Eserleri, saptama ve öngörüleriyle aramızda olmaya devam eden Enver Hoca’yı, Arnavutluk Devrimi ve AEP’nin önderi, revizyonizmin her türüne karşı mücadelenin yol gösterici neferi, sarsılmaz iradeli, yılmaz Marksist-Leninist, sahte “insanlık” edebiyatı yapan sapkınlık karşıtı bu gerçeklerin insanını, mücadeleci, insanlığın kurtuluşunun sınıfın kurtuluşundan geçtiğini bilen ve insanın gerçek özgürleşmesinin yolunda yürüyen ve yürüten örnek insan Hoca’mızı 11 Nisan 85’de beden olarak kaybettik.
Dakika heder etmeden tüm ömrünü sınıf ve insanlık için, devrim ve sosyalizm için ve bunun gereksindiği Marksizm-Leninizm’in saflığını korumaya hasrederek değerlendiren, Sovyetler Birliği ve diğer eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonundan çıkardığı derslerle ardında sağlam bir örnek bırakan Arnavutların ve dünya proletaryasının sevgili evladı, yoldaşı, ulusal ve sosyal kurtuluşları için mücadele eden halkların güvenilir dostu Enver adı proletarya ve devrim ve sosyalizm davasıyla, Marksizm-Leninizm’le kopmazca kaynaşmıştır. Enver Hoca denince akla proletarya, parti, devrim ve sosyalizm gelir ve tersi…
Önce zorlu anti-faşist ve işgale karşı savaş yılları.. İtalyan ve Alman emperyalizmi ve işbirlikçilerine karşı. Zaferin yarattığı koşulları değerlendirerek, Yunanistan, Fransa vb. örneklerinin tersine iktidar hedefine bağlanmış ulusal ve anti-faşist mücadeleyi proletarya devletinin kuruluşuyla taçlandırma. Anglo-Amerikan emperyalizminin baskıları ve yerli gericilik ve burjuvaziye boyun eğmeyiş ve iktidardan vazgeçmeyiş… Kurtuluştan sonra, gerilik ve gelişmemişlik gerekçesiyle “önce kapitalist gelişme ardından sosyalizm” teziyle özel mülkiyet ve sermayeye izin ve burjuvaziyle birleşme, “kapitalizmle sosyalizmin bütünleşmesi” yolunu izleyen Mao ve “ÇKP”si ve “Avrupa Komünizmi”nin bu yöndeki “teorileri” tersine, ekonomik, sosyal ve kültürel yönden geri kalmış, endüstriden yoksun, üretici güçlerin son derece aşağı düzeyde olduğu bir tarım ülkesi olan Arnavutluk’ta, bu durum, sosyalist üretim ilişkilerinin kurulmasının “gayet tabii çok önemli bir engeliydi, ama aşılmaz değil. Partimiz, üretici güçlerin yüksek bir düzeye ulaşmasını ve ondan sonra sosyalist ilişkilerin kurulmasına başlamayı bekleyemezdi” tavrıyla yabancı sermayenin tasfiyesine, toprak reformu ve kooperatif hareketinin geliştirilmesine, ana üretim araçlarının kamulaştırılmasına girişme… 76 Anayasasında ifadesini bulmak üzere, kentte ve kırda sosyalizmin ekonomik temelinin kurulmasıyla sınıf olarak burjuvazinin tasfiyesi ve yalnızca kardeş iki sınıf, işçi sınıfı ve kooperatif-çi köylülük ile sosyalist aydınlardan oluşan sosyalist Arnavutluk toplumunun yaratılışı…
Tüm bu dönem boyunca AEP ve Arnavutluk’u doğru yolundan döndürmek, parti ve devlet iktidarını ele geçirerek kapitalizm yolunu açmak isteyen çeşitli türden sapma ve revizyonist saldırı ve müdahalelere, emperyalizmin komploları ve kışkırtmalarına karşı koyuş, uyanıklık ve yorulmaz bir mücadele. Önce Tito’culuğun entrikalarıyla uğraşma, ardından Kruşçev’ciliğin yüzünün açığa çıkarılması, tehdit ve müdahale girişimlerinin üstesinden gelinmesi. Sonra Mao’culuğun burjuva ve demokratik, liberal, anti-Marksist pozisyonunun deşifre edilmesi ve Troçkizme karşı sürekli bir mücadele. Enver Hoca demek, revizyonizmin her türü için tam bir bela demektir.
Hoca’nın mücadele ve eserlerini sayarak sürdürmeyeceğiz yazımızı. Onun değerli bir eserini tanıtmayı seçtik: “Avrupa komünizmi anti-komünizmdir”. Enver Hoca’nın bu kitabını Türkçeye kazandırmakla YURT kitap-yayının Türkiye’de Marksizm’in mevzilerinin güçlenmesine katkısını kutluyoruz. Çevirinin, bazı yerlerde anlam bozukluklarına yol açan kötülüğü ve işin daha ciddi tutulması gereği ise, eleştirimiz.
“Değişen Kapitalizm”, “Eskimiş Marksizm”!
Enver Hoca’nın, Browderizm, Tito’culuk, Kruşçev’cilik ve Mao’culukla bağlantıları ve ortak özellikleriyle de Bernstein’cilik ve Kautskist klasik revizyonizmle birleşmişliği içinde gerçek içeriğini ortaya serdiği “Avrupa Komünizmi” üzerine eseri, yalnızca çeşitli bağlantılarıyla revizyonist Avrupa partilerinin yüzünü açığa çıkarmakla kalmıyor; eserin önemi, aynı zamanda, Kruşçev’ciliğin kaçınılmazlıkla ulaşacağı noktayı, henüz Gorbaçov döneminden çok önce, büyük bir öngörüyle ortaya koyuşundadır da. Ve eser, Türkiye açısından da ek bir önem taşıyor: Gericilik yıllarının burjuvaziyle birleşmeye, sınıf uyumuna, bireysel özgürleşmeye, proletarya, parti, devrim ve sosyalizm karşıtlığına ittiği, demokratizm modasına kapılan ve düzene entegrasyona yönelen liberalize solculuğun temel yönelimleri, Gorbaçov’culuğun yanı sıra, ona da belirgin bir temel sunan “Avrupa Komünizmi”nden özellikle philisten sürgünlük koşullarında etkilenmeye bağlı olarak şekillenmiştir. Aybar, Belge, T. Akçam, S. Aren gibileri, politik-ideolojik çoğulculuk savunucusu, Gorbaçov karşısında kayıtsız, geniş birlikçi-kanatlı partici “Yeni Öncü” gibi çevreler ve sınıf işbirlikçisi, yasalcı-parlamentarist, liberal-demokratik, reformcu TBKP ve SP (Aydınlık) gibi revizyonist akımlar, kimi tam ve açık olarak kimi bazı yönleriyle kendilerini gizlemeyi sürdürerek “Avrupa Komünizmi”nin izini sürüyorlar, Troçkizm, Mao’culuk ve Gorbaçov’culukla bulanmış halde. Ve doğal ki Bernstein’a, Kautsky’ye, Proudhon, hatta Bakunin’e yaslanarak ve sosyal demokrasiye övgüler düzerek… Hoca’nın eseri tümüne iyi bir yanıt oluşturuyor.
İspanyol revizyonist Carillo: “Leninizm’i günümüzün Marksizm’i saymak kabul edilemez”. Parti, “Marksist-demokratik devrimci” olmalı!
Togliatti’ci İtalyan revizyonistlerinin 15. Kongresi: “Marksist-Leninist deyimi, kuramsal ve ideolojik mirasımızın tüm zenginliklerini ifade edememektedir”.
Ve Fransız revizyonistler, parti belgelerinden Marksist-Leninist terimini çıkarmayı önerdiler.
“Böylece ‘Avrupa komünist revizyonistler’ uygulamada yıllar önce gerçekleştirdikleri Marksizm-Leninizm’le son bağlarını da koparıyor ve bunu kesmen ve açıktan açığa onaylamış oluyorlardı” diyor Enver Hoca. “Avrupa komünistleri, bugün Gorbaçov ve Türkiye’de örneğin M. Belge’nin yaptığı gibi, “burjuva toplumun Marks, Engels, Lenin ve Stalin zamanından sonra çok geliştiğini söyleyerek, bugünkü kapitalist toplumun ve çelişkilerinin yanlış bir görüntüsünü vermeye ve böylece de onların temel tahlil ve öğretilerinin ‘aşılmış ve çürümüş’ olduğunu göstermeye çabalıyorlar. Onlar bugünkü kapitalist toplumu birleşmiş olarak görüyor, bu toplumda proleter ve burjuva kutuplaşmasını ayırt etmiyor, bu iki sınıf arasındaki çelişkiyi artık temel çelişki olarak görmüyor, buradan hareketle, sınıf mücadelesini bu toplumun temel itici gücü olarak mülahaza etmiyorlar. Avrupa komünistleri ‘gelişme’den, ‘ilerleme’den, ‘refah’tan, ‘demokrasi’den vb. kaynaklanan bazı çelişkileri kabul etmekle yetiniyorlar. Onlara göre bu çelişkiler, eski çelişkilerin, özellikle de emek sermaye çelişkisinin yerini almışlardır.”
Bu “değişmiş kapitalizm” ve “eskimiş Marksizm” saldırısının 2. Dünya Savaşı sonlarına doğru Amerika’da ortaya çıkan ve modern revizyonizmin ilk belirişi olan Browderizmin tezlerinden kaynaklandığını söylüyor Hoca. Browderizm, “çeşitli biçimlerde batı Avrupa’nın, Avrupa komünistlerinin yanında, Çin ve Yugoslav revizyonistlerinin ideolojik ve siyasal platformlarının temelinde yatmaktadır” ve Kruşçev’ci çizgi, “başka formüllerle ifade edilse de Browder’in çizgisinin aynısı”dır, saptamasını yapan Enver Hoca, bu kaynak görüşü şöyle açıklıyor: “Amerikan emperyalizminin komünist partilere ve devrimci hareketlere zorla kabul ettirmeye çalıştığı teslimiyetçi ideolojik ve siyasal yolun ilk habercisi Browder’di. O, kapitalist gelişmenin tarihsel koşullarının ve uluslararası durumun değiştiği bahanesi ile Marksizm-Leninizm’i ‘çürümüş’ ilan etti ve onu katı dogma şemalardan oluşan bir sistem olarak niteledi. Sınıf mücadelesinden vazgeçmeyi savunarak ulusal ve uluslararası planda sınıf uzlaşması çağrısı yaptı. Amerikan emperyalizminin artık gerici olmadığını, burjuva toplumun yaralarını sarabileceğini ve emekçilerin iyiliği için demokratik yollarla gelişebileceğini sanıyordu. Sosyalizmi bir ideal, erişilecek bir amaç olarak görmüyordu artık… Ona göre büyük tekeller, bu emperyalizmin dayanakları, ülkenin demokratik ve sosyal gelişmesi için ilerici bir güç oluşturuyordu. Browder, kapitalist devletin sınıflı karakterlerini reddediyor, Amerikan toplumunu birleşmiş, uyumlu, sosyal düşmanlıkların olmadığı, sınıf işbirliği ve anlayışıyla donanmış bir toplum olarak görüyordu”.
“Proletaryasızlaşma” ! …
Bu “değişiklik” ve “eskimişlik” gerçek-üstücülüğünün temel bir gereksinimi ve sonucu proletaryanın da yapısı, niteliği, rolü ile değişmiş olmasının savunulmasıydı. Öyle oldu; bugünkü “elveda proletarya” ilanı, toplumun proletaryasızlaşması, sömürülen, ezilen bir sınıf olarak proletaryanın yok olması ve kapitalizmin doğurduğu mezar kazıcısı olarak onun burjuvaziyle uzlaşmaz karşıtlığına dayanmayan “yenilenmiş kapitalizm”de artık en ilerici ve devrimci, toplumsal alt üst oluş için yetenekli bir sınıf olmaktan çıkması doğrultusunda görüşler, örneğin M. Belge’nin proletaryaya ve ona dayanmaya itiraz eden görüşleri, yeni ortaya çıkmıyor; Browder’den bu yana savunula-geliyor. Yeni Müslüman eski komünist, revizyonist ideolog Graudy ile başlayarak FKP, Carillo’yla İspanyol revizyonizmi ve Togliatti ve Berlinguer ile İtalyanlar tarafından “Avrupa Komünizmi”nin bir temel tezi olarak yıllardır işlendi toplumun proletaryasızlaşması.
Carillo’nun “Avrupa Komünizmi ve Devlet” adlı sapkınlık savunusuna göre, “proletarya, bugün artık, sosyalizm için mücadeleyi yöneten toplumun en devrimci sınıfı değildir ve çeşitli derecelerde, bu rol tüm sınıflara aittir, özellikle de aydınlara, bu hain, Lenin devrinde, proletaryanın geri kalmış bir sınıf olduğunu, oysa bugün işçi sınıfının çok ilerlemiş bir sınıf olduğunu ve yanında da aydınların bilinç seviyelerini çok yükselttiklerini iddia ediyor.” Georges Marchais ise, “artık, Fransız proletaryasından değil, ancak Fransız işçi sınıfından söz edilebilir” diyor.
“Değişen” ve “tüketim toplumu”, “ileri endüstri toplumu” haline dönüşen kapitalist toplum “sınıfları da bir düzeye getirmişti”! ‘Tüm revizyonistler, Amerikan proletaryasını kafasında canlandırırken, ‘üst seviyede endüstrileşmiş’ Amerikan toplumunda Marks’ın anladığı anlamda bir proletarya olmadığını ‘kanıtlamaya çalışan Marcuse’nin yolunu izliyorlar. Ona göre bu proletarya artık tarihe karışmıştır” diyen Enver Hoca, “halen diye iddia ediyorlar, proletarya Marks ve Lenin zamanındaki proletarya değildir, sınıflar değişti, bu sınıflar artık, Marks ve Lenin’in tanıdığı ve konu ettiği sınıflar değildir. Bugün diyorlar, Avrupa komünistleri, burjuva sınıfı, sınıf olarak ’emekçiler’in içinde ergimiş, onlarla özdeşleşmiştir ve zenginlik küçük bir kapitalist kliğin elinde toplanmıştır, bunlar da mülkiyeti koruyup savunuyorlar. Örneğin Marchais, şunu ‘keşfetti’: Fransa’da halihazırda ‘hesaba katılan’ burjuvazi 25 endüstri ve finans grubunda toplanmış, geri kalansa ’emekçiler’denmiş! Avrupa-komünist revizyonistler için bugün kapitalist toplumun tüm sınıf ve tabakaları, özellikle de aydınları proletarya ile özdeşleşmiştir. Onlara göre bu bir avuç kapitalist bir yana, ayrım yapmadan tüm ötekiler, toplumu, burjuva toplumundan sosyalist topluma dönüştürmek isteyeceklerdir.” diye ekliyor. Marchais ve FKP’nin görüşlerini, revizyonizm suçuyla partiden atılan Garaudy’ye bağlayan Hoca: “Şimdi, öteki revizyonistlerce de yinelenen ve uygulanan Garaudy tezlerinde: ‘Bugünkü koşullarda devrime gerek yoktur, çünkü işçiler artık burjuva mülk sahipleri tarafından değil, fakat onların yerini alan teknisyenler tarafından yönetilen büyük kapitalist teşebbüslerin kârını etkin bir şekilde tedricen bölüşüyorlar’ diyordu.” görüşünü aktarıyor O’nun.
Enver Hoca, “Günlük yaşam, işçi sınıfının mücadelesi bu teorilerin maskesini indirmeye devam ediyor” diyor, Türkiye’de de örneğin M. Belge’nin proletaryayı ve rolünü reddeden yazısının mürekkebi kurumadan tırmanışa geçen ve yasal sınırları zorlayarak ilerleyen proletaryanın eylemi aynı şeyi yapmıyor mu? Hoca, Marks’ın bir temel tezine değinerek, “Marks’ın tezi, yani her işçinin ne ölçüde zenginlik üretirse o ölçüde yoksullaşacağını, ne denli çok meta üretirse, bir meta olarak kendi değerinin o denli azalacağını, proletaryanın üretim araçlarını kamulaştırmadan ve burjuva devlet iktidarını devrimle alaşağı etmeden sömürüden kurtulamayacağını açık bir şekilde kanıtlıyor” diyor ve devam ediyor: “Bugün Marchais, Berlinguer, Carillo ve yandaşları gibi revizyonistler, Marks’ın bu bilimsel görüşünü reddediyorlar. Günümüzde diyorlar, bilimsel ve teknik devrimin gelişmesi, işçilerin reformlar yoluyla elde ettiklerinden dolayı, proletaryanın göreli ve mutlak yoksullaşması süreci artık ortadan kalkmıştır. Bununla da, proletaryaya, tüm istek ve gereksinimlerinin kapitalistlerce verilen sadakalar ile yerine geleceğini, bu yüzden devrime gerek kalmadığını söylemek istiyorlar.”
“Değişen kapitalizm” ve “proletaryasızlaşma” tezlerinin ortaya atılış nedeni açıktır: proletaryadan söz edildiği yerde kutuplaşmanın geçerli olduğu kapitalist bir toplum ve proletaryanın sömürücü ve baskıcı burjuvaziye karşı mücadelesi var demektir. Bu mücadele nesnel olarak burjuvazinin ekonomik egemenliğinin yanında siyasal egemenliğini, iktidarını hedefler ve revizyonizmin “eskimiş dogmalar” olarak göstermeye çalıştığı Marksizm’le birleştiğinde bu mücadele sosyalizme ve sınıfsız topluma yönelir. Enver Hoca bu gerçeği de vurguluyor:
“Emekçiler baskı ve sömürüden kurtulup özgürce yaşamak ve kendi emeklerinin meyvelerini tatmak amacıyla ‘patronları’ ve ‘tiranları’ yıkmak için Marksizm-Leninizm’i bilmeden de mücadele edebilirler. Fakat Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in öğretileri sayesinde bu mücadeledeki doğru yolu, kendilerine vahşi kapitalist ormanda yol gösteren pusulayı bulur ve güvenli sosyalist geleceği gösteren ışığa kavuşmuş olurlar.”
Burjuvaziyi ve varlıklarıyla geleceklerini ona bağlamış revizyonistleri ürküten ise tam da budur. Sınıf zıtlığıyla kapitalizmin ve ezilen, sömürülen, geleceği kurmaya yetenekli, en devrimci sınıf olarak proletaryanın geçersizleştiği tezlerinin amacı, sınıf mücadelesi ve devrimin reddidir.
“Marksizm’in en büyük değerlerinden birisi, proletaryada sadece ezilen ve sömürülen bir sınıfı değil, zamanın en ilerici, devrimci sınıfını, tarihin kapitalizmin mezar kazıcılığı görevini verdiği sınıfı da görmesidir. Marks ve Engels bu görevin, sosyo-ekonomik koşulların kendisinden, proleter sınıfın üretim sürecinde ve sosyo-politik yaşamda aldığı yer ve oynadığı rolden, gelecekteki sosyalist toplumun yeni ilişkilerinin taşıyıcısı, yolunu aydınlatan kendi bilimsel ideolojisinin, kendi yönetici kurmayı komünist partisinin sahibi olması gerçeğinden doğduğunu ortaya koydu” diye yazar Enver Hoca ve dikkatlerin revizyonistler tarafından bilinçli olarak ekonomik egemenlik koşullarından, sömürüden, sınıf zıtlığının bu temelinden uzaklaştırılmaya çalışıldığını söyler: “Burjuva toplumda asıl olan, kapitalizmin işçi sınıfına vurduğu ekonomik zincirlerdir. Tüm kapitalist sistem bu tutsaklık üzerine kurulmuştur… Bu büyük gerçeği reddetmeye güçleri yetmeyen burjuva revizyonist teorisyenler, Marks’ın sözünü ettiği asıl ekonomik sömürü sorununu karartmaya, uydurma tezlerle yanlış olarak yorumlamaya çalışıyorlar. Emelleri, dikkatleri, ‘tüketici toplumun iyilikleri’ üzerinde toplamaya çalışarak, işçi sınıfını, kapitalizme karşı mücadelesinden caydırmaktır… Özellikle de, işçinin ‘tüketim toplumunda’ çok şeyden yararlandığı için ekonomik sorunlarının en sonda geleceği tezini överler. Onlara göre işçinin tüm kaygısı, salt dinsel sorunları, ailesi, karısı, televizyonu, arabası vb.dir. Sonuç olarak da, ekonomik sömürü sorunu, sözde artık sınıf mücadelesi ve devrimin temel sorunu değildir. Gerçekte burjuvazi tüm bunları, sorunu yumuşatmak, çalışan kitleleri burjuva düzeni yıkma mücadelesinden caydırmak için yapmaktadır.”
Revizyonizmin “Yeni Sosyalizm Yollan”
Peki, “değişen kapitalizm” ve ‘”proletaryasızlaşan” toplum karşısında “Avrupa komünistleri” ne tür bir “sosyalizm” öngörüyorlar? Türkiye’deki “yeni sosyalizm modeli” arayışları kuşkusuz yeni değil, “yem modeller” öteden beri aranıyor. Marks zamanında Proudhon” federalizmi”, “federalist sosyalizm” vardı, aranmış; Bakunin, sonradan Tito’culuğun ve “Avrupa Komünistlerinin” devraldığı “işçi öz-yönetimi”ni bulmuştu arayıp; Bernstein, yine “Avrupa Komünistlerinin” savunmayı sürdürdüğü “yapısal reformlar”ı öngörmüştü; Mao’nun bulduğu model “Çinlileştirilmiş sosyalizm”di; Dubçek “güler yüzlü sosyalizmi” aramıştı; son olarak Gorbaçov ise “insancıl sosyalizm”de karar kılmıştı. Bizim liberallerle, aynı, “değişen kapitalizm” ve “proletaryasızlaşma” dejenerasyonundan yola çıkan Avrupa komünistleri, onlara da örnek sunan “yeni modeller” yaratmışlardı: “İtalyan yolu”, “Fransız yolu”, “Üçüncü yol”, “Özyönetim sosyalizmi” gibi… Değişik terimlerle ifade edilen aynı öze sahip “yollar” ve “modeller”: kapitalist “sosyalizm modelleri”. Enver Hoca’nın deyişiyle bu “sosyalizmler” hâlihazırdaki kapitalist sistemdir.
2. Savaş sonrası “yeni sosyalizm modeli”ni ilk ortaya atan Browder’dir. O, ” ‘Komünizm yirminci yüzyılın Amerikanizmidir’ diye ilan ediyordu. Düşüncesine göre, tüm gelişmiş kapitalist ülkeler, Amerikan demokrasisinin örnek alınacağı burjuva demokrasisini uygulayarak tüm çelişkilerini çözebilir ve yavaş yavaş sosyalizme ulaşabilirdi.”
“Sosyalizmin İtalyan yolu”, sosyal demokratların ve Ekim Devriminin yolundan farklı bir “üçüncü yol”du. “Bu üçüncü yol İKP’nin 15. Kongresinde: ‘Çağın ulusal çizgilerine ve koşullarına, Batı Avrupa ülkelerinde bugün olduğu gibi parlamenter demokratik kurumlar üzerinde temellenen gelişmiş endüstri toplumlarındaki ortak önemli özellik ve istemlere uyarlanmış bir çözüm’ olarak sunuldu.” “FKP’nin 22. Kongresinde Marchais, sosyalizme sınıf mücadelesi olmadan gideceklerini, artık bu toplumu kurmak için proletarya diktatörlüğüne gerek kalmadığını açıkladı.” Carillo’ya göreyse, “komünistler bugün iktidarı şiddet yoluyla değil, burjuva iktidarı yıkıp proletarya diktatörlüğünü kurarak değil, kapitalist sistemin geçirdiği değişiklikleri göz önüne alarak, buna uygun başka biçimlerden yararlanarak almalıdır. Hâlihazırdaki burjuva toplum, kendi bünyesinde sosyalizmin tohumunu taşımaktaymış ve bu yüzden de proletarya sosyalizmin kurulmasıyla ilgilenen tek sınıf değilmiş.”
“Dönek Carillo’ya inanılırsa, çalışan kitlelerle günümüz burjuva devleti arasındaki anlaşmazlık özünden değişmiştir. Bu artık eski anlaşmazlık değildir, neden ki günümüzde burjuva devlet artık bir tüm olarak burjuvazinin değil, sadece onun küçük bir kısmının, büyük tekel gruplarını kontrol eden kısmının çıkarlarını savunan bir girişimci olmuştur. İşte bunun için de, şimdi devlet salt ileri proletaryaya değil, bizzat burjuvazinin büyük bir kesimini kapsayan geniş toplumsal sınıf ve tabakalara da doğrudan karşıdır. Büyük finans oligarşisine ve girişimci devlete karşı olan çeşitli sınıflardan elemanlar, devlet aygıtına nüfuz edebilir, girmiştir de. Bu ‘ilerici elemanlar’ sayesinde, reformlar yoluyla iktidarı ele geçirmek mümkündür.” “Devrimcilerin şimdiki stratejileri diyor Carillo, burjuvazinin devlet iktidarını yıkmak değildir, neden ki bunlar iktidarı ellerinde tutmamaktadır; bu strateji burjuva üretim ilişkilerini de yıkmak değildir, çünkü zaten değişmiştir bu ilişkiler. Yapılması gereken tek şey, ideolojik ve politik kurumları reformlar yoluyla ve kademe kademe, onları toplumsal gerçeğe uygun kılmak ve halkın yararına dönüştürmek için değiştirmektir.”
İtalyan ve Fransız revizyonistler de benzer terimlerle Carillo’nun formülasyonunu kullanıyorlar. Marchais, 25 tekel grubunun dışında burjuvazi tanımıyor, tüm geri kalan burjuvaları “emekçiler” ve “sosyalizm güçlen içine” dâhil ediyor; İtalyan revizyonistler ise polis ve papazlardan oy almakla, onları sosyalizme kazanmakla övünüyorlar.
Fransız revizyonistler, toplumun sosyalizm için devrim ve proletarya diktatörlüğünü gereksinmeyecek ölçüde olgunlaştığını, gelişen üretici güçlerin kendiliğinden sosyalizme götürmekte olduğunu iddia eden “teoriler” geliştiriyorlar. “Onların ağızlarına bakarsak, toplumdaki her sınıf, hatta her birey bir sosyalist olarak düşünmektedir. Onlara göre, sosyalizm, insanların bilincine öylesine etkin bir şekilde nüfuz etmiştir ki, bu bilinçle özdeşleşmiştir. FKP’nin 23. Kongresinde kabul edilen sonuç bildirisinde şöyle denmektedir: ‘Sosyalizm daha şimdiden gerçekleşiyor ve gelecekte de bir çok şekiller allında daha da ger çekleşecektir.”
“Sosyalizmin İtalyan yolu” ise, İtalyan revizyonistlerine göre, “Cumhuriyet anayasasında belirtilmiş çizgidir, bu da İtalya’yı siyasal demokrasi üzerine kurulmuş sosyalist bir topluma dönüştürmek için ülkeyi bu yola angaje etmektir”. Togliatti şöyle diyor: “Anayasanın belirlediği ve öngördüğü demokratik özgürlükler ve ilerici toplumsal dönüşümler alanında yer alan sosyalist bir gelişme amaçlamak uygundur… Bu anayasa şimdilik sosyalist bir anayasa değildir ama çok geniş bir birleştirici hareketin ifadesi olduğundan, öteki burjuva anayasalarından temelden değişiktir ve İtalyan toplumunun sosyalizme giden yolda gelişmesinin etkili bir temelini oluşturur.” Rus Kadetlerinin “anayasal demokratizminden” sonra “yeni model” “anayasal sosyalizm”! İktidarda değişikliğe gerek yok, anayasa çerçevesinde sosyalizme gidilebiliyor! Bizde de liberal “sosyalistlerimiz” aynı şeyi öngörmüyorlar mı? Aybar’dan Aren’e, Belge’ye dek. Ve modelleri “yeni” oluyor!
10. Kongrelerinde İtalyan revizyonistler, Togliatti “sosyalizmin İtalyan yolu”nun “yapısal reformlar yolu” olarak tanımladı. “Bu ‘yapısal reformlar’ teorisine göre, sosyalizme geçiş barışçı yollarla koparılacak tedrici reformlar yoluyla olacaktı. Bu tedrici reformlar, tekelci kapitalistlerin ülkenin tüm zenginliğini, silahlarını ve parlamentonun işletim ve yönetimini ellerinde tuttukları gerçeğine aldırış etmeden, sadece parlamentarizm aracılığıyla, yani oy gücüyle olacaktı. İtalyan revizyonistlerine göre, burjuva devlet çerçevesinde yürütülmesi güya mümkün olan ‘sosyo ekonomik yapısal reformlar’ sömürüyü ve sınıf eşitsizliklerini silip süpürecek ve giderek yönetenlerle yönetilenler arasındaki ayrılığın üstesinden gelmeyi, insanın ve toplumun tümden kurtuluşuna götüren ilerlemeyi gerçekleştirebilecektir.” Enver Hoca, Togliatti’nin “yapısal reformlar yolu”nun Berlinguer tarafından geliştirilerek “tarihsel uzlaşmaya” dönüştürüldüğünü, bu yolla tekelci burjuvazi ve yüksek ruhban hiyerarşisinin temsilcisi Hıristiyan demokratlara devleti kurtarmak amacıyla işbirliği sunulduğunu belirtiyor. İtalyan revizyonistler diyor Hoca, Hıristiyan demokratlarla işbirliğine gitmeden hükümet olan ve başarısızlığa uğrayarak “sosyalizmin barışçıl yolu”na gölge düşüren Allende’nin Şili deneyinden ders çıkararak, “sol koalisyon hükümetinden” vazgeçip Hıristiyan demokratlarla “tarihsel uzlaşmaya” yöneldiler. “Sosyalizme karşı” artık gerici sağ güçlerle koalisyonla gerçekleştirilecekti!
Avrupalı revizyonistlerin burjuva devleti savunmalarının adı, “sosyalizme gidişin demokratik yolu”dur. “Avrupa komünistleri, kapitalist toplumdan sosyalist topluma dönüşme yolunu, burjuva siyasi demokrasisinin en uç noktaya kadar ulaşmış bir gelişmesi olarak, niteliksel değil niceliksel bir değişikliğe götüren barışçı bir yol olarak gösteriyorlar. İtalyan revizyonistleri: ‘Siyasal demokrasi, bir devletin, hatta sosyalist bir devletin en yüksek bir örgütlenme kurumu olarak kendini gösterir’ diyorlar… Öte yandan İspanyol revizyonistler de ‘siyasal ve toplumsal demokrasi ne kapitalist, ne sosyalist bir üçüncü yoldur, kapitalizmle sosyalizm arasında geçici bir aşamadır’ diye iddia ediyorlar. ‘Demokrasi değişimlerin hem amacı hem aracıdır’ diyor Marchais. “Saf” sınıflar üstü demokrasi anlayışı, Gorbaçov’a ve bizim liberal demokratlarımıza Avrupa komünistlerinden, onlara da Bernstein ve Kautsky’den aktarılıyor. Ve demokrasi ne denli çok savunulur, ne denli demokratik araçlar kullanılırsa sosyalizme o denli gidilebiliyor! Geliştiriliyor, demokrasi ve sosyalizm oluyor, dönüşüme gerek kalmıyor! Amaç burjuva demokrasisini korumak ve genişletmek oluyor. Sosyalizm mi? Böylelikle zaten “sosyalizme” gidilecek!
“Yeni Yollar”ın Özel Mülkiyetçiliği
“Sosyalizmin” bu İtalyan, Fransız, İspanyol “yollarında yürümek ve bu tür “model “sosyalizmler” kurmak için mülksüzleştirmelere, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasına gerek yoktur. Avrupalı “komünistlerimiz” bu tür önlemlere, onlardan öğrenen Belge ve Aybar gibi, hiç tevessül etmediklerini ilan ediyorlar. “Avrupa komünistlerinin düşledikleri sosyalizm, içinde sosyalist ve kapitalist öğelerin birleştiği, ekonomi ve siyasette, temelde ve üst yapıda beraberce yer aldığı bir toplumdur. Onların “sosyalizminde’ hem ‘sosyalist mülkiyet’ hem de kapitalist mülkiyet olacaktır. Öyleyse sömüren ve sömürülen sınıflar da olacaktır” diyerek nitelik belirlemesi yapan Enver Hoca, “Avrupa Komünistleri”nden şu burjuva liberal görüşlerini aktarıyor: ” ‘Sosyalist bir toplumu gerçekleştirmek için, üretim araçlarının tümüyle ulusallaştırılması gerekmez’ diye ilan ediyorlar, İtalyan revizyonistleri. ‘Halk sektörünün yanı sıra… özel girişim de çalışacaktır… serbestçe ortaklaşmış köylü mülkiyeti… esnaflar, küçük ve orta endüstri… üçüncü sektördeki özel girişim…lerin oynayacağı özel bir rol vardır. Toplumun sosyalist anlamda değişimi sürecinin bu anlayışında, ekonomik sistem programlama ve pazar arasında, kamu girişimiyle özel girişim arasında bütünleşmeyi garanti edecek bir şekilde bağıntılı çalışmalıdır. ‘Fransız revizyonistleri de işte bu cins bir ‘sosyalizm’ iddia ediyorlar. Diyorlar ki: ‘Bu toplum, toplumsal mülkiyetin diğer biçimlerinin ve özel mülkiyete dayalı ekonomik bir sektörün yanı sıra, demokratik ulusallaştırmaların yeterli bir bütünlüğünü ister.’ Carillo’ya gelince, o ‘Ekonomik planda karma bir karakteri olacak olan bu sistem, mülk sahiplerinin sadece ekonomik planda değil, çıkarlarını simgeleyen bir ya da daha fazla siyasi partide de örgütlendikleri bir siyasi rejimde ifadesini bulacak, bu durum siyasal ve ideolojik çoğulculuğun öğelerinden biri durumuna gelecektir’ diyor.”
“Avrupa Komünistleri”, “kamu sektörü” ya da ulusallaştırılarak kapitalist devlet mülkiyeti haline getirilmiş kolektif mülkiyet biçimini sosyalist kolektif mülkiyet olarak gösteren aldatıcılık yanında, üretim araçlarının özel mülkiyetinin varlığını kabullenen ve hiç değilse bir ayağıyla ona dayanan bir “sosyalist model”, insanın insan tarafından sömürülmesinin sürdüğü ve süre-gideceği, bir kutupta zenginlikleri ellerinde tutan sömürücü bir azınlığın diğerinde yoksunluk ve işgücü meta durumunda, sefalete mahkûm kılınmış çoğunluğun bulunduğu kapitalist toplumun savunuculuğuna soyunmuşlardır. “Daha önce de kanıtlanmıştır ki, kapitalist mülkiyet ve burjuva devlet yok edilmeden sosyalizm var olamaz. İstisnasız tüm sektörlerde üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti ve proletarya diktatörlüğü kurulmadan sosyalizm kurulamaz”.
“Avrupa Komünistleri”, klasik revizyonistlerle, Kruşçev, tito ile özel mülkiyetçilikte birleşmelerinin ve Kruşçev’in yanı sıra Gorbaçov’un bugünkü özel teşebbüsçülüğüne yol vermelerinin yanında Mao Zedung ve ÇKP’si ile de tam bir birlik içindedirler. Japon emperyalizmine karşı mücadelenin zaferinden sonra Çin’de kurulan burjuva demokratik “Yeni Demokrasi” düzeni, “Avrupa komünistlerinin’ savundukları “sosyalizmle kapitalizmin bütünlüğü” ve “özel ve sosyalist mülkiyetin bir aradalığı” türünden orijinalliğin, kapitalist düzenin bir örneği olarak ortaya çıkmıştı. Çin’de kapitalizmin serbest ve sınırsız gelişmesinden yana olan ve sözde -üretici güçler teorisi uyarınca- “sosyalizme” ancak böyle gidilebileceğini savunan Mao Zedung, ÇKP 7. Kongresinde “bazıları” diyordu, komünistlerin özel girişimin, özel sermayenin gelişmesine, özel mülkiyetin korunmasına karşı olduklarını sanıyor. Bunun gerçekle bir ilgisi yoktur. Kurmaya çabaladığımız yeni demokrasi düzeninin görevi, geniş Çinli kitlelerinin toplumda özel girişimlerini, özel kapitalist ekonomiyi serbestçe geliştirmelerini garantilemektir.” Mao’yu, bir burjuva demokrat olmanın ötesinde benimseyip, Marksizm’i ondan öğrenmeye çalışanlar, bugünkü Gorbaçov’cu özel girişimcilik furyasında, hâlâ, O’nun Gorbaçov ve “Avrupa Komünizmi”nin açık kapitalist yolculuğuyla, giderek Bernstein ve Proudhon’la, Tito’yla birleştiğini görmemekte ayak direrlerse, bu konuda, kendilerini olsun ikna edebilirler mi? Kapitalizmin savunulacak yanı olmadığı açıktır ve bu konuda konuşup yazmaya da gerek yoktur.
“Avrupa komünistleri”, bizdeki Aybar ve M. Belge örneği “aşırı demokrat”, “devlet müdahaleciliği karşıtı” ve “sivil toplumcu”durlar. Bu görüşleriyle “özyönetim sosyalizmi”ni savunmaya yönelirler. “Halk sektörü”, halkın kapitalizmde kendi kendini ekonomik ve buradan hareketle siyasal olarak da yönetmelerinin temelini oluşturan “özyönetim” birimleridir. Marchais, Belge ile hemen aynı sözcükleri kullanarak (Belge’den öğrenmiş olmalı, tersi değildir herhalde!) devletçiliğe karşı çıkar: “Bugün, bu otoriteciliğe, boğucu merkeziyetçiliğe karşı mücadele ediyoruz… tersine biz, ulusallaştırılmış müesseselerin özyönetim otonomisiyle yönetilmesini, çalışanların -işçiler, memurlar, mühendisler ve kadroları- giderek bu yönetime daha etkin katılmalarını istiyoruz. Aynı şekilde, belediyelerin, bakanlıkların ve bölgelerin gerçek demokratik özyönetim karar merkezleri olmasını istiyoruz.” Özel mülkiyet ve özyönetim, bu ikisi birbirine pek uygun, ama yanlarında “sosyalizm” sözcüğünün kullanılması, ne denli güçlü bir yapıştırıcı bulunursa bulunsun olanaksız.
“Avrupa Komünistleri”nin “sosyalist devleti” de, kuşkusuz proletarya diktatörlüğünden başka her şey olabilirdi. Onlar gerçi proletarya diktatörlüğünü açık olarak reddetmişlerdir, ama bu açıklığa ulaşmamış olsalardı da, örneğin Mao Zedung gibi onu laf olarak kullanmaya devam etselerdi, şimdiye dek anılan görüşleriyle, aslında savundukları tam da burjuva devlet olurdu. Ama “Avrupa Komünistleri” ve özellikle Carillo, Enver Hoca’nın deyişiyle “eldivensiz revizyonizmdir” ve burjuva devleti savunmada oldukça açık bir tutum içindedirler. Anayasasıyla, parlamentosuyla savunuyorlar onu. En çok, “herkesin” olacak bir devlet istiyorlar. Finans oligarşisinin tahakkümünü engellemek genel olarak burjuvazi, küçük burjuvazi, esnaflar, papazlar, polisler, yargıçlar ve bu arada da proletarya, devleti ele geçirdiler mi sosyalizm davası kazanılmış olacaktır; Onlar, Hoca’nın dediği gibi Lassalle’ın “özgür halk devleti”ni savunma durumundadırlar. Ve böyle bir devlete, herhangi bir kırıp parçalama eylemi olmadan, anayasal çerçevede, düzen partileriyle birlikte, hatta “tarihsel uzlaşma” yoluyla gidilecek, sosyalizm de, bugünlerde dünyada ve Türkiye’de pek moda olduğu üzere çoğulcu bir toplum olacaktır: parlamenter çoğulcu demokrasi devleti.
“Revizyonistler kendi ‘sosyalizmlerinde’ partilerin ‘münavebe’ ile hükümet olabileceklerini ve birden fazla parti olacağını ilan ediyorlar. Bu konuda tutarlı olduklarını söylemek uygun olacaktır. İçinde uzlaşmaz sınıfların, burjuvazinin çeşitli tabakalarının, özel çıkarlı kapitalist grupların bulunacağı bir toplumda başka başka partiler de olacak ve orada kapitalist toplumun durumuna ve gereksinmeye göre, çeşitli partiler nöbet değiştirecektir. Fakat Avrupa komünistlerinin konuyu bilerek çarpıttıkları nokta şurada: onlar bu çoğulculuğu, burjuva devlet arabasının atlarının değiştirilmesi uygulamasını demokrasinin doruk noktası, bütün toplumsal sorunları çözme olanağını yaratan koşullar olarak sunmaktadırlar. Amaçları, gerçek sosyalist toplum anlayışını bile saptırmak, burjuva devletini ve onun kurumlarını, devrime ve eski burjuva devletini parçalamaya gerek kalmadan, sanki sosyalist amaçları gerçekleştirebilecek güç ve yetenekte göstermektir” diyor Enver Hoca.
Proletarya Hegemonyasını Ret ve Partinin Tasfiyesi
Ve “Avrupa komünistleri”, “değişen kapitalizm” ve proletaryasızlaşma” tezlerinden yola çıkıp, çeşitli burjuva katmanlarla birlikte “tarihsel uzlaşmayla” geçileceğini söyledikleri “anayasal sosyalizm”de, üstelik siyasal-toplumsal örgütlenme çoğulculuk esasına dayalı olacağından, kuşku yok ki devrimde proletarya önderliği ve hegemonyası diye bir şey tanımıyorlar. Bir yandan işçilerin köylülerle ittifakı yerine burjuvaziyle, onların temsilcisi partilerle “tarihsel uzlaşmayı” ve ittifakı geçiriyor; diğer yandan, doğal olarak, proletaryayı sosyalizmin güçlerinden yalnızca biri olarak saptıyorlar, o da proletarya değil, “emekçiler” olmak üzere, çeşitli burjuva katmanlarıyla bir arada. Hegemonya yerini uzlaşmaya, bir diğer deyişle burjuvazinin kuyruğu oluşa bırakıyor.
“Tüm dönemlerde, işçi sınıfına ve onun yönetici rolüne ilişkin tutum, devrimci bilincin mihenk taşı olmuştu. Devrimci harekette proletarya hegemonyasının yadsınması reformizmin en kaba şeklidir diyordu Lenin. Ama bu kabalık İtalyan revizyonistlerini hiç mi hiç endişelendirmemektedir. Reformizmlerini o denli kabaca övmektedirler ki, gerçekten, gülünç duruma düşmektedirler, ‘kapitalizmi arkada bırakıp, sosyalizmi kurma sürecinde işçi sınıfının yönetici rolü, tüm anayasal partilerin, kuşkusuz her zaman demokratik anayasal kurallara bağlı kalırken, toplumun sosyalist dönüşümünü istemeyen, buna karşı çıkan partilerin bile, tüm haklara sahip olduğu demokratik sistem çerçevesinde, sosyalizmi isteyen farklı parti ve gruplar arasında işbirliği ve anlaşma yoluyla gerçekleştirilebilir ve gerçekleştirilmelidir’ deyip duruyorlar.” diye yazıyor Enver Hoca.
Sosyalizmi kurmaya yetenekli tek güç ve kapitalist toplumun en devrimci sınıfı olarak proletaryayı ve onun hegemonyasını yadsıyan “Avrupa komünistleri”, Browder ve Tito’nun peşinden ve Kruşçev’le birlikte proletaryanın sınıf partisini de tasfiye etmişlerdir.
Browder, “komünistler, diye yazıyordu, pratik politik amaçlarının uzun bir süre ve tüm temel sorunlarda komünist olmayan büyük bir kitlenin amaçlarıyla uyuşacağını öngörüyorlar, bu olguyla siyasal eylemlerimiz bu cins büyük hareketler içinde eriyecektir. Bu nedenle komünistlerin ayrı bir siyasi partisinin varlığı uygulamada bir yarar sağlamaz, tersine daha büyük bir birliğin önünde engel teşkil edebilir. Bunun için komünistler ayrı siyasi partilerini dağıtıp, bugünün görevlerine, bu görevlerin yerine getirilmesinde kullanılacak siyasi yapıya daha iyi uyan yeni ve değişik örgütlenme biçimleri bulacaklardır.”
Titocular’a gelince, onlar da “önce, Marksizm-Leninizm’i, onun sosyalist toplumdaki devrimci gücünün, komünist partinin rolü ve görevi konusundaki prensiplerini değiştirdiler. Proletarya diktatörlüğü sisteminde komünist partisinin yaşamın her alanındaki rolü hakkındaki Marksist teze saldırdılar… Browder örneğinde olduğu gibi, sadece partinin ismini komünistler birliği olarak değiştirerek değil, amaçlarını, işlevini, devrim ve sosyalizmin kurulmasında oynayacağı rolü değiştirdiler ve onu tasfiye ettiler. Titocular partiyi bir eğitim ve propaganda derneğine çevirdiler.”
Kruşçev, partinin adını değiştirmedi, prestijinden yararlanmaya çalıştı bu adın, ama içini öncü boşalttı sonra burjuva revizyonist cürufla doldurdu; Kruşçev’in proletarya partisinden “bütün halkın partisi”ne dönüştüğünü ilan ettiği parti, “ordu, polis ve burjuva diktatörlüğünün öteki örgütleri gibi kitleleri baskı altına almak için bir örgüte dönüştü.”
“Avrupa komünistleri”ne, örneğin İtalyan revizyonistlerine bakıldığında, Togliatti, daha 1956’da, Kruşçevci Kongrenin hemen ardından, sosyalizmle kapitalizmin bütünleşmesi görüşünü ortaya atıp, komünist partinin zorunlu olarak sosyalizme ulaşmak için proletaryanın mücadelesinde tek yönetici olmadığı tezini geliştirmişti. Moskova dönüşü, “Togliatti, Napoli’de, sınıfsal bileşimiyle, ideolojisi ve örgütsel yapısıyla Leninist bir partiden farklı ve ‘kitlelerin yeni partisi’ diye adlandırdığı düşüncesini, hatta platformunu ileri sürdü. “Togliatti’nin istediği gibi bir prensipsiz birleşmeler siyasasının, bir reformlar siyasasının, reformist, geniş, sınırsız, herkesin dilediği anda girip çıkabileceği bir parti gerektirmesi çok doğaldı.” diyor Enver Hoca. Bizim sahte “birlikçiler”, “geniş birlikçiler”, Browder örneğini izleyerek “birliğin” selameti için kapılarına kilit vurmaya ne zaman sürüklenecekler dersiniz? Kehanet mi? Hayır, bugün yasala çıkmak için fedakârlıktan kaçınmayanlar, Berktay gibi “birlik” uğruna “programatik tavizler” öngörenler, teorik pazarlıklarla “birlik” oluşturanlar, “kanatları” ve doğal olarak teoride sınıf dışı unsurlarla bir aradalığı, “her türden düşüncenin içinde barınacağı” partiyi savunanların bu noktaya varacaklardır. Reformcu, sınıf işbirlikçisi temel yönelimleriyle varacaklardır bu noktaya. Uzlaşmacılığın sonu yoktur. Ve zaten her türden düşüncenin partide barınması yanlılarının, örgütsel açıdan sınırlayarak alsak bile, partiye ilişkin tutum konusunda İtalyan revizyonistlerinden ne farkı var? Aynı Aydınlık ve TBKP gibi proletarya diktatörlüğü retçisi, burjuva cumhuriyet ve anayasa ve anayasal çerçeve savunucusu İtalyan revizyonist partisinin tüzüğünün üyeliğe ilişkin maddesi şöyle: “İtalyan Komünist Partisi, felsefi görüşlerine, kökenlerine ve dini inançlarına bakmadan, siyasi programını kabullenen, parti örgütlerinden birinde çalışarak onu başarmaya çalışan 18 yaşından büyük, tüm yurttaşlara açıktır.” Marksizm dışı felsefeler ve dinsel öğretilerle donanmış, “her türlü düşünceyi” özgürce” savunabilen üyelerle, kuşkusuz ancak anayasal çerçeve savunulabilir ve zaten bu üyelik koşulu ve ileri sürülen üyeliğe ilişkin örgütsel ilke “anayasal sosyalizm” reformizminin gereksindiği şeydir. Bizim “anayasacılar”ın, yasala “sosyalistlerimiz”in, programlarında işçi yerine “emekçilerin” sözünü edip proletarya devleti sorununa hiç değinmeyenlerin TBKP, SP ve benzerlerinin “her türlü düşüncenin içinde barındığı kanatlı parti” savunuculuğu yapmalarında ilginç ve anlaşılmaz bir şey yoktur.
“Avrupa komünistleriyle” birleşme halindeki Maoculuğu, onun “yüz çiçek açsın, bin fikir yarışsın” liberalizmi, Marksizm, parti ve proletarya retçiliğini benimseyip savunan, onun en gerici yanlarına sahip çıkan Aydınlıkçılarla, “Avrupa komünizmine” cesaret verip yol açan ve yine onunla birleşme halindeki Kruşçevciliği daha da liberal bir pozisyonda savunup sürdüren Gorbaçovcu TBKP, hiç şüphesiz “Avrupai” olmak durumundadırlar. Ve “en geniş birlikler” peşinde, bu akımların, önce kendi konum ve nitelikleriyle pek bir farklılık göstermeyen sosyal demokratlarla ve giderek burjuvazinin diğer akımlarıyla birleşmeye ve partilerini de daha “geniş birlikler” uğruna feshe, Browder’in izini sürmeye yönelmeleri şaşırtıcı olmayacaktır.
Bunun ilk “adımları görülüyor: sosyal demokratlarla birlik, tartışma gündemine sokulma yolunda. M. Belge, sorunu Türkiye’de ilk ortaya atan olma şerefini kazandı, İsmail Cem de olurluyor bu olasılığı. İlham, “Avrupa komünistleri”nden. İtalyan revizyonistleri Alman sosyal demokratlarıyla birlik konulu görüşmeler yapıyorlar ve ortak yayına yöneldiler. Bu tutumun kökleri eskide; ne,”insanlığın önünde duran global sorunların çözümüne dünya toplumunun birlikte çabalarıyla temel hazırlamanın şimdiye kadarki en geniş sosyal ve politik tabanı oluşmaktadır”, “komünistlerle sosyal demokratların somut istemleri birbirinden çok farklı değildir” diyerek en önce sosyal demokratlarla birleşmeye yönelen Gorbaçovculuk, ne de Türkiye’de “cesurca” filizlenmeye başlayan sosyal demokratlarla birlikçilik özgündür, “ilklik” şerefine nail olabilmiştir. Her türlü gerici, anti-Marksist sapkınlığı zincirinden boşanmışçasına savunan, “eldivensiz” Carillo’ya değil de, İtalyanlara müracaat edilirse, partilerinin son Kongresinde, İtalyan Parlamentosu’nun eski başkanı ve parti yönetim kurulu üyesi İngrao, “sosyal demokrasiden öğreneceğimiz çok şey var” diyordu. Bu “değerli bir itiraftı”, çünkü gerçekten, “Avrupa komünistleri” tüm düşünsel ve eylemsel durumlarıyla, çizgi ve taktikleriyle, örgütsel yapılarıyla sosyal demokrasiden ayırt edilemez bir noktaya varmayı başarmışlardır. Onlar, modern revizyonizmin klasik revizyonizmle, sosyal demokrasiyle birleşip bütünleşmesinin ifadesidirler. Enver Hoca’nın saptaması şöyle: “Sosyal demokrat tipteki klasik revizyonizm, çağdaş revizyonizmle bütünleşmiştir. Bernstein ve Kautsky’nin kuramları, bazen açıkça, bazen değişik biçimde, revizyonist Browder’de, Kruşçevci revizyonizmde, Titocu revizyonizmde, Fransız revizyonizminde, Togliatti’nin İtalyan revizyonizminde, sözde Mao Zedung düşüncesinde ve tüm revizyonist akımlarda vardır.” Ve: “Batı Avrupa revizyonist partilerinin programları aynı nakaratı yineleyen sosyalist, sosyal demokrat ve burjuva partilerinden farklı olmayan tipik reformist programlardır. Gerçekte revizyonistlere esin veren bu sosyal demokratlardır.” Enver Hoca’nın konuyla ilgili bir başka saptaması da, “sosyal demokratlar, bugün yalnız ideolojik ve siyasal olarak değil, aynı zamanda toplumsal olarak da ‘büyük burjuvazi’ ile kaynaşmışlardır” şeklinde. Sosyal demokratlarla birleşme girişiminde olanlar, aslında büyük burjuvaziyle, tekellerle birleşme girişimindedirler Avrupa’da, Türkiye’deyse orta burjuvaziyle, hatta onun üst kesimiyle, tekellerle yakın bağlara sahip kesimiyle…
Stalin’e Saldıran, Lenin’e Saldırmak Zorundadır.
Enver Hoca “Avrupa komünizmi”nin bir önemli özelliği olarak da, Stalin karşıtlığından Lenin karşıtlığına evrilişin üzerinde duruyor.
“Bugün, Avrupa komünistlerinin güya gerçek sosyalizmin hiçbir zaman hiçbir yerde gerçekleşmediği, Lenin’in ve Stalin’in Sovyetler Birliği’nde kurdukları sosyalist toplumun güya ‘sosyalizmin çarpıtılması’, gerçekteyse Marks ve Lenin’in sosyalizm hakkında anlayış ve düşüncelerinin bir ‘başarısızlığı’ olduğunu ‘kanıtlamak’ için harcadıkları çabalar, onların komünizm düşmanlığının, bugünkü burjuva toplumunu el değmemiş olarak koruma arzularının ifadesinden başka bir şey değildir.
“Fransız, İtalyan, İspanyol revizyonistleri sosyalizmi yadsıma noktasına gelinceye dek uzun bir yol kat ettiler. Önce, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin iyi, adaletli, fakat Çarlık Rusya’sının özel tarihi koşullarına bağlı, bu yüzden de gelişmiş kapitalist ülkelere uygun olmayan “Leninist-sosyalizm’ ile, güya, bunun bir çarpıtılmışı, bozulmuşu ve bürokratlaştırılmışı vb. gibi nedenlerle kötü olan ‘Stalinci sosyalizm’ olarak ikiye ayrıldığını ileri sürdüler. Yargılardaki bu evrim rastlantısal değildir. Eğer ‘Leninci deneyim’ ihtiyatla bile olsa kabul edilseydi, eğer iktidarın ele geçirilişinde devrimci şiddetin kullanılışı kabul edilseydi, o zaman Avrupa komünistlerinin sosyalizm modeli geçersiz olacaktı. Marks’ın öğretilerini geliştiren Lenin’in devrim ve sosyalizmin kuruluşu teorisi öylesine bir bütün, öylesine uyumlu, bilimsel ve uysaldır ki, ya olduğu gibi kabul ya da reddedilmelidir. Bu öğreti uzlaşmaz çelişkilere, mantık planında saçmalıklara düşülmeden parçalanamaz.
“Böylece, Avrupa komünistleri, Stalin’e karşı olmakla yetinmeyerek şimdi, bundan kendilerini kurtardıklarını ve Avrupa komünizmini kurmak için yolu bulmalarına izin verdiğini düşünerek Leninizm’i de terk ettiler.”
Peki, önce neden Stalin? “Avrupa komünistleri”,ve sosyalizme düşmanlaşma yolundaki tüm eğilimler, tüm kişiler neden öncelikle Stalin’e saldırıyorlar, saldırmaya niçin Stalin’le başlıyorlar ve neden kaçınılmazlıkla sonra sıra Lenin’e geliyor? Enver Hoca açıklıyor:
“Son zamana kadar, batının revizyonist partileri, Kruşçevci-emperyalist, anti-komünist kampanyada, Stalin’e karşı birleşmişlerdi. ‘Stalinizmden kurtuluş’tan, kendi düşüncelerine göre Stalin’in çarpıttığı Leninizm’e ‘dönüş’ten söz ediyorlardı büyük bir hevesle şimdilerdeyse, ‘bilimsel sosyalizmin’ kurucularına, Marks ve Engels’e dönmek için, Leninizm’i bir yana bırakmayı vazediyorlar.
“…Kruşçevci de olsa, ‘Avrupa komünisti’ de olsa, tüm revizyonistler Stalin’e, Lenin’e, Marks’a da aynı ölçüde vahşice ve kurnazca saldırıyor.
“Saldırılarının o zaman için Lenin’i geçici olarak dışarıda bırakması ve Stalin’e karşı yoğunlaşması sadece bir taktik gereğiydi. Çünkü sınıf mantıkları, revizyonistlere ve emperyalistlere, o zaman için, Sovyetler Birliği’nde-ki sosyalizmi ortadan kaldırmanın ve Marksizm-Leninizme, onun ilk uygulandığı yerde saldırmanın daha iyi olacağını öngörmüştü…
“Stalin’in adı ve eserleri, Sovyetler Birliği’nde, proletarya diktatörlüğünün gerçekleşmesi ve ülkede sosyalizmin kurulması ile doğrudan bağlantılıydı. Gericilik ve tüm anti-komünist çirkef, Stalin’i ve onun tüm yaşamı boyunca, uğruna mücadele ettiği sosyal sisteme çamur atarken, yalnız sosyalizmin en güçlü, en büyük tabanını değil, aynı zamanda tüm dünyadaki yüz milyonlarca insanın komünist düşlerini de yıkmak istemekteydi. Stalin’e ve eserine saldırılarıyla, devrim savaşçıları arasında karamsarlık ve bilinçsizce, yanlış bir ülküyü izleyen bir insanın acı düş kırıklığını yaratmak istiyorlardı.
“Şimdiyse, revizyonistler toplarını Leninizm’e çevirdiler. Peki, Leninizm’e bu saldırı niçin gündeme geldi? Niçin özellikle Avrupa komünistleri bu saldırının bayraktarlığını yapıyorlar?
“Stalin’e saldırırken, sosyalizmin kurulmasının kuram ve uygulamasına saldırmak isteyen Kruşçev gibi, Avrupa komünistleri de, Lenin’e saldırırken proletarya devriminin kuram ve uygulamasına saldırmak istiyorlar.
“Lenin’in eseri çok geniş kapsamlıdır, ancak devrimin hazırlanması ve tamamlanmasına sıkı sıkıya bağladır. Bunun için de, Stalin’den kurtulmadan Sovyetler Birliği’nde sosyalizmi yıkamayan Kruşçev gibi, Avrupa komünistleri de Lenin’i emekçilerin aklından ve gönlünden söküp atmadan devrimi tümden zayıflatıp sabote edemezler.”
İlk proletarya diktatörlüğünün uygulayıcı önderi, SB’nde sosyalizmin inşasının yürütücüsü Stalin’e saldıranlar, kara çalanlar, eskilerin yanında, yeniler, Gorbaçovlar, bizdeki uzantılar, TBKP ve yandaşları, troçkistler, hızla troçkizme kayan, her ağız açış ve ele kalem alışta Stalin’e saldıran “Yeni Öncü” ve “İşçiler ve Toplum” gibi çevreler, sözde Stalin’e sahip çıkar görünüp, O’nu “aşma”ya çalıştıklarını iddia ederek saldırısını daha dikkatli sürdürmeye yönelmiş Aydınlıkçılar, liberterler, Belge, Aren gibi liberal aydınlar Lenin’e de saldıracaklardır. Aybar bugünden saldırıyor. Belge, “hala Marksist” oluşumu yalnızca “gelenek”e bağlıyor, yoksa bugünden sadece Lenin’e değil Marks’a bile saldırıyor, hem de temelinden, diyalektik materyalizmi açıktan reddederek. SBKP MK üyesi A. Çipko da daha bugünden “Stalinizmi Marksizm’in uzantısı” ilan ederek, saldırısını Marks’a kadar vardırdı. Bu durum gelişecek ve genelleşecektir. Modern revizyonistler, Enver Hoca’nın belirttiği gibi, Lenin’e açıktan saldırmadan edemeyecek, şimdi içlerinde az-çok sakladıklarını ortaya dökeceklerdir. Her şeyin ötesinde, çünkü proletarya ve proletarya devrimi ve diktatörlüğü reddedilerek ne Lenin’in ve ne de Marks’ın adı ağza alınabilir. Stalin’le başlamak ve en çok kini Stalin’e duymak doğaldır, çünkü tüm gözlerin üzerinde olduğu ilk proletarya diktatörlüğünün uygulayıcısı olan, burjuvaziye, revizyonist ve oportünistlere, her türlü geriye dönme eğilimine göz açtırmayan, proletarya ve sosyalizme eylemli saldırıya geçenleri yargıya yollayan, sosyalizmin inşasını durmaksızın ilerleterek her geçen gün geri dönüşün umutlarını kıran, liberalizme, bireyciliğe, burjuva özgürlükçülüğüne karşı sosyalizmi, toplumculuğu ve çoğunluğun demokrasisini teori ve pratikte savunup uygulayan Stalin’dir. Fikirler görmezden gelinebiliyor, işe gelmeyince atlanabiliyor, örneğin Marks barışçıl geçiş yanlısıydı ve zaten proletarya diktatörlüğü sözcüğünü bir kez (!) kullanmıştı diye geçiştirilebiliyor, ama eylemler, proletaryanın demir yumruğu görmezden gelinemiyor, burjuvaların, revizyonistlerin, burjuvaziyle birleşme eğilimindeki aydınların öfkesini çekmezlik edemiyor, sınıf kinini biriktiriyor. Stalin’e karşı duyulan, sınıf kinidir. O’na gösterilen düşmanlık, proletaryaya ve ilk proletarya demokrasisine duyulan düşmanlıktır. Ama onun teorisini Marks yapmış ve Lenin geliştirmiştir. Her şeyin bir sırası var: Stalin’den sonra sıra Lenin’de ve daha sonra Marks ve Engels’e gelecek.
Ama modern revizyonistler, inkârlarını yeni koşullara uygularken yeni şeyler keşfetmiyorlar. Bizdeki “liberal sosyalistler”, Gorbaçovcular, hep eski cephaneliği kullanıyorlar, Mao’nun, Tito’nun, Troçksy’nin, “Avrupa komünistlerinin” vb. “silahlarım” aldıkları cephaneliği. Proudhon’ların, Bernstein’ların, Kautsky’lerin cephaneliğini. Enver Hoca şunları söylerken tamamen gerçeği vurgulamış oluyor: “Eskimiş olduğu bahanesiyle Marksizm-Leninizm’i reddetme çabalarında ve hep birlikte sosyalizme geçmek için yeni teori arama adına burjuvalar, papazlar ve polisler, sınıf mücadelesi olmadan, devrim olmadan, proletarya olmadan sosyalizme geçme iddialarıyla Avrupa komünistleri yeni hiçbir şey icat etmemiş, yeni bir şey yapmamışlardır.” Ne Gorbaçov, TBKP, ne Belge, ne Aydınlıkçılar ve diğerleri yenilik yaratabildiler “yeni model” kurgulamaları ve “eskimişlik” iddialarıyla.
“Avrupa Komünizmi”nin Evrimi
Enver Hoca, eserinde, “Avrupa komünizmi”ni, ortaya çıkış koşulları ve komünist partilerin taşıdıkları zaaflarla revizyonizme evrimi süreciyle birlikte inceliyor.
“Fransız Komünist Partisi’nin revizyonizme evrimi bir günde olmadı. Nicelik nispeten uzun bir dönemde niteliğe dönüştü” diyor. Kuşkusuz, İtalya ve İspanya’da da revizyonizmin egemenliği bir günde sağlanmadı. Bu partiler, böyle bir evrime elverişle koşullarda, taşıdıkları belirli temel zaafları gelişmesiyle dönüştüler. “Bu partilerde ideolojik, örgütsel bozulma, zaten daha önceden değişik düzeylerde ve farklı biçimlerde başlamıştı. Uzun bir süreden beri içlerinde sahte-devrimci teori ve pratik uygulanmaktaydı.”
Bu dönüşüm nasıl oldu? “İkinci Dünya Savaşı’nda, Avrupa’da anti-faşist savaşın köklü halk devrimlerine dönüşmesini gerekli ve mümkün kılan birçok etken oluşmuştu… Faşizme karşı savaş, yalnız ulusal kurtuluş amacıyla değil, demokrasinin korunması, geliştirilmesi amacıyla da bir savaş olacaktı ve komünist partiler, bu iki amacın gerçekleşmesi mücadelesini sosyalizm mücadelesiyle birleştirmeliydiler… Batı Avrupa komünist partileri, 2. Dünya Savaşı’ndan ve faşizme karşı zaferin yarattığı uygun koşullarda yararlanacak nitelikte olmadıklarını gösterdiler… komünist Enternasyonal’in 7. Kongresi… partilere, belirli koşullarda her zaman faşizme karşı çıkarak, onunla mücadele ederek sosyal demokrat hükümetlerden tamamen farklı olan tek cephede birleşmiş hükümetler olanağını yaratmayı öneriyordu. Bunlar, faşizme karşı savaş aşamasından demokrasi ve sosyalizm için savaş aşamasına geçmeye hizmet edeceklerdi. Buna karşın İtalya ve Fransa’da faşizme karşı verilen savaş, Komintern’in önerdiği biçimde hükümetlerin kurulmasına neden olmadı. Savaş bitince burjuva tipi hükümetler iktidara geldi… İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar genel olarak doğru yolda yürüyen FKP bile, başka şeylerin yanı sıra, iç ve dış koşulların gerçekçi bir analizinin yapılmasını engelleyen yanlışlarının, sapmalarının, zayıflıklarının üstesinden gelemedi.”
Ve Enver Hoca, bu “yanlışlık, sapmalar ve zayıflıklar”ın neler olduğunu, elinde adaletin terazisi, bu partilerin doğrulan ve olumluluklarını da belirterek ortaya koyuyor:
“FKP, ülkede halk cephesinin kurulmasında öncü bir rol oynamış, ..Halk Cephesi sloganını atmıştı. Ancak FKP koşullardan yararlanmayı, işçi sınıfının çıkarma kullanmayı bitmemiş., bilememişti.
“Fransa’yı tehdit eden iç ve dış faşizm tehlikesi konusunda FKP açık konuşmuş, tehlikeyi haber vermiş, sokaklarda gösteriler yapmış, ne var ki, faşizme karşı önlemleri ve başka şeyleri ‘meşru’ hükümetlerden, burjuva parlamentosunun oluşturduğu burjuva hükümetlerden beklemişti. Kitle mücadeleleri, grevler, gösteri ve eylemlerin yerini, Leon Blum’un evinde Thorez ve Duclos ile yapılan haftalık görüşmeler almıştı.
“FKP, eylemlerini sonuna kadar götürmedi, çünkü faşizme ve gericiliğe karşı gerçek bir mücadele amacıyla örgütlenmemişti. Yaptığı propaganda ve ajitasyon, yönettiği grev ve gösteriler, iktidarı burjuvaziden alma çizgisinde değildi. Gerçekte Marksizm-Leninizm’in temel tezlerini reddetmiyorlardı, ancak, partinin etkinlikleri ve mücadelesi, bilinçsiz bir şekilde ve istemeden, reformları ve sendikal düzeyde istemleri amaçlayan bir mücadele niteliği kazanmıştı.
“İspanya’da savaş başladığında, FKP, propaganda, ajitasyon, araç gereç yardımıyla İKP’ye ve İspanyol halkına, Franko’ya karşı verilen savaşta etkin olarak yardım etti.
“Fransız komünistleri ve işçi sınıfı İspanya savaşında, muharebelerde yeni deney kazandılar. Bu da Fransız proletaryasının eski devrimci mücadele geleneğini zenginleştirdi… Bu devrimci birikim, 2. Dünya Savaşı’nın ve Fransa’nın işgalinin kritik zamanlarında partiye hizmet etmeliydi, ancak bu deneyimlerden yararlanıldığı söylenemez.
“Daladiers ve Bonnet’nin… Münih politikasını FKP gösterdi. Kararlılıkla, Sovyet-Alman saldırmazlık paktını savundu, burjuvazinin iftira ve zulmüne karşı koyup direniş çağrısı yaparak, Alman işgalciler ve Vichy gibi işbirlikçilerine karşı savaşta yüreklilikle ilerledi. Grevler, eylemler gösteri ve sabotajlarla başlayan bu mücadele durmadan büyüdü. De Gaulle’cü örgüt… Gizli Servisin bir şebekesinden başka bir şey değildi ama KP’nin kurduğu FTP (Fransız Partizan Güçleri) işgalcilere karşı savaşan tek kuruluştu. De Gaulle’cüler, bir çıkarma beklenilmesini, eyleme geçilmemesini savunurken, KP ülkenin kurtuluşu için kahramanca savaştı.
“Kurtuluş Savaşı’ndan, işgalcilere karşı direnişi FKP örgütledi ve geliştirdi. Anti-faşist cephenin oluşması için çalıştı ve bazı başarılar sağladı. Ancak, olayların da gösterdiği gibi, iktidarı ele geçirmeyi düşünmemiş ya da planlamamıştı. Planlamışsa bile bu düşünceyi terk etmişti.
“Parti, savaş sırasında ulusal kurtuluş için birçok komiteler oluşturmuş, ancak bu komitelere gerekli özeni göstermemiştir. Bu komitelerin kendilerini devlet gücünün çekirdeği olarak ileri sürmeleri için hiçbir önlem almamıştır. Başından sonuna kadar, partizan örgütleri birbirleriyle bağları olmayan küçük kuruluşlardı. Parti, büyük çapta gerçek bir kurtuluş ordusu oluşturulması sorununu hiçbir zaman gündeme getirmemişti.
“FKP, bizzat önderlik ettiği anti-faşist bir kurtuluş savaşını yürüttü, fakat onu tüm halkın devrimci mücadelesine döndüremedi. Bu da yetmiyormuş gibi, temsilcilerinden birisini, ‘öz gür Fransa’ komitesine kabul etmesi için de Gaulle’e yalvarmayı daha uygun ve daha ‘devrimci’ buldu.
Fransız komünistleri böyle davranırken, burjuvazi, İngiliz-Amerikan dostları Fransa’ya girdiklerinde, iktidarı ele geçirmek için güçleri örgütlüyor, hazırlıyordu.
“Bu FKP’nin doğru olarak değerlendiremediği, yorumlayamadığı ya da sorunu derinlemesine düşünmediği nazik bir durumdu. Ülkeye ayak basmış olan müttefiklerle partiden kaynaklanan bir anlaşmazlık çıkmasından, de Gaulle’den, onun kendisine bağladığı güçlerden, iç savaştan ve özellikle de Anglo-Ameri kanlarla çıkacak bir savaştan korktu.
“KP, Bismarck’ın Alman birlikleriyle savaşırken bile, Marks’ın deyişiyle ‘göklere başkaldırarak’ Versay’a karşı direnen ve Paris Komününü yaratan yiğit komüncüler örneğini unutmuştu… Komüncüler örgütsüz, partisiz, köylülerle, Fransa’nın öteki bölümüyle bir bağları olmadan, yabancı, işgal güçleri tarafından kuşatılmışken başkaldırmış ve iktidarı ele geçirmişlerdi; Fransız işçi sınıfı da, başında partisi, savaşta çelikleşmiş, Marksizm-Leninizm’le aydınlanmış olarak, emekçi kitlelerinin ve gerçek yurtseverlerin başında olduğu mücadelesinde, SB gibi büyük ve güçlü bir müttefike de sahip durumdayken, komüncülerin ölümsüz esirini yüz kez daha başarıyla gerçekleştirebilirdi.
“KP yönetimi, tümden ele alınırsa, Hitler’ci işgalcilere karşı yiğitçe ve inatla savaşan Fransız komünist militanlarının ve proletaryasının istek ve esinlerini yerine getirmede mütereddit ve zayıf olduğunu gösterdi. Marksist-Leninist yolda, devrimci mücadele yolunda ilerlemedi, komüncülerin izinden gitmedi.”
Enver Hoca, FKP’nin savaş sırası ve sonrası durumuyla benzerlik gösteren İtalyan KP ve yanı sıra İspanyol KP’nin durumları üzerinde de durarak devam ediyor, biz FKP örneğini izlemekle yetinelim.
“Kuşkusuz, FKP’yi ne işgalci Almanlar ne gericiler tasfiye etmiştir. Ama ülkenin kurtuluşuyla birlikte partinin yönettiği partizan güçlerinin burjuvazi tarafından silahsızlandırılması ya da daha ziyade parti yönetiminin, vatan kurtulduğuna göre, kendini bizzat silahsızlandırma kararı almış olması gibi kötü bir olgu ortaya çıktı.
“Ülkenin kurtuluşundan sonra burjuvazi iktidarı ele geçirdi ve komünistler de ziyafete kabul edilmediler. Alan, de Gaulle için hazırlandı ve Fransız halkının kurtarıcısı ilan edildi. Düş kırıklığına uğramış ve ayaklanmış işçilerin direniş ve grevlerini kırmak için de Gaulle, hükümete Maurice Thorez ve bir iki başka komünisti çağırdı.
“KP, burjuvazinin, masanın alt ucunda sunduğu bu yeri, Fransız işçi sınıfının menfaatlerine ve isteklerine aykırı tutumlara kendini uydurarak ödedi. Bir yanlış bir yanlışı doğurur. 10 Kasım 1946’da seçimlerde ulusal meclisteki sandalyelerinin mutlak çoğunluğunu komünist ve sosyalistler elde etti. Bu başarıdan başı dönen FKP yöneticileri reformizm yolunu daha da genişlettiler… Thorez: “2. Dünya Savaşı’ndan sonra demokratik güçlerin dünya çapında gelişmesi ve kapitalist burjuvazinin zayıflamasının kendisini Fransa’nın ‘sosyalizme geçişte Rus komünistlerinin 30 yıl önce izledikleri yoldan farklı bir yol izleyeceğini’ düşünmeye yönelttiğini” söyledi.
“… Fazla zaman geçmeden, zamanın sosyalist başbakanı Ramadier, basit bir genelgeyle komünistleri hükümetten kovdu… FKP MK, o dönemdeki yanlış tutum ve eylemlerini, güçler oranını, sosyalist parti siyasetini vb. yanlış değerlendirdiği için özeleştiri yapmak zorunda kaldı… Böylece 1947 sonundan başlayarak FKP bazı sorunları daha doğru bir tarzda irdelemeye ve görmeye başladı, işçi sınıfını, 1947 ve 1948 grevlerinde olduğu gibi, burjuvazide paniğe yol açan ve belirli bir siyasi karakteri olan önemli sınıf kavgalarına ve büyük grevlere yönlendirdi… Fransa’nın ‘Marshallaştırılmasına’ ve Amerikan emperyalizminin yeni sömürge savaşlarına karşı mücadele etti. Fransa’da Amerikan üslerinin kurulmasına muhalefet etti ve Fransız emperyalizminin yeni sömürgeci savaşlarına karşı direndi… İşçi sınıfını Vietnam’daki sömürgeci savaşa karşı çıkmaya çağırdı.
“FKP, Yugoslav KP’deki durumu inceleyen Araştırma Bürosu toplantısına aktif olarak katıldı. Tito ve yandaşlarının ihanetini ciddi olarak ilan etti ve maskelerini aşağı indirdi.
“Kruşçev ve Kruşçevciler… 20. Kongrelerinde Stalin’e karşı hücuma geçtiklerinde, genelde FKF’nin Kruşçevci revizyonizme ve İtalyan KP’ne muhalif oldukları görüldü. Thorez ve parti yönetimi, SB’nde olagelen değişikliklere kuşkuyla bakar gibi görünüyorlardı… Bu, Stalin’e karşı takındıkları tavırda, bu konuda Kruşçev’in iftiralarına katılmadıklarında gözlemlendi. Bu, Polonya ve Macar olayları sırasında 1956’da görüldü, genellikle de doğru bir tutumları vardı.
“Ama Kruşçev ve grubu Molotov’u, Malenkov’u, Kaganovitch vb.lerini tasfiye ettikten, parti içinde ve devlette dizginleri ele geçirdikten ve durumlarını sağlamlaştırdıktan sonra, Thorez başkanlığındaki FKP yalpalandı. Beklenmedik bir şey miydi bu?”
Enver Hoca Hayır, diyor. FKP’nin tutumlarındaki gelişmeyi yukarıdaki şekilde özetledikten sonra ve revizyonizme yönelmenin, önce ondan etkilenmenin ve sonra da birleşmenin nedenlerine geçiyor:
“Eski revizyonizminki gibi çağdaş revizyonizmin doğuşu da çeşitli tarihsel, ekonomik, siyasal vb. nedenlere bağlı toplumsal bir olaydır. Bir bütün olarak düşünüldüğünde, burjuvazinin emekçi sınıf ve onun mücadelesi üzerindeki baskısının bir ürünüdür” saptamasını öncelikli olarak yapar, Enver Hoca ayrıntıya giriyor:
“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Batı Avrupa’da meydana gelen siyasal ve ekonomik koşullar, Fransa, ispanya, İtalya Komünist Partilerinin yönetimlerinde daha önce de var olan, daha sonra da giderek burjuvazi ile uyuşma ve ona teslimiyet anlayışına dönüşen, yanlış oportünist görüşlerin sağlamlaşması ve yayılması için çok elverişli durumdaydı.
“(Savaş sonrası)… burjuva demokrasisinin az-çok daha geniş ölçüde yerleşmesi, KP’lerin yönetimleri arasında birçok reformist hayallerin doğmasına neden oldu. Parti yöneticileri, savaştan en güçlü, en etkili siyasal, örgütleyici ve eyleme geçirici güç olarak çıkan komünistlerin, burjuvaziyi, demokrasiyi daha da genişletme ve işçi sınıfının ülke yönetiminde daha büyük oranda yer almasına izin verme yolunda zorlayacağını, seçim ve parlamento yoluyla iktidarı barışçı yoldan ele geçirme olanaklarının olacağını, daha sonraları da toplumun sosyalizme dönüşeceğini düşünmeye başladılar. Bu yönetimler, Fransa ve İtalya’da savaş sonrası hükümetlerinde iki ya da üç komünist bakanın yer almasını, burjuvazinin onlara verdiği son ödün olarak değil de, komünist bakanlardan oluşacak bir hükümetin oluşumuna doğru yavaş yavaş atılan bir adım olarak görüyorlardı.”
Barışın yanı sıra uzlaşma ve teslimiyet yönünde baskı unsuru oluşturmak üzere Amerikan emperyalizmi Japonya’ya atom bombası atmış, SB’ne karşı haçlı seferinin ve içerde komünistler, devrimci ve demokratlar, ilerici insanlar üzerinde baskının unsuru olarak “soğuk savaş”a yönelmiş, Marshall planıyla ülkeleri ekonomik olarak “soğuk savaş”a yönelmiş, MarshalI planıyla ülkeleri ekonomik olarak baskılama yanında NATO’nun kuruluşuna girişmişti.
“Öte yandan, savaştan sonra Batı’-da ekonomik atılım, komünist partilerde oportünist ve revizyonist görüşlerin yayılmasını etkiledi. MarshalI planıyla Avrupa’ya akıtılan Amerikan sermayesi, fabrikaların kurulmasını, ulaşımın ve tarımda üretimin hızla artmasını sağladı… Devasa kârlar sağlayan bu durum, burjuvaziyi kesenin ağzını açmaya ve çalışma anlaşmazlıklarını köreltmeye itti. Sosyal sigorta, sağlık, eğitim, iş yasası gibi işçi sınıfının uğrunda zorlu mücadeleler verdiği alanlarda bazı önlemler aldı… endüstri ve tarımın yeniden kurulması… üretimin hızla artması… tümden istihdam gibi olgular, kapitalizmin, sınıf çatışmaları olmadan da gelişebileceği, krizleri önleyebileceği, işsizliği ortadan kaldırabileceği vb. gibi düşünceleri… yer edebildi… Bu dönemde oldukça büyüyen işçi aristokrasisi tabakası, oportünist ve reformist düşüncelerle, partide, önderlik saflarında hep olumsuzluk yarattılar.
“Bu koşulların baskısıyla, komünist partilerin programları daha demokratik ve reformist asgari programlara indirgendi, sosyalizm ve devrim düşüncesi bir yana bırakıldı. Toplumun devrimci değişiminin büyük stratejisi yerini günlük işlerin küçük stratejisine bıraktı ve bu işler kesin öncelik kazanarak genel siyasal ve ideolojik çizgi oldu.
“Böylece 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İtalyan, Fransız, İngiltere ve arkasından da İspanya komünist partileri yavaş yavaş Marksizm-Leninizm’den uzaklaşmaya, revizyonist görüşler ve tezler edinmeye, reformizm yoluna bağlanmaya başladılar. Kruşçevci revizyonizm sahnede gözükünce, ortam benimsenmeye ve Marksizm-Leninizm’e karşı mücadelede sımsıkı birleşmeye meydan hazırlanmıştı. Ülkelerindeki burjuvazi ve sosyal demokrasinin baskılarından başka, SBKP 20. Kongresi’nin kararları da onlara tümden anti-Marksist, sosyal demokrat çizgiye itmede etkili oldu.
“SBKP 20. Kongresi’nden sonra, çağdaş revizyonizm FKP’de de yayılmak için uygun bir ortam buldu. Bu partinin yönetiminde, parlamentarizm düşüncesi sosyal demokrasi ve burjuvazi ile ‘birleşme’ düşüncesi, mücadelenin reformlara kaydırılması düşüncesi uzun süreden beri kökleşmişti.
“FKP, duvarlarına şiddetle saldıran, onları delen ve kendisine büyük zararlar veren burjuva, revizyonist, trotskist, anarşist siyasal ve ideolojik bir ortamla kuşatılmış olarak yaşıyordu.
“Uluslararası büyük olaylar da FKP’nin bünyesinde büyük sarsıntılara neden oldu… Kruşçev’in Stalin hakkındaki gizli raporunun yayınlanması partide çalkantılara sebep oldu. Partinin Polonya ve Macaristan olaylarına karşı tutumu parti içindeki ve dışındaki oportünistlerin olduğu gibi, Fransa büyük burjuvazisinin, orta burjuvazisinin, liberal aydınların sert tepkisi ile karşılaştı. Cezayir savaşı sırasında Fransa’da meydana gelen olaylar da, aynı şekilde, eski oportünist anlayış ve tutumların KP’de yeniden su üstüne çıkmasına ve hakim duruma gelmesine neden oldu.
“Tüm bu nedenler bir arada, FKP’yi, revizyonist reformist, sosyal demokrat bir parti haline getirdi.”
Stalin “Suçlanabilir mi?”
Özellikle Trotskistler, Yalta’da Yunanistan’ı Batılı emperyalistlere terk etti ve sözüne sadık kalarak Yunan partisine yardım etmedi ve Yunanistan devriminin yenilgisine neden oldu diye Stalin’e saldırırlar. Stalin’in bir enternasyonalist olmayıp “ulusal sosyalizm” savunucusu olduğunu, her şeyi “Sovyet sosyalizmi” gözüyle değerlendirdiği ve buna göre tutum aldığı, başka partiler üzerinde hegemonya kurduğu ve onları “sosyalizmin tek ülkede zaferini sağlayabilmek” için kendi burjuvazileriyle birleşmeye, sınıf işbirliği ve uzlaşma çizgisi izlemeye ittiği iddialarını ileri sürerler.
Başka tür bir iddia olsa, belki üzerinde düşünülebilirdi! Ama Stalin ve burjuvaziyle uzlaşma… Bu bir şaşkınlık belirtisi! Bu sözcükler yan yana yazılmaya, söylenmeye, ne türden olursa olsun bir arada bulunmaya isyan halindedir. Bir kez, birbirlerine yakışmıyorlar. Stalin, aslında uzlaşmazlıkla, proletarya davasına zararlı çeşitli türden gerici, revizyonist vb. kişi ve gruplara karşı diktatörce davranmakla, hatta gaddarlıkla, sınıf düşmanlarına karşı amansızlıkla suçlanır, ama, böyle, teoriye uydurmak için uzlaşmacılık önermekle de suçlandığı oluyor, mantıksızlık oluşturup oluşturmadığına bakılmaksızın.
Kara çalıcılar, nedense yalnızca Yunanistan’ı konu edinir, durumu hemen aynı olmasına karşın Fransa’nın hiç sözünü etmezler. Genel laflar ardında yiter gider Fransa’nın durumu ve FKP’nin savaş sırasındaki ve sonrasındaki tutumu. Nedeni, Stalin’in “Yalta’da satamayacağı kadar uzakta olması”dır Fransa’nın!
Oysa sorun, ne Yalta’dır, ne de Stalin’in tutumu sorunu. Sorun, tamamen ve yalnızca, bu iki ülke KP’lerinin iktidarı almaya cesaret edememeleri, buna uygun bir mücadele yürütememeleri, anti-faşist savaşı, milli kurtuluş savaşıyla birlikte sosyalizm mücadelesine bağlamakta ve iktidar hedefine yöneltmede zaafa düşmeleridir. İki parti de, avuçlarının içinde olan iktidarı almak için ileri atılmamış, burjuvazi, gericilik ve Anglo-Amerikan emperyalizmi karşısında tutarlı bir tutum alamamış, anti-faşist savaşın zaferinin yarattığı olağanüstü uygun koşullardan proletaryanın iktidarı için yararlanamamışlardır. Bu, “Avrupa komünizmi”ni geliştiren başlıca başlangıç noktasıdır. Uzlaşmacılık ve reformcu eğilim, Stalin’-de değil, Komintern 7. Kongresi’nin Halk Cephesi Hükümetlerine ilişkin açık tutumuna ve önerisine rağmen, faşist diktatörlüklerin çalışamaz hale gelme ve yıkılış koşullarında proletarya iktidarına ve sosyalizme geçişe hizmet etmek üzere, hem de iki ülkenin hemen her yerinde kurulmuş anti-faşist komiteler komünistlerin ezici etkisi altındayken, bunlar iktidarın çekirdekleri olarak ele alınmayarak, pratiğe geçirilemeyen, geçirilmeye girişilmeyen hükümet olmaya ve iktidara uzanmaya talip olmayan FKP ve YKP’dedir. Onların, burjuvazi, gericilik ve Anglo-Amerikan emperyalizmiyle uyuşmaya değil çatışmaya ve çatışmayı göze almaya dayanması gereken iktidar, devrim ve sosyalizm perspektifine yeterince sahip olmayışların-dandır. Yoksa bu perspektife salip örneğin AEP’nin Arnavutluk’u sosyalizme götürmesini ve ama diğer iki ülkenin burjuvazinin egemenliği altında kalmasını izah pek sofistçe olur.
Yunanistan KP’si ve Zahariadhis, henüz Yunanistan’da savaş sona ermeden, belirtilen temelde AEP tarafından eleştirilmiş ve iş işten geçtikten sonra bu eleştiri kabullenilmiştir.
“YKP yönetimiyle olan ayrılığımız… YKP tarafından imzalanan ve bir kapitülasyondan, bir teslimiyetten başka bir şey olmayan Varkize (iktidarın Yunan burjuvazisine, gericiliğine ve onların destekçisi emperyalistlerin yol göstericiliğine bırakıldığı ve silahlı güçlerinin Yunanistan’daki varlığının kabullenildiği antlaşma-ÖD.) anlaşmalarına dayanır. AEP bu eylemi YKP’ye ve kardeş Yunan halkına karşı bir ihanet olarak kabul etmiştir.” (Enver Hoca Stalin’i Anlatıyor, s. 114, AEP, YKP ve SBKP yöneticilerinin tartışmasından)
Ve sonradan modern revizyonizmin bir temel tezi haline gelen “barış içinde bir arada yaşamayı, burjuvazinin iktidarda olduğu ülkelerde onunla işbirliği ve uyuma, iktidardan uzak durmaya kadar genişletme” ve 2. Savaş sırasında Sovyet-İngiliz-Amerikan ittifakından hareketle bu emperyalistler ve işbirlikçileriyle çatışmazlık noktasına varma konusundaysa, Enver Hoca şunları söylüyor: “Partimiz Sovyet-İngiliz-Amerikan ittifakını destekledi, çünkü bu ittifakı Nazileri ezmek amacı taşıyan anti-faşist bir koalisyon olarak gördü sonuna dek. Bununla birlikte, hiçbir zaman emperyalist İngiliz ve Amerikalıların, Arnavut halkının sadık dostları olacağı aldatmacasına asla kapılmadık. Tersine tümü itibariyle bu ittifakı desteklerken, Sovyetler Birliği ile Anglo-Amerikanlar arasında temel bir ayrım yaptık… Partimiz, ordumuz ve onun genelkurmayı, İngilizlerin ve Akdeniz Müttefik Komutanlığı’nın kabul ettirmek istediklerinden uzak durmamız bir yana, ender olarak bize vermelerine izin verdiğimiz öğütlerini bile büyük bir uyanıklıkla karşılıyorduk… YKP yöneticisi yoldaşlarımızı, büyük bir ilke hatası yaptıkları için, Yunan halkının kurtuluş mücadelesini Anglo-Amerikan stratejisine dayadıkları ve bu mücadeleyi hemen hemen tümden Akdeniz Müttefik Komutanlığı emrine bağladıkları için politik bir hata olarak eleştirdik.” (Age, s. 110, 112).
Ve Stalin: “Varkize konusunda Arnavutlar haklı, Yunanlı yoldaşlar anlamalısınız ki, Varkize anlaşmaları yaptığınız büyük bir hataydı. Bu anlaşmaları ne imzalamalı ne de silahlarınızı bırakmalıydınız…”
Enver Hoca, işte böyle, hiç bükülmeden, Marksizm’den her sapışın amansız muhalifi olarak, emperyalizme, burjuvazi ve gericiliğe, her türden revizyonizme, oportünizm ve reformculuğa karşı durmaksızın mücadele ederek yaşadı. Böyle bir yaşam, bitimsizdir.
Nisan 1989