Türkiye içinde ve dışında “Kürt Sorunu” düne göre bugün daha fazla “kamuoyu” gündemine girmiş bulunmaktadır. Giderek daha fazla kişi, yandaş, ya da karşı konumdan kalkınarak bu sorunu tartışıyor. Kürt halkının haklı davası, ulusal baskıdan kurtuluş istemi ve bu istem doğrultusunda giderek yaygınlaşan muhalefet hareketi, dikkatlerin bu soruna ilişkin tartışmalara yönelmesini sağlıyor.
Kürt ulus varlığı ve onun toplumsal yaşamdaki yeri, Türkiye egemen sınıfları ve onların politik temsilcileri tarafından ne denli inkârdan gelinirse gelinsin ve Kürt sözcüğünün ağza alınması ne denli yasaklanırsa yasaklansın, ulusal eşitsizlik ve öz-gürsüzlük devam ettiği sürece, bu tartışmalar yoğunlaşarak devam edecek, Kürt halkının dostları ve düşmanları bütün açıklığıyla saflarını belirleyeceklerdir. Bu saf belirleme geleceğin sorunu değildir ve daha bugünden, Kürt halkının dostları ve düşmanları bellidir. Gerçek o ki, bu saf tutmada TBKP revizyonistleri pratik tutumları ve önermeleriyle Kürt halkının özgürlük davasının karşısında yer almışlardır ve onlar Kürtlerin ulusal köleliğinin devamı için gerici ve hedef saptırıcı çabalardan geri durmamakta, Şefik Hüsnü’nün sosyal-şoven burjuva kuyrukçu çizgisini en gerici sonuçlarıyla pratiğe geçirmeye çalışmaktadırlar.
Başta TKP, ya da TBKP olmak üzere, geleneksel burjuva parlamenter muhalefet partilerinin rolünü üstlenmiş bulunan revizyonist partiler, kapitalizmle sosyalizmi, burjuvaziyle proletaryayı, emperyalistlerle ezilen halkları, ve ulusları, aralarındaki uzlaşmaz karşıtlıkları örtbas ederek uzlaştırmayı görev edinmişlerdir. Revizyonist partileri karakterize eden özelliklerden biri de, onların, mücadelenin yükselme anlarında, mücadelenin önünü kesmek üzere öne fırlamaları ve sözde çözüm önermeleriyle proletarya ve halkları aldatarak, burjuva iktidarın ömrünü uzatmaya çalışmalarıdır. Bu ihanetçi tutum, Kürt halkı bünyesinde ulusal uyanış ve direniş eğiliminin güçlenerek geliştiği günümüzde daha fazla netlik kazanmıştır.
‘Yeni Açılım’ dergisi, Ekim-89 sayısını, ağırlıklı olarak TBKP’li yazarların Kürt sorunuyla ilgili görüşlerine ayırdı. Gerek TBKP MK üyesi Ş. Yıldız, gerek S. Talay ve gerekse de Yeni Açılım’ın “Yuvarlak Masa”sı etrafında toplanan revizyonist yakarlar, Kürt ulusal sorununu tartışırken, devrim ve demokrasi, savaş ve barış, sınıflar ve sistemler arası ilişkiler, emperyalizm ve çağın özellikleri vb. bir dizi konudaki düşüncelerini de ortaya koyuyorlar. Revizyonist yazarlar, Kürt ulusal sorununun ve genel olarak ulusal sorunun ânti-emperyalist muhtevaya sahip olmadığını, emperyalizmin nitelik değiştirdiğini, sınıf farkları ve çatışmalarının yumuşadığını, sınıflar ve sistemler arası ilişkilerde “askersel yöntemlere” yer kalmadığını, sömürge sisteminin çöktüğünü, devrimci mücadelelerle hiçbir sorunun çözümlenemeyeceği vb. vb. bir dizi konuda burjuva reformcu ve uzlaşmacı görüşlerini dile getirmektedirler.
TBKP MK üyesi Şeref Yıldız şunları yazıyor:
“… Ezilen ulus sorununu sömürgeler sorunu olarak ele alan tez biliniyor. Bu tez Lenin tarafından geliştirildi… Bu tezin Kürt sorununa yanıt vermediğini düşünüyorum. Çünkü tez, ezilen ulus sorununa anti-emperyalist bir görev yüklüyor. Diğer yandan soruna bağımsız bir karakter kazandırıyor. Bunun sonucu olarak sorun bütünden kopuyor ve ayrı bir yol arayışını gündeme getiriyor. Kürt sorunu Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunudur ve bu karakteriyle diğer toplumsal sorunların bir parçasıdır. Bu açıdan Kürt sorununun anti-emperyalist bir karakteri yoktur. Onun ana karakterini demokratik olma belirtiyor. Çünkü mücadele emperyalist bir güce karşı değil, adil ve demokratik olmayan bir rejime karşı ulusal hak eşitliği mücadelesidir.” “Kürtlerin karşısında emperyalist sermaye değil, adil ve demokratik olmayan ulusal ayrımcı bir burjuva rejim vardır.” (Y. Açılım s.18,Sf.11)
Ş.Yıldız’ı Ö. Ağın tamamlıyor ve şunları yazıyor; “Ulusal sorunların çözümünde şu seyirde izleniyor. Emperyalizme karşı olma koşulu ortadan kalkıyor. Olmazsa olmaz koşul olmaktan çıkıyor… En azından ortaya çıkan sonuç şudur: Artık ulusal sorunlar anti-emperyalist bir seyir izlemeyebilirler. Bu anlamda da Kürtler taraftar bulabiliyorlar. Dünden farklı özelliklere sahip bulunan emperyalizm, az gelişmiş ülkelere farklı bir biçimde bakıyor. Emperyalizm, önceden bu ülkeleri ucuz iş gücü ve ucuz hammadde deposu olarak görüyordu. Ama bugün, bilimsel teknolojik devrim emperyalist ülkeleri öyle bir yapıya soktu ki; ucuz iş gücüne olan gereksinim büyük ölçüde azaldı.” (agd. sf38)
TBKP’li revizyonistler öncelikle Lenin’e saldırıya geçiyorlar. Lenin tarafından geliştirilen ulusal sorunun çözümüyle ilgili belirlemelerin, günümüzde geçersiz hale geldiğini, ulusal sorunun anti-emperyalist muhtevaya sahip olması için herhangi bir nedenin bulunmadığını ve emperyalizmin nitelik değişimine uğrayarak ucuz işgücü ve hammadde kaynakları peşinde koşmaz ve buna ihtiyaç duymaz hale geldiğini “tespit ediyorlar. Lenin’in ve Marksizm’in, devrimin tüm temel sorunlarına ilişkin önermelerinin tümüyle geçersiz hale geldiğini ilan eden uluslararası revizyonizmin ülkemizdeki temsilcileri, başta genel sekreterleri H.Kutlu olmak üzere, elbirliğiyle, sistem ve sınıf farklılıklarının “yeni gelişmeler tarafından ortadan kaldırıldığını, burjuvazi ve emperyalist kapitalizmin, proletarya ve halkların devrimci kurtuluş hareketleri karşısındaki konumunun nitelik değişimine uğradığını ‘beş vakit ezan gibi tekrarlayıp duruyorlar.
Ş. Yıldız, Lenin’in tezlerinin Kürt ulusal sorununa çözüm teşkil etmeyeceğini, Kürtlerin karşısında emperyalizmin bulunmadığını ve bu nedenle de Kürt sorununun anti-emperyalist niteliğinin “olamayacağın” vaaz ediyor. Ulusal sorunda zorunlu olan anti-emperyalizmi “tarihe gömen”, mali sermayenin ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarına duyduğu ihtiyacı “ortadan kaldıran” gelişmeler nelerdir? TBKP’liler, papağanca tekrarlıyorlar, “Bilimsel teknolojik devrim”.
Tarihsel ve toplumsal gerçekler, TBKP’lilerin “tespitleriyle uyum halinde mi? Değilse, yaşamın gerçeği neyi gösteriyor? Kısaca değinelim.
Lenin, ulusal kurtuluş savaşlarını ele alan tüm konuşma, yazı ve yapıtlarında, ulusal sorunu emperyalizmle ilgisi çerçevesinde ele almakta, tekel öncesi kapitalizm dönemiyle, tekelci kapitalizm döneminde, burjuvazinin ulus sorunu karşısındaki konumunu irdelemekte ve ulusal sorunun emperyalizm ve proleter devrimleri çağında kazandığı muhtevayı, sömürgelerin ve bağımlı halkların emperyalizmden kurtuluşu sorununa dönüşmesini, temel nedenleriyle birlikte ele alıp irdelemektedir. TBKP’li revizyonistler, Lenin tarafından yapılan bu belirlemelerin neden “geçersiz” olduğunun “tahlili”ne girişmeden, fetva vermekle yetiniyorlar.
Önce; ulus; toplumların tarihsel gelişme sürecinin belli bir evresinde ortaya çıktı. Feodalizmin çözülüp dağıldığı, kapitalizmin, feodalizmin bağrında gelişip yükseldiği koşullarda, halkların ulusal topluluklar olarak şekillenmesi ve oluşan bu milli toplulukların kendi ulusal devletlerini kurmak üzere, ulusal kavgalara girişmesi yükselen sanayi devrimiyle uyum gösteriyor, burjuvazi, tarihsel olarak ulusun temsilcisi oluyor, henüz sınıf bilincinden yoksun bulunan işçi ve köylüleri peşinden sürüklüyordu. Burjuvazi, eşitlik ve özgürlük sloganlarıyla işçi ve köylüleri etrafında topluyor ve ulusal pazara egemen olma mücadelesinde onların gücünden faydalanıyordu. Kapitalizmin bu döneminde çok uluslu ülkelerde ulusal sorun ezen-ezilen ulus ilişkisi biçiminde gündeme geliyor ve ezilen ulusun bağımsız yaşama, ulusal pazarına sahip olma vb. için kavgası, ulusal devletin kurulmasıyla sonuçlanıyordu. Bu halele ulusal sorun ilgili devletin bir iç sorunu durumundaydı, sorunun kendi kendine devlet içi bir sorun olarak çözümü mümkündü. Eğer bir “yalıtılmışlık”tan “bütünden koparılma”dan söz edilecekse, bu, bu dönem için mümkündü.
Ne ki; kapitalist gelişmenin tekelci evresinde, tekel öncesi kapitalizme özgü özellikler önemli değişikliğe uğradılar. Emperyalizm, başka şeylerin yanı sıra bir dünya pazarının oluşmasına yol açtı. Sermaye ihracı yoluyla dünyanın en ücra köşeleri de dâhil her yeri “ahtapot kollan”^ saran mali sermaye, ihraç olduğu alanlara, her türlü özelliğini de doğal olarak götürüyor, girdiği alanları kendine bağlıyor, kendi dünya ekonomisinin bir halkasına dönüştürüyordu. Artık herhangi bir ülkede ulusal özgürlük, emperyalizme, mali sermaye egemenliğine yönelmeden, gerçek anlamda elde edilemez hale geliyordu. Lenin; emperyalizm döneminde ulusal sorunun kazandığı muhtevaya değinirken,” Emperyalizm, sermayenin ulusal devletler çerçevesini aşması, ulusal baskının yeni bir tarihi temel üzerinde şiddetlenip ağırlaşması anlamına gelir.” diyordu. Ulusal sorunun “devlet içi bir sorun” olması durumunda, ulusal devletin kurulması, sorunun çözümüne denk düşerken, tekeller ve sermaye ihracı temelinde ulusların köleleştirildiği tarihi evrede, ulusal baskı “yeni bir tarihi temel üzerinde” şiddetlenip ağırlaşıyor, tekelci kapitalizm ve ondan kaynaklanan olguların oluşturduğu “tarihi temel” ulusal sorunu uluslararası bir soruna dö Düştürüyor ve artık, ulusların yaşamına hükmeden tekelci kapitalist egemenliğe son verilmeden sorunun gerçek ve ciddi bir çözümü mümkün olmaktan çıkıyordu.
Serbest rekabetçi ve tekelci kapitalist dönemi, ulusal sorunla ilişkisi açısından değerlendiren Lenin şunları yazıyordu: ‘Kapitalizm, feodal rejime karşı mücadelede ulusların kurtarıcısı iken, emperyalist kapitalizm halkları ezen en büyük güç halini almıştır.”
Emperyalizm, kendinden önceki toplumsal dönemlerden geride kalan ne kadar gerici özellik varsa, tümünü kendine bağlar, “halkları ezen en büyük güç” durumuna gelir. Bundan böyle halklar, kendilerini ezip sömüren bu “en büyük güç”ten, onun baskıcı boyunduruğundan kurtulmadan özgür olamazlar. Emperyalist sömürü ve baskı esas olarak ezilen ulusun ezilen yığınlarını, işçi ve emekçileri hedefler. Proletaryanın bağımsız bir güç olarak sınıf mücadelesi sahnesine çıkışı, burjuvazinin proleter devrim korkusuyla ve sınıf güdüleri gereği giderek pintileşmesi ve emperyalizmle birleşmesine yol açar ve artık burjuvazi ulusun kurtarıcısı değil, onu emperyalizme ve feodalizme bağlayan, karşı-devrimci bir güç olarak ulusun geniş kitlesinin karşısında yer alan bir konumda mevzilenmesine neden olur. işte bu durum ulusal hareketin başına proletaryanın geçmesi, ulusal sorunun sosyal devrim sorununa bağlanması ve genişleyerek sömürgelerin ve ezilen ulusların emperyalizmden kurtuluşu sorunu haline gelmesine yol açar. Bu yeni tarihi evrede, dünyanın neresinde olursa olsun, emperyalist baskı ve sömürüye tabi bulunan bir ulusun kurtuluş hareketi, bütün öteki ezilen ulusların ve sömürgelerin kurtuluşu sorunuyla dolaysız bir bağ içeriyor ve emperyalizmin en zayıf halka ya da halkalarda kırılması ve sosyalist devrim sürecinin bir bileşenine dönüşüyordu. Emperyalizm yalnızca dışta sermaye ihracı ve kuvvet kullanarak halkların sömürgeleştirilmesine yo! açmıyor, emperyalist ülkelerin kendi bünyesinde de ulusal sorunu yeniden gündeme sokuyordu. Tekeller ekonomik ve politik hayatın tüm alanlarında özgürlüğü ortadan kaldırır. TBKP’lileri kızdırmayı göze alarak yine Lenin’e başvurursak, O, şöyle diyor; “Dış politikada olduğu gibi, iç politikada da, emperyalizm, demokrasiye karşı gelmek, gericiliği kökleştirmek eğilimindedir. Bu böyle olunca, emperyalizmin genel olarak demokrasinin, tümüyle demokrasinin olumsuzlaması olduğu su götürmezdir.” Ulusal kaderini tayin hakkının demokratik bir hak olması esprisi, emperyalizmin bu hakkın kullanımının da karşısında olduğunu ortaya koyar.
Pazar arayışı içinde olan, etki alanları mücadelesi yürüten, sermaye ihraç alanları kavgasına tutuşan ve gerektiğinde bu alanları elde tutmak ve yenilerini ele geçirmek için kuvvet kullanmaktan, savaşa girmekten geri durmayan emperyalist tekellerin bütün bu özellikleri bugün de geçerlidir ve revizyonistlerin iddialarının aksine emperyalizm nitelik değiştirmemiş ve ucuz işgücü ve hammadde kaynakları arayışından vazgeçmemiştir.
Emperyalizm, geri halkların tekeller tarafından köleleştirilmesi demektir. Ulusal kurtuluş her şeyden önce, emperyalist boyunduruktan kurtuluştur. Kapitalist emperyalizm nitelik değiştirmedikçe, sosyalist devrimle onun varlığına son verilmedikçe, ezilen ve bağımlı ulusların ulusal özgürlük sorunu, anti-emperyalist bir sorun olarak var olacaktır. Kapitalist emperyalist sistem var oldukça, tekellerin ve sermayenin egemenliği sürdükçe, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, burjuvazi ve gericilik tarafından baskı altında tutulup sömürüldükçe, sınıflar, sınıf farklılıkları ve sınıf mücadelesi varlığını sürdürdükçe, “uygarlığın bugünkü aşaması, “nükleer savaş tehlikesi Vb.ni gerekçe edinerek, burjuva konumdan hümanizmi, sınıf mücadelesinin yerine ikame etme girişimi, yalnızca “barış” ve “demokrasi” gibi kavramları gerçek içeriklerinden ve proletarya ve burjuvazi için taşıdıkları farklı anlamdan, sınıfsal temelden bağımsız ele alarak, tüm sınıfların üzerinde birleşebilecekleri genel-geçer bir barış ve demokrasi olabilirmiş gibi, bir izlenim yaratmak proletarya ve ezilen yığınların burjuvazi yararına aldatılmasına yarar. Revizyonizm, toplumsal sorunların sınıf gerçeği temel alınarak irdelenmesi ve sorunlara sınıfsal yaklaşımı “gerilik”, ‘darlık”, “yeni gelişmeleri dikkate almama” ve “dogmatizm” olarak değerlendirmektedir. Böylece daha baştan, olay ve olguların, toplumsal gelişme ve çelişmelerin diyalektik materyalist yorumu ret edilmektedir.
Emperyalizmin ‘nitelik değiştirdiği1 ve “sömürge sisteminin çöktüğü” biçimindeki revizyonist “tahlil”ler ulusların kurtuluşçu hareketinin ve proleter devrimlerinin ‘gereksizliği’ ve devrim yerine burjuvaziyle sınıf uyumu ve işbirliğinin gerekliliği için yapılıyor. Emperyalizmin nitelik değiştirdiği(!)nin kanıtları olarak ileri sürülen başlıca gelişmelerden biri, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist sömürge politikasında görülen biçimsel değişiklikler, bir diğeri ise, bilimsel teknolojik alanda kat edilen yoldur. Bu iki tür gelişmenin aynı zamanda emperyalist kapitalizmin çelişkilerinde yumuşamaya yol açtığı ve emperyalistler arasında savaşları kaçınılmaz olmaktan çıkardığı da öne sürülen iddialar arasındadır. Yine “uygarlığı” krizden kurtarmak için sistem ve sınıf ayrımı gözetilmeden işbirliği öneriyor.
Kısaca da olsa bu iddialar üzerinde durmakta yarar var.
Ekim Sosyalist Devrimi yalnızca proletarya devrimleri çağını açmakla kalmadı, ezilen halkların ulusal kurtuluş hareketinin yeni bir tarihi aşamaya girmesine de yol açtı. Sömürge ve bağımlı halklara, kölelikten kurtuluş mücadelesinde esin kaynağı oldu. Ezilen ulusların kurtuluşçu hareketi Sovyet devriminden aldığı güçle, emperyalizme önemli darbeler vurdu. Asya ve Afrika ülkelerinde burjuva ulusal kurtuluş hareketleri, emperyalizm ve feodalizme darbe vurarak zafere ulaştılar. Doğu Avrupa ve Asya’nın birçok ülkesinde sosyalizm desteğindeki ulusal kurtuluş mücadelesi, emperyalist saldırganları dize getirerek, sömürgeci boyunduruğun dışına çıktı. Özellikle ikinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı uluslararası koşulların da etkisiyle çok sayıda ezilen ulusun siyasal bağımsızlığına kavuşması ve sosyal devrim tehlikesinin emperyalist kapitalist sistemi giderek daha fazla tehdit etmesi emperyalist sömürgeciliğin eski klasik biçimiyle sürdürülemeyeceğini orta/a çıkardı. Emperyalistler taktik değiştirdiler. Doğrudan çok sayıda ulusu siyasi olarak ilhak edip, ulusalcı güçlerin darbelerine hedef olacaklarına, mali sermayenin gücüne dayanarak, ulusları, ekonomik sömürgecilik statüsünde ve biçimsel bir siyasal bağımsızlık görünümü altında sömürme politikasını daha ağırlıklı olarak uygulamaya başladılar. Görünürdeki bu siyasi bağımsızlık, gerçekte, ekonomik, askeri, mali, diplomatik vb. biçimde sömürgeciliğin devamını önlememekte ve onun üzerini örten bir örtü görevini yerine getirmektedir. Görünür siyasal bağımsızlık, günümüzde, sömürgeciliğin temel biçimi olan ekonomik sömürgeciliği kolaylaştırmakta, sömürgeci emperyalist gücün doğrudan görülmesi ve buna karşı mücadelenin yükselmesinin önüne set çekmektedir. Sömürgeci politikanın bu biçimi yeni ya da yarı-sömürgecilik olarak bilinmektedir.
İşte, revizyonistler tarafından “sömürgecilik sisteminin çöktüğü”ne kanıt olarak gösterilen gelişme budur. Revizyonistler, böylece emperyalist sömürgeciliği aklamakta, gizlemekte ve halkların darbelerinin ona yönelmesini engellemeye çalışmaktadırlar. TBKP’li revizyonistler, yalnızca “sömürgecilik sisteminin çöktüğü” tespitiyle değil, bundan çıkardıkları, ulusal sorunun anti-emperyalist niteliğinin günümüzde “geçersiz hale geldiği” sonucuyla da ezilen ulusların ve Kürt ulusunun karşısında ve emperyalistlerin safında yer almaktadırlar. Emperyalist tekellerin sömürgecilik eğiliminin son bulduğu, ‘sömürgecilik sisteminin çöktüğü’nü öne süren revizyonistler, örneğin Vietnam halkının ABD bombalarıyla imha edilmesini, Kamboç ve Laos halklarının emperyalizme karşı mücadelesini, İngilizlerin Mısır ve Irak’ta, Fransızların Cezayir’de sömürgeci konumlarını sürdürmek için bu ülke halklarının kurtuluş mücadelesine silahlı saldırılarını 6. Filo’nun Akdeniz’i ablukaya alması ve Ortadoğu halklarını tehdit altında tutmasını, küçücük Grenada’nın ABD savaş tekellerinin iştahını kabartmasını, Amerikan savaş filolarının ikide bir toplarını Libya ve Lübnan’a çevirmesini, Nikaragua halkının ulusal kurtuluş mücadelesini sabote ederek tekrar ABD emperyalizmine bağlanmasını sağlamak için karşı devrimci Kontra’ların CIA uzmanlarınca eğitilip ABD savaş tekelleri tarafından finanse edilmesini Panama’nın üstelik de barış türkülerinin en büyük koro ile söylendiği bir zamanda işgal edilmesini, Malta paylaşmasını nasıl izah edecek ve nasıl gizleyeceklerdir. Buna revizyonistlerin gücünün yetmeyeceği açıktır. Bütün bunlar ve daha bir dizi olay, emperyalizmin sömürge politikasının tarihe karışmadığını, halkların ve ezilen ulusların kurtuluş mücadelelerinin karşısında en büyük güç olarak emperyalizmin durduğunu halkların ve ezilen, baskı altında tutulan ulusların özgür olmak istiyorlarsa en başta emperyalist tekellere karşı mücadeleye atılmak zorunda olduklarının kanıtlarıdır.
Tekelci kapitalizm döneminde her türlü sömürü ve baskının tekelci sömürü ve baskıya bağlandığı bilinen bir gerçektir. Emperyalist sömürgecilik ve onun özellikle ikinci Dünya Savaşı sonrasında ağırlıklı olarak öne çıkan biçimi olarak ekonomik sömürgeci politika, emperyalist kapitalizm, varlığını sürdürdükçe var olacaktır. Emperyalizmin halklar için tehlike olmaktan çıktığını ileri süren revizyonistlerin, halkların dostu olmadıkları açıktır. Ezilen uluslar ve halklar, emperyalizme karşı olunmadan özgür olunamayacağını, emperyalizmin varlığı koşullarında ulusal hak kullanımının sözde kalacağını bilerek mücadele etmek zorundadırlar.
Bugün uluslararası ekonomik-toplumsal koşullar Lenin’in emperyalizm-çağ tahlillerini ve onunla doğrudan bağlantılı olarak ulusal soruna ilişkin çözümlemelerini “geçersiz” kılacak herhangi bir temel değişikliğe uğramamıştır. Bilimsel-teknolojik devrim ve nükleer tehlike sınıfları, sınıf çatışmalarını, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmamış, tersine nükleer tehlikeyi “insanlığın” başına bela eden tekelci burjuvazinin tüm ülkelerde proletaryanın sosyalist devrimiyle tasfiyesi görevini artan oranda proletarya ve halkların önüne koymuştur. Nükleer savaş tehlikesi durup dururken değil, emperyalist tekellerin ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarına azami kâra, yeni pazarlara ve etki alanlarına duyduğu ihtiyacın bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Kapitalizmin çelişkileri yumuşama yönünde değil, keskinleşme yönünde yeni olgularla güçlenmektedir. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerin-de kapitalizmin restorasyonu ve Batı kapitalizmiyle biçimsel farkların da ortadan kalkmış bulunması çelişkileri yumuşatıcı değil keskinleştirici bir rol oynamaktadır. Etki alanları mücadelesi kızışacaktır. İki Almanya’nın birleşme eğilimi vb. olgular, birleşme gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin emperyalistler arası çelişkileri artırıcı etkenler olacaktır. Bütün bu olgular, ulusal sorunun anti-emperyalist niteliğini zayıflatan ve yok eden değil, güçlendiren ve zorunlu kılan etkenlerdir. Yine, Sovyet Cumhuriyetlerinde Lenin ve Stalin döneminde yaşanan ulusal eşitlik ve özgürlük döneminin, revizyonizmin karşı devrimci darbesi ve kapitalizmi yeniden restore etmesiyle son bulması ve günümüzde bu ülkelerde baş gösteren ulusal çatışma ve ayaklanmaları emperyalist tekellerden bütünüyle bağımsız gelişmeler olarak ele almak mümkün değildir. Kruşçevi ve ardından Gorbaçovcu revizyonizmin “reform hareketi”ni bir biçimde destekleyen emperyalist tekellerin, Sovyet Cumhuriyetleri bünyesindeki ulusal hareketlenmelere kayıtsız kalacağı nasıl iddia edilebilinir? Etki alanları mücadelesinin bu alanları ele geçirme ve sözde ulusların özgürlüğünü savunma adına buraların sömürgeleştirilmesini içereceği açıktır. Bütün bunlar, emperyalizmin ulusal sorun karşısında kayıtsız kalmadığının ve bu durumun sorunun anti-emperyalist niteliğini güçlendirdiğinin de kanıtlarıdır.
Kürt ulusal sorununun “anti-emperyalist” niteliğinin “bulunmadığı” iddiası ise, başta ABD olmak üzere emperyalizmin Türkiye ve Kürdistan’daki varlığı ve egemenliğinin gizlenmesini hedeflemektedir. Kürt ulusunun ulusal köleliğinin devamında emperyalizm doğrudan rol oynamakta, Türkiye ve bölge rejimlerinin ayakta tutulması ve Kürtlerin mevcut statüsünün devamını sağlamak için, emperyalist tekeller, militarizmi devreye sokmak dahil, her yola başvurmaktan geri durmamaktadırlar.
Emperyalizmin çıkarı, kendine bağımlı bulunan bir alanda ezilen ulusun özgürlüğünde değil, o ulusun köleliğinin devamındadır. ABD’nin ünlü diplomatı, CIA uzmanı Paul Hanze bunu açıkça ifade etmekten kaçınmıyor ve şöyle diyor. “Amerika Kürtleri desteklemiyor. Türkiye ile iyi ilişkilerimiz var. Bu durumda Türklerin pozisyonunu desteklememiz daha akılcı.”
Özgür olmak isteyen Kürt ulusunun emperyalizmi ve emperyalizmin sömürgeci egemenliğini hedeflemeden bir adım bile ilerlemesi mümkün değildir. Tersini önerenler, Kürtlerin üzerinde emperyalist köleliğin devamından yana olanlardır. Anti-emperyalist olmadan, günümüzde herhangi bir ulusal hareketin ilerici ve devrimci olması düşünülmemelidir. Çünkü emperyalizm demokratizmi değil, demokrasi karşıtlığını, siyasal özgürlüklerin ve bu anlamda bir hak olan ulusal özgürlüğün reddini temsil etmektedir.
Bilimsel teknik devrimin emperyalist kapitalizmin bünyesinde niteliksel değişime yol açtığı iddiası bütünüyle burjuva bir aldatmacadır. Emperyalist politikanın özü dünya hâkimiyetidir. Dünya hâkimiyeti mücadelesinde, bilimsel buluş ve yenilikler, tekellerin elinde, gerek emperyalist ülkenin kendi iç pazarlarında ve gerekse uluslararası alanda daha fazla sömürü ve baskının araçları olarak kullanılır. Toplumsal yaşamda genel bir ilerlemeye de hizmet etmesi kaçınılmaz ve tekellerin iradesi dışında gerçekleşir duruma gelmesine karşın, bu yenilikler hiçbir zaman kapitalist azami kâra duyulan ihtiyacı ve dolayısıyla da “ucuz İşgücü ve hammadde kaynaklarına” duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmaz, mali sermayeyi bu amaçlı faaliyetten alıkoymaz, örneğin robotların daha fazla ekonomide kullanılması revizyonistlerin iddiasının aksine bu sonuçları doğurmaz ve doğurmamakta. Tersine bu durum çelişkileri artırmakta, özel mülkiyetin ve kapitalist ilişkilerin varlığı koşullarında işsizlik vb. sorunların artmasına yol açmakta ve ulus düşmanı emperyalist politikaları daha fazla uygulama alanına getirmektedir.
Bilimsel teknik devrim, militarizmin ulaştığı düzey, nükleer silahlar vb. emperyalizmin tekelci ve ilhakçı özelliğini ortadan mı kaldırdı, burjuvazi içte ve uluslararası alanda sömürücü egemenliğini ayakta tutmak için silahlı saldırı dâhil, her yolu denemekten vaz mı geçti, onun, “hem dış hem de iç siyasette demokrasiyi yıkmaya doğru, gericiliğe doğru” mücadelesi, “söz götürmez bir biçimde genel olarak demokrasinin inkarı” özelliği tarihe mi karıştı? Tekeller demokrasi savaşçısı ve dolayısıyla da ulusal özgürlük mücadelesinin gücü haline mi geldi? TBKP’li revizyonistlerin bu sorulara cevabı olumludur ve onlar, Maocu “Üç Dünya Teorisi”ni burjuvazi ve emperyalizm yararına aşırı bir yorumla savunmaktan geri durmuyorlar.
Sermaye ihracı temelinde geri ülkelerin ve ulusların yaşamına sızan emperyalizmin sermaye ihracından vazgeçmesine yol açan niteliksel değişiklikler nelerdir? Sermaye ihracı tekelci sermayenin ana karakteri değil midir, kapitalist tekeller yaşamını sürdürdüğü sürece bu özellik kendiliğinden yok olabilir mi? Revizyonistler, bu konuları atlayıp “emperyalizm nitelik değiştirdi” diyorlar.
Emperyalizm niteliksel bir değişikliğe nasıl uğrar? Bu, ancak, devrimle, kapitalist toplumsal sistemin varlığına son verilerek, emperyalizmin yerini sosyalizme terk etmesiyle mümkündür. Niteliksel değişme, emperyalizmin iç evrimi sonucu ve reformlarla gerçekleşmez. Proletarya, M-L partisi önderliğinde emekçi halk yığınlarını seferber ederek, ezilen ulusların devrimci kurtuluş hareketiyle birlikte emperyalizme darbe vurarak ve onun varlığı ve egemenliğini tasfiye ederek kendi sınıf diktatörlüğünü ve sosyalizmi inşa eder ve tüm geri dönüş çabalarına karşı amansız bir mücadeleyle bir daha geri gelmemecesine kapitalizmin varlığına son verir. İşte ancak bu yolla, sosyalizmin kurulması ve politik devrim yoluyla emperyalizm ve emperyalist kapitalist toplum niteliksel değişime uğrar. Robotların ve teknik devrimin nitelik değiştirici etkenler olduğu savunusu ise yalnızca bir burjuva aldatmacasıdır. Revizyonistlerin “Dünden farklı özelliklere sahip olan emperyalizm” nakaratını tekrarlamaları işte bütün bu gerçeklerin üstünün örtülmesini amaçlamaktadır.
“Dünden farklı özellikler” olarak lanse edilen özelliklerin emperyalizmin sömürü gibi esas olarak ekonomik alana ilişkin temel bir özelliğini ortadan kaldırıp kaldırmadığı sorununu atlayan revizyonistler, ulusal sorunun “anti-emperyalist olma özelliğini de yalnızca fiili işgal şartına bağlamaktadırlar.” Kürt sorununun anti-emperyalist bir karakteri yoktur. Çünkü mücadele emperyalist bir güce karşı değil tespiti bunun için yapılıyor. Böylece ekonomik sömürgecilik gizleniyor, ekonomik olarak bağımsız olmayanın siyasi vb. olarak da bağımsız olamayacağı burjuva reformcu politikacıları da arkada bırakacak bir pişkinlikle göz ardı ediliyor, halklar uyutulmaya çalışılıyor.
Emperyalist-kapitalist sistemin çarkı içinde bulunan tüm ülkelerde, emperyalizme bağımlı geri ülkelerde, ezilen yığınlara yönelik saldırı ve zulmün emperyalizmden, onun gerici, demokrasi düşmanı niteliğinden bağımsız olmadığı söylenebilir mi? Kapitalist ülkelerin kendilerinde olsun, bağımlı, sömürge yarı-sömürge ülkelerde olsun, gelişen halk muhalefetinin kanla ezilmesi hangi politikanın sonucudur? Bağımlı ülkelerde işçi ve halk hareketinin ezilmesi için yerli egemen sınıflara her tur desteği sağlayan, tüm çabalarına karşın ilerici hareketin baskılamadığı koşullarda doğrudan askeri müdahalede bulunmaktan geri durmayan tekelci burjuvazi, en başta da ABD emperyalizmi değil midir? ABD emperyalizmi, Latin Amerika’da gelişen halk hareketleri karşısında eli kolu bağlı mı durdu, bugün böyle mi duruyor, Nikaragua’da, Salvador’da, Panama’da olanlar neyi ispatlıyor? Türkiye’de olup bitenler, Türkiye egemen sınıflarının Kürt ulusunu zorba bir boyunduruk altında tutması, zulüm ve işkenceyle asimilasyona tabi tutması emperyalizmden bağımsız gelişmeler midir? Söylenecek bir şey varsa o da, emperyalizmin, özellikle de ABD emperyalizminin tüm dünyada gericiliği, demokrasi düşmanlığını, ulusların kendi kaderini tayin hakkının zorbaca engellemesini finanse eden esas güç durumunda bulunduğu ve ulusal özgürlük talebiyle ayağa kalkan bir halkın en başta emperyalizme yönelmesi gerektiğidir.
TBKP’Ii Ş. Yıldız, Kürt sorununun anti-emperyalist karaktere ‘sahip bulunmadığı tespitini, onun demokratik bir sorun oluşuna bağlıyor ve demokratik kelimesini büyük yazarak sözde demokrasi sorununa verdiği büyük önemi belgelemiş oluyor. Anti-emperyalist olunmadan da demokrat olunabileceğinin propagandasına girişiyor. Faşist gericiliği emperyalist egemenliğin dışında bir olay olarak ele alma ‘şerefim, burjuva politikacıları değil, Şeref Yıldız gibileri taşıyor. Revizyonist yazarların bu tesitlerini Lenin ile Kievsky ve emperyalist ekonomistler arasındaki tartışmalarla da bir ilişkisi yoktur. Çünkü onlar daha baştan ve açık bir biçimde Lenin’in tezlerinin “eskidiğini” ilan ediyorlar. Bilindiği gibi, emperyalizm koşullarında ulusal kaderin tayin hakkının “elde edilemez” olduğu biçimindeki emperyalist ekonomist teze karşı Lenin, ulusal kaderini tayin hakkının demokratik bir talep olduğu ve demokrasinin öteki talepleri gibi emperyalizm koşullarında “elde edilebilir” olduğu tezini savundu. Ne ki, Lenin revizyonistler gibi emperyalizmi aklamayı aklından bile geçirmiyor ve altını çizerek ve döne döne emperyalizmin demokrasiyle çeliştiğini, onun yalnızca ulusal kaderini tayin etmenin değil, tüm demokrasinin düşmanı olduğunu belirtiyordu. Emperyalizmin, demokrasinin, “bütün demokrasinin” düşmanı olduğu, yalnızca onun taleplerinden biri olan “ulusal kaderini tayin etmenin” değil, ulusal özgürlük de dâhil tüm özgürlüklerin düşmanı olduğunu ve “söz götürmez” bu düşmana karşı mücadeleden bir an bile geri durmaksızın, ulusal kaderini tayin hakkının elde edilebilir olduğunu somut kanıtlarıyla birlikte ortaya koyuyordu. Lenin emperyalizmin en kararlı ve uzlaşmaz düşmanıyken, TBKP’li revizyonistler emperyalizm işbirlikçiliğine soyunmuş bulunmaktadır.
Lenin’i, ulusal soruna ilişkin çözümlemeleri nedeniyle “eleştiriye tabi tutan Ş.Yıldız, Lenin’in, ulusal soruna “bağımsız bir karakter” kazandırdığı ve sorunu “bütünden kopardığı” iddiasındadır. Lenin’in adını anmak bu revizyonistlere hiç yakışmıyor. Ağababaları Gorbaçov’un demagojik ikiyüzlülüklerini yer yer sürdürseler de, M-L’e ve Marksist-Leninist ustalara saldırmaktan bir an olsun geri durmuyorlar. Öncelikle “Kürt sorunu anti-emperyalist karaktere sahip değil, o, ülke içi demokratikleşme sorunudur” diyerek sorunu bütünden koparan ve onu tekel öncesi dönemin bir sorunuymuş gibi ele alanlar revizyonist yazarların kendileridir. “Toplumsal sorunlar” arasında emperyalizmin ülke üzerindeki egemenliğinden kaynaklanan sorunları saymayanlar revizyonistlerdir. Önermeleriyle, Kürt ulusal sorununu emperyalizme peşkeş çeken ve Türkiye egemen sınıflarının, diktatörlüğün güvenini, halkların güvenine tercih edenler de onlardır. Kürt ulusal direnişi ve bunun üzerinde yükselen hareketi yasal platformlarda faşizme bağlamaya çalışanlar da yine bu hainlerdir. Bütün bu yaptıkları yetmiyormuş gibi, bir de kalkıp Lenin’in adını kirletmeye çalışıyorlar. Lenin, ulusal sorunun, emperyalizm döneminde, genelleşerek, sömürgelerin ve bağımlı ulusların emperyalizmden kurtuluşu sorunu haline geldiği ve proleter sosyalist devrim sürecine bağlandığı tespitiyle, revizyonist saldırıların aksine sorunu bütünden koparmıyor, bütün içindeki yerine oturtuyordu.
Burada, Kürt ulusal sorununun çözümüne ilişkin revizyonist önermelere de kısaca değinmek gerekiyor. Revizyonist yazarlar ve ‘Yeni Açılım’ dergisi, Kürt sorununun “anti-emperyalist karakteri bulunmadığı” tespitini sonucuna götürüyor ve çözüm(!) için, ilgili tüm tarafların işbirliğini öneriyorlar. Ö. Ağın “Artık ulusal sorunlar anti-emperyalist bir seyir izleyemeyebilirler. Bu anlamda Kürtler taraftar bulabiliyorlar.” diye yazıyor. Ö. Ağın açık yazıyor. Kürtler emperyalizme işbirliği çizgisi izlerlerse, emperyalist egemenliğin devamına ses çıkarmazlarsa, emperyalist tekellerin kendi kaderlerine hükmetmesini kabullenirlerse, emperyalistlerin saflarında taraftar bulabilirler. Revizyonist yazar bunu olumsuz bir yorum olarak getirmiyor, bir öneri olarak öne sürüyor.
Kürt ulusal sorununun çözümünü emperyalizm ve tekelci burjuvazi ile mutabakata bağlayan bu yazarlar “şu da çok açıktır ki, dünya kamuoyunun, gerek kapitalist dünyanın, gerekse sosyalist dünyanın Kürt sorununun çözümü üzerinde bir mutabakata varmaları gerekir.” demektedirler. “Sosyalist Dünya” adını verdikleri doğu kapitalizmi ile batı kapitalizminin mutabakatım zorunlu görüyor ve Kürt halkının kendi kaderini kendisinin belirleme hakkını bile ortadan kaldırıyorlar. Halkların katilleri oturup pazarlık yapacaklar ve Kürtler de dâhil ezilen uluslara “özgürlük” bahşedecekler. Kürt işçi ve emekçilerinin ulusal köleci boyunduruğa karşı ayağa kalkmasına gerek yok, yoksul Kürt köylülüğü ve Kürt gençliği mücadeleci tutumunu terk etmeli ve revizyonistlerin “risksiz” teslimiyetçi yolunu izlemelidir! Bu ihanetçi önermelere en iyi cevabı baskı altındaki Kürtler veriyorlar ve onlar daha bugünden izlenmesi gereken mücadele yolunu tutacaklarının belirtilerini yeterince ortaya koyuyorlar. Kürt köylülüğü ve işçilerinin emperyalizmden bağımsız bir saldırı karşısında olduğunu söyleyen bu adamlar, “tarafların mutabakatıyla”, “adil bir çözüm” olabileceğini propaganda ediyorlar. Onlara göre, Kürt emekçilerine karşı tankla, topla, mitralyözle, napalm bombaları ve lav silahlarıyla, orduları ve polis birlikleriyle yürüyüşe geçen ve yıllardır, on yıllardır azgın gerici bir baskıyı onlara uygulayanlarla mutabakat mümkün ve gereklidir. Ne demeli!
Kürt halkına mücadeleden “geri dur”! çağrısı çıkaranlar, sorunun çözümünü “tarafların işbirliği ve mutabakatı”nda görenler, boyunduruk altında tutulan bir halkın, kendisini ezen ve en ufak bir hak kullanımına izin vermeyen, bırakalım hak kullanımını, varlığı ve yaşam hakkını tanımayan ve sürekli saldırı ve baskıyla tehdit altında tutan bir güçle “işbirliği” yoluyla özgür ve eşit hale geldiğinin bir tek örneğini bile günümüz dünyasında gösteremezler. Özgürlük ve eşitlik, uğruna savaşılmadan, egemen gücün bahşetmesiyle elde edilen şeyler değildir.
Kürt halkına işbirliği ve “mutabakat\ dayatan revizyonistlere göre “savaş politik sorunları çözmenin aracı olmaktan çıkmıştır.” Mücadele etmek gereksiz hale gelmiştir. Yapılacak tek şey, “sosyalist dünya ile kapitalist dünyanın” pazarlığı sonucu, Kürtlere belirleyeceği kadere razı olmaktır. Savaşın politik sorunların çözümünde bir yol olmaktan çıktığını hiçbir somut olguya dayandırmayan bu revizyonistler, Lenin’i bir kez daha olumsuzlamaktan geri durmuyorlar. Politik sorunlar, ezilen sınıflar ve baskı altındaki halklar açısından ele alındığında, bugüne kadar ve günümüzde, ezilen yığınlar, siyasal özgürlükler uğruna kurtuluş için burjuvazi ve emperyalizme karşı uzlaşmaz bir çizgide devrimci bir ayaklanma içine girmeksizin hiçbir hak elde edememişlerdir. Klasik kapitalist ülkelerde olsun, geri ülkelerde olsun, proletarya ve ezilen yığınların burjuvazi ve gericiliğe karşı politik mücadelesi olmaksızın, kalıcı demokratik özgürlükler elde edilememektedir. Burjuvazi ve gericiliğin, militarist aygıtı gün geçtikçe güçlendirerek, işçi ve emekçi yığınları baskı altında tutmak için harekete geçirdiği, zulüm ve baskıyla boyun eğmeye zorladığı, tüm baskı ve tehditlere karşın, halk hareketinin yükselmesi engellenemez duruma geldiğinde ise, yozlaştırıcı tedbirlerin yanı sıra içte ve uluslararası alanda açık savaş yollarına başvurduğu bilinen bir gerçektir. Burjuvazi ve emperyalizmin kendi egemenliğine itirazı olmayanlarla mutabakata vardığı, politik baskısına, özgürsüzlüğe, köleliğe, zulüm ve işkenceye karşı çıkmadan boyun eğenlerle anlaştığı ve onları kendi egemenliğinin devamı için proletarya ve ezilen halklara karşı harekete geçirdiği doğrudur. Burjuvazi ve kapitalizmin hizmetine giren sözde sosyalist burjuva yolcuların, proletaryaya, sınıf düşmanına karşı politik mücadeleden vazgeçmesi ve mücadelenin her türünü yasaklamasından daha doğal ne olabilir. Halkların katilleri, sözde yumuşama görüntüleri ardında halkların yaşamına kastederken; onların savaşçı yöntemlere başvurmaktan vazgeçtiğini ve artık savaş denen şeyin tarihten ve toplumsal yaşamdan bütünüyle silinmiş olduğu masalıyla halkları aldatıp uyutmaya çalışanlar, emperyalistler ve gericiler arasındaki her çatışma gibi, işbirliği ve yumuşamanın da özünde proletarya ve halklara yeni saldırlar gündeme getirdiği ve birer tuzak teşkil ettiğini gizlemeye çabalamaktadırlar. Ne Saddam’ın Kürt katliamı ve ne de on yıl kadar bir süre devam eden Irak-İran savaşı, savaş ve şiddet unsurunun tarihe karıştığının kanıtları olarak İleri sürülebilinir. Yalnızca bu örnekler bile tersini açıklamaya yeterlidir. ‘Yeni Açılım’ yazarı S. Talay şöyle diyor; ‘Sık sık vurguluyoruz. Kürt ulusal sorunu ancak barışçıl, adil ve demokratik bir tarzda, ilgili tüm tarafların mutabakatıyla çözümlenebilir. Çünkü, askersel yol çıkmazdır, çünkü, savaş politik sorunları çözmenin aracı olmaktan çıkmıştır; çünkü, ulusal yalıtkanlık ve sorunları bir başına çözebilme devirleri artık tarih olmuştur; çünkü üretici güçlerin ve nesnel olarak tüm toplumsal süreçlerin uluslararasılaştığı… bir dünyada yaşıyoruz.” (agd. sf. 46) “Üretici güçlerin ve nesnel olarak tüm toplumsal süreçlerin uluslararasılaştığı bir dünyada” yeni yaşamaya başlayan revizyonist yazar, bu durumu hem yanlış tahlil etmekte ve hem de yanlış sonuçlara gerekçe kılmaktadır. “Toplumsal süreç”\n yalnızca günümüzü ifade eden bir tanımlama olarak kullanılmasının yanlışlığı bir yana, üretici güçlerin uluslararasılaşması olgusu da 1980’lerin bir olgusu değildir. Marksizm! revize girişimlerinde revizyonistler sürekli olarak “yeni gelişmeler” demagojisine sarılırlar. Üretici güçlerin uluslararasılaşmasının “yeni” bir gelişme olarak piyasaya sürülmesine bu bakımdan şaşmamak gerekir.”Üretici güçlerin”, üretimin, bu temel üzerinde gelişen ilişkilerin ve toplumsal olayların, bununla bağlı olarak, ulusal sorunun ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin uluslararası bir özellik kazanması yüzyılın başından beri söz konusudur ve bu tekelci kapitalizm ve proleter devrimler çağının bir özelliğidir. Ancak, hiçbir Marksist bu “nesnel” durumdan hareketle, revizyonist S. Talay tarafından ulaşılan sonuçlara ulaşmamıştır. Hiçbir Marksist, Marksizm’i reddetmeden, politik sorunların savaşarak çözümleneceği gerçeğini yadsımamış ve yadsımamaktadır. Ulusal kurtuluş mücadeleleri yüzyılın başında ve ortasında elde silah ayaklanarak zafere ulaşıyordu, bu gerçek bugün de değişmiş değildir.
“Ulusal yalıtkanlık ve sorunların bir başına çözülmesi ifadesi muğlâk, gerçeği tam yansıtmıyor ve yine yanlış bir sonucun sözde haklılığı için ileri sürülüyor. Ulusal yalıtkanlık ve sorunların bir başına çözülmesi döneminin sona erdiğini iddia edenler, yine revizyonistlerin kendileridir. Ulusal sorunu anti-emperyalizmden kurtarırken bizzat revizyonist yazarlar bu “yalıtkanlığı sağlamış oluyorlar. Kapitalist emperyalizmin her sorunu, ulusal düzeyde sorunları genelleştirip, bütün ulusları ve ezilen halkları ilgilendiren soruna dönüştürdüğünü ve bu yüzden de ulusal sorunun tekel öncesi dönemde olduğu gibi devlet içi bir sorun olarak ele alınamayacağını ve kendi başına değil de proleter devrimine bağlanarak ele alınması gerektiğini önemle vurgulayanlar Marksistlerdir. O halde revizyonistlerin Lenin başta olmak üzere Marksistleri, sorunu bir başına çözmeye çalışmakla suçlamaları bütünüyle kara çalma amaçlı bir saldırıdır.
Ulusal sorun Ekim Devrimiyle birlikte proleter devrimler sürecinin bir bileşenine dönüştü, ezilen halkların emperyalizmden kurtuluşu sorunu haline, sömürgelerin ve bağımlı halkların emperyalist kölelikten kurtuluşu sorunu haline geldi. Günümüzde ulusal sorunu anti-emperyalist içeriğinden soyutlayarak ele alan revizyonistler, bütün bu gerçekleri çarpıttıkları hal-.de dönüp utanmaz bir biçimde Marksistleri suçlamaktan kaçınmıyorlar.
Burjuvazinin ‘sol’daki savunucuları, direnişi, mücadeleyi, burjuvazi ve gericiliğe karşı devrimci savaşı, işgalci güçlere karşı “askersel yolu reddederken, bütün bu devrimci yöntemlerin terk edilmemesi ve burjuvazi ve emperyalizmle uyum ve işbirliği yolunun tutulmaması durumunda, “insanlığı tehdit eden büyük bir tehlike”nin baş göstereceğini, nükleer savaşın çıkacağını ve bunun tüm “insanlığın sonu olacağını propaganda etmektedirler. Mutabakat ve işbirliğini sözde bunun için önermektedirler. Onlara göre, “insanlığı tehdit eden” bu “ortak tehdit”in ortadan kaldırılması için, işçi sınıfının burjuvaziyle ve ezilen halkların kendilerini ezen güçlerle işbirliğine gitmesi zorunluluktur.
Öncelikle, “insanlığı bu tür bir tehditle karşı karşıya getiren, halkları azgınca sömürmek ve bağımlılık ilişkileri içinde tutmak için bir tehdit ve güç unsuru olarak gündeme getirenin, nükleer silahları, dünya pazarları ve hammadde kaynaklarının paylaşımı mücadelesinde rakiplerini alt etmek ve etkisiz duruma getirmek üzere kullanmak için hazırda tutanın, milyonlarca ve milyonlarca insan açlık, hastalık ve ölümle pençeleşirken, trilyonları kasalarına doldurmak için her gün yeni tip ölüm silahlan icat edenin, tekelci burjuvazi olduğunu belirtmek gerekiyor, işçi sınıfı ve emekçi yığınları baskı altında tutan, militarizmi ve militarist kurumları sürekli güçlendiren, sözde silahsızlanma propagandalarının gerisinde yeni tip silahların geliştirilmesi için hummalı bir çalışma yürüten, dünya toprakları, hammadde kaynakları ve ucuz işgücü alanlarını rakiplerini etkisizleştirerek ele geçirmek için yanıp tutuşan, bölgesel savaşları kışkırtarak genel savaşlara hazırlık yapan, sabotaj, entrika, tehdit ve güç kullanımını (askeri) elden bırakmayan mali sermaye gruplarıdır.
Egemenliğini garantiye almak için silahlı müfrezeler oluşturan, düzenli ordular kuran, onları etki gücü giderek geliştirilen silahlarla donatarak işçi ve emekçilerin üzerine salan, proletarya ve emekçilere karşı katliamlar düzenlemekten, zulüm ve işkencenin her türünü uygulamaktan geri durmayan kapitalist burjuvazi değil midir?
Sınıfların, sınıf karşıtlıklarının, ezen ve ezilen ulusların var olduğu bir dünyada, “nükleer savaş” korkuluğunu burjuvaziyle birlikte sallayarak ve ‘insanlığın çıkarlar/1 demagojisiyle, proletarya ve ezilen halk yığınlarına ve boyunduruk altındaki uluslara, mücadeleden vazgeçip, sınıf düşmanlarıyla işbirliği yapmayı önerenler, yüzlerindeki tüm örtüleri fırlatıp atıyor, burjuvazi ve gericiliğin saflarından ezilen yığınlara ve işçi sınıfına saldırıya geçiyorlar. Sınıfların ve sınıf çelişmelerinin olduğu toplumsal koşullarda, sınıf mücadelesi yerine sınıf işbirliği ve uyumunu vazetmek, egemen sınıf çıkarlarının savunulması ve burjuvazi ve emperyalizmin egemenliğinin devamını istemekten öteye bir anlam ifade etmez.
Diyalektiğin temel yasalarından biri, karşıtların varlığı (bir arada) ve mücadelesidir. Karşıtlar bir arada ve mücadele içindedirler. Birlik izafi ve mücadele esastır. Üretim araçları karşısında farklı konumda ve farklı çıkarlara sahip bulunan güçlerin çatışması kaçınılmazdır. Tekellerin, burjuvazinin, proletarya ve ezilen halkların var olduğu bir dünyada “insanlığın genel çıkarları” sınıf farklılıkları gerçeğinin üstünü örtmekte ve “insanlığın genel çıkarları” sözcüklerini, sınıf işbirliği ve uyumuna gerekçe kılanlar, diyalektiğin bu temel yasasını, karşıtların mücadelesini reddetmektedirler. “Günümüzün gelişmelerinin bilimsel teknik devrimin, nükleer savaş tehlikesi vb.nin sınıf farklılıklarını, burjuvazi ve proletaryanın üretim araçları karşısındaki konumunu, ezilen uluslarla emperyalizm arasındaki ilişkileri neden ve nasıl değiştirdiği sorularına cevap vermeksizin, “sınıf ve sistem farkı gözetmeyen”, ortak çıkarlardan söz edenler, nükleer savaş tehlikesinin ortadan kalkmasının tek yolunun, devrimle burjuvazi ve sermayenin egemenliğine dünya çapında son vermek olduğu gerçeğinin proletarya ve halklar tarafından kavranmasının önünü de kesmeye çalışıyorlar.
Bugün “İnsanlığın” (!) karşı karşıya bulunduğu tehlikelerin kaynağı emperyalist kapitalizmdir. Sorunlar, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı kapitalizmin bünyevi sorunlarıdır. Militarizm, onun niteliksel özelliklerinden biridir ve tekelci dönemde daha fazla gelişmiştir. Emperyalizm varlığını sürdürdükçe, militarizm var olacak ve burjuva egemenliğinin ezilen yığınların hareketi karşısında korunmasına hizmet edecektir. Tekelci burjuvazinin savaşlardan ders çıkardığı, militarizmsiz emperyalizm olabileceği, savaşların kaçınılmaz olmaktan çıktığı vb.ni vaaz edenler, öte yandan da, nükleer savaş korkuluğu sallamaktadırlar.
Karşıtların var olduğu -sınıfsal planda ele alırsak- proletarya ve burjuvazinin birlikte ve çatışma içinde bulunduğu koşullarda, sınıf mücadelesi ve bunun zorunlu varış noktasını, iktidarın, silahlı kitlelerin ayaklanması sonucu zoralımını ret ve fakat işbirliği ve sınıfsal uyumu zorunlu sayanlar, bunları, “insanlığı” nükleer “tehditten kurtarmak” için ileri sürdükleri iddiasındadırlar. Kuşkusuz bu aldatıcı bir burjuva propagandasıdır. Çünkü bütün bu “tehdit ve “tehlikeleri ortadan kaldırmanın biricik yolu, devrimle burjuva egemenliğine, emperyalizmin varlığına son vermektir: Lenin, savaşın -ve elbette nükleer savaşın da- kaynağının emperyalist kapitalizm olduğunu ve savaş tehlikesinin bütünüyle ortadan kaldırılması için, emperyalizme son vermek gerektiği, bunun için de, her ülkede, proletaryanın, iktidar mücadelesine girişerek burjuva iktidarına son vermesinin zorunlu bir görev olduğunu önemle belirtiyordu.
Burjuvazi ve emperyalizmle “mutabakatı” önerenler, burjuva devlet adamlarının “sağduyusu”nun propagandasından da geri durmuyorlar, “insanlığın” sorunlarının çözümü için onların “sağduyusunun ne denli önemli olduğu üzerine göz yaşı döküyorlar. Burjuva devlet adamlarının, revizyonistlere aldırdığı yok. Onlar sınıf çıkarlarına uygun olarak, kapitalist sömürünün devamı için hummalı bir çalışma içindedirler ve durmadan sömürüyü uzun erimli ve azami boyutlarda gerçekleşir kılmak için çalışıyorlar.
Revizyonistler, “insanlığı” “tehlikeden korumak” için halkların başkaldırı hakkının da artık tarihe karıştığını söylüyorlar. Şunları yazıyor, söz konusu yazısında Ş.Yıldız. “Geçmişte hepimizin paylaştığı bir fikir ‘ezilen, baskı altında bir halkın başkaldırı en doğal hakkıdır’, kendi adıma bugün bunu söyleyemiyorum.” (agd sf. 19)
Ş. Yıldız, bu sözleri durup dururken sarf etmiyor. Somut bir soruna ilişkin olarak dile getiriyor. Kürt ulusal sorunun çözümünü tartışırken, Kürtlerin başkaldırı hakkının ortadan kalktığını sözde ispatlamaya çalışırken bu satırları yazıyor. Baskı altında tutulan halkların “başkaldırı hakkı”nın ortadan kalkmasının nedenleri olarak da tıpkı S. Talay gibi, “yeni gelişmeleri”, “askersel” yolun “çıkmazın”, nükleer savaş tehlikesini, ve savaşın politik sorunların çözümünde bir araç olmaktan çıkmasını sayıyor. Şeref Yıldız ve diğer revizyonistlere göre, “gelişmeler” baskı altında tutulan halkların -Kürt halkının da- başkaldırı hakkını ortadan kaldırmıştır. Bu halklar boyun eğmeli, köleci yaşamı kader olarak benimsemelidirler! Burjuva devlet adamlarının “sağduyusuna güvenmeli, emperyalist tekellerin sömürüsünü zedeleyecek herhangi bir girişimde bulunmamalıdırlar!
Marksizm’in devrimci özünü, proleter sınıf ruhunu yok etmek için revizyonistler, sürekli olarak ‘yeni gelişmelerden söz edip, gelişmelerin sınıf mücadelesi yoluyla özgürlüklerin elde edilmesini nasıl “geçersiz” kıldığının ispatına girişiyorlar. Onlara göre, bugün de koşullar, sınıf savaşımı yoluyla özgürlük ve kurtuluşa gitmeyi, baskı ve zulme karşı “en doğal hak” olan başkaldırıyı geçersiz kılmış, devrim yolunu kapatmış ve burjuvazi ve emperyalistlerle uzlaşma yolunu “zorunlu” hale getirmiştir. Baskı altındaki halkların başkaldırı hakkının bundan böyle olamayacağını ileri süren TBKP’liler, baskı altındaki Kürt halkının da başkaldırı yolunu tutmaması gerektiğinin teorisine girişiyorlar.
Başkaldırı hakkının “en doğar hak olmaktan çıktığı, “mutabakat ve “işbirliğinin tek geçerli yol olduğu, sorunun çözümünün devrime bağlı olmadığı, sorunun, “yasal platformda” çözülmesinin gerektiği vb. propagandası hangi koşullarda yoğunluk kazanıyor?
Bu tam da, yoksul Kürt köylülüğü ve Kürt gençliğinin, katliam ve imha politikasına karşı, uyanış ve direniş eğiliminin geliştiği koşullarda nefretle ayağa kalktığı, ulusal ezme ve asimilasyona karşı başkaldırı “hakkini, bugüne kadar olandan daha fazla yaygınlıkta kullanmaya çalıştığı, radikal bir çizgide direniş bilinci ve nüvelerinin gelişme gösterdiği koşullarda yoğunlaştırılmaktadır. “Adil ve barışçı bir çözüm”, “ilgili tüm tarafların mutabakat” önermeleri işte bu koşullarda Kürt hareketine dayatılmak isteniyor. Kürt halkı, kendini imha ve asimile etmeyi tek geçerli politika edinen gerici egemen sınıflarla, onların gerisindeki emperyalizmle uzlaşmaya, katilleriyle barışmaya, azgın gericiliğe demokrasi kılıfının giydirilmesine yardımcı olmaya çağırılıyor.
Uzlaşma ve işbirliğini önerenler, “Kürtlerin demokratik haklarının güvence altına alınması için bir ulusal mutabakat gerekir diyenler, mücadeleyi, devrimci direnişi, devrimi, ulusal kurtuluş için ayağa kalkmayı siyasal literatürden ve pratikten silmeye çalışıyorlar. Faşizmle, tekelci burjuvaziyle, on yıllardır Kürt halkını köleci bir boyunduruk altında tutan, imha ve asimilasyonu temel politika edinen, ulusal uyanış ve direnişi engellemek için Kürt köylerini ablukaya alarak kan ve kurşunla dize getirmeye çalışan gerici egemen sınıflarla “mutabakatın, Kürt halkına ihanet edilmedikçe sözü edilebilinir mi? Kürt ulus varlığını tanımayanların “adil ve barışçı olabilecekleri yönündeki propagandalar yalnızca aldatma amaçlıdır. Revizyonistler, geleneksel-ırkçı politikayı aklayıp, gericiliğe destek sunuyor ve burjuvaziyi barışsever ve demokrat ilan ediyorlar. “Adil ve demokratik olmayan burjuva rejim” tanımlaması hem faşizmi aklıyor, hem de burjuva adaletinin sınıfsal özü göz ardı edilerek, burjuva adaletinin, özel mülkiyetin hizmetinde oluşu ve burjuvazi ve onun düzeninin proletarya, emekçiler ve ezilen uluslar için sömürü ve baskıdan başka bir şey olmadığı gerçeği gizlenmek isteniyor. Faşist zulüm bir yana, burjuvazinin en ‘adil’, en “demokratik” düzeninin bile proletarya ve emekçiler için diktatörlük ve baskı rejimi demek olduğu örtbas ediliyor.
TBKP, Türkiye rejiminin bugünkü durum unu da “demokratikleşme” süreci olarak değerlendiriyor ve böylece Evren, Özal ve Demirel’in değerlendirmelerine katılıyor, onlardan geri kalmamaya özen göstererek, parlamentoda yer alma olanağına bir an önce kavuşmak istiyor.
Lenin; “Ulusal kendi kaderini tayin etme, tam bir ulusal kurtuluş için, tam bağımsızlık için, ilhaka karşı mücadeleyle aynıdır ve sosyalistler -sosyalist olmaktan vazgeçmeden- böyle bir mücadeleyi, ayaklanma ya da savaşa kadar, her ne biçimde olursa olsun reddedemezler” diyordu.
TBKP’li yazarlar, sosyalizm karşıtları olduklarından Lenin’in düşünceleri onlar için “zaman aşımına uğramış doğmalar” durumundadır. Bırakalım, “ilhaka karşı mücadele” etmelerini, onlar, mücadelenin önüne set çekiyor ve “insanlığın genel çıkarları” adına Kürt halkının başkaldırı hakkının artık doğal olmaktan çıktığın propaganda ederek, Kürt halkından, Türkiye rejiminin “demokratikleşmesini” beklemesini, burjuva “adaletine” güvenerek, gerici egemen sınıflarla “mutabakata” varmasını istiyorlar. Kürt halkının ilhaka karşı mücadelesinin “ayaklanma ya da savaşa kadar” yükselmesi, bütün burjuva sınıf ve partileri olduğu kadar, mevcut statüyü savunmada gericilikle bütün ayrım noktalarını ortadan kaldıran revizyonistler tarafından da “lanetleniyor”, tehlikeli ilan ediliyor Ve önlenmek isteniyor.
Revizyonistler, Marksizm’e karşı mücadelelerinde, onu, gelişen toplumsal koşullara sözde uyarlama adına, devrimci özünden soyutlayarak, burjuvazi için kabul edilebilinir bir sözcük yığınına dönüştürmeye özen gösterirler. Revizyonistlerin büyük hizmetleri sayesinde burjuvazi ve gericilik, tarafından “Marksizm’in öldüğü” propagandası hızlandırıldı. Revizyonizmin tarihsel işlevini layıkıyla yerine getirdiğine kuşku yoktur. Eğer bugünün revizyonistleri, emperyalizm ve faşist diktatörlükler tarafından hararetle desteklenip, öpücüklere boğmuyorlarsa, ödül olarak, örneğin Türkiye’de TBKP’ye “legalleşme” izni için çalışmalar hızlandırılıyorsa, bu, onların tarihsel devrim ve sosyalizm karşıtı görevlerini yerine getirerek, burjuvaziye yeterli güveni verdiklerinin göstergesidir.
Lenin, revizyonizmi, “proletarya üzerindeki burjuva etkilerin ve burjuvazi tarafından proletaryanın yozlaştırılma biçimlerinin başlıcalarından biri, hatta başlıcası olarak tanımlarken, tarihsel bir gerçeğe parmak basıyordu.
Revizyonizm, burjuvazinin hizmetinde olarak, toplumsal devrimci dinamiklerin atılıma kalkışmasının önünü kesmek için, özellikle mücadelenin yükselme anlarında, sahte alternatiflerle ileri doğru hamle yapar. TBKP’li revizyonistleri Kürt ulusunda gelişen ulusal uyanış ve direniş eğiliminin radikal bir çizgide ilerleyişinin önünü kesmek üzere, “mutabakat ve “yasal platform” önermeleriyle ‘piyasa’ya çıkışları da, uluslararası revizyonizmin Gorbaçovcu “hale”sinin bir sonucudur, onunla uyumludur. Durun! diye bağırıyor TBKP’li revizyonistler, Kürt halkına; durun, aksi durumda ‘insanlık” tehlikeye girer, “uygarlık krizi” gelişir, nükleer savaş çıkar.
‘Yeni Acilini yazarı A. Zeki Okçuoğlu da, Kürt sorununun “radikalize” edilişinden duyduğu hoşnutsuzluğu dile getiriyor, sorunun “uluslararası mutabakat sonucu “çözümü” yerine, radikal devrimci çözümünü önerenlerin, uluslararası durumu gerginleştirdiğini belirtiyor ve “bu son derece sakıncalı bir anlayıştır” buyuruyor.
Marksist partileri, geleneksel burjuva partilerden ayıran temel farklılıklardan biri, onların, kapitalizm ve burjuvaziyle uzlaşmaz mücadele çizgisine sahip olmalarıdır. Oportünist ve revizyonist partiler ise, burjuvazinin önünde diz çökerek, işçi sınıfı hareketiyle kapitalizmin arasını bulmaya çalışırlar. Kapitalizmin ve burjuva-faşist rejimin istikrarını amaç edinen revizyonistler, proletaryaya, emekçi yığınlara ve ezilen uluslara radikalizmi, başkaldırıyı, devrim ve kurtuluş için ayağa kalkmayı yasaklayarak, teslimiyet ve boyun eğmeyi önermektedirler. Kürt halkına da mücadele etmeme çağrısı çıkarılıyor TBKP’lilerce.
TBKP revizyonizmi, anti-Marksist, sosyal-şoven ve Kürt düşmanı politikasını kapitalist sistemin korunup yaşatılması temel hedefine bağlarken, kuşkusuz daha bir dizi saçma “tez” geliştiriyor! Kapitalizmin yaşatılmasına hizmet eden ve özü aynı olan bu “tez/er”in tümünü yazı kapsamında ele alma olanağı yok. Burada baştan beri üzerinde durmaya çalıştığımız, ulusal sorunun Marksist açıdan ele alınışının ezen ve ezilen ulus işçileri ve Marksistleri açısından taşıdığı değer üzerinde kısaca da olsa durmak istiyoruz.
***
Ulusal sorun karşısında ezen ve ezilen ulus proletaryası ve Marksistlerinin tutumu:
Ulusal baskı ve boyunduruk, proletaryanın sınıf dayanışması ve mücadelesinin gelişmesini engelleyen önemli bir etkendir. Ulusal ayırımın yol açtığı milliyetçi önyargılar, işçi ve emekçilerin dayanışmasını ve burjuvaziye karşı birliğini engeller. Ulusal baskı aynı zamanda, baskı altında tutulan işçi ve emekçilerin kültürel gelişimini, sınıf çıkarlarının bilincine ulaşması ve bu doğrultuda mücadeleye atılmasına engel oluşturur. Bu nedenle, proletaryanın devrimci partisi ve Marksist-Leninistler, ulusal baskı ve zulmün en uzlaşmaz muhalifi ve ulusal özgürlüğün en kararlı savunucularıdır.
Ezilen ulus milliyetçiliği ile ezen ulus milliyetçiliği arasında belli bir fark vardır. Ezen ulus milliyetçiliği, ulusal bencilliğin, ırkçılık ve şovenizmin bayrağıdır ve ezilen ulusların boyunduruk altında tutulmasını, horlanıp aşağılanmasını ve asimilasyonunu öngörür. Ezilen ulus milliyetçiliği bundan farklıdır ve nesnel olarak baskıya karşı yönelmiş olduğundan demokratik bir muhtevaya sahiptir. Lenin, bu konuda şunları yazar.
“Ezilen bir ulusun her tür burjuva milliyetçiliği, ezilmeye karşı yöneltilmiş genel bir içeriğe sahiptir; bu içeriği kayıtsız şartsız destekliyoruz.”
Ezilen ulusun ‘burjuva milliyetçiliği emperyalizm tarafından baskı altında tutulan geniş köylü yığınlarının, şehir ve kırın küçük-burjuva yığınlarının demokratik, anti-emperyalist kurtuluşçu hareketinin gelişmesi sırasında baskıya karşı yönelmiş olduğundan demokratik bir içeriğe sahiptir. Bunun içindir ki, Lenin
“Sosyalistlerin görevi yalnız sömürgelerin kayıtsız-şartsız geri dönülmeyecek şekilde, derhal özgürlüğe kavuşturulması için mücadele değildir; bu dava politik anlamı bakımından, ulusların kendi kaderine sahip olma hakkını tanımaktan başka bir şey değildir; sosyalistlerin görevi aynı zamanda, en büyük azimle, bu ülkelerdeki burjuva demokratik ulusal kurtuluş hareketlerinin en devrimci elemanlarını desteklemek, onları ezen emperyalist güçlere karşı ayaklanmalarında (gerektiği zaman devrimci savaşlarında) yardımcı olmaktır.” diyordu.
Revizyonistler, ezilen ulusların devrimci savaşlarını elbette desteklemeyecekler, çünkü onlar, “sosyalist değil, burjuva kapitalist yolculardır ve ezilen ulusun kurtuluş hareketini emperyalizme ve yerli egemen sınıflara peşkeş çekmeye çalışmaktadırlar. Ulusal özgürlük emperyalizme ve feodalizme karşı mücadeleyi öngörür ve bu içerikli hareket proletaryanın devrimci partisince desteklenir.
Bugün Kürt halkı, ulusal baskıya karşı, zulme, işkenceye, asimilasyona, sürgün ve yok edilmeye karşı mücadele ediyor. Mücadele henüz ağırlıklı olarak, milliyetçi bir içeriğe sahip bulunuyor. Kürt ulusunu köleci bir boyunduruk altında tutan gerici egemen sınıflar başta olmak üzere, sosyal-şoven ve ırkçı ideolojinin tüm savunucuları, reformist ve revizyonistler, ezilen ulusun demokratik içerikli hareketini, “emperyalizmin Türkiye’ye karşı bir komplosu” olarak değerlendirmekte ve bu “ayrılıkçı” hareketin kan ve kurşunla boğulmasını istemektedirler. Kürt ulusal hareketini, emperyalizmin egemenliği koşullarında ve mevcut ekonomik-toplumsal statü korunarak sözde çözümünü önererek, revizyonistler de aynı platformda hareket etmektedirler
Ulusal kaderini tayin hakkı demokratik bir taleptir ve sınıf bilinçli proletarya için o, sosyalizm davasının bir bileşeni durumuna gelmiştir. Sınıf bilinçli proletarya nihai kurtuluş hedefini, sosyalizm hedefini, ulusal çıkarlara feda etmez. Ancak, bu durum, onun, ulusal hak özgürlüğü için mücadele etmeyeceği, ulusal eşitsizliğe, baskı altında tutulmaya, ilhak ve işgale karşı kayıtsız kalacağı anlamına gelmez. Ezilen ulusun proleterleri, ezen ulus ve bütün diğer ulusların proletaryasıyla sınıf dayanışması görevini asla ihmal etmeksizin, ulusal boyunduruğa karşı tutarlı devrimci mücadeleyi örgütleyip, onun başına geçerek, ulusal kurtuluşu, sosyal kurtuluşa, proleter devrimine bağlar. Biliyoruz ki; ulusal baskı eninde sonunda geniş halk yığınlarının baskıya karşı direnişini besler direnişe yol açar. Tıpkı kapitalizmin kendi mezar kazıcısı proletaryayı örgütleyip, disipline etmesi ve kapitalizme karşı mücadele koşullarını olgunlaştırması gibi. ‘Ulusal olarak ezilen bir nüfusun direnişi her zaman ulusal ayaklanmaya meyillidir” (Lenin) Ulusal ayaklanma, siyasal bağımsızlığın elde edilmesi için girişilen ayaklanmadır. Türkiye’nin revizyonistleri ise, ezilen Kürt ulusunun, “ulusal olarak ezilen bir nüfusun direnişi”nin önünü, ‘yasal platform’da sağlanacak “adil” bir “mutabakat”la kesmeye çalışıyorlar.
Türk ulusundan işçi ve emekçiler, Kürt ulusuna karşı, Kürt işçi ve emekçi yığınlarına karşı yoğunlaşan baskıya, ulusal ezme politikasına, Kürt dili ve kültürünün yasaklanmasına, yıllara yayılmış imha ve asimile çabasına karşı olmak, Kürt halkına yönelik saldırılar karşısında suskun kalmayarak devrimci görevlerini yerine getirmek gibi doğru bir tutumu benimsemedikçe, devrimci sınıf olma özelliğine uygun bir tutum almış sayılamaz ve burjuvaziye karşı tüm işçilerin ulusal önyargılardan arınmış devrimci birliği gerçekleşemez. Kaldı ki; Kürt ulusuna yönelik baskıdan, Türk milliyetinden işçi ve emekçilere düşen pay, yalnızca daha fazla baskı, işkence ve sömürüdür. “Cumhuriyet döneminde yaşanan olaylar, Takrir-i Sükûn ve Mecburi İskân Kanunlarıyla ve Kürt halk hareketleri gerekçe kılınarak ilan edilen sıkıyönetim dönemlerinde yaşananları unutmak mümkün değildir. Türk ulusundan proletarya ve emekçiler, “Başka bir ulusu ezeri ulusun kendisinin de özgür olamayacağı” tarihsel gerçeğini, her an akılda tutmakla yükümlüdürler.
Öte yandan, ezilen ve eşit olmayan ulusların ayrılma özgürlüğünün Marksistler tarafından kayıtsız-şartsız savunulması, Marksistlerin, ulusların ayrılmasından yana oldukları anlamına gelmiyor. Marksistler, zora dayalı birliğe karşıdırlar ama zordan arınmış koşullarda ulusların eşit, özgür ve gönüllü birliğinin en kararlı savunucularıdırlar. Çünkü ulusların eşitlik ve özgürlük temelinde gönüllü birliği, geniş proleter yığınların burjuvazi karşısında birliği ve sosyalizm için güçlü bir mücadelesinin olanaklarını yaratır. Esas bölücü ve ayrımcı olan burjuvazi ve gericiliktir. Ulusal ayrımcılık, dil ayrımcılığı, mezhep ayrımcılığı yapan ve bütün bunları sürekli olarak canlı tutmaya çalışan sömürücü egemen sınıflardır. Onlar, eşitsizlik ve baskıyla, ulusların ezilen ve sömürülen yığınları arasında çitler çekerek, çelişkilerden yararlanma yöntemiyle egemenliklerini sürdürmek isterler. Ulusal özgülük koşulları proletaryaya, ezilip sömürülmesinin gerçek kaynağının ücretli kölelik sistemi olduğunu daha net görmesinin olanaklarını sağlar ve bu da, sosyalizm için mücadeleyi güçlendirir. Marksistler, geri halkların, baskı ve eşitsizlikten arınmış toplumsal koşullarda, toplumsal gelişmenin “insan”a sunduğu hizmetlerden yararlanmasını ve dünya proleter sınıf kardeşliğinin gerçekleşmesi için mücadele etmektedirler ve milyonlarca ve milyonlarca emekçinin, toplumun azınlık gücü olduğu halde, silahlanmış örgütlü güce sahip olması ve devlet olarak örgütlenmiş bulunması nedeniyle güçlü gözüken burjuvazinin diktası altında tutulması gibi bütünüyle “ada/ersiz, haksız, zorbalığa dayalı, durumun son bulması, tüm ayrımcı ve bölücü politikaların ve uygulamaların son bulması için çalışmaktadırlar. Bu nedenle burjuvazi ve gericilik tarafından, ve onun ‘sof maskeli temsilcileri olan revizyonistler tarafından Marksistlerin “bölücü”, ya da ‘ayrımcı’ olarak tanıtılmak istenmesi de kasıtlıdır ve işçi ve emekçilerin aldatılmasını hedeflemektedir.
Kaldı ki; ayrılma ya da birlikte yaşama son tahlilde bir ulusun kendi iradesiyle belirlenecek bir durumdur. Somut konuşursak, Kürt ulusunun ulusal özgürlüğünün savunulması, onun, ayrı devlet kurma da dâhil, kendi geleceğini kendisinin belirlemesi hakkının savunulmasıdır. Kürt halkı bugünkü köleci statü içinde isteyerek yer almamaktadır ve O, zor kullanılarak devlet bütünlüğü içinde tutulmaktadır. Onun, bu zora karşı, kendini ve yurdunu savunması kadar, savunmanın tüm biçimleri de bütünüyle meşru ve haklıdır. Yalnızca ve esas olarak “ilgili tüm tarafların mutabakattın meşru görenler, “askersel” yöntemlerin halkların özgürlük ve proletaryanın devrim mücadelesinde kullanılmasının “yanlı f ve “kabul edilemez” olduğunu ilan edenler, revizyonist ve reformistler, Kürt halkının kölelik durumunun devamını istemekte ve bunun için burjuvaziye ideolojik-siyasi ve pratik hizmetten geri durmamaktadırlar.
Ancak, ne burjuvazinin, emperyalizm ve dünya gericiliğinin saldırıları ne de, onların ve burjuva dünyanın hizmetindeki revizyonist-reformist akım parti ve güçlerin çabaları, tarihin ileri doğru dönen çarkını ve kapitalizmin zorunlu tasfiyesi ve sosyalizmin kurulması ve bununla birlikte ulusal baskının son bulup, ulusların kardeşliği üzerinde dünya emekçi kardeşliğinin gerçekleşmesini engelleyemez. Batılı kapitalist ülkelerde ve geri ülkelerde olduğu gibi, kapitalizmin restore edildiği Doğu Avrupa ülkelerinde de bu süreç kaçınılmaz olarak yaşanacak, yeniden devrim ve Marksizm kazanacak. Bu toplumsal gelişmenin zorunlu varış noktası ve zorunlu yürüyüş yönüdür. TBKP revizyonizmi de, Gorbaçov ve şürekâsı da bu gelişmeyi önleme gücüne asla sahip değildirler.
Mart 1990