç varsa bu suç siyasi iktidarın ve egemenlerindir.
Biz aşağıda belirtilen sendika genel merkezleri ve İstanbul’daki sendika şubeleri olarak diyoruz ki:
1 MAYIS yasal ve meşrudur.
1 MAYIS kutlamalarına yönelik her türlü saldırıyı kınıyoruz.
Kutlamalar sırasında gözaltına alınanlara yönelik işkenceleri protesto ediyoruz.
1 MAYIS kutlamaları sırasında, tutuklanan arkadaşlarımıza, sahip çıktık ve çıkacağız.
İşçi sınıfı bu protestolarını geçtiğimiz günlerde yer yer gerçekleştirdiği eylemlerle somutlamıştır.
Önümüzdeki günlerde, 1 Mayıs tutuklularına sınıf daha somut ve yaygın desteğini verecektir.        \’
Bugün başta muhalefet olmak üzere bazı çevreler 1 MAYIS’ın yasal olması gerektiğini ilan etmiştir.
İşçi sınıfı ve onun örgütlü gücü sendikalar olarak mücadelemiz, 1 MAYIS’ın yasal olarak kabul edilmesine kadar sürecektir.
TALEPLERİMİZ,
EN KISA SÜREDE 1 MAYIS TUTUKLULARI SERBEST BIRAKILMALIDIR.
1 MAYIS VE İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİ ÖNÜNDEKİ TÜM YASAL VE YASADIŞI BASKILAR KALDIRILMALIDIR.
GÜLAY BECERENE ATEŞ AÇANLAR ORTAYA ÇIKARILMALIDIR
Yaşasın 1 MAYIS
1 MAYISI YAŞATACAĞIZ
KATILAN SENDİKA VE ŞUBELER: Belediye-İş Sendikası, Hava-iş Sendikası, Petrol-İş Sendikası, Kristal-İş Sendikası, Deri-İş Sendikası, Otomobil-İş Sendikası, Tümtis, Laspetkim-İş Sendikası ve 40 tane İstanbul Sendika Şubeleri

Basına ve Basın çalışanlarına açık mektup
“Anlatılan senin hikâyendir”

Özgür bir basın ve on yıldır cezaevlerinde tutulan gazetecilerin özgürlüğü için TCK’nın 141-142-159-311 ve 312. maddelerine karşı ortaya çıkan toplumsal tepkinin bir parçası olarak 22 Mayıs 1990 tarihinde başladığımız açlık grevi eylemini sürdürüyoruz.
Açlık grevi eylemimizi, özgür bir basın için, kamuoyunda, önemli bir tepki birikimi ve potansiyel oluşuncaya kadar sürdürme kararlılığında olduğumuzun bilinmesini istiyoruz.
İlişikte söndüğümüz ve açlık grevine başladığımız gün, bütün basın-yayın organlarına ilettiğimiz Basın Açıklamasında da görüleceği gibi, eylemimiz, basına yeniden suskunluk aşısı yapıldığı ve büyük basının bunu seve seve kabul ettiği yeni bir Takrir-i Sükûn ortamında, toplumsal bir tepkinin dışavurumunu ifade ediyor.
Toplumsal ve tarihsel bir kuraldır: Fiziki baskı mekanizmalarının varlığı ve sürekliliği, fiziki bir karşı-zorun, fiziki zor güçlerinin birikmesinin maddi zeminini hazırlıyor. Mevcut hukuk sisteminin de onayladığı fiziki-siyasal baskıya karşı tepkisini, insan, ancak fizik olarak, fiziki varlığını tek başına veya topluca ortaya koyarak dile getirebiliyor. Genel bir toplumsal tepki birikiminin kendi ayaklan üzerine oturamadığı bir siyasal ortamda, basın özgürlüğü hakkını kullandıkları için 750 yıla varan hapis cezalarıyla on yıldır cezaevlerinde tutulan basın mensuplarının fiziki zora, baskının köleleştirilmesine karşı ortaya koyacakları tek silahları, bugüne kadar katıldıkları sayısız açlık grevleri ile yıpranmış bedenleri, yürekleri, beyinleri ve ellerinden alınmadığı zaman kalemleridir.
Büyük basının, basın özgürlüğüne dahi sahip çıkmaktan gönüllü olarak vazgeçtiği ve 141-142 tartışmalarının TBKP Liderlerinin tahliye edilmesi ile gündemden düşürülmeye çalışıldığı bir siyasal ortamda, basın özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü hakkının kullanılmasında bir kilometre taşı olması için, ancak, tek silahımız olan bedenlerimizi ortaya koyabilirdik. İnsanların şiddete, baskı ve kuşatılmışlığa karşı, sahip oldukları tek fiziki silahlarını, bedenlerini ortaya koymaları şiddeti değil, şiddete karşı doğal ve meşru bir tepkiyi, bir karşı tavrı ifade ediyor.
Abdülhamit sansürüne karşı 1908’lerin ilerici geleneklerini unutturmaya çalışan büyük basının, basın özgürlüğünü savunmadığı, kendisine ‘dördüncü kuvvet’ olarak değil, beşinci kuvvet olarak yapısal bir işlev biçen ve Dışişleri/İçişleri Bakanlıklarının bir alt dairesi olmaya rıza gösterdiği anlaşılan tekelleşmiş büyük basın, basın özgürlüğünün gerçekleşmesinin önünde önemli bir engel oluşturduğu, özgür bir basın için girişilen açlık grevi eylemlerine yöneticisi oldukları gazele sütunlarında yer vermekten ısrarla kaçınan ve son olarak 413 sayılı kararname örneğinde görüldüğü gibi fiziki otoritenin fiziki zor politikasına onay veren basın bürokrasisinin, tutuklu yazı işleri yönetmenlerini gazeteci saymayarak kendi kimliklerini reddettikleri bir yapısal siyasal ortamda, bedenlerimizi ortaya koyan bir siyasal tavra başvurmamızın, doğal ve meşru bir tutum olarak değerlendirileceğinden, anlayışla karşılanacağından şüphe etmediğimizi belirtmek isliyoruz.
Düşüncelerinden dolayı, düşüncelerini serbestçe ifade etmesinden dolayı tek bir mensubunun bile yargılandığı, 750 yıla varan onanmış hapis cezalarıyla cezaevlerinde tutulduğu koşullarda, basının, özgürlüğünden söz edilemez.
Basın özgürlüğünü gerçekleştirmenin, basın özgürlüğü hakkını fiilen kullanmanın yolu, sadece siyasal otoriteye karşı tavır almaktan geçmiyor. Aynı zamanda tekelci basın patronlarını ve basın bürokrasisinin koyduğu normların fiilen dışına çıkmakla mümkün oluyor.
Basın özgürlüğünün yasal olarak olmasa bile fiilen gerçekleşmesi yolunda, basın emekçilerinin, ilerici basın mensuplarının, basın çalışanlarının çabalan, demokratik çıkışları, önemli bir işlevi yerine getiriyor. 1961 başlarında, büyük gazete patronlarının üç günlük gazete çıkarmama gerici eylemi karşısında, basın emekçilerinin kendi sosyal haklarını ve basın özgürlüğünü savunmak için ‘Basın’ gazetesini çıkarmış olmaları bugün sadece anılarda yaşamıyor, basın çalışanlarının bilincinde de yaşıyor. Basın muhabirleri haber kaynaklarına ulaşmak için kurşunlanıyor, yazdıkları haber ve yorumlardan dolayı duruşma salonlarında, demir parmaklıklar arkasında bir bedel ödemeyi göze alıyorlar, basın özgürlüğü için dergi/gazete bürolarında açlık grevcilerine destek eylemlerine girişiyor, protesto gösterilerine katılıyorlar. Basın bürokrasisine rağmen, basın özgürlüğü haberleri, açlık grevi gibi etkili eylem biçimlerine ilişkin haberler gazete sütunlarına giriyor.
Yaşamın canlı pratiği, basın özgürlüğü yolunda yeni bir adım atmak için, dün olduğu gibi bugün de dinamik ve etkili protesto biçimlerini gündeme getirmekle kalmıyor, dayatıyor da…
Basın çalışanlarının, ilerici basın mensuplarının basın özgürlüğü ve özgür bir basın için ortaya çıkan fiili bir protesto tavrı karşısında, dün olduğu gibi bugün de sessiz kalmayacaklarına inanıyoruz. Eylemimizin, basın patronlarının ve basın bürokrasisinin örnek istediği sessizlik duvarına çarpıp kırılmayacağını biliyoruz.
Basın özgürlüğünün gerçekleşmesi, ancak bir bedel ödemeyi göze almakla mümkün olabiliyor. 750 yıla varan hapis cezalarıyla, on yıldan bu yana demir parmaklıklar arkasında tutulan bizler, özgür bir basın için bir bedel ödemeyi sürdürüyoruz.
Ödenen her bedelin, basın özgürlüğünün gerçekleşmesi ve insanın özgürleşmesine uzanan yolda, toplumsal süreçte bir kilometre taşı oluşturduğunu biliyoruz.
Engizisyon vari yöntemlerde ve Engizisyon hukukunda ifadesini bulan Eylül yargılamaları ile bizleri yüzlerce yılla ölçülebilen hapis cezalarına mahkum ederek, aslında kamuoyu nezdinde kendi mahkumiyetini onaylamış olan siyasal otorite, haber kaynaklarına ulaşmasını engelleyerek, yasaların ve gazete patronlarının sansürü ile karşı karşıya getirerek, TCK’nın 142-158-159-311 ve 312. maddelerini, mahkemeye ve cezaevi koridorlarını demoklesin kılıcı gibi başında sallayarak basın mensuplarının, basın çalışanlarının ‘özgürlüğünü’ yok ediyor, basın özgürlüğünü ortadan kaldırıyor.
Basın özgürlüğü bir bütündür.
Eylemimiz, bedenlerimizi bir silah olarak ortaya koyarak girişliğimiz protesto çıkışı, kişisel bir çözümü içermiyor, tersine özgür bir basının yaratılmasına yönelik toplumsal tepkinin küçük de olsa bir parçasını oluşturuyor, toplumsal tepkinin dışavurumunu ifade ediyor.
‘Anlatılan senin hikâyendir.’
VELİ YİLMAZ-OSMAN TAŞ
Hükümlü gazeteciler

‘Özgür Bir Basın İçin’ El Ele
Bugün gelinen aşamada, kamuoyu, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü hakkının kullanılmasını ‘suç’ olarak kabul etmiyor artık.
“Düşüncenin suç olmaktan çıkarılması hususunun uzun süredir kamuoyunda tartışıldığı, bu hususla ilgili olarak Adalet Bakanlığı’nca hazırlanan alternatifli yasa önerilerinin Bakanlar Kurulunun görüşüne sunulduğu” ye “düşünce suçlarının ecza yaptırımına konu edilmemesi yolunda yaygın ve etkin bir ortamın oluşması” gerekçeleriyle mahkemeler, anık, TCK’nın 141-142-159-311 vc 312. maddelerden yargılananlar hakkında tahliye ve beraat kararlan veriyor.
Engizisyon vari yöntemlerle sürdürülen ve onlarca idam ve binlerce yıllık hapis cezalarıyla karşılanan Eylül yargılamalarını, bugün anık yargılayıcıları, birinci dereceden siyasi sorumluları dahi savunamıyor.
Ama Eylül yargılamaları bütün siyasi ve hukuki sonuçlarıyla önada, varlığını sürdürüyor. TCK’nın 142-159-311 ve 312. maddelerinden 750 yıla varan hapis cezalarına çarpımları basın mensupları ve binlerce siyasal tutuklu, yaklaşık on yıldır cezaevlerinde tutuluyor.
Yeni bir Takrir-i Sükûn Döneminde basın üzerindeki, 413 sayılı Kararname ve ekleri ile de pekiştirilen, yasal ve fiili sansür sürüyor, gazete ve dergiler yasaklanıyor, kitaplar toplatılıyor, gazeteciler ve yazarlar hapsediliyor.
Basın özgürlüğü ve düşünce özgürlüğü istemleri, yüzlerce yıllık cezalarla demir parmaklıklar arkasında karşılanıyor.
Basın ve düşünce özgürlüğünün cezalandırılması, ancak. Engizisyon hukukunda yer alabiliyor.
Engizisyon vari yöntemlere ve Engizisyon hukukuna boyun eğmeyeceğimizin bilinmesini bir kez daha belirtiyor ve:
-Eylül yargılamalarının bütün siyasi ve hukuki sonuçlarıyla i sürmesini
-Düşünce ve basın özgürlüğünün TCK’nın 141-142-159-311 i ve 312. maddelerine dayanılarak, yüzlerce yıllık hapis cezalarıyla cezalandırılmasını,
-Aylık dergilerin Hilen yasaklanmasına kadar varan basın üzerindeki sansürün genişlemesini
Protesto etmek için 22 Mayıs 1990 tarihinden itibaren süresiz AÇLIK GREVİNE başladığımızı duyuruyoruz.
Basını, bir bedeli de olsa, basın özgürlüğünü savunmaya çağırıyoruz.
VELİ YILMAZ OSMAN TAŞ
Tutuklu-Hükümlü Gazeteciler Özel Tip Cezaevi Bartın-Zonguldak

DİCLE ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİLERİNDEN
Şükran Ketenci’ye Yanıt

3 Nisan 1990 tarihli Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfasında yer alan Şükran Ketenci’nin “Üniversiteliler” araştırmasının tanıtım yazısında; “Dicle Üniversitesinde öğrencilerin yarıdan fazlası dinci grupların etkisi altında” şeklinde bir ibare yer almıştır. Yine aynı tarihli gazetenin altıncı sayfasında, “Dicle Üniversitesi cami müritlerinin sayısı, 7 bin kişilik üniversitede 3 bini aşıyor. Urfa’da öğrencilerin yarıdan fazlası dinci grupların etkisi altında” şeklinde belirtilmektedir.
Gerekli açıklama ilgili gazetenin yazarına gönderilmiştir. Sosyalist basının şahsında, gerekli açıklamayı kamuoyuna duyurmayı bir görev biliyoruz.
Kamuoyuna, Dicle Üniversitesi’ni böyle tanıtmak (bilecek ya da bilmeyerek) emeğimize ve mücadelemize gölge düşürmekledir. Emekçi halkımızın da tanık olduğu gibi, Dicle Üniversitesi, dincilerin etkisinde değil, devrimcilerin etkinliğindedir ve devrimci bir mevzi olarak kalmaya devam edecektir. Üniversitemizde, devrimcilerin, sosyalistlerin mücadelesi 1987’den itibaren ağırlığını duyurmaya başlamıştır. Özerk-demokratik üniversitenin, demokrasi mücadelesinden ayrı olamayacağının bilincinde olan biz devrimci öğrenciler, ‘1987’den beri her engeli aşarak örgütlenmeye başladık. Öğrenci demeklerimiz Hukuk, Tıp, Eğitim, Fen-Edebiyat Fakülteleri’nde kuruldu ve çalışmaktadırlar.
Diş Hekimliği ve Mimarlık-Mühendislik Fakülteleri ile Meslek Yüksek Okulu öğrenci dernekleri de kurulma aşamasındadırlar.
Derneklerimiz özellikle, bu öğretim yılı başında ortaya koydukları mücadeleyle meşrulaşmış, büyük prestij toplamıştır. Sene başında 2000 (iki bin) kişinin katılımıyla alternatif açılış yapılmış, üniversitemizde, birinci sınıflar için konan baraj sistemi 1500 (bin beş yüz) kişinin rektörlüğe yürümesiyle kaldırılmış, 24 Kasım Öğretmenler Haftası mücadeleye dönüştürülmüş, “yeterlik” sınavının kaldırılması için postaneye kadar yürünerek binlerce telgraf çekilmiştir. Son olarak örgütlenen boykotla gençliğimiz ulusal mücadeledeki yerini almış ve bu eyleme, 7 bin kişilik üniversiteden 5 bin öğrenci bilfiil katılmıştır. (Üniversitemizin 7 bin kişilik nüfusundan 5 bini Diyarbakır’da, 2 bini ise Siirt ve Urfa’daki okullarda bulunmaktadır) Yani Diyarbakır’daki bütün fakültelerde boykota katılım oranı % 100’dür. Bu büyük başarımız burjuva basınında gerekli şekilde yer almamıştır. Ayrıca Tıp Bayramı, Nevroz gibi şenliklerin yanı sıra, açlık grevlerine destek, işçilerle dayanışma ve Halepçe katliamını lanetlemek gibi mücadele örneklerini saymakla bitmez.
Devletin resmi ve sivil güçlerinin aleyhimize yürüttükleri propaganda ve polisin baskısı sonucu, üye sayımız arzu ettiğimiz düzeyde değildir. Ancak doğal üyelerimiz ve harekete geçirdiğimiz kitlemiz 2000’i (iki bin) aşmaktadır. Bu da toplam mevcudun % 35’i demektir. Söz konusu yazıdaki “marjinal” niteleme bizi bağlamıyor, üniversitemiz için geçerli değildir.
Ancak Urfa’daki dinci etkinliği de bilmiyor değiliz. Okullarımızdaki dinci faaliyetin yaygınlığını ve boyutunu da biliyoruz. Bugüne kadar, elde ettiğimiz halklarımızı, biz, her türlü saldırıyı göğüsleyerek, adeta tırnakla söküp aldık. Ve bugün öğrenci derneklerimizin etkinliğinde, yönetime katılma hakkımızı fiilen kullanıyoruz.
Biz Dicle Üniversitesinin Kürt ve Türk öğrenci gençliği, bundan böyle de engelleri aşarak yolumuza devam etmeye kararlıyız.
DİCLE ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM, FEN-EDEBİYAT, HUKUK, TIP FAKÜLTELERİ ÖĞRENCİ DERNEKLERİNDEN BİR GRUP ÜYE.


Özgürlük Dünyası Dergisi Yöneticileri, j

Şu anda Haymana Cezaevindeyim. Derginizin Mayıs sayısında hakkımda bazı iddialara yer vermişsiniz. Kaynak olarak da, görüşlerine katılmadığım ve hiçbir örgütsel ilişkimin bulunmadığı SP’de yaptığım bir konuşmanın metnini almışsınız. 26. sayfada da şunları yazıyorsunuz: “Aynı dergide (Toplumsal Kurtuluş) sık sık onunla birlikte kalem oynatan yandaşı Yıldırım Koç…”
Toplumsal Kurtuluş Dergisinde bırakın “sık sık kalem oynatmayı” bu dergide hiçbir yazım yayınlanmadı. Haluk Yurtseven’i ise (inanır mısınız bilmem) hiç tanımıyorum. Yazdıklarınıza gerçekten çok şaşırdım.
İnsanlar farklı düşünebilirler, ancak eleştirilerde ve iddialarda sağlam dayanakların olmasında yarar var. Eleştirdiğiniz yazım bir konuşma metnidir. Bu konularla ilgili görüşlerim, Yapıt’ın 1985’teki bir sayısında, Marksizm ve gelecek’in 1. sayısında ve Yeniçeriler (daha doğrusu Kapıkulları) ile ilgili olarak da 1989’da Mülkiyeliler Birliği Dergisinde (bu yazı da Ankara Merkez Cezaevindeyken sınırlı kaynakla yazılmıştı) yayınlanmıştı.
Bu konularda dünyadaki gelişmeleri ve tartışmaları izlemek, değerlendirdiklerinizi gözden geçirmenize yol açar mı, bilmiyorum. “Ben yazdığım konuları oldukça ciddiye aldığıma inanıyorum. Bu nedenle de eleştiri olarak getirdiğiniz değerlendirmelere katılmıyorum. Saygılarımla
Yıldırım KOÇ

Sedat Karaağaç bekliyor
Av. Cevriye AYDIN

12 Eylül’ün çeşitli alanlardaki tahribatlarının bir dökümünü çıkarmaya çalışsak, bu, bitmez tükenmez bir liste olurdu. Onun çağrıştırdığı olguların en başında CEZAEVLERİ ve İŞKENCE geliyor. Sedat Karaağaç adı da cezaevi ve işkencenin başka bir boyutuyla birlikte anılır oldu, yakın geçmişte: ‘Cezaevinde kanserli bir hükümlü’. 12 Eylülün cezaevlerinde boy veren sonuçlarından biri de bu. Kanser veya başka hastalıklarla malûl insanlar. Yaşamları devletin gözetiminde olup, hareket özgürlükleri olmayan; salt bu nedenle sağlıkları özellikle ve titizlikle devletçe gözetilmek gereken insanlar. Ancak, devletin cezaevleri politikasının bilinen gerçekliği ile pratik işleyiş, en iyimser yaklaşımla bile, bürokratik hantallık, güvenlik ve araç yokluğu, hastanede mahkûm koğuşu yokluğu, vs. gibi gerekçelerle cezaevindeki bir insanın tedavisinin bir dizi engele takıldığını gösteriyor.
Sedat karaağaç, bütün bu engelleri aşarak tedavi edilen hükümlülerden biri. Bunda, basın ve kamuoyu desteğinin belirleyici bir payı var. Ancak, Sedat Karaağaç henüz sağlığına kavuşmuş değil. Tedavi sürecinin sonunda, hastalığında yayılma (metaztas) saptanmadığı ortaya çıktı. Ancak hastalığı (maling melanom-kara kanser) tıbbi müdahale ve tedavinin ötesinde her türlü kaygı ve baskıdan uzak bir ortamda yüksek bir fiziki ve psikolojik dayanıklılık gerektiriyor. Doğaldır ki, uzun süreli tedavi gerektiren her hastalık için bu olması gereken bir koşuldur. Yaklaşık on yıldır cezaevinde bulunan bir insanın cezaevi reviri veya ondan farkı bulunmayan hastane mahkûm koğuşunda böyle bir dayanıklılık göstermesi mümkün değildir. Bunu beklemek, O’nun hastalığın pençesine terk edilmesi demektir.
Cezasının ertelenmesi için yapılan başvuru üzerine Ankara Numune Hastanesi Sağlık Kurulunca verilen raporda “… metaztas (yayılma) düşündürecek patolojik bulgu yok. Hali hazır durumu ertelemeyi gerektirmez” denilmektedir. Hastalığın kanser (maling melanom) olduğu açık iken, metaztas olmaması nedeniyle durumunun ertelemeyi gerektirmeyeceği görüşünü kabul etmek mümkün değildir. Anılan kurulda görevli doktorlar, bu hastalığın her an metaztas yapabileceğini ve metaztas başlangıcının ölüm sürecinin başlangıcı olabileceğini de kuşkusuz bizden daha iyi bilmektedirler. Öyleyse, böyle bir rapor tanzim edilmesindeki etkenler her ne ise, bu nedenle, meslek yeminlerini unutmuş gözükmektedirler. Bu ciddi bir mesleki ve tarihi sorumluluktur.
Çağımızda vahşi bir cezalandırma yöntemi olarak kabul edilen idam cezasının infazında bile Ceza Yasası, gebe kadının doğurmasının, akıl hastasının iyileşmesinin beklenmesini buyurur. İdam edilecek insan doktor kontrolündün geçirilir. Hoş, bu da inceltilmiş vahşettir, sonuçta. Ama buradaki mantığın, Sedat Karaağaç’ın durumunda çağımızda tıbbın henüz tam olarak yenemediği bir hastalık için uygulanmaması, insanlık dışı, cezalandırmayı her şeyin üstünde bir amaç gören çağdışı bir durumdur.
Sedat Karaağaç’ın hastalığında tedavi sonunda metaztas (yayılma) saptanmamış olması çok sevindiricidir. Ancak, açıktır ki, cezaevinde kanser gibi bir hastalıkla yaşamanın fiziki vc psikolojik atmosferi, mcetaztas olasılığını her an yaşatan ve güçlendiren bir olumsuzluktur. Oysa Sedat Karaağaç’ın vaktinde tedavi şansını yakalamış olmak gibi bir avantajı vardır. Bu avantajın, dışarıda, cezaevi ile karşılaştırılamayacak elverişli maddi ve manevi koşul ve destekle sonuna kadar kullanılabilmesi olanağı vardır. Bu fırsatın verilmesi, hastalığın her an yayılma tehlikesinin kesin bir şekilde varlığı nedeniyle bir zorunluluktur. Hastalık ilerleme kaydettiği takdirde Sedat için çok geç olabilir. Bu konuda gösterilecek duyarlılık, özel olarak Sedat Karaağaç için, genel olarak da aynı koşullarda çeşitli hastalıkları olan birçok tutuklu ve hükümlü için belirleyici bir rol oynayacaktır. Bugün kanser hastası bir hükümlü için ‘cezasının ertelenmesine gerek yoktur’, yani, ‘kanser ama cezasını çekebilir’ diyebilen doktorlar kurulunun mesleki yemini gereği insan sağlığını her şeyin üstünde tutmasını (en azından buna zorunlu kalmasını) sağlayacak güç, bilinmelidir ki, değerlerine ve sorunlarına sahip çıkma bilinç ve duyarlılığını gösteren bir kamuoyu olacaktır.
Şimdi ve öncelikle;
Cezaevlerinde ve Türkiye’nin her yerinde işkencenin, işkence tehdidinin son bulması için;
Sedat Karaağaç (ve benzer durumda olanların) acil sağlık sorunlarına, yaşamlarına cezalandırılmalarından daha öncelik verilmesi için;
Cezaevindeki hastaların hastaneye sevklerinde Adalet Bakanlığı’nın onayının kaldırılması ve cezaevlerinin bulunduğu yerlerde varsa tıp fakültesi hastanelerinde, yoksa devlet hastanelerinde sağlık koşullarına uygun mahkûm koğuşları açılması için;
Cezaevlerindeki insanların periyodik sağlık kontrolünden geçirilmesi, bunun için gerekli personel ve donanımın sağlanması için;
Sedat Karaağaç’ın yaşama şans ve olanağını sonuna kadar kullanabilmesi için;
Yeni bir İnkilap Dal olayına izin verilmemesi için;
Sedat Karaağaç’ın başkaca hiçbir bulguya gerek olmaksızın ve hasta-lığının aşaması ne olursa olsun hastalığın niteliği Ceza Yargılamaları Usulü Yasasının 399. maddesi kapsamına girecek türden cezaevi koşullarında yaşamsal tehlike olgusu bulunduğu için;
Sedat Karaağaç’ı cezaevinde sınırlı olanaklar ve elverişsiz koşullarda tedavi ve yaşamaya terk eden ve O’nun yaşamı hakkında tasarruf anlamına gelen 21.2.1990 tarihli Ankara Numune Hastanesi Sağlık Kurulu Raporunun gözden geçirilerek, durumunun yeniden incelenmesi ve cezasının ertelenmesi için,
İlgili, duyarlı, yetkili kişi ve kuruluşları, bu olayın ciddiyetine dikkat çekmeye ve uygun girişimlerde bulunmaya çağırıyoruz.

Özgürlük Dünyası Yöneticileri
25 Mart 1990 günü sorgusuz, sualsiz Mersin siyasi polisince gözaltına alındık. Alınır alınmaz da elektrik, askı, yemek vermeme, uykusuz bırakma ve soğuk su içine yatırma gibi işkenceler gördük. Bu işkenceler sonucu çenemi iki taraftan kırdılar. İkinci gün kırık çenemle tekrar işkenceye alındım. Dokuzuncu güne kadar çenem kırık olduğu halde işkenceye devam ettiler. Dokuzuncu günde Adana Balcalı Tıp Fakültesi’nde ameliyat edildim. Hastanede yatmam gerekirken tekrar siyasi şubeye ve işkenceye aldılar. 14 günlük işkenceli gözaltından sonra tutuklandım. Tutuklu bulunduğum Mersin Cezaevi’nde, adli tıpa çıkma talebim Siyasi Şubeyle işbirliği halindeki doktorlar ve cezaevi müdürü tarafından kabul edilmedi, engellendi. Bütün bunları kamuoyuna duyuramadım. Şu anda Malatya E Tipi Cezaevi’nde bulunmaktayım. Burada da hastaneye gönderilmiyorum. Ameliyat sırasında takılan çengeller ve platin halen çenemdedir. Yaklaşık 60 gündür hiçbir şey yiyemiyorum.
“İşkence Yoktur” diyenleri buraya çağırıp bir lise öğrencisine yapılan bu vahşice işkenceyi göstermek istiyorum. Kendisine devrimciyim, demokratım diyen bütün insanları bu konuda duyarlı olmaya çağırıyorum.
Kemalettin Güler
E Tipi Cezaevi 9. Koğuş Malatya

BİR TAZMİNAT DAVASININ ÖYKÜSÜ
TDKP Davası nedeniyle Nisan 1981 tarihinde gözaltına alındım. Gayrettepe İşkence Merkezi’nde tutulduğum 90 gün boyunca çeşitli işkencelere maruz kaldım. Daha sonra tutuklanarak Sultanahmet Askeri Ceza ve Tutukevi’ne kondum. İki yıla yakın hiç mahkemeye çıkarılmadan bekletildikten sonra çıkarıldığım ilk duruşmada tahliye oldum. Yargılama sonunda beraat ettim.
Gayrettepe işkence hanesinde gördüğüm işkence sonucu FELÇ oldum.
Beraatım Askeri Yargıtay’ca onaylandıktan sonra Maliye Bakanlığı’na (Hazineye) 150 milyon liralık tazminat davası açtım.
İlk davayı İstanbul 3. Ağır Ceza Mahkemesi’ne açtım. Söz konusu mahkeme beraat kararını tanımayarak beni yeniden yargılamaya çalışarak yanlı tutumunu ortaya koydu.
3 Nolu Ağır Ceza Mahkemesi’nin 1988/56 sayılı kararını temyiz ettim. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, mahkemenin kararını esastan bozarak dosyayı aynı mahkemeye yolladı. 3 Nolu mahkeme Yargıtay’ın bozma kararını tanımayarak eski kararında direndi. Bunun üzerine tekrar temyize gittim. Bu defa 20 üyeden oluşan Yargıtay Ceza Genel Kurulu mahkemenin kararını yeniden bozdu. 3. Ağır Ceza Mahkemesi Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 1989/125 sayılı kararını tanımadı.
Tekrar temyiz yoluna gittim. Ayrıca davanın yersiz yere uzatıldığını belirterek mahkemeyi reddettim. Yerel mahkeme, yavuz hırsız misali, mahkeme kararını benim mahkemeyi ret tarihimden önce vermiş gibi davayı bir kez daha reddetti.
Yeni bir temyiz sonunda Yargıtay, yerel mahkemenin kararını bir kez daha bozdu. Benim mahkemeyi ret talebimle eş zamanlı olarak ilgili mahkeme davadan çekildi, dosyayı Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’ne yolladı.
Ret talebimi yersiz bulan Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi, beni, 30.000 TL para cezasına mahkûm etti ve dosyayı 3 Nolu Ağır Ceza’ya iade etti.
3 Nolu Ağır Ceza Mahkemesi kendisinin yargılamadan çekildiğini belirterek dosyayı tekrar Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’ne yolladı. Eyüp Mahkemesi yerel mahkemenin çekilmesini kabul etmeyecek kadar komikleşti. Dosya tekrar 3. Ağır Ceza’ya yollandı.
Tam bir komedi oynanıyor. Kendi kanun ve kurallarını tanımayan bu mahkemelerin tavrına bilmem ne ad koymalı?
Bu davadan hareketle bir hususu vurgulamak istiyorum:
Gerek işkenceler ve gerekse mahkemeler, resmi devlet ideolojisine bağlıdırlar. Biçimde, farklı olsalar bile özde aynıdırlar, işkenceciler arasında bir ast-üst ilişkisi vardır. İddia edildiği gibi yapılan işkenceler ‘münferit olaylar’ değildir.
Mahkemeler görünüşte bağımsızdırlar, ama kimin kanun ve kurallarını uyguluyorlar? Bazılarının Cumhurbaşkanı tarafından atandığını bir yana bırakalım, esas itibariyle resmi devlet ideolojisine bağlıdırlar ve ona göre davranmaktadırlar. Bazı istisnai durumlar, çıkışlar olsa bile bu, sonucu değiştiren bir durum değildir.
Hüseyin Özlütaş Maden Müh.

PERDECİ -Mehmet ESATOĞLU
Çocuklarımla Fiesta
İstanbul’un kenar semtinde bir okul. Tesadüf bu ya, konferans ve tiyatro salonu var. Muhtemelen kültür sanat düşmanlarının bir gaflet anına denk gelmiş.
Salonun önü sulanarak süpürülmüş. Kösede güleç yüzlü bir hademe “ne güzel olmuş değil mi?” gibisinden duruyor. Salonun girişine mavi kartonlardan yapılma, onlarca pano asılmış. Panoların üzerinde yıllar yazılı. Rol dağılım çizelgeleri ve bir kaç fotoğraf. Az sonra gösteri başlayacak.
Perdeci salondaki son hazırlıkları denetledikten sonra salonun girişine doğru yürüdü. Dışarı çıkacakken çok eski yıllarda çocuklarıyla birlikte sahnelediği bir oyunun final müziğini duyar gibi oldu. Kuliste kimin ıslıkla o parçayı çaldığını merak ederek o yöne doğru yürürken mavi panolarla göz göze geldi. Gözleriyle fotoğraftaki çocukları okşamaya koyuldu.
Güleç yüzlü hademe, Perdeci’nin yanına yaklaştı, yumuşacık bir sesle “kaç çocuğun oldu bu güne kadar?” Perdeci güleç gözlerle baktı. Yanıt verecekken bir an düşündü. Yetmişlerden bu yana her yıl ortalama yirmi ile otuz çocukla çalışmış olsa tiyatroyu, bu, doksan yılında beş yüz gencecik çocuk demektir. Yüzlerce ana-babadan olma yüzlerce çocuk.
Perdeci bir an hepsini gözünün önüne getirmeye çalıştı. “Çocuklarım” dedi, “sizi çok özlüyorum”. Güleç yüzlü hademeye döndü, “ben” dedi, “yaşamımı dünyanın değişimine, sanatıma ve çocuklarıma verdim.”
İnsanoğlu çoğalır, çoraklar gelir dünyaya. Çocuk, doğanın görkemli güzelliklerinden biri. Bir çocuk nasıl doğar, nasıl büyür, nasıl eğitilir… Çok büyük bir sorumluluk bu. Gelecek kuşağa karşı.
Otomobil kullanmanın bile ehliyet alma iznine bağlı olduğu ülkemizde nedense çocuk büyütmek gibi önemli bir görev için, en ufak bilgi ve beceriye gerek duyulmaz. Bu insanların çocuklara karşı sevgi ve öfkeleri de, aynı bilinçsizliğin bir ürünü. Ne sevgilerinin ne de öfkelerinin bir ölçüsü var. Dışarıda kafası bozulup, eve geldiğinde çocuklarını kıyasıya döven babalar bilirim. Bunların sevgileri de bir tuhaf. Genelde çocukları sevmek yerine, yalnız kendi çocuğu üzerine titreyen bir sürü insan gördüm. Bu sevgi, ilk bakışta insani görünürken, biraz daha yakından bakınca ortada ko! gezen bireyciliği görmemek mümkün değil. “Benim dölüm, başkasının dölü” başka nasıl izah edilebilir?
Sınıf ilişkilerinden ayrı ele alınamayacak bu kendi çocuğuna duyarlı, başka çocuklara sırtını dönmüş sevgi anlayışına tepki duymaya başladım.
Milyarlarca çocuğa sırtımızı dönemezdik. Dünya yalnız kendi çocuğumuz… kendi evimizle sınırlı değildi.
Herkesin özene bezene büyüttüğü çocuğu için neler yaptığını incelemeye koyuldum. İlk yıllar çocuk bir oyuncak gibi kan kocanın eğlencesi durumundaydı. Ona, istedikleri “maskaralıkları” yaptırıyor, bundan mutluluk duyuyorlardı. Büyüyen çocuğa karşı ise onu “kötülüklerden” korumak için akıl almaz baskılar uyguluyorlardı. Bu kez ikinci çocuk olmuşsa yine aynı süreç onun üzerinde başlıyordu. İkinci çocuğa her türden ilginin ve sevginin kesildiği bu süreçte çocuk tam bir yalnızlığa itiliyordu. Okullu çocuğa gider ürettiği için tepki giderek artıyor, yeni giderleri engellemek adına da derslerine yardım ediliyordu. Kimi çevrelerde “ahlak-namus” kavramları başka bir saldırı nedeni haline geliyor ve çocuğun özel yaşamından özel yetenekleriyle ilgili tüm çalışmalar bundan nasibini alıyordu.
Beni çocuklarla çalışmaya yönlendiren işle bu gözlemlerim oldu. Çocuklarıma düzenli bir ordu halinde saldıran, onların gelişimini engelleyen aile ve genci eğitime karşı onlarla birlikte dövüşe giriştik. Bu dövüş kimi zaman yenilgi ile bitti. Direnme gücü biten çocuk ezilmiş ve yenik, saflarımızı terk etti.
“12 Eylül sonrası gençliği” diye tanımlanabilecek, 1970 doğumlular daha büyük bir boşluk içinde kaldılar. Daha önce toplumda kavga doğuş duyabildikleri toplumcu duyarlılığın yerini, buyurgan faşist bir ses almıştı.
Onlarla çalışırken eski yöntemlerin hepsini bir yana bıraktım. Onlara varolan sesin neme nem bir şey olduğunu, doğudaki renkleri, felsefedeki diğer düşünceleri, henüz yaşamadıkları diğer mevsimleri anlatmaya koyuldum bir sahne çalışması içinde…
Eleyici, rekabetçi, not baskıcı, gerici eğitimden bunalmış gençlere ılık bir bahar rüzgârı gibi geldi bu. Hepsi bilimi, edebiyatı, yabancı dili seviyor ama bunun “ders” haline gelmesinden dolayı, onlardan nefret ediyorlardı.
Onların yakınmalarını dinlerken üniversite sonrası, günlerce tarih, coğrafya vb. ile ilgilenişimi düşünüp bu çelişkiye için için gülüyordum. Onlarla çalışırken önce geleneksel öğreten-öğrenen ilişkisini bu yana bıraktım. Hep söylenen ama bir türlü uygulanmayan birlikte çalışma birlikle üretme olayını yarattık.
Benim öğretmenlere göre elimde önemli bir ayrıcalık vardı. Bizim çalışmalarımızda, en büyük korku, sınıf geçme-kalma korkusu yoklu. Değerlendirme vardı, ama bu, demokratik bir biçimde herkesin onayladığı bir yöntemle oluyordu, ödüllendirme, rol dağılımında herkesin öğrenirken harcadığı emeğe ve yeteneğine göreydi.
Kimileri aramızdaki ilişkileri gördükçe ürettiğimiz şeyin sanat gibi sevilebilir bir şey olduğunu dolayısıyla çocukların ilgi ve tepkisinin doğal olduğunu ileri sürmeye çalıştılar. Reddettim. Burada kendi koşullarına özgü çalışma yaptığımızı, ayırıcı özelliğinin yöntemde olduğunu ileri sürdüm. Okul ve ders mantığının geçerli olduğu konservatuarlarda sanattan, kültürden nefret eden bir kitlenin ortaya çıkışı başka nasıl açıklanabilir?”
Perdeci konuşmasını birden kesti. Kulaklarında çocuklarıyla yaptığı tartışmalar yankılanmaya başladı. Birlikle çalıştığı bütün çocukları adeta etrafını çevirmiştiler.
Perdeci heyecanla; ” Çocuklar… çocuklarım, ben ömrümü size verdim. Bir şeyler öğrenmeye geldiniz bu sofraya. Hoş geldiniz. Aile ve Okul gibi sistemin iki çetin dişlisinin arasından çıktınız. Yaralısınız. Hepinizi başka türlü yaralamışlar. Kimi ilgisizlikten, kimi de kof ilgiden. Önce bir testi sevecenlik içelim. Yaraların üstüne tuz basalım. Biraz iniltiler yükselecek çare yok!”
Bu çok kolay olmadı, kimi o kadar yaralıydı ki dayanamadı çekti gitti boşluğa. Kimi “yaşam… yaşam bu be!” diye haykırdı.
Nabzı bin vuran bir kalabalık, soğuk bir sonbahar günü çok zor koşullar altında yaralara rağmen bir harfi keşfettiler: A… Ne güzeldi okulun geleneksel kuralları dışında yaşam içinde A’yı elle tutabilmek.
A
Güzelim A
Başlamanın şafağı
Merhaba sana
Aykırı güzel
İlk kez bu sonbahar
Dokunuyoruz gövdene
Ne kadar sağlam basıyor yere
İki ayağın A
ABC’nin başında
Ne görkemlisin

Biri sordu, “Nasıl kotardın?”. “Çok zor değil” dedim. Her gün uzaktan gördükleri şeyi alıp kucaklarına attım yalnızca. Her gün sistem onlara gereksiz bir sürü bilgi yığınını belletmeye çalışırken, ben yaşama dair küçük öyküler anlattım onlara. Ders çıkarıp gözlerine sokacağıma, herkesi, öykünün içindeki zengin meseli bulmaya yönelttim. Belleğe edilgen bilgi depolama yerine zihinsel faaliyeti önerdim. Öğrenirken eğitim kurumunun kendilerine tanımadığı düşünme keyfini tatmaya başladılar.
Eğitim kurumu içlerinden bazılarını yaramaz diye bir kenara fırlatırken ne kadar önemli olduklarını duyumsadılar sahne üzerinde küçücük bir rolde.
Onlara dünyayı anlatmak için tiyatroyu seçtim. Tiyatro, kolektivizmi içinde en çok barındıran sanat dalıdır. Gerçekleşebilmesi için kalabalıklara gereksinimi vardır. Sahne, üzerinde övünme ve ardında insana gereksinim duyar.
Oyunda küçücük rolü olan bile, var olmadığı an, sahne üzerindeki olayın yürümediğini fark edince yaşamda hiçbir şeyin “haybeye” olmadığını kavrıyordu.”
Güleç yüzlü hademe hafifçe omzuna dokundu Perdeci’nin. “İnanılmaz türküler söylediniz. Her oyun gecesi hapisteki oğluma sanki yeniden kavuştum.” Perdeci “Bilir misin ben de, kaç yıldır, bu adam oyun gecesi, kapının önünü niye böyle özenli süpürür diye düşünürdüm.”
“Oyun gecesi. Düğün gecesi. Evet, çocuklarım, sizi doğuranların da dâhil olduğu bir kalabalık akmaya başlar gecenin bir vakti. O gece evlerde akşam yemeği çabuk yenir, en şık urbalar giyilir, bir fiesta yaşanmaktadır sanki. Kapıda büyük bir coşkuyla kucaklar herkes birbirini. Sizler kulisle yaprak gibi titremektesinizdir.
Oyun nasıl başlar, ilk soluk nasıl fışkırır sahnede. İzleyici tepkileri nasıl bir gök gürültüsüdür. Finalde sahnede söylenen türkü bir yangın gibi nasıl salonu kaplar.”
Perdeci, gözlerini duvardaki panolardan ayıramıyordu. Bir an hafifçe geri çekildi, geçen onca yılın anısı ve çocukları önünde eğildi, panodan incecik bir alkış süzüldü. Belki onca yıl aktarılmış bilgiye ve yürek dolusu ilgiye.

‘Keating’Ier Ölmez!’
Aynur SARICA
(‘Kuzu gibi olun diyorlar

Büyüyünce koyun gibi gütmek için’ Can YÜCEL)
Düzene uygun kafalar nasıl yetişir? Şu bir satır bile tutmayan cümlenin kimileri için ne mühim bir soru olduğunun farkında mısınız? Düzenin omurgalarının birbirine eklemleyen sistem, düzene uygun kafalardır. Ne demek düzene uygun kafa? Önce itaat etmeyi öğrenecek küçük beyinler. Araştırmadan kabullenecek, sormayı unutacak. ‘Düşünmek günah, sormak yasak’ olacak Sallabaşını, al maaşını bir ömür tükenecek.
Nasıl gerçekleşecek bu eşsiz buluş? Az gelişmiş ülkelerde iki yolu var bunun. Birincisi insanları her türlü beyinsel faaliyetten yoksun bırakmak, Bırakın düzene uygun kafayı bir tarafa, “kafa’ olmalarının önüne bile set çekmek. ‘ORA’ya okul açmamak, gazele sokmamak, kitaptan korkmak. Bunların arkasında ekonomik yetersizliklerin yattığı söylenir. Doğrudur da. Ekonomi onlar için kullanılamaz çünkü. Canlı yaratıklar olmaktan öte bir seçenekleri yoktur. Güneş gazetesi İstanbul merkezine sadece 30 km. uzaktaki bir yerleşim birimini yazıyor: Sultanbeyli. Nüfusu 300 bin. Burada ilkokul binası olarak dükkânlar kullanılıyor. Yazıdan vurucu satırlar; ‘Dükkânlarda küçücük bir pencere var. Kapıyı açık tutmadığımız için içerisi bunaltıcı oluyor.’
‘İlkokul öğrencileri tuvalet ihtiyaçlarını çehreye dağılarak gideriyorlar’.
‘Tek öğretmen olarak görev yaptığım sırada 120 kişi bir dükkânda eğitim görüyordu.’
‘Uzundede ilkokulu öğrencileri, okullarında en çok bahçe, tuvalet ve çeşme olmasını istiyorlar.’ Bu koşullar altında verilen, eğitim olabilir mi?
Hal bir yandan böyleyken, diğer tarafta paralı üniversite tartışmaları sürüyor. Şimdiye kadar sistem parasızdı sanki. Ülkenin en iyi üniversite okuyanların büyük bir bölümünün yüksek gelirli ailelere mensup olmaları bir tesadüftü, öyle ya. Bir yanda ancak yarı okuryazar insanlar yetişecek ve okuryazarlıkları otobüs tabelalarını okumaktan öteye gitmeyecek. Belki de bir iki satır asker mektubu yazacaklar akrabalarına. Öte yandan paralı sanayici, bürokrat çocukları yetişecek. Peki, onlar ne yazıp, ne okuyacaklar? Şık ve geniş olanaklı okullarda ne öğrenecekler? Öğrendikleri mutlak sistemin yanında olmalı. Herkes yerini bilmeli. Eğitim sistemi sınıflı toplumun sürmesini sağlayacak beyinler üretmeli.
Dogmatik kişi olmaya yer vermeyen bir torna makinası olmalı bu sistem. Makinanın her darbesinde insan yok olmalı, yerine bir kurallar dizisi konmalıdır.
Türkiye’de yaşananlarla kıyaslanmayacak derecede konforlu da olsa eğitime bakış açısı farklı olmayan okullar gelişmiş ülkelerde de varmış bir zamanlar. Mevsimin önemli filmlerin Ölü Ozanlar Derneği işte bu minval üzere bir film. Ülkenin en seçkin çocuklarının okuduğu Walton Academy’de yeni bir öğretim yılı başlamıştır. Anneler, babalar ‘sevgili çocukları’ için pek çok acıya katlanarak Walton’un kapılarını aralamışlardır. Çocuklar yüzlerini kara çıkartmamak, yapılan fedakârlığın bilincinde olmalıdırlar. Çocukların arzuları, yetenekleri bir kenara atılmıştır. Zaten kolayca zararlı etkiler altında kalabilirler. Birileri onlar adına karar vermeye başlamıştır artık. Neşesiz, sıradan dersler geçirirken, sınıftan içeriye bir adam girer bir gün ve ıslık çalarak çıkar, öğrencilere de peşinden gelmeleri çağrısında bulunur ve ilk derslerini verir onlara. ‘Günü yaşayın’
Öğretmenin her girişinde yerimizden fırladığımız, hatta ‘Milli Güvenlik’ derslerinde ‘vatanın güvenliğine zeval gelir’ endişesiyle çaktığımız selamlar anımsanırsa şunu demekten alamaz insan kendini: “Ne öğretmenler var be!’ Ama daha erken. Mr. Keating’in yapacakları bu kadarla kalmıyor. Sıraların üzerine çıkmalar, kitap yırtmalar, öğrencilere yürüyüşler yaptırmalar, top oynarken şiir okutmalar. Bütün bunları yapan eğitimcinin branşı da edebiyat öğretmenliği. Burnunun ucundan ötesini göremeyen geri kafalar anlam veremeyecektir olanlara. Oyuna, şiire, duyguya, kolektivizme dayalı sistemi gerçekçi bulmazlar. Haklılık payları yok değildir. Okul bitince çocukların karşılaşacakları dünya oyuna, şiire, insana yönelik olmayacaktır. Acımasız ortamda rekabet insansızlaşmış bir karakterle mümkündür. Çok katı kuralları vardır babanın. Yatmadan önce terlikler düzgünce yerleştirilir yatağın yanı başına. Çocuğun yaşamı da bu terlikler gibi olmalıdır. Düzgün. Kanun ve nizamlara uygun, iyi bir vatandaş olup gayri insaniliğe göz yummaktır onlara biçilen. Walton Academy öğrencileri arasında bu yolu seçmiş temiz aile çocukları da vardır, öyle temiz aile çocuklandır ki onlar, sıkıştığında arkadaşını gammazlayıverir. Kötü bir şey yapmamıştır. Sadece mantığını kullanmıştır.
Mr. Keating insanı duyurur öğrencilerine. Onlara kendi olmayı anlatır. Yaşam şablonlanamaz. İnsan şablonlanamaz. Özgür düşünceye giden yolun kapısını açar. Bu onları kolektivizme götürür. Böylece -belki ilerde “biz Walton’dayken’ diye anlatacakları- Ölü Ozanlar Derneği’ni yeniden kurarlar. Karanlıkta şiir okur, hikâyeler anlatır birbirlerine gençler. İçlerinde gizlenmiş yaratıcılık ortaya çıkar, Kızılderili mağarasının gizeminde. Mr. Keating’in Walton mazisinden etkilenerek -Keating de Walton mezunu ve Ölü Ozanlar Derneğinin ilk kurucularından- ona duydukları hayranlıkla tekdüzelik zincirini kırmak için buldukları bir çözümdür Ölü Ozanlar Demeği… Çoğunun yaşamlarında fazlaca da bir şey değiştirmeyecektir. Az biraz duyarlı olmalarına hizmet edeceklerdir bir dönem. Eve döndüklerinde sihir kaybolacaktır.
Bu anlamda filmin vurucu bir eğitim sistemi eleştirisini yaptığını kabul etmekle birlikte, Ölü Ozanlar Derneği’ni alternatif olarak ele almamak gerekli. Küçük, sevimli, gençlik yıllarının dinamizmine gencin “kimlik sahibi’ olma istemine uygun bir yapı bu ‘dernek’. Her okula bir Ölü Ozanlar Derneği gerekmiyor. (Filmi gören gençlerde bu tarz bir eğilim olabileceğini düşünerek söylüyorum.) Her okula Mr. Keating’ler ve ülkeye Mr, Keating yetiştiren bir sistem gerekli. Açık görüşlülüğün, bağımsız düşünmenin, hoşgörünün, insancıllığın simgesi Mr. Keating gökten zembille inmez. Bir dünya görüşünün uzantısı olarak varolur. O halde Keating’le bu kadar özdeşleşmek niye? Karşı olduğu sistemin savunucularıyla, üstelik onların yönetimi altında nasıl çalışmayabiliyor? O talihsiz intihar olayı olmasaydı Keating’in başına hiçbir şey gelmeyecek miydi? Her öğretmen Keating gibi olsa işler yolunda mı olurdu? Hayır. Değişmesi gereken bir dünya var önümüzde. O da bireylerin tek tek mücadelesiyle değişmiyor. Ama kutlanacak bir seçim; Keating tek başına da olsa mücadele etmeyi seçiyor. Yalnız adamlığı onun önemli bir zaafı.
Şimdilerde bu ünlü okul bir hayli değişmiş. Çağa ayak uydurmuş. O ‘eski’ muhafazakâr yapısını yitirmiş. Kızsızlıktan çok çekmiş Walton öğrencilerinin şanssızlığı işte. Tanrının 1959’da tekfurda rica ettiği şey bugün gerçekleşmiş. Artık okula kızlar da alınıyor, öğrenciler okuldaki duvarlarına Pink Floyd afişleri asıyor ve rock müzik dinliyorlarmış. Mümkündür. Şeklen bir iki değişimle sorunun çözüldüğü sanılabilir. Enteresandır Saint Andrew’s College’ye (filme konu olan okulun gerçek adı) filmin gösteriminden sonra talep % 30 artmış. Oysa bunun okul üzerinde olumsuz etki bırakacağı düşünülürdü. Bu okulun mazisinde intihar, dayak, okuldan atılmalar ve gerçek bir eğitimcinin uzaklaştırılması var. Bütün bunlar filmde de açıkça gösteriliyor. ‘Ölü Ozanların’ büyüsü belki de talebi arttıran. Film her ne kadar eğitim kurumunu eleştirse de, kurulmuş olan Ölü Ozanlar Derneği’nin çekiciliği öne çıkıyor ve bir yanılsamaya yol açıyor. Film karakterleriyle bütünleşen, özdeşleşen insanlar küçük bir serüven yaşama isteklerini tatmin ediyor olabilirler.
ABD’de 2000’li yılların yöneticilerini yetiştiren bu okul öğrencilerinin % 90’ı Keating’i çok seviyorlarmış. Bu öğrenciler ki dünyanın en büyük sömürücüsünde sınıflı toplumun sürmesine çalışacaklar, buna hizmet edecekler. Oysa Keating’in oyuna ve tat almaya ve kolektivizme dayalı öğretisi esas olarak sınıfsız toplumda mümkündür. Bu önemli bir çelişki. Amerikalılar liberal bir politikayla ‘Keating de iyi adamdı’ diyerek meseleyi kapatıvermişler.
Olayın diğer yönü daha var. Gelişmekte olan bir ülke olduğumuz, dolayısıyla eğitime fazla pay ayrılamadığı, bu nedenle okullarda sağlıklı eğilim verilemediği söylenir, sayın yöneticiler tarafından. Amerika 1959’da şimdiki Türkiye’den daha ileriydi ekonomik güç olarak. Ancak görülüyor ki temel yöntemler aynı. Dayak, sıkı disiplin, muhafazakârlık. Bu yöntem aynılığı eğitim kurumunun her iki toplumda da aynı işlevi görmesinden kaynaklanıyor. Eğitimde payını yine aynı zümre alıyor. Bilgi sadece belli bir sınıfa sunuluyor. Sınıf bu bilgiyi kendi yararına kullanıyor. Azgelişmiş ülkenin nimeti tek fark var; Türkiye daha az öğreniyor. Zaten gerek yok. Onlar her konuda uzman gönderiyorlar.
Bir filmden bahsederken politika yapmak kaçınılmaz oluyor. Savunulan düşüncelerden filmin gerici mesajlar içeren, sağ gösterip sol vuran bir yanı olduğu sanılmasın. Problem şu; ‘Keating’ler ölmez?’ dönemi, esas oğlan dönemi bitmiştir Keating’ter ölür. Eğer geride kurumsal bir yapı (örgütlülükten söz ediyorum) yaratamıyorlarsa…

Y. Güney’in YUNAN BIÇAĞI senaryosu üzerine
Paris bin yüzlü şehir
Emir Ali YAĞAN

Bir senaryo çalışması olarak kaleme alınmış YUNAN BIÇAĞI. Yılmaz GÜNEY’in ölümünden kısa bir süre önce yazılan bu öykünün film tasarımı gerçekleştirilemiyor. GÜNEY son yıllarını geçirdiği PARİS’İ anlatır bu öyküsünde. Bin tezatlığıyla Paris içinde bir Paris.
“Paris, bin yüzlü bir şehirdir… Bir yanıyla şenliği, bir yanıyla sefaleti ve dehşeti yaşar Paris… O, hem bir genç kız kadar çekici ve taze, hem de bir acuze kadar itici ve iğrençtir”
Femando E. SOLANES’in çağının en büyük siyasi mültecisi olarak nitelediği Y. GÜNEY’e adadığı, lirizmin doruğu TANGOLAR filminde anlatılan Paris’tir bu! Ve bir parça BENİM GÜZEL ÇAMAŞIRHANEM’ deki Londra’dır… Bu yönüyle metropollerin insana yabancılaşan, neonların albenisine gizlenmiş kapitalizmin o çürüyen yüzünde, aksayan bir tokattır YUNAN BIÇAĞI.
Bir senaryo çalışması olarak YUNAN BIÇAĞI, sinema dili ve perspektifi ile donanımlıdır. Bu biçim öyküye görsel bir boyut katmaktadır. Anlatılan zengin, yoğun ve o ölçüde sade ve yalınkattır. Adeta gizli bir kamera gerçeğin öbür yüzüne, alışılmadık o düşsel yüzüne götürür sizi. Hangi yüzüne inansanız Paris’in yanılırsınız! Uçurumlara götürür bulvarlar sizi.
GÜNEYin kaleminden bu altın şehir, bu bozgun panayırı betimlenirken, dünyanın dört yanından gelmiş on binlerce maceracısı, mültecisi, haymatlozuyla, bir halklar mozaiği, uluslar defilesinde duyumsarsınız kendinizi.
Bu defilede kamera Yunanlı ZİNOS’un ekseninde yoğunlaşır. Olaylar onun mecrasında gelişimini bulur. Zinos, siyasetten pek anlamaz, “ot gibi yaşamamak” ve “kendisinin efendisi olmak”tır olanca ereği. Biraz PARA biraz hırs, bu onu Yunanistan’dan söküp Paris’e götüren “hayal ve umudun” kamçısıdır. ZİNOS, bilinmeyene giden bu yolda yalnız değildir, beklenmedik olaylar dizisinde bir araya geldikleri İREN vardır yanında. YORGO, onların Paris’teki yaşam kılavuzudur. Bu tipleme, W. HUGO’nun bir yönüyle Paris’in hikâyesi olan SEFİLLER romanında kefen soyguncusu olarak betimlediği THANERDİER’e benzemektedir! Olaylar bu ilişkide enfes bir sinema motivasyonuyla hızla gelişir.
Her solukta GÜNEY’in derinlemesine sosyo-psikolojik tanımlamalarını, onun gözlem ve soyutlama yeteneğini, tarihi maddeci yönsemeyle sanatsal yaratıcılığını görürüz. Korkunç, acımasız ve trajik olayların seyrinde, estetik kaygıyla örtüşen, doğal ve etkili bir temayla bulur özsuyunu YUNAN BIÇAĞI.
Paris’in orta yerinde güpe gündüz kim-vurduya giden Zinos’un trajik ölümünde ihanete uğradığınızı düşünürsünüz, SÜRÜ filminin o meşhur final sahnesini hatırlayın, Atatürk bulvarına düşmüş Seritanlı HAMO’nun başka yaşamlara yönelen oğlunun ardı sıra: “Sı-lo! … Sı-looo…” diye haykırırken acıyla çatallaşan sesini; o seste feodal parçalanmışlığın insanal sızısını duyarsınız ya hani! ZİNOS’un ölümünde de bu şok etkisini yaşarsınız.
Binlerce girdabın, labirentin, hortumun sizi de yutacakmış gibi üç boyutlu üzerine sürdüğü YUNAN BIÇAĞI’nda düğün alayı ile cenaze arabasının kesiştiği bir şenlikte bulacaksınız kendinizi! … “İşte Paris”
Bu bir YILMAZ GÜNEY öyküsüdür!

KAMUOYUNA
Bugün yaşanan süreçte siyasi iktidar, anti-demokratik politika ve uygulamalarına yenilerini ekleyerek insan hak ve özgürlüklerini baskı altına almaya bu yönlü istem ve gelişmeleri zor ve şiddet yoluyla bastırmaya çalışmaktadır.
Siyasi iktidarın, sınır tanımayan baskı ve terör uygulamalarıyla yaşamı çekilmez hale getirilen haklarımızın, özelliklede Kürt halkının kendi kimliğini ortaya koyarak baskı ve zulme karşı ulusal ve toplumsal dirilişi sürgünle, insanlık dışı baskılarla ve katliamlarla yok edilmeye çalışılmaktadır. İktidar Kürt halkının haklı davasına karşı işlediği ve işlemekte olduğu insanlık suçlarını gizlemek, mücadelenin ortaya koyduğu gerçeklerin kamuoyunun bilincine yansıtılmasını engellemek, tek yönlü demagojik haberlerle kamuoyunun bilincini çarpıtmak amacıyla ancak faşist ülkelerde görülebilen düzeyde basına sansür getirilerek insan hak ve özgürlükleriyle ilgili yazılar ceza tehdidi altına alınmıştır.
Siyasi iktidar çıkardığı “Kanun Kuvvetinde Kararname” ile olağan üstü hal bölge valiliği eliyle yürüttüğü devlet terörünü yasallaştırmış oldu. Bu da halklarımızın yaşamını cendereye alan mevcut, iktidara baskı ve zor uygulamalarına yenilerini eklemenin yanı sıra sorunlara demokratik çözümler getirmeye yetenekli olmadığını bir kez daha ortaya çıkarmıştır.
İnsanların, insan olmalarından doğan haklarına sahip çıkma temelinde gelişen mücadelelerini imhaya varan baskı ve işkence gibi insanlık-dışı yöntemlerle cezalandırma politikası devletin tüm kurum ve kuruluşlarının izlediği yol haline gelmiştir.
Bu anlayış bir yandan kararnamelerle halklarımız üzerindeki baskıları tırmandırırken öte yandan cezaevlerinde yeni imha politikaları gündeme getirmektedir.
Bugün başta Aydın cezaevi olmak üzere cezaevlerinde uygulanan baskılar bu anlayışın parçasıdır. Geçen yıl insani yaşam koşullarının sağlanması amacıyla başlatılan Eskişehir-Aydın açlık grevleri iki devrimci tutsağın yaşamını yitirmesi bir çoğununda sakat kalmasından sonra 52. günde verilen sözlerle son bulmuştu. Ancak bugüne kadar, verilen sözlerin yerine, getirilmediği gibi asgari yaşam koşularında ortadan kaldırılan baskılar, hak gaspları yaşanmaktadır. Uygulanmakta olan bu baskılar tutsakların imhası için yeterli görülmemiş olacak ki; bugün bir yandan “Demokles’in kılıcı” gibi başımızda tutulan idamlar gündeme getirilirken diğer yandan da milyarlar harcanarak “tek kişilik hücre” tipi cezaevleri yapımına gidilerek işkence ve imha planları geliştirmekte ve uygulamaya sokulmak istenmektedir.
Özellikle Eskişehir cezaevi bu amaca uygun olarak yapılan “düzenleme”lerle birer canlı insan mezarlığı yapılmakta devrimci tutsaklar bu tür cezaevi sistemiyle tüm insani olanaklardan yoksun bırakılarak aşamalı olarak imha edilmek istenmektedir. Hücre tipi cezaevlerinin insanın maddi ve manevi yapısı üzerindeki insanlık dışı etkileri en yetkili uzmanlarca belirtilmiş olmasına rağmen bu uygulama yürürlüğe konulmaya çalışılmakta ve ilgili Bakanlık tüm kamuoyunu yanıltarak “Cezaevlerini Avrupa standartlarına uygun hale getireceklerini” açıklamaktadır.
Halklarımızdan gizlenen ve devrimci tutsakları her bakımdan imha etmeye yönelik bu insanlık-dışı uygulamalara karşı her zaman olduğu gibi şimdi de protesto ediyoruz. Tüm devrimci demokrat insanları kararnameler ve tek kişilik hücre sistemiyle Kürt halkına ve devrimci tutsaklara yönelik bu insanlık dışı uygulamalara karşı çıkmaya ve seslerini yükseltmeye çağırıyoruz.
MALATYA E TİPİ CEZAEVİNDE bulunan PKK, THKP/C (Acilciler), TDKP, KAWA, TKP/ML-TİKKO, TKP/ML, KKP (Rızgari), DKP, DK, TSK, TKP/B, THKO, TKEP, TKKKÖ ve KUK davalarından tutsaklar.

Haziran 1990

1990 1 Mayıs’ının Ardından

1 Mayıs’tan günlerce önce ülke çapında daha da yoğunlaştırılan baskı ve terör dalgasına karşın, İstanbul’dan Diyarbakır’a, Zonguldak’tan Adana’ya ülkenin belli başlı sanayi kentlerinde işçi sınıfımız 1 Mayıs’ı kutladı.
İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, Zonguldak, Kırıkkale, İzmit, Bursa, Ankara, Kütahya, Tekirdağ, Trabzon ve Diyarbakır’da 1 milyonu aşkın işçi çeşitli biçimlerde 1 Mayıs’ı kutladı. İstanbul başta olmak üzere yurdun birçok yerinde işçiler ve gençler gösteriler yaparak 1 Mayıs kutlamalarına daha da anlam kazandırdılar. Petrol-İş Sendikasının yetkili olduğu yurdun çeşitli bölgelerindeki işyerlerinde 2 saat süreyle iş durdurulurken Zonguldak, Kütahya gibi kömür ocaklarındaki 100 bin dolayındaki işçi yarım saat süreyle ocaklara inmeyerek 1 Mayıs’ı kutladı. Ülke çapında 130 bin belediye işçisi ise gün boyu iş bıraktı.
İktidarın terörünün, patron ve Türk-İş ağalarının engelleme çabalarınım boşa çıktığını gösteren en anlamlı gösteri ve kutlamalar ise İstanbul’da gerçekleşti: Başta Belediye-İş, Deri-İş, Tümtis, Petrol-İş, Yol-İş, Tes-İş sendikalarının örgütlü olduğu işyerlerinde olmak üzere on binlerce işçi 1 ila 3 saat arasında iş bıraktı. Kazlıçeşme deri işçileri, Topkapı ambarlarının taşıma işçileri, Cevizli ve Cibali tekel işçileri, Kutlutaş, Birleşik Alman, Wyeth, Bufer-Bufalo-Beybi, Taşkızak, Permatik, Karayolları, Darphane, İSKİ-SUSER, Deteks, Çizmeci Kauçuk, Askeri Levazım, Adel Kalem, Derby, TEK, Farglas, Plastaş, Paşabahçe Cam, Eczacıbaşı, ÇBS, DSİ, İSBAK işçileri 1 Mayıs’ı kutlayarak işçi sınıfımızın kendi bayramına sahip çıkmasının simgesi oldular.
Elbette İstanbul’daki kutlamalar sadece işyerlerinde yapılan iş durdurma ve bildiri okumakla sınırlı kalmadı. Günün erken saatlerinde toplanarak İstanbul şubeler platformunun bildirisini okuyan Kazlıçeşme işçileri polis tarafından işgal edilmiş caddede yürüyüşe geçtiler. Polisle girişilen çatışmada dağıtıldıktan sonra da işçiler küçük guruplar halinde cadde ve sokaklarda gösterilerini sürdürdüyse de 200’den fazlası polis tarafından yakalanarak gözaltına alındı. Güngören’de ise, Belediye-İş 2 No’lu şube işçileri Merter’deki işçilerle birleşebilmek için Merter’e doğru yürüdüler. Yol boyunca polisle birkaç kez çatışarak ilerlediler, ama Merter’e ulaşamadan dağıtıldılar. Güngören’den hareket ettiğinde 1000’i aşkın bir kalabalık olan işçiler yarım saat boyunca, “İşçiler El Ele Genel Greve”, “Faşizme Ölüm Halka Hürriyet” gibi sloganlar haykırıp, kendi partilerinin pankartları altında yürüdüler. İncirli’den yürüyüşe geçen 1500 dolayındaki işçi ve genç ise, Coca-Cola işçileriyle birleşerek Merter’de Güngören’den gelen kardeşleriyle birleşmek amacıyla yürüdüler, ama Coca-Cola önündeki polis barikatını aşmayı başaramadılar. “Yasasın 1 Mayıs”, “İs Ekmek
Özgürlük”, ” Faşizme ölüm Halka Hürriyet” pankartlarıyla yürüyen göstericileri polis ancak takviye aldıktan sonra dağıtabildi. Her iki gösteride yüzlerce işçi ve genç gözaltına  alındı. Tümtis’e bağlı Ambarlar işyerindeki işçiler ise, İstanbul Sendika Şubeleri Platformunun 1 Mayıs kutlama bildirisini okuduktan sonra başlarında sendikacıları olmak üzere dışarı çıkmak istedilerse de, daha önce işyerlerinin kapısını tutmuş olan polis güçlerini aşamadılar. Belediye İş 1 No’lu şubeye bağlı Ümraniye belediye işçileri ise, park ve bahçe işçileriyle birleşerek Bağlarbaşı’nda yaptıkları gösteri ile 1 Mayıs’ı kutladılar.
Cevizli Tekel işçileri işveren ve polisin önlemlerini aşıp cadde ve alanlara çıkamadılar ama fabrika bahçesinde saatlerce sloganlar atarak, halay çekerek 1 Mayıs ı kutladılar. Bu Cevizli Tekelin tarihindeki ilk kutlama olması bakımından da ayrı bir öneme sahipti.
Elbette, her yer ve her önemli olayda olduğu gibi 1 Mayıs’ta sadece coşku, mücadele isteği yoktu: keskin iddialar arkasında pasifizm, güçlerin boş yere harcanması gibi dramatik gelişmeler de yaşandı. 1 Mayıs öncesi Taksim fetişizmi yaratarak, (biraz yalpalamayla “dergiler platformu”nun “Taksimcilerin” peşine takılması da onları cesaretlendirdi) “1 Mayıs ya Taksim’de kutlanır ya da hiç bir yerde”, mantığı ile hareket edenler, Belediye İş’in 1 No’lu Beyoğlu Şube temsilcisi aracılığı ile çağrılar yayınlayarak, burjuva basınından da aldıkları “destekle” binlerce genç ve işçiyi işgal edilmiş Taksim çevresine topladılar, ama bu güçleri harekete geçirme cesaretini de gösteremeyerek “sol”culuğun yeni bir örneğini sundular. Sadece, 35-40 kişilik iki gösteri 200 kişi dolayındaki bir kalabalıkla yapılan çatışma ötesinde 1 Mayıs adına Taksim’de yapılan olumlu bir şey yoktu.
Yine aynı “Taksimci” anlayış, Edirnekapı Belediye İş 1 No’Iu şubeye bağlı temizlik işçilerinin işyerinden çıkarak yürüyüşe geçmelerini de engelledi. Kendisine “devrimci” diyen işveren vekili ile “Taksimci” sendikacılar el ele vererek keskin sözler arkasına saklanarak işçilerin mücadelesini engellediler. Ama her şeye karşın İstanbul işçi sınıfı 1 Mayıs’ı kutladı ve ders almasını bilenler için 1 Mayıs’ın nasıl kutlanması gerektiğinin ötesinde dersler sundu.
1 Mayıs’ta Çok taraf ve iki tutum
1990 1 Mayıs’ında da, mücadelenin kalbi ve beyni, ülke proletaryasının çoğunluğunu bağrında taşıyan, İstanbul’daydı. Özellikle işçi sınıfına yaklaşım, sınıfı kazanma ve mücadelenin nasıl ilerletileceği ve sınıflar mücadelesini yönetme açısından, İstanbul’da yaşananlar dikkate değer dersler sunmaktadır. Bu yüzden de, 1990 1 Mayıs’ını değerlendirirken İstanbul’da yaşananlar üstünde durmak bir zorunluluk olarak göründü bize.
Hiç kuşkusuz bir mücadele içinde elde edilen sonuç da önemlidir, ama işçi sınıfının mücadelesi gibi amaçları kapitalizmin sınırlarının ötesine ulaşan mücadelede, mücadele sürecinin bütününden çıkarılan dersler, çoğu zaman o anki mücadelenin elde etliği sonuçlardan çok daha önemlidir. Yakın geçmişte yaşadığımız 1 Mayıs süreci de, böyle, çıkarılacak derslerin olup bitenlerde daha önemli olduğu süreçlerden birisidir.
1 Mayıs 1990’a gelen süreci bir kaç ay öncesinden başladığını göz önüne alırsak şöyle bir panoramayla karşılaşırız:
Hükümet, gerici ve faşist odaklar, 1 Mayıs’ın kullanmasını engellemek için ellerindeki her olanakla baskı ve terörü artırarak emekçileri 1 Mayıs’ı kutlamaktan caydırmak için çalıştılar. 1 Mayıs’ın bir işçi bayramı değil, anarşistlerin ve teröristlerin bayramı olduğunu “kanıtlayan” “düşünce” yazılarından, 1 Mayıs için kurt köpeği timleri kurmaya kadar varan ve nihayet 1 Mayıs günü büyük kentlerin ve fabrikaların asker ve polis işgaline uğratılmasıyla, kitlelere kurşun sıkılmasıyla sonuçlanan önlemlerle 1 Mayıs’ın kullanması engellenmeye çalışıldı. 1 Mayıs düşmanlığında bir sınır tanımadı gerici ve faşist çevreler.
TBKP’den DYP’ne kadar burjuva muhalefet partileri ise, “1 Mayıs’ı kutlamanın işçilerin hakkı” okluğunu söyleyerek sureti haktan yana görünmeye özen gösterirken, ama diye devam ettiler, “bu hakkı kullanırken işçiler kışkırtmalara kapılmamalı, yasalara uygun davranmalı, istikran bozucu eylemlerden kaçınmalıdırlar. Biz iktidar olunca zaten bu hakkı onlara vereceğiz. Zaten komünizm SB ve Doğu Avrupa’da bile iflas ettiğine göre atık bizim ülkemizde de işçilerin 1 Mayıs’ı kutlaması için bir sakınca kalmamıştır” vb. vb. Bu çerçevedeki demeç ve propaganda ile işçiler için bir mücadele günü olmayan bir 1 Mayıs kutlamasını savundular.
Burjuva basını, hükümet ve muhalefetin sözcüsü olarak bir yandan 1 Mayıs’tan çok 1 Mayıs’ın engellenmesi için alınan önlemlerin propagandasını yaparak, bir yandan da, ilericiliği kimselere bırakmamak için 1 Mayıs’ın artık bizde de kutlanması için (kutlanmaması demokratik görüntümüzü bozuyormuş) hükümete akıl vermeyi esas alan bir tutum takındı.
Görüntüyü, işçi sınıfının en büyük sendikası olma iddiasındaki Türk-İş tamamladı. 1 Mayıs’ın işyerlerinde yemek saatinde Türk-İş bildirisinin okunması biçiminde kutlanacağını duyurdu. 1970’li yıllarda 1 Mayıs’ı işçi sınıfının bayramı olarak bile kabul etmeyen Türk-İş için bu bir ilerleme sayılırsa da bu, 15-16 Haziranları 1960-1970’li yılların büyük grev direniş ve işgallerinde 1989’un “bahar eylemlerinden” geçen işçi sınıfımız, için kabul edilemezdi. Öyle de oldu. Zaten Türk-İş’ten daha ilerisini beklemeyen devrimci sendikacılar ileri işçiler, devrimci bir 1 Mayıs için çalışmalarını önceden başlatmıştılar. Bu çabaların bir sonucu olarak da, İstanbul sendika şubelerinin oluşturduğu platform ortaya çıktı.
Türk-İş üst bürokrasisini bir yana iterek kurulan İstanbul’daki 41 sendika şubesince oluşturulan Platform İstanbul’da kullanan 1 Mayıs’ın hareket ettirici gücü oldu. Türk-İş bürokrasisinin kenara itildiği bu dönem boyunca. Platform bütün işçi sınıfımızın istemlerini dile getiren tek meşru odak olarak işlev gördü.
1 Mayıs ve sonraki gelişmeleri doğru değerlendirebilmek için, platformun çalışmalarına kısaca göz atmak gerekir: Platformun oluşmasından kısa bir süre sonra Platform işyeri sendika temsilcileri ya da işçilerin seçeceği herhangi bir temsilcinin katılacağı işyeri temsilcileri toplantısı çağrısı yaptı ve Nisan ortasında gerçekleşen bu toplantıya çeşitli işyerlerinden 700 dolayında temsilci ya da baş temsilci katıldı. Belki de temsilciler yaşamlarında ilk kez görüşlerini serbestçe ifade edecek bir ortamda konuşup tartışma olanağı buldular. Herhangi bir toplantıda olamayacak kadar canlı tartışmalar oldu. Toplantının demokratik ortamı içinde değişik siyasi eğilimler bildiri vc konuşmalarla kendi görüşlerini de açıkça ortaya koyma olanağı buldular. Marksistler, daha platformun oluşması süreci içinde, 1 Mayıs’ı sadece devrimcilerin ya da sınıfın bilinçli kesimlerinin birlik ve mücadele günü değil, bütün sınıfın birlik ve mücadele günü olarak değerlendirilmesi gerektiğini, bugünkü koşullarda 1 Mayıs’ın diktatörlüğün saldırılarının püskürtülmesi ve yeni mevzilerin kazanılması için sınıfın birleşik devrimci eyleminin hazırlanmasında bir adım olması gerekliğini ileri sürerek; bunun için de, üretimin durdurularak her fabrikanın, her sokağın ve işçi semtlerinin kitlesel gösterilerle 1 Mayıs alanı haline getirilmesi çağrısını yapmıştı. Ve bu çağrı temsilciler toplantısında büyük bir kabul görmüş, konuşmacıların ezici çoğunluğu 1 Mayıs’ın kutlanmasında esas alınması gereken şeyin sınıfın üretimden gelen gücünün kullanılmasını ve bütün kentin 1 Mayıs alanı haline getirilmesini savundu. Bazı temsilciler ise, Taksim’e çıkılması için ısrar ettiler. Bütün bu önerileri göz önüne alan Şubeler Platformu “Taksim’i de dışlamadan”, 1 Mayıs’ta üretimin durdurulması ve en yakın alanlara yürünerek birleşen güçlerin Taksim’e yönelmesi doğrultusunda karar aldı. Özel olarak karar şöyleydi:
* 1 Mayıs, üretim durdurulup sokaklara çıkılarak, her yer 1 Mayıs alanı haline getirilerek kutlanacak. Alanlarda toplanan güçler Taksim’e yürüyecek.
* 1 Mayıs miting tertip komitesi oluşturularak Taksim’de yasal bir miting için başvurulacak, eğer yasal izin verilmezse kutlama yukarıdaki biçimde gerçekleştirilecek. Şubeler tertip komitesine birer temsilci verecek ve tertip komitesinin işlerini seçilecek bir yürütme komitesi yürütecek.
* İktidarın baskıları ve Türk-İş yönetiminin uşaklık politikası bir basın açıklamasıyla kınanacak.
Bu kararlar Otomobil-İş dışındaki tüm şube temsilcilerinin ortak kararı olarak çıktı. Otomobil-İş ise, ağababalarının politikaları doğrultusunda davranarak, yasal olmayan hiçbir organizasyona katılmayacaklarını açıkladı.
Öte yandan, bazı sol siyasi dergiler 1 Mayıs kutlamaları ile ilgili bir platform oluşturarak, Sendikalar Platformunda temsil edilmek üzere başvuruda bulunmuşlardı. Bu yüzden, toplantıda bu başvuru da incelenip karara bağlandı ve “dergilerin 1 Mayıs’la ilgili karar hakkına sahip olamayacağı” gerekçesiyle bu başvuru reddedildi. Haklı olarak Platform, dergileri bir kitle örgütü olarak görmediğini, eğer Şubeler Platformunda görüşlerini savunanlar varsa zaten kararların alınması ve oluşturulmasında rol oynayacaklarını, bunun dışında dergilerin kitle örgütleriyle aynı platformda söz ve karar sahibi olamayacaklarını belirtiyordu. Bunun üzerine dergiler platformu da, çıkardıkları ortak özel sayıda sendika şubeleri platformunu destekleyeceklerini açıkladılar.
Burada, Belediye-İş 1 No’lu ve İtfaiye şubelerinin, tabi onları destekleyenlerin tutumları üstünde ayrıca durmak gerekiyor: Bu eğilimin Platformdaki sözcüsü Hıdır BAL’dı. Platform içinde başını Hıdır Bal’ın çektiği bu gurup platform çalışması boyunca dayatmacı, şantajcı bir tutum izledi. Sınıfa ve mücadeleye karşı herhangi bir sorumluluk duymadan, kendi gurup çıkarlarını her şeyin önüne koydu. Bu grup, gerçekte sadece Belediye-İş Beyoğlu şubesi ve İtfaiye Şubesini temsil ettiği halde, bütün Belediye-İş’i temsil ediyor gibi tutum aldı ve ta ki Belediye-İş 2 No’lu ve Anadolu şubelerinin açıkça tavır koymasına kadar bu tutumlarının sürdürdüler. Sürekli olarak “Taksim varsa biz de varız, yoksa kalkar gideriz” tavrını devam ettirdiler. En son şube temsilcileri toplantısında ise: “1 Mayıs Taksim dışında kullanamaz, biz evraklarımızı hazırladık, isteyen gelir katılır, yoksa platformu terk ediyoruz” tutumunu takındılar. Ancak, bu sefer tepki sert oldu. Platform çoğunluğu “isterseniz çekip gidin” deyince tutumlarından (şimdilik) vazgeçtiler. Ancak bölücü ve şantajcı tutum miting başvurusu sırasında da devam etti. Miting için ayrı bir tertip komitesi oluşturdukları gerçeği ortaya çıktı. Bütün bu gelişmeler karşısında Şubeler Platformu sorumlu bir tutum takınarak sorunları soğukkanlı bir biçimde çözmeye çalıştı. Ama zaman zaman gereksiz tavizler de verdi. Bunlardan birisi de H. Bal’ın tertip komitesinin başkanlığına seçilmesini kabul etmesiydi. Çünkü bu kişi platformu temsil ettiğini ve Yürütme Komitesine karşı sorumlu olduğunu unutarak (unutacağı tahmin ediliyordu) kendi anlayışı doğrultusunda konuşmalar yapmayı, demeçler vermeyi sürdürdü. Her fırsatta platform kararlarını bir tarafa iterek, “Taksimci” eğilimin propagandasını yaptı. Tertip Komitesinin basın bildirisini basına okumak yerine son anda eline sıkıştırılan açıklamayı Tertip Komitesinin açıklaması gibi okumaktan çekinmedi. Taksim’de miting izni verilmeyeceği belli olduktan sonra bile H. Bal “Ne pahasına olursa olsun Taksim’e çıkılacak” çağrılarını sürdürdü ve bu konuda burjuva basınından da büyük destek gördü. Çünkü burjuvazi için bir avuç devrimcinin Taksim’e çıkması önlenebilir bir şeydi, ama yüz binlerce işçinin iş bırakması ne önlenebilir ne de katlanılabilir bir şeydi. Ama Şubeler Platform’unu işlevsiz kılmak için bütün bu çabalar yetmeyince, bir başka yönelişe girildi. Nisan’ın son haftası içinde yapılan 1 Mayıs Yürütme Komitesinin toplantısı sona ermek üzereyken Belediye-İş 1 Nolu Şube ve İtfaiye şubeleri ile kalabalık bir dergi temsilcisi gurubu toplantının genişletilerek sürmesini istediler. Platform Yürütme Komitesi, buna karşı çıkmasına karşın toplantıyı karar organına dönüştürdüklerini ilan ederek bir dizi “çoğunluk kararı” aldılar. Alınan “kararlara” göre:
* 3 sendika ve 3 dergi temsilcisinden oluşacak yeni bir yürütme kurulu oluşturulacak.
* Tüm güçler 1 Mayıs günü Taksim’e çekilecek ve kutlama saat 12’de Taksim’de yapılacak.
* Platformun daha önce aldığı, üretimi durdurma ve bütün alanları 1 Mayıs alanı yapma çağrısını da yanlış bulmuyorlar, ama fabrikalar önündeki gösteriler kısa kesilmeli ve Taksim’e yetişilmeliydi.
Sendika Şubeleri Platformu Yürütme Komitesi bugün sonra yaptığı toplantıda bu kararlan tanımadığını, kutlamanın daha önceki platform kararlan doğrultusunda gerçekleştirileceğini, Platform ve Yürütme Komitesi’nin kararlarını sürekli olarak ihlal eden H. Bal’ın Tertip Komitesi başkanlığından alındığını açıkladı. Ama burjuva basını bu açıklamayı “Sendikalar bölündü” diye manşete çıkarırken H. Bal’ın açıklamalarına yer vermeye devam elti. Böylece de Örgütsüz pek çok devrimci ve demokratın Taksim’e gelerek güçlerin bölünüp heder edilmesinin yolu H. Bal ve burjuva basınının gayretiyle açık tutuldu.
Gelişmelerin izlenmesinden de açıkça anlaşılacağı gibi 1 Mayıs’ın nasıl kutlanacağı doğrultusunda SHP’den Marksistlere kadar uzanan ve görünüşte birbirinden farklı değişik biçimler öne sürülüyordu, ama gerçekte iki farklı kutlama anlayışı savaştı. Bunlardan birincisi, biçim ne olursa olsun kutlamayı işçi sınıfı ve emekçilerin dışındaki güçlerin gerçekleştirmesini savunuyordu; ikincisi ise, 1 Mayıs’ın işçi sınıfının birlik ve mücadele günü olmasından kalkarak kutlamayı sınıfın üretimden gelen gücü dâhil bütün olanaklarını kullanarak, sınıfın bizzat kendisinin yapmasını savunuyordu. İşte 1 Mayıs’tan iki ay kadar önce başlayarak süren taktikler arasındaki çatışmanın temelinde bu iki karşıt anlayış yatıyordu.
Soruna biraz daha yakından bakalım: Türk-İş ağaları ve TBKP 1 Mayıs kutlamasını artık başka türlü yapamayacakları için kabul ettiklerinden, bir salon toplantısı ve bir bildiri ile geçiştiriyorlardı. İşçilere sahip çıkar görünerek oy potansiyeline yatırım yapanlar ise, bir gurup SHP’linin Atatürk anıtına çelenk koyarak ve Partide kendi aralarında bir toplantıyla sorunu kendilerince çözüyordu. Türk-İş, SHP ve TBKP’nin, her üçünün de tulumlarının temelinde aynı 1 Mayıs’ı işçi sınıfı dışında kutlama, sınıf adına, onun temsilcisi olarak 1 Mayıs’ı benimseme tutumu vardır.
1 Mayıs illa da Taksim’de kutlanmalıdır diyen, Belediye -İş 1 Nolu ve İtfaiye şubeleri ve onların destekçileri ile Şubeler platformu ile “Taksimci” tutum arasında gidip gelen “Dergiler Platformu”nun tutumu ise, niyet ve görünüş olarak devrimcidir, ama 1 Mayıs’ı işçi sınıfının birlik ve mücadele günü olarak değil de, işçi sınıfı adına devrimcilerin kutlayacağı bir gün olarak görme bakımından öncekilerinden farklı bir dünya görüşünden yansıyan bir tutum değildir. Dahası bu tutum, sınıfa güvenmeme, devrimciliği sınıfa yukarıdan emirler yağdırma, onun adına konuşma olarak görme hastalığının, TKP’nin işçi sınıfına hor bakan mirasının devrimci küçük burjuva çevrelerde tezahürüdür.
Bu çevrelerin 1 Mayıs ve sonrasında yaşadıkları panikte bu anlayış daha da açık biçimde kendini gösteriyor: bu çevrelere bakılırsa, 1990 1 Mayıs’ı bugüne kadar yaşanan en kötü 1 Mayıs’tır, devrimciler pasiftir, işçiler korkak ve pısırıktır vb. vb. Çünkü onlar Taksim’de düşündükleri eylemi yapamamışlardır, öyleyse ülkede hiçbir şey olmamış, 1 Mayıs kullanmamıştır! Ama bugüne kadar hiç 1 Mayıs kutlaması yapmamış yüzlerce işyerinde işçiler çeşitli biçimlerde 1 Mayıs kutlamasına katılmış; birçok işyerinde on binlerce işçi şalter indirmiş, yüzlerce işçi ve genç pankartlar ve sloganlarla sokaklarda yürümüş, polisle çatışmış, İstanbul’un en azından birkaç alanı daha 1 Mayıs alanı olmuş, sınıf ilk kez yasa ve yasaklamalara karşın, sendika bürokratlarını da bir kenara iterek 1 Mayıs ve onun ideallerine sahip çıkmış, bunun onlar için hiç bir anlamı yoktur. Çünkü onlar için gerçek olan sadece kafalarının içindeki plan ve projelerdir, bunlar değil de başka şeyler gerçekleştiğine göre, ya hiçbir şey gerçekleşmemiştir ya da gerçekleşenler ve gerçekleştirenler tu kakadır.
Taksim’de olan neydi?
Taksim’de ne olduğunu herkes biliyor, ama bir kez de bizim tekrarlamamızda bir sakınca yok. “Taksimciler” Hıdır Bal’ın sözcülüğünde “1 Mayıs’ın Taksim’de ne pahasına olursa olsun, kullanacağı” doğrultusunda, doğrusu iyi bir propaganda yürüttüler. Sendikalar Platformu’nun çağrılarına pek itibar etmeyen burjuva basını da, işine böylesi geldiğinden olacak günlerce H. Bal’ın açıklamalarına yer verdi. Bu, birçok iyi niyetli, 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen devrimcinin 1 Mayıs günü polis ve asker tarafından tam bir işgale uğramış Taksim çevresinde toplanmasına yol açtı. Başka alanlarda 1 Mayıs’ı kutlamış olan birçok devrimci de, o kutlamalardan sonra, Taksim’deki kutlamaya katılmak için Taksim çevresine gelmişti. Ama daha sabahın erken saatlerinden itibaren bütün sokakları tutan polis yoldan geçenler de dâhil yüzlerce kişiyi elindeki bütün araçları ve belediye otobüslerini de kullanarak, gözaltına alarak çeşitli karakol, şube vb. yerlere gönderiyordu. Buna karşın çok sayıda devrimci sokak ve caddelerde bir çağrı bekledi durdu, öyle ya, bir takım güçler daha dün “ne pahasına olursa olsun 1 Mayıs’ı Taksimde kutlayacağız” demişti. Ama “Taksimci” eğilimin sözcüsü ve destekçileri ortada yoktu. Gerçekle ise, H. Bal herkesin gösteri çağrısı beklediği saatlerde, Taksim çevresinde arabayla şöyle bir dolaşmış, “Taksim’e çıkılamaz” kararını vererek çekip gitmişti. Herhalde “pahanın” biraz pahalı olduğunu görmüştü. Ama H. Bal gerçekten çizgisine çok bağlı bir kişi olmalı ki, açıklamalarını 1 Mayıs’tan sonra da sürdürdü; ertesi gün yine gazetelerde günün adamıydı; şöyle diyordu: “1 Mayıs günü Taksim’e 5000 arkadaşımızı gönderdik, bunlardan 3000’i gözaltına alındı, ama Taksim çevresinde yine de 2000 arkadaşımız, vardı, öyleyse kimse 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmadığımızı söyleyemez”. Bu demagoji ile ancak Demirel yarışabilir, ama bu açıklamayı burjuvazi bıyık altından gülerek, devrimciler ve işçilerse uygun küfürlerle okumuş olmalı.
Elbette Taksim’e giden devrimciler oraya 1 Mayıs’ı kutlamak için gitmişlerdi ve bir kaç bölgede polisle çatışmalar ve bu çatışmalarda yaralananlar oldu. İTÜ Öğrencisi Gülay Beceren polis kurşunlarıyla ağır yaralandı ve felç oldu. Ama bu çatışmalar bile, “Taksime çıkılmaz” fetvasını verenlere rağmen olan çatışmalardı.
Kısacası, Taksim hülyası, işçi sınıfına tepeden bakanlar, sınıfsız, bir 1 Mayıs kutlama iddiasındakiler için gerçek bir iflas oldu. Ama daha önemlisi, bütün bu olup bitenlerden ders alabilmek, mücadele anlayışını gözden geçirebilmektir. Eğer bu yenilgi bu konuda uyarıcı olursa Taksim bir yenilgi olmaktan çıkar, hem bu gruplar için hem de Türkiye devrimci hareketi için bir kazanç haline gelebilir.
işçi Sınıfının Mücadelesinde Bir Dönemeç. 1 Mayıs 1990
Her şey den önce, 1990 1 Mayıs’ı bugüne kadar 1 Mayıs kutlamasına katılmamış on binlerce işçinin çeşitli biçimlerde kutlamaya katılması ile işçi sınıfımız için başlı başına bir kazanç olmuştur. İşçi sınıfı bugün kopartılan “sosyalizm iflas etti ” yaygaralarına hak ettiği cevabı vererek, kendi mücadele gününe ve sosyalizm ideallerine sahip çıkmıştır. Ayrıca 1 Mayıs’ta yapılan tutuklamaları ve saldırıları protesto için 1 Mayıs sonrası yaptığı eylemlerle sınıf dayanışmasının en iyi örneklerini vermiştir.
Öte yandan her mücadelede, özellikle nispeten kısa süre içinde uygulanan laktiklerde, mücadeleye katılan siyasi eğilimler ve sınıfın öncüsü, bu mücadele içinde öngörülerini, sloganlarının geçerliliğini, kadrolarının yetenek ve kavrayışını, sınıf mücadelesini yönetme yetkinliğini vb. pek çok şeyi deneme imkânını bulur; doğrularını geliştirme ve yanlışları giderme fırsatını yakalar, sonraki mücadeleler için daha hazırlıklı olma olanağını elde eder. Kuşkusuz 1990 1 Mayıs’ı bu açıdan da pek çok olanak sunmuştur. Doğru tespit ve sloganların sınıf tarafından nasıl kabul gördüğü, sınıfa rağmen ve onun dışında geliştirilen plan ve projelerin reddedildiği açıkça görülürken, inisiyatifli davranılan her yerde sınıfın gerektiği gibi tutum takındığı açıkça ortaya çıkmıştır.
1 Mayıs 1990’ın önemli kazançlarından birisi de, İstanbul Sendika Şubeleri Platformudur. Bu platform, hatalarına, eksiklerine ve zaaflarına karşın kurulduğu andan itibaren sınıfın meşru bir mücadele merkezi olarak görev yaptı. 1 Mayıs’tan sonra da varlığını sürdürerek tutuklanan işçilere, devrimci sendikacılara ve gençlere sahip çıktı, öyle görünüyor ki, eğer bu Platform, sendika üst bürokrasisinden gelen baskıları ve kendi içindeki bölücü ve geriye çekici eğilimleri göğüsleyebilirse, bir mücadele merkezi olarak sınıf hareketinin ilerlemesinin önemli bir dayanağı olma olanağını ele geçirecektir. Bu ise, sınıf hareketinin çoktan beri eksikliğini duyduğu bir olgudur.
Bütün bu gelişmeler göz önüne alındığında, kimi çevrelerin yaymaya çalıştığının aksine, 1990 1 Mayıs’ı sınıf için kaybedilmiş bir 1 Mayıs değil, kazanılmış bir 1 Mayıs’tır. Dahası sınıf hareketi için daha önce görülmemiş olanaklar ortaya çıkararak, ileri bir atılış için dayanaklar yaratmıştır. Yeter ki ortaya çıkan olanaklar gerçek haline getirilebilsin.
Yeni mücadeleler eski mücadele gelenekleri ve yeni olanaklar üstünde yükselir. İşçi sınıfımız ikisine de sahiptir.

Haziran 1990

413, Dergicilik ve Özgürlük Dünyası

Türkiye, sonuçları bakımından fiili basan oranı ne olursa olsun, yeni bir Takrir-i Sükûn dönemine sokulmuş durumda. Burjuva gericiliği, uygulamada 1925’in “zaferi”ni yakalayamadı, bugünkü dinamiklerle yakalaması olası da görünmüyor. Ancak 413 sayılı kanun hükmünde kararname bunun girişimidir ve belirli bir işlevi vardır, gelişmeler üzerinde görece etken bir faktör olarak hesaba katılması gereklidir.
413’ün amacı nedir. 413, sınırları dar çizilmiş bir amaca sahip değil, alabildiğine geniş bir çerçeveyi hedefliyor. Amaç, işçiler, köylüler, gençler, ulusal hareket; mücadelenin bastırılması ve genişlemenin engellenmesi için yasal bir çerçeve oluşturmak. Kuşku yok ki, yalnızca basın hedeflenmiyor, işlev, genelde muhalif seslerin susturulması olarak planlanmış bulunuyor. Susturma ise, basının engellenmesinden ibaret değil, sürgünü var, grev-gösteri yasaklanması var. Basın alanında amaçlanan ise, yalnızca resmi ideoloji ve devlet politikasının propagandasının yapılabilir kılınması.
413’ün temel yönelimi, iki belli başlı unsura indirgenebilir: ulusal harekete cepheden saldırının koşullarını maksimum noktada uygunlaştırmak ve ikincisi, her türlü muhalif ses ve eylemi gidererek, işçi, emekçi ve gençlerin özellikle ulusal haklara ilişkin ses ve eylemlerini bastırıp olanaksızlaştırarak cephe gerisini sağlamlaştırmak.
Basın alanında kararname nasıl somutlanıyor? 413, bir baskı ve sansür kararnamesi, basına ilişkin yönüyle. Ama burada kalmıyor. Sansür, toplatmalar, dergi büro ve çalışanlarına yönelik baskılar, gözaltına almalar, tutuklamalar, yazı işleri müdürlerinin yüzlerce yıllık ceza hükümleri ve gizli örgüt yargılanmalarına bağlanmalarıyla zaten vardı. Kararnameyle dozaj özel olarak artmış oluyor. Kararnamenin yeniliği ise, siyasal yasakçılığın, ekonomik ve ticari engellenmelerle takviye edilmesi, siyasal yasakçılık ve zorbalığın ticari kurumlar, matbaalar aracılığıyla uygulanmaya çalışılması. Şimdi, artık ilk aşamada, kararnameyi çıkaranlarla, yargı organları ve güvenlik birimleri ile basın karşı karşıya gelmiyor. Devrimci basın açısından sorun, baskıları göğüsleme ve bedel ödemeye hazır olma sorununu aştı. Özal “sansür yok” diye demeçler veriyor, alay edercesine. Yazı işleri müdürlerinin yargılanma “hakkı” bile olağanüstü kısıtlandı. Yargı karşısına çıkamıyorlar. Çünkü dergilerini bastırabilme olanağını pek bulamıyorlar. Kararname, matbaaları kapatma tehdidi altında tutuyor. Ulusal sorunla ilgili yayınlara yer veren gazete ve dergileri basan matbaaların kapatılacağı tehdidi, matbaaları özellikle dergileri basmaktan kaçınmaya yöneltiyor. Sonuçla, kararname matbaalarla yayıncıları karşı karşıya getiriyor. Matbaaların büyük çoğunluğu sol dergileri basmama kararı almış durumdalar. Geri kalan azınlık ise, Kürtlerden söz eden, onlarla ilgili haber ve makalelere yer veren yayınları basmaktan çekiniyor, yazılarla ilgili taleplerde bulunuyorlar. Kararnameyi çıkaranlar, sansürcülüğü matbaalara devretme yolunu seçmiş görünüyorlar.
Bu durum karşısında sol dergiler, sendikalar, kitle örgütleri, kitap yayımcıları, sol tandanslı yayın çıkaran hemen tüm yayıncılar zorlanıyorlar, yayın çıkarıp çıkarmama sınırında bulunuyorlar.
Sol dergiler arasında 413 karşısında ne yapılması gerektiği tartışılıyor. Çoğunluk, bu koşularda çıkmama yanlısı. En azından bir süre için ve 413’e karşı tavır açısından.
Özgürlük Dünyası, yayınını olumsuzlaşan koşullarda da sürdürme yanlısı ve böyle davranıyor. Yanlış mı yapıyor?
Başta söylendi: 413, basını, yalnızca yasal basını hedeflemekle kalmıyor, amaçları daha geniş ve kapsamlıdır, bu amaçlara ve gene! olarak 413’e yalnızca yasal dergilerin penceresinden bakılamaz. Bu, 413 ve amaçlarının kapsamından bağımsız olarak da doğru ve geçerlidir. Herhangi bir alandaki herhangi bir gelişmeye yasal dergiler penceresinden bakılmaz. Üstelik Kürtlere karşı cepheyi ve cephe gerisini sağlamlaştırmayı amaçlayan 413 girişimi karşısında yasal dergileri merkezine alan bir düşünce tarzı tartışılabilir bile değildir.
Evet, 413’e karşı mücadele gereklidir. Tartışma götürmez, mutlaka gereklidir. Ancak bu mücadelede her şey ve herkes yerli yerine oturmalıdır. Herkes yüklenmesi gereken yükü yüklenmeli, yapması gerekeni yapmalıdır. Her şeyi yasal dergilerle yapma ya da bu mücadelede (ve her türlü mücadelede) esas ve temel görevi yasal dergilere yükleme anlayışı, eski ve mutlak aşılması gereken bir hastalığın yeni bir belirişinden başka bir şey değildir: Dergicilik ve bununla dolaysız bağlantı içinde olan yasalcılık.
413’e karşı her türlü mücadeleye evet. Mitingler, gösteriler, protesto eylemleri, fiilen kararnameyi aşma tutumları. Buna diyecek bir şey olamaz, dergiler de bu konuda üzerlerine düşeni yapmalıdırlar. Basın açıklamaları, yayınlarında teşhir faaliyeti, yine yayın yoluyla pratik zorlamalar vb. Her şeyden önce dergilerin bunun için çıkmaları gerekiyor. 413’e karşı yapmaları gerekeni yapmaları için. Herhangi bir dergi yayınlanmazsa, işlevsizleşmiş demektir. Ya da ona olmadık işlevler yüklenmeye çalışılıyordur. Dergi miting aracı değildir, dergi örgüt değildir, dergi yazın aracıdır ve yasal dergi ne siyaset üretme ne de siyasal faaliyet ve eylemleri yönetip yönlendirme aracı olabilir. Parti ve örgütlerin merkez yayın organları bunu yapabilirler, yapmaları da gerekiyor, ama bir yasal dergi işlevini böyle belirtiyorsa, burada çok temel bir terslik ortaya çıkıyor demektir.
413 karşısında yasal dergilerin yayınlanmama tutumunu benimsemesi, bu dergilere olmadık işlevler yüklendiğini ve yükleyenlerin dergicilik ve yasalcılık zaafı içinde olduklarını gösterdiği gibi, bu dergilerin bizatihi yapmaları gereken propaganda ve teşhir faaliyetinden de gönüllü olarak kaçınmak tutumunu benimsedikleri anlamına gelir.
Çıkmama tutumu, sansürcülere, elde etmeyi umduklarının ötesinde bir başarıyı sunmak demektir. Yasal basın alanını, hep söylenegelen “yasal olanaklardan yararlanma”yı geçici olarak bile olsa terk etmek, bu alanda yapılabilecek bir şey olmadığını düşünmek demektir. Ama paradoks öylesine güçle ortaya çıkmaktadır ki, izah edilemez olmaktadır: bir yanda yasal dergileri merkeze alma ve onlar aracılığıyla tutumlar geliştirme, onlara hiçbir güç ve koşulla sınırlanamayacak yayınlar yapma işlevini, merkez organ işlevini yükleme ve öte yanda yasal alanda bile yapılması gerekeni yapmaz olma. Bu, yasalcılık ve dergiciliğin kaçınılmaz açmazlarından biri olarak ortaya çıkabilir ve çıkmaktadır da Oysa kararname karşısında yasal basının yapabileceği epey şey vardır ve bunlar yapılmalıdır. Yasalcılığı bir yana, söyleyebileceklerinin sınırı sadece kendisi ve kendisine çizilen yasal sınırlar olmak ve bunu kabullenmesi bir yana, 2000’e Doğru bile, bu çerçevede bir şeyler yapmaya çalışmakta ve sınırları şöyle ya da böyle zorlama tutumunu geliştirmeyi denemektedir.
Okuyucularına ve genel olarak yığınlara karşı sorumluluk duyan bir yasal derginin tutması gereken yol, koşullara uygun yayın faaliyeti sürdürerek onlara ulaşmak ve hiçbir zaman tümünü açıklayabileceği iddiasında olmadan açıklayabileceği gerçekleri açıklamaktır. Ötesi onun sorumluluk alanının dışında kalır. Ve bu alana adım attığı ve değişik türden görevler yüklenmeye giriştiği anda, kendisini ve işlevini reddetmeye, yasallık ve yasa-dışılık ve bu ikisinin ilişkisi gibi temel bir sorunu bulanıklaştırmaya ve okuyucularına ve yığınların ulaşabildiği kesimlerine hastalık taşıyıcılığı yapmaya yönelir.
“Yasal olanaklar” ve “yararlanma” sorununun sağlıklı bir düşünsel yapı çerçevesinde tartışılacak bir yanının olmaması gerektir. “Olanaklar” konusunda düşünmek bile zorunlu değildir, düşünerek bir sonuca varmak gerekmiyor. Devrim ve sınıf mücadeleleri tarihine şöyle bir bakmak yeterli olacaktır. Düşünce, toplanma, grev, gösteri ve benzeri haklar ve olanaklar açısından geçerli olduğu gibi, basın yayın hakkı ve bunun olanakları açısından da en demokratik burjuva diktatörlüklerinde bile bir takım sınırlar olduğu, bu sınırların, döneme, koşullara va tarihsel gelişim özelliklere göre ülkeden ülkeye değişse de, daralarak ya da genişleyerek varlığını koruduğu kolaylıkla görülebilir. Kapitalizm koşularında ve bu koşullarda yürütülen mücadelenin bir parçası olarak çıkan yasal dergi ve gazetelerin en demokratik burjuva diktatörlüklerinde bile bir sansürle karşı karşıya olduğunu, ülkeden ülkeye bu sansürün sadece derecesinin değiştiğini hem tarih hem de günümüzün gerçeği gösteriyor. Bir diğer gerçek ise, Marksistlerin ve gerçek devrimcilerin hem söyleyeceklerini tümünü sınırsız ve özgürce söylemenin araçlarını, her koşulda özgür olabilen ve özgür kalabilen araçları hem de en baskıcı rejimlerde bile eğer yasal basın aracılığıyla söylenecek sözleri varsa -ki hemen her zaman vardır- bunları söylemenin araçlarını yaratıp geliştirdikleridir.
Marksistler, yasal basın aracılığıyla söyleyebileceklerini hep söyleye-geldiler. Kuşkusuz, bunları söylemenin koşulları vardır, olmuştur ve olacaktır. Her şey yasal basın aracılığıyla söylenmeye kalkışıldığında, bu olanaktan “yararlanma” sorununun kendisi ortadan kalkar, kaldırılır, bu olanak tepilmiş olur. Yasal dergi, boyun eğmenin, icazetin aracı değildir, ancak, yasal basın demek, şöyle ya da böyle bir sınırın varlığı demektir, yasal basın çıkarmak demek, şöyle ya da böyle sınırların varlığını gözetmek, hesaba katmak demektir. Her şeyi, sınırsız ve koşulsuz söylemek isteyen farklı araç kullanır. Yasalcılık yapmadan, yasal alanda söyleyebileceklerini söylemeye çalışanlarla, ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’yla ilgili spekülasyon sonuçsuz ve başarısız kalmaya yazgılıdır, yararsız ve gereksizdir. Özgürlük Dünyası’nı eleştirmek isteyenler, söylediklerinin içinde yanlış ve devrimci olmayan şeyler buluyorlarsa, bunları eleştirmelidirler; çünkü onun belirlenmiş işlevi zaten her şeyi söylemek değildir, biz bu iddiaya sahip değiliz, bu tür bir yayın faaliyeti içinde değiliz.
Başkalarını bırakalım, Lenin’in birçok kitap ve makalesini oto sansürden geçirerek yasal olarak yayınlattığı bilinir. Çoğu kitabının sonradan yazılan önsözlerinde Lenin bunu belirtir. Ve bundan dolayı pek kimsenin aklına Lenin’i sansüre boyun eğdiği gerekçesiyle eleştirmek gelmemiştir. Ya da sağa kaydığı, mücadele etmediği gerekçesiyle.
Ve tümümüz Türkiye’de yaşıyoruz. Bu ülkenin, o “en demokratik burjuva diktatörlükleri” arasında olmadığını, yasakçılık ve sansürcülüğün sınırlarının hemen her zaman oldukça geniş olduğunu pratik olarak da biliyoruz. Bu ülkede 413’den önce de sansür vardı ve yine her istenen yasal olarak söylenemiyordu. Yasal dergiler bu durumu gözetmek ve kendilerini sınırlamak durumundaydılar. Şimdi “matbaacı sansürü”nün eklendiği koşullarda sansür ve sansürcülük koşullan ağırlaştı. Değişen budur ve gereken, hem gene olarak hem de özel olarak 413 ile ağırlaştırılması karşında sansür ve sansürcülüğe karşı mücadele ederken bir yandan da söylenebilecek olanları söylemeyi sürdürmektedir.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI, 3. sayısında, “Geçmişin yanılgıları tekrarlanmamak” başlıklı yazısında kendisini ve işlevini şöyle tanımlamıştı:
“(Diğer) yasal dergilerden farklı olarak Özgürlük Dünyası, her şeyden önce, ülke düzeyinde merkezi bir teşhir ve ajitasyon aracı, günlük sınıf mücadelesini yönetmeye ve yönlendirmeye çalışan merkezi bir yayın organı, bir örgütlenme merkezi ve aracı değil, teorik-ideolojik mücadele aracı olmalıydı. (…) Ülke düzeyinde merkezi ve temel teşhir, ajitasyon ve propaganda aracı olan, sınıf mücadelesini yönlendirme işlevi yüklenen yayın organları kabul edilsin ya da edilmesin, niyetten ve söylenenlerden bağımsız olarak, aynı zamanda birer örgütlenme aracı ve merkezi olma işlevi yüklenirler (…) Çünkü merkezi yayın organı, başka şeylerin yanı sıra, kolektif bir örgütleyicidir de. (…) Özgürlük Dünyası, politik bir hareketi örgütlemek amacıyla çıkmadığı gibi, politik bir hareketin teşhir, ajitasyon ve propaganda faaliyetini, günlük pratik faaliyeti doğrudan yönlendiren, merkezileştiren ve sonuçlarım örgütleyen temel bir araç da değildir. O, böyle bir işlev yüklenmeksizin, işçi ve emekçi hareketinin gelişimine, devrim ve sosyalizm mücadelesine katkıda bulunmaya çalışacaktır. Katkısı esas olarak, proletarya harekelinin üç temel yönünden biri olan, teorik (ideolojik) mücadele cephesinde olacaktır.”
Ve 11. sayımızda “Özgürlük Bir Yaşında” başlıklı yazımızda, bugün 413 karşısında hakkımızda yapılan benzer spekülasyonlar karşısında yanıt olarak, kendimizi bir kez daha tanımladık. Her bir dönemeç ya da yeni durumda bir kez bir kez daha kendimizi tanımlamak gerekmemeli artık. Spekülatif davrananlar bir kez olsun yaklaşımlarını, yasalcılık ve dergicilik karşısındaki pozisyonlarını gözden geçirmeli, bununla kalmayıp kendilerini düzeltmeliler. 11. sayımızda, “yeni bir saldırı dalgası, devrimci ve sosyalist basını eskisi gibi kolay kolay etkisizleştirip sindiremeyecek” demiştik. Bu, “etkisizleşmeme” ya da “etkisizleştirilme”yi kabullenmeme açısından, ne yazık ki, 413 saldırısı karşısında Özgürlük Dünyası ve birkaç dergi dışında pek başarılamadı. Etkisizleşme bir yana çoğu devrimci dergi yayınlanmaz ya da yayınlanamaz oldu.
Bu yazımızda şunları da söyledik:
“Yayın hayatımıza başladığımızda, -bu konuda gelebilecek eleştirilere göğüs germeyi önümüze koyarak- ne pahasına olursa olsun ‘yayın organının bir örgüt gibi kullanılması’ hatasına düşmemeyi kararlaştırmıştık. İşlevi ve misyonu yayın organı, devrimci bir yayın organı olan her dergi… (…) Biz bir misyonu temsil ediyoruz. Misyonumuz biliniyor (…) Biz doğru olduğuna inandığımız şeyi yazacak ve yayın anlayışımız gereği yapılması gereken şey neyse onu yapacağız. Bunu yapmaktan dolayı başımıza iş açılacak, kovuşturmaya uğrayacak ya da çeşitli baskılara mı maruz kalacağız. Bundan hiçbir şekilde kaçmıyoruz. Mevcut yasalara göre ‘suç’ işlemekten dolayı da bir korkumuz yok. Basının önündeki engellerin kalkmasına katkıda bulunmak için ha bire ‘suç’ işleyip duruyoruz zaten. Ama sırf ‘suç’ işlemiş olmak için de ‘suç’ işlemek veya başkaları istiyor diye yanlış ve çarpık bir yayın anlayışını hayata geçirmek gibi bir niyetimiz yok. Söylemek istediklerimizi en yalın biçimiyle söyleyemediğimiz açık. Ama söylüyoruz. Belki biraz Ezop’ça bir dil kullanıyoruz, belki biraz bulanıklaşmış oluyor söylemek istediklerimiz ama söylüyoruz. Bunu, basında, özellikle de devrimci basında çalışanlar çok iyi biliyor. Sonuçta biz, her istediğimizi söylüyoruz. (…) Kendimize bir örgüt misyonu yüklemeyeceğiz. Parti parti gibi, dernek dernek gibi, yayın organı da yayın organı gibi çalışmalı. Biri diğerinin yerine geçerek veya işlevlerinin bir kısmını oymuş gibi yapmaya çalışarak değil. Mitingler düzenlemek, bildiriler yayınlamak, kampanyalar örgütlemek, daha çok bir örgütü ilgilendiren şu ya da bu işin yapılması için çağalarda bulunmak yayın organlarının işi değil. Çalışanları, istedikleri türden faaliyetlerde bulunmakta serbesttir ama yayın organının görevi yukarıda sayılanları bilfiil yapmak değil, onlara yayınında gerçeğe ve devrimci hareketin çıkarlarına uygun düşecek tarzda yer vermek, çağrıları yayınlamak, kampanyalar hakkında bilgi vermek, ama özellikle teorik-ideolojik mücadelenin aracı olmak olabilir.”
Bu yayın anlayışı ve tutum, ne sağcıdır ne de boyun eğici, devrimci yasal bir organ, eğer legalizm ve dergicilik hastalıklarının taşıyıcısı olmayacaksa böyle olmalıdır.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI, söylenmeye değer sözü oldukça çıkacaktır. Biz, Özgürlük Dünyası’nın her şey ya da temel bir araç olduğunu ya da olabileceğini düşünmüyoruz. Bu iddiada değiliz. Biz bir misyon dergisiyiz. Yasal olarak söylenebilecekleri söylemek için çıkıyoruz. Hiçbir zaman her şeyi söylediğimiz ya da söyleyeceğimizi iddia etmedik, bugün de etmiyoruz, sadece söyleyebileceklerimizi söylüyoruz. Daha ötesini söylemek isteyenlerse, her şeyi söyleyecek olanlarsa, zaten söylüyorlar kendi araçlarıyla.
İçinde bulunulan durumla yetinmemek, söylenebileceklerin sınırını genişletmeye çalışmak da bir görevidir yasal basının, bunun bilincindeyiz. Buna uygun şekillerde katkıda bulunmaya çalışıyoruz, çalışacağız da. Örneğin, 413’e karşı mücadelenin içindeyiz, ama bu mücadelede güçler, araçlar ve işlevleri birbirine karıştırılmamalı, yasal dergilerden işlevlerinin dışında faaliyetler beklenmemelidir. Söylenebilecekleri uygun biçimde söyleyerek ve söylenebileceklerin sınırını zorlayıp genişletmeye sansürü ve sansürcülerin amaçlarını boşa çıkaracak yol ve yöntemleri bulmaya çalışarak işimize devam edeceğiz.
Dergicilik ve yasalcılık hastalığına karşı herkesi uyarıyoruz. Belanın büyüğü ve zorlusuna çatmadan bu hastalıktan kurtulmak gerekiyor. Dergicilik, dergi çıkarmak değildir, ama yasal bir dergiyle her şeyi söylemeyi ve gelişmeleri yönlendirmeyi, amaçlamak, yasal dergiyi söylemenin ve yapmanın odağına yerleştirmektir. Bu, aynı zamanda dergi etrafında örgütlenmeyi savunmak anlamındadır. Bu, aynı zamanda, “her şeyi söyleriz, söyleyeceğiz” tutumuyla kesinlik ardında, zorlanan yasal sınırları çerçeve edinmek, yasal sınırların zorlanmasıyla yetinmek, yasalcılık demektir.
Yasal basın da, icazetle, yasaların bahşettikleriyle var olmaz, böyle var olmamalıdır. Yasal basının ayakta duruşu ve ayakta kalışı da izne bağlı olamaz, olmamalıdır. Evet, yasalar gözetilir ve hesaba katılır, ancak, küçüklü büyüklü yasal düzenlemeler yasal basın varlık koşulu, başlangıcı ya da sonu olmamalıdır. 413 bir gerçeği dramatik bir biçimde ortaya koydu: özgürlük Dünyasından çok büyük iddialarla çıkan çeşitli devrimci yayın organları, gerekçe ve nedenleri ne olursa olsun ayakta kalmadılar. “Sansüre boyun eğmeme”, ayakta kalamamanın, en azından yayına ara vermenin, en azından 413 konusunda okuyucularını ve olabildiğince yığınları bilgilendiremez, aydınlatamaz oluşun gerekçesi oldu. Devrimci basın, ne gerekçeyle olursa olsun, burjuvazinin çeşitli yasal düzenlemelerine bağlı olarak eylemsizleşmemeliydi. Devrimci yasal basın burjuvazinin icazeti ile çıkmıyorsa, onun düzenlemelerine bağlı olarak çıkmaz ya da çıkamaz olamaz, olmamalıdır, olmamalıydı.
Dileriz, bir musibet bin nasihatten iyi iş görür; 413 olanca olumsuzluğunun yanında olumlu bir sonuca da yol açar, dergicilik ve yasalcılık hastalığının etkinliğini kırar.
Söylenebilecek olan, sınırları genişletilmeye çalışılarak söylenmeli, üstü, özgür basın tarafından özgür biçimde tamamlanıyor.

BASINA ve KAMUOYUNA
Türkiye egemen sınıfları 12 Eylül darbesiyle toplumsal muhalefeti ezerek baskı ve sömürü düzenini daha da pekiştirdiler. Bir dizi yasal ve fiili önlemlerle en sıradan demokratik hakların önünü bile aşılmaz sandıkları barikatlarla ördüler. Ancak bütün bu barikatlar 1980’li yılların ikinci yarısından başlayarak çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçilerin, Kürt ulusunun mücadelesiyle aşılmaya başlandı.
TC. Devleti dünya kamuoyu nezdinde kimi “vitrin değişiklikleri” görünümü sergilemeye çalışırken, öte yandan özellikle Kürt Ulusal Hareketinin kitlesel boyutlara varan başkaldırısıyla oluşan yeni duruma yeni saldırılarla karşılık verdi.
413 Sayılı KHK ve onu izleyen kararnameler dizisi bu yönde atılan belirgin ilk adımdır.
Yeni bir takrir-i Sükûn demek olan bu kararnameler iktidar, ordu, muhalefet ve halta diğer tüm burjuva kurumların mutabakatıyla gerçekleştirilen ve başlıca olarak hedefin Kürt Ulusal hareketiyle devrimci hareketi birbirinden tecrit ederek ezmeyi koyan birleşik karşı-devrimci bir saldırıdır. Bu saldırı bir yandan Kürt halkına karşı yapılan ve yapılmak istenen soykırım hazırlıklarının ilk adımı iken aynı zamanda işçi sınıfı hareketini, gençlik hareketini, devrimci hareketi ezmeyi ve ilerici aydınları susturmayı amaçlıyor. Devrimci ve sosyalist basın üzerindeki bu yeni baskılar ise toplumsal muhalefete yönelik yeni karşı-devrimci saldırıların bir parçasıdır.
Kararnamelerle birlikte gündemleşen yeni saldırılarla devrimci ve sosyalist basını işlevsiz kılmak için matbaacılar savcının, dağıtımcılar basın bürosunun görevlerini üstlenme konumuna getirildiler.
Bizler devrimci ve sosyalist dergi ve gazeteler olarak bugüne kadar siyasal iktidarın tüm saldırılarına karşı olduğu gibi, kararnamelerle başlayan bu yeni saldırılar karşısında da devrimci kararlılıkla mücadele edeceğimizi duyuruyoruz. (…) Dergi olarak kararnamelerle başlayan yeni saldırılara karşı bir KAMPANYA örgütlemiş bulunuyoruz. Bu basın toplantısı, kampanyamızın ilk adımıdır. Bugünden başlayarak değişik biçim ve araçlarla kampanyamızı sürdüreceğiz.
Bundan sonra da işçi ve emekçilerin, Kürt ulusunun, gençliğin ve demokratik kamuoyunun gözü, kulağı ve sesi olmaya devam edeceğiz. Tüm demokratik güçleri bu kampanyamıza omuz vermeye ve duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Çağdaş Yol, Deng, Devrimci Mücadele, Emeğin Bayrağı, Emek, Halk Demokrasisi, Hedef, İşçiler ve Politika, İşçinin Gazetesi, Kıvılcım, Medya Güneşi, Özgürlük Dünyası, Siyaset, Sorun, Sosyalizm, Toplumsal Kurtuluş, Yeni Demokrasi, Yeni Çözüm, Yeni Öncü.

Haziran 1990

“Ölüm Orucu”, Demokrasi ve TBKP

TBKP sekreteri ve başkanı 2,5 yıl önce uzun süreli mültecilik yaşamlarına son vererek Türkiye’ye dönmüşlerdi. Bu, aynı zamanda, partinin de, önderlerinden çok daha uzun olan mülteciliğinin sona erdirilmesi girişimiydi. TBKP açısından bir kötünün yerine bir diğeri geçiriliyordu. Mülteciler partisinin yerini, söylemde de devrim ve sosyalizmden vazgeçen, “barışçı”, “insancıl”, şiddetlen tümüyle arınmış, proletarya diktatörlüğü ve genel olarak Leninizm’i reddeden bir demokratizm partisi, “Marksistlerin” yanı sıra demokratları ve sosyal demokratları da kapsamayı öngörerek kendi içinde ve SHP ve DSP’den DYP’ye kadar “en geniş” güçlerle birleşmeyi hedefleyerek kendi dışında ve yönetim ve taktiklerinde mutabakatın, konsensüsün peşinde dolaysız ve gizlemesiz bir düzen eklentisi parti alıyordu.
Yeni amaç ve hedeflerini deklare ederek şiddetten, diktatörlükten, sınıf ayrımcılığından tümüyle uzak olduğunu açıklayan TBKP’nin sekreter ve başkanı Yağcı ve Sargın, partilerinin düzen tarafından benimsenmesini ve yasallaştırılmasını “zorlamak” üzere Türkiye’ye dönmüş, adalete güvenlerini belirterek teslim olmuşlardı.
TBKP’nin yasallaşması, ülkenin demokratikleşmesinde önemli bir boyut olacaktır. Ve Türkiye’nin yenilenme ve demokratikleşmeye ihtiyacı vardı.
Ülkenin demokratikleşmeye gerçeklen ihtiyacı var. Yenilenme, Gorbaçov Sovyetlerinden aktarılan bu slogan bir yana, demokrasi ülkenin gerçek bir ihtiyacı vc bunun için silah dâhil çeşitli yöntemlerle savaşan insanlar ve güçler var Türkiye’de. Beylerimizin seçtiği yöntem ise, teslim olarak ve burjuva düzen ile uyum içinde, onun güçleriyle mutabakat halinde, yasallaşmayı odağına alan bir “savaş” türü! Yıkıcı değil yapıcı, mevcut burjuva düzeni reformlarla iyileştirici, geliştirici türden bir demokratikleştirme genci yaklaşımı oluşturunca, yasallaşma, bunun için adalete sığınma da uygun “savaş” yöntemi oluyor!
Kuşkusuz uygun koşullarda Marksist bir partinin yasallaşmasına karşı çıkılamaz. Kötü olan, düzene entegre olucu, sığınmacı bir yasallaşmadır, sınıfsız toplum ve proletarya diktatörlüğü amaçlarından vazgeçilerek sağlanmaya çalışılan teslimiyetçiliktir. Ve en kötüsü, bunun demokratikleşmenin temel bir adımı olarak gösterilmesidir.
TBKP, yeni program ve yönelimiyle kendisini tam bir düzen partisi olarak ortaya koydu ve liderleri bir ulusal konsensüs sağlamak için ülkeye gelip adalete sığındılar. Ancak Türkiye burjuvazisi tahminlerinin ötesinde ilkeldi. Yönetme inceliklerinin görgü ve geleneklerine pek sahip değildi. Gerçi örneğin Abdülhamit Han bu inceliklere vakıf olduğunu bir ölçüde sergilemiş, örneğin Kürtleri yine Kürtlerden oluşturulmuş Hamidiye alaylarına kırdırmıştı, ama onun incelikleri de kırdırma ve ezme, baskı ve zorbalık temelinde gerçekleştirilen türdendi. Bu tutum, Cumhuriyet dönemi boyunca da sürdü. Kemalist diktatörlük, düzenle açık bir uzlaşma içinde olan, Kemalizm’in demokratik ve hatta sosyal devrimi bile zafere ulaştırabileceğini ilan eden, halisane ülkü ve duygularla zaman zaman yasal partiler kuran Ş. Hüsnü ve TKP’sine en çok birkaç yıllık sürelerle tahammül edebildi; onu kullanma, uygun şekillerde kanalize etme ve bu yolla düzeni güçlendirme yoluna gitmedi. Kuşkusuz, bunun önemli bir nedeni de, Ş. Hüsnü ve partisinin düzeni güçlendirmenin nicelik ve niteliksel önemde olanaklarını sunmada yetersizliği idi. Kemalizm, Şeyh Sait isyanı sırasında, tam da, Ş. Hüsnü feodalizme ve dinciliğe, emperyalizmin işbirlikçiliğine karşı mücadele edebiyatıyla katliam destekçiliğini açıklamışken, Takrir-i Sükûn yasasıyla, TKP’yi ve faaliyetini de yasakladı.
Türk burjuvazisi yönetme inceliklerinden geleneksel olarak uzak. Türkler, tarihsel olarak, üretken yerleşik toplumsal yapılar yerine göçebelik ve (en yerleşik dönemlerde bile) yağmacılıkla, zoralım ve haraççılıkla karakterize oldular; şiddet ve incelikle yönetme yerine boyun eğdirme, tahammülsüzlük, şefe ve iktidara muhalefet tanımama, zorbalık hemen tek yöntemleri oldu.
Bu tarihsel özellik, Osmanlı’nın gerileme dönemiyle birlikte içine düştüğü kaynak sıkıntısı ve en sor ülkenin sömürgeleşme sürecine girmesiyle pekişti, incelikli yönetim, egemenlerin, sömürücü sınıfların ezilen ve sömürülenlerin belirli kesimlerinin belirli kırıntılarla satın alınmasını gereksinir. Bu olanağa uzun boylu sahip olmayan Türk burjuvazisi için baskı ve zorbalığın hemen tek yönetim yöntemi olarak kullanılması alternatifsizleşti. Modernize oldukça burjuvazi ince yöntemler uygulama girişimlerinde de bulunur oldu. Çekinerek, ürkekçe ve baskı ve zorbalık gelenek ve yöntemlerinin ağırlığını sürekli hissettirerek.
TKP’nin yasallaşma girişimi ve Yağcı ile Sargın’ın adalete sığınmaları karşısında burjuvazi geleneksel tutumunu aldı. Hem de bir yandan Sovyetler Birliği ile ekonomik ve ticari ilişkilerini hızla ve büyük ölçekli olarak geliştirirken. Devlet yönetimi, A’sından Z’sine Sovyetler ve Doğu Avrupa’daki gelişmeleri hayranlık ve memnunlukla karşılarken.
Yağcı ve Sargın Türkiye’ye giriş yapar yapmaz tutuklandılar ve 2,5 yıl tutuklu kaldılar. Burjuvazi onlardaki cevheri görüyordu, ama hemen kabul gösterip benimsemeyecek kadar ilkeldi. Biat etmelerine rağmen 2,5 yıl “çile” çektiler. Hem dış koşullan elverişliydi (SB ve Doğu Avrupa’daki gelişmeler ve onlarla girilen ilişkiler) hem de TBKP amaç ve hedeflerini en açıl; haliyle ve burjuvazi açısından hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak “insancıllıkla” ortaya koyuyordu. Barış, barışçıllık, yasal çerçeveye uyum, düzen ve düzen güçleriyle tam mutabakat, her türlü şiddetlen arınma ilanı, burjuva parlamentarizmin bugün ve gelecek açısından benimsenmesi, çoğulculuk, burjuva demokratizmi, proletaryanın ve sınıf ayrımlarının yok olması, sınıf zıtlık ve çatışmasının yerini insanlık ve insanlığın global sorunlarının alması -bunlar, ilericisi gericisiyle, tüm ulusal güçlerle birlikte ve herhangi bir yıkıcılık girişiminde bulunmaksızın ülkeyi yenileştirip demokratikleştirecek olan TBKP’nin açıkça ilan ettiği “yeni” hedefleriydi. Leninizm yoktu, proletarya diktatörlüğü yoktu, proletarya bile yoktu artık TBKP’nin lügatinde. Ama burjuvazi, tüm bu gizlenmeyen teslimiyetçi tutuma rağmen TBKP’nin yasallığının önünü açmadı ve Yağcı ile Sargın’ı yıllarca “içerde” tuttu. Tümden ehlileşmiş olmasına ehlileşmişlerdi, ama hiçbir zaman çizmeden yukarı çıkmayacak şekilde, neyin ne olduğunu hiçbir zaman akıllarından çıkarmayacak şekilde uysallaştırılmaları, bunun için tamamen diz çöktürülmeleri ve burunlarının sürtülmesi gerekiyordu. Biat etmelerine rağmen yıllarca zor altında tutuldular, durumu iyice kavramalıydılar.
Öte yandan dış koşulların elverişli oluşunun yanı sıra içerde de bunca teslimiyetlerine rağmen hapiste tutulmalarıyla, TBKP’lilere “haksızlık” yapıldığını düşünenler artıyordu. Demirci bile, bırakılmalılar, “bunu ben söylüyorsam önemlidir, çünkü ben yıllardır anti-komünist düşünceyi temsil ettim” diyor, bırakalım adamları, komünizmle filan ilgileri yok, demeye getiriyordu. Kendisini lam bir burjuva parti olara}; ortaya koyan TBKP ileri gelenlerinin “hapislerde sürünmesi”, şimdilerde moda olan demokratik görüntüye bürünen Demirci gibi burjuvaların da “vicdanını sızlatmaya” başlamıştı! Sorun, doğal ki vicdan değil, siyaset sorunuydu, Demirel ve benzerleri siyasal olarak böyle bir yükten kurtulmak, daha iyi bir demokratik görüntüye kavuşmak ve demokrasi mücadelesinin gelişmesi karşısında TBKP’nin cürümü neyse o kadar olacak yatıştırıcı olanaklarından faşist diktatörlüğün sağlamlaştırılması lehine yararlanmak düşüncesindeydiler. Ve burjuvazi Yağcı ile Sargın’ı salıverdi. Yasallaşma işi henüz kenarda duruyordu, ama yakında bir formüle bağlanacaktı.
TBKP, Yağcı ile Sargın’ın mücadeleyle, bıraktırıldığı iddiasında. Adımlar, “Kutlu Sargın bırakılmadı, bıraktırıldı.” diyor. Bakın hele! öyleyse, “içeri” girerken de, hapsedilmediler, ettirildiler, öyle mi? Yazı, “bunda aydınların, basının, demokratik örgütlerin, SHP’nin, SP’nin, DYP’nin, DSP’nin, gençlerin, kadınların ve Marksist solun katkıları var. Uluslararası dayanışmanın payı var” diye devam ediyor. Ve bir iddia: “Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez, düşünce, inanç, politik görüş, ideolojik farklılık gözetilmeksizin bir konuda, demokrasi, düşünce örgütlenme özgürlüğü ve insan hakları konusunda bir araya gelinmiştir. İşte bu güçler, Türkiye’yi demokratikleşme sürecinde ileriye götürecek katılımcı, çoğulcu demokratikleşmenin sosyal-politik güçlerini oluşturuyorlar.”
İdeolojik, politik farklılıklar, düşünce, inanç farklılıkları önemli olmaksızın SP, SHP, DYP, DSP, TBKP’nin bir araya gelişi, bunların Yağcı-Sargın’ı bıraktırışı… Ve bu güçlerin Türkiye’yi demokratikleştirecek güçleri oluşturması… Hangi konuda bir araya geliyor bu güçler? Komünizmin yasallaşması ve ülkenin demokratikleştirilmesi! Sayılan güçlerin çoğu bu ülkeyi yıllarca bu yasak ve daha başkalarıyla yönettiler ve parmaklarını kımıldatmadılar bu iki konuda, Üstelik bugün de kımıldatmıyorlar. Her şey bir yana, SHP’den 12 Eylül’e karşı tek bir laf duyan var mı? Demirci ve İnönü ulusal harekelin silahla ezilmesi için açık çek vermiyorlar mı? Bunların bir grevi bile destekledikleri görüldü mü? Bunlar ne tür bir demokrasi gücü oluyorlar? Bizzat bu güçlerle kurulacak demokrasinin ne menem bir demokrasi olacağı ve TBKP’nin ne tür bir demokrasi savunuculuğu yaptığı belli değil midir? TBKP, evci bu sayılan güçlerle kendisine özgürlük tanınması ama düzene muhalif düşüncelerin şiddeti içeriyor gerekçesiyle suç konusu teşkil etmeye devam etmesi konusunda anlaşıyor. Proletarya diktatörlüğünün savunulmasının, TBKP’ye özgürlük tanınmasından sonra da, bugün olduğu gibi ve aynı şekilde, hatta daha ağır bedelle cezalandırılması konusunda beylerimizin bir itirazı yoktur. Sadece kendisini ilgilendiren yasakların kaldırılmasını isliyor demokratik yenilenmecilerimiz. Ve “bu yasakların aşılabilmesi için ulusal mutabakat temelinde, bu gün ortaya çıkmış olan demokrasi güçleri kararlı biçimde mücadeleye devam etmeliyiz” diyorlar. Ulusal mutabakatla kurulacak demokrasi TBKP’ye hayırlı olsun!
Yağcı-Sargın nasıl “bıraktırıldılar”? Beylerimiz bir “ölüm orucu” başlattılar. Burası Türkiye. Ölüm orucunun anlamını bilmeyen pek az insan yaşıyor bu ülkede. Hele siyasete değmiş insanlar arasında onun anlamını bilmeyene rastlanamaz. Bu ülkede insanlar ölüm oruçlarında öldüler. Ve TBKP’nin Yağcı ve Sargın’ın “bıraktırıldığına” yol açtığını söylediği mücadelenin (!) merkezinde bu ikisinin yattığı “ölüm orucu” yer alıyordu. Beylerimiz topu, “demokrasi güçlerinin seçkin temsilcilerine atarak, “ölüm orucuna ara vermelerine ilişkin açıklamalarında, bu dostlarının görüş ve arzularını şöyle özetlediler: “Gerek daha da üstün ve sonuç alıcı bir dayanışmanın örgütlenebilmesi, gerek iktidarın kendi içindeki tartışmayı sonuçlandırarak ülke ve dünya kamuoyunun ısrarla talep ettiği sonuca ulaşabilmesi için kaçınılmaz bir süreye gereksinim duymaktadırlar. Oysa grevde geçecek bu sürede sağlığımızla ilgili olarak derin endişe ve kaygıları bulunmaktadır”. Ve sonuç: “… kamuoyunun ortak talebini göz önünde bulundurarak, bugün bayram öncesinde açlık grevimizi bir süre ertelemeyi uğun gördük.” Bırakmıyorlar “ölüm orucunu”, erteliyorlar; ama bu eylem odağında sürdürülen “mücadele” ile “bıraktırılıyorlar”! Ölüm orucunun dejenere edilmesi bir yana bir de “mücadele” ile “bıraktırıldıklarını” iddia ediyorlar! Ve henüz “bıraktırılmaları” öncesi iddiaları: “… halkımızın barışçı, demokratik, aydınlık geleceğine sahip çıkacak güçlerin var olduğu, ülkenin sahipsiz olmadığı gösterilebilmiştir. Umutsuzluk ortamında demokrasi güçleri ciddi bir umut ışığı yakmayı başarmışlardır.” Halkın geleceğine sahip çıkanlara, ülkenin sahiplerine bakın! Kendilerini övüyorlar -grevi yanda bıraktıkları halde-, hadi anladık, ama ülkenin sahiplerinin SHP, DYP ve benzerleri olduğunu neden ikrar ediyorsunuz? Doğru, ülkenin bugünkü sahipleri bunlar ve arkalarındaki burjuvazidir. Ama halkı ve geleceğini karıştırmayın. Bakın, proletarya ve geleceği lafı etmemekle ne iyi ediyorsunuz!
Adımlar’ın sayfaları Yağcı-Sargın’ı “bıraktırtan” “yaratıcı” eylem biçimlerinden örneklerle dolu! Üç kişi kafasına huni geçirmiş “gösteri” yapmış, beş kişi özgürlük fidanı dikmiş, sekiz kişi Güney Afrika devlet Başkanı’na iltica talep eden telgraf çekmiş, birileri ne ilgisi varsa, organ bağışı yapmış, bir küçük grup psikiyatri kliniğine başvurmuş! Korkunç “güçlü” eylemler! Daha orijinalleri de var, saymıyoruz. Ama “ilginç” olanı şu: sayılan eylemler içinde bir komünist partisinin tabanını oluşturması gereken işçilerin kişisel olarak bile katıldıkları tek bir eylem yok, emekçilerin tek bir eylemi yok. TBKP yanlısı küçük bir grup aydın “eylem” yapıyor, zaten eylemlerin orijinallikleri de bunun göstergesi. Başka kim ne yapıyor? DemireI ile İnönü demeç veriyorlar, SP’lilerin demeçleri ve 2000’ne Doğru’nun yayınları var. Esas destek Cumhuriyet ve Güneş gibi burjuva basın organlarından geliyor. Ve bu “eylemler” Yağcı-Sargın’ı “bıraktırtıyor”! Kim “bıraktırtıyor”? Burjuvazi. Yani, bırakılıyorlar.
TBKP, kendi burjuva konum ve tutumlarını açıkça ortaya koyuyor, burjuva hedef ve amaçlarını gizlemeden açıklıyor; ama yine de vermeye çalıştığı bir görüntü var. “eylemci”, “mücadeleci” görünmeye çalışıyor, açıktan reformcu konumunu savunuyor, ama reformları koparıp aldığını iddia ederek yine de “radikal” ya da “militan” bir görünüm vermeye çalışıyor. “Eylemci” parti! Ama bu parti 1 Mayıs öncesi yayınladığı bildiri ve gazetelere verdiği ilanlarda itidal tavsiye ediyor, “huzursuzluk çıkarmak” isteyenlere karşı, 1 Mayıs’ı adına layık bir biçimde kutlamak isteyenlere karşı ateş püskürüyordu. Yasakçılardan daha çok yasaklara uymayacaklarını açıklayanlara, 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen işçilere “toplumun huzur ve sükûna ihtiyacı var” diyordu.
Bu “eylemci” parti taraftarlarının yaptıkları “orijinal eylemler” ve İnönü ve Dem ire)’in demeçleriyle Yağcı-Sargın “bırakılınca” ne oluyor? “Toplumsal meşruiyet” sağlanmış, geriye “hukuksal meşruiyetin çözümlenmesi” sorunu kalmış oluyor. İşle TBKP Başkan Yardımcısı Mehmet Karaca’nın iddiası: “Konu dar anlamda bir TBKP olayı değildir. Demokratikleşmede bir nitel değişikliğe yol açma sorunudur.”
TBKP, bu tür “eylemcilikle”, Demirel’in tanıklığıyla vs. yasallaşınca, “hukuksal meşruiyeti” de gerçekleşince, demokratikleşmede nitel değişikliğe yol açılacak! Bu demokrasi güldürüsü, aslında şimdiden sahnelenmeye başlandı. Sözlü ve burjuva gazetelerine yansıyan TBKP propagandasında “toplumsal meşruiyetin kazanılması”, yani Yağcı-Sargın’ın “bıraktırılması” temel bir demokratik adım ve büyük bir ilerleme olarak gürültüyle lanse ediliyor. Daha “içerde” yalnızca 141-142. maddelerden tutuklu onlarca kişi var. Cezaevleri siyasi mahkûmlarla dolup taşıyor, sadece 1 Mayıs kutlamasına katıldığı için 100’e yakın işçi ve genç tutuklu. Gazeteciler sorumlu müdürler var. Açlık grevindeler. Ne demokratikleşmesi, ne adımı? Ve Yağcı-Sargın’ın düşünüp tartışma için süre bıraktığı hükümetin en ileri düzeyde bu maddelere ilişkin olarak yapmayı tasarladığı değişiklik, maddeleri TBKP’nin durumuna uyarlamak. Yani gerçekten devrimci ve Marksist fikir ve düşünceleri şiddeti içeriyor gerekçesiyle ceza kapsamında bırakacak türden bir değişiklik yoluna gitmek. Ve üstelik bu maddeler kalksa, TBKP yasallaşsa, hatta her türlü düşünceyi savunmak özgürlüğü noktasına gelinse ne olacak? Demokratikleşmiş mi olacağız? Üstelik TBKP’nin talebi kesinlikle her türlü düşüncenin savunulabilir olması değil. 141 ve 142. maddeler tümden kaldırılsa olacak olan nedir? 146 var Uğur Mumcu’nun dediği gibi. Mumcu bu maddenin uygulanmasını öneriyor gerçek Marksistlere ve devrimcilere karşı. 168 var, 159, 312 var. Bu yasanın, TCK’nın tümden değiştirilmesi, Anayasa ve Anayasal düzenin, bunun temeli olarak sınıf iktidarının değiştirilmesi olmadan bu ülke demokratikleşir mi? Hem TBKP bu noktada mı? Hayır? Onlar, kendi yapılaşmalarını demokratikleşmede “nitel değişim” olarak anlıyorlar. Zaten, DYP ve SHP ile ve hunili, telgraflı “eylemlerle” gerçek bir demokratikleşmeye ulaşılabilmesi olanaklı olabilir mi? Ülkede dağlar ve ovalarda günlerce süren silahlı çatışmalar olur ve insanlar öldürülürken, üniversitelerden, fabrikalardan, atölyelerden toplanan gençler ve işçiler ülkenin yansının köylüleri işkenceden geçirilirken TBKP yasal olsa ne olur olmasa ne olur? Böyle bir yasallaşma demokratikleşmede nitel değişikliğe yol açabilir mi? Demokrasinin kazanılması, gerçek bir nitel değişiklik ancak devrimle olanaklıdır. DYP ve SHP’nin güçlerini değil, karşı güçlerini oluşturacağı, ulusal mutabakata değil, işçi ve köylülerin, gençlerin, ulusal hareketin burjuvazi ve gericiliğe karşı, diktatörlüğe karşı mücadelesine dayanacak, düzeni değiştirecek bir devrimle olanaklıdır. TBKP ise, safını böyle bir devrim karşısında belirliyor.
Hem genel yaklaşım ve amaçlarını ortaya koyuşuyla, programı ve hedefleriyle hem de somut olarak TBKP yasallaşması-demokrasi ilişkisi ve Yağcı-Sargın’ın “bıraktırılmaları” konusundaki pratik tutumuyla.
TBKP “bıraktırılma”nın koşullarını özenle “es” geçiyor, “demokratikleşme” ve “nitel değişiklik” propagandasına hız veriyor. Bu noktada tamamen burjuva gericiliğiyle birleşiyor.
TBKP’lıler ne zaman ve hangi koşullarda “bıraktırıldılar” ne zaman hangi koşulları “demokratikleşme”de adımın koşulları olarak nitelendiriyorlar?
Burjuvazinin, uluslararası birlik-dayanışma-mücadele günü 1 Mayıs’ı savaş ilanıyla karşıladığı ve mücadeleci işçilere silahla saldırdığı, 3000 kişiyi gözaltına alıp 100’e yakınını tutukladığı koşullar mı demokratikleşmede adım atılan koşullardır? 413 sayılı Takrir-i Sükûn kararnamesiyle işçilere, emekçilere, ulusal harekete, basına… demokrasi ve sosyalizme karşı yeni bir haçlı seferi başlatılan koşullar mı demokratikleşme koşullarıdır?
İnsanların 1 Mayıs kutlamaları, üniversite özekliği gibi gerekçelerle “içeriye” alınmalarının arttığı ve -hemen tüm tutukluların bu ve benzeri nedenlerle açlık grevine başladığı- tek kişilik hücreli yeni cezaevlerinin yapımına hız verildiği koşullar mı demokratikleşmenin göstergesi sayılacak? Bu yeni cezaevleri niçin kuruluyor, yasakların kalkmasıyla “bıraktırılacak” olan insanların salıverilmesi için mi yoksa eski ve yeni koyulan yasak maddelerine muhalefet edenleri sığdıracak yeni yerler olarak kullanılmak için mi?
Yağcı-Sargın hemen 1 Mayıs sonrasında “bıraktırıldılar”. Burjuvazinin bir “demokrasi” görünümüne ihtiyacı vardı, 1 Mayıs savacı ve tutuklamalarını, 413’ü, yeni cezaevlerini, türlü baskı ve zorbalığını gözlerden gizlemek ve üstelik “demokrasi” lafazanlığı yapabilmek için. TBKP bu lafazanlığı burjuvaziden daha çok yaparak onun tam bir aleti olduğunu ortaya koymaktan başka bir şey yapmadı. 1 Mayısa işçilerin tutuklandığı, 413’lü, yeni “demokratik” cezaevli demokrasi adımını ancak TBKP “attırabilirdi” burjuvaziye. Burjuvazinin aletliği ve çoğulcu “demokratizm” TBKP’ye ve liderlerine çok yakışıyor.

Haziran 1990

Kitle Örgütleri ve Bazı Sorunları -1

“Devrim örgütlü kitlelerin eseridir.” (E.Hoca)

Ülkemizdeki kitle örgütleri ve onların sınıflar mücadelesindeki rolü aşağı yukarı 25 yıldır tartışılmaktadır. Ne var ki, bu uzun sayılacak süre içinde, genel açısından sağlıklı sonuçlara varıldığı söylenemez. 12 Eylül darbesi arkasından gelen uzun yenilgi yıllarından sonra 1960 sonları ve 1970’li yıllar boyunca süren tartışmalar hiç yokmuş gibi bugün yeniden yeniden gündeme gelmektedir.
Kitle hareketinin kabardığı ve yığınsal olarak gücünü gösterdiği dönemlerde, kendisine Marksist Leninist diyen birçok grup ve çevre kitle hareketinin erdemleri üstüne övgüler düzmekte, sadece övgüyle de yetinmeyip, bu kendiliğinden yükseliş önünde secdeye kapanıp ona uymayan özellikler yükleyerek, ideoloji, politika ve öncü partinin sınıf mücadelesi içindeki rollerini de kendiliğinden yükselen kille hareketine yüklemekten çekinmemektedirler. Ama tersi olduğunda, kille hareketi nispi bir duraklama gösterdiğinde ise; kitlelerin her şey olmadığından kalkıp, her şeyin yerine kendi küçük grubunun eylemini geçiren teoriler üretilmektedir. Hiç kuşkusuz, kitle hareketinin yükseliş ya da alçalışına göre üretilen bu teoriler bir rastlantı değildir, üreticilerinin sınıf kökeni ve revizyonizmin, troçkizmin, liberalizmin estirdiği cereyanla doğrudan ilgilidir. Ve tabii bugün ülkemizde, kimi siyasi grupların sağa, kiminin sola, hatta aynı grubun kısa bir zaman kesiti içinde bir sağa bir sola savrulmasının tarihsel kökleri de vardır. Bu yüzden dünyada ve bizde de Marksizm bütün tarihi boyunca bu tür eğilimlerle savaşmak zorunda kalarak ilerlemiştir. Daha tarih sahnesine çıkışında Marksizm, Prodhonculuğun kendiliğinden kitle hareketini her şey sayan eğilimine karşı savaşırken, Blankizmin kitlelerin mücadelesini görmezden gelen darbeciliğine karşı da savaşmak zorunda kaldı. Ama Proudhonculuk, Bakunincilik, Blankicilik gibi eğilimler, eklektik felsefi temelleri, işçi sınıfına yabancı politikaları ile Marksizm’in karşısında uzun zaman direnemediler ve nispeten kısa bir süre içinde işçi sınıfı içinde itibarlarını yitirdiler. Bu itibar yitiriş, Paris Komünü yenilgisiyle birleşince bu anti Marksist küçük burjuva eğilimler işçi sınıfı dışına düştüler. Bir dönem böylece kapandı; ama sorun ortadan kalkmadı. Hızla büyüyen işçi sınıfına, çözülen küçük burjuva tabakalardan yoğun katılım ve tekel kârının oluşmasının olanak tanıdığı işçi aristokrasisi şahsında, bu eğilimler var olmaya devam ettiler. Ama eski adlarıyla değil de, Marksizm’in yorumlanması adı altında varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. Bu eklektik eğilimler, henüz işçileşememiş işçilerle, artık işçi olmaktan çıkmış, burjuvazi ile maddi ve ideolojik bağlar kurmuş aristokrat işçi tabakasının konumuyla uygunluk içindeydi. Bu yüzden de, 1880’lerden, Bernstein revizyonizminden başlayarak eski anarşisi ve darbeci eğilimler revizyonizmin bir eğilimi olarak varlıklarını sürdürdüler. Bu tutumlarıyla, bir yandan sınıf partisini tahrip ederek onu işe yaramaz hale getirmeye çalışırken, işçi ve emekçi sınıf örgütlerini de birer bürokratik aygıta indirgemek rolünü üstlendiler. Avrupa’da, eski Marksist Sosyal demokrat partilerin reformcu birer işçi aristokrasisi partilerine dönüşmesi, işçi sendikalarının bu aristokrasiyi burjuva partilerinin platformuna taşıyan bir basamak derekesine düşürülmesi, bu çabaların sonucuydu.
Ekim Devrimi ve arkasından gerçekleştirilen 3. Enternasyonal bütün bu eğilimleri mahkûm ederek işçi sınıfı hareketinin dışına attı. Ama önce Troçkizm, sonra da Maoculuk yoluyla bu eğilimler yeni temsilciler buldular ve işçi ve emekçi sınıflar içinde, onların ideolojik ve siyasi hatlarını karartmak, sınıf partisini yozlaştırmak, emekçi yığın örgütlerini birer mücadele örgütü olmaktan çıkarmak çabalarını sürdürdüler. Troçki, Mao, Tito, Kruşçev çizgisinin temsil ettiği eğilimlerin, bugün Gorbaçovculuğun şahsında ya da onun kanalları alımda yaşıyor olması da işte bu tarihsel temel üstünde olmakladır.
Bu genel tarihsel süreç içinde, bu yazının konusu olan kitle örgütlerinde, anti-Marksist eğilimlerin oynadıkları role kısaca bakarsak şunları hemen görürüz: Marksizm, emekçi sınıfların kille örgütlerini, emekçi sınıfları en geniş biçimde birleştiren, onları burjuvazi ve gericiliğe karşı mücadeleye çeken birer direnme ve mücadele merkezleri olarak ve proletarya başta olmak üzere” emekçi sınıfların sömürü ve zulme son vermek, sınıfsız topluma ulaşmak için eğitildikleri, bunu kendi deneyleriyle öğrendikleri merkezler olarak görür. Marksizm dışı eğilimler ise; sözde Marksizm’in bu yaklaşımını reddetmeyenler de dahil, bütünü, emekçi sınıf yığın örgütlerini kendi politikalarının, kendi sınıf çıkarlarının bir aleti olarak görüyorlar; ve bu amaçlarını gerçekleştirmek için de yığınları örgütün yönetim ve denetiminin dışında tutmaya çalışıyorlar. Bernsteincilik ve Kautskicilik bunu, işçi sendikalarının başına yetenekli işçi aristokratlarını geçirerek ve sendikaları bürokratik kurumlara dönüştürerek yaptı. Sendikaları politikanın dışına ittiler ve sadece parlamento seçimlerinde kendilerine oy vermelerini sağlayacak bir “politik faaliyet” dışında politikayı sendikalara yasakladılar. Sınıfın proleter siyasetin dışına itilmesi, yani burjuva politikasının peşine takılması milyonlarca üyeyi barındıran 2. Enternasyonal sendikalarındım parçalanmasıyla sonuçlandı.
19. yy. sonlarından başlayarak; sağlık, eğitim hizmetlerinin genişlemesi ve devlet aygıtının olağanüstü büyümesi, öte yandan büyüyen bir hizmet sektörünün ortaya çıkması bu alanlarda çalışan emekçilerin de değişik kitle örgütlerinde birleşmesini getirirken, Doğu Avrupa, Rusya, Asya ve Afrika’da ki ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükselmesi, feodalizme karşı köylü başkaldırılarının yaygınlaşması değişik türden emekçi yığın örgütlerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Ekim Devrimi ile had safhaya çıkan sosyalizmin prestiji bu yeni kitle örgütlerini de Marksizm’in olduğu kadar sözde Marksistlerin de etkilerine açtı. Troçkistler, Kızıl Sendikalar, işçi ve köylü Sovyetleri içinde bölücü bir rol oynarken, Maoculuk, işçi sınıfının devrimdeki rolünü küçümseyerek sendikalara karşı ilgisiz kalmanın teorisini geliştirerek sendikalar içinde olumsuz bir rol oynadı. Maoculuk köylü yığın örgütlerini zengin köylülere ve toprak ağalarına peşkeş çekti. 1950’Ierin sonunda Kruşçevcilerin denetimine giren DSF (Dünya Sendikalar Federasyonu) reformcu bir sendika merkezine dönüşerek Amsterdam Sendikalarına karşı mücadeleyi terk etti. Kruşçevciliği izleyen dünyanın her köşesinde sözde Komünist partileri emekçi sınıf örgütleri içinde klasik revizyonizmin sendikalar içinde oynadığı role soyunarak bu örgütleri birer mücadele örgütü olmaktan çıkarıp, düzen savunucusu örgütler biçimine dönüştürdüler. Sonuçta, pek çok sayıda sendikanın ve emekçi sınıf örgütünün ya bölünmesi, ya da yığınlardan kopmuş, kof örgütlere dönüşmesi gündeme geldi. Modem revizyonizmin yığın örgütleri içindeki tahribatı son 30 yılda iyice açığa çıktı. İşlevsiz, hükümetlerle diplomatik faaliyeti tek “mücadele biçimi” sayan sendikalar, kooperatifler, birlikler vb. Ve nihayet son yıllarda ortaya çıkan, Doğu Avrupa ve SB’de en uç biçimiyle sergilenen artık işçi sınıfının amaçlarına karşı bir tutumu gizleme İhtiyacını bile duymayan liberal “dayanışmacılık”…
Yaşanan son 100 yıllık tarihsel sürece bakıldığında, sendikalar ve öteki kitle örgütleri içinde revizyonizm ve diğer anti-Marksist eğilimlerin bazen biri ötekine tepki olarak gelişen, bazen da biri ötekine dönüşen iki tutumu benimsedikleri görülüyor; birincisi, kitle örgütlerini bir bürokratik aygıta dönüştürerek, yığınları dışlama, inisiyatifli bir bürokrasinin her şeyi çekip çevirdiği, yığınların bir sürü olarak görüldüğü tutum; ikincisi yığın hareketinin kendiliğinden gelişimi önünde secdeye kapanarak ona övgüler düzme ve onu her şey sayma; ona politik bir muhteva kazandırmayı, dolayısıyla da yığın hareketi ve yığın örgütleri ile proletarya partisinin politik çizgisi arasında bağ kurmayı “bağımsızlık” adına reddetme tutumu. Bu iki tutum, görünüşle birbirine karşıt gibi görünse de, siyasi bakımdan işçi ve emekçi sınıf hareketini burjuvazinin peşine takmak, yığın örgütleri içinde bölücü bir rol oynamak bakımından aynı sonuçlarda birleşmektedirler. Dünya Sendika Federasyonu, Avrupa Sendikalar Federasyonu, Amsterdam Sendikaları birinci tümünün örneğidir, anarko sendikalist eğilimdeki Latin Amerika sendikaları ve Doğu Avrupa’daki Dayanışma ise ikinci tutumun örneğidir.
Dünyadaki bu gelişmelerden, ülkemiz işçi sınıfı ve emekçi sınıflan da etkilenmezlik edemezdi elbette, öyle de oldu: İşçi sınıfımız 1919’a kadar kendi öz partisine sahip olamadığından bütün bu gelişmelerden en olumsuz bir biçimde pay aldı. TKP’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra Şefik Hüsnü reformizminin pençesine düşmesi de işçi sınıfımızın başka bir talihsizliği oldu. Bu yüzden de, işçi ve emekçilerimiz giderek yükselen mücadele potansiyellerine karşın uluslararası işçi hareketi içindeki olumsuz mihrakların etkisine açık oldular, Bu yüzden de, süreç içinde ortaya çıkan sendikalar ve diğer emekçi sınıf kitle örgütleri daha baştan beri düzen örgütü olarak şekillendi.
Bu yazının akışı içinde sorunun çeşidi yanlarına değineceğimizden burada daha fazla ayrıntıya girmiyoruz.
Kitle örgütleri ve sınıf mücadelesindeki yeri
Devrimler ve sınıf mücadeleleri tarihi göstermiştir ki; devrimler, olağanüstü yeteneklere sahip kahramanların, bir seçkinler grubunun, ya da devrimi gerçekleştirmeye karar vermiş bir azınlığın düzene başkaldırmalarıyla başarıya ulaşamaz. Tersine, sosyalizmin büyük öğretmenleri Marks ve Engels’in dâhiyane bir biçimde ortaya koydukları gibi, insan toplumunu ileriye götüren temel itici güç, ileriye, geleceği temsil eden sınıflarla, geriye, geçmişi temsil eden sınıflar arasındaki çatışmadır, ileriyi, geleceği temsil eden güçlerin her başarısı toplumu ileri götürmede bir adımken, geriyi temsil eden güçlerin her başarısı insanlık için geriye atılmış bir adımdır. Burjuva ideologlarının toplumun ilerlemesini kahramanlara, mucitlere, peygamberlere vb. gibilerine, ya da sözde Marksistlerin, ilerlemeyi bilim ve teknolojideki büyük atılımlara bağlayan safsatalarına karşı yaşam Mark ve Engels’in çözümlemesinin doğruluğunu kanıtlamaya devam ediyor.
Bu çerçeveden “bakıldığında; burjuva toplumunda, sınıfların kendi çıkarlarını korumak için değişik biçimlerde örgütlendiklerini, bu örgütlerin temsilcisi oldukları sınıfların çıkarları doğrultusunda bir mücadele çizgisi izledikleri görülüyor. Ayrıca yaşam bir sınıfın bir tek değil, işlevleri birbirinden farklı değişik örgüt biçimleri içinde örgütlendiğini de gösteriyor. Örneğin işçiler, sendikalar, parti, işçi Sovyetleri, işçi konseyleri, grev komiteleri, yardımlaşma sandıkları, silahlı işçi milisleri vb. vb. pek çok örgüt biçimi altında örgütlenebilir, örgütleniyorlar.
Konumuz gereği bir ayrım yapacak olursak, işçi örgütlerini başlıca iki kategoriye ayırabiliriz: Bunlardan birincisi, işçi sınıfının öncü örgütü olan partidir ki; kapitalizm koşullarında sınıfın nispeten küçük bir azınlığını içine alan parti, bütün öteki işçi örgütlerinden farklı bir özelliğe ve tarihsel bir misyona sahiptir. Geri kalanlar ise birbirinden biçim, görev, bileşim vb. farklılıklar göstermesine karşın, kitle örgütleridir. Elbette bu durum, diğer emekçi sınıflar için şöyle ya da böyle geçerlidir.
Emekçi sınıfların kitle örgütleri sadece bir tek sınıfın içinde yer aldığı örgütlerden ibaret de değildir. Değişik emekçi sınıf kesimlerinin içinde yer aldığı örgütleri, işçi ve köylü meclisleri, halk milisleri, gerilla gurupları, halk cepheleri, halk ordusu vb. vb.
Demek ki, kitle örgütü dendiğinde; siyasi partilerden farklı olarak, bir sınıfın, bir tabakanın, bir kesimin azınlığını değil, kuruluş amacı doğrultusunda, bir sınıfın, bir tabakanın, bir toplum kesiminin tamamım ya da büyük çoğunluğunu içine alan (ya da alma potansiyelini taşıyan) örgütlerdir.
Yukarıdaki tanım tek başına çok şey ifade etmez. Çünkü sadece biçime ilişkindir ve tamamlanması gerekir. Tamamlanması için de kitle örgütlerinin sınıf mücadelesi içindeki yerlerini belirlemek gerekmektedir: Kule örgütleri, her şeyden önce emekçi sınıf örgütleri olarak, emekçi sınıfların çıkarlarını korumanın bir aracı olmalıdır ve amacı gerçekleştirmek için emekçilerle kendi sınıf çıkarlarını kavratacak faaliyet yürütmeli, bu çıkarları elde etmek için yığınları mücadeleye çekmelidir. Kısacası, kitle örgütleri, çatılan altına topladıktan emekçilerin azami çıkarlarını savunan bir mücadele izlemedikçe varlık nedenleriyle çelişkiye düşerler bu da onları işlevsizleştirir.
İşte Marksizm, kitle örgütlerini; kitlelerin mücadele ve örgütlenme merkezleri olarak tanımlarken bu gerçeklerden kalkmakta, bunun için de, reformcu ve ekonomist çevrelerin kendiliğinden hareketle sınırlı mücadele anlayışlarını, revizyonistlerin mücadeleyi engelleme çabalarını, kimi sözde “sol”ların yığınların mücadele gücü ve potansiyelini küçümseyen eğilimlerini, anti-Marksist eğilimlerin emekçi sınıf örgütlerini, burjuva partilerin politikaları peşine takan tutumları mahkûm etmektedir. Marksizm, emekçi sınıf kitle örgütlerinin, birer mücadele örgütü olarak, işçi sınıfı partisinin mücadele çizgisini izleyerek, temsil etlikleri yığınların çıkarlarıyla lam bir uygunluk içinde olacaklarını savunmaktadır. Elbette ki bu, gerçeğin ta kendisidir. Çünkü emekçi sınıfların baskı ve sömürüden kurtulmasının tek yolu ücretli kölelik sistemini ortadan kaldırmaktır ve bu perspektif de ancak proletaryanın öz partisinin programında bulunabilir.
Demek ki kitle örgütleri, amaçlarına uygun olarak en geniş kitleyi kucaklayacak bir genişlikte olmalıdır, ama aynı zamanda düzene karşı bir mücadele örgütü olarak kapitalist sömürü ve zulüm sisteminin tek gerçek muhalifi olan proletarya partisinin siyasi çizgisini izlemelidir. Bir kitle örgütü ancak bunun gereklerini yerine getirdiği ölçüde adına layık bir kitle örgütü olabilir.
Kitle örgütlerinin sınıflar mücadelesi içindeki yerine gelince; yukardan beri söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, kitle örgütleri sınıflar mücadelesinde ciddi bir ilerleme sağlamanın olmazsa olmazıdır. Çünkü ünlü Marksist önermede açıkça ifade edildiği gibi “devrim kitlelerin eseridir” ama burada sözü edilen kitle anarşistlerin, anarko-sendikalistlerin kastettiği gibi rasgele bir kalabalık değil örgütlü kitlelerdir. Enver Hoca’nın deyişiyle söylersek “devrim ÖRGÜTLÜ kitlelerin eseridir”. Kitleler ise, ancak kendi çeşitli kitle örgütleri içinde örgütlenebilir ve ancak kitle örgütleri aracılığı ile devrim mücadelesine çekilebilirler. Yaşamın da, her gün doğruladığı gibi, kitle örgütleri harekete geçirilmedikçe yığınları harekele geçirmek olanaksız olmaktadır. Aynı nedenle de, kitle örgütlerinin yönetim ve denetimini elerine geçirdiklerinde, reformcu ve revizyonistler, bütün işçi ve emekçi düşmanı tutumlarına karşın emekçileri burjuvazinin peşine takabilmektedirler. Bu yüzden de bugün, dünyada ve ülkemizde en hayati sorun emekçi sınıf kitle örgütlerinin burjuvazi ve onun yardakçısı revizyonist ve reformcu mihrakların denetiminden kurtarılarak sınıf mücadeleci bir çizgiye çekilmesidir dersek bir abanma yapmış olmayız.
Kitle örgütlerinin durumları
Ülkemizde modern anlamda ilk kitle örgütlerinin 1870’lerin başında kurulan işçi sendikaları olduğu biliniyor. Ama bu örgütler de belirli bir istikrar göstermiyorlar, önce Abdülhamit istibdadının, sonra da İttihat Terakkinin baskısı altında varlıkları ile yoklukları belirsiz hale geliyor. Ve bu durum Kurtuluş Savaşına kadar sürüyor. İşgal ve Kurtuluş Savaşı koşullarında kimi yerel kitle örgütlerine rastlanıyorsa da, bu mirasın Cumhuriyetle birlikle kurulan devlet içinde bir iz bırakmadan yok olduğu görülüyor. Savaş sırasında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında bir canlanma gösteren sendikalar ise, önce Takrir-i Sükûn Yasası ile sınırlanıyor. Sonra da hepten yasaklanıyor. Bu arada Türk Kadınlar Birliği, Halk Evleri ve Halk Odaları gibi kimi örgütler kuruluyor ve emekçiler buralara çekilmeye çalışıyorsa da, gerçekte bunlar, yığınların talebi için birer mücadele örgütü değil, doğrudan hükümetin denetiminde, Kemalist ideolojinin propagandasının yapıldığı yarı-resmi kuruluşlar olarak faaliyet gösteriyorlar.
İşçilerin yığın örgütü olan sendikaların yeniden kurulmaları ancak 1946’da olanaklı oluyor ve bu yıllardan sonra, Çukobirlik, Pankobirlik vb. gibi üretici kooperatifleri de faaliyete başlıyorsa da bunlar yönetim ve denetimi doğrudan devletin elinde olan birer yan KİT gibi işliyorlar. Yine bu yıllarda kurulan gençlik örgütleri de doğrudan hükümetlerin denetimlerinde olan kuruluşlar Olarak faaliyet sürdürüyorlar; özellikle Turancı ırkçılar için rahat bir ortam sağlama, anti-komünist eylemler için bir hazır güç olma işlevi ötesine geçmiyorlar.
Bugünün sorunlarına ışık tutacak ipuçları yakalayabileceğimiz yığın eylemleri ve sendikalar dışındaki kitle örgütü türlerinin 1960’tan sonra ortaya çıktığını söylersek yanlış bir şey söylemiş olmayız, ama bugün hala yaşanan kimi olumsuzlukların köklerinin 1960 öncesindeki uzun dönemde olduğu düşüncesiyle bu dönem üstünde kısaca da olsa durmakla yarar görüyoruz.
Bir önceki bölümde de belirtildiği gibi, işçi sınıfımızın tarih sahnesine geç bir dönemde çıkması ve Avrupa işçi sınıfının yaşadığı uzun ve yoğun kitle mücadeleleri içinde yoğrulmaması onun bir zaafı olarak kendini duyururken, bir sınıf partisine sahip olmaması ve işçi sınıfı adına çıkan partilerin reformcu niteliği, uluslararası işçi sınıfı hareketinin olumsuz odaklarının tutumlarının ülkeye taşınmasına yol açtı. Bu da işçi sınıfımız için mücadelenin diğer alanlarında olduğu gibi sendikaların da gerçek kimliği ile mücadelede yer almasını önledi.
TKP, 3. Enternasyonale bağlı devrimci bir parti olarak kuruldu, ama kısa bir süre sonra Şefik Hüsnü oportünizminin pençesine düşerek sınıf harekelinin o günü ve sonraki günler için olumsuz bir mihrak olarak rol oynadı.
Ş. Hüsnü ve yandaşlarının temel politikası, Kemalizm’in desteklenmesiydi ve bu sadece geçici bir politika da olmadı. Tersine, toplumun ilerletilmesinin temel itici gücü olarak görüldü. Bu yüzden de TKP, yığınları eğitmek, onları düzene karşı seferber etmek yerine yığınları hükümetleri desteklemeye ikna etmeyi esas alan bir yol izledi. Yığınlara yönelik devrimci bir ajitasyonunun örgütlenmemesi, yığınları örgütleme perspektifinin yokluğu Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren başlayıp 1960’lara kadar süren dönemde TKP’nin başlıca tutumu oldu. Parti ve örgütlenme çalışması; çok dar, işçi, aydın ve öğrenci guruplarıyla sınırlı kaldı, bunlar da sık sık sahnelenen tevkifatların konusu olması ötesinde bir anlam ifade etmedi. Ciddi, her koşul altında mücadelesini sürdürecek bir savaş örgütü yerine çevreler örgütleme, yığınlara yönelik bir ajitasyon yerine kişileri kazanarak “büyüme” anlayışı, pek çok siyasi gurup için bugün de bir hastalık olarak sürüyorsa, bu TKP’nin bıraktığı olumsuz mirasın bir sonucudur. Yığınları mücadeleye çekmek, onları kendi deneyleri temelinde eğitmek, zulüm ve sömürüyü tümden ortadan kaldıracak bir yığın hareketi yerine kimi reformlarla varolan düzeni sürdürme ve legale çıkma esas amaç olunca TKP var olan yığın örgütlerini görmezden gelme, ya da buralara “adamlarını” sokup gizlenme ötesinde yığın örgütlerine karşı bir ilgi duymamıştır.
1960 sonrası ise, başta işçi sınıfı ve gençlik olmak üzere emekçilerin kitle mücadelesinin yükselmesi, TKP, TİP, M. Belli, Kıvılcımlı gibi odak ve kişiler TKP’nin bu olumsuz mirasının taşıyıcıları oldular. Kitle Mücadelesinin görmezden gelinemeyecek kadar büyümesi bu eski TKP’li çevrelerin kitle örgütleri ve kitle mücadelesi içinde yaygınlaşması için yeni olanaklar yarattı. Sendikalar, gençlik örgütleri, öğretmen, memur mühendis vb. örgütler içinde bu reformcu-revizyonist çevrelerin görüşleri her bakımdan olumsuz anlayışlara yol açarak yerleştirildi. Daha kötüsü bu çevrelerin görüşleri Marksizm Leninizm’in görüşleri olarak anlaşıldı. Bu şekere bulanmış zehirli anlayışlar, başlangıçta mücadeleye yeni katılmış ve M-L karşı ilgi duyan çevrelerce heyecanla karşılandı. Bu da kitleler içinde olumlu bir hava yarattı, ama dıştaki şeker eriyince zehir açığa çıktı ve kitle mücadelesi burjuva kliklerin peşine takıldığı için parçalandı ve bunun kaçınılmaz, bir sonucu olarak da kitle örgütleri yozlaştı bölündü. 1960’lann sonunda başta toplumun en politize kesimi gençlik olmak üzere bütün emekçi kesimler ve onların kitle örgütleri içinde bölünmeler baş gösterdi.
Bu döneme biraz daha yakından bakarsak TKP mirasının olumsuz etkileri ve bu etkilerin kitle mücadelesi ve kitle örgütlerinde yaptığı tahribat daha iyi anlaşılır.
1960-71 Dönemi
1960’lı yıllar, 1945 sonrasının soğuk savaşına; Kruşçevciliğin tahribatına karşın sosyalizmin dünya ölçüsünde prestijinin çok yüksek olduğu yıllardır. Öte yandan, ülkemiz ilerici çevreleri ve işçi sınıfı ilk kez Marksist klasiklerle yüz yüze gelmiş, Marksizm’i, sosyalizmi büyük bir sempatiyle karşılamıştı. Öyle ki; toplumda değişiklik isleyen her eğilim ya da kişi kendini sosyalist sayıyor, çözümlemelerini Marksizm’e dayandırmaya çalışıyordu. İlerici çevrelerdeki bu tutum, bir uyanış içine giren gençlik, işçi ve diğer emekçi çevrelerde de görülüyor, herkes, gerçekte birbirine benzemese de, adına sosyalizm dedikleri bir ideal etrafında birleşmeye çalışıyordu. Bu “sosyalist” çevreler içinde bir yandan TİP hızla itibar kazanırken, kitle örgütleri içinde de genellikle sosyal-demokrat olan yönetimler “sosyalist” çevrelerin yönetimine geçiyordu. Bu durum kitle hareketini olumlu bir biçimde etkilerken örgütlerde canlılık kazanıyor mücadele içinde dana fazla bir etkinlik gösteriyordu. “Sosyalist” gençlik çevreleri bir yandan FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) içinde toplanırken, üniversite gençlisinin akademik örgütleri olan fakülte ve yüksek okul derneklerinin yönetimleri bir kaç yıl içinde büyük çoğunlukla “sosyalist” gençlerin eline geçiyordu. Öte yandan, Türk-İş içindeki kimi sendikaların yönetimlerinde d olumlu eğilimler ortaya çıkıyor, “sosyalizme” yönelişler gözleniyordu.
1960’ların ortalarından itibaren ilerici öğretmenler de, kendi kitle örgütlerini kurmak için bir çaba içine giriyorlar, 100 bini aşan bir öğretmen kitlesi TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) içinde örgütleniyorlardı.
Toplumsal hareketliliğin en geri olduğu kırsal kesimde bile üreticiler bir hareketlilik içine giriyor, ulusal çapta olmasa da kooperatif, dernek gibi kitle örgütleri içinde birleşmeye başlıyorlardı.
Küçük il ve ilçelerde ise, kültür, dayanışma vb. adı altında pek çok dernek kuruluyor, çeşitli düzen partilerinden kopan ilerciler ve “sosyalizm”den etkilenen gençler buralarda bir araya geliyordu.
Bütün bu gelişmeler TKP artıkları ve TİP reformcularının iştahını kabartmazlık edemezdi, öyle de oldu; M. Belli ve Kıvılcımlı mihrakı ortaya çıkan potansiyeli cuntacı amaçlan için kullanmaya soyunurken, TİP bu potansiyeli parlamentarizm çizgisine çekmek için yoğun bir çabaya girişti, önce dergilerde başlayan post kavgası kısa sürede gençlik kitlelerinden başlayarak bütün kille örgütlerine yayıldı. Her üç taraf için de amaç, kitle örgütlerini ele geçirerek kendi amaçları için kullanmaktı. TİP önce FKFyi böldü, sonra da yeni kurulmuş olan, ama bütün devrimci çevrelerin desteği ile hızla büyüme içine girmiş olan DİSK’le devrimci gençlik ve diğer emekçi kesimlerin aralarına nifak tohumları ekti. TİP’in bu tutumu, artık ayağını sağlam bastığını düşünen DİSK bürokrasinin de çıkarlarıyla uygun düşünce, DİSK açıkça devrimci çevrelere karşı tavır aldı. İşçilerle öğrencilerin farklı sınıfların unsurları olduğu, onların işçi sınıfına yabancılığı vb. üstün kuramlar geliştirildi. Sendika bürokrasisi, TİP-TKP revizyonizminin etkisi altına giren DİSK, mücadele yeteneğini kaybederken, sınıfta görülen DİSK’e yöneliş eğilimi de yavaşladı; giderek de (1970’ten başlayarak) DİSK’e bağlı sendikalarda kopuşlar yaşanmaya başlandı, özellikle 15-16 Haziran olaylarında DİSK bürokrasisi TİP ve TKP çevreleri işçi sınıfına karşı bir tutum içine girerek gerçek niyetlerini ortaya koydular. Bu düzen yanlısı tutumu sıradan işçiler bile fark etti ama bu fark edişten asıl zarar gören revizyonistler olmadı, DİSK ve işçi sınıfının mücadelesi oldu. Çünkü işçiler bu sefer de DİSK’ten koparak, ya tekrar TÜRK-İŞ’e dönmeye ya da bağımsız sendikalara yönelmeye başladılar. Revizyonistlerin ise, zaten sınıfı DİSK’te birleştirmek, onu mücadeleye çekmek için bir amaçları olmadığı için DİSK’in bir çekim merkezi olma niteliğini yitirmesine pek üzülmediler. “Küçük olsun ama bizim olsun” mantığı ile bildiklerini okumaya devam ettiler.
M. Belli ve Kıvılcımlı ise, kendi cuntacı amaçlan için gençliğin dinamizmini kullanmayı daha uygun bulduklarından gençlik ve onun örgütlerinde faaliyet gösterdiler. Kendi kurumlarıyla da tam bir uygunluk içinde, gençlik içinde olumlu olumsuz her eğilimi pohpohlayarak, darbeci yöntemlerle gençlik örgütlerinin tepesine kendi yandaşların yerleştirmeye çalıştılar, önce FKF, sonra da DEV-GENÇ içinde yürüttükleri faaliyetle gençliğin anti-emperyalist, anti-faşist heyecanını cuntacı amaçları doğrultusunda kanalize etmeye çalıştılar. Öğütleriyle, devrimci gençlik kesimleriyle genel olarak öğrenci gençliğin bağını kopararak devrimci gençliği öğrencilerden tecrit ettiler. Profesyonellik adına okuldan, öğrenci gençlik hareketinden kopanları, iyi niyetli genç devrimcileri kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalıştılar. Bunların büyük bir çoğunluğu kısa zamanda yozlaştı, ne yaptığı belli olmayan asalaklar haline geldi. Ama asıl olan devrimci gençlik hareketine oldu; 1967-1968 ‘de binlerce öğrenciyi, “demokratik Üniversite, “Bağımsız Demokratik Türkiye” sloganı etrafında seferber eden öğrenci gençlik örgütleri, 1970’te gençlik yığınlarından tecrit olmuş, siyasi farklılıkların tartışıldığı kulüplere dönüşmüştü. Belki tartışmaların düzeyi “çok yüksekti”, ama esasa amaç olan yığınları eğitme ve seferber etme görevi unutulmuş, kitle örgütlerini var eden amaç yok olmuştu. Kongre oyunları, entrikalar, geniş yığınlarını ‘”okulcu gençlik” olarak nitelenerek küçümsenmesi, kitle örgütlerinin ele geçirilmesi için her yolun mubah sayılması vb. politikalar gençlik örgütlerini geniş yığınlardan tecrit eti ve onların birer tabela örgütüne dönüşmesinin yolunu açtı.
Yükselen mücadeleye sözü geçen çevrelerin set çekmesi kitlelerden tepki gördü. Özellikle, o günlerde toplumun en politize kesimi olan gençlikten başlayarak, bütün emekçi kesimler içinde, TİP, TKP, M. Belli, Kıvılcımlı mihraklarına karşı bir hoşnutsuzluk hızla yayıldı. 1967’den itibaren TİP-TKP, 1968 sonlarından itibaren de M. Belli ve Kıvılcımlı mihraktan itibar yitirmeye başladılar. TİP ve TKP çevresi çok kısa bir süre içinde gençlik mücadelesinin dışına düştü, M. Belli ve Kıvılcımlı ise, bundan yararlanarak daha çok güç toplamak için gençliğin kaçınılmaz olarak ortaya çıkan yanlış eğilimleri de dâhil her şeyi destekler görünerek bir gençlik kuyrukçuluğu tutumu izlediler. Ama bir süre sonra, gençlik eylemi düşündükleri cuntanın çıkarlarıyla bağdaşmaz bir noktaya varınca, (örneğin, “Ordu-Gençlik el ele” sloganı yerine “İşçi Gençlik el ele” sloganı geçtiğinde olduğu gibi) gençlik içindeki kendi yandaştan aracılığı ile gençlik mücadelesini geri çekme, gençlik örgütlerinde bölücü girişimler yapma faaliyetine hız verdiler. Gençliğin, o günlerdeki anti-faşist kitle örgülü olan Dev-Genç içinde darbeci yöntemlerle, adam kafaya alarak, yerlerini korumaya çalıştılar; ama sonuçta başarısız oldular.
Mücadeleyi geriye çekme eğilimleri, 1967-68 mücadelesinin yetiştirdiği gerçek kitle önderlerince reddedildi. Daha sonra, siyasal platformda THKO ve THKP-C olarak yer alacak olan gençlik çevreleri mücadelede daha aktif bir rol oynamaya başladılar.
Bu ayrışma içinde, esasta TKP mirasının sürdürücüsü olan ve gençlik mücadelesini “anayasal sınırları aşan anarşist bir hareket” olarak suçlayan sağ reformcu bir çizgi olan PDA ayrı bir oluşum olarak çıktıysa da pek bir prim toplamadı bu aşamada.
Sonradan THKO ve THKP-C olarak şekillenecek olan çevre devrimci bir mücadele çizgisi savunuyor, yığınları geri çekme eğilimine radikal bir biçimde karşı çıkarak mücadelede olumlu tarafı temsil ediyordu, ama kitle mücadelesi ve kitle örgütlerinin yeri konusunda M-L ışığında çözümler getirmekten uzak olduklarından, KP’nin bu alandaki olumsuz mirasını sürdürmesini engelleyemediler. TİP-TKP-M. Belli-Kıvılcımlı çevresinin tümüyle dışlandığı durumlarda bile bu olumsuz mirası yaşamaya devam etti ve kitle örgütlerinin kitlelerden tecrit durumu, kitle örgütlerinin bir parti şubesi gibi görülmesi eğilimi ve “devrimin kitlelerin eseri” olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesi sürdü gitti. 12 Mart darbesinin yoğunlaştığı günlerde, artık Dev-Genç iyice darlaşmış, daha kötüsü geniş öğrenci kitlesiyle bağları kopmuş bir örgüt durumuna gelmişti. Fakülte ve yüksek okul derslikleriyse, bir kaç istisnası dışında işlevsiz bir tabela örgütüne dönüşmüştü.
12 Mart darbesi bu olumsuz gelişmelerin bütün sorunlarının yaşanmasını kesintiye uğrattı. Ama yaşam görüyordu, kişiler değişse de eğilimler var olmaya devam ediyordu. Ve 1973’ten itibaren kitle mücadelesi yeniden yükselip, kitle örgütleri yeniden rağbet kazandığında TKP mirasının yol açtığı olumsuz sonuçlar yeni koşullar altında yaşanacaktı.
Kısa özetten de anlaşılacağı gibi, TKP’nin, 1920’lerden 1960’a kadarki, kitle mücadelesini önemsemeyen, kitle örgütlerini yok sayan ya da buraları sadece adamlarını gizlemek için kullanılan “mevziler” olarak görme tutumu 1960’lara onun devamcıları tarafından taşındı. Ve aşağıda ifade edilen sonuçlara yol açtı:
* TİP ve TKP artıkları DİSK içindeki faaliyetleri ile DİSK’in 1967, 1968 yıllarında biçimlenen mücadele çizgisini geriye çekerek işçi mücadelesini reformcu bir platforma hapsettiler. DİSK ve bağlı sendikaların devrimci-demokrat çevrelerle bağını kopararak sendikaların salt ekonomik mücadeleyle ilgilenmesi yolunda öğütlerde bulundular. İşçilerin sadece kendilerine oy vererek siyasi mücadeleye katılmış sayılacakları konusunda görüşler yaydılar. Bu anlayışlar, sendikaların aktif bir bürokrasi, pasif işçi tabanı biçimindeki geleneksel yapılanlarına güç verdi. Yoğun mücadelelerle DİSK’e geçen sınıfın en mücadeleci kesimlerini sendikal mücadelenin dışına itti. Sonuçta bu gelişmeler, DİSK’in mücadeleci sendika merkezi olma doğrultusunda gelişen eğilimini tersine çevirdi ve ona, 1970’lerde dahi iyi gözlenecek olan bürokratik bir sendika merkezi olma niteliğini yükledi.
İşçiler içinde Leninist bir çalışma yürüttüğünü iddia de Kıvılcımlı çevresi ise, eski TKP anlayışına uygun olarak kendisine bağlı dar işçi gurupları oluşturmayı işçi sınıfı içinde çalışma olarak lanse ederken, sınıfın yürüyen mücadelesine sırt çevirdi, sınıfı kazanmaya, sendikaları birer mücadele merkezi yapmaya hiçbir zaman yönelmedikleri gibi, kendilerine bağlı kimi küçük sendikalar kurarak anarko-sendikalizmin Türkiye temsilcisi olma görevini üstlendiler.
M. Belli ve çevresinin sınıfla ilgisi hemen hiç yoktu. İleri işçileri (kendisine yakınlık duyanları demek daha doğru) işçi derneklerine çekerek sınıfla ‘”birleşmeye” çalıştılar. Ama sınıfın mücadelesi, sendikalar, mücadelenin sorunları vb. hiç bir zaman bu çevrenin sorunu olmadı.
Elbette bütün bu çevreler iş lafa gelince sınıf adına konuştular, yazdılar; ama bunu sınıfın çıkarları doğrultusunda değil, TİP ve TKP çevresi parlamentarizmde, M. Beli ve Kıvılcımlı çevresi ise cunta hesaplarında sınıfın gücünden yararlanmak için yaptılar.
* Bu çevrelerin gençlik ve diğer emekçi kesimlerin kitle örgütleri içindeki faaliyetleri de çok farklı olmadı.
TİP ve TKP çevresi özellikle gençlik, memur-öğretmen-mühendis kitle örgütleri içinde onların mücadelesini parlamentarist bir çizgiye çekerken, bu kesimlerin kitle örgütleri içinde yuvalanarak, bu örgütleri kendi parti şubeleri gibi kullanmaya çalıştılar. Farklı görüşlerin tartışılmasını engellediler, bu örgütlerin devrim ve demokrasi mücadelesine yönelmelerinin önüne set çektiler. Özellikle meslek örgütlerinin sadece üyelerinin ekonomik çıkarlarıyla uğraşan örgütler olarak kalması için çaba harcadılar.
Kıvılcımlı çevresi, yönetimine sızdığı kadar Dev-Genç içinde de yer alırken, asıl gücünü “İşsizlik ve Pahalılıkla Mücadele Derneği” adını verdikleri, olmayan bir partinin şubesi olan ne olduğu belirsiz derneklere çektiler. Ancak, 1970’den itibaren, dirsek temasında oldukları cuntanın ihtiyaç duymasından olacak, gençlik içinde bir faaliyet içine girme çabalarını yoğunlaşırdılar. Bu alandaki en aktif faaliyetleri de 12 Mart cuntasını desteklemek için gençliğe çağrılar yapmak oldu. Mühendis, öğretmen vb. kitle örgütleri içinde ise, faaliyetleri yönetimlere adam sızdırmaktan ibaret oldu.
M. Belli için, esas alan, öğrenci gençlikti. Bütün zehirlerini bu alana yayarak oradan başka kesimlere yayılma stratejisini benimsemişti. Bu yüzden de TKP’nin, kitle mücadelesini reddeden, kitle örgütlerini kendi amacı için bir alet olarak gören anlayışı daha çok M. Belli’nin ve onun yakın çevresinin şahsında gençlik örgütlerine taşındı. Darbeci yöntemlerle yönetim ele geçirme, gençlik önderleriyle kafa-kol ilişkisine varan “kazanma” bu çevrenin başlıca özelliği olarak bu örgütler içinde yaşam buldu.
Sonradan THKP-C- THKO olarak politik sahneye çıkacak olan kesimler ise, dönemin asıl gençlik mücadelesi yükünü çeken kesimlerdi. Döneme ilişkin olumlu ne söylenecekse onların başarısıydı, dahası bu kesimin önde gelenleri TKP revizyonizminin içinden gelmemiş olmanın erdemlerini taşıyan, mücadele içinde yetişmiş gerçek önderlerdi, ama ne niyet, ne öndelik özelliklerinin niteliği, ne de mücadele için yanıp tutuşmaları, kitle mücadelesi ve kitle örgütlerinin içine itildikleri durumu çözümlemeye yetmedi. Çünkü sorun ideolojik bir sorundu ve TKP revizyonizmi ideolojik planda reddedilmedikçe aşılamazdı. O günkü M-L birikimi ise bunu başaracak düzeyde değildi. Bu yüzden de onlar, pratikçiler olarak, kitle mücadelesini ve devrimde kitle örgütlerinin rolünü küçümseyen bir tutum alarak bunun teorisini yapmak zorunda kaldılar.
PDA çevresi ise, kitlelerin her ileri atılımını engellemeye çalışarak, dönem içinde en olumsuz konuma düştü. Aşırı sağdan Lin Piao’culuğa kadar savrulduğu halde, kitle mücadelesinin “anayasa sınırları içine çekilmesi” politikasından vazgeçmedi. Ş. Hüsnünün sadık bir izleyicisi olarak, hakların mücadele ile değil egemen sınıflara klikleri arasındaki çatışmadan elde edilebileceği görüşünü savundular ve her zaman gericiler arasındaki çatışmada destekleyecek bir yan arayıp buldular. Bu da onları kısa zamanda yükselen kitle mücadelesinin dışına düşürdü. Kitle örgütleri içinde de bir varlık olamadılar.
* 1960’lı yıllar boyunca, Türk-İş, açık sınıf işbirlikçisi tulumunu sürdürdü, bürokratik yapısını daha da sağlamlaştırdı. Yükselen grevlere karşı açıkça karşı bir tutum aldı. Kendine bağlı sendikaların grevlerini bile desteklemedi, kırmaya çalıştı. Az-çok mücadele eğilimi gösteren sendikaları ihraç ederek geride kalanlara gözdağı vermeye çalıştı. Sendikalar içindeki her tür muhalefeti cezalandırarak ortadan kaldırmaya çalıştı. Bu sınıfa karşı tutum ve kabul edilemez boyutlara varan anti-demokratik uygulamalar Türk-İş’in parçalanmasıyla sonuçlandı ve 1967’de DİSK kuruldu. Bu zaten parçalanmış olan sendikal harekelin bir kez daha parçalanmasıydı, ama TÜRK-İŞ ağalan az çok mücadeleden yana tutum alan sendikalardan kurtuldukları için daha da rahatlamışlardı. Bu yüzden de TÜRK-İŞ ağaları 1967’den itibaren daha pervasız bir düzen yanlısı çizgi izlemeye başladılar.
Türk-İş örgütsel bakımdan, TKP geleneğinin etkisi dışındaydı, ama kuruluşundan başlayarak Amerikan sendikacılığının yakın desteği ile şekillenmiş olduğundan çizgisi bakımından olduğu kadar örgütsel yapılanış olarak da işçi sınıfına yabancıydı. Görünüşle yapılan seçimlerde yönetimin göstermediği bir adayın seçilmesi olanaksızdı. Hele merkez delegeleri tümüyle genel merkezlerin adamları tarafından belirleniyor, “tüzük gereği” delegelerin büyük çoğunluğu ise atanmış “delegelerden” oluşuyordu. Bu yüzden de seçim kazanarak Türk-İş ve bağlı sendikaların yönetimlerine gelmek olanaksız gibi görünüyordu. Bu da; işçilerde, bir boş vermişlik duygusunu geliştiriyordu. Bu görünüş, işçi mücadelesinin olanaklarını tanımayan 1960’ların genç devrimcilerinin gözünü korkuttuğundan Türk-İş tabanında herhangi bir çalışmaya yönelme isteği gözlenmedi bu yıllar boyunca. Koltuklarından bir endişe duymayan TÜRK-İŞ ağaları ise, sınıfa karşı pervasız tutumlarını sürdürürken artan maddi güçleriyle de bürokrasiyi genişletip etkinliğini artırmaya sürdürdüler.
1971-80 Döneminde Küle Örgütleri
1971,12 Mart darbesine doğru gelirken, kitle örgütleri yukarda saydığımız nedenlerden dolayı zaaflar içindeydi. İşçi sınıfımızın en dinamik kesimlerinin içinde yerde aldığı DİSK, 15-16 Haziran olaylarında işçi mücadelesinin karşısında yer aldığı için ve giderek mücadeleyi engelleyen bir merkez olduğu ortaya çıkmasıyla sınıfın eski güvenini yitirmişti. Devrimci öğrenci gençliğin örgütü olan Dev-Genç eskisine göre güç yitirmiş, özellikle öğrenci gençlik yığınlarından tecrit olmuştu. Akademik nitelikteki öğrenci örgütleri ise ya fiilen işlemez durumdaydı, ya da kapatılmıştı. 15-16 Haziranla zirveye ulaşan kitle mücadelesi düşüş eğilimine girmişti.
Öte yandan başta M. Belli ve Kıvılcımlı çevresi olmak üzere Cuntacı kesimler an meselesi olan bir “sol cunta” ile her şeyin düzeleceği, demokratik ve bağımsız bir ülkeye kavuşulacağı hayallerini pompalıyorlardı.
Bu ortamda 12 Mart darbesi gerçekleşti. Daha darbeden bir kaç saat sonra DİSK, TÜRK-İŞ, TÖS cuntayı selamladılar. Ülkeyi uçurumun kenarından kurtaran ordunun tarihi görevini yerine getirdiğini söyleyerek onu kayıtsız koşulsuz desteklediler. Dev-Genç bile, bir bildiri ile cuntayı destekleyerek, gerçekleştirilmesini istediği bir takım talepler sıraladı.
Kıvılcımlı ve M. Belli çevreleri ise, 8 Mart’ta kendi cuntalarının engellenmesine karşın, kendi cuntaları içinde yer alan Gürler ve Batur’un cuntanın en üst kademesinde olmasından umutlanarak 12 Mart darbesini sevinçle karşıladılar. O günlerde cuntaya tek karşı çıkış THKO’dan geldi (CHP’nin Ecevit kanadı ve TİP yönetimi de darbeye karşı çıktı, ama karşılıkları darbenin parlamentoyu geri plana itmesiydi.). Cunta faşist generallerin bir darbesi olacak nitelendi. Ama THKO’nun ne kitleleri cuntaya karşı seferber edecek kitle bağları vardı, ne de böyle bir perspektifi. Bu nedenlerle de, 12 Mart darbecileri ciddi bir muhalefetle karşılaşmadan yerlerine yerleşip amaçlarını gerçekleştirecek bir programı uygulamaya soktular. Grevler ertelendi, sendikalara faaliyetleri kısıtlandı, öğrenci örgütleri, Dev-Genç ve TÖS kapatıldı. Devrimcilere karşı bir sürek avı başlatıldı. Toplu tutuklamalar, işkence, idam ve katliamlar sürdü gitti.
Ancak 1972 sonlarında kitle mücadelesinin yeniden bir yükseliş sürecine girmesiyle birlikte sendikalar içinde demokratikleştirme mücadelesi yeniden gündeme gelirken, kapatılan kitle örgütleri yerine yenilerinin kurulması için çabalar da başladı. Önce devrimci gençlik çevrelerinin oluşturduğu Dev-Genç, YDGD, İYÖKD-AYÖD (YDGD- Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği, İYÖKD- İstanbul Yüksek Öğretim Kültür Derneği, AYÖKD- Ankara Yüksek Öğrenim Kültür Derneği) vb. dernekler kurulurken, TÖS’lü öğretmenler TÖB-DER’i kurdular. Sağlıkçılar, memurlar, teknisyenler vb. kesimler kitlelerinin küçük bir kısmını kapsasa da, kendi kitle örgütlerini kurmaya yöneldiler.
1975’te anti-faşist mücadelenin, faşist saldırılarla geriye atılmaya çalışıldığı koşullarda, çok sayıda emekçi kesim kitle örgütü kurulmuş, az çok bir mücadele potansiyeli taşır hale gelmişti.
12 Mart darbesi M. Belli ve Kıvılcımlı çevresi tarafından savunulan ordunun devrimci bir güç, hatta devrimin esas vurucu gücü olduğu yolundaki hayalleri tuz-buz ettiğinden, bu kesimlerin kitleler üstünde pek bir etkinliği kalmamıştı. M. Belli çevresi bir ahbap çavuş topuluğu olarak kalırken, Kıvılcımlı çevre Kıvılcımlının yeni yorumları doğrultusunda cuntacılıktan Troçkizme kadar değişik fraksiyonlara bölünmüştü. 1960’ların mirası, THKO ve THKP-C’nin gençlik kesimlerince temsil ediliyor, öğrenci gençlik mücadelesi bu çevreler etrafında toparlanıyordu.
DİSK bürokrasisi 12 Mart terörünün ve yasaklamalarının yarattığı ortamdan yararlanarak 1971-72 boyunca yönetime muhalefet eden işçi önderlerini patronlar ve sıkıyönetimle işbirliği içinde tasfiye etmişti. Böylece DİSK üst bürokrasisi TİP-TKP-CHP yandaşlarından oluşan bürokratik bir kast olarak kemikleşti.
TÜRK-İŞ bürokrasisi ise; darbecilerle tam bir işbirliği içinde olmuştu. İzlediği politikalar zaten o kadar düzen yanlısıydı ve yapısı öyle bir bürokrasi üstünde oturuyordu ki, 12 Mart darbesi ile hiç bir uyumsuzluk göstermedi. Bu yüzden de darbe dönemini, ciddi bir çalkantı geçirmeden, burada sözü edilecek bir değişikliğe uğramadan geçirdi.
1970’lerin bu ilk yarısında, kitle örgütlerinin durumuna ilişkin saptamalardan sonra, şimdi tekrar döneme ilişkin gelişmelere dönmemiz gerekiyor. Çünkü kitle örgütlerine ilişkin söylenecek şeyler ancak mücadelenin canlı tablosu içinde anlam kazanabilir.
12 Mart darbecileri “ülkeye ebedi bir huzur getirecek” kapsamlı bir programı gerçekleştirmeyi amaçlıyorlardı. Bunun için kapsamlı bir anayasa değişikliğine giriştiler. Anayasanın 40 maddesinde değişikliğe giderek, diktatörlüğün zaaflarını gidermeye çalıştılar. Öte yandan da, “devletin yardımcı gücü” olarak gördükleri sivil faşist güçleri açıkça ya da el altından destekleyerek onların güçlenip silahlanmasına olanak tanıdıar. Bu programın gerçekleştirilmesine paralel olarak; kitle örgütlerini ya resmen kapatarak ya da faaliyetlerini yasaklayarak, devrimci siyasal örgütleri dağıtarak, devrimci kitle ve siyasi önderleri katlederek, tutuklayarak ülkenin uzun yıllar “dikensiz gül bahçesi” olacağı bir “gelecek” kurmayı amaçladılar.
Elbette Cunta ve onun arkasındaki egemen sınıflar, amaçlarının bir bölümünü gerçekleştirdiler, ama sınıfların var olduğu bir yerde “dikensiz gül bahçeleri” olanaksızdı. Daha cunta ipleri elinde tutarken bile kıpırdanmalar başlamıştı. Cunta’nın “işlerini bitirmeden” siyaset sahnesinden çekilmek zorunda kalması da bu kıpırdanışların büyümesindendi. 1972 sonlarından itibaren, işçi ve gençlik eylemleri önce yavaş yavaş, sonra hızla yükselmeye başladı. Ecevit’in kan verdiği yeni CHP reformizmi de bu yükselişi önleyemedi. Gerçi Kıbrıs’ın işgali sonucu olarak yükselen şovenizm dalgası kitle mücadelesini biraz geriye ittiyse de, 1975 başından itibaren mücadele dalgası yeni bir ivme kazanarak hızlandı, İşçi grevlerine eşlik eden öğrenci gençlik mücadelesi hızla yükseliyordu. Ama bu yükseliş her adımda 12 Mart darbecilerinin koyduğu iki engelle karşılaşıyordu; bu engellerden birincisi, özgürlüklerle ilgiliydi: Grev, gösteri, yürüyüş vb. gibi eylemlerini yasal bakımdan gerçekleştirilmesi pek çok engelle zorlaştırılmıştı. Kitle örgütlerinin siyasete katılması yasalarla engellenirken, bunların kurulması ve yasal bir statü kazanması güçleştirilmiş, polis ve idarenin bunları denetimi ve faaliyetten men edilmesine ilişkin olarak yetkilileri sınırsız olarak artırılmıştı. Darbecilerin ve arkasındakilerin, olası bir kitle mücadelesine karşı düşündükleri ikinci engel ise sivil faşistlerin güçlendirilmesiydi: Yükselen kitle mücadelesi birinci engeli nispeten kolay aşıyordu, ama sivil faşist güçlerin MİT, Kontrgerilla ile işbirliği içinde düzenledikleri profesyonelce saldırıları aşmak kolay olmayacaktı. Bu yüzden de, 1975 başlarından başlayarak kille mücadelesinin başlıca handikabı sivil faşist çetelerle mücadele oldu. TKP mirasının bu alanda yaşayan eğilimleri bu mücadelenin kendine özgü koşulları altında biçimlendi.
Eski yanlışların yeni koşullarda, yeni biçimler altında nasıl ortaya çıktığını görmek için mücadele ve örgütler içinde yaşananlara biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Bunun için ise, kitle örgütlerini iki başlık altında incelemek, sorunun anlaşılması için, daha yararlı olacaktır: Sendikalar dışında kalan kille örgütleri ve sendikalar olarak.
Sendikalar dışındaki kitle örgütleri
1973 başlarından başlayarak; yüksek öğrenim öğrencilerinin akademik ve anti-faşist nitelikteki kille örgütleri, semtlerde, taşra il, ilçe ve kasabalarda büyük çoğunluğu anti-faşist nitelikte dayanışma ve kültür dernekleri, öğretmen, memur ve hizmet sektöründe çalışan çeşitli türden emekçilerin mesleki örgütleri, üretim ve tüketim kooperatifi biçimindeki köylü örgütleri, liseli gençliğin anti-faşist nitelikteki örgütleri 1960’lı yıllarda görüldüğünden daha yaygın bir biçimde ortaya çıktı. Kitle mücadelesinin gelişmesine paralel olarak da bu örgütlerin kitlesel niteliği ve mücadele yeteneği artıyordu. Başlangıçta her şey olumlu bir doğrultuda gelişiyor gibi görünüyor, yığınların uyanan kesimleri aynı örgüt çatıları altında birleşiyordu.
Bu durum gerici güçlerin gözünden de kaçmıyor olmalı ki; yükselen anti-faşist, anti-emperyalist mücadeleye karşı polis ve MİT’in yanı sıra sivil faşist çeteler, üniversite ve yüksek okullardan başlanarak, seferber edildi. Silahlandırılmış sivil faşist çeteler, öğrenci gençlik önderlerinin yanı sıra öğrenci kitlelerini de hedef gözetmeksizin saldırıya geçtiler. Profesyonelce işlenen cinayetlerin failleri belirsiz kaldı. Bu, öğrenci kitleleri üstünde korkuyu yaygınlaştırırken, faşist cinayet şebekelerinin cesaretini artına bir rol oynadı. Her şeye karşın öğrenci kitleleri kendi örgütlerine sahip çıkmaya, birleşerek mücadele etmeye devam ettiler. Ama bir yandan devlet terörünün artması, öte yandan faşist çetelerin saldın hedeflerini genişleterek baskıyı artırmaları karşısında gençlik örgütleri doğru politikalar geliştirmekte yetersiz kaldı; çözümsüzlük eski hastalıkların su yüzüne çıkmasının vesilesi oldu, mücadeledeki çözümsüzlükler örgütsel yapıyı zorlamaya başladı. Bu örgütler için iki yol görünüyordu; ya iç işleyişlerini örgütün kapsayacağı en geniş kitleyi kavrayacak biçimde demokratikleştirecekler ve bir kitle mücadele örgütü olarak mücadelede yerlerini alacaklar, ya da bölünerek bir ya da bir kaç gurubun dar çevre örgütüne dönüşeceklerdi. O zamanlar, özellikle büyük kentlerdeki öğrenci gençlik örgütleri içinde çoğunlukla olan DY çevresi, soruna faydacı bir biçimde yaklaşarak, kendini diğer siyasi gurup çevrelerine göre daha avantajlı yapacağını sandığı bir yol tutarak, “demokratik merkeziyetçilik” ilkesini, herkesin çoğunlukta olana tabi olacağı biçimde yorumlayarak, hangi birimde kim çoğunluktaysa onun faaliyetine herkesin tabi olması gerekliği biçimde bir tez öne sürdü. Böylece bütün siyasi grupların görüşlerini propagandasını yasaklıyordu. Buna karşı çıkan, sonradan YDGF içinde örgütlenecek gençlik kesimleri ve diğer bazı guruplar, “propaganda ve ajitasyonda özgürlük, eylemde birlik” olarak ifade edilen, örgütün içinde her kişi ve gurubun kendi görüşlerini propaganda edebileceği, ama eylem içinde çoğunluğun kararına uyulacağı biçimdeki doğru ilkeyi savunuyordu. Bu; bu örgütlerin, demokratik niteliğinin vazgeçilmez koşuluydu. Eğer demokrasi için mücadele ettiği bir örgüt çatısı altında insanlar (ve tabi siyasi guruplar) kendi görüşlerini ifade edemiyorsa, bu örgüt demokrasi için nasıl mücadele edecekti?
Grup çıkarları yerine mücadelenin çıkarlarını koyabilen her gurup bu çıplak gerçeği görebilirdi, ama İYÖKD çoğunluğu bunu göremedi, görmek istemedi. Uzun tartışmalardan bir sonuç alınamadı, üstelikte azınlığı susturmak için şiddet yöntemleri de işin içine girince, İYÖKD kaçınılmaz bir biçimde bölündü. Az çok etkinliği olan siyasal guruplar İYÖKD’den koparak ayrı örgütler kurdular. Gençliğin anti-emperyalist anti-faşist örgütü örgütsel bütünlüğünü yitirdi. Üstelik böyle bir bütünlüğe en çok ihtiyacı olduğu koşullarda oldu bu. Bu parçalanma kendisini kısa zamanda bütün ülke düzeyinde duyurdu; taşra il ve ilçelerindeki anti-faşist anti-emperyalist kitle örgütleri de bölündüler, ayrı merkezler etrafında örgütlenen dört ayrı federasyon ya da bağımsız birçok birim örgütü ortaya çıktı. (TKP, Aydınlık çevresi daha baştan ayrı gençlik örgütü kurarak gerek kitle örgütlerinin, gerekse anti-faşist mücadelenin dışında yer aldıklarında onların faaliyetleri üstünde bu bölümde ayrıca durmayacağız. İGD, DGBB, İLD, İKD, DLB birer çevre örgütü olarak doğdu ve öyle de kaldı.
Örgütsel yapının parçalanması gurupçuluğu kışkırtan bir etken oldu: özellikle faşistlerin etkinliğinin az olduğu, anti-faşist hareketin nispeten güçlü olduğu birimlerde, guruplar arası çatışma daha da yıkıcı oldu, bazen birbirlerine karşı silah kullanmaya varan çatışmalar ortaya çıktı, özellikle kimi gruplar, grup çıkarlarından öte bir şey görmez oldular.
Örgütün kendi içinde demokrasiyi yok eden düşünce yığınlara yönelik olarak geniş öğrenci kitlesinin taleplerine karşı ilgisizlik olarak kendini gösterdi. Anti-faşist mücadele ile akademik talepler arasında bağ kurulamayınca, anti faşist örgüde öğrenci kitlesi arasındaki bağ zayıfladı, koptu, iki mücadele arasında bağ kurmayı başarmak yerine, kolay yol seçilerek, faşistlere ve faşist diktatörlüğe karşı dar bir anti-faşist grubun mücadele etmesinin teorisi yapılarak, çatışmanın devrimcilerle faşistler arasında bir düelloya dönüşmesinin yolu açılmış oldu. Bundan da en çok faşist çeteler ve diktatörlük yararlandı.
Bir yandan kitle örgütünün tek bir gurubun örgütüne dönüşmesi, öte yandan kitle örgütü ile geniş yığınların ve onların gündelik taleplerinin ilişkisinin kavranamaması seçmeci bir anlayışın yerleşmesine de hizmet etti. Anti-faşist kitle örgütüne girişler için yazılı olmayan “ilke’ler kondu. Kişinin “ben bu örgüte girip mücadele etmek istiyorum” isteğini göstermesi örgüte girmek için yetmez oldu; “içki içiyor mu”, “diskoteğe gidiyor mu”, “süslenip püsleniyor mu”, vb. gibi ahlaki ilkelere bakılarak üye alınmaya başlandı. Özellikle büyük iller dışındaki kitle örgütlerinde salt “ahlaki” nedenlerle pek çok anti-faşist unsur bu örgütlere giremedi, ya da girenler örgütlerden atıldı. Devrimci ahlak adına çoğu zaman feodal ahlak değerleri savunulacak kadar iş ileriye götürüldü.
Bütün bu “zorlukları aşarak” kitle örgütüne girmeyi başaranların birçoğu da orada kalmayı başaramıyordu: Her hangi bir eyleme “geçerli bir mazeret” göstermeden katılamayanlar, korkaklık, yılgınlık gibi en son yapılabilecek suçlamalarla dışlanıyordu. Oysa kitle örgülü doğası gereği değişik bilinç ve kararlılıktaki insanları barındırıyordu ve üyelerin bütününden aynı kararlılık ve bilinçle mücadeleye katılması beklenemedi. Çünkü bu insanlar başka bir yerde eğitilmeden oraya geliyorlardı. Kitle örgütünün görevi ise, onları eğitmek, bilinç ve kararlılıklarını artırmaktı. Ne var ki, onlar bu görevin gereğini yerine getirerek, geri üyeleri eğitip ilerletmek, geri unsurları süreç içinde kazanmak yerine onları dışarı atıyordu.
Yukarda sözü edilen yanlış eğilimler, örgütlere, hatta aynı örgülün şurada ya da buradaki şubesine, bu yerlerdeki yöneticilerin bilinçlerine göre nispi farklılıklar gösteriyorsa da hemen bütün anti-faşist örgütlerin ortak eğilimleriydi. Yani sorunlar bir yanlış uygulamadan değil, ideolojik zaaflardan kaynaklanıyordu. Bunun kökeni ise, yazının başından beri belirtildiği gibi 1960’lı yıllar boyunca gençlik hareketine taşınan TKP’nin olumsuz mirasının aşılmamış olmasıydı.
TKP’nin kitle mücadelesini önemsememe ve kitle örgütlerini düzene karşı kitleleri mücadeleye çeken örgütler olarak görmeme tutumu, 1970’lerde kendisini böyle ortaya koyuyordu: Anti-faşist bir kitle örgütünün, çok değişik siyasi farklılıklardan anti-faşistleri bir araya getirme özelliğinin onun asli özelliği olduğu gerçeğini görmeyenlerin bu örgütler içindeki siyasi farklılıklar arasındaki mücadelenin kaçınılmazlığını, hatta bu mücadelenin örgütün canlılığının bir ifadesi olduğunu anlaması beklenemezdi. Ya da, bu anlayışların kitle örgütünün varlık nedeninin, geniş yığınları anti-faşist mücadeleye bağlamak olduğunu, bu yüzden de en geniş kitleleri mücadeleye çekecek yol ve yöntemleri bulmaları beklenemezdi. Bu nedenledir ki, YDGF de dâhil hiç bir anti-faşist örgüt yığınları anti-faşist mücadeleye kazanma, faşist çetelere ve diktatörlüğe karşı yığınları seferber etme görevini layıkıyla yerine getiremedi. Gençlik kitlelerinin gündelik talepleriyle özgürlük mücadelesi arasındaki bağı yakalayarak onları demokrasi uğruna mücadeleye çekemedi.
1970’lerin sonlamda “yeni tipte” anti-faşist kitle örgütleri olarak lanse edilen Direniş Komiteleri (DK) de esas olarak yukarda sözünü ettiğimiz yanlış kitle mücadelesi ve kitle örgütü kavrayışı yüzünden bir kitle örgütü olamadı, sadece kurucularının katıldığı bir “kitle örgütü” olarak kaldı.
TÖB-DER, TÜM-DER vb. diğer emekçi sınıfların kitle örgütlerinde de durum çok farklı değildi. Yönetimi ele geçirenler, yönetimden ayrılmamak için üye kayıtlarıyla oynamaktan, ihraçlara, muhalif gurupların faaliyetini yasaklamaktan şube fesihlerine kadar her yolla kitle örgütünü kendi denetimleri altında tutmaya çalıştılar. Çoğu zaman da bu yöntemler başarılı oldu. Tıpkı gençlik örgütlerinde olduğu gibi bu örgütler de reformcu ve revizyonist çevrelerce kendi parti şubeleri gibi kullanıldı. En önemlisi de bu örgütü yönetenlerin devrimcilikleri sadece konuştukları zaman akıllarına geldi, ama pratikte bu örgütleri anti-faşist mücadelenin dışında tuttular.
Görünüşte bu örgütlerin bir kaç parçaya bölünmemiş olması bir basan gibi görülürse de, gerçekte bu örgütler de çok parçalıydı, daha da kötüsü giderek mücadelenin önüne engel haline gelmiş, antifaşist ve ekonomik mücadelede işlevsizleşmişlerdi.
Sendikalar
1972 sonlarından başlayarak yeniden yükselişe geçen kitle mücadelesi sendikal alanda daha da belirgindi.
1971-72 yıllarında en düşük düzeye inen grevci sayısı 1973’ten başlayarak hızlı bir artış eğilimi gösterdi. CHP reformizminin etkisi ve Kıbrıs savaşı bu yükselişi biraz kesintiye uğrattıysa da 1975’te grevler yeniden yoğunlaştı. 1976 ise uzun grevler yılı oldu. 1980, 12 Eylül darbesine kadar da her yıl bir önceki yıla göre daha çok işçinin greve çıktığı yıllar oldu.
Daha önceki bölümlerde, çeşitli vesilelerle, 1970’ten itibaren işçilerin DİSK’e yöneliş eğiliminin tersine de işlemeye başladığım belirtmiştik. 1970’li yıllar bu eğilimin gerçek olduğu yıllar oldu. Bir yandan Türk-İş’ten koparak DİSK’e katılımlar olurken, öte yandan -aynı yoğunlukta olmasa bile- DİSK’ten kopuşlar gerçekleşti. 1970’li yıllar boyunca, bir yandan bu kopuşların beslediği, öte yandan sendikasız işyerlerinde, patronların işbirliği ile kurulan korsan “bağımsız” sendikaların sayısı hızla arttı. Bu tür sendikaların sayısı 1980’e gelindiğinde 900 dolayına ulaşmıştı. Ama ister Türk-İş, ister DİSK, isterse bir “bağımsız” sendikada olsun işçiler için sonuç pek fazla değişmiyordu. Daha iyi bir sendika olur umuduyla sendika değiştiren işçiler, yeni sendikada aradığını bulamıyordu. Sorun da hep aynıydı: bin bir vaatle işçiyi kendi sendikalarına çeken sendika ağaları, işçiden uslu durmasını, sendikanın dediklerinden çıkmamasını, “anarşist” ve “goşist” çevrelerin kışkırtmasına uymamasını, sendikanın haklarını en iyi biçimde koruyacağını vb. söylüyorlardı. Ama iş yönelime gelmeye ve patronlara karşı hak istemeye geldiğinde sendikacılar işçiyi dıştalıyor, her şey sendika bürokrasisi ve patronlar arasında olup biliyordu. Hele anti-faşist mücadele söz konusu olduğunda sendikalar var güçleriyle işçileri bu mücadelenin dışında tutmayı bir ilke olarak benimsemişlerdi. Faşist saldırılar işçileri hedef alıp; ilerici, devrimci işçiler katledildiğinde, ya da patronların uşağı olarak, faşist çeteler işçi direniş ve grevlerine saldırdığında bile sendikacılar, olayı bir polisiye olarak kınamakla yetiniyordu. Dahası Türk-İş’e bağlı birçok sendika ile çok sayıda “bağımsız” sendika faşist çeteleri el altından ya da açıkça destekliyor, onlara para silah ve militan sağlıyorlardı. MİSK gibi sendika denmeyecek faşist örgütlerin faşist çetelerle nasıl içli dışlı olduğunu burada söylemeye bile gerek yok.
1970’li yıllar boyunca sayısız grev ve direniş yaşandı, bu eylemlere yüz binlerce işçi katıldı, ama sonuç hep patronların kabul edebileceği sınırlarda kaldı. İşçiler ise hep satıldıkları duygusunu edindiler.
1978’den itibaren grevlerin artışı yanı sıra, direnişler de sıklaşarak etkili olan eylem biçimleri arasına girdi. Bunların bazıları, salt bir işyerindeki ekonomik bir sorunla ilgili iken, önemli bir kısmı ise, işten çıkarılan işçileri desteklemek, ya da başka bir işyerindeki işçilerin eylemini desteklemek için yapılan dayanışma eylemleriydi. Daha az olmakla birlikte, anti-faşist nitelikli işçi direnişleri de söz konusuydu. Tariş direnişi ise, bu son örneğin en uç biçimi olarak ortaya çıkmıştır.
1970’li yılların bir diğer özelliği, ise, 1960’lı yıllardan farklı olarak devrimci ve demokrat siyasal gurupların, sınıf içindeki çabalarının yoğunlaşması, dahası işçi sınıfı içindeki çalışmanın işçileri Türk-İş’ten alıp DİSK’e geçirme perspektifini aşan bir nitelik kazanmasıydı. Bu durum pratik sonuçlan açısından sendikal mücadelenin yönünü etkileyecek kadar bir birikim sağlamadıysa da, bugüne ışık tutacak olumlu ve olumsuz ipuçları vermesi bakımından önemli bir gelişmeydi. Ama dönemin en önemli gelişmesi oluşan Marksist birikimin işçi sınıfının gerçek devrimci partisinin oluşturulması doğrultusunda atılan adımlardı, bu da 1970’li yılların ikinci yansında gerçekleşti. Bu gelişme kendisini sendikal mücadele alırımda sınıf sendikacılığının ilkelerinin belirlenmesi olarak açığa vurdu.
Sadece Marksist-Leninistler değil, devrimci demokrat guruplar da sendikal mücadele içinde yer aldılar, bazı sendika ve sanayi bölgelerinde oldukça önemli sayılacak mevziler elde ettiler. Ancak, gerek Marksistlerin gerekse devrimci demokrat çevrelerin önemli zaafları vardı: sendika çalışmasında amatördüler, devrimci bir sendika merkezine sahip değillerdi, vb. Ama en önemlisi de, sendikal mücadeleyi siyasi mücadeleye bağlama yeteneğini gösteremediler. Bu yüzden de bu alanda küçümsenmeyecek bir enerji harcadıkları halde istenen sonuçları elde etmenin çok uzağında kaldılar.
O yoğun mücadele günlerinin bu güne ışık tutması için çalışmanın özellikle olumsuz yanları üstünde biraz durmak gerekecek:
1970’li yıllar içinde, Türk-İş’te Halil Tunç ekibinin yerini İ. Denizcier, DİSK’te ise, TKP-TİP etkisindeki K. Türkler ekibinin yerini CHP etkinliğindeki A. Baştürk ekibinin alması dışında esasta bir değişiklik olmadı. Bu yüzden burada sorunun konumuzu ilgilendiren yönünü öne çıkararak yazımızı sürdüreceğiz.
Marksistler ve devrimci demokrat çevrelerin, 1970’li yıllarda, 1960’lı yıllara göre işçi sınıfı içinde daha sistemli bir mücadeleye yöneldiklerini belirtmiştik. Bu alandaki faaliyet bugün de sürdürülmeye çalışıldığından konumuz açısından önem kazanmaktadır.
Bu açıdan sendikal mücadele ve sendikaların demokratikleştirme mücadelesine bakıldığında, devrimci ve demokrat çevrelerin, 1960’lı yıllar sonunda oluşan DİSK’in devrimci bir sendika merkezi olduğu biçimindeki fetişizmin sürdüğü görülüyor. Bu çevreler işçi sınıfı içinde yürüttükleri ajitasyonun merkezine işçilerin DİSK’te toplanması düşüncesini koydular. Elbette ayrıntıda, özellikle de ucu kendilerine de dokunan sendikal demokrasi sorununda DİSK’in, Türk-İş’i bile aşan, anti-demokratik uygulamalarını eleştirdiler ama genel tutumları içinde bunun önemli bir etkisi olmadı. Zaten çoğu zamanda, gericilere karşı ittifak, ya da yönetime gericiler gelir endişesiyle, DİSK’in bu tür uygulamalarını hoş görüp desteklediler. DİSK bürokrasisiyle uzlaşmaları onlara bir takım pratik avantajlar sağladı. DİSK içinde çeşitli kademelerde yandaşları görev aldı ve bunların birçoğu süreç içinde devrimciliklerini yitirerek DİSK bürokrasisine yerleşmeye çalışan kişiler durumuna düştü. Az çok bir etkiye sahip oldukları birimlerde bile, DİSK yönetimiyle ters düşmeme endişesi, belki niyetlerinden bağımsız olarak, onları mücadeleyi engelleyici bir konuma düşürdü. Çünkü bu çevreler, bütün devrimci niyetlerine karşın, sendikaların sınıf mücadelesi içindeki yerinin, işçi sınıfının bütününü devrimci mücadelenin ilkeleri temelinde birleştirerek kapitalist sömürüye karşı seferber etmek olarak anlamıyorlardı. Tersine onlar, sendikaları kendi sürdürecekleri devrimci mücadelenin lojistik dayanakları olarak görüyorlardı: sendika yönetimleri ise sadece birer mevzi idi, yığınların mücadeleye katılması da bu anlamda önemliydi. Anlayış böyle olduğu için de nispeten güç toplandığı, yığınların mücadeleye çekilmesinin olanaktan olduğu koşullarda bile bu siyahi gurup çevreleri yığın hareketini geliştirme doğrultusunda ciddi çabalarda bulunamadılar.
Bu alanda en dikkate değer ve dersler çıkarılabilecek çalışma, doğrusuyla yanlışıyla, Marksist-Leninist hareketin işçi sınıfı içindeki faaliyeti etrafında yapıldığı görülüyor.
1970’li yıllar ortasında sendikal mücadele içindeki günün en önemli sorununun “sendikal demokrasi” olduğu saptamasını yapan Marksist-Leninsi hareket politikasını “İşçiler Sendika Yönetimine” sloganı etrafında açıkladı. Sendikal demokrasinin ve işçi yığınlarının sendikal mücadelenin dışına itilmesinin başlıca nedeni olarak sendika ağalan ve sendika bürokrasisi görülüyor, bunların alaşağı edilerek sendikalardan dışlanmasıyla sınıfın sendikalar içinde birleşerek mücadeleye atılabileceği saptanıyordu. Bu çerçevede yürütülen ajitasyon, işçi kitleleri içinde ilgiyle karşılandı ve “işçiler Sendika Yönetimine” sloganı M-L hareketin kendi dolaysız ilişkilerinden bağımsız olarak sınıf içinde yayıldı, destek buldu. Bu iki önemli şeyi gösteriyordu: birincisi M-L hareketin sorunu böyle ortaya koyarak sınıfın önemli bir sorununa parmak bastığını, ikincisi ise, doğru politikaların, sanılanın aksine, sınıf içinde çok çabuk yayılıp geniş bir destek bulacağını.
Bu politika iki çevreden tepki gördü: Sendika ağaları ve M-L hareketle görünüşte birçok benzerliği olan siyasi grup çevrelerinden. Sendika ağaları, kendilerinin de işçi olduğunu, bilmem kaç yıl hangi işyerlerinde ağır işte çalışmış olduklarını vb. söyleyerek sorunu saptırmayı çalıştılar ki; bu doğal karşılanacak ve beklenen bir şeydi, kendi öz savunmalarını yapıyorlardı. Devrimci gruplar ise, her zaman yaptıkları gibi “sol”dan saldırıya geçtiler. Bu politikaların reformcu, ekonomist bir anlayışın ürünü olduğunu, sıradan işçiler sendikaların yönetimine gelirse bile bir şeyin değişmeyeceğini, önemli olan devrimci işçilerin yönetime gelmesi olduğunu vb. iddia ederek “Devrimci İşçiler Sendika Yönetimine” sloganını öne sürdüler. Artık işleri güçleri nerede “İşçiler Sendika Yönetimine” sloganını duysalar onu “Devrimci İşçiler Sendika Yönetimine” diye bastırmaktan ibaret oldu. Ama böylece onların sendikal mücadele ve sendikalardan ne anladığı da ortaya çıktı: Çünkü her şeyden önce, “İşçiler Sendika Yönetimine” sloganının ifade ettiği “yönetim” sendikaların yönetim kurulu değildi. Tersine, sendikalardan ve sendikalı mücadeleden dıştalanan işçilerin sendikal mücadele, onun sorunları ve sendikaların sınıfın bir örgütlenme ve mücadele merkezine dönüşmesi mücadelesi ile bütün işçilerin kendine düşeni yapmasını ifade ediyordu. Bu mücadele içinde yönetim kurullarına kimin seçileceği tamamen ayrıntıda bir sorundu ve bunu da mücadeleye katılan işçilerin iradesi belirleyebilirdi. Onlar da her halde mücadelede yer alan ve onlara doğru yolu gösteren sınıf bilinçli işçi önderlerini seçeceklerdi. Ama “sol”dan eleştiriciler için sendikal mücadele sendika ağalarının düşündüğünden pek farklı değildi; eğer ağaların yerinde kendileri oturursa sendikal mücadele yürüyecek işçiler patronlara satılmayacaktı! Ya da kendileri “yönetime” seçilirse sendikalar işçi sınıfının örgütlenme merkezi oluverecekti! Tabi ne “sol”lar yönetime geldi, ne de yönetime geldiklerinde de sendikaların gerçek bir işçi sınıfı sendikası olmayacağını görme şansı edinebildiler. Belki de bu yüzden bugün hala, DİSM, “İşçi Komiteleri” gibi sınıfın mücadelesinin doğrultusunu görmezden gelen biçimler içinde politika yapmayı sürdürüyorlar.
Kuşkusuz, “İşçiler Sendika Yönetimine” sloganı ile ifade edilen politikalar, sendikal mücadelenin bir yanına, sendikaların demokratikleşmesine ilişkin bir politikaydı ve M-L hareketin 1976’daki birikimini yansıtıyordu. Ama sendikal mücadelenin kapsamı çok daha genişti. Bu eksiklik M-L bir partinin programına varma süreci içinde tamamlandı. Ve sınıf sendikacılığı programına 1970’li yılların sonunda ulaşıldı.
Sınıf sendikacılığı programı, işçi sınıfının ulusal ve uluslararası birliğini, sınıfı kapitalist sömürüye son vermeyi amaçlayan bir perspektifle eğitip seferber etmeyi esas alan bir programdı. Bunun da ancak, sendikaların sınıf partisinin siyasi çizgisini izleyen bir yönelişle olabileceğini açıkça vurguluyordu. Sendikal demokrasi sorunu da bu perspektif içinde çözümleniyordu. Elbette o gün ortaya konan programın ilkeleri ve ana doğrultusu bugün de doğrudur, ne var ki, uygulamada bugün de yakınmalara konu olan birçok yanlışlıklar yapıldığı görülüyor. Geriye dönülüp bakıldığında bu yanlışların kaynağının o günün koşullarında gündeme gelen DSM (Devrimci Sendika Muhalefeti) faaliyetinin kavranışından kaynaklık ettiği görülüyor.
DSM grupları sınıf sendikacılığını benimseyen işçilerden oluşan gruplardı ve sınıf sendikacılığını propaganda ederken aynı zamanda gündelik mücadele içinde yer alarak varolan sendika yönetimlerine karşı bir muhalefet geliştiriyordu. Elbette bunların yapılması gerekiyordu. Ama DSM’lerin kendilerini sınıf sendikası yerine koyması, varolan sendikaları, burjuva sendikalları, yıkılması gereken merkezler olarak nitelemesi DSM’nin bir handikabı olarak ortaya çıktığı görülüyor. Çünkü DSM’ler ne kendileri gerçek bir sendika olabilecek bir yapıdaydı, ne de işlev olarak varolan sendikaların işlevlerini daha iyi yerine getirebilecek bir işleve sahipti. Bu tutum, pratikte kendini işçilerin sendika değiştirme, var olan sendikalar içinde yönetimlerine gelme mücadelesinin küçümsenmesi olarak gösterdi. Bu ise, önce DSM etrafında birleşme eğilimi gösteren ileri işçilerin bir süre sonra uzaklaşmasıyla sonuçlandı. Yaşananlar ve işçi sınıfının mücadele doğrultusu DSM’nin var olduğu biçimiyle mücadelenin gerçeklerine uygun düşmediğini kısa zamanda gösterdi. Yaşanan sürecin değerlendirmesi ile yanlışlıklar düzeltilmeye yönelindiyse de, 12 Eylül darbesi bu düzenlemelerin sonuçları alınmadan mücadeleyi kesintiye uğrattı.
Döneme bir bütün olarak bakıldığında:
* Sendikalar dışındaki, gençlik ve diğer emekçi kesim kitle örgütleri içinde onaya çıkan, grupçuluk, dar kapıcılık, kitle örgütlerini bir siyasi grubun örgüt şubesi olarak görme vb. eğilimlerle, kitleleri mücadelenin dışında tutma, anti-faşist mücadelenin devrimcilerle faşistler arasındaki bir mücadeleye dönüşmesine yol açan zaaflar, kitle örgütlerinin kapsaması gereken tüm kitleyi kavramak bir yana kendiliğinden mücadele içinde mücadeleye katılan yığınların ileri kesimlerini bile kapsamayı başaramaması, giderek kitlelerden tecrit olarak yığın örgütü niteliklerinin kaybolması gibi sonuçlar, TKP’nin kitle örgütleri ve kitle mücadelesi konusundaki mirasının devrimci guruplar içinde yaşamaya devam ettiğinin göstergesidir.
* Aynı miras DİSK bürokrasinin oluşmasında başlıca etken olurken Türk-İş bir başka burjuva sendikacılık merkezinin etkisiyle (Amerikan sendikacılığı) kendi bürokratik yapısını güçlendirerek işçi kitlelerini sendikal mücadelenin dışına itti.
Aynı olumsuz mirastan doğan zaaflar devrimci demokrat siyasi grupların işçi sınıfı içindeki faaliyetinde de görüldü. Bunlar işçi sınıfına güvensizlik, kitlelerin sendikal mücadelenin dışında tutulması, sendika ağaları ile kimi gündelik çıkarlar uğruna uzlaşmaya gitmek, sendikal demokrasiyi bir sendikanın yönetimini ele geçirmekle sınırlamak vb. tutumlar olarak ortaya çıktı.
TKP ve onun mirası ile kesin bir hesaplaşmaya girmiş olan Marksistler bile bu alanda TKP mirasını bütünüyle aşamadılar ve yukarda sözünü etliğimiz zaafları bütün 1970’li yıllar boyunca taşımaya devam ettiler.
Şimdi 1990’dayız ve kitle mücadelesi ve kitle örgütlerinin mücadele içindeki rolleri 1980 ortalarından itibaren (uzun bir kesinti döneminden sonra) yeniden tanışma gündemine girdi, bugün de bu tartışma sürüyor. Üstelik de eski yanlışlar birçok gurup tarafından görmezden gelinerek sürüyor. Bu yüzden de bir tarih özetlemesi gibi gözüken bu yazıyı burada belirtmeyeceğiz. Yakın geçmişteki mücadeleyi de yukarıdaki perspektif ışığında önümüzdeki sayıda incelemeyi sürdüreceğiz. (Sürecek)

Haziran 1990

Cumhuriyet “yumuşatıldı’

Sabah sabah alıyorsunuz gazeteyi elinize. Koca puntolarla bir manşet: “Kararname yumuşatıldı”. Söz konusu, şu meşhur 413 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, manşeti atan da Cumhuriyet Gazetesi olunca, pür dikkat haberi okuyorsunuz. Türkiye’de bir günde ne değişti de, iktidar böyle önemli bir konuda geri adım attı diye… İyi niyetli ve sabırlıysanız, haberin son satırına kadar umudunuzu yitirmiyorsunuz. “Yumuşatılan” bir şeyler bulmayı umarak! Ne var ki, manşet haberin başı da sonu da döne dolaşa aynı şeyi anlatıyor: Kararname kapsamındaki uygulamalar için yargı yolu açılmış.
Yani sürgün berdevam… Yani basına getirilen ağır müeyyideler berdevam… Yani Güneydoğu’da uçan sinekten kuşkulanıp köylüleri kırıp geçirmeye, gözaltına almalara berdevam… Ama iktidar, lütfedip “bağımsız” yargı organlarına başvurabilmeniz imkânını vermiş!
Doğal olarak tepki duyuyorsunuz. Ama iktidara değil. İktidarın niteliğine, baskıcı karakterine bu ilk örnek değil çünkü. Asıl, Cumhuriyet’e tepki duyuyorsunuz. Kararnamedeki değişikliği, bir “yumuşama” olarak niteleyip özü sakladığı, çarpıttığı için.
Ne var ki, şöyle kabaca bir taramayla, Cumhuriyet’in bu haberinin, işlevine ve yayın anlayışına çok da uygun olduğunu görüyorsunuz. Ve “kararname yumuşatıldı” başlığını “yerli yerine oturtuyorsunuz.
Kendilerine sorulsa, “Babıâli’nin en ilerici gazetesi” Cumhuriyet… Oysa yarım yüzyılı aşan yayın hayatında, başlangıcıyla bugünü arasındaki fark olsa olsa “iki adım ileri, bir adım geri”… 1940’lı yıllarda Alman faşizminin yanında yer alan Cumhuriyet Gazetesi, bugün de “Türkiye Cumhuriyeti devletinin yanında” saf tutan bir gazete. Yayan politikası da, bu çizgiyi aşmıyor, aşamıyor,
Babıâli’nin Cumhuriyet’ten “geri” gazetelerinin bile atmadığı manşetleri atıyor Cumhuriyet. Güneydoğu haberlerini, devlet süzgecinden geçirip öyle veriyor. Cumhuriyet’e göre, Güneydoğu’da “askerler şehit” oluyor, “bölücü teröristler de ölü olarak ele geçiriliyor”. Cumhuriyet Gazetesi, bu konuda devletin radyo televizyon kurumu ile aynı dili kullanıyor. Her ikisi de PKK militanlarını bölücü terörist olarak niteliyor; her ikisi de “ele geçirmenin yöntemlerinden birinin öldürmek olduğu” mesajıyla, katliamları meşrulaştırıyor.
Dahası, PKK içindeki bir karışıklıktan en az devlet ve onun kurumları kadar medet umuyor. O kadar ki, konuya ilişkin “hayali haberlerin” üstüne telaşla atılıp kendisini gülünç duruma sokuyor, örneğin, Milliyet Gazetesinde yer alan (ve sonradan bir şaka sonucu kazara yayınlandığı açıklanan) “PKK içinde arbede” haberini, BBC’den alıp incelemeden basıyor; ertesi gün de özür dilemek zorunda kalıyor.
Cumhuriyet, güya en çok karşı çıktığı “düşünce suçları” konusunda da aynı tavrını sergiliyor. Haydar Kutlu-Nihat Sargın ikilisine açlık grevi sırasında sayfalar ayıran ve neredeyse günde kaç gram kaybettiklerini bile yazan Cumhuriyet, sıra devrimcilere geldiğinde Resmi Gazete hüviyetine bürünüyor. Veli Yılmaz ile Osman Taş’ın açlık grevleri kısacık bir haberle geçiştiriliyor. Üstelik Babıâli’nin “profesörleriyle” dolu Cumhuriyet, haberin en önemli unsurunu vermiyor. Gazetenin haberinde, 748 yıla hükümlü Veli Yılmaz ile 661 yıla hükümlü Osman Taş’ın Bartın Cezaevi’nde açlık grevine başladıkları belirtiliyor yalnızca. Peki, kim bu Veli Yılmaz? Kim bu Osman Taş? Ne yapmışlar da bu kadar yıla mahkûm edilmişler? Yok! Cumhuriyet, Yılmaz ve Taş’ın Halkın Kurtuluşu Gazetesi yazı işleri müdürleri oldukları için yüzlerce yıla mahkûm olduklarını “atlıyor”. Bu bilgiler, yumuşatıldığını iddia ettikleri 413 sayılı kararname kapsamına girmediğine göre, bu “atlama” akla bir tek şey getiriyor: Cumhuriyet, gerçekle “düşünceden korkuyor”.
Düşünceden korkan Cumhuriyet Gazetesi’nin, 413 sayılı kararnameden de ödü patlıyor. O nedenle, örneğin gazetenin hukuk servisi artık ilan servisinin yerini Uluyor. Kitap, dergi, ölüm, anma ilanları önce hukuk servisine gidiyor, Cumhuriyetin avukatları onaylarsa ancak o zaman ilan servisine gönderiliyor. Kuşkusuz, 413 korkusu, ilanlarla sınırlı kalmıyor. Güneydoğu haberlerinden, devrimci basma yönelik haberlere kadar pek çok alanda ya susuyor ya da devlet ağzıyla yayın yapıyor. Bu konuda kendisini bile inkâr ederek, 413 öncesindeki haberlerinde “PKK militanları” derken 413 sonrasında “bölücü teröristler” edebiyatına başlıyor.
Ve kimileri, Cumhuriyet’in “altın yılı”nı yaşadığını iddia ediyor. Gerekçe olarak da uzun zamandır ilk kez tirajının 150 binleri bulması gösteriliyor. Doğru! Cumhuriyet, geçen yıllara oranla daha çok satıyor. Ama neden, nasıl? Nedeni açık. Din ticareti yapılıyor. Demokratiklik görüntüsü altında, bir azınlığın duyguları sömürülerek… Evet, Cumhuriyet, Aleviliği kullanarak tirajını artırıyor. Yazı dizileriyle, röportajlarla, tanışmalarla, mektuplarla Aleviliği gündeminden hiç indirmiyor. Türkiye’deki Aleviliğin, azınlık olmaktan kaynaklanan ilerici yanını ön plana çıkararak, aslında din ticareti yapıyor. Bu sayede de altın yılını yaşıyor.
Bir yandan da, “kadınsı sosyalizmin”, “kapitalizmle buluşmuş sosyalizmin” etrafında dönüp dolaşarak, Erdal İnönü’ye kızmanın ilericilik olduğunu sanarak yumuşak yumuşak muhalefet yapıyor.
Ve bütün bunlara bakınca, insanın aklına, bu yazı için “Cumhuriyet yumuşatıldı” başlığından başkası gelmiyor.

Haziran 1990

Geçiş döneminde “çoğulculuk” diktatörlük ve demokrasi – 2

Özgürlük”, “doğrudan demokrasi”, “Öz-yönetim”, “çoğulcu demokrasi” proje ve propagandaları içinde Kuruçeşme tebliğcileri, “proletarya partisi”ne, “devrimci bir sosyalist işçi partisi”ne de bir yer biçiyorlar. Tebliğcilere göre, “devrimci bir sosyalist işçi partisi” devrim öncesi olduğu gibi devrim sonrası geçiş döneminde de gerekli; böyle bir parti “devrim sonrası geçiş sürecinin tüm özgül sorunlarının çözümü ve sınıfsız toplumun özelliklerinin gelişimi yönünde öncülüğünü sürdürmelidir” diyorlar, önemli: “doğrudan demokrasi”cilerimiz parti gerekli diyorlar! Peki, bu parti ne yapacak, işlevi nedir, ne olacak? Çok açık değil, oldukça muğlâk formüle ediliyor: “işçi ve emekçi kitlelerin kendi örgütlülüklerini, onların politik ve programatik aydınlanmalarını geliştirmek, o güne kadar yönetilmiş olanların yönetme ve denetleme özelliklerini kazanmalarına yol açar ve yapılması gereken de budur.” Sanki parti işçi kitlelerin “kendi örgütlülükleri”nden değil, sınıfın en yüksek örgüt biçimi değil sanki parti, ne demekse, “işçi ve emekçi kitlelerin kendi örgütlülüklerini” geliştirme ile sınırlı bir işleve sahip kılmıyor. Bir de aydınlatma aracı. Burada yine “doğrudan demokrasici” bir yaklaşımla karşılaşıyoruz. Parti, tebliğe göre, bir aydınlatma merkezi, bir ideolojik aygıt olmanın yanında, salt “doğrudan demokrasiyi geliştirmenin aracıdır, kitlelerin yönetme ve denetleme özelliklerini kazanmalarına yardım etmekle yetindirilmektedir. Politik işlevi bununla sınırlıdır. “Öncülük”ü yöneticilikten azade kılınmıştır. Parti yönetsel hiçbir rol ve göreve sahip olmayacaktır. Hele devlet aygıtının yanına bile yanaşmayacaktır: “parti ve devlet aygıtlarının ayrılığı özenle korunmalıdır.” (Tebliğ)
Bu, partinin bu parti öğretisinin yalnız teoride değil pratik olarak da dumura uğratılması projesidir. Bu, proletarya diktatörlüğünü de olanaksızlaştırma ya da kurulmuşsa elden çıkarma projesidir. Böyle bir partiyle proletarya diktatörlüğü ne kurulabilir ne de sürdürülebilir. Kitleleri sadece aydınlatmakla ve sadece yönetim ve denetim özelliklerini geliştirmekle kendini sınırlayan bir parti, politik önder ve örgütleyici olmayan, proletarya diktatörlüğünün yönetici gücü olmayan, devlet aygıtından ayrılığı ilke edinmiş bir parti, geçiş döneminde proletaryanın partisi olamaz, ona sınıfsal toplumu kurma mücadelesinde önderlik edemez. Çok çeşitli nedenlerle…
Kuruçeşmecilerin bam teline basmak gibi olacak, ama mazur görsünler, birinci neden, devlet aygıtını kullanmadan emekçi kitlelerin ve ara tabakaların kazanılmasının olanaksız oluşudur. Devlet sözcüğünü hemen sadece onun sönümlenmesi noktasında ağzına alan, proletaryanın elinde de olsa devlet aygıtına ilişkin korku yayan, devleti düşman gören anarşizan yaklaşımıyla tebliğ, partinin otoritesini ve buna bağlı bir sorun olan kitlelerin kazanılmasını salt bir “özgürlük” ve “demokrasi” sorunu olarak görüyor, bu noktada devlet aygıtına hiçbir rol tanımıyor: “Böyle bir parti otoritesini konseylerdeki özgür oylardan, işçi ve emekçi kitleler nezdindeki politik güvenden, sağlamalıdır. İdari tedbirler bunun için en uygunsuz ve zararlı yoldur.”
Bu nasıl bir proletarya diktatörlüğü anlayışı? İdari tedbir, yönetsel tedbir, kitlelerin kazanılmasında devlet aygıtının kullanılması olmadan proleter diktatörlüğü olur mu ya da anlamsızlaşmaz mı? Hem devlet olacak hem de idari tedbir olmayacak-bu anlamsızlıktır. Devlet sorununda olana benzer şekilde, idari tedbir konusunda da sınıflar üstü bir konum ve anlayış savunulamaz. Marksistler ne her türlü devlete karşıdırlar ne de her türlü idari tedbire. Proletarya devlet aygıtını kullanmayacaksa, onu ele geçirmek için niçin boşuna uğraşsın? Ve üzerinde durulmuştu, proleter devlet aygıtı, burjuvazinin direnişini bastırmak ve restorasyon girişimlerini ezmek yanında, emeğin komünist örgütlenmesini gerçekleştirmek yanında ve başlıca bu iki işleve bağlı olarak bir üçüncü işleve daha sahiptir: Emekçi kitleleri ve ara tabakaları kazanmak. Proletarya, onun partisi, devlet aygıtını kullanarak kitlelerin çoğunluğunu kazanmaya yönelir. Kitleleri kazanmada proletaryanın elindeki devlet aygıtını kullanmayı yadsımak, aslında “saf demokrasi” ve emekçilerin çoğunluğunun burjuva diktatörlüğü koşullarında kazanılması tezinin, bu şanı kötü 2. Enternasyonal tezinin devamı niteliğindedir. Onlar da emekçilerin kazanılmasını -teoride- salt özgürlük koşullarına bağlıyorlardı. Kuruçeşmeciler de öyle yapıyorlar. İkisinde de kitlelerin kazanılmasında devlet aygıtının kazanılması yoktur. Sadece aynı sorunu tartışmalarının alanı değişik: 2. Enternasyonal kahramanları kitlelerin devrim öncesi kazanılmasını konu ediniyorlardı. Tebliğciler geçiş dönemini konu ediniyorlar. Kuşkusuz bu yaklaşımlarıyla Tebliğcilerin de proletarya diktatörlüğünü -lafın ötesinde- yadsıdıkları ve geçiş dönemine varmalarının olanaksızlığı ortadadır.
Komünist Enternasyonal 1. Kongresine sunduğu “Burjuva demokrasisi ve proletarya diktatörlüğü üzerine tezler ve rapor”unda, “Sovyetik devlet örgülü, kapitalizm tarafından en çok bir araya getirilmiş ve en iyi yetiştirilmiş sınıf olarak proletaryanın yönetici rolüne uyarlanmıştır. Bütün devrimlerin ve bütün ezilen sınıf hareketlerinin deneyi, dünya sosyalist hareketinin deneyi, bize, yalnızca proletaryanın, emekçi ve sömürülen nüfusun geri ve dağınık katmanlarını bir araya getirecek ve ardından sürükleyecek durumda olduğunu öğretir” diyen Lenin “Komünist Subotnikler” adlı makalesinde konuyla ilgili olarak şöyle devam ediyor: “Kapitalizmden sosyalizme geçişteki sorunları genel olarak özgürlük, eşitlik, demokrasi, emek demokrasisinin eşitliği vb. hakkında genel laflarla çözmeye çalışanlar (Kautsky, Martov ve Bernstein Enternasyonalinin öteki kahramanlarının yaptığı gibi), bununla yalnızca küçük burjuva, dar kafalı niteliklerini ortaya koyarlar ve ideolojik bakımdan köle gibi burjuvazinin ardından giderler. Bu sorunun doğru çözümü, ancak siyasal gücü eline alan belirli sınıfla, yani proletarya ile tüm proleter olmayan ve ayrıca da yan proleter olan çalışan halk yığını arasındaki belirli ilişkilerin -şaşılacak kadar uyumlu, ‘ideal’ koşullarında değil de, burjuvazinin değişik biçimlere bürünen çılgınca direnişinin gerçek koşullarında biçimlenen ilişkilerin- somut bir incelenmesinde bulunabilir.”
“Özgürlük” ve “demokrasi” üzerine söylevler değil, amansız iç savaş koşullarında oluşan “özel türde bir bağlaşma”, “özel bir sınıf bağlaşması biçimi” olan proletarya diktatörlüğünün somutu, onun somut yön ve görevleri, proletarya ile diğer emekçi yığınlar ve giderek emekçi olmayan yığınlar arasında gerçekleşen bağlaşmanın koşulları, bu bağlaşmanın gerçekleşmesinde devlet aygıtının rolü gibi konularda düşünmek ve konuşmaktır gerekli olan. Tebliğde birincisi bol ama ikincisine hiç rastlanmıyor.
Lenin, Rusya’nın sözünü ettiği koşul ve ilişkileri üzerine sürdürüyor yazısını:
“Rusya dâhil, her kapitalist ülkede, halkın -hele çalışan halkın- büyük çoğunluğu, kapitalizmin baskısını, soygununu ve her tür zulmünü, bizzat ve yakınları aracılığıyla binlerce kez yaşamıştır. Emperyalist savaş (…) bu sıkıntıları aşırı ölçüde yeğinleştirmiş, artırmış ve derinleştirmiş ve insanlara bunların anlamını kavratmıştır. Bundan halkın büyük çoğunluğunun, özellikle de çalışan halkın proletaryaya karşı gösterdiği kaçınılmaz sempati doğmuştur, çünkü proletarya, yiğitçe ve cesaret ve devrimci acımasızlıkla sermayenin boyunduruğunu atmakta, sömürücüleri alaşağı etmekte, onların direnişini bastırmakta ve sömürücülere yer vermeyecek olan yeni toplumun yaratılmasına giden yolu açmak için kanını dökmekledir.
“Küçük burjuva yalpalamaları ve burjuvazinin “kanadı” altında, burjuva ‘düzene’ geri dönme eğilimleri ne denli büyük ve kaçınılmaz olursa olsun, proleter olmayan ve yarı proleter olan çalışan halk yığını, yalnızca sömürücüleri biletmekle ve direnişlerini kırmakla kalmayıp, ayrıca da yeni ve daha yüksek toplumsal bir bağ, toplumsal bir disiplin, hiçbir boyunduruk ve kendi birliklerinin ve daha fazla sınıf bilincine sahip kendi cesur, sağlam, devrimci ve sebatkâr öncülerin otoritesinden başka hiçbir otorite tanımayan, sınıf bilincine sahip ve birlik içinde çalışan disiplinini kurmakta olan proletaryanın ahlaki ve siyasal otoritesini tanımaktan başka bir şey yapamayacaktır.”
Lenin’de vurgulananlar: Geçiş dönemi sorunları özgürlük ve demokrasi üzerine genel laflarla çözülemez; oysa tebliğcilerin projeleri tümüyle, bunlar üzerine kuruludur. Sovyetik devlet örgütü proletaryanın yönetici rolüne uyarlanmıştır; oysa tebliğcilerin projelerinde konseyler, bir devlet örgütü olmaktan uzak ve deyim yerindeyse devlete karşı “halkın” haklarını koruma kuruluşları olarak, çok partili parlamentolar olarak konmuştur, “özgürlüğün arenası”dır. Bastırma ve ezme işlevi yoktur ve proletaryanın yönetici rolü, özellikle partisi kişiliğinde yadsınmaktadır. Lenin, proletaryanın kendi öncülerinin otoritesinden, partisinin otoritesinden başka otorite tanımadığını, tanımayacağını söylerken tebliğ bu otoritenin, birincisi parçalanmasını ve ikincisi sınırlanmasını zorunlu saymaktadır, tebliğ bu otoriteyi birden çok parti ve partiler içinde eğilimler arasında dağıtmakta ve yalnızca aydınlatma ve “öz örgütlenmelerin” geliştirilmesi alanına sıkıştırmaktadır. Lenin, proletarya diktatörlüğünü özel bir bağlaşma biçimi olarak var eden özel koşullara burjuvazinin direniş ve karşı koyma koşullarına ve bu koşulların incelenmesine dikkati çeker; oysa tebliğciler çalışan halkı proletaryanın “ahlaki ve siyasal otoritesini tanımaya” götüren bu koşulları incelemek, bu koşullarda proletarya ile diğer emekçi ve ara tabakalar arasındaki ilişkileri çözümlemek yerine idari tedbirlere karşı olmakla yetinirler, idareyi, devleti sürekli düşman görürler. Sovyet laf üretimi tebliğin ayırt edici özelliğidir; geçiş döneminin somut koşullarının proletarya ve partisinin yönetici ve önder rolünü koşullandırması, istemesi, davet etmesi ve olanaklı kılması üzerine düşünmez bile tebliğciler, haklar, özgür oylar ve demokratik oylamalar üzerine projeler geliştirirler.
Oysa geçiş dönemi, proletarya diktatörlüğü dönemi amansız bir sınıf mücadelesi dönemidir, yalnızca demokrasi ve özgürlüklerin kapitalizm koşullarıyla kıyaslanmaz bir genişlemesiyle değil, sömürücülerin direnişlerinin bastırılması ve emekçilerin ve ara tabakaların kazanılmasına yönelik sert bir sınıf mücadelesiyle karakterize olur. Proletarya ve öncüsü, emekçi halkın çoğunluğunu arkasına almak için, geri, aydınlanmamış, burjuvazinin en küçük burjuva demokrasinin peşinden giden emekçi tabakaları kazanmak için mücadele eder. Bu bir sınıf mücadelesidir. Sömürücülerin direnişini kırma mücadelesi olmakla kalmayan, “yeni ve daha yüksek bir toplumsal bağ”, “yeni bir toplumsal disiplin” kurma mücadelesi. Ara tabakalar söz konusu olduğunda, bu mücadele daha da dirimsel bir zorunluluktadır
“Gerçekte, kararlaştırıcı olan şey, proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımının sonucudur; orta, ara sınıflara (dolayısıyla tüm küçük burjuvaziye, yani tüm “köylülük’e de) gelince, onlar kaçınılmaz olarak iki kamp arasında gidip gelirler.
“Söz konusu olan şey, bu ara katmanları başlıca güçlerden birine, proletarya ya da burjuvaziye bağlaşıklaştırmaktır. Marks’ın Kapital’ini okurken bunu anlamayan kişi, Marks’tan hiçbir şey anlamamış, sosyalizmden hiçbir şey anlamamış demektir, gerçekte bir ham kafa, burjuvazinin ardından körü körüne sürüklenen bir küçük burjuvadır o. Ve anlayan kişi, ‘özgürlük’ ve ‘eşitlik’ üzerindeki boş sözlerle aldanmayacaktır, o, pratik şeyleri, yani köylüler ile işçilerin yaklaşmalarının, kapitalistlere karşı bağlaşmalarının, sömürücülere, zenginlere ve vurgunlara karşı anlaşmalarının somut koşullarını düşünecek, bunlar üzerinde konuşacaktır.” (Lenin, Halkı özgürlük ve Eşitlik Sloganlarıyla Nasıl Aldatıyorlar?)
Nedir bu somut koşullar? Özüyle, amansız bir sınıf mücadelesi olan proletarya diktatörlüğü koşullarıdır. Sömürücülerin direnişinin bastırılması için mücadele koşullandır, emekçi ve ara tabakalardan halkın kazanılması için mücadele koşullarıdır; sömürücülere yer olmayan yeni bir toplumun, yeni bir emek disiplini ve yeni bir toplumsal ilişkiler sisteminin yaratılması mücadelesinin koşullarıdır; sosyalist inşanın ve yeni insanın yaratılmasının koşullarıdır; özgürlüğe ve demokrasisizlik anlamına gelmek üzere tam demokrasiye varmak için, özgürlük, eşitlik ve demokrasi laflarıyla gönül avutmanın değil, burjuvaziye, kapitalizme ve kalıntılarına karşı amansız bir mücadele yürütmenin gerekli olduğu koşullardır, özgürlük ve demokrasi edebiyatıyla özgürlük ve demokrasinin olanaksızlaştırılmaması gereklidir; emekçiler için özgürlük ve demokrasi ve bunun durmaksızın genişlemesi, burjuvazi, kapitalizm ve kaIıntılarının diktatörlükle bastırılması ve tasfiyesi mücadelesiyle olanaklıdır.
Yalnızca “aşağıdan” önerileri ve projelerine dayanan her şey saçmadır. Emekçilerin ve ara tabakaların yalnızca “aşağıdan” önlemlerle kazanılması, proletaryanın ve öncüsünün otoritesinin yalnızca “aşağıdan” yöntemlerle kazanılması anlayışı saçmadır. Çünkü “yukarıdan” önlemler burjuvaziye özgü değildir, çünkü sınıf mücadelesinin belirli bir döneminde, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde “yukarısı” burjuvazinin elinde kalmaz, onun elinden çekilip alınmıştır ve tersine ona karşı kullanılmaktadır. Proletarya ve partisinin otoritesinin sağlanması ve sağlamlaştırmasını “idari tedbirlerden mutlak olarak koparıp soyutlayan tebliğciler Lenin’in şu pasajına ne diyecekler.
“Bu yeni devlet aygıtı, proletarya diktatörlüğüne ve proleter olmayan emekçi halkın kazanılması yolunda burjuvaziye karşı vermekte olduğu savaşıma uyarlanır. Bu yeni aygıt, herhangi bir insanın icadı değildir, savaşım yaygınlaştıkça ve yeğinleştikçe, proletaryanın sınıf savaşımıyla gelişir. Devlet gücünün bu yeni aygın, bu yeni tip devlet gücü Sovyet iktidarıdır.
“Rus proletaryası, hemen, devlet gücünü ele geçirdikten bir kaç saat sonra eski devlet aygıtının dağıtıldığını ve bütün iktidarın Sovyetlere geçtiğini ilan etmiştir ve yalnızca emekçi ve sömürülen halk, Sovyetlere girebiliyor, her türden bütün sömürücüler dıştalanıyordu.
“Bu yolla, proletarya, bir anda, bir darbede, devlet gücünü ele geçirdikten hemen sonra, küçük burjuva ve ‘sosyalist’ partiler içerisinde onun destekleyicisi durumundaki geniş yığını, burjuvaziden koparıp aldı; çünkü bu kitle burjuvazi (ve onun hınk deyicileri, Çernovlar, Kautskyler, Martovlar ve ortakları) tarafından kandırılmış olan sömürülen halk, Sovyet iktidarının ele geçirilmesi üzerine, ilk kez olarak, burjuvaziye karşı kendi çıkarları uğruna bir kitle savaşım aracı kazandı.
“İkincisi, proletarya, bir anda ne pahasına olursa olsun çok çabuk bir biçimde burjuvaziden ve küçük burjuva demokratlardan “kendi” yığınlarını, yani onları izlemekte olan yığınları -en ivedi ekonomik gereksinmelerini, toprak sahiplerini ve burjuvaziyi mülksüzleştirerek devrimci bir yolla karşılamak yoluyla onları- çekip alabilir ve almak zorundadır da.
“Proletarya, devlet gücünü ele geçirişinin hemen ertesi günü bunu yapabilir, çünkü bunun için hem bir aygıta (Sovyetlere) hem de ekonomik araçlara (toprak sahiplerinin ve burjuvazinin mülksüzleştirilmesine) sahiptir.
“(…)
“(…) Halkın çoğunluğunu kendi yanma kazanmak için proletarya önce burjuvaziyi alaşağı etmek ve devlet iktidarını ele geçirmek zorundadır; ikinci olarak Sovyet iktidarını getirmek ve eski devlet aygıtını tümüyle karıp atmak zorundadır, böylece de burjuvazinin ve küçük burjuva uzlaşmacılarının proleter olmayan emekçi sınıflar üzerindeki egemenliğini, saygınlığını ve etkisini yıkar. Üçüncüsü, burjuvazinin ve küçük burjuva uzlaşmacılarının proleter olmayan yığınların çoğunluğu üzerindeki etkilerini onların ekonomik gereksinmelerini sömürücüler aleyhine devrimci bir yolda karşılayarak, bütünüyle yok etmesi gerekir.” (Kurucu Meclis Seçimleri ve Proletarya Diktatörlüğü)
Lenin’in üzerinde durduğu “kazanma”nın tam da “idari tedbirleri” değil midir? Ve “idari tedbir” olmadan, Sovyetik devlet örgütü, devlet aygıtı kullanılmadan emekçi halkın çoğunluğunu kazanmak olanaklı mıdır? Tebliğciler, kuşku yok, köylülüğün örnekleme ve ikna yöntemleriyle kazanıldığım bilirler. Peki, bu örneklemeler, devlet aygıtı kullanılmadan, idari tedbirler kullanılmadan yapılabilir mi? Ekonomik gereksinmelerin karşılanması “kazanma”nın bir yoludur. Ama devlet aygıtı aracılığı olmaksızın ekonomik gereksinmelerin karşılanmasının bir yolunu keşfetmeleri gerekmiyor mu tcbliğcilerin? Proudhon’un “tüketici bonoları” mı yoksa?
Tebliğciler, “biz ‘idari tedbirle emekçilerin zorlanmamasını, üzerlerinde zor uygulanmamasını kastettik” diyebilirler. Ama emekçilerin kazanılmasında yine de zor gereklidir. Onlar üzerinde değil ama burjuvazi üzerinde uygulanacak zor, burjuvazi ve küçük burjuva uzlaşmacıların otoritesini, saygınlığını ve etkisini yok edecek bir zor, zor aygıtı olan devletin kullanılması. Yine “idari tedbir”. Hayır, “idari tedbir” sözcükleri, tebliğciler için bir talihsizlik değildir, onların tüm projeleri ne idüğü belirsiz bir demokrasi hayranlığı ve devlet karşıtlığı üzerine kurulmuştur, bütün “sosyalist demokrasi” tebliği halkın “halkları”nın devlet karşısında garanti altına alınmasına adanmıştır. Ama bir noktayı gözden kaçırıyorlar: Geçiş döneminde devlet aygıtının proletaryanın elinde olduğunu. Ve proletaryayı proletaryaya karşı kışkırtmış oluyorlar, proletaryayı en önemli kaldırıcıdan yoksun bırakıyorlar ve böylelikle sosyalist demokrasinin yalnızca sağlamlaştırılmasını değil kurulmasını bile olanaksızlaştırıyorlar. Üstelik “devrimci bir sosyalist işçi partisi” de gerekli diyorlar, öyle bir “sosyalist” ve “işçi partisi” ki, proleter devlet aygıtından yararlanmayacak, onu kullanmayacak, onun yönetici gücü olmayacak. Bu en çok bir küçük burjuva “özgürlükçü” parti olabilir, proletaryayı sınıf düşmanlarıyla uzlaşmaya yönelten, bu yönde “aydınlatan” bir parti olabilir.
Tebliğin, geçiş döneminde partinin rolünü ele alışı, partinin önder ve yönetici rolünü reddi çok partili sistemin projelendirilmesiyle sürüyor. Tebliğ Stalin’i suçluyor
“… Tek parti savunması devrimci Marksizm’in temel eserlerinden hiçbirisinde yer almaz. Bu konuda daha sonra Stalin döneminde geliştirilmiş ve her toplumsal sınıfın tek parti tarafından temsil edildiğine dair teoriler tarihsel olarak yanlıştır ve tek partinin politik iktidar tekelinin meşruiyetini sağlama amacını taşımaktadır.”
“Devrimci Marksizm’in, yani Trotsky ve troskistlerin “eserleri”nde böyle bir savununun olmadığını, TroLsky’nin bloklar arasında gidip geldiğini biliyoruz. Ama Lenin’de böyle mi? Aktaracağız. Ve Stalin’e atfedilenler… Stalin nerede “her toplumsal sınıfın tek partiyle temsil edildiği”ni söyledi? Partiler sınıfların hafızalarıdırlar ve onlara çeşitli programlar önerir, bu programları uygulamaya koyarlar. Belirli bir sınıfa birden fazla program önerisi yapılabilir ve çeşidi partiler temsiline yöneldikleri sınıfların çıkarlarının ancak kendi programlarının uygulanmasıyla gerçekleşebileceğini iddia ederler. Sınıfların çeşitli katman ve bölümleri vardır ve partilerin programlan bu katmanların çıkarlarını hedefleyebilir. Bütün olarak bir sınıf ele alındığında ancak bu programlardan birinin sınıfın çıkarlarına uygun düşebileceği ortadadır. Ama bu “her toplumsal tek partiyle temsili”ni savunmak demek değildir. Sınıfların genel çıkarları değişmese de, dönem ve koşullara göre çıkarlarının gerçekleşmesinin gereksindiği politika ve programlar ikincil bir düzlemde değişir. Örneğin dönem donem faşist ya da reformcu, muhafazakâr ya da liberal bir politika ve program burjuvazinin çıkarlarının ifadesi olabilir. Tek bir parti kendi programını koşullara uyarlayıp değiştirebileceği gibi, değişik programları savunan birden fazla parti de olabilir. Hangi partinin programı temsiline soyunduğu sınıfın çıkarlarıyla uyum sağlıyorsa, söz konusu sınıf o parti etrafında saf tutar. Burjuva parlamenter mekanizma birden fazla partinin burjuvaziye sunduğu program önerileriyle “halkoyu” karşısında ve parlamentoda yarışmasıyla işler.
Marksist parti de, proletaryanın hafızasıdır ve proletaryaya sunulmuş bir program önerisi olmuştur. Proletarya, partisi içinde örgütlenerek proletarya diktatörlüğü ve sınıfsal toplumu kurma mücadelesini sürdürür. Bu mücadele, ancak Marksizm’i eylem kılavuzu yapan bir parti aracılığıyla başarıya ulaştırabilir. Ama Marksist partinin dışında başka partiler de proletarya değişik program önerileri sunarlar, proletarya diktatörlüğü yerine “doğrudan demokrasi”,programı gibi… Ancak bu tür partilerin proletaryayı temsil ettiklerini iddia olarak ileri sürmek temelsizdir. Evet, bunlar da işçi partileridirler ya da Marksist parti dışında işçi partileri de olabilir. Örnekleri çoktur. İngiltere’de Trade Unionist parti, Almanya’da Kautsky’nin partisi, 2. enternasyonal partileri,
Rusya’da Menşevik Parti, günümüzde Avrupa’nın revizyonist “komünist” partileri gibi. Bunlar işçi partisi olmasına işçi partisidirler, ama işçi kitlesinin çıkarlarını savunmazlar, dayanakları, sosyal temelleri işçi sınıfı içindeki aristokrat tabakadır, sendikal bürokrasidir. Bu partiler işçi sınıfı içindeki “burjuva ajanların” örgütleridir, bu tabakanın çıkarlarını ifadelendirirler ve bu nedenle uzlaşmacı bir siyaset izler, bu temelde bir program ortaya koyarlar. İşçi aristokrasisinin çıkan burjuva düzendedir, ancak bu düzenin sunduğu kırıntılarla beslenir ve işçi sınıfını düzene bağlamanın siyasetini bu nedenle benimser. Bir de işçi sınıfına yeni katılmaların dayanaklık edebileceği “soI”cu siyaset ve programlara sahip işçi partilerinden söz edebilir. Köylülük ve şehir küçük burjuvazisinden yoksullaşıp mülksüzleşerek proletarya saflarına katılanlar bir süre “eskiye” özlemlerini sürdürüp eski günlerinin hayalleriyle yaşarlar, tepkilerini, küçük burjuva düşünce yapıları ve ruh halleriyle parlamalı-sönmeli, tepkisel, örgütsüzce, gevşek ve özel mülkiyetçi özlemlerle ortaya koymaya yatkındırlar, “solcu” bir siyasetin zeminini oluştururlar. Lenin, “proletarya, proleterden yarı-proletere, yan-proleterden küçük köylüye ‘(ve kent ya da köydeki küçük zanaatçıya, genel olarak küçük işletmeciye), küçük köylüden orta köylüye vb. geçişi yansıtan son derece çeşidi toplumsal tiplerle çevrili olmasaydı; proletaryanın kendisi de, mesleki gruplar gibi, bazen dini vb. gruplar gibi kategorilere bölünmeseydi, kapitalizm, kapitalizm olmazdı.” (“Sol” Komünizm) diyor. Ama işte bu denli çeşitli tabakalanma, çeşitli eğilim, siyaset ve programlara kaynaklık eden zemin demektir. Bu, objektif durumdur. İşçi sınıfının birden fazla “parti içinde örgütlenmesinin nesnel koşullarının varlığı anlamına gelir, birden fazla işçi sınıfı partisinin ortaya Çıkma koşullarının bulunduğu ve özellikle kapitalizm koşullarında birden fazla işçi partisinin olabileceği ve deneylerin gösterdiği gibi olacağı anlamına gelir. Tebliğcilerle bu noktaya kadar anlaşmazlık içinde değiliz. Anlamazlık bundan sonra başlıyor:
“Proletaryanın çeşitli bölümlerinin ve devrime dayanak olan diğer kesimlerin geçiş sürecinde farklı gündelik çıkarlarının olabileceği ve bu kesimlerin toplumsal gelişmeler hakkındaki önerilerinin şekillenebileceği platformlara gerek duyabilecekleri gerçeği çok partililik ve/veya örgütlülük fikrini gündeme getirir.” (Tebliğ)
Proletaryanın “son derece çeşitli toplumsal tiplerle”, çeşidi geçiş tipleri ve tabakalarla çevrili olması ve kendi içinde de, işçi aristokrasisi, mesleki ve dini gruplar gibi kategorilere bölünmüş olması, neden “çok partililik” fikrini gündeme getirsin? Ve hele farklı “gündelik çıkarlar”, neden, bu tür çıkar sahibi farklı proleter tabaka ya da “grupların birden fazla parti içinde örgütlenmesi fikrinin savunulmasını haklı ve doğru kılsın? Marksistlerin savunması gereken, bizatihi ve kendi başına gündelik çıkarlar mıdır, Marksistler gündelik çıkarlar temelinde proletaryanın bölünmesinden mi yanadırlar ve bunun mu propagandası ve teşvikçiliğini yaparlar? Gündelik çıkarların bir Marksist için anlamı ve teorideki yeri, proletaryanın kurtuluş davası uğruna yürüyüşünü olanaklı kılması ve kolaylaştırması, proletarya kitlesini, onun özellikle geri tabakalarını bu davaya çekme ve bağlamanın aracı olmasıdır. Hiçbir Marksist gündelik çıkarları, bir örgütlenme zemini olarak savunmaz ve bu zeminden geliştirilmiş politikalarla, kaçınılmaz olarak burjuva karakterde olmaya zorunlu politikalarla (çünkü iktidar mücadelesini, genel sınıf mücadelesini esas almamakta, bunu başkasına, yani burjuvaziye bırakmaktadır), kendiliğindenci politikalarla birleşmeye çalışmaz; bunların gerekliliğini değil, gereksizliğini savunur ve etkilerini kumaya çalışır.
Tebliğcilerle sorun bu noktadadır. Marksistler, Marksist parti, sınıfı, gündelik çıkarlar peşinde koşmaktan, bu tür özel çıkarlar temelinde politika yapan sapmalardan, küçük burjuva demokrasisinin yozlaştırıcı etkilerinden kurtarmaya çalışır, bu tür eğilimlere ve bu tür politika yapanlara karşı mücadele yürütür. Tebliğ ise, bu eğilimlerle birleşiyor, onlarla birlikte politika yapmayı öngörüyor, buna zorunlu olduğu için değil, bilinçle seçerek, isteyerek bunu savunuyor, bu eğilimlerle ilişkiyi, bir sınıf mücadelesi ilişkisi değil, birlikte var olmanın -silaha sarılmaları dışında- mutlaklaştırılması olarak anlıyor.
Marksistler için sorun açıktır: Proletarya tek bir Marksist parti içinde örgütlenmelidir. Marksistler, tebliğciler gibi geniş mezhepli değillerdir ve birden fazla parti ya da grubu -kuruluş dönemleri gibi özel ve istisnai koşullar dışında- Marksist kabul etme anlayışını benimsemezler. Bu, birden fazla Marksizm anlayışı savunulmasını gereksinir: “Reel Marksizm”, “Rus Marksizm’i”, “Japon Marksizm’i” gibi, proletarya diktatörlüğünü savunan ve savunmayan Marksizm gibi… Marksistler, Marksizm’in temel ilkeleri söz konusu olduğunda, kendilerini bütün diğer muhalefet partilerinden ayırırlar.
Ancak proletaryanın tek bir Marksist parti içinde örgütlenmesi fikri, işçi sınıfının somut durumda tek bir parti içinde örgütlenmemiş, örgütlenememiş olabileceği gerçeğiyle çelişmez. Bu durum, bilinçli proleterlere, Marksistlere, başka partilerin peşinden giden işçileri ve proleter olmayan emekçileri kazanmak, bunun için de bu başka partilerin etkisini zayıflatıp kırmak için mücadele görevini yükler.
Proletaryadan, onun ileri kesimlerinden, proleter öncüden, Marksist partiden başka -lafın ötesinde- proletarya diktatörlüğü peşinde koşan ve onu kurmak için en iyi evlatlarını kurban veren güç yoktur, üstelik başka herhangi bir güç bu yeteneğe sahip de değildir. Gündelik çıkarlar peşinde koşmakla, işçi sınıfını burjuvaziyle uzlaştırmaya çalışmakla, proleter iktidarı kurmak için ileri atılmak olanaksızdı. Ve Lenin’in deyişiyle “çalışan halk yığını, yalnızca sömürücüleri alt etmekle ve direnişlerini kırmakla kalmayıp yeni toplumsal bir disiplin kurmakta olan, kendi cesur, sağlam, devrimci ve sebatkâr öncülerinin otoritesinden başka hiçbir otorite tanımayan proletaryanın ahlaki ve siyasi otoritesini tanımaktın başka bir şey yapamayacaktır.”
Bu, çalışan sıradan halk için olduğu kadar, onların çeşitli partileri açısından da geçerlidir. Proletarya, kendisinin ve tüm insanlığın kurtuluşu yolunda ilerleyişini düşünce ve propagandada bırakmayıp pratik olarak da ortaya koydukça, kendi çıkarlarının somut gerçekleştirimini görmekte olan ve üstelik burjuva devletin devrilişiyle emekçi yığınlar üzerindeki egemenliği, saygınlığı ve etkisi yıkılan burjuvazi ve küçük burjuvazi demokrasisinin güdümünden kurtulan çalışan halk kadar çeşitli partiler ve yönetimleri de yeni biçimlenen ilişkiler ve koşullardan etkilenir ve seçme yapmak durumunda kalırlar. Artık proletarya ile proleter olmayan emekçi katmanlar ve küçük burjuvazi arasında özel bir bağlaşma türü olan proletarya diktatörlüğü koşulları ve bu koşulların yaratılması döneminde belirleyici olacak ve eski koşullar ve ilişkilerin yerini alacaktır. Artık eski partiler, işçi ya da küçük burjuva partileri yeni duruma ve yeni ilişkilere ayak uydurmazlık edemezler. Seçme yapacaklardır. Ya olumlu ya olumsuz ayak uyduracaklardır yeni koşul ve ilişkilere. Ya burjuvazinin yanında Sovyet iktidarına kaşı direnişe katılacak, bu direnişin aleti olacak ya da proletarya ve partisinin yanında sınıf mücadelesinde yerlerini alacaklardır.
Sınıf ve tabakalar ve onların siyasal temsilcileri, örgütleri arasındaki ilişkilerin yeni koşulların oluşmasına bağlı olarak, amansız bir sınıf savaşı olan proletarya diktatörlüğü koşullarında eski devlet aygıtının parçalanıp yenisinin, proleter devlet aygıtının kurulmakta ve sınıf mücadelesinin aracı olarak kullanılmakta olduğu koşullarda, yeni ve farklı biçimler kazanan sınıf mücadelesi ve kuruluş içinde yeniden oluşması ve belirlenmesi, bu yeni ilişiklerin yeniden ve somut olarak; incelenmesini gerektirir, Koşulların, mücadelenin, kuruluşun ve bunlara bağlı olarak ilişkilerin somut gelişmesi, çeşitli ülkelerde değişik durumlar yaratabilir ve “partiler” sorunu farklı ülkelerde farklı biçimlerde şekillenebilir. Sorunun özü değişmeyecektir. Çeşitli siyasal örgütlenmeler, partiler, burjuvaziyle proletarya arasındaki amansız sınıf mücadelesinde, proletaryanın ya karşısında ya yanında yer alacaklardır. Proletarya karşısındaki güçleri ezecek ya da çeşitli sınıflar (ve siyasal örgütleri), “kendi sağlam, devrimci sebatkâr öncülerinin otoritesinden başka otorite tanımayan proletaryanın ahlaki ve siyasal otoritesini tanımaktan başka bir şey yapamayacaktır. Bu ikinci durum, Bulgaristan örneğidir. Proletaryanın otoritesini, hegemonyasını kabullenen, onun Marksist partisiyle birlikte, onun öncülüğünü benimseyerek sosyalizmin bir gücü haline gelen partiler- bu olanaklıdır, Marksizm’le çelişmez.
Marksizm’le çelişen, hegemonya ve öncülük sorununu bir yana bırakan, burjuva parlamenter rejimlerdeki birden fazla parti arasındaki ilişkiyi sosyalist demokrasi adına proletarya diktatörlüğüne yamamaya çalışmaktır. Tebliğin yaptığı tam da budur: Konseyleri meşru kabul eden çok parti arasında yarışma… Sosyalizm, parlamenter yarışmacılıktan çok başka bir şeydir, Marksizm, hegemonya, öncülük ve kazanma fikrini savunur.
Sorunun özü, proletaryanın, kendi geri yığınlarını ve proleter olmayan emekçi yığınlarım, yeni koşulların belirleyici etkisiyle kazanmasıdır. Öncülük işlevini gerçekleştirmesidir. Bunda önemli bir araç devlet aygıtıysa, ondan daha önemlisi partisidir.
Kazanmada, esas olan, sınıf güçlerinin, yığınların kazanılmasıdır. Marksistler, başka partilerle parlamenter bir rejimde yarışmak ya da onlara düşüncelerini ortaya koyacakları platformlar hazırlamak için değil, yığınları kazanmak, proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesinin gelişmesini kolaylaştırmak ve bu mücadeleyi proletaryanın bilincini yükseltecek biçimde ilerletmek için “partiler” sorununa yaklaşırlar. Bu sorun, taktik bir sorun olarak ele alınır. Ve proleter ve proleter olmayan emekçi yığınları kazanma, proleter öncünün başka partileri etkisizleştirmesini içerir ve bu etkisizleştirme, burjuvazinin safına geçenleri ezme, proletaryaya yaklaşanlarla anlaşmalar yapma, kararsızları tarafsızlaştırmak için uzlaşmalar ve bunların tümünü bir arada uygulanması gibi yöntemlerle yürütülür.
Tebliğ, farklı gündelik çıkarlara sahip proletaryanın çeşitli bölümleri ve başka emekçi tabakaların varlığını, proletaryanın dini, mesleki vb. kategorilere bölünmüş olmasını -bu bölünmüşlüğü gidermek değil teşvik etmek anlamına gelmek üzere- çok partililiğin, politik çoğulculuğun, yarışmacı parlamentarizmin gerekçesi yapıyor. Lenin ise, aynı nedenden hareketle, sosyalizmin düz bir yoldan kurulamayacağı, yolun dolambaçlı olacağı, taktikler izlenmesini gerektireceği ve ancak bu yolla yığınların kazanılması ve oportünizmin tecrit edilmesinin mümkün olabileceği sonuçlarını çıkarıyor. “Proletarya, son derece çeşitli toplumsal tiplerle çevrili olmasaydı ve mesleki, dini vb kategorilere bölünmeseydi, kapitalizm kapitalizm olmazdı” diyen Lenin şöyle sürdürüyor:
“Proletaryanın öncüsü, için, onun bilinçli bölümü için, Komünist Partisi için, gerektiğinde zigzaglı, dolambaçlı yoldan yürümenin, ayrı ayrı proleter grupları ile ayrı ayrı işçi partileri ve küçük üretici partileriyle anlaşmalar yapmanın, uzlaşmalara varmanın gereği, bundan doğmaktadır. Sorun, bu taktiği, proletaryanın genel olarak bilincini, devrimci ruhunu, mücadele etme ve yenme yeteneğini düşürecek değil, yükseltecek biçimde uygulamayı bilmektir.
“Belirtelim ki, Bolşeviklerin Menşeviklere zaferi, sadece 1917 Ekim Devriminden önce değil, bu devrimden sonra da, zigzaglı yol, anlaşmalar, uzlaşmalar taktiğinin uygulanmasını gerektirmiştir; elbette ki, bunlara, Bolşeviklerin başarısını sağlayacak, onu kolaylaştıracak, hızlandıracak biçimde, Menşeviklerin aleyhine taktikler olarak başvurulmuştur. (Menşevikler dâhil) küçük burjuva demokratlar, zorunlu olarak, burjuvazi ile proletarya arasında, burjuva demokrasisi ile Sovyet rejimi arasında, reformculuk ile devrimci zihniyet arasında, dar anlamda işçi davasına sahip çıkma zorunluluğu ile proletaryanın iktidarından duyulan korku vb. arasında sallanır dururlar. Komünistlerin doğru taktiği, bu gibi duraksamalardan yararlanmayı gerektirir, yoksa onları umursamamayı değil; oysa bunlardan yararlanmak demek, proletaryaya yakınlaşan unsurlara ödünlerde bulunmak ve bunlara ancak yaklaştıkları ölçüde ve yaklaştıkları anda ödünlerde bulunmak ve bir yandan da burjuvaziye yaklaşanlara karşı mücadeleyi sürdürmek demektir. Bu doğru taktiğin uygulanması yüzündendir ki, Menşevizm, bizde, oportünizmde direnen liderleri tecrit olunarak ve en iyi işçileri, küçük burjuva demokrasisinin en iyi unsurlarını bizim kapımıza getirerek gün geçtikçe dağılmıştır ve dağılmaktadır.” (“Sol” Komünizm)
Lenin’de çoğulculuğun savunulması yoktur, başka partilerin aleyhine ve proleter öncünün lehine taktikler, yığınları -o bölünmüşlük koşullarında- kazanma taktikleri vardır. Ödünler vardır, ama bu ödünler Marksizm’den ödünler değildir, politik çoğunculuğu savunarak Marksizm’den vazgeçme değildir. Proletarya diktatörlüğü, başında öncü partisiyle egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya demektir ve proletarya ve öncüsü, başka partilerle ilişkilerinde iktidarını bırakmayacaktır, ödünler bu iktidarın sağlamlaşması içindir ve zaten ancak başka partiler proletaryaya ve bu iktidara yakınlaştıkları oranda ve anda verilmektedir. Ve sonuç, Lenin varmayı hedeflediği ve varılmakta olduğunu, varıldığını söylediği sonuç öğreticidir: Oportünizmde direnen liderleri tecrit olunarak, Menşevikler örneğinde olduğu gibi, başka işçi partileri ve küçük burjuva partiler dağılmıştır ve dağılmaktadır. Amaç, dağıtmaktır. Birlikte politik çoğulculuğun örgütlenmesi ve parlamentoculuk değil. Bir akım ve parti olarak başka partileri dağıtmak. Buradan en iyi olasılıkla, öncünün doğru taktiklerinin de yardımıyla, yeni koşullar içinde, dağıtılmış partilerin, proletarya ve öncüsüyle yeni türden ilişkilere, proletarya ile dayanışma ilişkilerine sahip (bu proletaryanın öncülüğünün benimsenmesidir) yeni gruplan çıkar; komünist partiyle, cephe türü bağlaşıklar çerçevesinde örgütlenen, yeni ilişkilerin yeni partileri. “Sosyalist demokrasi” adına politik çoğulculuğun, burjuva parlamenter, Doğu Avrupa’da bugün görülen türden Doğu Almanya ve Macaristan’da parlamenter yarışma ve koalisyonlarla hükümet kurma durumunda olan türden, burjuva ilişkilerin partileri değildir bunlar, yeni ilişkilerin yeni partileri olabilirler ancak. Bu tür yeni partilerin ortaya çıkıp çıkmayacağını, çıkarlarsa var olmaya devam edip etmeyeceklerini, tamamıyla, proletarya diktatörlüğü koşullarında oluşan ve gelişen yeni ilişkilerin gerekleri, burjuvaziye karşı yürütülen ve yığınları kazanmayı da amaçlayan sınıf mücadelesinin gerekleri belirleyebilir. Sovyetik rejimde birden fazla partiye yer olup olmaması tamamen somut duruma ve gelişmelere bağlıdır. Bu rejimde birden fazla parti olabilir de. Ama şu tartışılmazdır. Sovyet iktidarı proletaryanın yönetici rolüne uyarlanmıştır, proletarya diktatörlüğünde yönetici rol proletaryanındır ve proletarya bu rolünü başında öncü partisiyle gerçekleştirir, proletarya, iktidarı bir başka sınıfla paylaşmayacağı gibi, komünist partisi de üç-beş parlamenter yarışmacı partiden biri olamaz, diktatörlüğün sahibi proletarya, yönetici ve yönlendirici gücü proletaryanın partisidir.
Konuyla ilgili olarak, yeni ilişkilerin, tek partiye ya da çeşitli partilerin proleter öncüyle, komünist partisiyle sıkı dayanışma içinde bloklaşmasına götürmesine bir örnek, Ekim Devrimi’nin hemen sonrasında Bolşevik partinin “sol sosyalist devrimciler” ile blok kurmasıdır. Burada temel amaç köylülüğün kazanılmasıydı ve bu blok bütünüyle kalıcı olmasa ve yeni ilişkilerin gereklerini karşılayamadığı için dağılsa da, bu amaca hizmet etmiş, Bolşeviklerin köylülüğü kazanması ve proletarya diktatörlüğünün sağlamlaştırılmasının bir adımı olmuştur. Lenin anlatıyor:
“Ekim Devrimi günlerinde sosyalist devrimcilerin tarım programını bir virgül bile değiştirmeden bütün halinde kabul ederek, küçük burjuva köylülükle sadece şekilde kalmayan son derece önemli (ve son başarılı) bir siyasal blok kurduk; yani köylülere zorla programımızı kabul ettirmek isteğinde olmadığımızı, onlarla anlaşmak istediğimizi tanıtlayabilmek için, açık uzlaşmaya vardık. Aynı zamanda (bu amaca bağlı olarak -ÖD) ‘sol sosyalist devrimcilere’ resmen bir siyasal anlaşma öneriyorduk (ve bunu, kısa bir zaman sonra gerçekleştiriyorduk). Bunlar, Brest-Litovsk barışının ertesi günü bu anlaşmayı reddettiler ve 1918 Temmuz’unda işi bir ayaklanmaya kadar vardırdılar ve daha sonra da, bize karşı silahlı mücadeleye giriştiler.” (“Sol” Komünizm) Lenin, aynı yerde, sol sosyalist devrimcilerden ayaklanmayla birlikte ayrılan ve 1918 Eylül’ünde kurulup 1920 Eylül’ünde SBKP’ye katılan “Devrimci Komünist Partisi” kurucuları içinde yer alan Natanson’u övgüyle anar. “Natanson, 1919’da bize çok yakın, hemen hemen bizimle tam dayanışma durumunda bir devrimci komünist narodnik olarak ölmüştür.”
Köylülerin kazanılması, kurulup dağdan bir blok (sosyalist devrimcilerle) ve yeni ilişkilerin daha ileri bir evrilmesiyle kurulan bir başka bloğun (devrimci komünist partisiyle) Natanson’un partisinin bolşevik partiye katılmasına götürmesi. Yeni koşul ve ilişkiler sarsıntılara yol açıyor ve bir dizi örgütsel biçimlerin kurulup dağılmasıyla gelişiyor. Her şey somuttur. Somut olarak birden fazla parti de olabiliyor, bunlarla bloklar kurulabiliyor, bu bloklar dağılabiliyor, Marksist partiye örgütlü katılmalar olabiliyor; ama politik çoğulculuk ve parlamenter oyunların savunulmasına gerek olmuyor, Marksist parti, Bolşevik parti proletaryanın öncü müfrezesi olmayı başka partilerle paylaşmıyor, diktatörlüğün yönetici gücü olmaktan vazgeçmiyor, küçük burjuvaziye aracılığıyla burjuvaziye teslim olmuyor, silahlı çatışmayı da uzlaşma ve anlaşmaları da içeren çeşitli yönlerle sınıf mücadelesini sürdürüyor.
Ayrıca inceleme konusu yapıp uzatmaktan kaçınmak için bir parantez açalım. Proletarya diktatörlüğü ya da sosyalist demokrasi koşullarında yaşama hakkı ya da ölüm cezası sorunu. Genel olarak incelemeden, 1918 Temmuz’unda işi ayaklanmaya vardıran sosyalist devrimcilere, iç savaşta burjuvazinin safında çarpışan Menşeviklere karşı Lenin’in tutumu neydi onu aktaralım; “Menşeviklerin büyük bölümü burjuvazi saflarında yer almış ve iç savaş sırasında bize karşı dövüşmüştür. Kuşkusuz, onları bastırıyor, hatta bize karşı savaşta Kızıl ordumuzla savaştıkları ve kızıl yoldaşlarımızı kurşuna dizdikleri zaman onları kurşuna dizmeye değin gidiyoruz. Burjuvazinin savaşına biz de proletaryanın savaşı ile yanıt verdik; başka bir çıkış yolu da olamaz.” (KE 1. Kongresi, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler ve Rapor) Lenin, İsa değil, gerekli olduğunda ölüm cezasının uygulanmasını, kurşuna dizmeyi doğal görüyor, burjuvaziyle savaşın, sınıf mücadelesinin bir gereği görüyor.
Aktardığımız son üç pasajında Lenin dikkat çekici bir di! kullanıyor, sürekli “biz” diyor, “köylülükle blok kurduk”, “bize karşı silahlı mücadeleye giriştiler”, “bizimle tam dayanışma durumunda bir devrimci komünist”, “bize karşı dövüşmüştür”, “kurşuna dizmeye değin gidiyoruz” gibi. Lenin’in bu “bizlerinin gerçek öznesi proletarya mı yoksa parti mi, proletaryanın birden fazla partisini (hem de gündelik çıkarları temelinde partileri) öngören tebliğciler bu özne ayrıştırmasını başarabilecekler mi? Lenin’de sorun o denli açık ki. O, iki özneyi birlikte kucaklamak üzere “biz” diyor, sınıf partisiyledir Lenin’de, parti sınıfı içindir, sınıfının başındadır, Lenin bu ikisini, ayrı ayrı durumları söz konusu olmadıkça tek bir şey olarak nitelemek üzere ve ikisini birden kucaklamak üzere “biz” ile ifade ediyor. Proletaryaya tek parti… Ve bu parti proletaryanın üncü müfrezesi olarak egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın, yani proletarya diktatörlüğünün yönetici gücü, ne sınıf paylaşıyor kendi rolünü ne partisi… Lenin’de Marksist parti dışındaki başka işçi ya da küçük burjuva partiyle sıkı bir dayanışma içine sokulmak içindir, sözde sosyalist demokrasinin yarışmacı unsurları değil.
Burada tebliğcilere bir soru: “Devrimci bir sosyalist işçi partisi gerekli” diyorsunuz ve herhalde bu partinin -bizim anladığımız anlamda olmasa bile- “öncü” bir parti olması gerektiğini söylüyorsunuz. Aynı zamanda “tam demokrat” bir tarzla konseylerdeki “özgür oylarla” kim seçilirse diye ekliyorsunuz ve üstelik konseylere “silaha başvurmayan herkes ve her parti” katılabiliyor. Nikaragua örneği bir sistem savunuyorsunuz. Ama peki, sonuç da Nikaragua’daki gibi olduğunda ve partiniz seçimleri kaybettiğinde ne olacak? Örneklerini birbiri ardı sıra yaşadık, yaşıyoruz; öngördüğünüz sistemin benzerinin kurulmakta olduğu ya da kurulu olduğu tüm ülkelerde (Doğu Avrupa, Nikaragua gibi) kapitalizmi dolaysızca savunan partiler en çok oyu alıyorlar ve hükümet kuruyor ya da ona ortak oluyorlar. Diyelim ki sizin sisteminizdeki partiler daha “iyi” ve daha “sosyalist” olacaklar (bir hatırlatma: başlangıçta Doğu Avrupa ve Sovyetlerde de tüm partiler daha “iyi” ve “sosyalisttiler”, örneğin tümü, “sosyalist anayasayı” çerçeve olarak benimsiyorlardı, giderek “azdılar”, ama sonuçta yine bir seçimle sizin “öz” partiniz hükümetten düşüp yerine bir başka “sosyalist” parti gelebilecek. Örneğin her seçimde ayrı bir parti ya da birinin yerini diğerinin alması sonra yeniden öbürünün gelmesi gibi gelişmeler olabilecek. Peki, sizin “öz” partiniz bu gelişmelere rağmen nasıl “öncü” olarak kalabilecek, yoksa hükümet değişikliklerine bağlı olarak “öncüler” de mi değişecek ve bu değişiklikler devlet iktidarını, proletarya diktatörlüğünü ne türden etkileyecek ve onunla nasıl bağdaşacak? “Sosyalist demokrasi” olacak, ama proletarya diktatörlüğü olmayacak mı yoksa? Politik çoğulculuk ile bu tür bir mekanizmayı baştan kabullenmiş oluyorsunuz – parlamenter mekanizmayı. Ama bu mekanizma ile proletarya diktatörlüğü ve öncülük fikri ve pratiğinin nasıl gerçekleşebileceğim açıklamak zorunda olmalısınız.
Lenin, tek ve yalnızca bir parti öngörür proletaryanın öncü müfrezesi olarak, tek parti fikrini savunur. Lenin’in sosyalist devrim ve proletarya diktatörlüğü teorisinde tek partiye yer vardır. Tek parti fikri, troçkistlerin ve tebliğcilerin iddiasının aksine Stalin’in değil, Lenin’indir, Stalin yalnızca Lenin’in fikirlerinin takipçisi olmuştur. Aktardığımız gibi, Lenin’de tek parti fikri, başka işçi ya da küçük burjuva partilerin varlığının tanınması ve onlarla anlaşmalar yapılıp bloklar kurulması olasılığının söz konusu olabilmesiyle çelişmez. Ayırt edici olan, Lenin’in proletarya diktatörlüğü fikrini, onun yönetici gücü olan tek parti, proletaryanın öncüsü komünist parti fikri ile bir arada ortaya koyması ve savunmasıdır. Lenin’e göre, proletarya, diktatörlüğünü ancak tek bir komünist partisinde örgütlenerek hazırlayabilir, kurabilir ve sürdürerek sınıfsız topluma varmada kaldıraç olarak kullanabilir.
“(…) uluslararası proleter hareket bakımından, komünist partilerin esas görevi, proletaryanın devlet iktidarının fethine ve özellikle proletarya diktatörlüğü biçimi altındaki fethine hazırlık çalışmasını on kat artırmak için, şu anda dağınık komünist güçleri bir araya getirmek, her ülkede tek bir komünist parti kurmaktır (ya da her ülkede varolan komünist partiyi pekiştirip yenileştirmektir) “(KE 2. Kongresinin Temel Görevleri Üzerine Tezler)
Tebliğcilerin devlet aygıtından ayrılığı ilke edinen, yalnızca bir “aydınlatma” ve kitlelerin “kendi” örgütlülüklerini sağlama ve yönetme ve denetleme özelliklerini kazanmalarına yol gösterme ve bunu kolaylaştırma aracı olan, siyasete ve siyasal mücadelenin bütün alanlarına egemen olmaktan özenle kaçınması istenen parti fikri karşısında, benzeri fikirler savunan “liderlik iddiasında olanlar”ın kendi yollarından gidebileceklerini söyleyen Lenin, Alman “solları”nı eleştirirken şöyle diyor:
“Varsın ‘sollar’ da kendilerini ulusal ve uluslararası ölçüde denesinler; varsın merkezileşmiş ve demir disiplinli bir parti olmadan, siyasal ve kültürel çalışmanın bütün alanları, kollan ve çeşitlerine egemen olmadan, proletarya diktatörlüğünü hazırlamayı (ve sonra da gerçekleştirmeyi) denesinler. Pratik deneyim onları kısa sürede eğitecektir.
‘”Sollar’la bölünmenin, işçi hareketine bütün katılanların, Sovyetler iktidarının ve proletarya diktatörlüğünün bütün içten ve güvenilir taraftarlarının tek bir parti içinde birleşmelerine, yakın bir gelecekte gerekli ve kaçınılmaz olan böyle bir kaynaşmaya engel olmaması için ya da mümkün olduğu kadar az engel olması için bütün çabalarımızı harcamalıyız. (…) Kimileri, özellikle liderlik iddiasında olanlar, (eğer proleter disiplinden ve ‘kendi kendilerine karşı sadakatten’ yoksunsalar) uzun süre hatalarında direnebilirler; işçi yığınlarına gelince, zamanı geldiğinde onlar, Sovyet düzenini, proleter iktidarını kuracak yetenekte tek bir parti içinde, bütün içten devrimcilerle birlikle kendi birliklerini kolaylıkla ve hızla kuracaklardır.” (“Sol” Komünizm)
Tebliğciler dâhil Marksist terminolojiyi kullananların, aynı zamanda Marksizm in temel ilkelerini de savunmalarını ve üstelik Marksizm’i proleter disipliniyle uygulamalarını isteriz, böyle tutumda olanlarla birleşiriz, ama “sol”dan ya da sağdan Marksizm’i yadsıyanlarla bölünmüşlük doğru tutumdur. Leninist’tir. İsteyen istediğince liderlik iddiasında bulunabilir, anti-Marksist projeler önerebilir, yollarında yürümekte özgürdürler. Onlarla birlikte proletarya diktatörlüğü hazırlanamaz. Devrim ve proletaryanın egemenliğinin “yeni ilişkileri” belki onları olumlu etkilerse, yine belki onlarla bir blok kurulması gündeme gelebilir en çok.
Devlet aygıtından ayrılık bir yana, Lenin’in partisi “siyasal ve kültürel çalışmanın bütün alanları, kolları ve çeşitlerine egemen” bir partidir; O’nun partisi, konseyleri savunan ama gündelik çıkarları ya da başka çıkarlar temelinde başka partiler içinde örgütlenen proleter katmanların ve küçük burjuvazinin çok sayıda partisinden biri değildir, “proletarya diktatörlüğünün bütün içlen ve güvenilir taraftarlarının tek bir parti içinde birliği”dir. Lenin “proleter iktidarını kuracak (ve gerçekleştirecek) tek bir parti” öngörmekte ve “işçi yığınlarının tek bir parti içinde kendi birliklerini kolaylıkla ve hızla kuracaklarını” vurgulamaktadır. Ve üstelik Lenin bu görüşleri, yeni bir bölünmenin gündemde olduğu bir zamanda ortaya koymaktadır. Tebliğciler, proletaryanın önünü karartmak için ona, muğlâklık, örgütsel karmaşa önerebilirler, çeşitli proleter katmanlara ayrı partiler önerebilirler, proletaryanın birliğini değil bölünmesini savunabilir ve bu yolla proletarya diktatörlüğünün hazırlanmasını ve gerçekleşmesini engellemeye çalışabilirler; proletaryanın çok parti halinde örgütlenmesinin proletarya diktatörlüğünü olanaksızlaştırmayı savunmaktan başka bir anlamı yoktur, bu yolda çeşitli biçim ve yöntemlerle yürüyen çok sayıda akım var, Marksistlere düşen, tebliğcilere karşı da bir etkisizleştirme mücadelesi ve proleterlerin birliğini onlara rağmen sağlama çabası olur ve olacaktır.
Tebliğciler proletarya diktatörlüğünü kurma ve sürdürme yeteneğinde birden fazla parti varsayıyorlar, proletarya diktatörlüğü “demokrasi” gevezeliğiyle hiçbir zaman ve hiçbir şekilde bağdaşmamasına rağmen, bunu demokrasi ve ve demokratizm adına öne sürüyorlar, isteyen istediği partide örgütlenir; ancak birincisi, onlar böylelikle, dağınıklık propagandasıyla proletarya diktatörlüğünü olanaksızlaştırıyorlar ya da kurulmuş proletarya iktidarı koşulları varsayılırsa, onun devrilmesinin yolunu açıyorlar ve ikincisi, proletarya kendi iktidarında asıl kendisi özgürdür, iktidarına karşı şu ya da bu yoldan direnen partileri yasaklama önlemlerini alacaktır.
Tebliğcilerin bu demokratizminin hareket noktası, komünist partinin yönetici rolünden “parti diktatörlüğü”nü, “bürokratik diktatörlüğü” devleti zaten bürokratik bir aygıt olarak karşılarına almaları ya da ismini takmamalarına rağmen bir “özgür halk devleti” ya da “doğrudan demokrasi devleti” olarak, “yığınların yönetimi” olarak, sanki komünizmin ikinci evresi söz konusu imiş gibi kavramaları ve parti ve devlete karşı yığınları öne sürmeleridir. Parti ve devletle yığınları karşı karşıya getiriyorlar, parti ve devletin karşısına, sanki bu parti ve devlet proletaryanın değilmiş gibi, sınıfı ve yığınları koyuyorlar. Parti değil, yığınların, sınıfın örgütlenmeleri, parti diktatörlüğü değil, sınıfın, yığınların diktatörlüğü (ya da yönetimi) – tebliğciler, 70 yıl önce Lenin’in tanışıp görüşlerini çürüttüğü “sollar”ın bulunduğu yerdeler hala. Şöyle yazıyorlar:
“İşçi sınıfının öz-örgütlenmesinin önemini pratik içinde yadsıyarak, kendi faaliyetini sınıfın bütününün faaliyetinin yerine koyan bir partinin devlet iktidarını ele geçirmesi ve sürdürmesini işçi sınıfı iktidarının kurulmasının yolu olarak kabul eden anlayış devrimci Marksistlerin programatik yaklaşımına aykırıdır. İşçi sınıfının iktidarını bir sınıf olarak oluşturması sosyalist demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur. (…) işçi sınıfının kendi eseri olacak kurtuluşu pasif bir proletaryanın yerine ve onun adına hareket eden bir parti aracılığıyla gerçekleştirilemez. (Tebliğ)
Tebliğciler kendilerini, Blankistlerle, Narodniklerle, bireysel terörizmi ilke edinenlerle tartışıyor sanmasınlar. Türkiye’de sınıfı pasif bir unsur olarak görüp kabul etmeyen, “ideolojik öncülük” gibi, parti ve “öncü örgütlerin” sınıfa rağmen ve kendini sınıfın yerine koyan mücadelesi ve öncülüğünü değil, sınıfın fiili öncülüğünü savunan Marksistler de var. Marksizm, proletaryayı, sınıfı pasif bir güç olarak görme fiilini atfetmeye kalkışmasınlar, bunu gerekçe edinmekten vazgeçsinler. İşin özü, pasiflik gerekçesi çıkarıldığında söyledikleri şudur: Devlet iktidarını, sınıfın bütününü mü ele geçirecek parti mi; sınıf, iktidarını, sınıf olarak mı oluşturacak parti aracılığıyla mı gerçekleştirecek; sınıfın, yığınların diktatörlüğü mü parti diktatörlüğü mü?
Bu yaklaşım, sorunun bu ortaya konulusu, “proleterlerin sınıf birliğinin en yüksek biçimi, proletaryanın devrimci partisi (…) önderleri, sınıfı ve yığınları homojen ve bölünmez bir bütün içinde birbirine bağlamayı başarmadan böyle bir ada layık olamaz” (“Sol” Komünizm) diyen Lenin’e karşıdır. Bu koyuş, partiyle sınıf ve yığınlar arasındaki ilişkinin Leninist kavrayışına karşıdır. Konuya ilişkin olarak Leninizm, partiyi, sınıfı ve yığınlarla karşı karşıya koymanın mahkum edilmesi ve bunların tüm arasında, “Homojen ve bölünmez” doğru ilişkilerin kurulmasının öngörülmesidir. Lenin, tebliğin terine tek parti fikrini de çok açık olarak işlediği pasajında, bu ilişkiler üzerine şunları yazıyor:
“Kapitalizm üzerinde zafer, yönetici komünist parti, devrimci sınıf, yani proletarya ve yığın, yani emekçiler ve sömürülenlerin tümü arasında doğru ilişkiler kurulmasını gerektirir. Yalnızca komünist parti, eğer gerçekten devrimci sınıfın öncüsü ise, eğer saflarında bu sınıfın en iyi temsilcilerini barındırıyorsa, eğer tamamıyla bilinçli ve özverili, direngen bir devrimci savaşım deneyimi ile yetişip çelikleşmiş komünistlerden bilemiş bulunuyorsa, eğer bu parti kendi sınıfının tüm yaşamına ve onun aracıyla tüm sömürülenler yığınına çözülmez bir biçimde bağlanmayı ve bu sınıf ile bu yığma mutlak bir güven esinlemeyi biliyorsa -kapitalizmin bütün güçlerine karşı en gözü pek ve en amansız sonal savaşımda, YALNIZCA böyle BİR parti proletaryayı yönetmeye yetkilidir. Ve proletarya, kapitalizm tarafından bozulmuş küçük bir işçi aristokrasisi azınlığının -trade union’ların, kooperatiflerin, vb. eski liderleri- kaçınılmaz gevşeklik ve bazen de direncini ortadan kaldırarak, kendi devrimci atılımının tüm gücünü ancak böyle BİR partinin yönetimi altında geliştirebilir, kapitalist toplumun iktisadi yapısı sonucu toplam nüfus içinde tuttuğu yere oranla son derece daha büyük olan tüm gücünü, ancak böyle BİR partinin yönetimi altında gösterebilir.” (KE 2. Kongresinin Temel Görevleri Üzerine Tezler)
Proletarya, kapitalizm üzerinde zaferini, ancak belirli bir partinin yönetiminde sağlayabiliyor. Bu, kesin Lenin’de, birkaç partiye dağılarak sağlayamıyor. Ve ikincisi, partiyle sınıf ve yığınlar arasında doğru bir ilişki olması gerekiyor. Partinin sınıfın gerçeklen devrimci öncüsü olması gerekiyor. Koşullan belli bunun: 1- Parti, saflarında sınıfın en iyi temsilcilerini barındırmalı, 2- Bilinçli, özverili, çelikleşmiş komünistlerden bileşmiş olmalı, 3- Sınıfın tüm yaşamına ve sömürülenler yığınına çözülmez biçimde bağlanmış ve onlara mutlak bir güven aşılamış olmalı. Parti karşısında sınıf ve yığın değil, partiden korkutulan, parti içinde örgütlenmekten korkutulup uzak tutulmaya ve parti karşısında “kendi öz-örgütlenmelerinde” örgütlenmeye yöneltilen sınıf ve yığın değil, partisiyle birbirlerine sımsıkı ve çözülmez bağlarla bağlı, partisiyle arasında mutlak bir güven ilişkisi olan, öncülerinin otoritesinden başka otorite tanımayan bir sınıf ve yığın. Parti ancak böyle ilişkiler kurmayı başardığında adına layık olabiliyor ve ancak bu ilişkiler kurulduğunda proletarya diktatörlüğünü kurup sürdürmek başarılabiliyor.
Bırakalım, tebliğciler partiyle sınıf ve yığınları karşı karşıya koysunlar. Bırakalım, “doğrudan demokrasici” bu aydınlarımız, aydın özgürlükçülüğü peşinde, henüz komünizmin ilk evresinde, henüz daha işin en başında, kol ve kafa emeği, yöneten ile yönetilen, kır ile şehir arasındaki farklılıkların yanında sınıf farklılıklarının bile daha bir süre var olmaya devam edeceği koşullarda ütopyayla uğraşarak, denetim, görevden geri alma vb. yollarla ve sendikalar vb. kitle örgütleri ve doğrudan iktidar organı olan Sovyetler içinde işyerleri, köyler vb. birimlerde örgütlenecek sınıf ve yığınların yönetime aktif ve geniş olarak katılmalarının sağlanması için çalışma yerine, “öz-yönetim”, parti dışında (çünkü parti devlet aygıtından mutlak olarak ayrı olacak) ve karşısında yığınların doğrudan yönetimlerini savunsunlar. Partisiyle sınıfı ve yığınları birbirinden koparmaya çalışsınlar, bunun projelerini geliştirsinler. Onlara ve bu tür projelerden etkilenenlere Lenin’in “Sol” Komünizm’ini yeniden ve yeniden incelemeyi salık veririz. “İşçi sınıfının sınıf olarak iktidarı mı parti aracılığıyla iktidarı mı” – bu tebliğ tezi karşısında Lenin:
“Sadece sorunu ‘parti diktatörlüğü mü, yoksa sınıf diktatörlüğü mü? Liderlerin (parti) diktatörlüğü mü, yoksa yığınların (parti) diktatörlüğü mü? biçiminde koymak bile, inanılmaz ve umutsuzluğa yol açan bir fikir kargaşalığı anlamına gelir. Bu adamlar tamamen özgün bir şey keşfetmeye kalkışıyorlar ve düşüncelerini inceltmek isterken gülünç oluyorlar.”‘ (“Sol” Komünizm)
“Parti diktatörlüğü mü sınıf ya da yığın iktidarı mı?”, partiyle devletin ayrılığı mı birliği mi ve partiyle sınıf ve yığınlar arasındaki ilişki sorunu Lenin’in ayrıntılarıyla tanıştığı eski bir sorun olduğundan, tek sözcük bile eklemeden sözü Lenin’e bırakacağız:
“Yığınların sınıflara bölündüğünü herkes bilir; (…) ve sınıfların, genellikle, hiç değilse çoğunlukla, uygar modem ülkelerde siyasal partiler tarafından yönetildiğini ve siyasal partilerin de, genel kurul olarak en çok otorite ve etki sağlamış olan, en tecrübeli ve sorumlu görevlere seçim yoluyla gelen ve lider diye adlandırılan kişilerden meydana gelmiş, oldukça istikrarlı gruplar tarafından yönetildiğini herkes bilir.
“(…)
“(…) yığınların diktatörlüğünü (tebliğciler “yönetimi” diyorlar, “öz-yönetim” diyorlar, “doğrudan demokrasi” diyorlar- ÖD) liderlerin diktatörlüğü ile karşı karşıya koymak, gülünç bir saçmalıktır, avanaklıktır. İşin eğlendirici yanı, doğru fikirler taşıyan eski liderlerin yerine, (‘kahrolsun liderler!’ sloganı perdesi altında) son derece ahmakça ve karmakarışık şeyler yumurtlayan yeni liderlerin getirilmesidir. (Sınıf farklılıkları, bilinç farklılıkları vb. henüz proletarya diktatörlüğü döneminde devam edeceğine göre, öncünün, partinin devletten aynılığını ve sınıf ile yığınların doğrudan yönetimini savunan tebliğcilerimizin kendileri “yeni liderler” olarak ortada kalmayacaklar mı? Farklılıklar sürdüğünden yeni liderler gerekecek, eh, tebliğcilerimiz bu görevi, artık istemeye istemeye kabulleneceklerdir! -ÖD)
“Partinin gereğini ve disiplinin gereğini yadsımak, muhalefetin vardığı nokta işte budur. Ama bu, proletaryayı burjuvazinin yararına silahsızlandırmaya eşittir. Bu, küçük burjuvazinin, dağınıklık gibi, kararsızlık gibi, direnme gücü eksikliği gibi, birlik olmada, ortak çabada yeteneksizlik gibi yanlışlarını benimsemekten başka bir şey değildir; o yanlışlıklar ki, azıcık kışkırtılırsa, proletaryanın her türlü devrimci hareketini mahva götürür. Komünist partisinin gereğini yadsımak (Lenin’e göre, diktatörlüğünü sınıf o denli mutlaklıkla partisi aracılığıyla onun yönetiminin de gerçekleştirir ki, sınıfın sınıf olarak iktidarı demek ve diktatörlüğün parti aracılığıyla gerçekleştirilmesini yadsımak, partinin gereğini yadsımaktır- ÖD), kapitalizmin iflasının arifesinde sosyalizmin aşağı ya da orta aşamasına değil, en üst aşamasına atlamak demektir. (…) Sınıflar vardır ve varlıklarını sürdürmektedirler ve proletarya iktidara geçtikten yıllarca sonra da, her yerde, varlıklarını sürdüre çeklerdir. (…) Sınıflan ortadan kaldırmak, sadece büyük toprak sahiplerini ve kapitalistleri kovmak değildir -bizde bu, nispeten kolay oldu-, sınıfları ortadan kaldırmak demek, küçük meta üreticilerini de ortadan kaldırmaktır; oysa bunları kovamayız, bunları ezemeyiz, bunlarla iyi geçinmek zorundayız. Bunları değiştirebiliriz, yeniden eğitebiliriz (ve öyle yapmalıyız da). Ama çok uzun, çok yavaş ve çok özenli bir örgütlendirme çalışmasıyla bu yolda başarı sağlayabiliriz. Bu küçük üreticiler proletaryayı her yandan bir küçük burjuva havası içine hapsederler, proletaryayı etkilerler, onun bilinçlenmesine engel olurlar; bunlar, proletaryanın saflarında durmadan, karakter yoksunluğu gibi, dağınıklık gibi, bireycilik gibi, büyük heyecandan umutsuzluğa geçiş gibi küçük burjuvaziye özgü niteliklerin yer edinmesini sağlarlar. Buna karşı direnebilmek için, proletaryanın örgütlendirici rolünü (ki, bu onun başlıca rolüdür) başarıyla ve zafere kadar yerine getirmesini sağlayabilmek için, proletaryanın siyasal partisi, kendi saflarında sert bir merkezi yönetim ve disiplin hüküm sürdürmelidir. (O, tebliğcilerin örgütlenmesini teşvik elliği “işçi sınıfı bölüntüleri ve devrime dayanak diğer kesimler”den kaynaklanan “küçük burjuva havanın” proletaryayı etkilemesinin önüne geçmek ve bu etkileri kırmak ve proletaryanın örgütlendirici rolünü başarıyla gerçekleştirebilmesi için tek bir komünist partisinin gerekli olmasının ötesinde, proletaryanın tek bir merkezi ve disiplinli örgütlenmesinin gerekli olmasının ötesinde, bu tek parti de, merkezi ve disiplinli olmalıdır, tebliğcilerin tezi ve projesinin tersine kendi içinde eğitim ve bunların örgütlenmesi hakkını tanımalıdır – ÖD) Proletarya diktatörlüğü, eski toplumun güçlerine ve geleneklerine karşı, kanlı ve kansız, şiddete başvuran, barışçı, askeri, iktisadi, eğitici ve idari (ama tebliğcilerimiz tüm idari tedbirlere karşı çıkıyorlar! – ÖD) inatçı bir savaştır. Milyonlarca ve on milyonlarca insandaki alışkanlık gücü, en korkunç güçtür. (Bırakalım tebliğcilerimiz bu alışkanlık gücünün, gündelik çıkarları temel alan partiler olarak örgütlenmesini teşvik etsinler, izlenmesi gereken Lenin’dir – ÖD) Savaşta çelikleşmiş bir parti olmadan, söz konusu sınıf içinde namuslu olarak ne varsa onun güvenini elde etmiş bir parti olmadan, yığının ruh haletini izlemesini bilen ve bunu etkileyebilen bir parti olmadan, bu savaşı başarıyla yürütmek olanaksızdır. (…) Proletaryanın partisinin demir disiplinini (özellikle diktatörlüğü sırasında) azıcık da olsa zayıflatan kimse, gerçekte, proletaryaya karşı, burjuvaziye yardım etmektedir.” (“Sol” Komünizm)
Ve 1920’de liderler, parti, sınıf ve yığınlar arasındaki ilişki ve bu ilişkinin bir ifadesi olarak proleter devlet mekanizmasının somutu üzerine Lenin’in yazdıkları:
“Liderler, parti, sınıf, yığınlar arasındaki ilişkiler ve öte yandan proletarya diktatörlüğünün ve onun partisinin sendikalara karşı tutumu, bugün bizde somut olarak şöyledir: Diktatörlük, Sovyetler içinde örgütlenmiş ve son kongresinde bildirildiğine göre (Nisan 1920), 611.000 üyesi bulunan Komünist (Bolşevik) Partisinin yönettiği proletarya tarafından gerçekleştirilmiştir. (…) Her yıl kongresini toplayan partiyi, kongrenin seçtiği 19 üyeden kurulu bir Merkez Komitesi yönetir; günlük çalışmalar, Moskova’da örgütlenme Bürosu ve Politbüro diye adlandırılan Merkez Komitesi tarafından seçilen ve her biri beş üyeden kurulu daha da sınırlı komiteler tarafından yürütülür. Bundan ‘oligarşi’nin en resmisi olduğu sonucu çıkar. (Varsın, “bürokratik” ya da “zümresel” diktatörlüğü Stalin’in kurduğunu iddia etsin troçkistler ve tebliğciler; Sovyetler’de ve Doğu Avrupa’da bugün birçoğunun yaptığı gibi ya Lenin’i eleştirip suçlayacaksınız, “bürokrasi” ile “oligarşi” ile sınıfın yerine partiyi, hem de en “oligarşik” tarzda geçirmekle ya da tezlerinizden vazgeçeceksiniz – ÖD) Ve bizim cumhuriyetimizde Partinin Merkez Komitesinin direktifleri alınmadan, hiçbir siyasal sorun ya da örgütlenme sorunu, bir devlet kurumu tarafından çözüme bağlanmaz. (Buna ne diyeceksiniz, tebliğci dostlar, ürpertici değil mi, Lenin’de partinin devletten “ayrılığı”nın nasıl bir şey olduğunu görüyor musunuz, proletarya diktatörlüğünde, o sizin “özgürlükçü” ütopyanızdan çok çok farklı olan Lenin’in diktatörlüğünde, proletaryayı ve devleti sadece parti de değil, partinin Merkez Komitesi yönetiyor, direktiflerle -en sıkı merkeziyetçilik ve disiplin. Bu işin bir yanı. Ve Lenin öte yanını anlatarak devam ediyor; – ÖD)
“Çalışmalarında parti, son kongre verilerine göre (Nisan 1920) bugün 4 milyondan çok üyesi olan ve resmen partisiz bulunan sendikalara, doğrudan dayanır. Gerçekte sendikaların büyük çoğunluğunun yönetici kurumlarının tümü ve başta Rusya Sendikalar Merkezi ya da Bürosu (Rusya Sendikaları Merkez Şurası) komünistlerden kuruludur ve partinin bütün direktiflerini uygular. Böylelikle elde edilmiş olan, resmen komünist olmayan daha esnek ve daha geniş olan çok güçlü bir proleter aygıtıdır, partiyi sınıfa ve yığınlara sıkı sıkı bağlayan ve partinin yönetimi altında sınıf diktatörlüğünü gerçekleştiren bir aygıt. (Demek ki, sınıfla parti ve sınıfın sınıf olarak diktatörlüğüyle parti aracılığıyla diktatörlüğü birbirinin karşıtı şeyler değil; diktatörlük sınıfın diktatörlüğü, ama partinin yönetiminde, parti aracılığıyla uygulanıyor, parti, bu diktatörlüğü, kuşkusuz sınıfın adına ya da kendisini sınıf yerine koyup proletaryayı pasif bir sürü kılarak değil, sınıf ve sınıfın yığınsal örgütleriyle sıkı sıkıya bağlanarak, onlar için eriyerek, sınıfının başında yönetiyor; sınıf, diktatörlüğünü, partisinin yönetiminde gerçekleştiriyor. Partinin sınıfın öncüsü, öncü müfrezesi olmasının daha doğal bir sonucu olabilir mi? – ÖD) Sendikalarla en sıkı bağlar kurulmadan, sendikaların enerjik desteği olmadan, sadece iktisadi kuruluşta değil, ama aynı zamanda askeri örgütlenmede de, sendikaların feragatle çalışmaları olmadan, besbelli ki, iki buçuk yıl değil, iki buçuk ay bile ülkeyi yönetemezdik. Pratikte böyle sıkı bağların çok çeşitli ve çapraşık bir propaganda ve bilinçlendirme çalışmasını gerektirdiğini (…) sık sık konferanslar gerektirdiğini, (…) burjuva demokrasisinin ideolojik savunmasından (Tebliğcilerinki gibi – ÖD), sendikaların ‘bağımsızlığından’ (proleter devlet iktidarı karşısında bağımsızlık!)  Tebliğciler trotskizm yolunu tuttuklarından beri Lenin’den çoktan vazgeçtiler, sadece bunu açık söylemiyor, şimdilik Stalin suçlamasıyla yetiniyorlar; yoksa tebliğde tam bir Lenin eleştirisi olarak şunlar yazılı: “Tarihsel deneyim göstermiştir ki, işçi meclisleri iktidarından, yani devletten ve aynı zamanda partiden de bağımsız, işçi meclislerinin kararlarına ve yönetimin olası keyfiliğine karşı bir denetleme organı olarak sendikalar, gereklidir.” Bunlar, bu sendikalar işçi örgütleri olamaz, tebliğ, “aydınlar sendikası” ya da “yazarlar birliğinden söz ediyor olmalı “sendika” diye! Ne tür işçi örgütü olabilir bu “sendikalar?” İşçi sınıfının Öncüsü olan partisinden, iktidarı olan Sovyetler ya da meclislerinden, devletten, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesinden “bağımsız” “sendikalar”! Bunları parti, Sovyetler ve sendikalar ya hepsi birden işçi örgütleridir ve burjuvazi üzerindeki zaferin gereklerini karşılamak üzere en sıkı şekilde birbirlerine bağlıdırlar, bağımlıdırlar, tümü, proletarya partisinin yöneliminde tam bir merkeziyetçilik ve disiplinle tek bir bütünsel proleter aygıtın tamamlayıcı parçalarıdır ya da bu parçaların da, partinin devletin, sendikaların proletarya ile bir ilgileri yoktur, Tebliğciler açısından doğru olan, ikincisidir. Onlar “tam bağımsızlıkçı”dırlar. -ÖD) proleter disiplinin vb. baltalanmasına kadar tebliğcilerimizde disiplin, aranacak, aranıp bulunabilecek şey değildir, tam bir aydın “özgürlükçüsüdürler -ÖD) her türlü karşı devrimci hilelere başvuran Menşeviklere karşı, kesin bir savaşı gerektirdiğini anlamak kolaydır.
” ‘Yığınlar’ ile bağlantı kurmanın sendikalar aracılığıyla yeterli olmadığını kabul ediyoruz. Pratik, bizde, devrim sırasında, bütün olanaklarımızla korumaya, geliştirmeye ve genişletmeye çalıştığımız bir kurumu yaratmıştı: Bu, bize, yığınların ruh halini gözleme, yığınlara yaklaşma, onların gereksinmeleri karşılama, içlerindeki en iyi unsurları devlet görevlerine çağırma vb. olanağını sağlayan partisiz işçi ve köylü konferanslarıdır. Devlet Denetim Halk Komiserliğini, “İşçi ve Köylü Denetlemesi” olarak yeniden örgütlendirmeyi hedef tutan son bir kararname, bu partisizler konferanslarına, birçok işleri yeniden gözden geçirecek olan devlet denetleme hizmetleri üyelerini seçme hakkını tanıyor.
“Bundan başka, bilindiği gibi, bütün parti çalışması, meslek ayrımı yapmaksızın, emekçi yığınları bağrında toplayan Sovyetler aracılığıyla yapılmaktır. (Ne kötü! Parti bir türlü Sovyetleri, tebliğdeki meclisleri devlet aygıtını ve “doğrudan demokrasiyi” gerçekleştirmek üzere “kendi” “öz” ve “bağımsız” örgütlerinde örgütlenmesi projelendirilen sınıfı ve yığınları rahat bırakmıyor! – ÖD) Bölge Sovyet kongreleri, burjuva dünyasının en iyi demokratik cumhuriyetlerinde bile şimdiye kadar görülmemiş olan ölçüde demokratik bir kurumdur (tebliğcilerimiz soracaklardır: En başta bu Sovyetler sadece emekçilere açık olduğuna göre, burada demokrasi sınırlandırılmış ve kısıtlanmış olmuyor mu ve devlet kurumlan partinin direktifi olmadan siyasal ve kültürel sorunları çözüme bağlayamadığına göre, bu Sovyetik devlet örgütü nasıl olur da demokratik olabilir? Ne yapalım ki, proleter demokrasisi, sosyalist demokrasi bu işte. Size göre değil, disipline gelmeyen, burjuva parlamentoculuğu hayranı “saf’ ve “doğruda demokrasici” aydınlara göre değil. ÖD) Partinin çalışmalarını büyük ve sürekli bir dikkatle izlemeye çalıştığı bu kongreler aracılığıyladır ki ve aynı zamanda köylere, orada çeşidi görevleri doldurmak için bilinçli işçileri durmadan yollamak suretiyledir ki, proletarya, köylülüğe karşı yönetici rolünü yerine getirmektedir, kent proletaryasının diktatörlüğü gerçekleşmekle, zengin köylülere, burjuvalara, sömürücülere, spekülatörlere vb. karşı sistemli bir savaş yürütülmektedir.
” Yukarıdan bakıldığında, proleter devlet iktidarının, diktatörlüğün pratikle uygulanması bakımından, genel mekanizması böyledir, Okurun, bu mekanizmayı tanıyan, küçük illegal gruplardan başlayarak yirmi beş yıl içinde doğup geliştiğini görmüş olan Rus Bolşevik’ine, niçin bütün bu ‘tepeden inme’ diktatörlük mü yoksa ‘tabandan gelme’ diktatörlük mü konusunda, liderler mi yoksa yığınlar mı vb. konusunda tartışmaların, örneğin insan için sol bacağının mı yoksa sağ kolunun mu daha gerekli olduğu konusundaki bir tartışma kadar çocukça ve gülünç göründüğünü anlayacağı umulabilir.” (“Sol” Komünizm)
Bu tartışma, bizim tebliğcilere çocukça ve gülünç gelmediği gibi, bu gülünçlük durumunu anlayabileceklerini ummak da beyhudedir. Onlar ne küçük illegal gruplardan başlamışlardır ne de Bolşevikler gibi sınıf içinde çalışmadan. “Sol bacak değil sağ kol” diye düğün salonlarında, Kuruçeşmelerde tartışıp duruyorlar. Özgürlük ve demokrasi talep etmekle, ama kendi özgürlükleri için olsun mücadele etmemekle, sınıf mücadelesinden kopuklukla karakterize oluyorlar.
Şimdi, tartışmaların ayrılık noktalarını netleştirdiği gerekçesiyle “bölüntüleşiyorlar”. Bölündüklerini ilan ettiler. Uzun tartışmaların kazanından, ayrılık noktalarının netleşmesinin yanında, “sosyalistlerin birbirlerini meşru görüp tartışabildikleri “demokratik ortam”ın yaratılmasıymış! Bu tartışmalardan proletarya, sınıf mücadelesi ve devrim bir şey kazanmadı; sınıf mücadelesinin dışına düşmüş ve zaten çoğu öteden beri bir baltaya sap olamamış, birbirinin derdinden anlayan bir olumsuz elit, bir yeni liderlik iddiasında olan gruplaşma başlıca eteklerindeki “Stalin’e sövgü” taşlarını döktü, bir şeyler yapıyor göründü, on yıllardan beri düşü kurulan kendinden menkul “birleştiricilik misyonu”nu bir kez daha deneyden geçirdi, bölüşülecek yeterli parsa toplanamayınca duyumsuzlukla girişimin sürdürülmesinden vazgeçildi. Yasa dışı devrimci ve Marksist örgütler rağbet etmemişlerdi, Dev-Yol gelmemişti; TBKP, TSİP ve benzerleriyle birleşilse yalnızca, kaybedilecek şeyler vardı, görüntü kurtarılamazdı. Kuruçeşmeciler aslında geç kalmışlardı, belki üç-beş yıl önce birleştirmeye ve değerli projeleriyle sol “kamuoyu”nu etkilemeye girişselerdi, ortalık henüz sakin ve devrimciler genellikle dağınık olduğu için belirli bir başarı sağlayabilirlerdi. Sağlık olsun! Uygun koşullarda belki beş-on yıl sonra, umut bu, girişimlerini yenileyebilirler ve belki bu kez başarılı olabilirler.
Tebliğlerin okurlarının kolaylıkla görebileceği gibi, tebliğlerdeki tüm tez ve görüşlerin eleştirisine yer vermedik. En iddialı oldukları ve belirli bir çevreyi, daha çok aydın eğilimleri ve önemli ölçüde Dev-Yol ve Kurtuluş geleneğinden gelenleri etkileme durumunda olan “sosyalist demokrasi”ye ilişkin “özgürlükçü” tezlerin eleştirisiyle sınırladık kendimizi. Çok yer tutuyor. Gerekli olduğunu düşündüğümüzde eleştirilerimizi sürdürürüz.

Haziran 1990

Burjuva devletinin çelişkili birliği ve faşizm

Demokrasi ve demokrasi tartışmaları, ülkede bitmeyen bir siyasal senfoniye dönüşmüş durumda, beste çalışmaları bir yüzyıldan daha uzun bir süreci kapsıyor, süreç devam ediyor.
Tekelci kapitalizm ekonomide genişletilmiş yeniden-üretimi gerçekleştirebilecek bir kapasiteye sahip değil, ama demokrasi tartışmalarını üretmede, aynı anlama gelmek üzere demagoji üretiminde son derece geniş bir potansiyele sahip olduğunu gösteriyor, potansiyel bütün güçlerini harekete geçirebiliyor.
Demokrasi 141-142 rakamlarına eşitleniyor. Ortaya çıkan demokratik birikim, ‘barış-demokrasi-Glasnost’ rüzgarlarının beslediği 141-142 tartışmalarının potasında eritilmek isteniyor.
Bir soğuk savaş döneminin siyasal normları ve toplumsal değerleri, yeni dönemin özelliklerinin de katkısı temelinde, 1990’lı on yılların başında yeniden-üretiliyor. Birinci soğuk savaş dalgalan geri çekilmeden, dünya ikinci bir soğuk savaş dönemine giriyor.
Tarih tekerrür etmiyor, ama ortaya çıkan gelişmelerin ve olguların siyasal mantığını kavrayabilmek için, olgular arasında tarihsel analojiler kurmak gerekiyor.
Bugünle yakın tarih arasındaki bağlantı noktalarını irdelerken, analoji yöntemine başvurmak daha da önemli gözüküyor.
Bugünün kavranması, ancak düne bağlanması ile mümkün olabiliyor.
Dünün ve bugünün soğuk savaş koşulları farklı gelişim çizgileri taşıyor, farklı gelişim çizgileri farklı etkiler gösteriyor.
İkinci soğuk savaştan, anti-faşist savaştan, sosyalizm olağanüstü bir prestij kazanarak çıkıyor, Batı emperyalistlerin planlan ve hayalleri yıkılıyor. Hitler faşizminin saldırganlığı sosyalizmin Stalingrad’da ördüğü çelikten duvara çarparak kınlıyor, Batı yarımküresini etkisi altına alan demokrasi rüzgârları sosyalizmin etkisinde şekilleniyor. Anti-faşist savaş, kapitalizmin gücünün ve prestijinin zayıflaması ile sonuçlanıyor, sıcak savaşın sonu, sosyalizmi her alanda güçlendiriyor.
Uluslararası tekelci kapitalizm, sosyalizmin gücünü kırmak için soğuk savaş yöntemlerine sarılıyor.
Birinci soğuk savaş koşullarında, Türkiye, kendine çok önemli misyonlar biçiyor. SSCB ve Balkanlardaki sosyalist ülkeler karşısında ve Yunanistan ve İran’da sürmekte olan iç-savaş koşullarında, kendini ‘ateş çemberi’nde hisseden Türkiye, emperyalizmin Ortadoğu jandarmalığına soyunuyor. İç birikimi zayıf ve 1946’larda ‘iki sosyalist parti’ ile su yüzüne çıkan ‘sol muhalefet’ biraz da egemen sınıflar arasında kliklerin billurlaşması ile şekillenen burjuva muhalefetinin peşine takılıyor. Anglo-Sakson kaynaklı demokrasi rüzgârları, Türkiye’nin mevcut çeperine çarparak kınlıyor ve kırılmanın savaş döneninin getirdiği birikim ve halkın tek-parti yönetimine duyduğu tepki ile birleşmesi, sistemin genel oy, serbest seçim, burjuva çok-partililiği ve güdümlü sendikacılık gibi görüntülerle kendini takviye etmesi sonucunu doğuruyor. Sistem, soğuk savaş koşullarında Batı burjuva normlarının ‘millileştirilmesi’ ve halk desteği temelinde, siyasal düzlemde kendini yeniden üretiyor. Yeniden-üretim sürecinde ortaya çıkmasına izin verilen ‘sosyalist partiler’, demekler ve yayınlar kapatılıyor.
Sıcak savaşı izleyen süreç, Anglo-Sakson soğuk savaş demokrasisi ve burjuvazinin at değiştirmesi yoluna gitmesi ile tamamlanıyor.
Bugün 141-142 rakamlan ekseninde dönen demokrasi tartışmaları, çok daha farklı koşulların ürünü… Bugünkü koşulların 1946’lı yıllardan farklı çizgiler taşıdığı biliniyor. Farklılık ağırlıklı olarak iç-koşulların, iç-çelişmelerin üzerine oturuyor. Özellikle 1960 sonrasında gelişen ve belli dönemlerde yoğun bir ivme kazanan sınıf mücadelesinin, işçi sınıfı hareketinin, ulusal hareketin birikimi ve demokratik mayalanma, hem birtakım hakların fiilen kullanılmasına maddi bir zemin sunuyor, hem de sistemin yasa(k)larını zorluyor, örgütlenme ve basın özgürlüğü fiili bir işlerlik kazanıyor. Bugün gelinen noktada 141-142 rakamlan, kâğıt üzerinde yazılı birer ceza maddeleri olmalarının ötesinde, fazlaca bir şey ifade etmiyor artık. Toplumsal pratik, 141-142’nin yasak duvarlarını aşmış durumda. Sadece yakın dönemin getirdiği yasaklar değil, örülen bütün duvarlar toplumsal pratik karşısında, çok kullanılan bir deyimle, her geçen gün biraz daha deliniyor. Bir yasağın, fiiliyatta geniş ölçüde ve toplumsal muhalefet güçleri tarafından ihlal edilmesi durumunda, hak düzeyine çıktığı görülüyor. Toplumsal pratik, yazılı hukuk kurallarının sınırladığı alanın dışına çıkıyor, kendi hukukunu yaratıyor. Tarih ve günümüz gerçekleri, gerek Türkiye’de ve gerekse yeryüzü yuvarlağının her bir köşesinde, yasa(k)ların ve ceza yasası maddelerinin, toplumsal muhalefetin gelişmesini engelleyemeyeceğini, çürümüş yapılan yıkılmaktan kurtaramayacağını gösteriyor. Doğu Avrupa’daki revizyonist rejimlere karşı sokaklara dökülen yüz binler, otuz yıllık Berlin Duvarını bile bir gecede işlevsiz hale getirebiliyor.
Toplumsal pratik 141-142 ile örülen duvarları aşındırıyor. Kamuoyu artık, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü hakkının kullanılmasını ‘suç’ olarak kabul etmiyor. ‘Düşünce suçlarının ceza yaptırımına konu edilmemesi yolarda yaygın ve etkin bir ortamın’ oluşmuş olması gerekçesiyle, mahkemelerin tahliye ve beraat kararlan almaya başlaması, 141-142. maddeler de içinde olmak üzere, anık belli yasa(k)ların işlevsiz hale geldiğinin bir göstergesi olarak alınmalıdır.
Mevcut iktidar, böyle bir birikimin üzerinde, 141-142 tartışmalarını siyasal bir gösteriye vesile yapıyor. Tartışmanın zamana yayılarak yozlaşacağı ve kamuoyundaki mevcut potansiyelin dağılacağı bekleniyor. Bir değişikliğin somut olarak gündeme gelmesi durumunda, bunun en az ‘zararla kapatılmasının hesabı yapılıyor. Dahası, sistem yeni yasa! düzenlemelerle, aynı zamanda, artık sisteme, hemen hemen tümüyle fiilen entegre oluş reformculuğa yasal çıkış kanalları açmaya çalışıyor. SSCB’nin ve Doğu Avrupa’nın katılmasıyla büyüyen yeni soğuk savaş dalgalaman da etkisiyle, Batı emperyalist burjuvazinin yönetsel siyasal normlarının evrensel geçerlilik katına yükseltilmesi temelinde, reformculuğa yasal çıkış kanallarının açılması ile reformculuğun kontrol altında tümüyle ehlileşeceği, ek olarak da var olan radikalizmin, belli ölçülerde de olsa törpüleneceği varsayılıyor. Ama açılacak siyasal-hukuki boşluklardan, radikalizmi in bir mevzi olarak yararlanmaması için, ihtiyatlı bir politika izleniyor. 141-142. maddelere şiddet unsurunun eklenmesine ve maddelerin belli fıkralarının korunmasına yönelik tartışma ve hazırlıklar, izlenen ihtiyatlı politikayı yansıtıyor.
TCK’nın 141-142. maddelerinin değiştirilmesinin veya kaldırılmasının demokrasi olmadığı, olamayacağı, demokrasiyi getirmeyeceği biliniyor. Bugün SSCB’nin öncülük yaptığı kapitalist-emperyalist bloklarca üretilip dünya halklarına övünçle dayatılan, ‘barış-demokrasi-silahsızlanma-mutabakat’ politikalarının, demagoji düzeyinde dahi, TBKP gibi reformcu-gerici mihraklar dışında, Türkiye’de fazlaca bir etki yaratmayacağı biliniyor. Toplumsal ve ulusal çelişkiler keskin, toplumsal ve ulusal muhalefet zaman zaman ivme kazanarak, eylemlilik düzeyinde sürüyor. Reformcu politikalar, ‘barış’ ve ‘demokrasi’ demagojileri çelişkileri törpülemede yetersiz kalıyor. Rejimin, kendi kendini yeniden üretme dinamiklerini kaybetmiş olması ve sürekli bir iç-savaş görünümünü alan iç-istikrarsızlık Ortadoğu’dan gelen dış-istikrarsızlık etkenler ile birleşiyor.
Sistem, siyasal istikrarsızlık üretiyor. Devlet, kendini iç-savaşı önlemeye, iç-savaşı bastırmaya göre yeniden organize ediyor.
Burjuva demokrasisi, hem var olan toplumsal çelişkileri törpülemenin ve siyasal istikrarı gerçekleştirmenin bir aracıdır, hem de bizatihi toplumsal çelişkilerin törpülenmesi ve reformcu kanallara akması olgusunun bir ürünüdür. İç-savaşı şekillendiren toplumsal ve ulusal dinamikler, siyasal istikrarsızlık üretiyor. Çıplak şiddet, siyasal istikrar sağlamanın temel aracı olarak işlev görüyor.
İç-savaş kendi demokratik normlarını yaratıyor.
Süregiden siyasal istikrarsızlık koşullarında, burjuva demokrasisi, tekelci burjuvazinin siyasal bir yönetim biçimi olarak şekillenmiyor, faşizm, tekelci devletin bir biçimi olacak varlığını sürdürüyor.
Daha önemlisi, burjuva demokrasisi, burjuva demokratik devrim sürecinin tamamlanması çerçevesinde, kendi tarihsel ve maddi temelleri üzerinde oluşuyor. Türkiye’de bu süreç tamamlanmıyor. Siyasetten ekonomiye, ekonomiden siyasal ve kültürel yaşama kadar uzanan maddi yapı, her alanda gericilik üretiyor, Emperyalizme bağımlılık, siyasal gericiliğin maddi zeminini güçlendiriyor. Emperyalizm sadece sermaye ihracıyla veya meta ihracıyla değil, siyasal gericilik ihracıyla da belirleniyor. Emperyalizme bağımlılık ilişkileri, eşitsiz konum ve eşitsiz gelişme durumu, kapitalizmin metropol ülkelerdeki krizinin bağımlı-geri ülkelere şiddetlenerek aktarılmasına temel hazırlıyor. Egemen sınıflar, krizin derinleştiği ve siyasal istikrarsızlığın geliştiği koşullarda taviz politikası değil, şiddet politikası izliyor.
Devletin şiddet araçlarının çok yönlü olarak devrede tutulması, iç-savaş durumuna denk düşüyor.
Varlığını emperyalist üretim ve yeniden-üretim sistemine bağlamış, tekelci burjuvazinin ve kapitalizm-öncesi sömürü ilişkilerini ve kapitalist sömürü ilişkilerini birleştiren büyük toprak mülkiyeli sistemine dayanan toprak ağalarının sosyal sınıf egemenliği, siyasal istikrarsızlığın sürdüğü ve iç-savaş durumunun devam ettiği koşullarda, faşizm biçiminde varlığını sürdürüyor. Soğuk savaş politikası, iç-savaş durumunun sürdüğü koşullarda, egemen sınıfların devrime karşı temel politikası olarak işlev görüyor.
Parlamento dönemi veya eylülsüz eylüle hazırlık süreci
Soğuk savaş taktiklerinin şekillenmesi, sıcak savaş politikasının şiddeti, devletin şiddet araçlarının ne oranda ve hangi biçimlerde devreye sokulacağı veya kamufle edileceği olgusu, sınıflar arası ilişki ve çelişkinin düzeyi, sınıf mücadelesinin ve siyasal istikrarsızlığın eriştiği boyutlar ve burjuvazinin potansiyel ‘çözüm’ politikaları tarafından belirleniyor.
‘Kurulu nizamın korunması ve istikrarın sağlanması amacı, temel politikaları ve devlet kurumları arasındaki ilişkilerin düzenlenmesini belirliyor. Ülkenin ‘ileri’ veya ‘geri’ konumu, devletin tarihsel olarak şu veya bu biçimi kazanmış olması gibi etkenler, parlamentarizmin ve burjuva demokrasisinin varlığı veya yokluğu koşulları, temci politikalar açısından değil, ancak temel politikaların gerçekleşmesi, ‘yeni rejimin oturması süreci bakımından farklılıklar gösteriyor.
Parlamentonun ve sistemin siyasal partilerinin varlığı bir vitrindir, yığınları sisteme bağlamanın ve tekelci burjuvazinin çeşitli kesimleri arasındaki ‘mutabakat’ı gerçekleştirmenin bir zeminidir. Daha önceden de üzerinde duruldu, parlamentonun varlığı, bir ölçüye kadar çıplak şiddetin üzerini örtüyor, devletin şiddet organlarını gizliyor. Faşizmin iktidarı, mutlaka parlamentonun, katılımcı organların devreden çıkarılmasını gerektirmiyor. Parlamentonun ve burjuva demokrasisinin varlığının ve devrimin burjuva-içi çatışmalardan güç alması, farklı düzlemlerde ele alınması gereken bir sorun, üzerinde ayrıca durulması gerekiyor, ama parlamentonun varlığı veya yokluğu burada, faşizmin iktidarı açısından, temel bir kıstas oluşturmuyor. İç-savaşın varlığı koşullarında, parlamentolu ve parlamentosuz dönemler arasındaki farklar temel çizgileri ile siliniyor veya çok aza iniyor.
Parlamento dâhil katılımcı mekanizmaların varlığı ve yasama organının, yürütme organının ‘icraat’ını kısıtlaması, devletin gücünün, şiddetin uygulama hızını düşürüyor.
Tekelci burjuvazi ve siyasal temsilcileri arasındaki bağların zayıflaması, kopması, parlamentonun ve parlamenter partilerin yadsınmasına zemin hazırlıyor. Toplumsal muhalefetin ve var olan istikrarsızlığın düzeyinin, katılımcı mekanizmaların sınırları içinde kalındığında, siyasal buhranın çözülmemesi sonucunu beslemesi koşullarında, parlamento devre-dışı bırakılıyor.
Devrim, kendi gücüne eşdeğerli bir karşı-devrim yaratarak ilerliyor.
Parlamentonun devre-dışı bırakılması, karşı-devrimci şiddetin uygulama hızını yükseltici bir rol oynuyor.
Eylül Rejimi, devletin temel güç organlarının üzerindeki örtüyü kaldırarak, ‘anarşi ve terörün Önlenmesi’, aynı anlama gelmek üzere devrimi ezerek, iç-savaş durumunu sistemin lehine sonuçlandırmak için devlet gücünün uygulama hızını yükseltiyor, uygulama hızına süreklilik kazandırıyor. Süreklilik olgusu ’82 Eylül Anayasasında hukuki ifadesini buluyor.
Siyasal istikrarsızlık ve iç-savaş durumunun maddi koşullan açısından. Eylül öncesi dönemle Eylül sonrası dönem arasında kopukluk değil, süreklilik yaşanıyor.
Temel politikaların uygulanmaya çalışılması bakımından, Eylül kopukluğu değil, sürekliliği temsil ediyor.
Bilinen, ama bugün daha net çizgileri ile görülebilir bir gerçek: Eylül Rejimi ve ‘zorunluluğu’ üzerinde, ‘kesikli demokrasi’ üzerinde sistemin ‘sağ’ ve ‘sol’ politikacıları, Eylülcü ve anti-Eylülcü kadrolan arasında sürdürülen polemik, iç-savaş durumunun sistem lehine sonuçlanması için izlenmesi gereken temel politikaların farklılaşmasından veya Eylül Rejiminin yerleşmesine yöneltilen itirazlardan değil, Eylül Darbesinin parlamentoya ve parlamenter partilere karşı takındığı ‘seri’ tutumdan kaynaklanıyor. CHP’nin ve AP’nin ardıllarının, Eylül sonrasında devlet gücünün uygulama hızının artırılmasına yönelik bir itirazları olmuyor. Verili bir durumda, temel politikaların, parlamentonun devrede tutulması ile uygulama şansının olup olmayacağı tartışması bugüne taşmıyor.
“61 Anayasasının çizdiği sınırlar içerisinde parlamentonun varlığı ve toplumsal muhalefetin parlamento üzerindeki baskısı, iç-savaşın burjuvazi lehine sonuçlanmasını getirecek ekonomik ve siyasal politikaların yasallaşmasını geciktirdiği ve uygulama hızını düşürdüğü için, devletin hız kazanması için, parlamento ve siyasal partiler, ‘devlet partisi’ lehine devre dışı bırakılıyor.
Aydınlık gazetesinin sözcülüğünü yaptığı bir kısım sol-reformcu mihraklar, iç-savaş durumuna karşı CHP-AP ağırlıklı Milli Birlik Hükümeti modelini öne çıkarıyor. Milli Birlik Hükümeti modeli, 12 Eylül’le birlikte CHP-AP temelinde değil, ama ‘devlet partisi’ aracılığıyla, devletin temel güç odaklarının bütünüyle devreye sokulması sonucunda gerçekleşiyor.
Yasama organının ve ‘katılımcı’ organların varlığı devletin temel işlevinin, devletin temel güç organlarının işlevini ortadan kaldırmıyor, sadece hızını düşürüyor. ‘Devlet partisi’nin ’61 Anayasası ile birlikte yasama engelini kaldırması, siyasal örgütlenmeyi tekleştirmesi, yürütme organını güçlendiriyor, yürütme organının güçlenmesi hızı yükseltiyor.
Hızlandırılmış istikrar politikası, Eylül Darbesi ile birlikte uygulanma alanı buluyor. Ama temelleri parlamentonun devrede olduğu dönemde atılıyor. Eylül öncesinde, toplumsal eylemliliğin yaygın ve yüksek olduğu koşullarda, aynı politikanın uygulanması ve yasal arka zeminin hazırlanması başarılamadığı için, başarı darbede görülüyor, Eylül Darbesi geliyor.
12 Mart Dönemi değişikliklerine karşın, ’61 Anayasası çift meclisli parlamentosu, özerk kurumlan ve belli bir dereceye kadar sendikal örgütlenme hakkı tanımasıyla, katılıma hukuki zemin hazırlıyor, ancak devlet gücünün uygulama hızını azaltıyor. Seçim sisteminin, parlamento aritmetiğinde istikrarsızlık doğurması, hızın azalmasında etkili oluyor.
Parlamento devreden çıkarılmadan, hızın yükseltilmesi amaçlanıyor. 12 Eylülsüz Eylül rejimi, parlamento kanalıyla uygulanmak isteniyor. Toplumsal muhalefeti engellemek ve sınıfın yükselen eylemini bastırmak için sivil faşist çeteler ve yer yer ordu birliklerince de takviye edilen polis ve jandarma güçleri saldırıya geçiyor. Maraş’tan Çorum’a, Antbirlik’ten Tariş’e kadar saldırılar, kitle katliamlarına dönüşüyor. Sıkıyönetim ilanı, 12 Eylülsüz Eylül rejimini yerleştirmenin yeni bir uğrak noktasını oluşturuyor. Sıkıyönetim rejiminin, yetki donatımı ile parlamento örtüsü altında süreklilik kazanması önem kazanıyor. Devlet organları arasındaki ilişkiler sistemini yeniden düzenleyecek hukuki düzenlemeler ve siyasal-reformlar gündeme geliyor. Devlet gücüne uygulama hızı kazandırılması için, Genelkurmayca hazırlanan yeni Anayasa Tasarısı ve Siyasal Tedbirler Paketi, sivil forumlardaki tartışmalarda açıklığa kavuşuyor. Onanması için parlamentoya sunuluyor. Yürütmeyi güçlendiren, parlamentonun yetkilerini daha büyük ölçüde budayan, yükselen ve yaygınlaşan toplumsal muhalefeti bastırmak için orduyu ‘tam yetkili” kılan Anayasa değişiklikleri ve Siyasal Tedbirler Paketi belli itirazlar ve yumuşatma önerileriyle birlikte, parça parça parlamentodan geçirilmek isteniyor. MHP, Anayasa değişikliği ve Tedbirler Paketini yetersiz buluyor, ordunun yönetime doğrudan el koymasını istiyor. Devlet gücünün çekincesiz kullanılması ölçüsünde sivil-faşist hareketin gücünün artacağını ve her alanda önünün açılacağını hesap ediyor.
Tedbirler Paketi, parlamento aşamasında tıkanıyor.
Tıkanma, burjuva devletinin çelişkili birliğini açığa çıkarıyor. Toplumsal muhalefet güçlü ve toplumsal muhalefetin gücü, parlamento üzerinde de baskı unsuru oluşturuyor. Burjuva partileri, bir yandan karşı-devrimci politikaların parlamento kanalıyla yasallaştırılmasının dolaylı araçları olurken, bir yandan da seçmenle olan bağlarını sürdürmek, meşru görünmek zorundalar. Dahası, Eylül öncesi parlamento aritmetiği, sistemin istikrarlılığını değil, istikrarsızlığını yansıtıyor, istikrarsızlığın bir unsurunu oluşturuyor. Parlamentoyu ve ‘katılımcı’ organları pratik olarak henüz yadsımamış burjuva devletinin çelişkili birliği, 12 Eylülsüz bir Eylül Rejimi kuramıyor. Tedbirler paketi, daha ilk aşamada tıkanıyor, parlamento ve partiler zorlanıyor. Eylül Darbesinden bir yıl sonra, Süleyman Demirel, Cumhuriyet gazetesinde Hasan Cemal’e bu durumu açıklama gereğini duyuyor: “90 günlük gözaltı süresi ile meclisin karşısına çıkamazdım” diyerek, parlamenter ve partiler düzeninin zorluğunu dile getiriyor.
Eylül öncesinde, parlamento ve parlamentonun yapısı, burjuva devletinin çelişkili birliğini ve rejimin çıkmazını sergiliyor.
Çıkmaz ve tıkanıklık, 1980’in ikinci yansında yeni seçimlerle, erken seçim kararıyla aşılmaya çalışılıyor. Erken seçimin tıkanıklığı aşacak bir parlamento aritmetiğinin oluşumu ile sonuçlanacağı varsayılıyor.
Erken seçim karan çıkmıyor, parlamento işlevini kaybediyor, istikrarsızlık derinleşiyor.
Rejim bir an önce istikrar istiyor.
12 Eylül istikrar için çözüm oluyor. Rejim, Eylül Rejimi ile yeni bir istikrar arayışına giriyor.
Eylül öncesinde hazırlanan ve parlamentodan getirilemeyen yeni Anayasa ve Siyasal Tedbirler Paketi, Eylül Darbesi ile birlikte parlamentonun da görevlerini üstlenen Milli Güvenlik Konseyi tarafından yasallaştırılıyor. Uygulamanın önündeki pratik toplumsal engeller kaldırılıyor.
Devlet, parlamentosuz hız kazanıyor.
Sadece vurgu için ve devamını yazabilmek için yinelemek gerekiyor: Eylül, öncesi ile sonrası arasındaki siyasal bir kopuşu değil, sürekliliği temsil ediyor. Eylül Dönemini, öncesinden, hız düşürücü bir rol oynadığı için parlamentonun katılımı temsil eden organ ve kurumların kaldırılması, devletin çıplak şiddetinin bir örtüye ihtiyaç duymaması ayırıyor. Devletin güç organlarının düzenleme sırası değiştiriliyor. Demokrasiden demokrasisizliğe geçilmiyor, rejim, siyasal olarak, faşizmin parlamentolu ve çok partili türünden parlamentosuz ve partisiz türüne evriliyor. Eylülün siyasal altyapısı, parlamento kanalıyla, Eylül öncesinde hazırlanıyor, Eylül Rejimi, parlamentonun açtığı kanaldan ilerleyerek, düzeni yerleştiriyor, olunuyor.
Devreden çıkarılmış organlar, Ecevitlerin-Demirellerin şahsında, yayın organları ve bütün bir propaganda ağı tarafından öne çıkarılan anti-Eylülcü görünümün tersine, yeni rejimin, ABD Genelkurmayının ‘Bizim çocuklar’ diye tanımladıkları Eylül generalleri eliyle yerleşmesinin ve düzenin yeniden oturmasının destek güçlerini oluşturuyor.
Ecevitler- Demirel’ler: Eylül rejiminin destek güçleri
Zaman aşımına uğramış veya üzerindeki ‘gizlilik damgası kalkmış bazı CIA raporlan, gene CIA tarafından ABD ve Avrupa’da kitap halinde basılır. Bu raporların, daha çok üçüncü sınıf olanları da Türkiye’de ve daha ‘geri’ ülkelerde yayınlanır.
Piyasada bunlardan onlarcasını bulabilmek mümkün. ‘Hükümet Devirme Tekniği’ gibi, cazibeli teknik isimlerle basılan raporlar, artık mahalle bakkallarında bile satılıyor.
CIA raporlarından derlenmiş bu tip kitaplarda, başka şeylerin yanında, askeri cuntaların iktidara geldiği veya iktidarda olduğu ülkelerde, sivil siyasetçilerin nasıl bir görünüm sergilemeleri gerektiğine dair öğütlere ve önerilere yer veriliyor.
Hem sivil siyasetçilerin ‘geleceği’, hem de ülkenin ‘genel çıkarları’ açısından, anti-cuntacı bir görünüm sergilemenin önemi ve gerekliliği üzerine verilen öğütler, ‘gizli’lik damgası kaldırılmış CIA raporlarının ana temasını oluşturuyor.
Anti-cuntacı bir görünümün yaratılması ve sürdürülmesi için, sivil siyasetçilerin ve askeri cuntaların üstün bir çaba gösterdikleri gözlemleniyor.
Cuntaların devirdiği sivil siyasetçilerin anti-cuntacı görüntülerinin sokaktaki insanın belleğine kazınması ve ‘geçici’ askeri cuntalar karşısında sistemin ‘kalıcı’ sivil siyasal alternatiflerinin fazlaca bir erozyona uğramaması için, özellikle ‘geri’ ülkelerde tekelci basın organları ve diğer kitle iletişim araçları önemli bir işlev yerine getiriyor. Başarılı olduğu da görülüyor. Başka birçok etkenin yanında, cuntalara karşı-çıkma görüntüsü sergilememiş, tersine cuntaların resmi-sivil uzantısı oldukları açıkça belli olan partiler, 27 Mayıs sonrasında, YTP, 12 Eylül süresince MDP örneklerinde görüldüğü gibi, ‘normale geçiş’ dönemi ile birlikle siliniyor. Karşı-görüntü sergileyen partiler ve burjuva-popülist siyasetçiler ise sivriliyor. Ecevit ve CHP’nin, 1973 sonrasındaki seçim başarısının, daha değişik etmenlerin yanında, T2 Marta karşı sergilenen anti-Martçı görüntüden de beslendiği biliniyor.
Dahası cuntaların kanatlan altında üretilen yeni ‘sivil’ siyasetçi tiplerinin ve bir seçim komedisi ile sivilleştirilerek onaylatılmış hükümetlerin, kamuoyuna, kamuoyunu oluşturan iletişim araçları kanalıyla anti-cuntacı olarak sunulması, özel bir çabayı ve propagandayı gerektiriyor.
Sistem, bu tip propaganda kanallarını sürekli açık tutuyor.
1983 seçimleri öncesinde, generallerin ve basının liberal ‘demokrat’ kalemleri eliyle ANAP’a anti-cuntacı bir misyon yüklendi ve seçimleri kazanan ANAP’a iktidarın ‘teslim edilmeyeceği’ne yönelik yoğun bir propaganda ağı örüldü.
ANAP kamuoyuna ve seçmene 12 Eylülden çıkışın alternatifi olarak sunuldu. Propaganda başarıya ulaştı.
Dün ANAP’ı liberalizmin temsilcisi ve Eylülün alternatifi olarak sunan kalemler, bugün ANAP iktidarında, Eylül Rejiminin sivil devamını görüyorlar. Anti-Eylülcülük, anti-ANAP’çılıkta yansımasını bulmuş durumda.
ANAP’ın Eylülcü misyonunu tamamladığı bugünkü koşullarda, gerçekte DYP ve SHP’nin anti-ANAP’çılığı, burjuvazinin Eylül politikalarına ve Eylül Rejiminin kurumlarına sahip çıkmayı, devlet organları arasında ‘ahenkli’ bir ilişki kurulması temelinde siyasal buhranın çözülmesi çabasını ifade ediyor.
SHP ve DYP’nin itirazı, seçmen ve kamuoyu desteğini kaybetmiş ANAP iktidarının, buna karşın, TBMM çoğunluğunu, hükümeti ve Çankaya’yı elinde tutmasına yönelik. SHP ve DYP, Eylül Rejiminin, getirdiği kurum ve organlarla birlikte seçmen tabanında yeniden onanmasını ve meclis aritmetiğinin yeniden düzenlenmesi ve hükümet değişikliği ile meşrulaşmasını istiyor. İç-savaş durumu karşısında devletin güçlendirilmesine ve devlet organları arasında parlamento aleyhine yapılan düzenlemeye ve bu durumu onaylayan ’82 Anayasasına karşı devlet organları arasında belirli bir ‘ahengin’ kurulması ve istikrar sağlanması amacına yönelik düzenlemelerdeki aşırı vurguların törpülenmesi ve bazı geçici maddelerin kaldırılması dışında, SHP ve DYP’nin herhangi bir itiraz taşımadıkları anlaşılıyor.
Belirli bir tepki birikiminin artık eylemlilik düzeyinde ortaya çıkmaya başladığı bugünkü koşullarda, SHP ve DYP’nin anti-Eylülcü bir konumda gösterilmesi özel bir önem taşıyor.
Yığınlardaki anti-Eylülcü tepkinin, SHP ve DYP kanalında eritilmesi önemli gözüküyor.
Bugün anti-Eylülcü tepkilerin SHP ve DYP kanalına akıtılmasında ‘yardımcı’ bir rol üstlenen ‘gazeteci-yazarlar’, ‘Eylül güncelerinde’, dün 12 Eylülün en vahşi döneminde Ecevitlerden-DemireIIerden ‘demokrat’ ilan etmeye, eski sivil siyasetçilere anti-Eylülcü misyonlar yüklemeye, Eylül Rejimini ve cuntayı aklamaya soyunmuşlardı.
Belli bir propaganda ağıyla olguların görünen yanlarını öne çıkarmak ve öne çıkarılan görünen yanlardan kalkarak politika üretmek, tahlil yapmak her zaman aldatıcıdır. Bilim, öne çıkarılan ve görünen yanın teorileştirilmesi üzerine değil, görünmeyen yanın, olgunun özünün irdelenmesi temeline oturmak zorundadır.
Aldatıcılığı, Eylülün gazeteci-yazarlarının bir meslek olarak benimsedikleri ve sürdürdükleri anlaşılıyor.
Aldatıcı propagandanın tersine, Demirellerin-Ecevitlerin, AP ve CHP gibi partilerin, Eylül Döneminde, söylem düzeyinde dahi anti-Eylülcü bir konumda olmadıkları, tersine Eylül Rejiminin yerleşmesinde ve oturmasında rejime, her alanda destek verdikleri görülüyor.
Darbenin başlangıcında faaliyetleri askıya alman ve bir dönem sonra da kapatıldıkları açıklanan AP ve CHP, sürdürdükleri varlıkları ve siyasal faaliyetleri ile Eylül Rejiminin destekçisi ve yardımcısı oluyorlar. MHP önderliği ise, Programını iktidar yaparak destekçilik görevini, Dil-Okulunda, ‘kendimiz hapiste, fikrimiz iktidarda’ savunmasıyla yerine getiriyor. Hatta Eylül koşularında, sık sık cezaevlerinde ‘misafir’ edilerek ‘demokratlık’ payesini hak eden Ecevit, Eylül Darbecilerinin iktidar koltuğuna daha yeni yeni ısınmaya başladıkları ilk aylarda, generallerin planladıkları düzenlemeleri yapmada tam bir serbestlik içinde hareket edebilmelerine olanak tanımak için, CHP Genel Başkanlığından ayrılma gereğini duyuyor.
Eylül ‘günlükleri’ ve izlenen pratik politikalar, AP ve CHP’nin Eylül Darbesinin karşısında yer aldıkları propagandalarının tam bir uydurma olduğuna tanıklık ediyor.
Batı Avrupa’da hükümetler muhafazakârlarla sosyal-demokratlar, ABD’de Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında el değiştiriyor. Türkiye’de özellik!-; 1960’dan sonra, değişimin üçayağı olduğu görülüyor: Koalisyonlar dışında, düzenli bir sıra gözetilmeksizin ‘ortanın-sağı’, ‘ortanın-solu”ve Silahlı Kuvvetler yönetime geliyor.
Özellikle Demirel’in, bu değişimi normal karşıladığı görülüyor. Demirci gerek 12 Martta ve gerekse 12 Eylülde, Silahlı Kuvvetler içinden gelen askeri bir müdahale ile hükümetten uzaklaştırılması olgusunu, bir seçim yenilgisi sonrasında, hükümeti, seçimi kazanmış bir partiye devretmesi olarak değerlendiriyor. Dahası Demirci ve AP, Silahlı Kuvvetler içinde kurulan cuntaların sivil bir uzantısı olarak görev yapıyor. Demirel ve AP, 12 Mart Döneminden çıkışta Sunay-Sancar Cuntası ile birleşiyor. Kadro vererek cunta programlarının uygulamasının sivil ayağı oluyor. Anayasa değişiklikleri dâhil 12 Mart cuntasının askeri programı, TBMM çoğunluğunu elinde tutan AP ve kısmen de CHP kanalıyla uygulamaya sokuluyor. Eylül Darbecileri, ekonomi ile ilgili karar mekanizmalarını AP Hükümetinin ikinci sınıf siyasetçilerine ve teknik kadrolarına teslim ediyor. Demirel, yeni hükümetin kuruluşu günlerinde, ‘Misafir edildiği Hamzaköy Koyundan, çalışma arkadaşlarına ‘yeni yönetime yardımcı olmaları gerektiği” mesajını ulaştırıyor.
İlginçtir, kamuoyu önünde karşılıklı alıp-tutmalara ve salvo ateşlerine karşın, gerek Eylül Döneminde ve gerekse 1971 sürecinde, cuntalar Demireller-Ecevitler hakkında, geçmiş icraatlarına dair, soruşturma açmıyor. Kenan Evren, gazeteci Cüneyt Arcayürek’in Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “90’dan 80’e Politika Tüneli’ yazı dizisinde açıkladığına göre, Demirel’in Zincirbozan’a gönderilmesini bir ‘hata’ olarak değerlendiriyor. Demireller-Ecevitler de, cuntalar sonrasında, geçmiş cunta icraatlarının üzerine gitmek bir yana, tersine kendi misyonlarını cuntaların yürürlüğe koyduğu politikaları, ‘sivil bir rejimle sürdürmekten ibaret görüyorlar. Şöyle de söylenebilir: Eylül, öncesinin partili-partisiz sivil kadroları ile Eylül öncesinde CHP ve AP gibi partilerin katkıları ile oluşturulmuş ekonomik ve siyasal politikalarını yetkinleştirerek sürdürüyor, sürekli bir olgu düzeyine yükseltiyor.
Özellikle belli merkezlerden pompalanan propagandanın ve sergilenen anti-cuntacı görüntünün tersine Ecevit de, Demirel’den farklı bir konumda olmadığını gösteriyor. Emir-komuta zinciri içerisinde, Silahlı Kuvvetler’in yönetimi almasını, Demirel gibi, son derece meşru sayıyor.
Ecevit, Hamzaköy Dinlenme Tesislerinden, darbenin hemen sonrasında Cumhuriyet gazetesinin Ankara Temsilciliğini yapan H. Cemal ile telefon görüşmesi yapıyor. H. Cemal telefon görüşmesini, “… askerler iyi niyetli insanlardır”. “… terörün üstüne kararlılıkla gidiliyor olmasından memnunum.” Ecevit, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı konuşmasında Evren Paşa’nın orduya şamalardan söz etmesinin üstünde durdu. Bu konunun ciddiyetle izlenmesinin, yarım kalmamasının büyük önem taşıdığına işaret etli.” (H. Cemal, 12 Eylül Günlüğü)
Ecevit’in verdiği desteğin tek bir koşulu var: Ordunun ‘temizlik’ hareketini kısa bir zamanda bitirmesi ve ‘temizlik’ sonrası kıtasına dönmesi… MGK da ‘kalıcı’ bir niyet taşımadığını daha başından açıklıyor.
Ecevit, Silahlı Kuvvetler’in, parlamentonun devrede olduğu dönemde AP ve CHP yönetimlerince devrime karşı yapılamayan ‘temizlik’i başarmasını istiyor. CHP Genel Sekreteri Mustafa Üstündağ, “ordunun üstüne gidilmemesi gerekliği kanısında. Bu konuda Demirel’e kızıyor. Demirel’in askeri bir kışkırtmasından yakındı.” (H. Cemal, 12 Eylül Günlüğü)
Üstündağ’ın Demirel’e kızması, CHP yönetiminin ‘darbe’ye karşı demagojik çıkışlar karşısında bir tahammülsüzlüğünü ve ‘darbe’ye sahiplenme psikozunu yansıtıyor. Hükümetinin, seçim veya darbe yoluyla, ikisi de aynı kategoride ele alınıyor, düşürülen bir Başbakanın biraz ‘kızgın’ ve ‘kırgın davranışlar’ sergilemesini normal karşılamak gerekiyor.
Demirel ‘kızgınlık’ işaretleri veriyor, geleceğe yönelik yatırımlar yapıyor, ama İ. Sabri Çağlayangil AP’nin ve Demirel’in ‘destek-başarı-güven’ mesajını Çankaya köşküne iletiyor. İ. Sabri Çağlayangil, Evren’e hitap ediyor: “Paşam, işiniz zor. İnanın ki, bütün kalbimizle başarılı olmanıza duacıyız. Buna itimadınızı rica ederim.” (Y. Doğan, Dar Sokakla Siyaset)
Aradaki ‘itimat’ın sürmesi ve perçinlenmesi için, Demirel Avrupa’dan gelen delegasyonlarla yaptığı görüşme tutanaklarını, Dışişleri Bakanlığına iletiyor. Ecevit, Eylül Darbecilerine güven duyduğunu göstermek için daha ‘cömert’ davranıyor, AP’den ‘ileri’ olduğunu gösteriyor, yabancı delegasyonlarla yaptığı görüşmelerde Dışişleri Bakanlığının ‘gözlemci’ bulundurmasını istiyor.
Demirel, Eylül Rejimine verdiği ‘destek’i, ‘duaları eşliğinde, yabancı delegasyonlar aracılığıyla Avrupa başkentlerine kadar iletme gereğini duyuyor. Demirel, Mayıs 81’de, iki yabancı ile yaptığı görüşmede şunları söylüyor; “Şimdi biz Silahlı Kuvvetlerimizin giriştiği mücadeleden başarı ile çıkmasına duacıyız. Türkiye’nin zaafa uğramaması lazımdır.” (Y. Doğan, Dar Sokakta Siyaset)
Demirel, Avrupa Konseyi Meclis Başkanı ile yaptığı görüşmede ‘hırçın’ davranışlar sergiliyor, Avrupa’yı uyarma gereğini duyuyor: “Türkiye’yi köşeye sıkıştıracak, Türk devleti ve milletinin zaafa uğramasına sebep olacak hareketlerden sakınmanızı isteriz.” (Y. Doğan, Dar Sokakta Siyaset)
1979-80 Döneminde, tekelci burjuvazi açısından, iç-savaş durumunun sistem lehine çözümü ve mevcut parlamento aracılığıyla gerçekleştirilemeyen siyasal istikrarın sağlanması, çıkış kanallarının açılması siyasal gündemin birinci maddesini oluşturuyor, Tekelci burjuvazi, bütün klikleri ve siyasal partileri ile ‘anarşi ve terörün bir an önce sona erdirilmesi’ ve ‘siyasal istikrarın sağlanması’ noktasında ‘mutabakat’a varıyor. Eylül Darbesi, çıkış yolu, çıkış yöntemi oluyor. Tekelci burjuvazi, bütün kesimleriyle Eylülün arkasına geçiyor. Devletin bütün fiziki güç odaklan devreye sokularak, devrime karşı şiddetin dozajı artırılıyor ve yaygınlaştırılıyor. Eylül Darbecileri, darbeye ve şiddetin artırılmasına meşru bir temel kazandırmak amacıyla parlamentoyu ve eski yönetimi, toplumsal muhalefete karşı ‘yeteri’ kadar şiddet uygulamadığı için eleştiriyor. CHP Genel Sekreteri Mustafa Üstündağ hem eleştiriye hak veriyor, hem de ‘normal’ rejimi kötülüyor, generallere duyduğu ‘minnet’ duygularını ifade ediyor: “Normal rejim içinde terörün kurumlarına inmek, böylesine inmek olanaksızdı.” (H. Cemal, 12 Eylül Günlüğü)
Ecevit ve Demirel’in eleştirilere hak verdikleri görülüyor. Eylül öncesinde, Eylül yasalarının tümüyle parlamentodan geçirilememiş olmasının sorumluluğunu birbirlerine ve parlamento aritmetiğine yüklüyorlar.
Eylül Darbesi, aynı zamanda bu durumu çözüyor.
CHP ve AP üst yönetimleri, devrimi ezmesi ve Eylül yasalarının süreklilik kazanması için, Eylül şiddetinin arkasında yer alıyorlar. Demirel’in Eylülün şiddetini yetersiz bulduğu anlaşılıyor. C. Arcayürek’in Cumhuriyet gazetesinin 1990 Şubat sonlarından başlayıp Mart başlarına kadar sarkan ’90’dan 80’e Politika Tüneli’ başlığını taşıyan yazı dizisinde bilinen gerçekler yeniden belgeleniyor. Demirci K. Evren’den hesap soruyor ve Eylülü yeteri ölçüde şiddet uygulamadığı için eleştiriyor. ‘Nihat Erim’in katillerinin asılmamış ‘olmasından dolayı Eylül Rejimini ‘suçluyor.’ Bütün bir Eylül Dönemi sürecinde sadece 26 kişinin idam edilmiş olmasını son derece yetersiz buluyor.
Demirel ve AP, istikrarsızlık yarattığı gerekçesiyle en çok ’61 Anayasasına karşı bayrak açıyor, gene en çok, Eylül öncesinde temel yapısının çatılmasına katıldığı ’82 Anayasasına destek veriyor. Bugün DYP’nin ve Demirel’in politikasının, Eylül Anayasası ve Eylül’ün takviye ettiği kurumlarla bir çelişki taşımadığı biliniyor. Hatta Demirci ve İnönü, Eylül politikalarının ANAP eliyle değil, DYP veya SHP iktidarları kanalıyla sürdürülmesine aday olduklarını, her vesilede göstermeye çalışıyorlar.
Elbette tarihte tekerrür aramak, tarihi ve toplumsal gelişmeyi dondurmak olur, 12 Eylül, 12 Mart’ı tekrar etmiyor, 12 Eylül, 12 Mart’ın eksik bıraktıklarının, yeni koşullarda tamamlanması oluyor. AP ve CHP de, mevcut siyasal ilişkiler çerçevesinde, 12 Mart Döneminin AP ve CHP’sinin Mart Rejimine gösterdikleri desteğin eksiklerini, Eylül Rejiminin arkasında yer alarak tamamlamaya yöneliyorlar. Tarih tekerrür etmiyor, ama gerici cephe, farklı klik ve akımların birbirine daha çok yaklaşması anlamına, evrimleşiyor.
En çok da 12 Mart’ın Ecevit’inin evrim geçirdiği görülüyor.
Ecevit, en çok ‘parlamenter düzen’i ve demokrasi’yi savunmasıyla lanse ediliyor, idamlar karşısındaki tavrı ile biliniyor.
Eksik biliniyor.
Ecevit, daha darbenin aylar öncesinde, 24 Ocak Kararlarının, ancak bir askeri yönetimce uygulanabileceğini söylüyor. ‘Askeri yönetim’ geliyor ve 24 Ocak Kararlarına ve kadrolarına bağlılığını ilan ediyor. Ama Ecevit Hamzaköy’den, H. Cemal ile yaptığı telefon konuşmasında, “bunda askerlerin sorumlu olamayacağını” söylüyor, “onları eleştiremeyiz” diyor,
Ve cuntanın “kaçınılmazlığı’nı gerekçelendiren ilk bildirileri Ecevit’in ağzından tekrarlanıyor: “Sonuç olarak ordu müdahalesi kaçınılmaz duruma getirildi. Ordunun kusuru değil, ordu icbar edildi.” (H. Cemal, 12 Eylül Günlüğü)
Ecevit, darbenin üzerinden daha bir hafta bile geçmeden, darbecileri ‘kusursuz’ ilan ediyor ‘mücadele’ niyetlilerine gözdağı vermeyi de ihmal etmiyor, “Türkiye’nin bu duruma getirilmesinde ordunun bir kusuru yoktur. Orduyu karşımıza almadan ve tedirgin etmeden mücadeleyi sürdürmeye çalışmalıyız.” (H. Cemal, 12 Eylül Günlüğü)
Ecevit darbecilerin eleştirilerine hak veriyor, kusurun faturasını eski siyasetçilere çıkarıyor. Eylülcülerin gündeminde olan Pişmanlık Yasasının, daha önceden çıkarılmamış olmasının sorumluluğunun Demirel Hükümetine ait olduğunu açıklıyor: “Demirel Hükümetinin, daha sonra anarşi paketinden Pişmanlık Yasa Tasarısını, MHP’nin baskısıyla çıkarmış olduğunu” söylüyor. Ecevit, hem Pişmanlık Yasasının öncülüğünün kendilerine ait olduğunu dile getiriyor, hem de Cuntaya akıl hocalığı yapıyor. H. Cemal’dan, “bu tasarının askerlere hatırlatılmasını” istiyor.
Eylül Rejimi, Ecevitlerin-Demirellerin görüntüsünü çıkarıyor. ‘Demokrat’ Ecevit, nicelik olarak değil nitelik olarak, idamlar konusunda Eylül generalleri ile aynı safta buluşuyor. Aynı gerekçe: Caydırıcılık. Ecevit, telefon görüşmesinde, “idamların caydırıcılığını kabul ettiğini”, ama çok fazla olmasının olumlu bir görüntü sergilemeyeceğini ifade ediyor. Pişmanlık Yasasının “çok sayıda idam” sorununa da çözüm olacağını söylüyor.
Eylül, emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin ’80’li yıllarındaki ‘çözümü’ oluyor. Hız artırıcı etkenler devreye giriyor.
Daha önce belirtildi, Eylül bir kopuşu değil, bir sürekliliği temsil ediyor. İç-savaş durumunu burjuvazi lehine çözecek tedbirler, Eylül öncesinde parlamento ve parlamenter partiler aracılığıyla hazırlanıyor. Eylül Rejimi altında uygulama alanı buluyor. Dahası, AP ve CHP, özellikle Eylülün ilk döneminde genel başkanlarının ve üst düzey yöneticilerinin sergiledikleri görüntünün tersine, politik-pratik tutumlarıyla, Eylül Rejiminin fiili destek güçleri arasında yer alıyorlar.
Bunu sadece Türkiye’ye özgü bir süreç olarak ele almak elbette ki yanıltıcı olur. Burjuva demokrasisinin tarihsel olarak egemen olduğu ülkelerde de, Almanya, İtalya örnekleri biliniyor, faşist diktatörlükler sosyal-demokrat veya gerici liberal-muhafazakâr partilerin izlediği politikalar zemininde ve biraz da bu politikaların mantıki sonucu olarak işbaşına geliyor. Faşist siyasal hareketlerin işbaşına gelmediği diğer Avrupa ülkelerinde ve ABD’de, ikinci sıcak savaş öncesinde ve sırasında, burjuva devlet ekonomik ve siyasal zor aracılığı ile tahkim ediliyor. Yasama organı, yürütme organın yanında son derece işlevsiz hale getiriliyor. Savaş harcamaları parlamento denetiminin dışına çıkarılıyor. ABD’de ve İngiltere’de, Başkanlık yönetimleri kuruluyor, özellikle Almanya ve İtalya’da ise faşizm, işbaşından uzaklaştırıldıktan sonra, burjuva demokrasisinden ödünç aldığı kurumları daha da gericileştirerek geri devrediyor, ikinci savaş sonrasında, soğuk savaş dalgalarının da etkisiyle Batı dünyasında komünizme karşı iyice tahkim edilerek kısıtlanmış ve sınırlandırılmış bir burjuva demokrasisi ortaya çıkıyor.
Karşı-devrimin yöntem farklılıkları- 1 Faşizmin yerleşme süreci
TKP, Eylül’ü, hep egemen sınıflar arasında bir çatışma olarak görmek istedi. Sistemin, sadece eski parlamenter güçleri ile yeni güçleri, darbeci generaller arasında var olan çelişkileri bir ‘çatışma’ boyutuna yükseltmekle kalmıyor. Aynı zamanda darbecilerin kendi içinde de ‘çatlaklar’ aramakla meşgul oluyor. ‘Çatlaklardan yararlanmayı’ bir politika düzeyine yükseltiyor. Kendi güçsüzlüğünü çatlakların gücü ile kapamaya çalışıyor, ‘çatışan taraftardan birine ‘ilerici’ misyonlar yüklüyor.
TKP, mültecilik yıllarında ve Eylül Rejiminin en vahşi döneminde, en çok, cuntanın MHP-karşıtlığına sahip çıkma önemli gözüküyor.
En çok da, eski parlamenter partilerin, Demirellerin-Ecevitlerin cunta karşıtlığı, ‘cunta ile savaşı’ övgüye değer bulunuyor.
Demirellerin-Ecevitlerin anti-Eylülcülüğü üzerine ciltler dolusu senaryolar yazılıyor.
Anlaşılabilir bir durum: Aydın reformculuğu ‘anarşi ve terörün önlenmesi’ için, iç-savaş durumunun sona erdirilmesi için Eylül rejiminin arkasına sığmıyor. Düzenin eski parlamenter güçleri, Demirciler- Ecevitler Eylül Döneminde, Eylül Rejiminin destek güçleri arasında yer alıyor. Süreç ilerledikçe Eylül Rejimi ‘kalıcı’ kökler salmaya başlıyor ve yasaklar aydın ‘yaratıcılığını’ her yönden yok etmeye, sıradan bir itirazı bile şiddetin itirazı ile karşılamaya yöneliyor. Aydın reformculuğu, tam kuşatılmışlık koşullarında, Eylül Rejimin ‘kalıcılığına’ karşı basın özgürlüğü için, insan hakları için çıkış kanalları aramaya başlıyor, çıkış kanalları ararken ‘parlamenter düzenin faziletlerini yeniden keşfediyor. Güçsüzlüğünü görüyor, geleneksel hastalığına yeniden sarılarak, abartma yöntemine başvurarak güçsüzlüğünü kapamaya çalışıyor. Eski ve yeni parlamenter partilerin çıkışını abartıyor, Demirellerde-Ecevitlerde anti-Eylülcü misyonlar görmeye başlıyor.
Aydın reformculuğu, Demirellerin-Ecevitlerin çıkışında, kendi ‘kurtuluşu’nu görmek, kendi çıkışını güçlendirmek istiyor.
Güçsüzlüğünü sergiliyor. Yöneten-yönetilen arasındaki sınıf çatışmasında gözlerini kapıyor, yönetimin kendi arasındaki yöntem çatışmasında yanlış anlamlar yüklüyor, hem de çelişmeyi abartıyor.
Aydın reformculuğu bir uca savruluyor, savrulduğu uçta kalıyor.
Çelişmeyi reddetmek başka bir uca savrulmak olur. Burjuva dünyası, çelişmeler ve çatışmalar bütünlüğünden oluşur, çelişmeler ve çatışmalar bütünlüğünü yansıtır. Karşı-devrim, kendi iç-çatışmaları ile varlığını ve egemenliğini sürdürür. Kapitalist üretim ilişkileri, artı-değere el koyma, azami kardan daha çok pay akma kavgasının, yönetme biçimleri arasındaki farklı çizgilerin şekillenmesinin maddi zeminini oluşturur. Maddi zemin ulusal planda tekelci burjuvazinin iç-çelişmeleri, uluslararası planda ise emperyalist tekeller, emperyalist devlet veya bloklar arası çelişmeler olarak kendini gösterir. Çelişmelerin keskinleşmesi antagonizmayı, çatışmayı doğurur.
Siyasal düzlemde sadece, burjuva demokrasisinin tarihsel olarak oluşturduğu bir coğrafya zemininde faşizmle burjuva demokrasisi adasındaki, sistemin siyasal temsilcileri ve onların yöntem farklılıkları arasındaki çelişme ve çatışmalar değil, aynı zamanda parlamenter güçlerin kendi arasındaki ve parlamenter güçlerle faşist yönelim arasındaki, dahası faşizmin kendi içindeki çelişme ve çatışmalar, burjuva dünyasının çelişmeli ve çatışmalı birliğinin tek tek bileşenlerini oluşturur. İkinci emperyalist savaş öncesindeki dönemde faşizmin yerleşme sürecinde, Avusturya ve Almanya’da faşist klikler arasındaki çelişme ve çatışmalar sıcak savaş yöntemlerinin kullanılması noktasına kadar sıçrıyor. Şili’de Hıristiyan-Demokratlar, Frei, Şili Eylülünde, faşist askeri darbenin arkasında yer alıyor, Pinochet’i destekliyor, destek politikası çatışmaya dönüşüyor. Hıristiyan-Demokratlar yasadışına itiliyor, Frei, Pinochet e karşı kurulan anti-Pinochet Cephenin başına geçiyor. Eylül Darbesi ile MHP ‘fikir’ olarak iktidara geliyor, ama darbeciler MHP’yi de kapatıyorlar. MHP, CHP hakkında soruşturma açılması, için Genelkurmayla ve sıkıyönetim komutanlığına ihbar listeleri sunuyor. Çağlayangil, Ecevit’in gazeteciliğe soyunmasının ve ‘Arayış’ dergisi çıkararak siyaset yapmasının önlenmesi için Çankaya’ya çıkıyor.
Farklı coğrafi mekânlardan ve farklı siyasal zamanlardan seçilmiş örnekler su yüzüne çıkan görüntüleri yansıtıyor.
Su yüzüne çıkan görüntüler ipuçları olarak değerlendirmek ve sistemin yapısal özelliklerine, yapısal özelliklerin doğurduğu çelişkilere inmek gerekiyor.
Temelde kapitalizmin iç-çelişmeleri ve tekelcileşme olgusunun çatışmalı birliği yatıyor. Çelişme ve çatışma sadece ulusal-bölgesel bir karakter değil, evrensel bir karakter taşıyor. Tekellerin ulusal çaptaki rekabeti, evrensel planda uluslararası tekel gruplan, emperyalist devletlerarasındaki rekabet ve çatışmalarla tamamlanıyor, özen gösterilmesi gereken bir nokta, bu çelişmeli ve çatışmalı birliğin, siyasal rejimden bağımsız olarak ortaya çıkması ve şekillenmesidir. Tekeller ve tekel gruplan arasındaki rekabet ve bunun siyasal plandaki yansımaları, devletin biçimi ve siyasal rejimin niteliğinden bağımsız olarak her zaman var olan bir olgudur. Devlerin, burjuva demokrasisi, faşizm veya başka bir biçime bürünmesi, bu açıdan fazlaca bir önem taşımaz. Burjuva demokrasisi altında da, faşizm koşullarında da kapitalizmi, tekelci kapitalizm, dengesiz ve eşit olmayan gelişme yasalarının etkisi altındadır. Burjuva demokrasisini veya faşizmini, tekelci kapitalist devletin siyasal biçimlenişini belirleyen etken, temelde şu veya bu tekel grubunun ekonomik ve siyasal tercihi, değil, genelde tekelci kapitalist ekonominin ve tekelci burjuvazinin sınıfsal çıkartandır. Burjuva demokrasisi veya faşizm, tekel gruplarının birbirine karşı bir egemenlik biçimi değil, işçi sınıfına ve emekçi yığınlara karşı genelde tekelci burjuva-devletinin tarihsel ve siyasal şekillenmesini temsil eder. Şüphesi tekeller arasındaki rekabetten ve tekellerin eşit-, siz gelişmesinden dolayı, mevcut somut koşullarda, burjuva demokrasisi veya faşizm koşullarında izlenen bir politikanın, 24 Ocak Kararlarının yürürlüğe girmesinden sonra ihracata dayalı tekellerin teşvik tedbirleri ile daha çok desteklenmesi örneğinde görüldüğü gibi, bir tekel grubunun çıkarlarına daha çok hizmet etmesi, bir takım tekel gruplarının çıkarlarını zedelemesi söz konusu olabilir. Bunu belirleyen gencide kapitalizmin, özelde tekelci kapitalizmin ekonomik yasalarıdır. Devletin biçimi ile doğrudan ilişkili değildir.
Burjuva demokratik diktatörlük altında da, faşist diktatörlük alımda da tekeller ve tekelci gruplar arasındaki ekonomik ve siyasal rekabet sürer.
Rekabetin ve çatışmanın temeli ekonomiktir ve kapitalist ekonominin dengesiz, anarşik ve eşitsiz gelişmesinin sonucu olarak ortaya çıkar.
Örnek olması açısından, bilinen bir olguyu yinelemekte yarar var: Bu çatışma, Almanya henüz burjuva demokrasisi koşulları altında iken sürüyordu, faşist diktatörlük altında da çatışma durmadı. Hitler faşizmi iktidara geldikten sonra, önce burjuvazinin eski tip partilerini ve çelik-miğfer gibi askeri-faşist örgütleri, daha sonra da bizzat Nazi Partisinin vurucu güçlerinden SS’lere dayanak SA’ları ortadan kaldırdı. Faşizm siyasal tekelini gerçekleştirdiği halde, çatışma daha sonraki yıllarda Nazi Partisinin içerisinde devam etti, Hitler’e karşı suikast düzenlenmesi noktasına kadar ulaştı.
Faşizmin tahlili açısından, tekeller ve tekelci gruplar arasında ulusal ve uluslararası planda ortaya çıkan rekabet ve çatışmadan önce ve daha önemli olarak, kapitalizmin ekonomik ve siyasal buhranının derinleşmesi ve bunun devrim etkeninin gelişmesi ile tamamlanması koşullarında, tekelci burjuvazinin bir bütün olarak ‘demokrasiyi yok etmesi’ni veya tersine çevirerek söylersek, faşizmin tekelci burjuvazinin bir yönetim biçimi olarak şekillenmesini görmek gerekiyor.
Lenin “siyasal demokrasinin serbest rekabete, siyasal gericiliğin tekelci aşamaya tekabül ettiği”ni genel bir eğilim olarak tanımlarken, emperyalizm çağı ile birlikte burjuvazinin ilericiliğinin maddi zemininin çöktüğünü vurguluyor.
Siyasal gericiliğin en yoğunlaşmış ve billurlaşmış ifadesi demek olan faşizm, emperyalizm çağında, proleter devrimine, proleter devrimi olasılığına karşı, karşı-devrimci siyasal bir tepkiyi yansıtıyor. Faşizm, burjuva demokrasisi koşullarında, karşıtını, proletarya hareketini yenerek ve yenilen proletarya hareketinin dağınıklığından güç alarak iktidarını kuruyor. Faşizm, burjuva demokrasisinin karşılı değildir. Faşizm ve burjuva demokrasisi, aynı devletin, tekelci kapitalist devletin iki durumunun, iki biçiminin siyasal ifadesini oluşturur. Burjuva demokrasisi fideliğinde gelişen faşizm, belli koşulların bir araya gelmesi ile birlikte, burjuva demokrasisinin mantıki ve siyasa bir devamı olarak işbaşına geliyor. Faşizm, yönetsel aygıtları ve kurumları, daha sonra biraz daha gericileştirerek ve büyüterek geri devretmek üzere, burjuva demokrasisinden ödünç alıyor.
Faşizmin karşıtı sosyalizmdir. Faşist devletin ortadan kaldırmaya çalıştığı burjuva demokrasisi değil, sosyalizmdir. Faşizm, kapitalizmin, burjuva demokrasisinin, proleter devrimi olasılığına karşı, kendini koruma ve savunma çabasıdır.
Faşizm, karşıtlar çatışmasının, devrim/karşı-devrim çatışmasının, karşı-devrim lehine sonuçlanmasının siyasal bir ürünüdür
Devrim, kendi gücüyle ve şiddeti ile orantılı olarak bir karşı-devrim geliştirerek ilerler. Devrim, karşı-devrim klikler arasındaki çatışma zeminini de artırır.
Karşı-devrim, bir yandan devrimi, toplumsal veya ulusal muhalefeti bastırmaya çalışırken, bir yandan da karşı-devrim cephesinin taşıdığı iç-çelişkiler, şiddetli veya daha az şiddetli siyasal çatışmalar doğurabilir. Faşizm tartışmasından bağımsız olarak, siyasa] buhranın yoğunlaştığı koşullarda, karşı-devrim, hem devrimin bastırılmasında, hem de siyasal iktidarın yeniden biçimlendirilmesinde izlenmesi gereken yol ve yöntem farklarından kaynaklanan karşı-devrimin iç-çatışmaları, devrim ile karşı-devrim arasındaki çatışmalar kadar şiddetli olabilir. 1917 Ağustosunda Rusya’da Kerensky iktidarı, bir yandan proletarya devrimini bastırmaya çalışıyor, buyandan da General Kornilov’un isyanı karşısında kendini savunmaya çalışıyor. 1925-26’da Kemalist burjuvazi, hem Kuzey Kürdistan’daki ulusal ayaklanmayı bastırmaya ve işçi sınıfının fiilen kazanmış olduğu mevzileri yok etmeye çalışıyor, hem de yeni Cumhuriyetin kadroları arasında yer alan eski İttihatçıları tasfiye etmek için yarı-şiddete varan yöntemlere başvuruyor, ikinci savaş öncesinde Avusturya’da, karşı-devrimin kendi iç-çelişkileri, faşist klikler arasında silahlı çatışmalara kadar uzanıyor.
Örnekleri uzatmak mümkün, biliniyor, gerekmiyor.
Özellikle İkinci Savaş öncesinde, burjuva demokrasisinden faşizme geçiş ve faşizmin oturması sürecinde, karşı-devrim klikleri arasında sosyal demokrasinin parlamentarizme sarılmasının yanında, ortaya çıkan belirli siyasal yöntem farkları ve bu farkların yer yer silahlı çatışmalara kadar varması, genel eğilim olarak tekelci burjuvazinin bir kanadının, ‘en gerici, en emperyalist, en şovenist’ kanadının faşizmi, ‘en gerici’ olmayan tekel gruplarının burjuva demokrasisini tercih etmelerinden değil, o andaki somut siyasal yöntemlerinin ve yönelimlerinin farklılığından kaynaklanır. Faşizm, egemen sınıflar arasındaki çatışmanın siyasal bir sonucu olarak ortaya çıkmaz.
Bunun da anlaşılabilir ve anlatılabilir bir durum olduğu açık. Eşitsiz ve dengesiz gelişme kapitalizmin, tekelci kapitalizmin genel bir karakteridir. Eşitsiz ve dengesiz gelişme yasası, sonuçlarını ekonomik platformda, ekonomik sektörlerin ve tekel gruplarının kapitalizmin krizinden farklı ölçülerde ve boyutlarda etkilenmeleri şeklinde, siyasal platformda ise krizden daha çok etkilenen tekel gruplarının çıplak şiddete ağırlık veren yeni siyasal alternatiflerin oluşturulmasına daha büyük ölçüde destek vermeleri şeklinde gösterir. Burjuva demokrasisi koşullarında, faşist diktatörlük kurulması için mücadele eden, alternatif faşist hareketleri destekleyen tekelci burjuvazinin en gerici, en emperyalist, en şoven kesimlerinin, genel olarak ekonomik buhrandan o somut durumda en fazla etkilenen ve proletaryanın sınıf mücadelesinin en çok yoğunlaştığı sektörlere ağırlıklı olarak dayandığı söylenebilir.
‘En gerici’ kesimlerin dışında kalan tekel grupları veya o somut tarihi koşullarda faşizme henüz tam anlamıyla eğilim göstermeyen tekel grupları, üretim araçlarından yoksun kalmadıkça ‘en gerici’ tekel grupları ile uzlaşmaz bir karşıtlık konumunda bulunmazlar. Karşıtlık, azami kardan daha fazla pay alma mücadelesi üzerine oturur. Ama bu durum, ‘en gerici’ olmayan tekel guruplarının anti-tekel veya anti-faşist bir konumda olmaları gibi bir sonuç doğurmaz.
Dahası, örnek olması bakımından Almanya’da faşizmin işbaşına gelmesi için Hitler’i ilk destekleyen sadece silah sanayi tekelleri değil. Kaldı ki, Almanya’nın ‘kapatılmışlığını’ yırtacağını ve Almanya’yı toprak ve güç bakımından Avrupa’da ve dünyada ‘birincilik’ mertebesine çıkaracağını haykırarak iktidara yürüyen Hitler’i, en başta silah sanayi tekellerinin desteklemesi son derece doğal ve mantıkidir. Ama Almanya somutunda ve Hitler’in işbaşına geliş sürecinde, gene de tümüyle bu mantık işlemiyor. W. Shiner’in Nazi imparatorluğu, Doğu-şu-Yükselişi-Çöküşü isimli kitabında bu konuda son derece somut bilgiler bulabilmek mümkün.
Hitler’i başından itibaren desteklemiş olan sanayicilerin kimliklerine bakıldığında, bunların çok çeşitli ekonomik sektörlere dağıldıkları, örnek olarak bazı ağır sanayi tekellerinin Hitler’i desteklerken, bazılarının iktidarı ele geç irince ye kadar ondan uzak durdukları, yine aynı Şekilde, bazı kâğıt fabrikatörlerinin ve Bahştayn piyanolarının yapımcısının da dahil olduğu günlük tüketim maddeleri üreten sanayi devlerinin bir kısmının Nazi Partisini, 1923’ten itibaren finanse edenler arasında yer aldıkları görülebilir. Hitler’in işbaşına gelmesinden sonra ise, tüm tekeller ve tekel grupları Hitler’in arkasında yer alıyor. Yine örnek olması açısından, Siemens ve ATG büyük elektrik tekellerinin ve Krupp von Bohlen und Halbach gibi askeri malzeme üreten fabrikatörlerin, bilinenin tersine, işbaşına gelinceye kadar Hitlerden uzak durmayı tercih ettikleri görülüyor. Hatta Krupp’un işbaşına gelinceye kadar Hitler’e şiddetle muhalif olduğu ve Hitler’in Başbakan olarak atanmasından bir gün önce Hindenburg’a, ‘böyle bir delilikte bulunmamasını’ İhtar ettiği biliniyor. Hitler’in işbaşına gelmesinin hemen arkasından ise Krupp, en aşırı Naziler, Nazi destekçileri arasına katılıyor.
Savaş ve siyasal gericilik eğilimleri, faşizm, sadece silah tekellerinin siyasal tercihinin şu veya bu yönde olmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıyor, savaş ve faşizm olguları, emperyalizmin varlığından, tekellerin egemenliğinden kaynaklanıyor.
Bugün ‘yeni düşünce’ olarak dünya meta ve sermaye piyasasına eklenmiş olan SBKP kaynaklı tezler, Kautsky ve Kruşçev’in burjuva teorilerini de aşmış durumda.
Bilindiği gibi Kautsky ve İkinci Enternasyonal teorisyenleri, savaşı ve siyasal gericiliği tekelci kapitalist ekonominin zorunlu bir sonucu olarak değil, tekelci kapitalist ekonomi içindeki aşırıların, silah fabrikatörlerinin bir politikası olarak göstererek, tekelci kapitalizm koşullarında savaşa ve siyasal gericiliğe son verilebileceğini, barışın sağlanabileceğini vaaz ettiler.
Kapitalizm, Kautsky ve ikinci Enternasyonal teorisyenleri tarafından, ‘sol’, cepheden aklandı, ebedileştirildi.
Atilla İlhan, 1990-Şubat sonlarında Güneş gazetesinde, siyasal cesetleri diriltmeye soyunuyor. ‘Marksizm’in ve Komünizmin ölümü’ne katkıda bulunmak amacıyla olsa gerek, bugün ‘sol’ cephenin Kautsky’den öğrenmesi gereken, ‘öngörüleri’ sıralıyor. Hâlbuki Kautsky nin ‘öngörüleri’, ikinci Enternasyonalle birlikte, yüzyılın ilk çeyreğinde çöktü. Sosyal yaşamın kendisi İkinci Enternasyonalin burjuva teorilerini tekzip etti. 1917 Devrimi ve arkasından Avrupa’yı kasıp kavuran faşizm ve sıcak savaş dalgalan, kapitalizmin ebedi olmadığını ve ‘ilerici”bir misyon taşımadığını gösterdi.
İkinci Sıcak Savaş sonrasındaki dönemde, eski teoriler yeniden üretilerek, yeni bir biçimde devreye sokuldu. Kruşçev ve SBKP teorisyenleri, savaşın ve siyasal gericiliğin kaynağını, Amerikan savaş sanayi patronlarına ve silah fabrikatörlerine bağladılar. ‘Şahinler’e karşı, silahsızlanmanın temsilcisi ‘güvercinler’, dünya barış ve demokrasi güçleri arasında yüce bir yere oturtuldu.
Bugün ‘yeni düşünce’, sadece savaşa ve siyasa gericiliğe kaynaklık eden silah tekelleri olgusunu ortadan kaldırmakla kalmıyor, aynı zamanda faşizm ve savaş olguları ile birlikle emperyalizm olgusunu da literatürden çıkarıyor.
Tam bir gericilik dalgası egemen oluyor. Urallardan Atlantik-ötesine kadar uzanan bir coğrafi zeminde, dünya gericiliği aynı hizaya geliyor. ‘Üç Dünya’ olarak ayrışması sürecini tamamlıyor, dünya gericiliği atıl; ‘tek dünya’ haline dönüşüyor.
“Barış ve silahsızlanma’, ‘demokrasi ve insan hakları’ demagojilerinin eşliğinde, emperyalist gericilik ‘tek dünya’ olarak zafer şenliklerini sürdürüyor, Zafer şenliklerinin, barış ve silahsızlanma demagojilerinin arkasında derin çelişkiler, savaş bulutlan birikiyor.
Günümüzün gene! eğilimlerinden geriye, bitirmek için, yeniden İkinci Savaş sürecine dönerken, 1970’li on-yılların son çeyreğinde sürdürülen faşizm polemiklerinden söylenenleri yinelemek gerekiyor.
Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi, 19351e, iktidardaki faşizmi ‘finans-kapitalin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü’ olarak tanımlarken, birinci olarak, işaret ettiğimiz gibi, hemen ve aynı anda eski yönetim biçimini değiştirerek faşizmi bir egemenlik sistemi haline getiren mali sermaye gruplarını, tekel gruplarını, ikinci olarak, o anda iktidarda bulunan ve emperyalist ülkeler arasındaki ‘en gerici, en emperyalist’ mali sermaye gruplarını, Almanya’yı, kastediyordu.
Ve üçüncü olarak böyle bir tanımlamayı, tekelci burjuvazinin ‘en gerici, en emperyalist’ unsurlarının dışında kalan kesimlerinin demokrasi ve özgürlük yanlısı Olduğu anlamını çıkaracak şekilde yorumlamak, son derece tehlikeli siyasal sonuçlara yol açar.
Emperyalist aşamada, tekelci burjuvazinin, mali sermayenin hiç bir kesimi artık demokrasiden yana değildir. Mali sermayeyi, ‘demokratlar’ ve ‘faşistler olarak ayırmak mümkün değildir.
Karşı-devrimin yöntem farklılıkları-2: Sosyal-demokrasinin veya reformizmin işlevi
Sosyal-demokrasiyi, burjuva egemenlik ilişkilerinin sürdürülmesi olgusunun dışında aramak gerekiyor. Özellikle bugün burjuva demokrasisinin egemen olduğu ve geçmişte faşizmin iktidara geldiği veya faşizm hareketlerin güç biriktirdiği Batı Avrupa’da, sosyal-demokrasi ile faşizm arasında fark, yönteme ilişkin bir farka siyasal yöntem farklılığına tekabül eder. Tekelci burjuvazi açısından, sosyal-demokrat ve faşist rejimler, sadece farklı egemenlik araçları olmaları bakımından birbirlerinden ayrılırlar.
Yöntem farklılığının temelinde, gerici eğilim olarak sosyal-demokrasinin, burjuva diktatörlüğünün tercihen parlamenter biçimle ‘demokratik’ tarzda maskelenmesi zemininde, burjuva sınıfsal zorunun daha ölçülü ve ‘yasalara uğun’ bir kullanımını yeğlerken faşizmin, burjuva diktatörlüğünün normal polis ve askeri dayanaklarının ve bunların parlamenter paravanalarının sistemi bir denge durumunda tutmaya yetmediği koşullarda, parlamenter paravanayı söküp bir kenara atması ve çıplak şiddeti, ölçülü ve örtülü şiddetin yerine geçirmesi, yatıyor.
Burjuva demokrasisi koşullarında, burjuva rejimi, öncelikle ezilen sınıfların, özellikle de işçi sınıfının kontrol altında tutulması ile ayakta durabilir, varlığını sürdürebilir. Sosyal-demokrasi, sistem adına işçi sınıfını kontrol altında tutma gibi tarihsel bir istemi yerine getirebilir. Veya tersinden dc ifade etmek mümkün: Sınıfın sosyal-mücadelesinin kapitalizmin ve sosyal-demokrasinin çizdiği sınırlan henüz zorlayacak bir aşamaya ulaşmadığı koşullarda, sosyal-demokrasi, desteğini işçi sınıfından alır. İşçilerin kitle örgütleri olmadan, sosyal-demokrasi, desteğini işçi sınıfının sınıfsal tepkisini ve istemlerini, parlamento aracıyla, düzen-içi kanallara akıtır. Parlamento, siyasal işlevini yerine getirebilmesi için, sosyal-demokrasinin başlıca hareket alanıdır,
İşçi sınıfı hareketini etkisizleştirmeden, işçi örgütlerini yok etmeden ve parlamentoyu eski işlevinden arındırmak dahil siyasal tekelini kurmadan, faşizmin iktidara yerleşmesi mümkün olmuyor. Tekelci burjuvazi devrimi ve sınıfı, ancak bu yoldan kontrol alıma alabiliyor.
Parlamentonun ‘normal’ işlevinin ortadan kaldırılması ve faşizmin siyasal lekeli, sosyal-demokrasinin doğrudan siyasal varlığına yöneliyor.
Krizin atlatılmasında hangi yöntemin kullanılacağı, devrimin hangi yöntemle bastırılacağı, klasik parlamenter yoldan mı devam edileceği, yoksa faşizmin çıplak şiddeti öne geçiren ‘yeni’ yolunun mu tercih edileceği Sosyal-demokrasi ile faşizm işte bu somut ‘tercih’ noktasında ayrışıyor. Devrime karşı kapitalizmin korunup korunmayacağı noktasında değil, nasıl korunacağı noktasında ayrışıyor.
Devam etmeden önce kısa bir parantez açmak gerekiyor.
Burjuva demokrasisinin yok edilerek faşizmin iktidara gelmesi zeminin dışında bir örnek oluşturmasına karşın, Demirellerin-Ecevitlerin, Eylül Rejiminin devrime karşı sürdürdüğü politikaları tümüyle desteklerken, darbecilerin özellikle siyasal partileri kapatmalarının karşısında yer almalarından ve darbecilerin ‘kapatma’ politikasının iyi ilişkileri bir ölçüde de olsa gerginleştirmesinden söz etmekte yarar var.
Eylülcülerin AP ve CHP’yi kapatması, Eylülün ‘kalıcılığım bir işaret sayılıyor ve bu politika belli bir tepki topluyor. Politik paralellikler kurmayı kolaylaştırmak açısından ‘sol’ cepheden bir örnekle parantezi kapatalım: Belli bir sürece kadar ‘askersel devirge’ diye tanımladığı Cuntaya övgüler düzen ve Cuntayı eleştirenleri eleştirmeye özel bir özen gösteren TKP, bölge örgütlerine yönelik tutuklamalara muhatap olmaya başlayınca, Cuntayı faşizm kategorisine yerleştirmeye karar veriyor.
Tekelci burjuvazinin, sistemin bozulan siyasal istikrarını yeniden kurmaya yöneldiği, yeni yöntemler aradığı koşullarda, eski parlamenter yöntemi sürdürmede ısrarlı olmak veya yeni bir yönteme, faşizme başvurmak iki farklı siyasal tercihtir, iki farklı tercih, faşizmin parlamenter bir piyonu olmaya itirazı olmaması durumunda, sosyal-demokrasi ile faşist hareket arasındaki siyasal farklılaşmanın ve çıkar çatışmasının temelini ve somut zeminini oluşturuyor.
Bu önermeye, ‘o andaki çıkarların farklılaşması’ ibaresini eklememiz gerekiyor. Faşizmin, burjuva demokrasisi zemininde ve burjuva demokrasisine karşı iktidara geliş sürecinde, faşizmin siyasal tekeli karşısında, sosyal-demokrasinin o anda önünde duran sorun, kapitalist toplumun temcilerini proleter-Devrimine karşı korumanın yanında, parlamenter veya yarı-parlamenter burjuva siyasal sistemini, faşist hareketin tekeline karşı savunmaktır.
Proleter devrimi tehlikesinin eşikte göründüğü veya sosyal sınıf hareketinin yeniden boyutlandığı koşullarda, sosyal-demokrasi, fazlaca tereddüt geçirmeden faşizmin kollarına atılabilir veya en iyimser yorumla sosyal-demokrasi ile faşist hareket arasındaki yöntemsel farklılıklar ikinci dereceye düşebilir. Veya tekelci burjuvazi, faşist diktatörlük aracılığı ile siyasal tekelini kurduğunda, sosyal-demokrasi gerekli bir güç olmakta çıkar. Bu durumda faşizm, burjuva demokrasisi koşullarında yığınları pasifize etmenin bir aracı olan sosyal-demokrasiyi örgütsel olarak de ortadan kaldırır.
Üzerinde duruldu, özellikle Ekim Devrimi sonrasında. Batı Avrupa’da proleter devriminin somut bir ‘tehlike’ olarak belirdiği siyasal koşullarda, sosyal-demokrasinin devrim karşısında oynadığı karşı-rol belirginleşiyor, sosyal-demokrasi ile faşizm arasındaki yöntemsel farklılığın silindiği biliniyor.
Dahası kapitalizmin proleter devrimleri dalgası ile sarsıldığı veya sosyal sınıf muhalefetinin geliştiği ‘kritik’ koşullarda, sosyal-demokrasi, sosyal-faşizm, faşist bir rol üstleniyor. Çok bilinen bir örnek: .Alman Sosyal-Demokrasisi, SPD, 1919-23 Alman Devrimini faşist yöntemlerle bastırıyor, gelecekte Nasyonal Sosyalist Partinin örgütleyeceği faşist çetelerin ilk nüveleri olarak şekillenen Freikorps birliklerine dayanarak devrime karşı faşist bir rol üstleniyor. Bilinen örnekler: Birinci Sıcak Savaşın hemen arkasından sosyal-demokrat partiler Avusturya, Macaristan, İtalya ve Finlandiya’da proleter devrimlerine karşı, dalgakıran rolü oynuyorlar.
Sosyal-demokrasi, kapitalizmi, proleter devrimleri tehlikesine karşı koruyor.
Ve son dönem Cumhuriyet tarihinden bilinmesi gereken bir örnek: Farklı tarihsel ve yerel koşulların ürünü olmasının ve farklı bir sınıfsa! temele dayanmasının yanında, CHP, Eylül öncesinde, Batı sosyal-demokrasinin rolünü üstlenmiş gözüküyor.
CHP, Eylül öncesinde faşizmin koltuk değneği oluyor. CHP, iktidarda ve muhalefetle iken, uyguladığı politikalarla, hem sivil faşist harekete, MHP’ye gelişme-ilerleme alanı sunuyor, hem de devlet gücünün dizginsiz uygulanması için yolu düzlüyor. Sıkıyönetim uygulamasının, devlet organları arasındaki organizasyonun yeniden düzenlenmesi için atılan adımların ‘anarşi ve teröre karşı’ alınan yasal tedbirlerin açtığı yol, Eylül Rejimine gidişin kilometre taşlarım oluşturuyor. CHP reformizmi, Eylül koşullarında, ‘yeni’ rejimin oturması ve yerleşmesi için, rejime destek veriyor.
CHP’nin tarihsel ve siyasal mirasına konan SHP, bugün, Eylül Rejimini siyasal anlamda sürdürmeyi önemli sayıyor.
SHP, 90’lı on yıllarda burjuvazinin Eylül politikalarını sürdürmeye aday gözüküyor, adaylığını göstermek için rüştünü ispat etmeye çalışıyor:
Yadırganmaması gerekiyor. Toplumsal ve ulusal çelişkiler keskinleştikçe, devlet gücü uygulama hızı kazanıyor. Çelişkilerin keskinleşmesi ve devlet gücünün uygulama hızının yükselmesi, reformculuğu daha büyük ölçüde ehlileştiriyor. Örgütlenme modeli, sivil faşist hareket militer/paramiliter örgütlenmeler üzerine oturuyor ve sergilenen görüntü dışında burjuva liberal-reformculuğu ile faşist hareket arasındaki farklar büyük ölçüde kapanıyor. Reformculuk, keskinleşen çelişkilere ve iç-savaş durumuna karşı, tabanda biriken yığınsal muhalefet potansiyelinin akabileceği ve bu şekilde kontrol altında tutulabileceği belli yasal kanalların açılmasının yanında, devlet gücünün uygulama hızı kazanmasını ve resmi-militarizmin biraz daha profesyonelleştirilerek, yasal görüntüsünü bozmadan, takviye edilmesini yeterli görüyor. Sivil faşist hareket ise, buna miiiter/paramilitr sivil örgütlenmeleri ekliyor. Bu farklılığın elbette, devrimin siyasal taktikleri açısından hesaba katılması gerekiyor, ama bugün gelinen noktada reformculuğun ve sivil faşist hareketin sistem içerisinde işgal ettikleri konum ve siyasal işlevleri açısından çok fazla önemli gözükmüyor. Kaldı ki, sivil-faşist hareketin önünde yıkılması gereken, tarihsel olarak oluşmuş parlamenter bir burjuva demokrasisi de mevcut değil. Devlet, tarihsel olarak kazandığı faşist biçimi, bazen parlamenter zırha bürünerek, bazen de, iç-savaş durumunun geliştiği koşullarda, parlamentoyu devre-dışı bırakarak, sürdürüyor. ‘Olağanüstü hal’ koşulları, Türkiye’nin hep normal hali.
Bugün, burjuva demokrasisinin tarihsel olarak şekillendiği, siyasal bakımdan en gelişmiş ülkelerde dahi, devletin ‘olağanüstü’ biçimleri ile ‘olağan’ biçimleri arasındaki kategorik ayırım noktalarını çok net çizgilerle çizebilmek için, eczacı tartısı kullanmak gerekiyor. Devlet, herhangi bir proleter devrimi olasılığı karşısında, tabandan geliştirilecek sivil-faşist bir harekete gereksinim duymayacak kadar kindini yeniden üretmiş ve takviye etmiş durumda. Burjuva demokrasisi, Gestapo benzeri bir polis örgütlenmesinde daha geniş ve yetkin bir enformasyon ve haber-alma ağına sahip. Militarizm, ırkçılık ve anti-komünizm, sivil görüntüyü fazlaca bozmadan, devletin bütün resmi ve sivil kurumlaşmasına egemen, Batının bir kısım burjuva demokratik cumhuriyetlerinde, artık hiç bir sorun parlamentoda çözülmüyor, parlamentoya ulaşmadan çözülüyor ve yürürlüğe giriyor. Parlamento asma yaprağı kadar bile bir işlev taşımıyor. Komünist partilerin ve radikal ‘solcu’ örgütlerin bütün radikalliklerini kaybederek, anti-komünist koroya katıldıkları ve orta-sınıfın reformcu tepkiselliğinin siyasal dışavurumunu oluşturan Yeşilciliğin ve Barış Hareketinin artık Batı’da en ‘radikal’ muhalefet odaklarını temsil ettikleri koşularda, tekelci devlet, temel insan haklarını ve siyasal örgütleri, fazlaca bir tepki toplamadan, parça parça buduyor. Tekelci burjuvazinin klasik faşizm ve faşizmin klasik yollardan iktidara gelmesine bugün için ihtiyacı kalmamış durumda, Hitler ve Mussolini tipi faşist rejimler, sadece ekonomik bir buhranın sonucu olarak ve yerel bir devrim tehlikesine karşı değil, aynı zamanda dünya devriminin yükselişine karşı da iktidara geliyor. Hitler ve Mussolini tipi faşist rejimler, evrensel bir model oluşturmuyor, yeni bir paylaşım savaşının eşiğine gelmiş emperyalist burjuvazinin, dünya devrimine karşı koçbaşı rolünü üsleniyor. Bugün yeni bir Restorasyon Döneminin egemenliğini yansıtan politikalar, kısıtlanmış burjuva demokrasisi ve parlamentarizm koşullarında engelsiz uygulanabiliyor. Neo-Nazi gruplar, burjuva demokrasisinin kucağında ikinci bir unsuru olarak büyütülüyor ve bugün için parlamenter-demokrasiyi çeşitlendirmede yeni bir unsur olarak kullanılıyor.
Parlamento, bugünkü koşullarda, sosyal-demokrasiden faşist hareketlere kadar bütün siyasal gericiliği birleştiren bir zemin oluşturuyor. Bugün, her rengiyle burjuva gericiliği tarafından parlamentarizme övgü dizilmesi ve parlamentonun ‘meşruluğunun’ savunulması önemli sayılıyor.
MHP’nin tarihsel ve siyasal mirasına dayanan sivil-faşist hareket, MÇP, bugün, eskisinden daha fazla, parlamenter bir ‘meşru zemin’ arayışına yönelmiş görüntüsü veriyor.
Bugün yöntemsel farklar, sergilenen görüntüler ve örgütsel modeller daha az önemli gözüküyor. Anti-komünizm ve ‘bölücülüğe karşı devletin toprak bütünlüğünün korunması’, bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca, gericiliği birleştiren ideolojik ve siyasal bir temel oluşturuyor. Süregiden iç-savaş koşullarında ve siyasal istikrarsızlık ortamında bu temel, bugün daha büyük ölçüde birleştirici bir rol oynuyor. İç-savaş durumuna karşı devletin temel politikaları ve devletin temel güç organlarının yasal ve yasadışı yollardan takviye edilmesi politikaları, reformculuğu ve faşizmi birleştiriyor, reformculuğun yöntemleri ile resmi-faşist yöntemler arasındaki farklar büyük ölçüde siliniyor. Sosyal sınıf mücadelesinin gelişmesi ve ulusal çelişmenin keskinleşmesi, farklı renkler ve çizgiler taşıyan karşı-devrim cephesini birleştiriyor.
TKP’den-TBKP’ye: Destek politikasından bugüne
Özellikle yakın tarih açısından birbiriyle belli paralellikler gösteren toplumsal süreçlerin, yeni koşulların getirdiği yeni unsurların da eklenmesiyle, paralel siyasal sonuçlar doğurmasını normal karşılamak gerekiyor.
İkinci Sıcak Savaş sonrasında başat duruma geçen Anglo-Sakson demokrasi rüzgârlarından, Türkiye’nin payına soğuk savaş esintileri düşüyor. Tek parti rejimi, CHP’nin DP’’yi doğurması ile birlikte çok partililiğe evriliyor.
TKP soğuk savaş esintilerini ve Demokrat Parti’nin siyaset sahnesinde kendine yer açma çabasını demokrasi sayıyor, çok partililiğe sarılıyor, Parlamentarizmin çok partililikle tamamlanmasını sevinçle karşılıyor. ‘İki sosyalist parti’ ve işçi sendikaları kuruluyor. Bu koşullarda TKP, CHP’den desteğini çekip, DP’nin arkasına geçmeyi önemli sayıyor. DP’nin ‘demokrasi cephesine’ katılıyor. DP ileri gelenlerinin yazı vererek katkıda bulunmayı taahhüt ettikleri Görüşler dergisi, TKP’nin platonik Anti-faşist Cephesinin yayın organı olarak düşünülüyor.
İlk proje, daha 1946 seçimlerine varmadan başarısızlığa uğruyor.
Seçimler sonrasında, ‘cephe’, ‘cemiyet’ olarak örgütleniyor. TKP kadroları, emekli Mareşal Fevzi Çakmak ve DP İstanbul İl Başkanı Kenan Önerin de katılmasıyla İnsan Haklan Cemiyetini kuruyor. Fevzi Çakmak, TKP Genel Sekreteri Şefik Hüsnünün de, Cemiyet kurucuları arasına katılmasını istiyor. Şefik Hüsnü’nün Cemiyete katılması gerçekleşmeden, ‘demokrasi’ projeleri, soğuk savaş dalgalarının altında eziliyor. Partiler, sendikalar, cemiyetler kapatılıyor.
TKP bütün tarihi boyunca, burjuvazinin bir kanadını diğerine karşı, daha ‘ileri’ siyasal yönetim modelini, daha ‘gerici’ olanına karşı destekliyor. Kendini hep siyasal bir destek güç olarak görüyor. Reformculuğu politika düzeyine yükseltiyor.
Yeni soğuk savaş dalgalarının etkisi altında reformculuk evrim geçiriyor. Örgütsel dönüşümü ile birlikle TKP, artık TBKP olarak, destek bir güç olmaktan çıkıyor, doğrudan karşı-devrim cephesine katılıyor.
TBKP, militarizme ve militarist darbelere karşı, parlamentarizm övgüsü ile yasallığa sarılarak, anti- 141/142’yi demokrasi sayarak, sınıf mücadelesini, ulusal bir kurtuluş savaşını ve radikalizmin her türünü mahkûm ederek, gericiliğin organik bir parçasına dönüşüyor.
TBKP, SHP ve DYP politikalarını ‘sol’ bir söylemle yeniden üretmeyi politika sayıyor.

Haziran 1990

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑