1960’tan 1990’a gelinceye kadar yaklaşık her on yılda bir yapılan askeri darbeler, Cumhuriyet tarihinin son otuz yıllık bölümünün 10’ar yıllık dönemler halinde değerlendirilmesinde önemli rol oynamışlardı. 27 Mayıs askeri darbesi bütün 60’lı yıllar üzerinde etkili olurken “12 Mart Muhtırası” 70’li yıllara, 12 Eylül faşist cuntası da 80’li yıllara damgasını vurmuşlardır. Kuşkusuz bu darbeler egemen sınıfların içine düştükleri ekonomik ve siyasi krize bir çözüm olmak üzere gündeme getirilmiştir. Bununla birlikte her üç darbenin de emekçilerin ve gençliğin mücadelesinin, baskı ve sömürüye karşı direnişinin yüksek düzeylere eriştiği bir noktada gerçekleştirilmesi bir rastlantı olmasa gerek. Söz konusu askeri darbeler diğer şeylerin yanı sıra yükselen kitle mücadelesini bastırmak ve ezmek için tezgâhlanmıştı. Aralarında bazı yöntem farklılıkları da olsa her askeri darbenin ilk hedeflerinden birisini gelişen toplumsal muhalefeti yok etmek oluşturmuştur. 27 Mayıs darbesiyle kitlelerin istemleri doğrultusunda kısmi tavizler verilerek mücadele yatıştırılmaya çalışılırken, 12 Mart ve 12 Eylül’de daha farklı bir yönteme başvurulmuş, “balyoz” politikası izlenmiştir. Her darbenin amacı bir döneme son vermek, yeni bir dönemi başlatmak olmuştur. Elbette ki sömürü sisteminin temelini koruyarak. Temeli korunan sistemin siyasi üst yapısında yapılan kimi düzenlemeler tropluma sanki köklü değişiklikler gibi gösterilmek istenmiş, bununla da kitlelerin mücadelesine, hoşnutsuzluğuna yol açan koşulların ortadan kaldırıldığı imajının yaratılması hedeflenmiştir. Ama ne gezer. Kitlelerin beklentilerinin gerçekleşmesi şöyle dursun, yaşam git gide daha çekilmez olmuş, baskı ve zulmün şiddeti her seferinde kitle mücadelesinden daha büyük patlamalara yol açmıştır.
Cumhuriyet tarihinin son otuz yıllık kesitinde darbelerin meydana getirdiği üç belirgin boğumdan birisi de 12 Martla gerçekleştirilendir. 12 Mart’ta 27 Mayıs’ta yapılanın aksine kısmi tavizler verilme yoluna gidilmemiştir. Aksine gençliğin ve halkın yükselen özgürlük ve demokrasi istemlerine zorbalık ve terörle yanıt verilmiştir. Askeri şeflerin 12 Mart günü verdikleri “muhtıra”nın ardından o dönemde işbaşında bulunan Demirel hükümeti istifa etmiş, yaklaşık bir buçuk ay sonra da 11 ilde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Sıkıyönetimle birlikte koyu bir terör dönemine girilmiş, binlerce ilerici, devrimci, demokrat aydın zindanlara doldurulmuş, işkencelerden geçirilmiş sakat bırakılmıştır. Kurulan darağaçlarında devrimciler idam edilmiş, çatışmalarda, pusularda onlarca devrimci şehit edilmiştir.
12 Eylül’de ise baskı, saldırı ve katliamların boyuttan çok daha dehşet verici düzeylere tırmanmış, bir karşılaştırma yapılırsa 12 Mart, Eylül’ün yanında onun provası gibi kalmıştır.
Bu darbelerin her ikisi de toplumsal muhalefeti zorla ve kanla ezmeye yönelmiştir. Başarılı da olunmuştur. Ama ne var ki her iki darbenin de ardından çok geçmeden kitlelerin mücadelesi yeniden filizlenmiş, giderek büyümüştür. Darbeler mücadeleyi durdurmayı başarmış ama alınan tüm önlemlere rağmen yeniden patlak vermesini engelleyememiştir.
Faşizmin baskı ve boyunduruğuna, askeri faşist darbelerle gelen yoğun zulüm ve işkencelere şimdiye kadar en büyük ve yaygın direniş gençlik saflarında gösterilmiştir. Bu nedenle askeri faşist diktatörlükler işbaşına gelir gelmez ivedilikle gençliğe ve gençlik örgütlerine saldırmışlardır.
12 Mart’a gelindiğinde en etkin gençlik örgütü DEV-GENÇ’ti. DEV-GENÇ, farklı eğilimlerden gençliği barındırıyordu. DEV-GENÇ o dönemde faşizme, emperyalizme karşı gençliğin vermiş olduğu yiğit, militan mücadelenin belli başlı merkezi durumundaydı. Onun güçlü, etkin olmasında farklı görüşten gençlik çevreleri arasında demokrasinin geniş ölçülerde uygulanmasının payı büyüktü. Bu açıdan DEV-GENÇ deneyiminin değerlendirilmesinin, gençliğin bugünkü mücadelesi açısından da önemi büyüktür.
FKF’nin 1968’deki kongresinde alınan bir kararla bu örgütün adı DEV-GENÇ olarak değiştirildi. Ta ki 1971’de 12 Mart’ın yarı askeri faşist diktatörlüğü tarafından kapatılıncaya dek yaklaşık üç yıl boyunca DEV-GENÇ devrimci, antiemperyalist gençliğe önderlik etti. Gençliğin akademik, demokratik hakları için verdiği mücadelesiyle, faşizme ve emperyalizme karşı verilen mücadeleyi başarıyla birleştirdi. Gençlik kitlelerini başta ABD emperyalizmi olmak üzere emperyalizme, faşizme karşı harekete geçirdi. 15-16 Haziran’da olduğu gibi işçi sınıfının mücadele ve eylemlerine omuz verdi. Yoksul köylülüğün ağalara karşı baş kaldırışını destekledi, toprak işgallerinde köylülerle birlikte hareket etti. Akhisar’da, Doğu Karadeniz’de olduğu gibi tütün ve fındık üreticilerinin ve diğer kesimlerin haklı istemleri uğruna gerçekleştirdikleri eylemleri güçlendirdi. Küçük üreticilerin mücadeleye atılmasında onlara önderlik etti ve izlediği devrimci çizgiyle emekçilere esin kaynağı oldu.
Bugün farklı görüşlerden gençliğin aynı örgüt çatısı altında mücadele edebilmesi kimi yanlış tutumlar nedeniyle çoğunlukla mümkün olmamaktadır. Son yıllarda öğrenci derneklerinde yoğun biçimlerde yaşanan bu olgu DEV-GENÇ’in içinde yok denecek kadar az hissediliyordu. Bu bir olumluluk muydu? Aslında sorunun ikili yanı olduğunu kabul etmek gerekiyor. DEV-GENÇ gibi bir kitle örgütünde farklı görüşlere sahip gençlik kesimlerinin aynı eylem platformu içinde, faşizme ve emperyalizme karşı birlik içinde mücadele edebilmesi hiç kuşkusuz olumlu bir şeydir. Çünkü anti-faşist, anti-emperyalist eylem birliği ideolojik birliği şart koşmaz. Çok farklı fikirleri kapsayan bir yelpaze içindeki gençlik kesimleri, devrimci, anti-faşist, anti-emperyalist örgütler ve eylemler içinde birlikte hareket edebilirler. Bu tür eylem birliklerinde önemli olan faşizme ve emperyalizme karşı mücadelede en geniş kitlelerin katılımının sağlanmasıdır. Mücadelenin güçlü ve etkin olması, katılımın genişliğiyle de doğru orantılıdır.
Bu türden eylemlerde ve örgütsel birliklerde farklı görüşlerden olmak ortak hareket önünde engel değildir ama bu, ideolojik ayrılıkların tamamen örtbas edilmesi, ideolojik mücadeleden vazgeçilmesi gerektiği anlamına gelmez. Gençliğin eylem için eylem birliği, körü-körüne eylem birliği yapan bir platformda bulunması savunulacak bir şey değildir. Aksine gençlik, eyleminin muhtevasını doğru-devrimci teoriyi daha çok özümseyerek, onun daha geniş kesimler arasında yaygınlaştırarak derinleştirebilir. Bu da yalnızca kitaplara kapanarak, kitap kurdu olunarak sağlanamaz. Önemli olan devrimci teori ile pratik arasındaki diyalektik etkileşimi ve bağlantıyı doğru kavrama temelinde bir mücadele yürütebilmektir. Bu anlamda teorinin giderek derinleştirilmesi ve mükemmelleştirilmesi pratik mücadele geliştirilmesine sıkıca bağlıdır.
Devrimci eylem birliklerinde doğru görüşlere ulaşılabilmesi ve bu doğruların kitlelere mal edilmesiyle maddi bir güce dönüştürülebilmesi, doğru ile yanlışın karşı karşıya gelmesiyle, getirilmesiyle olanaklıdır. Doğru, yanlışlara karşı, yanlışların tümüne karşı kıyasıya bir mücadele içerisinde üstünlüğünü kanıtlayabilir. Bu nedenle farklı görüşlerden çeşitli kesimlerin bir araya geldiği örgütlerde ve eylem birliklerinde ideolojik mücadeleye ambargo konulması, sözde birliğin korunması adına ideolojik farklılıkların ortaya çıkmasının engellenmesi gerçekte birliğe hizmet etmediği gibi, dahası giderek grupsal bencilliğin, fiziksel çoğunluğa bağlı despotizmin kanalları açılır; bu da birlik olması gereken güçler arasında birbirini dışlamaya, itmeye yönelik eğilimleri besler, körükler. Ve sonuçta kitle eylemleri değil dar grup eylemleri, kitle örgütleri değil tekkeler doğar.
Aslında DEV-GENÇ’in kapatılmasını izleyen yıllarda görüş ayrılıklarının kristalize olmasına bağlı olarak aynı örgüt çatısı altındaki görüşlerden gençlik kesimlerinin giderek dağılması, her görüşün ancak kendi çevresini toparlayabildiği bir nevi “tekkelerin oluşması ve çoğalmasının en önemli nedenlerinden birisi de budur.
Peki, DEV-GENÇ’te olan neydi? DEV-GENÇ içinde farklı görüşlerden güçlerin bir arada mücadele edebilmesi nasıl mümkün olabildi?
Gerçek şuydu ki, her ne kadar DEV-GENÇ çatısı altında çeşitli fikirlere sahip devrimci gençler bir araya gelmiş idiyse de söz konusu görüş ayrılıkları o kadar net ve derin değildi. Farklı çizgilerin şekillenmesi ve kendilerini tam olarak ortaya koymaları esasta, DEV-GENÇ’in kapatılmasından sonraki yıllara rastlar. Bu yıllar aynı zamanda çok sayıda gençlik örgütünün de (neredeyse çizgi sayısı, kadar, çünkü her siyasi grup kendi “anti-faşist, anti-emperyalist” gençlik örgütünü kuruyordu) ortalığı kapladığı yıllardır.
Elbette ki DEV-GENÇ’te olduğu gibi ideolojik ayrılıkların netleşmemesinden doğan anti-faşist, anti-emperyalist eylem birlikleri ve örgütsel birliktelikler pek de savunulacak bir şey değildir. Ancak burada önemli olan henüz ideolojik ayrılıkların su yüzüne çıkmamış olmasının böylesi birliklerin de içinde yer almanın ve niteliklerini devrimci bir temelde dönüştürmenin önünde bir engel bulunmadığının görülmesidir. Yoksa fikir ayrılıkları belirginleşirse birlik bozulacak kaygısıyla ideolojik mücadelenin önüne set çekmek gerici bir tutum olurdu.
DEV-GENÇ’te böyle bir şey olduğu söylenebilir mi? DEV-GENÇ içinde görüş ayrılıklarının henüz belirginleşmemesinin nedeni bilinçli olarak ideolojik tartışmaların engellenmesi ya da bastırılması değildi. Aksine tüm eylem kararlarının yurt ve dünya sorunlarının geniş kitlelerin katılımıyla tartışıldığı ve alınan kararlara hep birlikte uyulduğu rahatlıkla söylenebilir. DEV-GENÇ’in genel kurullarına ya da çeşitli konulardaki tartışmalarına binlerce kişi katılabiliyordu ve tam bir demokrasi uygulanıyordu. İdeolojik ayrılıkların tam olarak kesinleşmemesi, Çizgilerin kendilerini programatik olarak ifade etmelerinin henüz gerçekleşmemiş olması, kasıtlı bir çabanın, iradi bir engellemenin ürünü değil, o zamanki ideolojik-siyasi düzeyin nesnel sınırlılığıma bağıntılıydı. Ancak zaman içinde ideolojik farklılıklar derinleştikçe sanki mutlaka öyle olması gerekiyormuş gibi anti-faşist, anti-emperyalist örgütlerde birljk olmak da giderek zorlaştı; dağılma ve parçalanmalar çoğaldı. Mutlaka öyle olması gerekmiyordu; çünkü anti-faşist, anti-emperyalist birliktelikler birer Leninist parti örgütlenmeleri değildir. İdeolojik birlik ancak partilerde aranır. Partide irade birliğinin sağlanması için ideolojik birlik bir zorunluluktur. Leninist partinin çelikten birliği ve öncü rolünü yerine getirebilmesi, zor şartlara ve gericiliğin saldırılarına göğüs gerebilmesi buna bağlıdır, ideolojik birlik Leninist partinin “olmazsa olmaz”ıdır.
Gelgelelim anti-faşist anti-emperyalist örgütlenmeler için böyle bir zorunluluk yoktur. Faşizme ve emperyalizme karşı mücadele etmek bu tür örgütlenmeler için asgari temeli sağlayacaktır. Bilindiği üzere bir örgütün niteliğini belirleyen o örgütün eyleminin muhtevasıdır. Bir örgütün anti-faşist anti-emperyalist bir nitelikte bulunması esas olarak mücadelesinin bu muhtevada olmasına bağlıdır. Böyle bir mücadeleyi de farklı ideolojik görüşlerden kimselerin bir arada verebilmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Tam tersine önceden de belirtildiği gibi böylesi bir mücadelenin önemli ilerlemeler sağlaması farklı görüşlerden olsalar bile en geniş kesimleri kucaklamasını şart koşar.
T.C. devleti gibi emperyalizme bağımlı yarı sömürgelerde henüz uyanmamış da olsa güçlü bir anti-faşist, anti-emperyalist potansiyel barınmaktadır. Devrimcilerin ve Devrimci Partilerin başta gelen görevleri arasında bu potansiyeli örgütlemek ve harekete geçirmek de vardır. Böylesi ülkelerde devrim ve sosyalizm mücadelesinin hedefine ulaşması geniş kitlelerin faşizme ve emperyalizme karşı mücadeleye seferber edilmesine bağlıdır.
DEV-GENÇ deneyimi eksikliklerine ve zaaflarına karşın devrimci mücadelede yararlanılması ve öğrenilmesi gereken zengin dersleri içermektedir. Bu günkü anti-faşist, anti-emperyalist görevlerin yerine getirilmesi ve geniş kitleleri kucaklayan devrimci yönelime sahip örgütlenmelerin oluşturulması DEV-GENÇ mücadelesinin olumlu derslerini özümsemeyi gerekli kılmaktadır.
12 Eylül sonrası yıllarda, belli bir dönemden sonra yeniden filizlenen devrimci gençliğin mücadelesinde, deneylerden yararlanmaya gereksinimin büyük olduğu bir gerçektir. Son yıllarda gençlik, geçmişin mücadele deneylerinden yeterince yararlanmadan, bir bakıma el yordamıyla yolunu bulmaya çalışmaktadır. Örneğin öğrenci derneklerinde üç-dört yıldan beri kısır bir döngü içinde sürdürülen tartışmalar, sözünün milyonlarca kez tekrarlanmasıyla ters orantılı olarak bir türlü “kitleselleşmenin” sağlanamaması, gençliğin 12 Eylül sonrasında bir çok şeyin yanında geçmişin mirasından yeterli ölçüde sonuçlar çıkarmasıyla da yakından ilgili olduğu yadsınabilir mi?
Bir bakıma şu tespit gerçeklerle uyumludur. DEV-GENÇ döneminde görüş farklılıkları yeterince kristalize olmamıştı, bir derecede buna bağlı olarak çeşitli görüşlerden gençlik kesimleri DEV-GENÇ çatısı altında eylemde birliği yaşama geçirebiliyorlardı. Buna karşılık bugün çeşitli görüşler arasındaki farklılıklar iyice belirginleşmiştir ama bu da grupların birbirlerinden iyice kopmalarını getirmiştir. Oysaki eylem birliği görüş ayrılıklarının netleşmesiyle çelişmez. Anti-faşist, anti-emperyalist örgütlülüklerin işlerlik kazanması ideolojik ayrılıkların silikleşmiş olmasını gerektirmediği gibi, mevcut fikir ayrılıkları da mutlaka grupların birbirinden ayrı mücadele vermelerini gerektirmez.
Gençlik kitlelerine doğru ideolojik-siyasi çizgiyi gösterebilmek, farklı görüşleri karşılaştırma ve bunlar arasındaki ilişki ve farklılıkları görme olanağının tanınmasıyla mümkündür. Eğer çeşitli grupların etkilediği gençlik çevreleri eylem içinde bir araya gelerek diğer grupları tanıma olanağı bulamazlarsa, başka yollardan bunu nasıl başaracaklardır? Bir grubun etkilediği çevre öteki grubun siyasal tutumunun gerçek içeriğini eylemin dışında nasıl kavrayabilir? Bir grubun, taraftarlarına yalnızca kendi propagandasını götürmesiyle gerçek bir siya-si-ideolojik bilinçlenme sağlanabilir mi?
DEV-GENÇ örneği şunu iyi göstermiştir ki, görüşler farklı da olsa devrimci bir temelde birleşen gençlik kesimleri muazzam bir güç meydana getirmekte, geniş kitlelerin harekete geçirilmesinde belirleyici bir rol oynamaktadır. Böylesi eylem birliklerinin örgütlenmesi, faşizmin saldırılarının daha etkin bir biçimde püskürtülebilmesi bakımından aslında bugünden kendisini dayatmış bulunmaktadır. Devrim, kitlelerin bir anda ayaklandığı ve herkesin o gün geldiğinde birlik içinde mücadeleye atılacağı bir “kıyamet günü” olarak değerlendirilmemelidir. Devrimin şartları, diğer şeylerin yanında daha bugünden kitlelerin mücadele içinde eğitilmesi ve bilinçlendirilmesinden geçen bir hat üzerinde olgunlaşır. Kitleler içinde çok çeşitli düşünceler olabileceğine göre, önemli olan çok çeşitli düşünceleri devrimci bir temelde birleştirebilirle ustalığını ve becerisini gösterebilmektedir.
Fakat DEV-GENÇ geleneğini takip ettikleri iddiasında olan kimi eğilimler “bir zamanların” DEV-GENÇ’lisi gibi davranmaktan bir hayli uzak görünmektedirler. Bunlarda, kendi dışındaki eğilimleri hegemonyaları altına alma, başka eğilimlere kendi kurallarını dikte ettirme ve onlara, ancak, kendilerinin koyduğu kurallara uyarlarsa hayat hakkı tanımak gibi grupsal bencilliğin koşullandırdığı tavırlar egemendir.
Bu tavırlar doğal olarak kendi dışındaki gruplara zor kullanmayı içermektedir ki pratikte bunun örneklerine az rastlanmıyor. Niçin zor? Bu küçük burjuva, halka tepeden bakan, sekter, ben-merkezci tutumun başka siyasi gruplara kendini ikna yoluyla kabul ettirmesi mümkün değildir de ondan. Ancak her hangi bir kişilik belirtisinden yoksun, şekilsiz oluşumlar ya da gruplar boyunduruk altına girmeyi kabullenirler, başkalarının dayatmalarına kolayca boyun eğerler, özgüvenden yoksundurlar, itaat altına girmeye elverişli yapıdadırlar. Devrimci kişiliğe sahip oluşumlar ise her türden kaba kumandacı, tek taraflı iradenin ürünü tepeden inmeci tavırların karşısında dururlar. İşte kendini düşünce ve yaklaşımlarının içeriği ile kabul ettirmekten aciz, gerici tavırlarla malul bağnaz yapılanmaların halka ve halk güçlerine zor kullanmaktan başka çıkar yolları yoktur. Zor bunlar için biricik silahtır ve ona taparlar. Zaten güçlerini ve enerjilerini halka ve devrimcilere karşı zor kullanmakla tüketenlerin devrim için harcayacakları fazla bir şeyleri de kalmaz.
Mart 1990