(Adressiz Sorgular, Derleyen: Yaşar Ayaşlı. Yurt Yayınları, Haziran 1989)
Tarih Yapmak, Tarih Yazmak
Türkiye’ de ilk Komünist Partisi’nin kuruluşundan bu yana yetmiş yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına karşın, böyle bir partinin, siyasal mücadelenin çok boyutlu ve hayatın her alanını kapsaması beklenen deneylerine ilişkin özgün bir literatür oluşamamıştır.
Komünist ve sosyalist hareket, parti ya da akımların ancak chronique’i diyebileceğimiz, yani yalnızca olayların art arda gelişinin sıralanmasından ibaret dökümü biçimindeki yazımı ise, ya akademik endişelerle, siyaset ve toplum bilimlerini ilgilendirdiği ve Türkiye’nin devlet ve toplumsal ilişkiler genel düzeyinin ihtiyaç duyduğu kadarıyla yapılmıştır, ya da siyasal polis ve haber alma teşkilatlarının arşivlerine dayanan güdümlü denemelerle sınırlı kalmıştır.
Bizzat eski kuşaktan komünistlerin yazdıkları da kırık dökük anıların ötesine geçmemiştir. Bunların hemen hemen tamamı, kişisel ‘ve öznel değerlendirmeleri, kırgınlıkları, öfkeleri, hizipler arası çekişmeleri aktarmaktan ibarettir ve ciddi bir tarih yazımı için ancak titizlikle ayıklanarak kullanılabilecek ikinci dereceden belgeler değeri taşımaktadırlar. Kısacası, Türkiye’de geleneksel “komünist” hareket, tarihi yapan gerçek gücün, üreten, dövüşen gerçek insanların hayatında ve eyleminde yer almamak anlamında bir tarihten yoksun olduğu gibi, kendisinin toplumsal ve siyasal hayat içinde anlamlandırıldığı bir bilimsel incelemenin konusu olmamak bakımından da, bir tarihten yoksundur.
“Adressiz Sorgular”ın, önce tarih yapmak ve tarih yazmak alanında bir işlev yüklendiğini tespit etmek gerekiyor.
Söz konusu kitap, önümüzde bir “anılar derlemesi” gibi duruyor. Eğer “işkencede Direniş Üzerine Kısa Bazı Dersler” başlığını taşıyan ve bir direniş teorisinin ana çizgilerini veren ilk bölüm yazılmamış olsaydı, onu yalnızca bu yönüyle de dikkate değer bulabilirdik. Ne var ki, siyasal mücadelenin diğer pek çok yanını, özelliklerini ve ilişkilerini de yoğunlaşmış haliyle kapsayan “işkencede direniş” sorununu en genel ve temel çizgileriyle inceleyerek teori düzeyinde ele alan bu bölüm, kitabı yalnızca bir anılar derlemesi olmaktan çıkararak, siyasal tarih yazımının bazı problemlerinin çözümü düzleminde ele alabilmemize olanak sağlıyor.
Her şeyden önce kitabın bu bölümü, insanın politik eylem içinde kazandığı, düşünsel, ahlâki ve bedensel olanakları, bu mücadele aracılığıyla geliştirdiği özellikleri ve nihayet bunların değişen koşullar karşısındaki hareketliliğini (kendi içindeki dönüşmeleri, zenginleşmeleri, etki gücünün yayılmasını vs.), işkence gibi çok özel bir “politik ilişki” zemininde geliştirilen tezler içinde bütünleştiriyor, genel bir politikanın yapı taşları olarak değerlendiriyor. Böylece bütün kitap boyunca pek çok somut-zengin örneği verilen direnişçi tutumun, kişisel/bireysel birer istisna durumu olmadığı gösterilirken, hem geçmişteki deneylerin birliği sağlanıyor, hem de gelecekteki direnişlere temel teşkil edecek bir perspektif sunulmuş oluyor.
“Adressiz Sorgular”ın, onu politik literatüre tarih yazımı kapsamıyla sokan ilk özelliği budur. Böylece, teori düzeyine yükseltilmediği için kişisel kalan, yalnızca geçmişte olup bitmiş özel bir yaşantıyı aktaran röportajlardan, anılardan farklı olarak, “Adressiz Sorgular”, genelleştirilebilir temel özellik ve ilişkileri, onların açığa çıkarılmasını okuyucuya ya da başka bir araştırmacıya bırakmayarak, teorik alanda yeniden üretilmiş hali içinde ve “genişletilmiş bir yeniden üretim” için madde olabilecek tarzda sunmaktadır.
Bilim olarak tarih, bilgi haline getirilmiş hayat olarak tanımlanabilir. Bilgi ise, ancak bütünsel kılınmış, zorunlu ve sürekli ilişkileri esas alan kategoriler içinde geliştirilebilir. Bu, toplumsal hareketlilik içinde bir etkinliğe dönüştürülebildiği ölçüde tekrar tarih haline getirilir. “Adressiz Sorgular”ı, tarih yazımı kapsamında ele almamıza olanak veren diğer bir özelliğini, işte, onun şimdi yalnızca geleceğe ilişkin bir işaret olarak koyabildiği bu noktada buluyoruz: Tarihi yapanın ve yazanın tek bir bütünsel süreçte birleşmiş olması. Yalnızca bu, gerçek anlamda bir “politik tarih” ortaya çıkarabilir.
Eski TKP’nin tarihsizliği, bu eksiklik, her şeyden önce, bütün hayatı tasfiyelerle alt üst olmuş partinin süreksizliğine bağlanabilir. Öyle ki, her dönemin kişileri, olayları, bir diğerinden ve öncesinden kopmuş, sistemli bir araştırmaya konu edilebilecek bir düzenlilik ve bağıntılılık, sıklık ve tekrarlanabilirlik doğmamıştır. Bir olayın, olgunun “ilgi nesnesi” haline gelebilmesinin ilk koşulu, onun yeniden üretilebilir bir oluş ve gelişme içinde bulunmasıdır. Tekrarlanan, düzenli ve bağlantılı olan, böylece “tesadüfî” olmadığı görülen olaylar, dönüştürücü insan etkinliğinin, demek ki insan tarihinin bir yanı haline gelirler: Bir kez olup geçenler, kendi oluşunu bütünsel bir varoluşun öğesi olarak geliştiremeyenler, bağlantıyı yeniden inşa edebilecek bir etkinliğin doğuşuna kadar ya da sonsuza dek kaybolurlar. Geçmişte olup bitenler, eğer ulusların, sınıfların hafızasında yer etmemiş ve onların politik varoluşlarında bir etken öğe haline gelmemişse, bir başka deyişle maddi hayatın sürüp giden bir özelliği olmamışsa, “tarih-bilgi” konusu olmalarına neden yoktur. Yalnızca, toplumsal ilişkiler ve çatışmalar içinde karşılıklı hegemonya ve iktidar mücadelesi veren sınıflardan herhangi birinin ideolojik-politik ihtiyaçları ve erekleri, “olup bitmiş” olanı kaybolmuş zamanın sisleri içinden bulup çıkarmayı ihtiyaç haline getirirse, o neden doğmuş olur. Her sınıf, tarihi, yapmak istediği biçimde yazar: yeter ki, geçmişte geleceğinin belirtisini gerçekten bulabilsin.
Diğer yandan, bir siyasal hareketin hem tarih yazımı anlamında siyasal tarihinin, hem de toplumsal ilerlemenin bir etkeni olmak anlamında toplumsal tarihin öğesi olarak değerlendirilebilmesi, ancak onun mücadelesinin nesnel olarak bu olanağı yaratmış olmasına bağlıdır.
Böylece, “bir tarihe sahip olabilmenin”, iki kriteri olduğunu ileri sürebiliriz: Bir sosyal olayı, bilgi nesnesi durumuna yükseltebilecek özellikler içinde ileriye taşımak ve bir sosyal sürecin etkin öğesi olacak tarzda, özellikle de politik ilişkiler alanında, yeniden üretebilmek. Bu açıdan, “Adressiz Sorgular”ı, yalnızca yoğunlaştığı konu bakımından ele alsak bile, bir direniş tarihinin yazılmasının teorik ve pratik öncüllerini derlemiş olarak değerlendirebiliriz. Onun derlediği malzeme, belli bir zamanın en karakteristik olgusunu (o zaman kesitinin temel ve genel özelliklerini en kristalize haliyle ve diğer ilişkilerin-olayların da kendisinden çıkarsanabileceği bir yoğunlukla kapsayan olgusunu) sergilemektedir. Buna ek olarak, ortaya koyduğu genelleme, ileri sınıfın eyleminde yeniden üretilerek, tarihi yapanların elinde mücadelenin bir öğesi olarak hayat bulacak değerde ve önemdedir.
İnsan ve Devlet
“Zoon politikon” (toplumsal hayvan) terimi, Aristoteles’e aittir ve insanı, toplumsal işbölümünün sınıfsal yapısı içinde yeniden tanımlama ihtiyacına antik-çağ için verilmiş bir cevabı temsil eder.
Aristoteles’e göre, devlet örgütlenmesinin kapsadığı toplumsal ilişkiler dışında kalan insan, ya devletin altındadır, ya da üstünde. Öyleyse ya bir hayvandır, ya da bir “tanrı”! (“Aristoteles, Copleston Felsefe Tarihi c.1 sf. 116)
Modern sınıflı toplum, devlet ve birey arasında kurulan bu antik ilişkiye yeni bir anlam, gerçekte bütün sınıflı toplumlarda içkin olan karşıtlığı açığa vuran bir anlam yükledi. Buna göre, insan devleti aşabilirdi: Aristoteles’in düşüncesinde ancak bir “tanrı”ya yakıştırılabilen bu nitelik, modern toplumda sınıf mücadelesinin son sınırına vardırılmış bir ürünü ve hedefi olarak, gerçekleşme olanaklarıyla birlikte doğmuştu. Yeni sınıf ilişkileri ve özellikle de bir sınıf olarak kendi varlığına son verebilme yeteneğinde olan yeni sınıfın -proletaryanın? tarih sahnesine çıkmış olması, geçmiş yüzyılların bir ütopyasını, ciddi ve bilimsel olarak öngörülebilir bir program haline getirmişti.
Kuşkusuz, ancak bir devlet organizasyonu altında yaşayarak “zoon politikon” olabilen insanla, devletsiz de yaşayabilen, ancak devletsiz yaşayabildiği zaman gerçekten insan olacağını bilen insan arasında, yalnızca zamanla değil, özellikle “mülkiyet” kavramıyla belirlenmiş bütün ilişkilerde kendisini gösteren bir tarih uçurumu bulunmaktadır. Özetle, geçmişte daima hayvanlıkla olan bağıntısı içinde tanımlanabilen insan, mülkiyet ve onun bir sonucu olan devletle zorunlu tarihsel ilişkisi sona erdiğinde, dolaysız olarak kendisiyle tanımlanabilecektir. (3) “Düşünen hayvan”, “alet yapan hayvan”, “konuşan hayvan” vs gibi bütün tanımlar, insanı özel bir yetkinliği ya da eylemiyle hayvandan ayıran, ama gene daima cins bakımından hayvana bağlayan teorilere dayanırlar. İnsanlığın sınıfsız topluma kadar olan bütün çağları için bu yaklaşım anlamlıdır. Özgürlüğün dünyası öncesinde insan, zorunluluğun dünyasında kaçınılmaz olarak, hayvanlığın bir devamıdır.
Toplumsal evrimin bu teorik çizgisi, bize “yeni insan” kavramını kurma olanağını veriyor. “Yeni insan”, her şeyden önce, mülkiyetten özgür kılınmış, bu sayede de devlet ihtiyacının üzerine çıkmıştır. Aristoteles’in “tanrılık” düzeyine yükselttiği devletsiz de yaşabilen o varlık, özgürlüğün dünyasında “yeni insan” olarak gerçekliğini bulacaktır. Özgürlük ve mülkiyet kavramlarının birbirine bağımlılığını, mülk sahibi sınıflar açısından ele alarak, mülksüz insanın özgür olamayacağını ileri süren teori ve inançların aksine, insan soyunun hayvanlıktan tam toplumsal kopuşunun ve zorunluluğunun dünyasından özgürlüğün dünyasına geçişin, mülkiyete dayalı toplumsal ilişkilerin ilgasıyla mümkün olacağını öngören teori arasında, insan ve yeni-insan kavramlarının içeriğine verdikleri anlamda görülen farklılığı değildir. Birinci görüş, “yeni insanı” tanrı katına yükseltip bilinemez bir geleceğin gerçekleşmesi pek mümkün olamayan ideali olarak tanımlarken, ikinci görüş, her yeni toplumun kendi geleceğinin yapı taşlarını geçmişten bugüne ağır ağır ve saçarak taşıdığını, biriktirdiğini ve yeni kuruluşu, için seçerek kullandığını ileri süren tarih görüşüne uygun olarak, “yeni insan”ın da, dünün ve bugünün olanaktan içinden ortaya çıkacağını ileri sürer. Birincisi, gerçek insanı gökyüzüne fırlatıp atarken, ikincisi, yeryüzü toprağı üzerinde, onu bugünden yaratmaya çalışır.
“Adressiz Sorgular”ın “İşkencede Direniş Üzerine Bazı Kısa Dersler” başlığını taşıyan bölümü, yeni insan kavramıyla işkencede direniş arasındaki ilişkiyi gösterirken, bize konunun bu evrensel boyutunu düşünme fırsatı veriyor. Kitabın bütün gösterdiği odur ki, “yeni insan” kavramı, “insan” ve “devlet” kavramlarının çelişmesinden, onun aşılmasından doğacaktır.
Bazı Perspektifler
“Adressiz Sorgular”, kendi amaçlarından birisini, “işkenceye karşı mücadelenin bu güne kadar ya hiç işlenmemiş, ya da üstünkörü geçiştirilmiş bir yanını ortaya koymak” olarak açıklıyor: Buna göre, işkenceye karşı kamuoyunda yürütülen ve işkencenin teşhirini, insan haklarının ilerletilmesini ve suçluların cezalandırılmasını sağlamaya yönelik mücadelenin yanışına, bunlardan daha önemli olmasına rağmen, neredeyse arabesk bir işkence edebiyatına kurban edilen, çok çok hümanizm ve demokrasi adına “dökülen gözyaşları arasında boğuntuya getirilen” işkencede direniş cephesi bulunuyor. Kitap özellikle bu ikinci yanı öne çıkartan bir perspektife sahiptir ve bununla “direnme kapasitesini yükselterek, işkencecilerin amacına ulaşmalarına engel olmak” hedefi gözetilmiştir.
Belki de pek çok vesile ile araştırılıp tartışılma ihtiyacı duyulan, sosyal, ideolojik, siyasal pek çok sorun, “Adressiz Sorgular”ın bu saptamasıyla, özel bir ilişki ekseninde yeniden gündeme getirilebilir.
Örneğin, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül askeri harekâtlarının ardından ortalığı bir kendine acındırma, sızlanma, “mazlum ahi” edebiyatının kapladığı, fakat son döneme kadar, direnişe, onura, özel bir alanda da olsa kazanılmış zafere neden yer ver verilmediği sorusundan yola çıkılarak, ilgiyi bu yönelişinin tarihsel, sosyal, kültürel, psikolojik kökleri araştırılabilir. Bu, bizi belki de Türkiye’de sınıf mücadelesinin kendine özgü, gizli kalmış kimi boyutlarının keşfine götürebilir.
Ya da, edebiyatta olsun, siyasal-aktüel haber, iletişim kanallarında olsun, sorunun yalnızca bu yanının öne çıkarılmasının ardındaki ideolojinin, dönüp dolaşıp “devrimci ideoloji” yerine geçmesini, bununla da kalmayıp, devrimci-demokrat çevrelerde daha sığ, daha geri, adeta dinsel bir içerik kazanarak tedavülde tutulmasının nedenleri ve sonuçları tartışılabilir. Böylece devrimci politik hayatta, kitlelerin ruh halinin oluşumunda ya da inançlarının ve algılama tarzlarının gelişiminde, genel olarak devrimci pedagojinin unsurlarında, karşı-sınıfların mücadelesinin, yozlaştırıcı ve saptırıcı etkisinin hiç olmazsa bir yanı değiştirilebilir.
Gene bu saptamadan hareketle, egemen siyasal-üstyapı içinde kalarak, onunla ilişkiyi en azından hegemonyayı reddetmemek anlamında dışta kalmamayı seçerek teori üretenlerin konumuna esaslı bir büyüteç tutulabilir. Örgütlenmenin ya da politik faaliyeti sürdürmenin “düzen içi” niteliği ile bu tutum arasında, dolaysız kimi ilişkiler bulunabilir…
Ne var ki, bütün yararlarına rağmen bu tür çalışmalar sonuç olarak söz konusu kitabın kimi perspektiflerini, yalnızca araştırma düzleminde ileri götürmeye hizmet eder. Oysa bu kitap, elbette dikkatle incelenmesinin yaraşıra, mutlaka aşılmalıdır da.
Kitapta yazılarıyla yer alanlar, mücadelelerini şimdi yazarak da sürdürüyorlar ve böylece, kendi zaferlerinin herkesin zaferi olmasına katkıda bulunmak istiyorlar. Bu nasıl gerçekleşebilir? İşkenceyi, ona karşı direnerek tersine çevrilmiş bir silah haline getirerek yenmek ve bunu yalnızca birkaç kişinin, bir grubun eylemi olmaktan çıkarıp toplumsal bir tavır olarak genelleştirmek nasıl ve nerede mümkün olacaktır?
Elbette, deneylerden dersler çıkarılıp bunların yayınlanması, bunun başarılabilmesinin çok önemli bir unsurudur; fakat bununla sınırlı kaldığı sürece kendi başına bu çaba yetersizdir. Önemli olan teorinin maddi güç halini alması ise, bunun yolunun önce bilgiyi sınıfın politik örgütü içinde ve sınıfın bir özelliği olarak yeniden üretebilmekten geçtiğini bilmek gerekiyor. Bunun sınıfın hafızasına, artık ve kısmi ve dönemsel özelliklere bağlı bir olay olarak değil, işkenceyi bütün kökleri ve sonuçlarıyla insanlığın tarihinden silip atacak bir “Nuh Tufanı”nın örgütlenmesiyle mümkün olacağının bilinci halinde kazımaktan geçtiğini bilmek gerekiyor. Sınıfın hafızası onun politik örgütüdür.
Şubat 1990