Demokrasi Ve Faşizm, Tekelci Burjuva Devletinin İki Yüzünü, İki Biçimini İfade Ediyor

Sınıf mücadelesine anti-faşist sloganların damgasını bastığı dönemde, faşizm olgusu pek çokları tarafından, tekelci burjuvazinin, mali sermayenin ‘en gerici, en emperyalist, en şovenist’ kesimlerine göre tanımlanıyordu. Tekelci burjuvazinin faşist ve liberal kesimleri birbirinden ayrılıyor, tekelci burjuvazinin faşist kanallarını hedefe alan, liberal kanatlarını yanına almaya çalışan siyasal programlar, güncel plâtformlar, güncel talepler listesi formüle ediliyordu. Siyasal programlar ve anti-faşist mücadele anlayışı, UDC benzeri anti-faşist cephelerin kurulmasına kaynaklık ediyordu. En’li faşist anlayışının en radikal yorumu, siyasal platformda anti-tekel bir programın ve burjuva demokratik istemlerin ötesine geçmiyordu.
‘En’li faşizm anlayışı gelenekleri siyasal reformculuğa önemli bir teorik çıkış noktası oluşturuyordu.
Çıkış noktaları azaldı ve bir dönem kapandı. ‘En gerici’ terimi ile başlayan ve tekelci burjuvaziyi renklerine göre ayıran bir faşizm tanımlanması, Seçenek Dergisi’nin 3. sayısını dışında tutarsak, yapılmıyor artık. Tekelci burjuvazinin “eri gerici’ kesimlerini kapsamı içerisine alan bir faşizm tahlilinin, kapitalizme monte edilen “barışçıl” ve ‘demokratik’ nitelikleri lekeleyebileceği varsayılıyor. Kapitalizm ile sosyalizm bir noktada buluşuyor, iki sistem arasındaki ortak paydalar giderek çoğalıyor ve ekonomik ve siyasal normlar açısından Sovyet ve Doğu Avrupa kapitalizmi ile Batı tekelci kapitalizmi arasındaki farklar siliniyor. Kapitalizmin, bir sistem olarak kendi gelişme dinamiklerini tüketmediği görülüyor, kapitalizm toptan ‘ilerici’ misyonunu koruyor. Faşizm olgusu ile kapitalizmin ‘ilerici’ ve ‘demokratik’ özellikleri, birbirleriyle siyasal anlamda örtüşmüyor. Örtüşmediği yerde faşizm olgusu literatürden çıkarılıyor. Veya ‘macera arayan’ birkaç ‘kendini bilmez’in oluşturduğu ve sosyal tabanından kopmuş marjinal bir siyasal hareket düzeyine indirgeniyor. Faşizm terimi Batının ‘demokrat’ burjuva liberalleri tarafından yaşatılıyor ve artık bir tarih olmuş sosyalist devletin son siyasal izlerini kazımakta biraz geç davranan Doğu Avrupa’nın bürokratik sosyal-faşist rejimlerini tanımlamak için kullanılıyor. Emperyalist sistemin özellikle geri halkalarda, burjuvazinin siyasal istikrarını gerçekleştirmede siyasal bir yöntem olarak sık sık başvurduğu faşist askeri rejimler için, ‘Bonapartizm’. ‘askersel devirge’ gibi terimlerin kullanılması yeterli görülüyor.
‘En’li terimlerle başlayan faşizm tanımlamalarının artık geçerliliğini kaybetmesiyle, faşizm olgusu da kapitalizmin siyasal literatürüne ait bir siyasal olgu olmaktan çıkarılıyor, faşizm olgusu da sona eriyor.
Sorun çözülüyor.
Sorun çözülmüyor ve sadece faşizm olgusunun sona ermesiyle yetinilmediği görülüyor. Emperyalist metropollerin sadece sermaye ihraç etmesi, sadece meta ihraç etmesi, sadece bağımlılık ilişkileri ihraç etmesi yetersiz bulunuyor, sermaye-meta ihracatının demokrasi ihracatı ile takviye edilmesi isteniyor. Kendine güvensiz ve sınıftan ve sınıfın siyasal geleneklerinden kopuk reformcu aydınlar, güçsüzlüklerini Avrupa Topluluğu’nun gücü ile gidermeyi deniyor. AT kapılarında demokrasi dilenmek, artık demokratik bir meziyet oluyor. Türkiye gibi, siyasal olarak nispeten geri ve demokrasi geleneklerinin yerleşmediği ülkelerdeki, ‘eksik demokrasi’nin, Avrupa Topluluğu’nun güçlü demokratik geleneklerinin taşınmasıyla tamamlanması ve demokrasi için uluslararası barış ve demokratikleşme çabalarına dayanılması, TBKP’nin ‘Barış ve Demokratik Yenilenme Programı’na ve tek tek politikalarına bu anlayış damgasını basıyor. TBKP ve reformcu aydınlar, TBKP’ye yasallaşma izni vermeyen ve yasalarda demokratik düzenlemelere yönelmeyen siyasal gericiliği, AT normlarına dayanarak ‘demokratikleştirme’ye çalışıyor. Her şey, Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na giriş sürecine göre planlanıyor. Topluluğa giriş ı sürecinin hızlandırılması ve AT normlarının parça parça yürürlüğe sokulması için, mevcut hükümetlere destek politikası izleniyor. ‘Mutabakat politikası’nın teorisi yapılıyor. Ulusal sorun dâhil, demokrasi başlığı altında toplanan tüm sorunların çözümü, uluslararası demokratikleşme sürecine ve Türkiye’nin AT’a tam üye olarak katılması sürecinin hızlanmasına bağlanıyor. Sadece bir örnek açısından söz etmek gerekiyor; Yeni Açılım dergisinin Ekim-89 tarihli 18. sayısı, Kürt Ulusal sorunu özel sayısı olarak yayınlanıyor. TKP’nin Kürt ulusal sorununda bugüne kadar izlediği Türk-şoven yaklaşım ve politikaların itirafı yer alıyor ve 1925 Şeyh Sait Ulusal Ayaklanmasında izlenen çizginin i resmen eleştirilmesi isteniyor. Ulusların kaderlerini tayin hakkından, bir hak düzeyinde dahi söz edilmiyor. ‘Ulusal birlik’ ve ‘misak-i milli’ sınırlarının dokunulmazlığı, sol terimlerin arkasına sığınılarak tekrarlanıyor. Ulusal hareketin potansiyel gücünün kırılması için, burjuvazinin, Ecevitlerin ağzından dile getirilen reformist çözüm yolu Yeni Açılım sayfalarında özel bir itina ile yeniden vurgulanıyor. ‘Kültürel özerklik’ ve dil özgürlüğü hakkının tanınması, Kürt ulusal sorununun çözümü ve ülkedeki genel demokrasi normlarının yerleşmesi için çözüm yolu olarak öneriliyor. TBKP Merkez Komitesi üyesi olduğu belirtilen Ş. Yıldız, ‘şiddete başvuran güçler’i çözümü ‘zorlaştırmakla’ suçluyor. Çözümün zorlaştırılmaması gerekiyor. ‘Şiddet politikası’nın uluslararası demokratikleşme sürecinin genel yönelimleri ve Türkiye-AT ilişkileri ile uyum göstermediği belirtiliyor, iç ve dış politikalarla uyum gösterecek politikalar öneriliyor. ‘Barışçıl ve demokratik, mutabakata dayalı çözüm’ iç ve dış gelişmelere uyum gösterecek bir çözüm yöntemi olarak tekrarlanıyor.
TKP’nin ulusal sorunda, bütün bir Cumhuriyet dönemi boyunca izlediği Türk-şovenist Kemalist çizginin, sorunun kendi varlığını pratik olarak dayatması karşısında TBKP tarafından belli bir revizyona tabi tutularak, aşırı kabalıkları törpülenerek sürdürüldüğü görülüyor.
Türk gericiliği de gelenekleşmiş çözüm yolunu sürdürüyor ve Kürt ulusal hareketini askeri operasyonlarla, özel ordu birlikleriyle, özel yönetim organlarıyla, zorunlu iskan yasalarıyla, katliamlarla durdurmaya, kontrol artma almaya çalışıyor. Daha farklı koşullarda olmasına karşın ‘demokrasi’ ihracatçısı olarak görülen Batı Avrupa devletleri İrlanda’daki ulusal kurtuluş savaşında, Bask’taki, Yeni Kaledonya’daki kendi kaderini tayin etme mücadelesinde, reformcu önlemlerin yetersiz kaldığı durumlarda, militarist çözüm yöntemlerini sürekli devrede tutuyor.
Tekelci burjuvazi sadece Kürt ulusal hareketini ezmek ve kontrol altına almak açısından değil, muhtemel bir sosyal patlama karşısında hazırlıksız yakalanmamak için, sıcak bir iç-savaş olasılığına göre devleti, siyasal-militarist mekanizmaları, reformculuğun ‘barış’ ve ‘demokratikleşme’ sloganlarını ve beklentilerini adeta tekzip edercesine, yeniden takviye ediyor. Burjuvazi, teritoryal birlik hazırlıklarını da devreye sokarak, yürütmeyi yasamanın tamamen dışına taşıyarak, militarist güçlere başlı başına bir yürütme organı statüsü vererek, kendini sıcak bir iç-savaş olasılığına göre hazırlıyor.
Sayısız iç-savaş pratiğinden geçmiş ve güçlü bir yürütme ağına dayanan Batı burjuvazisi, bugünkü koşullarda zayıf ve radikalizmden uzak bir toplumsal muhalefet karşısında, kendini hep güvenlikli hissediyor.
Revizyonist propagandanın eşliğinde genel kabul gören siyasal değerleri tersine çevirmek gerekiyor. Yönetim biçimi ve siyasal istikrarın sürdürülmesi açısından burjuva demokrasisi, burjuva devleti için ve burjuvazi için bir zaaf belirtisi olmuyor, Avantaj olarak ele alınmalıdır. Burjuva demokrasisi, burjuvazinin en güçlü ve o denli de güvenli bir yönetim biçimidir. Devletin gücü, yürütme organının gücünden geliyor. Burjuva demokrasisi, devasa bir yürütme organına dayandığı ölçüde ve bu ölçüyle bağlantılı olarak, tekelci burjuvazinin yönetim biçimi olarak varlığını sürdürebilir. Burjuva devletinin en gelişmiş haline, en gelişmiş bir yürütme gücü tekabül ediyor. Devletin yürütme gücünün yaygınlaştırılmış ve güçlendirilmiş olması bakımından, bugün de, ‘demokrasinin beşiği’ olarak bilinen Batı Avrupa ülkeleri, benzerleri arasında ilk sırada yer alıyor. Yürütme organının gücü ve devlet gücünün uygulanma hızı, devletin temsili ve yargı organlarının yetkilerinin kâğıt üzerindeki çokluğu ile ve kamuoyunu oluşturan ve yönlendiren ‘sivil’ odakların ve düzen-içi demokratik muhalefet örgütlerinin giderek artan siyasal etkisi ile örtülüyor. Kompleks bir görünüm kazanan düzen-içi muhalefet odaklarının çoğalması ve kamuoyunu yönlendirmede etkili olması, ancak, devletin yürütme gücünün çok yönlü güçlendirilmesi ve uygulama hızı kazanması ile dengelenebiliyor. Güçlü bir parlamento geleneği Barış Hareketinde, Yeşilcilikte, Çevrecilikte ifadesini bulan düzen-içi muhalefet hareketleri için hala önemli bir çekim merkezi oluşturuyor. Radikalizme yönetmeyen her türden, siyasal-sendikal çevresel muhalefet hareketi, parlamentarizm kanalına akıyor. Anti-komünist komünist partilerin, uysal bir ikinci sosyal-demokrat grup olarak ortaya çıkmalarından sonra, ulusal parlamentonun ve Kıta çapında uluslararası temsili organların varlığı ve işlevi, devlet gücünün uygulama hızını düşürmüyor, hız artırıcı bir işleve sahip olduğu görülüyor. Tekelci burjuvazinin ekonomik çıkarları birbirleriyle farklı kesimleri ile siyasal temsilcileri arasındaki bağların zayıfladığı, koptuğu veya sosyal sınıf çatışmalarının parlamento çatısı altında yankı bulması ile, parlamentonun işlevini çok büyük ölçüde yitirmesi durumunda, ancak bu koşullarda, parlamentonun varlığı hız kesici bir rol oynuyor, devletin yürütme gücünün uygulama hızını aşağıya çekiyor. Devlet gücünün uygulama hızının normalin, belli bir limitin altına düşmesi, hız kesici etkenlerin devreden çıkarılması ile sonuçlanıyor; parlamento devre-dışı bırakılıyor. Faşizmin iktidara gelmesi, burjuva devletinin faşist bir biçim kazanması, parlamentonun devre-dışı bırakılması ile bir ve aynı şey değil. Şöyle de söylenebilir: Faşizmin iktidarı, mutlaka parlamentonun devreden çıkarılmasını gerektirmiyor. Tekelci burjuvazi ile siyasal temsilcileri arasındaki bağların zayıflaması, kopması eski yönetim mekanizmalarının, parlamentonun ve parlamenter partilerin yadsınması için siyasal bir zemin oluşturuyor. Kopuşun olmadığı koşullarda parlamentonun varlığı, faşist devlet biçimine ‘demokratik’ bir görünüm kazandırıyor, çıplak şiddetin üzerini örtüyor.
Devlet örgütlenmiş şiddetin, örgütlenmiş zorun başka bir tarzda ifade edilmesi demek oluyor. Zor ve şiddet devlet olgusunun özünü oluşturuyor. Zor ve şiddet, ancak şiddet araçlarıyla gerçekleştirilebiliyor. Devlet olgusu, şiddet araçlarının örgütlenmesi olgusunda ifadesini buluyor.
Tekelci aşamada, burjuva devleti sadece şiddetin düzeyi, yaygınlığı ve etkisi açısından değil, aynı zamanda şiddet araçlarının örgütlenme düzeyi bakımından da, tarihsel olarak kendi öncülleriyle karşılaştırılamayacak derecede kompleks bir mekanizmalar bütünlüğüne sahip. Tekelci aşamanın burjuva devleti, devlet olgusunun en çok geliştiği en kompleks evresini, sömürücü devletler kategorisi içerisinde son halkasını oluşturuyor.
Son halka kazanılacak veya kaybedilecek son mevzi damak oluyor. Tekelci burjuvazi son mevziiyi korumak, son mevzide direnmek için üstün bir savunmaya başvuruyor, son bir saldırıya geçiyor. Devletin çıplak şiddeti açığa çıkıyor. Çıplak şiddetin üzerindeki örtü kalkıyor. Şiddet yöntemi ve şiddet araçları bütün alanlarda ve çok yönlü olarak devreye sokuluyor. Tekelci burjuva gericiliği, en yoğunlaşmış, en billurlarmış siyasal ifadesine kavuşuyor.
Tekelci burjuvazi, son mevziiye, faşizm silahına başvurarak savunmaya geçiyor, saldırıya girişiyor.
Sadece serbest rekabetçi aşamada değil, emperyalizm aşamasında da burjuva devleti tek bir biçimle sınırlı olmuyor. Aynı öz çok çeşitli biçimler altında varolabiliyor, çok çeşitli biçimler kazanabiliyor. Şiddeti barındırması ve bir sınıfın baskı aleti olması, devletin özünü oluşturuyor. Emperyalizm aşamasında tekelci devlet, tekelci burjuvazinin, mali sermayenin şiddet ve baskı mekanizması olarak örgütleniyor. Serbest rekabet aşamasında tüm burjuvazinin devleti olan siyasal zorun sosyal tabanı tekelci aşamayla birlikte daralıyor. Devlet tüm burjuvazinin bir baskı aygıtı olmaktan çıkıyor, sadece tekelci burjuvazinin baskı aygıtına dönüşüyor. Ekonomik tekel siyasal tekel ile tamamlanmış oluyor. Mali oligarşi siyasal tekelde, siyasal oligarşide yansımasını buluyor. Tekelci burjuva devleti oligarşik bir karakter kazanıyor. Siyasal oligarşi, sosyal tabanı daralmış burjuva devletinin tekelcilik aşamasında kazanmış olduğu muhtevanın siyasal düzlemdeki ifadesi demek oluyor. En gelişmiş metropollerden, zincirin en ‘zayıf halka’larına kadar emperyalist -kapitalist sistemin bütün halkalarında devlet, oligarşik bir karakter kazanıyor. Tekelci oligarşik devlet, tek bir form, tek bir biçim kazanmıyor, sayısız biçim altında varolabiliyor. Burjuva demokrasisi, tekelci devletin sürdürdüğü biçimlerden biri. Tekelci devlet sınırlandırılmış burjuva demokrasisi dışında, faşizme veya başka formlara bürünebiliyor.
Faşizm, emperyalist aşamada tekelci oligarşik burjuva devletinin burjuva demokrasisi dışında kazandığı formların en önemlisi olarak biliniyor.
Tekelci devletin kazanacağı form, sınıflar arası ilişkilerin düzeyine bağlı olarak şekilleniyor. Emperyalizm, kapitalizmin sadece en yüksek aşamasına tekabül etmiyor, daha önemlisi proleter devrimleri çağını oluşturuyor, sosyalizmin arifesi demek oluyor. Siyasal istikrarın eski yönetim biçim teriyle sürdürülemediği, proletaryanın ve ezilen sınıfların Kapitalizme karşı sosyal muhalefetinin alışılagelmiş yöntemlerle sistemin sınırlarına çekilerek kontrol altına alınamadığı ve ‘demokratik’ devletin klasik mekanizmaları ile ve ortaya çıkan ‘ikinci iktidar’ organları ile işlerliğini kaybettiği koşullarda, tekelci burjuvazi, düzene yeniden istikrar kazandırmak için eski yönetim biçimlerini veya devletin ‘demokratik’ kurumlarını devre dışı bırakıyor. Yığınların sosyal muhalefeti ve iç-savaş koşulları mevcut yasallığı zorluyor ve devlet otoritesi dışında başka ‘otorite’ odakları ortaya çıkmaya başlıyor. ‘İkili iktidar’ organları ve nüveleri şekilleniyor, ‘ikili iktidar’ organları siyasal tekelin zayıflamasının ifadesi oluyor. Milis örgütlenmesine yönelik belirtilerin kendini göstermesi veya ortaya çıkması ve yaygın silahlanma, otoritenin daha düşük bir hızda uygulanmasına zemin hazırlıyor. Tekelci devlet, tekil gücün bölünmesi ile uyuşmaz, ‘İkili iktidar’ odaklarını kaldırarak tekil gücünü yeniden kurmak zorundadır. Devlet gücünün uygulama hızını düşüren ‘katılımcı demokrasi’ gibi ‘engeller’ kaldırılıyor. Devletin temel güç organları, her yönden ve doludizgin devreye sokularak, devlet gücünün uygulama hızı yükseltiliyor.
Faşizm; önceden de belirtildi, devlet gücünün uygulama hızını düşüren etmenlerin bertaraf edilmesi anlamına geliyor. Devlet gücünün hızla ve engelsiz uygulanmasını gösteriyor. Burjuva demokrasisi ile faşizm arasında, aynı devlet içerisinde, devlet gücünün uygulama hızı bakımından bir ayırım ortaya çıkıyor. Demokrasi ve faşizm, aynı devletin, tekelci burjuva devletinin iki yüzünü, iki biçimini ifade ediyor. İkisi arasında bir nitelik farkı ortaya çıkmıyor. Burjuva demokrasisi devlet gücünün daha düşük bir hızda uygulanmasına kaynaklık ediyor. Burjuva demokrasisi koşullarında parlamento ve diğer ‘katılımcı’ organlar devletin işlevlerini ortadan kaldırmıyor, sadece hızı düşürüyor. Uygulama hızının yükselmesi ve ivme kazanması, faşizmin iktidara getirilmesi ile mümkün olabiliyor.
Tekelci burjuva devletinin bir biçimi olan faşizm, burjuvazi ile tarihsel olarak yaşıt değil, emperyalizm ve proleter devrimleri çağının bir ürünü. Tekelci devletin, proleter devrimleri çağında, bir durumu olarak şekilleniyor. Proleter devrimleri çağının başlaması ile birlikte tekelci burjuvazi, ayağa kalkan proleter yığınların, halk yığınlarının yenilgisi zemininde, düzeni sürdürmek ve siyasal istikrarı gerçekleştirmek için yüzyılımızın ikinci on yılından itibaren, Batı Avrupa’da tekelci burjuvazi, burjuva demokrasisini, burjuva demokratik kurumları bir kenara atarak faşizme başvuruyor. Tekelci burjuvazi faşizm silahı ile hem içteki proleter devrimlerini eziyor, hem de Ekim Devrimi ile başlayan proleter devrimleri sürecini durdurmaya çalışıyor.
Faşizm, emperyalizm ve proleter devrimleri çağında, tekelci burjuvazinin proleter devrimi tehlikesine karşı veya bir halk ayaklanmasına karşı gösterdiği tepkinin siyasal ifadesini oluşturuyor. Burjuva demokrasisi ile burjuva toplumunun ortaya çıkan toplumsal bunalımı koşullarında, devrimci durumun siyasal bir devrimle sonuçlanmaması, tekelci burjuvazinin siyasal egemenliğinin takviyesini getiriyor. Keskin bir toplumsal bunalım ve proletaryanın devrimci güçsüzlüğü, burjuva demokrasisi koşullarında faşizmin işbaşına gelmesi ile sonuçlanıyor. Sosyal-demokrasinin karşı -devrimci rolü, faşizmin işbaşına gelmesine maddi ve moral zemin hazırlıyor. Faşizm burjuvazinin askeri örgütlenmesi olarak şekilleniyor.
Faşizm, emperyalizmin zayıf halkalarında, proletaryanın içte devrimi başaramamış olmasının bir kefareti oluyor. Clara Zetkin, faşizmi bir ‘ceza’ olarak yorumluyor: “Faşizm, proleter devrimini gerçekleştirememiş proletaryanın çekmeye mahkûm olduğu cezadır.”
Emperyalizm zayıf halkaları ile birlikte var oluyor. 1917 Ekim Devrimi ile emperyalist zincir en zayıf halkalarından birinde kırılıyor, İtalya ve Almanya, zincirin diğer zayıf halkaları arasında yer alıyor. Zincir kınlamıyor, faşizm gerçekleşiyor. Çarlık Rusyasında kırılan zincir, İtalya, Bulgaristan ve Almanya’da tamamlanıyor.
İtalya ve Almanya’da, birinci emperyalist paylaşım savaşının bitiminden sonra ortaya çıkan devrimci durum, üzerinde duracağız, devrimle sonuçlanmıyor, proletaryanın devriminin yenilgisi faşizmin yerleşmesini getiriyor.
Özellikle en kapsamlı dersler sunmaları açısından Almanya ve İtalya örnekleri bugün bile teorik tahlillerde kaynak olarak kullanılıyor.
Faşizmin yerleşme sürecini, 1920-30’lu yıllar kesitinde ve İtalya, Almanya somutunda belli bir çerçeve ile sınırlayarak irdelemek gerekiyor. Özellikle ortaya çıkan devrimci bir ortamın devrime dönüştürülememesi, devrimle sonuçlandırılamaması, sosyal -demokrasinin faşizmin işbaşına gelmesinde oynadığı rol ve Alman Komünist Partisi’nin ve İtalya Komünist Partisi’nin anti-faşist mücadelede izledikleri taktikler, çoğunlukla göz ardı ediliyor veya yeterince ilgi konusu olmuyor. Üzerinde durulması gerekiyor. Geçmişin derslerini bugüne taşımak, devrimcilikle reformculuk arasındaki temel ayırımı netleştirmek ve bugün ortaya çıkan sorunun geçmişteki kaynaklarını izlemek için, sosyal-demokrasinin karşı -devrimci rolünün ve komünist partilerin anti-faşist mücadele taktiklerinin satırbaşları halinde de olsa irdelenmesi gerekli. Gereklilikten de öte zorunlu,
Faşistleşme süreci ve Anti-Faşist savaşta komünist partilerin tutumu
Birinci emperyalist savaş koşulları hem Almanya’da, hem de İtalya’da toplumsal çelişkilerin şiddetlenmesi ile sonuçlanıyor ve savaştan yenilmiş, ekonomileri yıkılmış olarak çıkan ve sonuçta emperyalist sistemin zayıf halkaları arasına giren her iki ülkede de yeni bir süreç yaşanıyor. Genel grevden yerel ayaklanmalara kadar uzanan devrimci bir durum olgunlaşıyor. İşçi Sovyetleri sadece ayaklanma organları olarak değil, ikinci iktidar organları olarak da şekilleniyor. Tekelci burjuvazi proleter devrimi tehlikesini savuşturuyor.
Proletaryanın ortaya çıkan devrim fırsatını değerlendirememesi koşullarında sistemin çözümsüzlüğü, karşı-devrimin siyasal çözümü ile sonuçlanıyor. Yaklaşık on yıl arayla, 1922’de İtalya’da, 1933’te Almanya’da tekelci devlet faşist biçime bürünüyor.
Faşistleşme süreci İtalyan ve Alman proletaryasının genel ve mevzi direnişi ile paralel sürüyor. Alman Komünist Partisi’nin (KPD) ve İtalyan Komünist Partisi’nin (PCI) belli bir direniş çizgisi ile karşılanıyor. Anti-faşist direniş Savaşında binlerce komünist toprağa düşüyor, direniş destanları yaratılıyor. Fabrikalar, işyerleri, temerküz kampları, sosyal-demokrasinin ihanetine karşın, faşizme karşı direniş odakları oluyor. Faşistleşme süreci, aynı zamanda, Alman ve İtalyan komünist partilerinin, acık bir biçimde işçi sınıfından koptukları bir döneme tekabül ediyor. Her iki parti de, faşizm tehlikesini gerektiği ölçüde ciddiye almayan bir politik perspektif içerisinde davranıyor. Dahası, anti-faşist mücadelede, etkisi daha zayıf kalan yöntemlere ve araçlara başvuruluyor. Sosyal -demokrasinin karşı-devrimci rolünün komünist partilerin somut duruma uygun olmayan taktikleri ile birleşmesi ve sınıfın bölünmüşlüğü, ortaya çıkan devrimci sürecin devrimle ilgili, faşizmin işbaşına gelmesi ile sonuçlanmasının başlı başına olmasa bile, başlıca nedenleri arasında sayılması gerekiyor.
a) İtalya
İtalyan tekelci burjuvazisi, birinci savaşta paylaşılan dünyadan pay kapmak için katılıyor, savaştan yenilgi ve ekonomik yıkımla çıkıyor. Yenilgi ve ekonomik yıkım, işçi sınıfının olağandışı devrimci atılımı ile tamamlanıyor. İtalya, Avrupa’nın güneyinden, ’emperyalizmin zayıf halkası’na katılıyor. İtalya devrime gebedir. Savaş bulutları hâlâ Avrupa ufuklarında dolaşırken, Torino’da 1917’de yerel ayaklanma patlıyor. Lenin Torino ayaklanmasını, ‘dünya devriminin gelişmesi’ olarak selamlıyor.
Yerellik genelliğe dönüşüyor ve 1919’da proletarya hareketi genel siyasal greve evriliyor. Hemen her yerde Sovyetik organlar ortaya çıkıyor ve konseyler iktidarı, alternatif iktidar organlarını oluşturuyor. Floransa’da, ömrü kısa da sürse, bir Sovyet Cumhuriyeti kuruluyor, işçilerle askerler arasında kardeşleşmeler doğuyor. İtalya’da 1919’da Konsey Hareketi, kırsal alanlarda bir köylü hareketi ile çakışıyor. Toprak devrimi talepli köylü hareketi, mücadele biçimi olarak yaygın toprak işgallerine yöneliyor. Köylü milisleri örgütleniyor.
1919 Atılımının hemen arkasından yapılan Kasım seçimlerinde, İtalyan Sosyalist Partisi (PSI), atılımı oy patlamasına çeviriyor; 2 milyona yakın oy topluyor. Faşistler tüm İtalya’da sadece 4 bin oy alıyorlar ve parlamentoya girme şansı dahi kazanamıyorlar. Mussolini, seçim yenilgisi karşısında politikayı bırakmanın eşiğine geliyor. Faşist Parti, ancak 1921 yılında Parlamentoya girmeyi başarabiliyor. 1919 Atılımı, göreli bir sakinleşme döneminin arkasından, 1920’de, hemen hemen tüm sanayi merkezlerinde fabrika işgalleri biçimini alan genel grevle zirvesine ulaşıyor. Her fabrika bir fabrika konseyinin yönetimi altına giriyor. Fabrika konseyleri, alternatif iktidar organları olarak işlev görüyor, fabrikalarda ekonomik ve siyasal iktidar fabrika konseylerinin eline geçiyor. ‘Burjuvazisiz üretim’ dönemi başlıyor. Sendikaların kontrolünde üretim sürdürülüyor. 1919’dan 1920’ye geçerken köylü hareketi, belirgin bir sakinleşme devresine de girmeden sürüyor. Dahası artık köylü birliklerine evrilmiş olan köylü milisleri, 1920 sonbaharında İtalyan kırının büyük bir bölümünü kontrolü altında tutuyor. Kırsal bölgeler, büyük bir bölümüyle merkezi iktidarın denetiminden çıkıyor.
İtalya bir proleter devrimine en çok 1920 yılında yaklaşıyor. Devrimin koşulları çok yönlü oluşuyor. Ama devrimci durum kendi zaafları ile birlikte geliyor. Fabrika işgalleri ve kırsal bölgelerde toprak işgalleri belli bir doygunluğa ulaştıktan sonra tıkanıyor. Hareket fabrikalara kapanıp kalıyor. Toprak işgalleri ve fabrika işgalleri biçimine ulaşan genel siyasal grev, merkezi siyasal iktidarın elde edilmesine yönelik genel ve birleşik bir ayaklanmaya dönüşmüyor. Mücadelenin biçimleri, kapsamı, yaygınlığı ve kendiliğinden ulaştığı örgütlenme düzeyi açısından mevcut durum ayaklanma potansiyelini taşıyor, ama ayaklanmaya dönüşmüyor. İtalyan Sosyalist Partisi, işçi sınıfı arasında yaygın bir örgütlülüğe sahip. Genel İşçi Konfederasyonu (CGL) 2 milyon üyeye sahip ve PSI’ye organik olarak bağlı. CGL, ‘burjuvazisiz üretim’ sürecini işgal edilmiş fabrikalarda başlatıyor ve üretimi kontrol ediyor. İtalyan Komünist Partisi’nin henüz kurulmadığı bu dönemde Gramsci ve Torinolular Grubu ismiyle anılan Sosyalist Parti’nin ‘devrimci fraksiyonu’ fabrika işgallerinde ve genel siyasal grevde öncü bir rol oynuyor. Köylü hareketi ise büyük ölçüde kendiliğindenci ve siyasal bir örgütlülükten yoksun. Zamandaş olmasına karşın köylü hareketi, büyük sanayi merkezlerindeki işçi hareketi dalgasından kopuk olarak gelişiyor. Kırsal bölgelerde toprak devrimi talebi ile ortaya çıkan yoksul köylülüğün sınıf hareketi en ileri aşamasında bile, Sosyalist Parti’nin ‘devrimci fraksiyonları’nın ilgi alanının dışında kalıyor. Yoksul köylülüğün devrimci potansiyeli, 1920’li yıllarda, Gramsci düşüncesinde, teorik düzlemde dahi gereken yankısını bulmuyor, bulamıyor.
1920 ile birlikte proletarya iktidarı fiilen bir gerçeklik kazanıyor. Geriye devrimin örgütlenmesi ve fiili durumun hukuken tescil edilmesi kalıyor. PSI korkuya kapılıyor ve sistemin kollarına atılıyor.
Eklektik ve yerine oturmamış bir siyasal perspektife sahip ‘devrimci fraksiyon’un sınırlı etkisini dışlasak bile, Sosyalist Parti’nin bir iktidar perspektifine sahip olmadığını ve iktidar hedefine göre örgütlenmediği görülüyor. PSI’nin temel siyasal perspektifi, ekonomik bir bakış açısı ve reformcu hedeflerle sınırlı kalıyor. İtalya’nın birinci emperyalist paylaşım savaşına katılmasına karşı tutum almasına ve 1919 Kongresi’nde Maksimalist akımın, reformcu akıma karşı kazandığı üstünlüğe ve Kongre’nin III. Enternasyonal’e katılma kararı almasına karşın, Parti, temel politikalarında ve siyasal taktiklerinde II. Enternasyonal geleneklerinden kopamıyor. Sistem içindeki mevzilerin genişletilmesi ile evrimin kendiliğinden geleceği beklentisine giriyor. Sistem içerisinde kazanılan siyasal ve yönetsel mevziler, PSI’yi sisteme bağlamanın araçlarına dönüşüyor. Yerel Yönetim organlarının genişletilmesinin, ‘özerk’ iktidar organlarının çoğaltılmasının sonucunda, merkezi iktidarın kendiliğinden düşeceğine inanılıyor. ‘Kızıl Emilia’ların çoğaltılması yeterli sayılıyor.
Bekleyicilik politikası, politik çizgiye dönüşüyor.
Maksimalist akım 1920 yılına kadar,  Mussolini’nin işbaşına gelmesine kadar ekonomist bir akışla devrimi bekliyor. Faşist hareketin ‘sivil toplum’a egemen olmaya başladığı bir dönemde, 1921’de, Maksimalist akımın önderi Serrati, faşizmi, burjuva egemenliğinin çöküşten önceki son siyasal aşaması olarak tanımlıyor. ‘Zorunlu’ ve pek ‘yakın’ olan bir devrim beklentisi, İtalyan Sosyalist Partisi’nin bütün siyasal taktiğinin temeline yerleşiyor. PSI ‘beklentisini’ sekteye uğratacak, aynı anlama gelmek üzere, kapitalizmi ‘sarsacak’ her türden ‘olay’ın karşısında yer alıyor. 1920’de hemen tüm sanayi merkezlerini saran ve fabrika işgalleri biçimini alan genel siyasi grev karşısında, konseyler hareketi karşısında PSI, ‘hareketin bütününe zararlı ve bu yönde etki yapabilecek hareketlere karşı’ işçileri uyarıyor. Artık yavaş yavaş maya tutmaya başlayan faşist hareketin ortadan kaldırılması ‘merkezi iktidar’dan bekleniyor.
PSI politikaları Ve CGL taktikleri, 1920 dalgasının, belirli bir doygunluk noktasından sonra tıkanmasını getiriyor. Giderek de İnişe geçiyor, işçi sınıfı hareketsizliğe itiliyor.
1920 devrim dalgası en doruk noktasında, iki seçenekle karşı karşıya kalıyor: Hareketin devrime dönüştürülmesi veya belli istemlerin kabul edilmesiyle uzlaşılması. Devrim veya reform…
1920 dalgası devrimle değil, reformla sonuçlanıyor; devrim dalgası burjuvazinin karşı-devrimci terörü ile kırılıyor.
CGL Eylül-1920 toplantısında, hareketin devrime dönüşmesi durumunda yerini PSI’ye bırakmaya karar veriyor. PSI’nin siyasal karar almasını istiyor. Öneri PSI yetkili organları tarafından geri çevriliyor. CGL’nin Ulusal Kongresi, hareketin devrime dönüştürülmesini oylamaya sunuyor. Ama CGL’nin Ulusal Kongresi’nde belirli bir oy farkıyla kaybediyor.
Devrim kaybediyor, burjuvazi kazanıyor.
CGL’nin Ulusal Kongresi kararlarından sonra, işçi hareketinin dağılmak üzere olduğunu saptayan Giolitti Hükümeti, işgal altındaki fabrikaları kuşatma yoluna başvurmadan önce, sendika bürokrasisi ile görüşme yöntemine başvurmayı tercih ediyor. İşçilerin, işletmelerin mali, idari ve teknik denetimine katılmalarını sağlayacak işçi-işveren örgütlerinden oluşacak bir komisyonun kurulması, prensip olarak karar altına alınıyor. Prensip kararının yasallaşması hazırlıkları kurulan bir komisyona ‘havale ediliyor.’ Komisyon çalışmaları kısa zamanda tıkanıyor. PSI ‘bekleme’ politikasını sürdürüyor. İşçi hareketi beklemeye giriyor, dağılıyor. Burjuvazi, oyalama politikasını bitiriyor ve sanayi kentlerini kuşatan askeri birlikler, artık doğrudan fabrikalara yöneliyor, işçi önderlerine ve sosyalistlere yönelik büyük bir tutuklama kampanyası başlatılıyor.
Devrim geride kalıyor. Eylül-1920 ile birlikte devrimci ilerleyiş kesintiye uğruyor.
Devrimci ilerleyişin kesintiye uğradığı noktada, faşist hareketin ilerlemesi başlıyor. Eylül-1920’de devrimci ilerleyiş duruyor, Kasım-1920’de faşist milisler Bologna’yı ele geçiriyor.
Bologna’nın ele geçirilmesi ile faşistleşme süreci tırmanışa geçiyor. 1921 yılından itibaren işçi sınıfı direnişi savuma evresine giriyor.
İtalyan Sosyalist Partisi, 1920 Konseyler Hareketi döneminde izlediği çizgiyi, 1921-22 faşistleşme sürecinde de sürdürüyor. Gramsci ve Bordiga gibi karizmatik isimlerin başını çektiği ‘Komünist Fraksiyon’, 1921’de PSI’den ayrılıyor, faşistleşme süreci ile eşzamanlı olarak İtalyan Komünist Partisi (PCI) kuruluyor. PCI, reformculuğa karşı mücadele sürecinde ‘sol-çocukluk hastalığı’na savruluyor. Siyasal ayrılık sendikal alana da sıçrıyor. CGL tabanının yüzde yirmi beşi PCI tarafından kurulan yeni sendikal konfederasyona kayıyor. PCI, reformculuğa karşı radikal bir tutum benimsiyor, ama ‘sol-çocukluk hastalığı’na savruluyor.
Sınıf hareketinin bölünmüşlüğü ve hareketin 1920 Direnişinden yenilgi ile çıkmış olması, faşist hareketin gelişmesine siyasal ortam hazırlıyor. Reformcu taktiklerden veya ‘sol’ hastalıklardan faşist hareket güç ve mevzi kazanmak için yararlanıyor. Faşist hareketin iktidara yerleşmesi reformculuğun ve ‘sol-çocukluk hastalığı’nın kefareti oluyor.
Eylül-1920 yenilgisinin arkasından, özellikle işçi sınıfı hareketi gelişen faşist harekete karşı savunma konumuna geçiyor. Özellikle 1921 yılı içindeki faşist tırmanış, sınıf hareketinin yöneldiği hedeflerin değişmesine ve giderek bir savunma savaşına dönüşmesine yol açıyor. İşçi sınıfı örgütlü konumunu sürdürüyor, yeni ve gelişmiş örgüt biçimleri ortaya çıkıyor. Faşizme karşı savunma savaşına dönük olarak, işçi sınıfı arasında silahlı direniş örgütleri yaygınlık kazanmaya başlıyor. 1921 yazından itibaren kendiliğinden ortaya çıkmaya başlayan ve Arditi del Popolo (Halk Gönüllüleri) ismiyle anılan yarı-askeri silahlı direniş komiteleri, işçilerden köylülere, sendikacılardan sosyalist ve komünistlere kadar uzanan geniş bir sınıf yelpazesini kucaklıyor, bir cephe özelliği gösteriyor. Arditi tipi bir örgütlenme,’ mevcut durumun tahlil edilmesiyle Komintern organlarınca karar altına alınan ‘birleşik işçi cephesi’ politikasına ve bu politikaya bağlı olarak öngörülen örgüt biçimlerine uygunluk gösteriyor.
Militer faşist Squadri örgütü, 1921 yazından itibaren fabrikalara ve sınıfın elinde tuttuğu mevzilere karşı silahlı saldırıya geçiyor. Geniş bir alanda örgütlü bir güç olarak ortaya çıkan Arditi del Popolo, eldeki her mevziiyi, faşist saldırılara karşı korumaya ve savunmaya yöneliyor. Arditi ile faşist Squadri arasındaki mevzi silahlı çatışmalar, giderek yoğunlaşarak 1921 yazından 1922 yazına kadar sürüyor.
Faşizmin tekelci burjuvazinin ve devlet güçlerinin desteğinde her alanda tırmanışa geçtiği ve sınıfın büyük ölçüde kendiliğindene! bir şekilde, faşist saldırılar karşısında örgütlü savunmaya yöneldiği bir tarihi kesitte, İtalyan Sosyalist Partisi, anti-faşist direnişin karşısında bir konum alıyor. PSI, faşist harekete ‘düşman’ gözüyle bakıyor ve ‘düşmana bahane verilmemesini’ istiyor. Faşizme karşı siyasal kitle grevleri örgütlenmesine yönelik öneriler, PSI yönetimince olumlu karşılanmıyor, reddediliyor. Yasal platformun dışına çıkmama kararı, bir kez daha vurgulanıyor. PSI, parlamento kürsüsünden, Anayasaya saygı çağrılarında bulunuyor ve Anayasa silahını kullanarak, faşist hareketin yasal sınırlara dönmesini sağlamaya çalışıyor. Devlet güçlerinin, faşist saldırıları durdurabilmek için yeterli olduğu saptanıyor ve devletin faşizmi durdurması isteniyor. Devlet, güçlerinin, faşizmin tırmanışını durdurmaması reformculuğu ‘güven bunalımı’na sürüklüyor, güven ve umut daha büyük ölçüde hanedanlıkta yoğunlaşıyor. PSI’nin, faşist tırmanışın durdurulması için hanedanlığa en çok güvendiği günlerde, Kral II. Emanuel parlamentarizme olan güvensizliğini açıklıyor, ‘güçlü devlet’ ihtiyacını dile getiriyor. Hanedanlık faşist hareketin arkasına geçiyor.
Faşist hareketin devrime karşı silahlı saldırıya geçtiği ve Arditi del Popolo’nun faşist Squadri’ye karşı mevzi savunma savaşını sürdürdüğü 1920 Ağustosunda, İtalyan Sosyalist Partisi faşistlerle barış masasına oturuyor. ‘Barış Anlaşması’ imzalanıyor. 1921’de kendi iç sorunları ile uğraşan faşist hareket, bu şekilde toparlanma fırsatı kazanmış oluyor.
‘Komünist Fraksiyon’un Ocak-1921’de İtalyan Sosyalist Partisi’nden ayrılması ile kurulan İtalyan Komünist Partisi, 1924 yılında Gramsci ve Torinolu komünistlerin yönetime gelmesine kadar, Blanquist etkilenmeler taşıyan Bordiga grubunun yönetiminde kalıyor. Gramsci dışında, PCI, faşist tırmanışı önemsemiyor, faşizmi bir tehlike olarak görmediğim açıklıyor, faşizm tehlikesini küçümsüyor. Gramsci ‘faşist bir hükümet darbesi’ olasılığından söz ediyor. Gramsci’nin düşüncesi Lenin tarafından da paylaşılıyor. Faşizm tehlikesini küçümsemesi, Blanquist eğilimler ve faşistleşme süreci boyunca Partinin kendi içindeki örgütsel-siyasal birliği sağlayamamış olması, PCI’nın, faşizme karşı etkin bir mücadele sürdürmesinde olumsuz bir rol oynuyor. Blanquist eğilimler, kitlevi mücadele çizgisinde ve mücadele biçimlerinde ‘sol-çocukluk hastalıklarına’ kaynaklık ediyor. Daha faşistleşme sürecinin başlangıcında PCI’nin yığınlarından kopuk olduğu görülüyor. Faşistleşme sürecinde, izlediği çizgi ve taktikler, hem sınıftan daha büyük ölçüde kopmasını getiriyor, işçi sınıfına önderliğini kabul ettiremiyor, hem de anti-faşist mücadelenin etkinliğini zayıflatıyor.
PCI’nin politika ve taktikleri, sınıfın faşizme karşı gücünün birleşmesinde kolaylaştırıcı bir rol oynamıyor. PCI, ekonomik ve siyasal alanlar arasında bir uçurum tablosu çiziyor ve “birleşik cephe” politikasını yalnızca ekonomik alanda, sendikalarla olan ilişkilerinde ve belirli taleplere bağlı eylemler için benimsiyor, ‘birleşik cephe’ politikası, ‘eylem birliği’ perspektifine İndirgeniyor. Daha 1921 yılında Komintern, komünistlerin sosyalistlerle tabandan birleşik cephe örgütlerinde bir araya gelmesinin karşısında yer alıyor. ‘Birleşik cephede hiç bir ittifak ve varoluş nedeni görmediğini’ açıklıyor. ‘Birleşik işçi cephesi’ politikası, genel bir kamuoyu baskısı sonucunda, Bordiga yönetimince benimseniyor, ama 1924 yılındaki yönetim ve politika değişikliğine kadar uygulama alanına sokulmuyor. PCI, tabandan birleşik cephe politikası karşısındaki tutumunu, 1922 Kongresinde aldığı kararlarla da sürdürüyor. Mart-1922’de toplanan Roma Kongresi, Roma Tezleri diye anılan siyasal kararları onaylıyor. Roma Tezleri, devrimci hareketin önündeki asıl tehlikenin faşizm değil, sosyal-demokrasi olduğunu karar altına alıyor. Aynı yılın Ekim ayında, Turati reformist kanadının Sosyalist Parti’den tasfiye edilmesine karşın, birleşik cephe kurulamıyor.
PCI, 1921 yazında tabandan birleşik cephe örgütleri olarak kurulan Arditi del Popolo’ya, Gramsci’nin muhalefet şerhi ile, karşı çıkıyor. Gerekçe olarak da, Arditi’nin faşizmin aşırılıklarına karşı proleter tepkiyi kullanarak, toplumsal hayatın düzenini ve ahlakını yeniden kurmayı önermiş’ olmasını ve PSI’nin Faşist Parti ile ‘Barış Anlaşması’ yapmasını gösteriyor. Alternatif olarak da, silahlı komünist müfrezeler kuruluyor. 1921’den itibaren “komünist müfrezeler” birçok yerde eyleme geçiyor, başarılı sonuçlar alıyor. Komünist Müfrezeler tarafından faşist birlikler bozguna uğratılıyor. Anti-faşist silahlı iki örgüt ayrı saflarda bir hedefe karşı savaşıyor. Birçok komünist PCI’den atılmayı göze alarak, daha geniş anti-faşist kesimleri bağrında barındıran Arditi saflarında çarpışıyor.
Şubat-1922’de Emek İttifakı’nın kurulması ile sendikal hareket birleşiyor. Emek ittifakı, faşist saldırının püskürtülmesi ve ‘demokratik yaşadığın yeniden kurulması’ için Ağustos-1922’de son bir deneme olarak siyasal grev silahına başvuruyor. PCİ, Emek İttifakı’nı boykot ediyor, eylemin genel bir devrimci greve dönüşmesini umuyor. Grevin koordinasyonu ile görevli gizil komitenin örgütlenmesi bile başarısızlıkla sonuçlanıyor. Grev büyük şehirlerde bile sönük geçiyor. Faşistlerin limanları ve demiryollarını işgal etmesi ile tren ve tramvayların çalışması kesintiye uğramıyor. Sendika ve kooperatif merkezleri faşist saldırıya uğruyor, sanayi kentleri işgal ediliyor. Roma yolu açılıyor. İşçi hareketinin, devrimin yenildiği, sınıfın bölünmüşlüğünün sürdüğü ve sanayi merkezlerinin işgal edildiği koşullarda, faşist birlikler, 1922 Ekiminde Roma üzerine yürüyor, faşist hareket iktidar katına yükseliyor.
Mussolini’nin işbaşına gelmesinden sonra bile, PCI yönetimi, faşizmin geçici bir “kabine bunalımı” sayıyor. 5. Kongrede faşizm üzerine karar tasarısını açıklayan Bordiga, İtalya’da ‘burjuvazinin hükümet adamlarını değiştirmesi’ dışında bir değişiklik olmadığını vurguluyor.
Faşist sistemin henüz oturmadığı ve ‘Faşistleştirme Yasası’nın henüz parlamentonun onayına sunulmadığı 1924 yılında yapılan seçimlere PSI ve PCI, ayrı ayrı katılıyor. İç ve dış kamuoyunun baskısı ile Komünist Partisi, Sosyalist Parti’ye seçim ittifakı çağrısında bulunuyor, seçim ittifakı gerçekleşemiyor.
Sosyalist Parti yasallık zemininden ayrılmayacağını belli ediyor ve Faşist Parti ile uzlaşma politikası güdüyor. 1927’de Sosyalist milletvekili Matteoti öldürüldüğünde, İtalya’yı büyük bir hoşnutsuzluk dalgası sarıyor. Hoşnutsuzluk dalgası, anti-faşist bir eylem dalgasına dönüştürülemiyor. Cinayet parlamento kürsüsünde yapılan konuşmalarla protesto ediliyor.
Sosyalist Parti, CGL aracılığı ile uzlaşma ve işbirliği zemini yakalamaya çalışıyor. CGL sendika bürokratları, faşist hükümetle ‘teknik bakımdan işbirliği’ yapıyorlar. Duçe ile görüşmelere başlanıyor.
‘Faşistleşme Yasası’nın yürürlüğe girmesi ile artık fazlaca bir işlevleri kalmayan ‘özgür’ sendikalar ve partiler, herhangi bir direniş göstermeden, dağılıyor, dağıtılıyor.
Faşistleşme süreci tamamlanıyor.
(Sürecek)

Şubat 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑