Kitle Örgütleri ve Bazı Sorunları -1

“Devrim örgütlü kitlelerin eseridir.” (E.Hoca)

Ülkemizdeki kitle örgütleri ve onların sınıflar mücadelesindeki rolü aşağı yukarı 25 yıldır tartışılmaktadır. Ne var ki, bu uzun sayılacak süre içinde, genel açısından sağlıklı sonuçlara varıldığı söylenemez. 12 Eylül darbesi arkasından gelen uzun yenilgi yıllarından sonra 1960 sonları ve 1970’li yıllar boyunca süren tartışmalar hiç yokmuş gibi bugün yeniden yeniden gündeme gelmektedir.
Kitle hareketinin kabardığı ve yığınsal olarak gücünü gösterdiği dönemlerde, kendisine Marksist Leninist diyen birçok grup ve çevre kitle hareketinin erdemleri üstüne övgüler düzmekte, sadece övgüyle de yetinmeyip, bu kendiliğinden yükseliş önünde secdeye kapanıp ona uymayan özellikler yükleyerek, ideoloji, politika ve öncü partinin sınıf mücadelesi içindeki rollerini de kendiliğinden yükselen kille hareketine yüklemekten çekinmemektedirler. Ama tersi olduğunda, kille hareketi nispi bir duraklama gösterdiğinde ise; kitlelerin her şey olmadığından kalkıp, her şeyin yerine kendi küçük grubunun eylemini geçiren teoriler üretilmektedir. Hiç kuşkusuz, kitle hareketinin yükseliş ya da alçalışına göre üretilen bu teoriler bir rastlantı değildir, üreticilerinin sınıf kökeni ve revizyonizmin, troçkizmin, liberalizmin estirdiği cereyanla doğrudan ilgilidir. Ve tabii bugün ülkemizde, kimi siyasi grupların sağa, kiminin sola, hatta aynı grubun kısa bir zaman kesiti içinde bir sağa bir sola savrulmasının tarihsel kökleri de vardır. Bu yüzden dünyada ve bizde de Marksizm bütün tarihi boyunca bu tür eğilimlerle savaşmak zorunda kalarak ilerlemiştir. Daha tarih sahnesine çıkışında Marksizm, Prodhonculuğun kendiliğinden kitle hareketini her şey sayan eğilimine karşı savaşırken, Blankizmin kitlelerin mücadelesini görmezden gelen darbeciliğine karşı da savaşmak zorunda kaldı. Ama Proudhonculuk, Bakunincilik, Blankicilik gibi eğilimler, eklektik felsefi temelleri, işçi sınıfına yabancı politikaları ile Marksizm’in karşısında uzun zaman direnemediler ve nispeten kısa bir süre içinde işçi sınıfı içinde itibarlarını yitirdiler. Bu itibar yitiriş, Paris Komünü yenilgisiyle birleşince bu anti Marksist küçük burjuva eğilimler işçi sınıfı dışına düştüler. Bir dönem böylece kapandı; ama sorun ortadan kalkmadı. Hızla büyüyen işçi sınıfına, çözülen küçük burjuva tabakalardan yoğun katılım ve tekel kârının oluşmasının olanak tanıdığı işçi aristokrasisi şahsında, bu eğilimler var olmaya devam ettiler. Ama eski adlarıyla değil de, Marksizm’in yorumlanması adı altında varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. Bu eklektik eğilimler, henüz işçileşememiş işçilerle, artık işçi olmaktan çıkmış, burjuvazi ile maddi ve ideolojik bağlar kurmuş aristokrat işçi tabakasının konumuyla uygunluk içindeydi. Bu yüzden de, 1880’lerden, Bernstein revizyonizminden başlayarak eski anarşisi ve darbeci eğilimler revizyonizmin bir eğilimi olarak varlıklarını sürdürdüler. Bu tutumlarıyla, bir yandan sınıf partisini tahrip ederek onu işe yaramaz hale getirmeye çalışırken, işçi ve emekçi sınıf örgütlerini de birer bürokratik aygıta indirgemek rolünü üstlendiler. Avrupa’da, eski Marksist Sosyal demokrat partilerin reformcu birer işçi aristokrasisi partilerine dönüşmesi, işçi sendikalarının bu aristokrasiyi burjuva partilerinin platformuna taşıyan bir basamak derekesine düşürülmesi, bu çabaların sonucuydu.
Ekim Devrimi ve arkasından gerçekleştirilen 3. Enternasyonal bütün bu eğilimleri mahkûm ederek işçi sınıfı hareketinin dışına attı. Ama önce Troçkizm, sonra da Maoculuk yoluyla bu eğilimler yeni temsilciler buldular ve işçi ve emekçi sınıflar içinde, onların ideolojik ve siyasi hatlarını karartmak, sınıf partisini yozlaştırmak, emekçi yığın örgütlerini birer mücadele örgütü olmaktan çıkarmak çabalarını sürdürdüler. Troçki, Mao, Tito, Kruşçev çizgisinin temsil ettiği eğilimlerin, bugün Gorbaçovculuğun şahsında ya da onun kanalları alımda yaşıyor olması da işte bu tarihsel temel üstünde olmakladır.
Bu genel tarihsel süreç içinde, bu yazının konusu olan kitle örgütlerinde, anti-Marksist eğilimlerin oynadıkları role kısaca bakarsak şunları hemen görürüz: Marksizm, emekçi sınıfların kille örgütlerini, emekçi sınıfları en geniş biçimde birleştiren, onları burjuvazi ve gericiliğe karşı mücadeleye çeken birer direnme ve mücadele merkezleri olarak ve proletarya başta olmak üzere” emekçi sınıfların sömürü ve zulme son vermek, sınıfsız topluma ulaşmak için eğitildikleri, bunu kendi deneyleriyle öğrendikleri merkezler olarak görür. Marksizm dışı eğilimler ise; sözde Marksizm’in bu yaklaşımını reddetmeyenler de dahil, bütünü, emekçi sınıf yığın örgütlerini kendi politikalarının, kendi sınıf çıkarlarının bir aleti olarak görüyorlar; ve bu amaçlarını gerçekleştirmek için de yığınları örgütün yönetim ve denetiminin dışında tutmaya çalışıyorlar. Bernsteincilik ve Kautskicilik bunu, işçi sendikalarının başına yetenekli işçi aristokratlarını geçirerek ve sendikaları bürokratik kurumlara dönüştürerek yaptı. Sendikaları politikanın dışına ittiler ve sadece parlamento seçimlerinde kendilerine oy vermelerini sağlayacak bir “politik faaliyet” dışında politikayı sendikalara yasakladılar. Sınıfın proleter siyasetin dışına itilmesi, yani burjuva politikasının peşine takılması milyonlarca üyeyi barındıran 2. Enternasyonal sendikalarındım parçalanmasıyla sonuçlandı.
19. yy. sonlarından başlayarak; sağlık, eğitim hizmetlerinin genişlemesi ve devlet aygıtının olağanüstü büyümesi, öte yandan büyüyen bir hizmet sektörünün ortaya çıkması bu alanlarda çalışan emekçilerin de değişik kitle örgütlerinde birleşmesini getirirken, Doğu Avrupa, Rusya, Asya ve Afrika’da ki ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükselmesi, feodalizme karşı köylü başkaldırılarının yaygınlaşması değişik türden emekçi yığın örgütlerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Ekim Devrimi ile had safhaya çıkan sosyalizmin prestiji bu yeni kitle örgütlerini de Marksizm’in olduğu kadar sözde Marksistlerin de etkilerine açtı. Troçkistler, Kızıl Sendikalar, işçi ve köylü Sovyetleri içinde bölücü bir rol oynarken, Maoculuk, işçi sınıfının devrimdeki rolünü küçümseyerek sendikalara karşı ilgisiz kalmanın teorisini geliştirerek sendikalar içinde olumsuz bir rol oynadı. Maoculuk köylü yığın örgütlerini zengin köylülere ve toprak ağalarına peşkeş çekti. 1950’Ierin sonunda Kruşçevcilerin denetimine giren DSF (Dünya Sendikalar Federasyonu) reformcu bir sendika merkezine dönüşerek Amsterdam Sendikalarına karşı mücadeleyi terk etti. Kruşçevciliği izleyen dünyanın her köşesinde sözde Komünist partileri emekçi sınıf örgütleri içinde klasik revizyonizmin sendikalar içinde oynadığı role soyunarak bu örgütleri birer mücadele örgütü olmaktan çıkarıp, düzen savunucusu örgütler biçimine dönüştürdüler. Sonuçta, pek çok sayıda sendikanın ve emekçi sınıf örgütünün ya bölünmesi, ya da yığınlardan kopmuş, kof örgütlere dönüşmesi gündeme geldi. Modem revizyonizmin yığın örgütleri içindeki tahribatı son 30 yılda iyice açığa çıktı. İşlevsiz, hükümetlerle diplomatik faaliyeti tek “mücadele biçimi” sayan sendikalar, kooperatifler, birlikler vb. Ve nihayet son yıllarda ortaya çıkan, Doğu Avrupa ve SB’de en uç biçimiyle sergilenen artık işçi sınıfının amaçlarına karşı bir tutumu gizleme İhtiyacını bile duymayan liberal “dayanışmacılık”…
Yaşanan son 100 yıllık tarihsel sürece bakıldığında, sendikalar ve öteki kitle örgütleri içinde revizyonizm ve diğer anti-Marksist eğilimlerin bazen biri ötekine tepki olarak gelişen, bazen da biri ötekine dönüşen iki tutumu benimsedikleri görülüyor; birincisi, kitle örgütlerini bir bürokratik aygıta dönüştürerek, yığınları dışlama, inisiyatifli bir bürokrasinin her şeyi çekip çevirdiği, yığınların bir sürü olarak görüldüğü tutum; ikincisi yığın hareketinin kendiliğinden gelişimi önünde secdeye kapanarak ona övgüler düzme ve onu her şey sayma; ona politik bir muhteva kazandırmayı, dolayısıyla da yığın hareketi ve yığın örgütleri ile proletarya partisinin politik çizgisi arasında bağ kurmayı “bağımsızlık” adına reddetme tutumu. Bu iki tutum, görünüşle birbirine karşıt gibi görünse de, siyasi bakımdan işçi ve emekçi sınıf hareketini burjuvazinin peşine takmak, yığın örgütleri içinde bölücü bir rol oynamak bakımından aynı sonuçlarda birleşmektedirler. Dünya Sendika Federasyonu, Avrupa Sendikalar Federasyonu, Amsterdam Sendikaları birinci tümünün örneğidir, anarko sendikalist eğilimdeki Latin Amerika sendikaları ve Doğu Avrupa’daki Dayanışma ise ikinci tutumun örneğidir.
Dünyadaki bu gelişmelerden, ülkemiz işçi sınıfı ve emekçi sınıflan da etkilenmezlik edemezdi elbette, öyle de oldu: İşçi sınıfımız 1919’a kadar kendi öz partisine sahip olamadığından bütün bu gelişmelerden en olumsuz bir biçimde pay aldı. TKP’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra Şefik Hüsnü reformizminin pençesine düşmesi de işçi sınıfımızın başka bir talihsizliği oldu. Bu yüzden de, işçi ve emekçilerimiz giderek yükselen mücadele potansiyellerine karşın uluslararası işçi hareketi içindeki olumsuz mihrakların etkisine açık oldular, Bu yüzden de, süreç içinde ortaya çıkan sendikalar ve diğer emekçi sınıf kitle örgütleri daha baştan beri düzen örgütü olarak şekillendi.
Bu yazının akışı içinde sorunun çeşidi yanlarına değineceğimizden burada daha fazla ayrıntıya girmiyoruz.
Kitle örgütleri ve sınıf mücadelesindeki yeri
Devrimler ve sınıf mücadeleleri tarihi göstermiştir ki; devrimler, olağanüstü yeteneklere sahip kahramanların, bir seçkinler grubunun, ya da devrimi gerçekleştirmeye karar vermiş bir azınlığın düzene başkaldırmalarıyla başarıya ulaşamaz. Tersine, sosyalizmin büyük öğretmenleri Marks ve Engels’in dâhiyane bir biçimde ortaya koydukları gibi, insan toplumunu ileriye götüren temel itici güç, ileriye, geleceği temsil eden sınıflarla, geriye, geçmişi temsil eden sınıflar arasındaki çatışmadır, ileriyi, geleceği temsil eden güçlerin her başarısı toplumu ileri götürmede bir adımken, geriyi temsil eden güçlerin her başarısı insanlık için geriye atılmış bir adımdır. Burjuva ideologlarının toplumun ilerlemesini kahramanlara, mucitlere, peygamberlere vb. gibilerine, ya da sözde Marksistlerin, ilerlemeyi bilim ve teknolojideki büyük atılımlara bağlayan safsatalarına karşı yaşam Mark ve Engels’in çözümlemesinin doğruluğunu kanıtlamaya devam ediyor.
Bu çerçeveden “bakıldığında; burjuva toplumunda, sınıfların kendi çıkarlarını korumak için değişik biçimlerde örgütlendiklerini, bu örgütlerin temsilcisi oldukları sınıfların çıkarları doğrultusunda bir mücadele çizgisi izledikleri görülüyor. Ayrıca yaşam bir sınıfın bir tek değil, işlevleri birbirinden farklı değişik örgüt biçimleri içinde örgütlendiğini de gösteriyor. Örneğin işçiler, sendikalar, parti, işçi Sovyetleri, işçi konseyleri, grev komiteleri, yardımlaşma sandıkları, silahlı işçi milisleri vb. vb. pek çok örgüt biçimi altında örgütlenebilir, örgütleniyorlar.
Konumuz gereği bir ayrım yapacak olursak, işçi örgütlerini başlıca iki kategoriye ayırabiliriz: Bunlardan birincisi, işçi sınıfının öncü örgütü olan partidir ki; kapitalizm koşullarında sınıfın nispeten küçük bir azınlığını içine alan parti, bütün öteki işçi örgütlerinden farklı bir özelliğe ve tarihsel bir misyona sahiptir. Geri kalanlar ise birbirinden biçim, görev, bileşim vb. farklılıklar göstermesine karşın, kitle örgütleridir. Elbette bu durum, diğer emekçi sınıflar için şöyle ya da böyle geçerlidir.
Emekçi sınıfların kitle örgütleri sadece bir tek sınıfın içinde yer aldığı örgütlerden ibaret de değildir. Değişik emekçi sınıf kesimlerinin içinde yer aldığı örgütleri, işçi ve köylü meclisleri, halk milisleri, gerilla gurupları, halk cepheleri, halk ordusu vb. vb.
Demek ki, kitle örgütü dendiğinde; siyasi partilerden farklı olarak, bir sınıfın, bir tabakanın, bir kesimin azınlığını değil, kuruluş amacı doğrultusunda, bir sınıfın, bir tabakanın, bir toplum kesiminin tamamım ya da büyük çoğunluğunu içine alan (ya da alma potansiyelini taşıyan) örgütlerdir.
Yukarıdaki tanım tek başına çok şey ifade etmez. Çünkü sadece biçime ilişkindir ve tamamlanması gerekir. Tamamlanması için de kitle örgütlerinin sınıf mücadelesi içindeki yerlerini belirlemek gerekmektedir: Kule örgütleri, her şeyden önce emekçi sınıf örgütleri olarak, emekçi sınıfların çıkarlarını korumanın bir aracı olmalıdır ve amacı gerçekleştirmek için emekçilerle kendi sınıf çıkarlarını kavratacak faaliyet yürütmeli, bu çıkarları elde etmek için yığınları mücadeleye çekmelidir. Kısacası, kitle örgütleri, çatılan altına topladıktan emekçilerin azami çıkarlarını savunan bir mücadele izlemedikçe varlık nedenleriyle çelişkiye düşerler bu da onları işlevsizleştirir.
İşte Marksizm, kitle örgütlerini; kitlelerin mücadele ve örgütlenme merkezleri olarak tanımlarken bu gerçeklerden kalkmakta, bunun için de, reformcu ve ekonomist çevrelerin kendiliğinden hareketle sınırlı mücadele anlayışlarını, revizyonistlerin mücadeleyi engelleme çabalarını, kimi sözde “sol”ların yığınların mücadele gücü ve potansiyelini küçümseyen eğilimlerini, anti-Marksist eğilimlerin emekçi sınıf örgütlerini, burjuva partilerin politikaları peşine takan tutumları mahkûm etmektedir. Marksizm, emekçi sınıf kitle örgütlerinin, birer mücadele örgütü olarak, işçi sınıfı partisinin mücadele çizgisini izleyerek, temsil etlikleri yığınların çıkarlarıyla lam bir uygunluk içinde olacaklarını savunmaktadır. Elbette ki bu, gerçeğin ta kendisidir. Çünkü emekçi sınıfların baskı ve sömürüden kurtulmasının tek yolu ücretli kölelik sistemini ortadan kaldırmaktır ve bu perspektif de ancak proletaryanın öz partisinin programında bulunabilir.
Demek ki kitle örgütleri, amaçlarına uygun olarak en geniş kitleyi kucaklayacak bir genişlikte olmalıdır, ama aynı zamanda düzene karşı bir mücadele örgütü olarak kapitalist sömürü ve zulüm sisteminin tek gerçek muhalifi olan proletarya partisinin siyasi çizgisini izlemelidir. Bir kitle örgütü ancak bunun gereklerini yerine getirdiği ölçüde adına layık bir kitle örgütü olabilir.
Kitle örgütlerinin sınıflar mücadelesi içindeki yerine gelince; yukardan beri söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, kitle örgütleri sınıflar mücadelesinde ciddi bir ilerleme sağlamanın olmazsa olmazıdır. Çünkü ünlü Marksist önermede açıkça ifade edildiği gibi “devrim kitlelerin eseridir” ama burada sözü edilen kitle anarşistlerin, anarko-sendikalistlerin kastettiği gibi rasgele bir kalabalık değil örgütlü kitlelerdir. Enver Hoca’nın deyişiyle söylersek “devrim ÖRGÜTLÜ kitlelerin eseridir”. Kitleler ise, ancak kendi çeşitli kitle örgütleri içinde örgütlenebilir ve ancak kitle örgütleri aracılığı ile devrim mücadelesine çekilebilirler. Yaşamın da, her gün doğruladığı gibi, kitle örgütleri harekete geçirilmedikçe yığınları harekele geçirmek olanaksız olmaktadır. Aynı nedenle de, kitle örgütlerinin yönetim ve denetimini elerine geçirdiklerinde, reformcu ve revizyonistler, bütün işçi ve emekçi düşmanı tutumlarına karşın emekçileri burjuvazinin peşine takabilmektedirler. Bu yüzden de bugün, dünyada ve ülkemizde en hayati sorun emekçi sınıf kitle örgütlerinin burjuvazi ve onun yardakçısı revizyonist ve reformcu mihrakların denetiminden kurtarılarak sınıf mücadeleci bir çizgiye çekilmesidir dersek bir abanma yapmış olmayız.
Kitle örgütlerinin durumları
Ülkemizde modern anlamda ilk kitle örgütlerinin 1870’lerin başında kurulan işçi sendikaları olduğu biliniyor. Ama bu örgütler de belirli bir istikrar göstermiyorlar, önce Abdülhamit istibdadının, sonra da İttihat Terakkinin baskısı altında varlıkları ile yoklukları belirsiz hale geliyor. Ve bu durum Kurtuluş Savaşına kadar sürüyor. İşgal ve Kurtuluş Savaşı koşullarında kimi yerel kitle örgütlerine rastlanıyorsa da, bu mirasın Cumhuriyetle birlikle kurulan devlet içinde bir iz bırakmadan yok olduğu görülüyor. Savaş sırasında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında bir canlanma gösteren sendikalar ise, önce Takrir-i Sükûn Yasası ile sınırlanıyor. Sonra da hepten yasaklanıyor. Bu arada Türk Kadınlar Birliği, Halk Evleri ve Halk Odaları gibi kimi örgütler kuruluyor ve emekçiler buralara çekilmeye çalışıyorsa da, gerçekte bunlar, yığınların talebi için birer mücadele örgütü değil, doğrudan hükümetin denetiminde, Kemalist ideolojinin propagandasının yapıldığı yarı-resmi kuruluşlar olarak faaliyet gösteriyorlar.
İşçilerin yığın örgütü olan sendikaların yeniden kurulmaları ancak 1946’da olanaklı oluyor ve bu yıllardan sonra, Çukobirlik, Pankobirlik vb. gibi üretici kooperatifleri de faaliyete başlıyorsa da bunlar yönetim ve denetimi doğrudan devletin elinde olan birer yan KİT gibi işliyorlar. Yine bu yıllarda kurulan gençlik örgütleri de doğrudan hükümetlerin denetimlerinde olan kuruluşlar Olarak faaliyet sürdürüyorlar; özellikle Turancı ırkçılar için rahat bir ortam sağlama, anti-komünist eylemler için bir hazır güç olma işlevi ötesine geçmiyorlar.
Bugünün sorunlarına ışık tutacak ipuçları yakalayabileceğimiz yığın eylemleri ve sendikalar dışındaki kitle örgütü türlerinin 1960’tan sonra ortaya çıktığını söylersek yanlış bir şey söylemiş olmayız, ama bugün hala yaşanan kimi olumsuzlukların köklerinin 1960 öncesindeki uzun dönemde olduğu düşüncesiyle bu dönem üstünde kısaca da olsa durmakla yarar görüyoruz.
Bir önceki bölümde de belirtildiği gibi, işçi sınıfımızın tarih sahnesine geç bir dönemde çıkması ve Avrupa işçi sınıfının yaşadığı uzun ve yoğun kitle mücadeleleri içinde yoğrulmaması onun bir zaafı olarak kendini duyururken, bir sınıf partisine sahip olmaması ve işçi sınıfı adına çıkan partilerin reformcu niteliği, uluslararası işçi sınıfı hareketinin olumsuz odaklarının tutumlarının ülkeye taşınmasına yol açtı. Bu da işçi sınıfımız için mücadelenin diğer alanlarında olduğu gibi sendikaların da gerçek kimliği ile mücadelede yer almasını önledi.
TKP, 3. Enternasyonale bağlı devrimci bir parti olarak kuruldu, ama kısa bir süre sonra Şefik Hüsnü oportünizminin pençesine düşerek sınıf harekelinin o günü ve sonraki günler için olumsuz bir mihrak olarak rol oynadı.
Ş. Hüsnü ve yandaşlarının temel politikası, Kemalizm’in desteklenmesiydi ve bu sadece geçici bir politika da olmadı. Tersine, toplumun ilerletilmesinin temel itici gücü olarak görüldü. Bu yüzden de TKP, yığınları eğitmek, onları düzene karşı seferber etmek yerine yığınları hükümetleri desteklemeye ikna etmeyi esas alan bir yol izledi. Yığınlara yönelik devrimci bir ajitasyonunun örgütlenmemesi, yığınları örgütleme perspektifinin yokluğu Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren başlayıp 1960’lara kadar süren dönemde TKP’nin başlıca tutumu oldu. Parti ve örgütlenme çalışması; çok dar, işçi, aydın ve öğrenci guruplarıyla sınırlı kaldı, bunlar da sık sık sahnelenen tevkifatların konusu olması ötesinde bir anlam ifade etmedi. Ciddi, her koşul altında mücadelesini sürdürecek bir savaş örgütü yerine çevreler örgütleme, yığınlara yönelik bir ajitasyon yerine kişileri kazanarak “büyüme” anlayışı, pek çok siyasi gurup için bugün de bir hastalık olarak sürüyorsa, bu TKP’nin bıraktığı olumsuz mirasın bir sonucudur. Yığınları mücadeleye çekmek, onları kendi deneyleri temelinde eğitmek, zulüm ve sömürüyü tümden ortadan kaldıracak bir yığın hareketi yerine kimi reformlarla varolan düzeni sürdürme ve legale çıkma esas amaç olunca TKP var olan yığın örgütlerini görmezden gelme, ya da buralara “adamlarını” sokup gizlenme ötesinde yığın örgütlerine karşı bir ilgi duymamıştır.
1960 sonrası ise, başta işçi sınıfı ve gençlik olmak üzere emekçilerin kitle mücadelesinin yükselmesi, TKP, TİP, M. Belli, Kıvılcımlı gibi odak ve kişiler TKP’nin bu olumsuz mirasının taşıyıcıları oldular. Kitle Mücadelesinin görmezden gelinemeyecek kadar büyümesi bu eski TKP’li çevrelerin kitle örgütleri ve kitle mücadelesi içinde yaygınlaşması için yeni olanaklar yarattı. Sendikalar, gençlik örgütleri, öğretmen, memur mühendis vb. örgütler içinde bu reformcu-revizyonist çevrelerin görüşleri her bakımdan olumsuz anlayışlara yol açarak yerleştirildi. Daha kötüsü bu çevrelerin görüşleri Marksizm Leninizm’in görüşleri olarak anlaşıldı. Bu şekere bulanmış zehirli anlayışlar, başlangıçta mücadeleye yeni katılmış ve M-L karşı ilgi duyan çevrelerce heyecanla karşılandı. Bu da kitleler içinde olumlu bir hava yarattı, ama dıştaki şeker eriyince zehir açığa çıktı ve kitle mücadelesi burjuva kliklerin peşine takıldığı için parçalandı ve bunun kaçınılmaz, bir sonucu olarak da kitle örgütleri yozlaştı bölündü. 1960’lann sonunda başta toplumun en politize kesimi gençlik olmak üzere bütün emekçi kesimler ve onların kitle örgütleri içinde bölünmeler baş gösterdi.
Bu döneme biraz daha yakından bakarsak TKP mirasının olumsuz etkileri ve bu etkilerin kitle mücadelesi ve kitle örgütlerinde yaptığı tahribat daha iyi anlaşılır.
1960-71 Dönemi
1960’lı yıllar, 1945 sonrasının soğuk savaşına; Kruşçevciliğin tahribatına karşın sosyalizmin dünya ölçüsünde prestijinin çok yüksek olduğu yıllardır. Öte yandan, ülkemiz ilerici çevreleri ve işçi sınıfı ilk kez Marksist klasiklerle yüz yüze gelmiş, Marksizm’i, sosyalizmi büyük bir sempatiyle karşılamıştı. Öyle ki; toplumda değişiklik isleyen her eğilim ya da kişi kendini sosyalist sayıyor, çözümlemelerini Marksizm’e dayandırmaya çalışıyordu. İlerici çevrelerdeki bu tutum, bir uyanış içine giren gençlik, işçi ve diğer emekçi çevrelerde de görülüyor, herkes, gerçekte birbirine benzemese de, adına sosyalizm dedikleri bir ideal etrafında birleşmeye çalışıyordu. Bu “sosyalist” çevreler içinde bir yandan TİP hızla itibar kazanırken, kitle örgütleri içinde de genellikle sosyal-demokrat olan yönetimler “sosyalist” çevrelerin yönetimine geçiyordu. Bu durum kitle hareketini olumlu bir biçimde etkilerken örgütlerde canlılık kazanıyor mücadele içinde dana fazla bir etkinlik gösteriyordu. “Sosyalist” gençlik çevreleri bir yandan FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) içinde toplanırken, üniversite gençlisinin akademik örgütleri olan fakülte ve yüksek okul derneklerinin yönetimleri bir kaç yıl içinde büyük çoğunlukla “sosyalist” gençlerin eline geçiyordu. Öte yandan, Türk-İş içindeki kimi sendikaların yönetimlerinde d olumlu eğilimler ortaya çıkıyor, “sosyalizme” yönelişler gözleniyordu.
1960’ların ortalarından itibaren ilerici öğretmenler de, kendi kitle örgütlerini kurmak için bir çaba içine giriyorlar, 100 bini aşan bir öğretmen kitlesi TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) içinde örgütleniyorlardı.
Toplumsal hareketliliğin en geri olduğu kırsal kesimde bile üreticiler bir hareketlilik içine giriyor, ulusal çapta olmasa da kooperatif, dernek gibi kitle örgütleri içinde birleşmeye başlıyorlardı.
Küçük il ve ilçelerde ise, kültür, dayanışma vb. adı altında pek çok dernek kuruluyor, çeşitli düzen partilerinden kopan ilerciler ve “sosyalizm”den etkilenen gençler buralarda bir araya geliyordu.
Bütün bu gelişmeler TKP artıkları ve TİP reformcularının iştahını kabartmazlık edemezdi, öyle de oldu; M. Belli ve Kıvılcımlı mihrakı ortaya çıkan potansiyeli cuntacı amaçlan için kullanmaya soyunurken, TİP bu potansiyeli parlamentarizm çizgisine çekmek için yoğun bir çabaya girişti, önce dergilerde başlayan post kavgası kısa sürede gençlik kitlelerinden başlayarak bütün kille örgütlerine yayıldı. Her üç taraf için de amaç, kitle örgütlerini ele geçirerek kendi amaçları için kullanmaktı. TİP önce FKFyi böldü, sonra da yeni kurulmuş olan, ama bütün devrimci çevrelerin desteği ile hızla büyüme içine girmiş olan DİSK’le devrimci gençlik ve diğer emekçi kesimlerin aralarına nifak tohumları ekti. TİP’in bu tutumu, artık ayağını sağlam bastığını düşünen DİSK bürokrasinin de çıkarlarıyla uygun düşünce, DİSK açıkça devrimci çevrelere karşı tavır aldı. İşçilerle öğrencilerin farklı sınıfların unsurları olduğu, onların işçi sınıfına yabancılığı vb. üstün kuramlar geliştirildi. Sendika bürokrasisi, TİP-TKP revizyonizminin etkisi altına giren DİSK, mücadele yeteneğini kaybederken, sınıfta görülen DİSK’e yöneliş eğilimi de yavaşladı; giderek de (1970’ten başlayarak) DİSK’e bağlı sendikalarda kopuşlar yaşanmaya başlandı, özellikle 15-16 Haziran olaylarında DİSK bürokrasisi TİP ve TKP çevreleri işçi sınıfına karşı bir tutum içine girerek gerçek niyetlerini ortaya koydular. Bu düzen yanlısı tutumu sıradan işçiler bile fark etti ama bu fark edişten asıl zarar gören revizyonistler olmadı, DİSK ve işçi sınıfının mücadelesi oldu. Çünkü işçiler bu sefer de DİSK’ten koparak, ya tekrar TÜRK-İŞ’e dönmeye ya da bağımsız sendikalara yönelmeye başladılar. Revizyonistlerin ise, zaten sınıfı DİSK’te birleştirmek, onu mücadeleye çekmek için bir amaçları olmadığı için DİSK’in bir çekim merkezi olma niteliğini yitirmesine pek üzülmediler. “Küçük olsun ama bizim olsun” mantığı ile bildiklerini okumaya devam ettiler.
M. Belli ve Kıvılcımlı ise, kendi cuntacı amaçlan için gençliğin dinamizmini kullanmayı daha uygun bulduklarından gençlik ve onun örgütlerinde faaliyet gösterdiler. Kendi kurumlarıyla da tam bir uygunluk içinde, gençlik içinde olumlu olumsuz her eğilimi pohpohlayarak, darbeci yöntemlerle gençlik örgütlerinin tepesine kendi yandaşların yerleştirmeye çalıştılar, önce FKF, sonra da DEV-GENÇ içinde yürüttükleri faaliyetle gençliğin anti-emperyalist, anti-faşist heyecanını cuntacı amaçları doğrultusunda kanalize etmeye çalıştılar. Öğütleriyle, devrimci gençlik kesimleriyle genel olarak öğrenci gençliğin bağını kopararak devrimci gençliği öğrencilerden tecrit ettiler. Profesyonellik adına okuldan, öğrenci gençlik hareketinden kopanları, iyi niyetli genç devrimcileri kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalıştılar. Bunların büyük bir çoğunluğu kısa zamanda yozlaştı, ne yaptığı belli olmayan asalaklar haline geldi. Ama asıl olan devrimci gençlik hareketine oldu; 1967-1968 ‘de binlerce öğrenciyi, “demokratik Üniversite, “Bağımsız Demokratik Türkiye” sloganı etrafında seferber eden öğrenci gençlik örgütleri, 1970’te gençlik yığınlarından tecrit olmuş, siyasi farklılıkların tartışıldığı kulüplere dönüşmüştü. Belki tartışmaların düzeyi “çok yüksekti”, ama esasa amaç olan yığınları eğitme ve seferber etme görevi unutulmuş, kitle örgütlerini var eden amaç yok olmuştu. Kongre oyunları, entrikalar, geniş yığınlarını ‘”okulcu gençlik” olarak nitelenerek küçümsenmesi, kitle örgütlerinin ele geçirilmesi için her yolun mubah sayılması vb. politikalar gençlik örgütlerini geniş yığınlardan tecrit eti ve onların birer tabela örgütüne dönüşmesinin yolunu açtı.
Yükselen mücadeleye sözü geçen çevrelerin set çekmesi kitlelerden tepki gördü. Özellikle, o günlerde toplumun en politize kesimi olan gençlikten başlayarak, bütün emekçi kesimler içinde, TİP, TKP, M. Belli, Kıvılcımlı mihraklarına karşı bir hoşnutsuzluk hızla yayıldı. 1967’den itibaren TİP-TKP, 1968 sonlarından itibaren de M. Belli ve Kıvılcımlı mihraktan itibar yitirmeye başladılar. TİP ve TKP çevresi çok kısa bir süre içinde gençlik mücadelesinin dışına düştü, M. Belli ve Kıvılcımlı ise, bundan yararlanarak daha çok güç toplamak için gençliğin kaçınılmaz olarak ortaya çıkan yanlış eğilimleri de dâhil her şeyi destekler görünerek bir gençlik kuyrukçuluğu tutumu izlediler. Ama bir süre sonra, gençlik eylemi düşündükleri cuntanın çıkarlarıyla bağdaşmaz bir noktaya varınca, (örneğin, “Ordu-Gençlik el ele” sloganı yerine “İşçi Gençlik el ele” sloganı geçtiğinde olduğu gibi) gençlik içindeki kendi yandaştan aracılığı ile gençlik mücadelesini geri çekme, gençlik örgütlerinde bölücü girişimler yapma faaliyetine hız verdiler. Gençliğin, o günlerdeki anti-faşist kitle örgülü olan Dev-Genç içinde darbeci yöntemlerle, adam kafaya alarak, yerlerini korumaya çalıştılar; ama sonuçta başarısız oldular.
Mücadeleyi geriye çekme eğilimleri, 1967-68 mücadelesinin yetiştirdiği gerçek kitle önderlerince reddedildi. Daha sonra, siyasal platformda THKO ve THKP-C olarak yer alacak olan gençlik çevreleri mücadelede daha aktif bir rol oynamaya başladılar.
Bu ayrışma içinde, esasta TKP mirasının sürdürücüsü olan ve gençlik mücadelesini “anayasal sınırları aşan anarşist bir hareket” olarak suçlayan sağ reformcu bir çizgi olan PDA ayrı bir oluşum olarak çıktıysa da pek bir prim toplamadı bu aşamada.
Sonradan THKO ve THKP-C olarak şekillenecek olan çevre devrimci bir mücadele çizgisi savunuyor, yığınları geri çekme eğilimine radikal bir biçimde karşı çıkarak mücadelede olumlu tarafı temsil ediyordu, ama kitle mücadelesi ve kitle örgütlerinin yeri konusunda M-L ışığında çözümler getirmekten uzak olduklarından, KP’nin bu alandaki olumsuz mirasını sürdürmesini engelleyemediler. TİP-TKP-M. Belli-Kıvılcımlı çevresinin tümüyle dışlandığı durumlarda bile bu olumsuz mirası yaşamaya devam etti ve kitle örgütlerinin kitlelerden tecrit durumu, kitle örgütlerinin bir parti şubesi gibi görülmesi eğilimi ve “devrimin kitlelerin eseri” olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesi sürdü gitti. 12 Mart darbesinin yoğunlaştığı günlerde, artık Dev-Genç iyice darlaşmış, daha kötüsü geniş öğrenci kitlesiyle bağları kopmuş bir örgüt durumuna gelmişti. Fakülte ve yüksek okul derslikleriyse, bir kaç istisnası dışında işlevsiz bir tabela örgütüne dönüşmüştü.
12 Mart darbesi bu olumsuz gelişmelerin bütün sorunlarının yaşanmasını kesintiye uğrattı. Ama yaşam görüyordu, kişiler değişse de eğilimler var olmaya devam ediyordu. Ve 1973’ten itibaren kitle mücadelesi yeniden yükselip, kitle örgütleri yeniden rağbet kazandığında TKP mirasının yol açtığı olumsuz sonuçlar yeni koşullar altında yaşanacaktı.
Kısa özetten de anlaşılacağı gibi, TKP’nin, 1920’lerden 1960’a kadarki, kitle mücadelesini önemsemeyen, kitle örgütlerini yok sayan ya da buraları sadece adamlarını gizlemek için kullanılan “mevziler” olarak görme tutumu 1960’lara onun devamcıları tarafından taşındı. Ve aşağıda ifade edilen sonuçlara yol açtı:
* TİP ve TKP artıkları DİSK içindeki faaliyetleri ile DİSK’in 1967, 1968 yıllarında biçimlenen mücadele çizgisini geriye çekerek işçi mücadelesini reformcu bir platforma hapsettiler. DİSK ve bağlı sendikaların devrimci-demokrat çevrelerle bağını kopararak sendikaların salt ekonomik mücadeleyle ilgilenmesi yolunda öğütlerde bulundular. İşçilerin sadece kendilerine oy vererek siyasi mücadeleye katılmış sayılacakları konusunda görüşler yaydılar. Bu anlayışlar, sendikaların aktif bir bürokrasi, pasif işçi tabanı biçimindeki geleneksel yapılanlarına güç verdi. Yoğun mücadelelerle DİSK’e geçen sınıfın en mücadeleci kesimlerini sendikal mücadelenin dışına itti. Sonuçta bu gelişmeler, DİSK’in mücadeleci sendika merkezi olma doğrultusunda gelişen eğilimini tersine çevirdi ve ona, 1970’lerde dahi iyi gözlenecek olan bürokratik bir sendika merkezi olma niteliğini yükledi.
İşçiler içinde Leninist bir çalışma yürüttüğünü iddia de Kıvılcımlı çevresi ise, eski TKP anlayışına uygun olarak kendisine bağlı dar işçi gurupları oluşturmayı işçi sınıfı içinde çalışma olarak lanse ederken, sınıfın yürüyen mücadelesine sırt çevirdi, sınıfı kazanmaya, sendikaları birer mücadele merkezi yapmaya hiçbir zaman yönelmedikleri gibi, kendilerine bağlı kimi küçük sendikalar kurarak anarko-sendikalizmin Türkiye temsilcisi olma görevini üstlendiler.
M. Belli ve çevresinin sınıfla ilgisi hemen hiç yoktu. İleri işçileri (kendisine yakınlık duyanları demek daha doğru) işçi derneklerine çekerek sınıfla ‘”birleşmeye” çalıştılar. Ama sınıfın mücadelesi, sendikalar, mücadelenin sorunları vb. hiç bir zaman bu çevrenin sorunu olmadı.
Elbette bütün bu çevreler iş lafa gelince sınıf adına konuştular, yazdılar; ama bunu sınıfın çıkarları doğrultusunda değil, TİP ve TKP çevresi parlamentarizmde, M. Beli ve Kıvılcımlı çevresi ise cunta hesaplarında sınıfın gücünden yararlanmak için yaptılar.
* Bu çevrelerin gençlik ve diğer emekçi kesimlerin kitle örgütleri içindeki faaliyetleri de çok farklı olmadı.
TİP ve TKP çevresi özellikle gençlik, memur-öğretmen-mühendis kitle örgütleri içinde onların mücadelesini parlamentarist bir çizgiye çekerken, bu kesimlerin kitle örgütleri içinde yuvalanarak, bu örgütleri kendi parti şubeleri gibi kullanmaya çalıştılar. Farklı görüşlerin tartışılmasını engellediler, bu örgütlerin devrim ve demokrasi mücadelesine yönelmelerinin önüne set çektiler. Özellikle meslek örgütlerinin sadece üyelerinin ekonomik çıkarlarıyla uğraşan örgütler olarak kalması için çaba harcadılar.
Kıvılcımlı çevresi, yönetimine sızdığı kadar Dev-Genç içinde de yer alırken, asıl gücünü “İşsizlik ve Pahalılıkla Mücadele Derneği” adını verdikleri, olmayan bir partinin şubesi olan ne olduğu belirsiz derneklere çektiler. Ancak, 1970’den itibaren, dirsek temasında oldukları cuntanın ihtiyaç duymasından olacak, gençlik içinde bir faaliyet içine girme çabalarını yoğunlaşırdılar. Bu alandaki en aktif faaliyetleri de 12 Mart cuntasını desteklemek için gençliğe çağrılar yapmak oldu. Mühendis, öğretmen vb. kitle örgütleri içinde ise, faaliyetleri yönetimlere adam sızdırmaktan ibaret oldu.
M. Belli için, esas alan, öğrenci gençlikti. Bütün zehirlerini bu alana yayarak oradan başka kesimlere yayılma stratejisini benimsemişti. Bu yüzden de TKP’nin, kitle mücadelesini reddeden, kitle örgütlerini kendi amacı için bir alet olarak gören anlayışı daha çok M. Belli’nin ve onun yakın çevresinin şahsında gençlik örgütlerine taşındı. Darbeci yöntemlerle yönetim ele geçirme, gençlik önderleriyle kafa-kol ilişkisine varan “kazanma” bu çevrenin başlıca özelliği olarak bu örgütler içinde yaşam buldu.
Sonradan THKP-C- THKO olarak politik sahneye çıkacak olan kesimler ise, dönemin asıl gençlik mücadelesi yükünü çeken kesimlerdi. Döneme ilişkin olumlu ne söylenecekse onların başarısıydı, dahası bu kesimin önde gelenleri TKP revizyonizminin içinden gelmemiş olmanın erdemlerini taşıyan, mücadele içinde yetişmiş gerçek önderlerdi, ama ne niyet, ne öndelik özelliklerinin niteliği, ne de mücadele için yanıp tutuşmaları, kitle mücadelesi ve kitle örgütlerinin içine itildikleri durumu çözümlemeye yetmedi. Çünkü sorun ideolojik bir sorundu ve TKP revizyonizmi ideolojik planda reddedilmedikçe aşılamazdı. O günkü M-L birikimi ise bunu başaracak düzeyde değildi. Bu yüzden de onlar, pratikçiler olarak, kitle mücadelesini ve devrimde kitle örgütlerinin rolünü küçümseyen bir tutum alarak bunun teorisini yapmak zorunda kaldılar.
PDA çevresi ise, kitlelerin her ileri atılımını engellemeye çalışarak, dönem içinde en olumsuz konuma düştü. Aşırı sağdan Lin Piao’culuğa kadar savrulduğu halde, kitle mücadelesinin “anayasa sınırları içine çekilmesi” politikasından vazgeçmedi. Ş. Hüsnünün sadık bir izleyicisi olarak, hakların mücadele ile değil egemen sınıflara klikleri arasındaki çatışmadan elde edilebileceği görüşünü savundular ve her zaman gericiler arasındaki çatışmada destekleyecek bir yan arayıp buldular. Bu da onları kısa zamanda yükselen kitle mücadelesinin dışına düşürdü. Kitle örgütleri içinde de bir varlık olamadılar.
* 1960’lı yıllar boyunca, Türk-İş, açık sınıf işbirlikçisi tulumunu sürdürdü, bürokratik yapısını daha da sağlamlaştırdı. Yükselen grevlere karşı açıkça karşı bir tutum aldı. Kendine bağlı sendikaların grevlerini bile desteklemedi, kırmaya çalıştı. Az-çok mücadele eğilimi gösteren sendikaları ihraç ederek geride kalanlara gözdağı vermeye çalıştı. Sendikalar içindeki her tür muhalefeti cezalandırarak ortadan kaldırmaya çalıştı. Bu sınıfa karşı tutum ve kabul edilemez boyutlara varan anti-demokratik uygulamalar Türk-İş’in parçalanmasıyla sonuçlandı ve 1967’de DİSK kuruldu. Bu zaten parçalanmış olan sendikal harekelin bir kez daha parçalanmasıydı, ama TÜRK-İŞ ağalan az çok mücadeleden yana tutum alan sendikalardan kurtuldukları için daha da rahatlamışlardı. Bu yüzden de TÜRK-İŞ ağaları 1967’den itibaren daha pervasız bir düzen yanlısı çizgi izlemeye başladılar.
Türk-İş örgütsel bakımdan, TKP geleneğinin etkisi dışındaydı, ama kuruluşundan başlayarak Amerikan sendikacılığının yakın desteği ile şekillenmiş olduğundan çizgisi bakımından olduğu kadar örgütsel yapılanış olarak da işçi sınıfına yabancıydı. Görünüşle yapılan seçimlerde yönetimin göstermediği bir adayın seçilmesi olanaksızdı. Hele merkez delegeleri tümüyle genel merkezlerin adamları tarafından belirleniyor, “tüzük gereği” delegelerin büyük çoğunluğu ise atanmış “delegelerden” oluşuyordu. Bu yüzden de seçim kazanarak Türk-İş ve bağlı sendikaların yönetimlerine gelmek olanaksız gibi görünüyordu. Bu da; işçilerde, bir boş vermişlik duygusunu geliştiriyordu. Bu görünüş, işçi mücadelesinin olanaklarını tanımayan 1960’ların genç devrimcilerinin gözünü korkuttuğundan Türk-İş tabanında herhangi bir çalışmaya yönelme isteği gözlenmedi bu yıllar boyunca. Koltuklarından bir endişe duymayan TÜRK-İŞ ağaları ise, sınıfa karşı pervasız tutumlarını sürdürürken artan maddi güçleriyle de bürokrasiyi genişletip etkinliğini artırmaya sürdürdüler.
1971-80 Döneminde Küle Örgütleri
1971,12 Mart darbesine doğru gelirken, kitle örgütleri yukarda saydığımız nedenlerden dolayı zaaflar içindeydi. İşçi sınıfımızın en dinamik kesimlerinin içinde yerde aldığı DİSK, 15-16 Haziran olaylarında işçi mücadelesinin karşısında yer aldığı için ve giderek mücadeleyi engelleyen bir merkez olduğu ortaya çıkmasıyla sınıfın eski güvenini yitirmişti. Devrimci öğrenci gençliğin örgütü olan Dev-Genç eskisine göre güç yitirmiş, özellikle öğrenci gençlik yığınlarından tecrit olmuştu. Akademik nitelikteki öğrenci örgütleri ise ya fiilen işlemez durumdaydı, ya da kapatılmıştı. 15-16 Haziranla zirveye ulaşan kitle mücadelesi düşüş eğilimine girmişti.
Öte yandan başta M. Belli ve Kıvılcımlı çevresi olmak üzere Cuntacı kesimler an meselesi olan bir “sol cunta” ile her şeyin düzeleceği, demokratik ve bağımsız bir ülkeye kavuşulacağı hayallerini pompalıyorlardı.
Bu ortamda 12 Mart darbesi gerçekleşti. Daha darbeden bir kaç saat sonra DİSK, TÜRK-İŞ, TÖS cuntayı selamladılar. Ülkeyi uçurumun kenarından kurtaran ordunun tarihi görevini yerine getirdiğini söyleyerek onu kayıtsız koşulsuz desteklediler. Dev-Genç bile, bir bildiri ile cuntayı destekleyerek, gerçekleştirilmesini istediği bir takım talepler sıraladı.
Kıvılcımlı ve M. Belli çevreleri ise, 8 Mart’ta kendi cuntalarının engellenmesine karşın, kendi cuntaları içinde yer alan Gürler ve Batur’un cuntanın en üst kademesinde olmasından umutlanarak 12 Mart darbesini sevinçle karşıladılar. O günlerde cuntaya tek karşı çıkış THKO’dan geldi (CHP’nin Ecevit kanadı ve TİP yönetimi de darbeye karşı çıktı, ama karşılıkları darbenin parlamentoyu geri plana itmesiydi.). Cunta faşist generallerin bir darbesi olacak nitelendi. Ama THKO’nun ne kitleleri cuntaya karşı seferber edecek kitle bağları vardı, ne de böyle bir perspektifi. Bu nedenlerle de, 12 Mart darbecileri ciddi bir muhalefetle karşılaşmadan yerlerine yerleşip amaçlarını gerçekleştirecek bir programı uygulamaya soktular. Grevler ertelendi, sendikalara faaliyetleri kısıtlandı, öğrenci örgütleri, Dev-Genç ve TÖS kapatıldı. Devrimcilere karşı bir sürek avı başlatıldı. Toplu tutuklamalar, işkence, idam ve katliamlar sürdü gitti.
Ancak 1972 sonlarında kitle mücadelesinin yeniden bir yükseliş sürecine girmesiyle birlikte sendikalar içinde demokratikleştirme mücadelesi yeniden gündeme gelirken, kapatılan kitle örgütleri yerine yenilerinin kurulması için çabalar da başladı. Önce devrimci gençlik çevrelerinin oluşturduğu Dev-Genç, YDGD, İYÖKD-AYÖD (YDGD- Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği, İYÖKD- İstanbul Yüksek Öğretim Kültür Derneği, AYÖKD- Ankara Yüksek Öğrenim Kültür Derneği) vb. dernekler kurulurken, TÖS’lü öğretmenler TÖB-DER’i kurdular. Sağlıkçılar, memurlar, teknisyenler vb. kesimler kitlelerinin küçük bir kısmını kapsasa da, kendi kitle örgütlerini kurmaya yöneldiler.
1975’te anti-faşist mücadelenin, faşist saldırılarla geriye atılmaya çalışıldığı koşullarda, çok sayıda emekçi kesim kitle örgütü kurulmuş, az çok bir mücadele potansiyeli taşır hale gelmişti.
12 Mart darbesi M. Belli ve Kıvılcımlı çevresi tarafından savunulan ordunun devrimci bir güç, hatta devrimin esas vurucu gücü olduğu yolundaki hayalleri tuz-buz ettiğinden, bu kesimlerin kitleler üstünde pek bir etkinliği kalmamıştı. M. Belli çevresi bir ahbap çavuş topuluğu olarak kalırken, Kıvılcımlı çevre Kıvılcımlının yeni yorumları doğrultusunda cuntacılıktan Troçkizme kadar değişik fraksiyonlara bölünmüştü. 1960’ların mirası, THKO ve THKP-C’nin gençlik kesimlerince temsil ediliyor, öğrenci gençlik mücadelesi bu çevreler etrafında toparlanıyordu.
DİSK bürokrasisi 12 Mart terörünün ve yasaklamalarının yarattığı ortamdan yararlanarak 1971-72 boyunca yönetime muhalefet eden işçi önderlerini patronlar ve sıkıyönetimle işbirliği içinde tasfiye etmişti. Böylece DİSK üst bürokrasisi TİP-TKP-CHP yandaşlarından oluşan bürokratik bir kast olarak kemikleşti.
TÜRK-İŞ bürokrasisi ise; darbecilerle tam bir işbirliği içinde olmuştu. İzlediği politikalar zaten o kadar düzen yanlısıydı ve yapısı öyle bir bürokrasi üstünde oturuyordu ki, 12 Mart darbesi ile hiç bir uyumsuzluk göstermedi. Bu yüzden de darbe dönemini, ciddi bir çalkantı geçirmeden, burada sözü edilecek bir değişikliğe uğramadan geçirdi.
1970’lerin bu ilk yarısında, kitle örgütlerinin durumuna ilişkin saptamalardan sonra, şimdi tekrar döneme ilişkin gelişmelere dönmemiz gerekiyor. Çünkü kitle örgütlerine ilişkin söylenecek şeyler ancak mücadelenin canlı tablosu içinde anlam kazanabilir.
12 Mart darbecileri “ülkeye ebedi bir huzur getirecek” kapsamlı bir programı gerçekleştirmeyi amaçlıyorlardı. Bunun için kapsamlı bir anayasa değişikliğine giriştiler. Anayasanın 40 maddesinde değişikliğe giderek, diktatörlüğün zaaflarını gidermeye çalıştılar. Öte yandan da, “devletin yardımcı gücü” olarak gördükleri sivil faşist güçleri açıkça ya da el altından destekleyerek onların güçlenip silahlanmasına olanak tanıdıar. Bu programın gerçekleştirilmesine paralel olarak; kitle örgütlerini ya resmen kapatarak ya da faaliyetlerini yasaklayarak, devrimci siyasal örgütleri dağıtarak, devrimci kitle ve siyasi önderleri katlederek, tutuklayarak ülkenin uzun yıllar “dikensiz gül bahçesi” olacağı bir “gelecek” kurmayı amaçladılar.
Elbette Cunta ve onun arkasındaki egemen sınıflar, amaçlarının bir bölümünü gerçekleştirdiler, ama sınıfların var olduğu bir yerde “dikensiz gül bahçeleri” olanaksızdı. Daha cunta ipleri elinde tutarken bile kıpırdanmalar başlamıştı. Cunta’nın “işlerini bitirmeden” siyaset sahnesinden çekilmek zorunda kalması da bu kıpırdanışların büyümesindendi. 1972 sonlarından itibaren, işçi ve gençlik eylemleri önce yavaş yavaş, sonra hızla yükselmeye başladı. Ecevit’in kan verdiği yeni CHP reformizmi de bu yükselişi önleyemedi. Gerçi Kıbrıs’ın işgali sonucu olarak yükselen şovenizm dalgası kitle mücadelesini biraz geriye ittiyse de, 1975 başından itibaren mücadele dalgası yeni bir ivme kazanarak hızlandı, İşçi grevlerine eşlik eden öğrenci gençlik mücadelesi hızla yükseliyordu. Ama bu yükseliş her adımda 12 Mart darbecilerinin koyduğu iki engelle karşılaşıyordu; bu engellerden birincisi, özgürlüklerle ilgiliydi: Grev, gösteri, yürüyüş vb. gibi eylemlerini yasal bakımdan gerçekleştirilmesi pek çok engelle zorlaştırılmıştı. Kitle örgütlerinin siyasete katılması yasalarla engellenirken, bunların kurulması ve yasal bir statü kazanması güçleştirilmiş, polis ve idarenin bunları denetimi ve faaliyetten men edilmesine ilişkin olarak yetkilileri sınırsız olarak artırılmıştı. Darbecilerin ve arkasındakilerin, olası bir kitle mücadelesine karşı düşündükleri ikinci engel ise sivil faşistlerin güçlendirilmesiydi: Yükselen kitle mücadelesi birinci engeli nispeten kolay aşıyordu, ama sivil faşist güçlerin MİT, Kontrgerilla ile işbirliği içinde düzenledikleri profesyonelce saldırıları aşmak kolay olmayacaktı. Bu yüzden de, 1975 başlarından başlayarak kille mücadelesinin başlıca handikabı sivil faşist çetelerle mücadele oldu. TKP mirasının bu alanda yaşayan eğilimleri bu mücadelenin kendine özgü koşulları altında biçimlendi.
Eski yanlışların yeni koşullarda, yeni biçimler altında nasıl ortaya çıktığını görmek için mücadele ve örgütler içinde yaşananlara biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Bunun için ise, kitle örgütlerini iki başlık altında incelemek, sorunun anlaşılması için, daha yararlı olacaktır: Sendikalar dışında kalan kille örgütleri ve sendikalar olarak.
Sendikalar dışındaki kitle örgütleri
1973 başlarından başlayarak; yüksek öğrenim öğrencilerinin akademik ve anti-faşist nitelikteki kille örgütleri, semtlerde, taşra il, ilçe ve kasabalarda büyük çoğunluğu anti-faşist nitelikte dayanışma ve kültür dernekleri, öğretmen, memur ve hizmet sektöründe çalışan çeşitli türden emekçilerin mesleki örgütleri, üretim ve tüketim kooperatifi biçimindeki köylü örgütleri, liseli gençliğin anti-faşist nitelikteki örgütleri 1960’lı yıllarda görüldüğünden daha yaygın bir biçimde ortaya çıktı. Kitle mücadelesinin gelişmesine paralel olarak da bu örgütlerin kitlesel niteliği ve mücadele yeteneği artıyordu. Başlangıçta her şey olumlu bir doğrultuda gelişiyor gibi görünüyor, yığınların uyanan kesimleri aynı örgüt çatıları altında birleşiyordu.
Bu durum gerici güçlerin gözünden de kaçmıyor olmalı ki; yükselen anti-faşist, anti-emperyalist mücadeleye karşı polis ve MİT’in yanı sıra sivil faşist çeteler, üniversite ve yüksek okullardan başlanarak, seferber edildi. Silahlandırılmış sivil faşist çeteler, öğrenci gençlik önderlerinin yanı sıra öğrenci kitlelerini de hedef gözetmeksizin saldırıya geçtiler. Profesyonelce işlenen cinayetlerin failleri belirsiz kaldı. Bu, öğrenci kitleleri üstünde korkuyu yaygınlaştırırken, faşist cinayet şebekelerinin cesaretini artına bir rol oynadı. Her şeye karşın öğrenci kitleleri kendi örgütlerine sahip çıkmaya, birleşerek mücadele etmeye devam ettiler. Ama bir yandan devlet terörünün artması, öte yandan faşist çetelerin saldın hedeflerini genişleterek baskıyı artırmaları karşısında gençlik örgütleri doğru politikalar geliştirmekte yetersiz kaldı; çözümsüzlük eski hastalıkların su yüzüne çıkmasının vesilesi oldu, mücadeledeki çözümsüzlükler örgütsel yapıyı zorlamaya başladı. Bu örgütler için iki yol görünüyordu; ya iç işleyişlerini örgütün kapsayacağı en geniş kitleyi kavrayacak biçimde demokratikleştirecekler ve bir kitle mücadele örgütü olarak mücadelede yerlerini alacaklar, ya da bölünerek bir ya da bir kaç gurubun dar çevre örgütüne dönüşeceklerdi. O zamanlar, özellikle büyük kentlerdeki öğrenci gençlik örgütleri içinde çoğunlukla olan DY çevresi, soruna faydacı bir biçimde yaklaşarak, kendini diğer siyasi gurup çevrelerine göre daha avantajlı yapacağını sandığı bir yol tutarak, “demokratik merkeziyetçilik” ilkesini, herkesin çoğunlukta olana tabi olacağı biçimde yorumlayarak, hangi birimde kim çoğunluktaysa onun faaliyetine herkesin tabi olması gerekliği biçimde bir tez öne sürdü. Böylece bütün siyasi grupların görüşlerini propagandasını yasaklıyordu. Buna karşı çıkan, sonradan YDGF içinde örgütlenecek gençlik kesimleri ve diğer bazı guruplar, “propaganda ve ajitasyonda özgürlük, eylemde birlik” olarak ifade edilen, örgütün içinde her kişi ve gurubun kendi görüşlerini propaganda edebileceği, ama eylem içinde çoğunluğun kararına uyulacağı biçimdeki doğru ilkeyi savunuyordu. Bu; bu örgütlerin, demokratik niteliğinin vazgeçilmez koşuluydu. Eğer demokrasi için mücadele ettiği bir örgüt çatısı altında insanlar (ve tabi siyasi guruplar) kendi görüşlerini ifade edemiyorsa, bu örgüt demokrasi için nasıl mücadele edecekti?
Grup çıkarları yerine mücadelenin çıkarlarını koyabilen her gurup bu çıplak gerçeği görebilirdi, ama İYÖKD çoğunluğu bunu göremedi, görmek istemedi. Uzun tartışmalardan bir sonuç alınamadı, üstelikte azınlığı susturmak için şiddet yöntemleri de işin içine girince, İYÖKD kaçınılmaz bir biçimde bölündü. Az çok etkinliği olan siyasal guruplar İYÖKD’den koparak ayrı örgütler kurdular. Gençliğin anti-emperyalist anti-faşist örgütü örgütsel bütünlüğünü yitirdi. Üstelik böyle bir bütünlüğe en çok ihtiyacı olduğu koşullarda oldu bu. Bu parçalanma kendisini kısa zamanda bütün ülke düzeyinde duyurdu; taşra il ve ilçelerindeki anti-faşist anti-emperyalist kitle örgütleri de bölündüler, ayrı merkezler etrafında örgütlenen dört ayrı federasyon ya da bağımsız birçok birim örgütü ortaya çıktı. (TKP, Aydınlık çevresi daha baştan ayrı gençlik örgütü kurarak gerek kitle örgütlerinin, gerekse anti-faşist mücadelenin dışında yer aldıklarında onların faaliyetleri üstünde bu bölümde ayrıca durmayacağız. İGD, DGBB, İLD, İKD, DLB birer çevre örgütü olarak doğdu ve öyle de kaldı.
Örgütsel yapının parçalanması gurupçuluğu kışkırtan bir etken oldu: özellikle faşistlerin etkinliğinin az olduğu, anti-faşist hareketin nispeten güçlü olduğu birimlerde, guruplar arası çatışma daha da yıkıcı oldu, bazen birbirlerine karşı silah kullanmaya varan çatışmalar ortaya çıktı, özellikle kimi gruplar, grup çıkarlarından öte bir şey görmez oldular.
Örgütün kendi içinde demokrasiyi yok eden düşünce yığınlara yönelik olarak geniş öğrenci kitlesinin taleplerine karşı ilgisizlik olarak kendini gösterdi. Anti-faşist mücadele ile akademik talepler arasında bağ kurulamayınca, anti faşist örgüde öğrenci kitlesi arasındaki bağ zayıfladı, koptu, iki mücadele arasında bağ kurmayı başarmak yerine, kolay yol seçilerek, faşistlere ve faşist diktatörlüğe karşı dar bir anti-faşist grubun mücadele etmesinin teorisi yapılarak, çatışmanın devrimcilerle faşistler arasında bir düelloya dönüşmesinin yolu açılmış oldu. Bundan da en çok faşist çeteler ve diktatörlük yararlandı.
Bir yandan kitle örgütünün tek bir gurubun örgütüne dönüşmesi, öte yandan kitle örgütü ile geniş yığınların ve onların gündelik taleplerinin ilişkisinin kavranamaması seçmeci bir anlayışın yerleşmesine de hizmet etti. Anti-faşist kitle örgütüne girişler için yazılı olmayan “ilke’ler kondu. Kişinin “ben bu örgüte girip mücadele etmek istiyorum” isteğini göstermesi örgüte girmek için yetmez oldu; “içki içiyor mu”, “diskoteğe gidiyor mu”, “süslenip püsleniyor mu”, vb. gibi ahlaki ilkelere bakılarak üye alınmaya başlandı. Özellikle büyük iller dışındaki kitle örgütlerinde salt “ahlaki” nedenlerle pek çok anti-faşist unsur bu örgütlere giremedi, ya da girenler örgütlerden atıldı. Devrimci ahlak adına çoğu zaman feodal ahlak değerleri savunulacak kadar iş ileriye götürüldü.
Bütün bu “zorlukları aşarak” kitle örgütüne girmeyi başaranların birçoğu da orada kalmayı başaramıyordu: Her hangi bir eyleme “geçerli bir mazeret” göstermeden katılamayanlar, korkaklık, yılgınlık gibi en son yapılabilecek suçlamalarla dışlanıyordu. Oysa kitle örgülü doğası gereği değişik bilinç ve kararlılıktaki insanları barındırıyordu ve üyelerin bütününden aynı kararlılık ve bilinçle mücadeleye katılması beklenemedi. Çünkü bu insanlar başka bir yerde eğitilmeden oraya geliyorlardı. Kitle örgütünün görevi ise, onları eğitmek, bilinç ve kararlılıklarını artırmaktı. Ne var ki, onlar bu görevin gereğini yerine getirerek, geri üyeleri eğitip ilerletmek, geri unsurları süreç içinde kazanmak yerine onları dışarı atıyordu.
Yukarda sözü edilen yanlış eğilimler, örgütlere, hatta aynı örgülün şurada ya da buradaki şubesine, bu yerlerdeki yöneticilerin bilinçlerine göre nispi farklılıklar gösteriyorsa da hemen bütün anti-faşist örgütlerin ortak eğilimleriydi. Yani sorunlar bir yanlış uygulamadan değil, ideolojik zaaflardan kaynaklanıyordu. Bunun kökeni ise, yazının başından beri belirtildiği gibi 1960’lı yıllar boyunca gençlik hareketine taşınan TKP’nin olumsuz mirasının aşılmamış olmasıydı.
TKP’nin kitle mücadelesini önemsememe ve kitle örgütlerini düzene karşı kitleleri mücadeleye çeken örgütler olarak görmeme tutumu, 1970’lerde kendisini böyle ortaya koyuyordu: Anti-faşist bir kitle örgütünün, çok değişik siyasi farklılıklardan anti-faşistleri bir araya getirme özelliğinin onun asli özelliği olduğu gerçeğini görmeyenlerin bu örgütler içindeki siyasi farklılıklar arasındaki mücadelenin kaçınılmazlığını, hatta bu mücadelenin örgütün canlılığının bir ifadesi olduğunu anlaması beklenemezdi. Ya da, bu anlayışların kitle örgütünün varlık nedeninin, geniş yığınları anti-faşist mücadeleye bağlamak olduğunu, bu yüzden de en geniş kitleleri mücadeleye çekecek yol ve yöntemleri bulmaları beklenemezdi. Bu nedenledir ki, YDGF de dâhil hiç bir anti-faşist örgüt yığınları anti-faşist mücadeleye kazanma, faşist çetelere ve diktatörlüğe karşı yığınları seferber etme görevini layıkıyla yerine getiremedi. Gençlik kitlelerinin gündelik talepleriyle özgürlük mücadelesi arasındaki bağı yakalayarak onları demokrasi uğruna mücadeleye çekemedi.
1970’lerin sonlamda “yeni tipte” anti-faşist kitle örgütleri olarak lanse edilen Direniş Komiteleri (DK) de esas olarak yukarda sözünü ettiğimiz yanlış kitle mücadelesi ve kitle örgütü kavrayışı yüzünden bir kitle örgütü olamadı, sadece kurucularının katıldığı bir “kitle örgütü” olarak kaldı.
TÖB-DER, TÜM-DER vb. diğer emekçi sınıfların kitle örgütlerinde de durum çok farklı değildi. Yönetimi ele geçirenler, yönetimden ayrılmamak için üye kayıtlarıyla oynamaktan, ihraçlara, muhalif gurupların faaliyetini yasaklamaktan şube fesihlerine kadar her yolla kitle örgütünü kendi denetimleri altında tutmaya çalıştılar. Çoğu zaman da bu yöntemler başarılı oldu. Tıpkı gençlik örgütlerinde olduğu gibi bu örgütler de reformcu ve revizyonist çevrelerce kendi parti şubeleri gibi kullanıldı. En önemlisi de bu örgütü yönetenlerin devrimcilikleri sadece konuştukları zaman akıllarına geldi, ama pratikte bu örgütleri anti-faşist mücadelenin dışında tuttular.
Görünüşte bu örgütlerin bir kaç parçaya bölünmemiş olması bir basan gibi görülürse de, gerçekte bu örgütler de çok parçalıydı, daha da kötüsü giderek mücadelenin önüne engel haline gelmiş, antifaşist ve ekonomik mücadelede işlevsizleşmişlerdi.
Sendikalar
1972 sonlarından başlayarak yeniden yükselişe geçen kitle mücadelesi sendikal alanda daha da belirgindi.
1971-72 yıllarında en düşük düzeye inen grevci sayısı 1973’ten başlayarak hızlı bir artış eğilimi gösterdi. CHP reformizminin etkisi ve Kıbrıs savaşı bu yükselişi biraz kesintiye uğrattıysa da 1975’te grevler yeniden yoğunlaştı. 1976 ise uzun grevler yılı oldu. 1980, 12 Eylül darbesine kadar da her yıl bir önceki yıla göre daha çok işçinin greve çıktığı yıllar oldu.
Daha önceki bölümlerde, çeşitli vesilelerle, 1970’ten itibaren işçilerin DİSK’e yöneliş eğiliminin tersine de işlemeye başladığım belirtmiştik. 1970’li yıllar bu eğilimin gerçek olduğu yıllar oldu. Bir yandan Türk-İş’ten koparak DİSK’e katılımlar olurken, öte yandan -aynı yoğunlukta olmasa bile- DİSK’ten kopuşlar gerçekleşti. 1970’li yıllar boyunca, bir yandan bu kopuşların beslediği, öte yandan sendikasız işyerlerinde, patronların işbirliği ile kurulan korsan “bağımsız” sendikaların sayısı hızla arttı. Bu tür sendikaların sayısı 1980’e gelindiğinde 900 dolayına ulaşmıştı. Ama ister Türk-İş, ister DİSK, isterse bir “bağımsız” sendikada olsun işçiler için sonuç pek fazla değişmiyordu. Daha iyi bir sendika olur umuduyla sendika değiştiren işçiler, yeni sendikada aradığını bulamıyordu. Sorun da hep aynıydı: bin bir vaatle işçiyi kendi sendikalarına çeken sendika ağaları, işçiden uslu durmasını, sendikanın dediklerinden çıkmamasını, “anarşist” ve “goşist” çevrelerin kışkırtmasına uymamasını, sendikanın haklarını en iyi biçimde koruyacağını vb. söylüyorlardı. Ama iş yönelime gelmeye ve patronlara karşı hak istemeye geldiğinde sendikacılar işçiyi dıştalıyor, her şey sendika bürokrasisi ve patronlar arasında olup biliyordu. Hele anti-faşist mücadele söz konusu olduğunda sendikalar var güçleriyle işçileri bu mücadelenin dışında tutmayı bir ilke olarak benimsemişlerdi. Faşist saldırılar işçileri hedef alıp; ilerici, devrimci işçiler katledildiğinde, ya da patronların uşağı olarak, faşist çeteler işçi direniş ve grevlerine saldırdığında bile sendikacılar, olayı bir polisiye olarak kınamakla yetiniyordu. Dahası Türk-İş’e bağlı birçok sendika ile çok sayıda “bağımsız” sendika faşist çeteleri el altından ya da açıkça destekliyor, onlara para silah ve militan sağlıyorlardı. MİSK gibi sendika denmeyecek faşist örgütlerin faşist çetelerle nasıl içli dışlı olduğunu burada söylemeye bile gerek yok.
1970’li yıllar boyunca sayısız grev ve direniş yaşandı, bu eylemlere yüz binlerce işçi katıldı, ama sonuç hep patronların kabul edebileceği sınırlarda kaldı. İşçiler ise hep satıldıkları duygusunu edindiler.
1978’den itibaren grevlerin artışı yanı sıra, direnişler de sıklaşarak etkili olan eylem biçimleri arasına girdi. Bunların bazıları, salt bir işyerindeki ekonomik bir sorunla ilgili iken, önemli bir kısmı ise, işten çıkarılan işçileri desteklemek, ya da başka bir işyerindeki işçilerin eylemini desteklemek için yapılan dayanışma eylemleriydi. Daha az olmakla birlikte, anti-faşist nitelikli işçi direnişleri de söz konusuydu. Tariş direnişi ise, bu son örneğin en uç biçimi olarak ortaya çıkmıştır.
1970’li yılların bir diğer özelliği, ise, 1960’lı yıllardan farklı olarak devrimci ve demokrat siyasal gurupların, sınıf içindeki çabalarının yoğunlaşması, dahası işçi sınıfı içindeki çalışmanın işçileri Türk-İş’ten alıp DİSK’e geçirme perspektifini aşan bir nitelik kazanmasıydı. Bu durum pratik sonuçlan açısından sendikal mücadelenin yönünü etkileyecek kadar bir birikim sağlamadıysa da, bugüne ışık tutacak olumlu ve olumsuz ipuçları vermesi bakımından önemli bir gelişmeydi. Ama dönemin en önemli gelişmesi oluşan Marksist birikimin işçi sınıfının gerçek devrimci partisinin oluşturulması doğrultusunda atılan adımlardı, bu da 1970’li yılların ikinci yansında gerçekleşti. Bu gelişme kendisini sendikal mücadele alırımda sınıf sendikacılığının ilkelerinin belirlenmesi olarak açığa vurdu.
Sadece Marksist-Leninistler değil, devrimci demokrat guruplar da sendikal mücadele içinde yer aldılar, bazı sendika ve sanayi bölgelerinde oldukça önemli sayılacak mevziler elde ettiler. Ancak, gerek Marksistlerin gerekse devrimci demokrat çevrelerin önemli zaafları vardı: sendika çalışmasında amatördüler, devrimci bir sendika merkezine sahip değillerdi, vb. Ama en önemlisi de, sendikal mücadeleyi siyasi mücadeleye bağlama yeteneğini gösteremediler. Bu yüzden de bu alanda küçümsenmeyecek bir enerji harcadıkları halde istenen sonuçları elde etmenin çok uzağında kaldılar.
O yoğun mücadele günlerinin bu güne ışık tutması için çalışmanın özellikle olumsuz yanları üstünde biraz durmak gerekecek:
1970’li yıllar içinde, Türk-İş’te Halil Tunç ekibinin yerini İ. Denizcier, DİSK’te ise, TKP-TİP etkisindeki K. Türkler ekibinin yerini CHP etkinliğindeki A. Baştürk ekibinin alması dışında esasta bir değişiklik olmadı. Bu yüzden burada sorunun konumuzu ilgilendiren yönünü öne çıkararak yazımızı sürdüreceğiz.
Marksistler ve devrimci demokrat çevrelerin, 1970’li yıllarda, 1960’lı yıllara göre işçi sınıfı içinde daha sistemli bir mücadeleye yöneldiklerini belirtmiştik. Bu alandaki faaliyet bugün de sürdürülmeye çalışıldığından konumuz açısından önem kazanmaktadır.
Bu açıdan sendikal mücadele ve sendikaların demokratikleştirme mücadelesine bakıldığında, devrimci ve demokrat çevrelerin, 1960’lı yıllar sonunda oluşan DİSK’in devrimci bir sendika merkezi olduğu biçimindeki fetişizmin sürdüğü görülüyor. Bu çevreler işçi sınıfı içinde yürüttükleri ajitasyonun merkezine işçilerin DİSK’te toplanması düşüncesini koydular. Elbette ayrıntıda, özellikle de ucu kendilerine de dokunan sendikal demokrasi sorununda DİSK’in, Türk-İş’i bile aşan, anti-demokratik uygulamalarını eleştirdiler ama genel tutumları içinde bunun önemli bir etkisi olmadı. Zaten çoğu zamanda, gericilere karşı ittifak, ya da yönetime gericiler gelir endişesiyle, DİSK’in bu tür uygulamalarını hoş görüp desteklediler. DİSK bürokrasisiyle uzlaşmaları onlara bir takım pratik avantajlar sağladı. DİSK içinde çeşitli kademelerde yandaşları görev aldı ve bunların birçoğu süreç içinde devrimciliklerini yitirerek DİSK bürokrasisine yerleşmeye çalışan kişiler durumuna düştü. Az çok bir etkiye sahip oldukları birimlerde bile, DİSK yönetimiyle ters düşmeme endişesi, belki niyetlerinden bağımsız olarak, onları mücadeleyi engelleyici bir konuma düşürdü. Çünkü bu çevreler, bütün devrimci niyetlerine karşın, sendikaların sınıf mücadelesi içindeki yerinin, işçi sınıfının bütününü devrimci mücadelenin ilkeleri temelinde birleştirerek kapitalist sömürüye karşı seferber etmek olarak anlamıyorlardı. Tersine onlar, sendikaları kendi sürdürecekleri devrimci mücadelenin lojistik dayanakları olarak görüyorlardı: sendika yönetimleri ise sadece birer mevzi idi, yığınların mücadeleye katılması da bu anlamda önemliydi. Anlayış böyle olduğu için de nispeten güç toplandığı, yığınların mücadeleye çekilmesinin olanaktan olduğu koşullarda bile bu siyahi gurup çevreleri yığın hareketini geliştirme doğrultusunda ciddi çabalarda bulunamadılar.
Bu alanda en dikkate değer ve dersler çıkarılabilecek çalışma, doğrusuyla yanlışıyla, Marksist-Leninist hareketin işçi sınıfı içindeki faaliyeti etrafında yapıldığı görülüyor.
1970’li yıllar ortasında sendikal mücadele içindeki günün en önemli sorununun “sendikal demokrasi” olduğu saptamasını yapan Marksist-Leninsi hareket politikasını “İşçiler Sendika Yönetimine” sloganı etrafında açıkladı. Sendikal demokrasinin ve işçi yığınlarının sendikal mücadelenin dışına itilmesinin başlıca nedeni olarak sendika ağalan ve sendika bürokrasisi görülüyor, bunların alaşağı edilerek sendikalardan dışlanmasıyla sınıfın sendikalar içinde birleşerek mücadeleye atılabileceği saptanıyordu. Bu çerçevede yürütülen ajitasyon, işçi kitleleri içinde ilgiyle karşılandı ve “işçiler Sendika Yönetimine” sloganı M-L hareketin kendi dolaysız ilişkilerinden bağımsız olarak sınıf içinde yayıldı, destek buldu. Bu iki önemli şeyi gösteriyordu: birincisi M-L hareketin sorunu böyle ortaya koyarak sınıfın önemli bir sorununa parmak bastığını, ikincisi ise, doğru politikaların, sanılanın aksine, sınıf içinde çok çabuk yayılıp geniş bir destek bulacağını.
Bu politika iki çevreden tepki gördü: Sendika ağaları ve M-L hareketle görünüşte birçok benzerliği olan siyasi grup çevrelerinden. Sendika ağaları, kendilerinin de işçi olduğunu, bilmem kaç yıl hangi işyerlerinde ağır işte çalışmış olduklarını vb. söyleyerek sorunu saptırmayı çalıştılar ki; bu doğal karşılanacak ve beklenen bir şeydi, kendi öz savunmalarını yapıyorlardı. Devrimci gruplar ise, her zaman yaptıkları gibi “sol”dan saldırıya geçtiler. Bu politikaların reformcu, ekonomist bir anlayışın ürünü olduğunu, sıradan işçiler sendikaların yönetimine gelirse bile bir şeyin değişmeyeceğini, önemli olan devrimci işçilerin yönetime gelmesi olduğunu vb. iddia ederek “Devrimci İşçiler Sendika Yönetimine” sloganını öne sürdüler. Artık işleri güçleri nerede “İşçiler Sendika Yönetimine” sloganını duysalar onu “Devrimci İşçiler Sendika Yönetimine” diye bastırmaktan ibaret oldu. Ama böylece onların sendikal mücadele ve sendikalardan ne anladığı da ortaya çıktı: Çünkü her şeyden önce, “İşçiler Sendika Yönetimine” sloganının ifade ettiği “yönetim” sendikaların yönetim kurulu değildi. Tersine, sendikalardan ve sendikalı mücadeleden dıştalanan işçilerin sendikal mücadele, onun sorunları ve sendikaların sınıfın bir örgütlenme ve mücadele merkezine dönüşmesi mücadelesi ile bütün işçilerin kendine düşeni yapmasını ifade ediyordu. Bu mücadele içinde yönetim kurullarına kimin seçileceği tamamen ayrıntıda bir sorundu ve bunu da mücadeleye katılan işçilerin iradesi belirleyebilirdi. Onlar da her halde mücadelede yer alan ve onlara doğru yolu gösteren sınıf bilinçli işçi önderlerini seçeceklerdi. Ama “sol”dan eleştiriciler için sendikal mücadele sendika ağalarının düşündüğünden pek farklı değildi; eğer ağaların yerinde kendileri oturursa sendikal mücadele yürüyecek işçiler patronlara satılmayacaktı! Ya da kendileri “yönetime” seçilirse sendikalar işçi sınıfının örgütlenme merkezi oluverecekti! Tabi ne “sol”lar yönetime geldi, ne de yönetime geldiklerinde de sendikaların gerçek bir işçi sınıfı sendikası olmayacağını görme şansı edinebildiler. Belki de bu yüzden bugün hala, DİSM, “İşçi Komiteleri” gibi sınıfın mücadelesinin doğrultusunu görmezden gelen biçimler içinde politika yapmayı sürdürüyorlar.
Kuşkusuz, “İşçiler Sendika Yönetimine” sloganı ile ifade edilen politikalar, sendikal mücadelenin bir yanına, sendikaların demokratikleşmesine ilişkin bir politikaydı ve M-L hareketin 1976’daki birikimini yansıtıyordu. Ama sendikal mücadelenin kapsamı çok daha genişti. Bu eksiklik M-L bir partinin programına varma süreci içinde tamamlandı. Ve sınıf sendikacılığı programına 1970’li yılların sonunda ulaşıldı.
Sınıf sendikacılığı programı, işçi sınıfının ulusal ve uluslararası birliğini, sınıfı kapitalist sömürüye son vermeyi amaçlayan bir perspektifle eğitip seferber etmeyi esas alan bir programdı. Bunun da ancak, sendikaların sınıf partisinin siyasi çizgisini izleyen bir yönelişle olabileceğini açıkça vurguluyordu. Sendikal demokrasi sorunu da bu perspektif içinde çözümleniyordu. Elbette o gün ortaya konan programın ilkeleri ve ana doğrultusu bugün de doğrudur, ne var ki, uygulamada bugün de yakınmalara konu olan birçok yanlışlıklar yapıldığı görülüyor. Geriye dönülüp bakıldığında bu yanlışların kaynağının o günün koşullarında gündeme gelen DSM (Devrimci Sendika Muhalefeti) faaliyetinin kavranışından kaynaklık ettiği görülüyor.
DSM grupları sınıf sendikacılığını benimseyen işçilerden oluşan gruplardı ve sınıf sendikacılığını propaganda ederken aynı zamanda gündelik mücadele içinde yer alarak varolan sendika yönetimlerine karşı bir muhalefet geliştiriyordu. Elbette bunların yapılması gerekiyordu. Ama DSM’lerin kendilerini sınıf sendikası yerine koyması, varolan sendikaları, burjuva sendikalları, yıkılması gereken merkezler olarak nitelemesi DSM’nin bir handikabı olarak ortaya çıktığı görülüyor. Çünkü DSM’ler ne kendileri gerçek bir sendika olabilecek bir yapıdaydı, ne de işlev olarak varolan sendikaların işlevlerini daha iyi yerine getirebilecek bir işleve sahipti. Bu tutum, pratikte kendini işçilerin sendika değiştirme, var olan sendikalar içinde yönetimlerine gelme mücadelesinin küçümsenmesi olarak gösterdi. Bu ise, önce DSM etrafında birleşme eğilimi gösteren ileri işçilerin bir süre sonra uzaklaşmasıyla sonuçlandı. Yaşananlar ve işçi sınıfının mücadele doğrultusu DSM’nin var olduğu biçimiyle mücadelenin gerçeklerine uygun düşmediğini kısa zamanda gösterdi. Yaşanan sürecin değerlendirmesi ile yanlışlıklar düzeltilmeye yönelindiyse de, 12 Eylül darbesi bu düzenlemelerin sonuçları alınmadan mücadeleyi kesintiye uğrattı.
Döneme bir bütün olarak bakıldığında:
* Sendikalar dışındaki, gençlik ve diğer emekçi kesim kitle örgütleri içinde onaya çıkan, grupçuluk, dar kapıcılık, kitle örgütlerini bir siyasi grubun örgüt şubesi olarak görme vb. eğilimlerle, kitleleri mücadelenin dışında tutma, anti-faşist mücadelenin devrimcilerle faşistler arasındaki bir mücadeleye dönüşmesine yol açan zaaflar, kitle örgütlerinin kapsaması gereken tüm kitleyi kavramak bir yana kendiliğinden mücadele içinde mücadeleye katılan yığınların ileri kesimlerini bile kapsamayı başaramaması, giderek kitlelerden tecrit olarak yığın örgütü niteliklerinin kaybolması gibi sonuçlar, TKP’nin kitle örgütleri ve kitle mücadelesi konusundaki mirasının devrimci guruplar içinde yaşamaya devam ettiğinin göstergesidir.
* Aynı miras DİSK bürokrasinin oluşmasında başlıca etken olurken Türk-İş bir başka burjuva sendikacılık merkezinin etkisiyle (Amerikan sendikacılığı) kendi bürokratik yapısını güçlendirerek işçi kitlelerini sendikal mücadelenin dışına itti.
Aynı olumsuz mirastan doğan zaaflar devrimci demokrat siyasi grupların işçi sınıfı içindeki faaliyetinde de görüldü. Bunlar işçi sınıfına güvensizlik, kitlelerin sendikal mücadelenin dışında tutulması, sendika ağaları ile kimi gündelik çıkarlar uğruna uzlaşmaya gitmek, sendikal demokrasiyi bir sendikanın yönetimini ele geçirmekle sınırlamak vb. tutumlar olarak ortaya çıktı.
TKP ve onun mirası ile kesin bir hesaplaşmaya girmiş olan Marksistler bile bu alanda TKP mirasını bütünüyle aşamadılar ve yukarda sözünü etliğimiz zaafları bütün 1970’li yıllar boyunca taşımaya devam ettiler.
Şimdi 1990’dayız ve kitle mücadelesi ve kitle örgütlerinin mücadele içindeki rolleri 1980 ortalarından itibaren (uzun bir kesinti döneminden sonra) yeniden tanışma gündemine girdi, bugün de bu tartışma sürüyor. Üstelik de eski yanlışlar birçok gurup tarafından görmezden gelinerek sürüyor. Bu yüzden de bir tarih özetlemesi gibi gözüken bu yazıyı burada belirtmeyeceğiz. Yakın geçmişteki mücadeleyi de yukarıdaki perspektif ışığında önümüzdeki sayıda incelemeyi sürdüreceğiz. (Sürecek)

Haziran 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑