Asfaltı Üreten Bölge’nin Yollan Patika… Bölgesel Analiz – Bir Deneme (1979-1986)

– “Batıya fabrika yol; Doğuya komando, karakol!”
– “Dipçik değil, el isteriz!”
– “Batıya Medeniyet, Doğuya Cehalet, Neden?”
– “Batıya İmar, Doğuya İstismar!”
1967 Doğu Mitingleri Dövizlerinden

Güncelliğini kaybetmeyen ya da güncelliği kaybettirilemeyen bir konu… Dostun da, düşmanın da incelediği bir konu…
Resmî ideolojinin “birlik-bütün-lük” edebiyatına karşın var olan bir konu…
İktidarın tabu olarak gösterdiği bir konu…
Burjuvazinin “unutturamadık” diye yakındığı bir konu… Konu… Konu…
Cumhuriyet tarihinde coğrafi konumundan dolayı, esas bölge ismi yerine Doğu ve Güneydoğu Anadolu denilen bölgenin ekonomik ve toplumsal sorunu…
Kürt sorunu…
Bölge; kimi çalışmada 17 (1) ya da 19 (2) il olarak belirlenirken genelinde 18 (3) il olarak incelenmektedir (yazı içerisinde Bölge olarak ele alınacak).
Bölge alanı, iklim ve bitki örtüsü şartlarına göre belirlenemez.
Çünkü yapısal analizde, benzer ekonomik ve toplumsal özellikler gösteren yerleşim birimlerin oluşturduğu bütünlük esas alınmalıdır.
Bölgenin yüzölçümü 222,3 bin km2 olup; Türkiye’nin yüzde 28,5’i kadardır. Toplam köy sayısı ’75 yılına göre 2 tane artarak, ’85’de 9334’e yükselmiştir. Bu, toplam köy sayısının yüzde 26,5’dir.
Ülke bütünselliğinde bölgenin, ekonomik yönden geri düzeyde olduğu genel kabul gören bir gözlemdir.
’60’lı ve ’70’li yıllarda gelişen değişim ekonomisinin ’80’lerde hâkim olması, şehirleşme, işbölümünün gelişmesi ve gelir dağılımı bakımından karşılaştırıldığında, bölgenin genelinde Türkiye ortalamasının altında olduğu sonucu ortaya çıkar.
Bu anlamda; Kürtlerin de yoğunlukta yaşadığı, kendine özgü ekonomik, toplumsal ve kültürel özellikleri ve sorunları olan “gelişmemiş” bir bölge.
Aslında Bölge’nin sorununa yalnızca ekonomik açıdan gelişmişlik ya da geri kalmışlık olarak bakılamaz.
Bakılamaz; çünkü Türkiye’nin de ne derece gelişmiş ya da gelişmemiş olduğu açık değil mi?
Bunun için sanayileşme, Türkiye’nin de sorunudur.
Göz ardı edilmemesi gereken, bölgenin farklı yerinin özelliğinin varlığıdır.
Bölgeye yönelik yapılan incelemelerde, sorunların kaynağı olarak gösterilen siyasi iktidarın izlediği yanlış politika ya da bölgede feodal kalıntıların etkinliği, konuyu açıklayan sebep olmaktan çok esas olarak birer sonuçtur.
Öz olarak sebep; belirten sonucu var eden, sosyo-ekonomik ve siyasi yapılanımdır!
Geniş bir araştırmanın ilk notları olan bu yazıdan, bölgenin ’80’li yılları bazı yönlerden incelenmeye çalışıldı.
Analizde kullanılan veriler için İSO’nun DİE yayınlarına dayanarak yaptığı tahmini çalışmalardan ve DİE yayınlarından yararlanıldı.
Ayrıca çıkarılan rakamsal sonuçlar (genel olarak verilerin güvenirliği sürekli tartışılmasına karşın), genel yönelimi belirlemek ya da trendi göstermek amacıyla kullanıldı ve o yönde analiz yapılmaya çalışıldı.

1- Soruna Yaklaşım 1. 1- Sunuş
Genel olarak bölgelerarası dengesizlikler doğal ya da coğrafi, ekonomik ve sosyal olarak üçe ayrılabilir. Birincisi insan iradesi dışında doğal koşulların ürünüyken, diğer ikisi ise toplumsal koşulların (bu anlamda insan iradesinin rolü de dikkate alınmalı) ürünüdür.
Hâkim üretim ilişkilerinden kaynaklanan koşulların tümü, toplumsal koşulları oluşturur.
İncelenen konu gereği olarak, burada, esas olarak toplumsal koşullardan kaynaklanan bölgelerarası dengesizlik üzerinde duracağız; bazı gözlemlerde bulunacağız.
Günümüz dünyasında kapitalist bir ülkede hâkim üretim ilişkisine bağlı olarak, bölgeler arasında ekonomik ve sosyal dengesizlikler vardır. Çünkü ekonomide yönlendirici işlevi olan değer ve eşitsiz gelişim kanunları sonucu, kârı azamileştirecek işkollarına ve bölgelere yatırım yapılması da belirtilen türde dengesizliğin sebebi olabilmektedir.
Ülkemizdeki bölgelerarası dengesizlik bu şekilde açıklanabilinir mi?
Bölgelerarası dengesizliğin ekonomik gelişme ve sanayileşme faaliyetlerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını belirten görüşe göre;
“Sorun; ekonomiktir!”(4).
Yani, bölgelerin üretiminin niteliği ve üretim ilişkileri ülke düzeyinde bütünlenmeye elverişli değildi. Bölgeye hâkim ekonomik faaliyetin tarım olması ve imalat sanayinin düşük gelişme göstermesi (sanayi sektöründe ana sürükleyici faaliyet kolu olmaması) sorunun kaynağı sebepler olarak sıralanmaktadır. O sebeple, sanayileşmenin gerçekleşmesiyle sorun da sona erecektir. İşte bunun için sürekli olarak günümüzde GAP konuşulmaktadır.
Ekonomik kalkınma ile “bu tür” bölgelerarası dengesizliklerin çözümü mümkün olsaydı bugün Doğu’ya göre hayali sanayileşmiş olan Bask’ın durumu nasıl açıklanabilir? Sanayileşmenin artmasına karşın, sorunun varlığım devam ettirmesi nasıl yorumlanabilir?
Aslında salt bu Bölge için değil ülke bütünselliği açısından da, bir sanayileşme sorunu vardır. Bu, bir gerçek; fakat sanayileşme, uluslararası emperyalist sermayenin denetiminde ve çıkarlarına uygun yönlendirmesinde değil, ülkenin bağımsız olarak kendi kaynaklarını kullanma özgürlüğüyle gerçekleşecektir.
Sanayileşme anlamında benzer sorunlar için çözüm yollarının da benzer olması pek tabidir. Bu da, toprak reformu ve sanayileşme ile birlikte emekçi halkın fiili katılımı ve demokrasinin yaşatılmasıyla olacaktır.
Ayrıca azınlıkta olan bir başka anlayış, sorunun esası yukarda belirtildiği gibi ekonomik/maddi olmayıp bu Bölge halkının “manevi/kültürel bakımdan gelişmesinin” sağlanamamasıdır. Onun için gerekli önlemlerin alınması istenmektedir. Bu düşüncenin öncülüğünü, 1960’larda A. Hamdi Başar’ın çıkardığı Barış Dünyası dergisi yapmaktadır. Dergiye göre “şimdi realite şudur ki, Doğu’da Kürt vatandaşı devletin bedava dağıttığı ilacından bile korkuyor” ve “korkuyu Doğu’da da yok etmek, birinci işimiz olmalıdır” diyerek, devamında “dil ayrılığı realitede yaşarken, bunu inkâr etmek milleti parçalar” demektedir. Ve dergi, yayınlarında, sorunun esasında kültürel faaliyet olduğu üzerinde yoğunlaşır ve ek olarak ekonomik kalkınma da işlenir. Çözümü de: Kürtçe eğitim yapacak okulların açılması ve bu dilde kültürel faaliyetin sürdürülmesi olarak açıklanır (5).
Bu yaklaşım soruna ekonomik yönden sahiplenme kadar geniş kabul görmez ve ’80’lerde ise hiç gündeme gelmez.
Ayrıca günümüzde, devletin öncülüğünde “din birliği”nin yoğun olarak işletildiği gözleniyor.
Bu bölgeyi kapsayan bir sorunun varlığını genel kabulden hareketle, yapılan değerlendirmeye bağlı olarak da çözümler önerilmekte.
Her iki anlayış da soruna, bir yönüyle bakmaktalar… Bunlar devletin bölgeye yönelik ekonomik ya da sosyal politikasının değişimini esas almaktalar…
Çözüm olarak sunulan düşüncelerde, Bölge’ye yönelik sömürü ve baskıyı gizlemenin telaşı var…
Toplumsal ve ekonomik sorunun varlık boyutuna uygun olarak, Bölge’ye yönelik yapılan bu tahlillerin doğru olduğu söylenemez.
Çünkü sorunun; ekonomik, etnik ve aynı zamanda sınıfsal yanları vardır.
Doğru gözlem, bu bütünlüğü taşımak zorunda.
Ekonomik bir gerçek: Bölge’nin, “geri” kalması anlamında sömürüldüğü…
Toplumsal ve sosyolojik bir gerçek: Kürtlerin var olduğu…
Sosyolojik bir gerçek: Kürtçenin var olduğu…
Soruna yönelik bakış, teşhiste bu bütünlüğü görmek zorunda ki, çözümü sağlayabilsin!
Dil konusunda resmî ideoloji; Kürtçe diye bir dil olmadığını, Arapça, Farsça ve Türkçenin karışımı bir dil olduğunu ya da Türkçenin bozulmuş bir biçimi olduğunu iddia etmektedir. Yıllardır…
Fakat var olan sosyolojik gerçek değişmemiştir.
Dil ve kültür farklılığının varlığı, toplumsal ve sosyolojik bir gerçeğin ifadesinden başka bir şey değil.
Yasalarla resmî dil belirlemesine karşın, bu sosyal gerçek yok sayılamaz.
Çünkü toplumsal kanunlar resmî yasalara karşın varlığını ısrarla sürdürür. Ayrıca bu, sorunun yarın da sürdüreceğinin bir ifadesidir.
Kısa vadede resmî yasalarla toplumsal kanunlar (toplumsal meşruluk) yok sayılırsa da, uzun vadede toplumsal kanunlar yasalara (yasal meşruluk) yön verip onu yönlendirecektir.
İnsanlık tarihi; bu gerçeğin tarihidir!
1960 ve 1965 yıllarında yapılan iki çalışmada, Bölge’de Türkçe bilmeyenlerin, bir diğer anlatımla anadili Kürtçe olanların oranının hayli yüksek olduğu görülüyor. 1960’da 11 ilden 7’sinde ve 1965’de de 18 ilden 10’unda, anadili Kürtçe olanların oranı nüfusun yarıdan fazlası olup, özellikle güneyde sınıra yakın illerde bu oran artıyor; Urfa’da yüzde 61 ‘ini, Diyarbakır’da yüzde 69’unu, Siirt ve Mardin’de yüzde 92’sini buluyor (6).
Benzer çalışmayı 1975 ve 1980 yılları için yapmak istedim. Fakat “anadiliniz Türkçe değilse, nedir?” sorusu nüfus sayım forumlarında olduğu halde, sonuçlarla ilgili bilgi bulamadım.
Yayınlanmamasının sebebi ne olabilir? diye sormaya gerek yok…
Toplumsal ve ekonomik gelişmeye, yalnızca, nüfusun şehirleşme oranı, sanayileşme derecesi, birey başına düşen ulusal gelir ve eğitim düzeyi olarak bakmak eksik olur. Bu gelişmelerin önemsiz olduğu söylenemez, fakat yeterli değildir.
O halde gelişme; toplumsal yapıyı oluşturan çelişkinin çözümü, zorunlu uygunluk kanununa göre, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesine uygun olarak değişmesi, sınıfsal çelişkinin çözülmesi, sömürünün ortadan kalkması, insanların sosyal ve kültürel gelişme potansiyellerini tam olarak gerçekleştirmesidir.
Toplumsal yapıyı şekillendiren belirleyici faktör; mülkiyet, bölüşüm ve yönetim ilişkilerini kapsayan üretim ilişkileridir. Toplumun bu yeni ilişkiler temelinde şekillenmesi anlamında, ilişkilerin değişmesine bağlı olarak şekillenmesi anlamında, toplum bünyesinde de değişiklik yaşanır.
Toplumsal yapı değişim sürecinde olup, dinamiktir. Ve toplumsal gelişmenin önüne konulan engeller, belirtilen dinamiklik temelinde aşılır.
İşte ekonomik ve sosyal bakımdan gelişmeye uygun, siyasi yapıya, toplumun bu dinamikliği temelinde ulaşılacaktır.
Toplumsal konumu gereği, dinamikliğin lokomotifi: İşçi Sınıfıdır.
Bölge’nin sorununa; ekonomik, toplumsal ve sosyolojik gerçeklerin oluşturduğu bütünsellik temelinde, ancak kalıcı çözümler üretmek mümkündür.

1. 2- Resmî İdeoloji
Cumhuriyet’in ilanına kadar Kürdistan olan bölgenin adı, sonrasında burjuvazi tarafından “Doğu ve Güneydoğu Anadolu” olarak adlandırılır.
1920’li yılların başında işgal döneminde Anadolu’da anti-emperyalist mücadelenin verildiği ve geliştiği yıllarda Türk-Kürt kardeşliği sık sık işlenen bir konu olduğu halde, yine Cumhuriyet ilanı sonrasında yerini tekliğe, yalnız Türk’e bırakır.
Esas olarak ülkenin vatandaşı olmakla ulusun ferdi olmak, bilinçlice birbirine karıştırılır.
Bunun üzerine inşa edilen ve yıllardır devam eden “birlik-beraberlik” resmî edebiyatı sürdürülür.
’88 Ağustosu’nda Irak’ta Kürt ulusuna karşı girişilen soykırımdan kaçanların ülkemize sığınmaları üzerine yine konu, tartışmada canlılık kazanır.
Basın, binlerce Kürt’ün Türkiye’ye sığındığını yazar.
Sığman Kürtlerle ilgili olarak hükümet başkanı Özal: “Bu gelenler bizde soydaşları olan insanlardır” diye açıklamada bulunur (7).
Gerçek söyletiyor…
Uluslar yaşamında özü asimilasyon olan bölücülüğün, burjuva literatüründe adı; “birlik ve beraberliktir!”

2- Ekonomik Analiz

2. 1- Nüfus
Türkiye’nin toplam nüfusu ’85 yılında ’75 yılına göre yüzde 25,6 artarak 50,6 milyon olur. Aynı dönemde Bölge’nin nüfusu ise yüzde 26,1 artışla 9,5 milyona çıkar (DİE).
’75’te toplam nüfusta yüzde 18,7 olan Bölge’nin payı ’80 ve ’85 yıllarında yüzde 18,6 ve 18,8 olur. Nüfusun bölgesel dağılımında önemli bir değişikliğin olmadığı görülüyor. Ki 1965’te Bölge’nin payı yüzde 19,6’ya kadar yükselmişti.
Ülkenin ’75’de 51,8 olan nüfus yoğunluğu artarak ’85’de 65,0’e yükselir. Aynı oran Bölge’de ise 33,9’dan 42,8’e çıkar.
Ülke genelinde ’75 ve ’80 yıllarında yüzde 41,8 ve 43,9 olan şehirli nüfus payı ’85’de yüzde 53,0 olur. ’80 sonrasında beş yıl içinde şehirli nüfus payının artış sebebi ne olabilir? Hangi iktisadı ya da siyasi faktörün etkisiyle şehirli nüfus bu kadar arttı?
Şehirleşme olgusu ekonomik kalkınma ve bu anlamda yatırımların direkt artışıyla ve sanayinin gelişmesiyle doğrudan ilgili bir konu. Çünkü sanayinin sermaye birikimi kaynağı tarımsal artığa el koymak olduğu gibi, sanayileşmenin iş gücü arzı kaynağı da yine yoksullaşan tarımsal/kırsal kesim işgücüdür. Yani sanayinin parasal ve emek-gücü kaynağı, tarım sektörüdür.
Yoksa yoksulluğun ve zulmün artması mı, kırsal kesimi yaşanmaz kıldı? Eğer beş yıl gibi kısa zamanda bu kesimde yüzde 10,0’a yaklaşan azalma oluyorsa, bu sorun başka türlü açıklanabilir mi?
Yani kırsal kesimin parçalanması ve buna bağlı olarak da kitlesel göç yaşanıyor.
Bölge’de şehirli nüfusun payı yüzde 36,0’dan 42,4’e çıkar. Diğer 49 ilde şehirli nüfusun payı yüzde 43,1 ‘den 55,0’e yükselir.
Şehirli nüfusun payının hızlı artışı karşılığında kırsal kesimin nüfus payının da azaldığı görülüyor.
Aslında şehri cazibeli kılan ne yatırımların artıyor olması ne de tarımda yapılan birikimlerin şehirde yatırılmasıdır.
Şehir nüfusundaki bu patlamanın, ülkenin yakın geleceğinde önemli etkisi olacağı beklenebilir.
Hızlı kentleşme, hem işçi kitlesinin ve hem de var olan işsizler yedek sanayi ordusunun artması ve iç pazarın büyümesi gibi değişikliklerin, kırsal kesimden kitlesel göçün beklenilebilecek etkileri olarak sıralanabilir.
Zaten burjuvazinin bu gelişmeyi değerlendirdiği anlaşılıyor. Şöyle ki, ’80 sonrasında hem işsizler artmış ve hem de bu yedek sanayi ordusunun etkisiyle ücretler artışı enflasyona göre hayli düşük olmuş ve ücretlerin satın alma gücü sürekli düşmüştür. Ve bunun üzerine adil olmayan gelir dağılımı, emek gelirleri aleyhine daha çok bozulmuştur.
Eee… burjuvazi rüzgâr ekti, fırtına biçecek… Bugün işçiler yollarda ekmek ve yaşam kavgası yürüyüşü yapıyor.
Zorlu sınava hazırlık antrenmanları…

Tablo. 1
NÜFUS DAĞILIMINDA 18 İLİN PAYI (Yüzde olarak) (1975-1985)

1975     1980     1985
Genel olarak    18,7    18,6    18,8
Şehirli nüfusta    16,1    16,3    15,0
Faal nüfusta    16,9    18,4    23,0
Kaynak: DİE

Nüfusun yaş grupları itibariyle dağılımı; nüfus 0-14, 15-64 ve 65 ve yukarı yaşlar itibariyle üç gruba ayrılır. Ve bunlardan ikinci gruba çağ-içi nüfus, çalışma çağı nüfus ya da iktisaden faal nüfus denir.
Ülke genelinde tarım sektörünün faal nüfusta payı ’80 yılında, ’75’e göre yüzde 7,4 oranında gerileyerek yüzde 59,9’a (11.104,5 bin kişi) iner. Aynı yılda imalat sanayinin payı yüzde 2,2 artarak yüzde 10,6’ya (1975,6 bin kişi) çıkar. Faal nüfusun yansından fazlası tarım sektöründe yaşama olanağı buluyor. Bu durumda da burjuvazi “çağ atlayarak sanayileşmeden” bahsediyor. Kandırmaca…
Tarım sektörü faal nüfusunda Bölge’nin payı, ’75’e göre yüzde 1,6 oranında azalarak ’80 yılında yüzde 13,1’e (2425,2 bin) geriler. Diğer sektörlerde yüzde 01 puan gibi artışlar olmasına karşın, bu sektör ülke genelinde incelendiğinde, faal nüfustaki payının, yüzde 1’lerin altında olduğu bulunur.
Toplam faal nüfusta sektörler açısından Bölge’nin ’80 ve ’85 yıllarında payı; tarım sektörü yüzde 0,5 azalarak 69,6; ’80’e göre yüzde 0,6 gerileyen imalat sanayinin oranı yüzde 3,4; 85’de ticaret ve inşaat sektörünün payları 3,8 ve 2,6 olur.
Görüldüğü üzere, Bölge’de tanır faaliyeti hâkim sektör durumundadır Karşılığında da imalat sanayinin payı artmayıp aksine azalmıştır.
Ayrıca iktisaden faal olan kişinin geçindirmekle yükümlü olduğu kişi sayısını gösteren bağımlılık oranı; ülke genelinde her 100 faal kişinin bakmak zorunda kaldığı sayıyı verir. Bu oran, ülke düzeyinde 1955’te 75,3 iken 1970’de 83,6’ya çıkar, fakat 1980’de 64,2’ye kadar iner. Aynı oranın Avrupa’da 40-50 kişi civarında olduğu hatırlandığında; ülkemizde bağımlılık oranının ne kadar yüksek olduğu görülür. Ayrıca Bölge’de bağımlılık oranı 1955’te 90,7; 1970’de 111,3; 1980’de 107,6 ve 1985’de 102,6 olur. Azalan bir seyir izliyor olsa da, her iktisaden faal kişinin bir kişiye bakmak zorunda olduğu anlaşılır.
Gerçek anlamda bağımlılık oranı açısından, iktisaden faal nüfustan işsizleri çıkarmak suretiyle her çalışan 100 kişinin geçindirmekle yükümlü olduğu kişi sayısı ülke genelinde bire bir yaklaşılabileceği gibi, Bölge açısından da (tarımda gizli işsizlik de dikkate alındığında) 1’e 1,5 olacağı hesaplanabilir. Bu halde olan koşullarda şehirleşen nüfusun payı artıyor.
Bu; göreceli olarak artan yoksulluk demektir.
Ekonomik olarak iki kutuptan birinin yoksullaşması, diğer kutbun -ki bu da sermaye- birikiminin artmasıdır.
Bu iki kutup, emek ve sermaye çelişmesi temelinde var oluyor. O halde çelişmenin çözümü yani sermayenin egemenliğine son verme, yoksulluğa son verme ve “emeğin demokrasi bayrağının dalgalanmasıdır.

2. 2- Bankalar; Mevduat ve Kredi
Türkiye Bankalar Birliği yıllık bankalar raporunda ülkemizi, kendi idari yapısına göre dokuz bölgeye ayırmış; bunlardan üçü Kuzey Doğu, Güney ve Orta Doğu olup, toplam 21 ili kapsar. Gaziantep toplamda yer almazken; Artvin, Amasya, Sivas ve Tokat bölgeye dahil edilir. Bu halde tümden Bölge ya da Doğu denildiğinde, 21 il’e ait veriler dikkate alınacaktır.
Banka Şubelerinin Bölgesel Dağılımı; 1964-1986 dönemi incelendiğinde, banka şubelerinin, ülkenin “gelişmiş” yörelerinde/bölgelerinde ve büyük kentlerinde yoğunlaştığı görülüyor. Gerçekten bu 21 il’i kapsayan bölgede banka şubelerinin toplam banka şube sayısına oranı 1964 yılında yüzde 14,8 (282 tane) iken, bu pay azalarak 1986’da yüzde 11,4’e (723 tane) düşer. Nispi olarak yüzde dağılımında bir azalma gözlenir. Üç büyük şehrin banka şube sayısı ise, toplamın yüzde 35’ini (yalnız İstanbul’unki yüzde 19,0) oluşturur.
Mevduatın Bölgesel Dağılımı; 1970-1986 dönemi gibi 16 yıllık bir zaman boyutu içinde incelendiğinde, toplam mevduatta Marmara Bölgesi’nin payı yükseldiği (yüzde 2,8 artarak 41,9) diğer bölgelerin (özellikle Doğu’nun) paylarının azaldığı görülüyor. 21 il’i kapsayan Doğu’nun payı ’70 yılında yüzde 6,5 1978’de yüzde 5,5 ve ’86’da yüzde 4,4 olarak azalan bir trend izler.
Demek ki, bölgesel düzeyde gelir dağılımındaki bozulmanın sonucu, bankalarda toplanan fonun nispi olarak payı ülke genelinde azalmıştır. Bu, hem bireylerin birikiminden oluşan tasarrufların azlığı ve hem de faiz gelirin ana kaynağı para sermayesinin ülkenin diğer bölgelerinde özellikle Marmara’da yoğunlaştığının ifadesidir.
Bölge açısından, mevduatın ana gruplar itibariyle dağılımı incelendiğinde; resmi ve ticari mevduatın payı yüzde 4,5’ler ve 4,0’lar civarında seyrederken; tasarruf mevduatının payı ’70’de yüzde 7,3’den ’78 yılında yüzde 7,8’e yükselir. Fakat sonraki yıllarda sürekli azalarak ’86’da yüzde 5,9’a düşer. Aynı dönemde, Marmara Bölgesi’nin tasarruf mevduatında payı yüzde 3,8 artarak 40,9’a çıkar.
Bu, özel tasarruf oranının, ülke geneli ortalamasından küçük olduğunu gösterir. Yani hem gelir düzeylerinin düşüklüğü ve hem de kazanılan gelirin çoğunun tüketim harcamalarında kullanıldığı anlamına gelir. Yoksa “Doğu”, Ucuz emek pazarı Türkiye’nin, daha da ucuz bir emek pazarının olduğu bir bölgesi mi?
Kişi başına düşen mevduat; toplam mevduatın nüfus toplamına bölümüyle bulunan kişi başına mevduat, ’80 ve ’85 yıllarında Doğu’da 4847,9 ve 37882,8 TL iken, Türkiye’de 18190,8 ve 173964,7 TL olup, diğer 46 il’de 22147,4 ve 20549,5 TL’dir. Doğu’nun tutarı küçük olduğu gibi ayrıca artış oranı da düşüktür.
Kredilerin Bölgelerarası Dağılımı: 1970-1986 dönemi itibariyle kredilerin bölgelerarası dağılımındaki dengesizlik devam etmiştir. Bazı yıllar itibarıyla Marmara ya da Ege’nin payında düşmeler (ki esas olarak küçük miktarda, ’85’de yüzde 39,9 iken ’86’da 39,7) olsa da, kredilerin dağılımı dengeli hale gelmemiştir. Bu dönemde izlenen kredi politikasının dengesizliği gidermediği, aksine, artırdığı gözleniyor; Bölge’nin ’70’te payı yüzde 5,5 iken bu oran ’86 yılında yüzde 3,6’ya geriler. Aynı yıllarda Marmara’nın payı yüzde 35,6’dan 39,7’ye yükselir.
Bankalarda toplanan fonların/kaynakların, izlenen yatırım ve kredi politikası sebebiyle, ülkenin belli bir bölgesinde yoğunlaştığı görülüyor.

Tablo.2
KİŞİ BAŞINA MEVDUAT VE KREDİ DAĞILIMI ENDEKSİ (Türkiye: 100)

Türkiye        46 İl            21 İl
1980    1985        1980    1985        1980    1985
Mevduat    100     100        121,8    118,1        26,7    21,8       
Kredi        100    100        122,9    118,6        22,0    19,4
Kaynak: Türkiye Barolar Birliği yayınları.

Kişi başına düşen kredi; toplam kredi miktarının toplam nüfusa bölümüyle bulunan kişi başına düşen kredi miktarı ’80 ve ’85 yıllarında Doğu’nunki 4643,9 ve 24904,9 TL; Türkiye’nin 21083,2 ve 128431,6 TL ve 46 il’inki ise 25901,7 ve 19 2377,0 TL’dir Görüldüğü üzere miktar olarak en az olduğu gibi, ayrıca artış hızı da en az olan, Doğu bölgesidir.
Kredi/Mevduat Oranı, toplam mevduatın/kaynağın ne kadarının o bölgede kredi olarak plase edildiğini gösterir. 1979-86 döneminde, ilk iki yılda krediler toplamı mevduat toplamından fazla iken sonraki yıllarda daha azdır. Bu, kaynakların diğer alanlara (devlet tahvili hazine bonosu alımı ve iştiraklerde bulunma v.s.) yatırım yapılmasından dolayıdır.
Belirtilen oran, genel olarak ’79’da yüzde 110,4 iken sonraki yıllarda azalarak ’86 yılında yüzde 72,8’e geriler. 21 il’in bulunduğu Bölge’de ise krediler, mevduat toplamından sürekli az olmuş ve ’80’de yüzde 95,8 olan kredi/mevduat oranı ’86’da yüzde 60,4’e düşer. GAP’ın ’84 sonrasında yarattığı canlılık da dikkate alınması halinde bile kullanılan kredi miktarı azdır. 46 il için adı geçen oran, yüzde 113,5’den 73,3’e iner. Genel olarak Doğu’da oranın düşük olmasının anlamı; toplanan kaynakların diğer bölgelere transfer edilişidir.
Bankaların topladığı fonların plase edilmesi, hem resmî para-kredi politikasına ve hem de bankaların merkezin belirlediği politikaya uygun olarak yapılır. Genel gözlem:
Kişi başına mevduat ve kredi dağılımı (Türkiye: 100) endeksi hesaplandığında görülen o ki, Doğu’nun payı genel olarak 1985’e göre azaldığı halde, diğer 46 il’in payı artmıştır.
Her iki yılda ülke ortalamasında bir insanın 100 TL mevduatı varsa (ya da 100 TL kredi alıyorsa) Doğu’da bir kişinin 26,7 ve 21,8 TL var (22,0 ve 19,4 TL kredi alıyor) anlamında olup; mevduat ve kredi payının azaldığı görülüyor. 46 il’inki ise artıyor.
Kişi başına mevduat ve kredi dağılımı tutarları kredi/mevduat oranı açısından incelendiğinde, Doğu’nunki yüzde 95,8 ve 65,7; Türkiye’ninki yüzde 115,9 ve 73,8 ve 46 ilinki ise 116,9 ve 74,2 bulunur (kaynakların kredi dışında da plase edildiği hatırlanmalıdır).
Sonuç: Doğu’da mevduat olarak toplanan kaynağın azlığı, adil olmayan gelir dağılımıdır ve bu, ekonomik anlamda bir sömürünün ürünüdür. Ayrıca toplanan fonların Bölge’de kullanılmamış olması bölge dışına kaynak transferi demektir.
Mevduat toplamı ve kredi dağılımında yabancı bankaların fazla önemli bir işlevi yoktur.

2. 3- Kaynak Transferi
Ülkemizde toplanan kaynakların yurtdışına transferinin belli başlı yolları;
1- Yatırım yapan yabancı sermayenin kâr transfer etmesi,
2- Dış borç faiz ödemesi,
3- Dış ticaret hadleri vasıtasıyla, ihraç edilen malın fiyatı ucuzlarken (ucuza satıp) buna karşın ithal ettiği malın fiyatının artması (pahalı almak),
4- Uluslararası emperyalist sermayenin dış borç ödemelerinde yeni bir yöntem olarak gündeme getirdiği özelleştirme ile blok satışların olması, şeklinde sıralanabilir.
İlk üç yöntemin uygulamaları gayet açık belirgin olup, dördüncüsü yeni yeni gündeme geliyor. Bunun gereği olarak son özelleştirme (Boğaziçi Havayolları, USAŞ vs.) denemelerinde, satışlar “sahibi” olduğu söylenen halktan gizli tutularak birkaç tekelci kuruluşa (yerli ve yabancı sermayenin oluşturduğu konsorsiyumlara) ölü fiyatına satılıyor.
Özeleştirmenin bir amacının mülkiyeti tabana yaymak olduğu anlatılır.
Belirtilen satışlar, bu anlatıma ters düşmüyor.
Çünkü “taban”dan ne anlatılmak isteniyor, ona bağlı?
Taban derken işçi ve emekçi halk anlaşılmasın. Ayrıca alacak ekonomik güçleri de yoktur.
Burjuva literatüründe, bu ve benzer konularda taban: Sermaye demektir.
İşte sunulan demokrasi de, sermaye için demokrasidir. Yani sermayenin gelişip güçleneceği ortamın var edilmesi ve korunmasıdır.
Sınıfsal anlamda, burjuvazi için demokrasidir.
Emek için ise, sömürü ve zulümdür.
Sermayenin “yerlisi ve yabancısının ayrımını yapacak değiller ya!
Yani özelleştirme, sermayeyi teşvik amacıyla esas işlevini yerine getirmiş oluyor.
Zaten bugünkü ekonomik ve siyasi yapılanımın “olmazsa olmaz” koşulu, sermayeye dayanmak ve istemlerine uygun işlevlerini yerine getirmektir. Bu, mekanik kavranılmamalıdır.
Peki, yurtiçinde kaynak biriktirmenin yolları nelerdir?
Genel olarak işleyiş: İç ticaret hadlerinin düşmesiyle tarımdan sanayiye; ücretlerin satmalına gücünün düşmesiyle ücretli çalışandan sermayeye; tekelleşmenin etkisiyle küçük üreticiden büyük üreticiye; yüksek faizin etkisi sonucu rantiye gelirlerin artmasından dolayı üretici kesimden bankacılık sektörüne ve özelleştirme sayesinde kamudan özel sektöre kaynak aktarımı yönünde olmaktadır.
Kısaca üretim sonucu elde edilen hâsılanın emek aleyhine azaltan ve sermaye lehine artıran bir mekanizmanın işlemesidir.
Zaten yurtdışına transfer edilen kaynaklar, bu işleyişe bağlı olarak elde ediliyor.
Bölgeler arasında kaynak aktarımı:
Bir bölgenin gelişmiş ya da gelişmemiş olmasında, coğrafi ve doğal şartlar ile devlet müdahalesi sonucu bir bölgenin merkezi haline getirilmesinin etkisi olur. Ayrıca kapitalist ekonomik düzen içinde gelişmiş bir bölgenin varlığı, başka bölgelerin gelişmesini engelleyici yönde etkiler.
Bunun koşulları; üstün rekabet şartları, başka bölgelerin yetişkin ve genç emek kaynağı ile sermayesini çekmesi, ayrıca gelişmiş bölgenin mamulleri ile geri kalmış bölgenin tarımsal maddeleri arasındaki fiyat farkı (yani iç ticaret hadleri) sayılabilir.
Belirtilen şartların gereği olarak ülke içinde bir bölgeden diğer bir bölgeye kaynak transferi yapılır.
Ek olarak, topluma hâkim emek ve sermayenin oluşturduğu temel gelişmeye bağlı olarak, emekten sermaye kaynak transferi yapıldığı da hatırlanmalıdır.
Tarım sektöründen sanayiye kaynak transferinin belirgin iki yolu; birincisi bu sektörü vergilendirme ve ikincisi tarımsal ürün fiyatlarını nispeten düşük tutmaktır. Böylece aynı mamul için bu sektör çalışanları daha fazla ürün vereceklerinden, tarımsal fazla (artık) sanayicilerin eline geçmiş olacaktır.
Ülkede tarımsal malların fiyat endeksinin sanayi mamulleri fiyat endeksine oranı demek olan iç ticaret hadlerinin düşüyor olmasının anlamı; yukarıdaki anlatıma uygun olarak Kaynak aktarımının olduğu şeklinde yorumlanabilir.
DİE’nin yaptığı bir çalışmaya göre: 1975 yılında 118,86 olan iç ticaret hadleri, ’70’lerin sonuna doğru ve ’80’lerde krizi etkisiyle sürekli düşmüş ve ’82’de 86,51’e kadar inmiştir. Sonraki yıllarda artarak ’86’da 112,17 ye kadar yükselir. Bu gelişmenin sanayi ve tarım sektörü ürünlerinin birbirleriyle değişimine yansıması; ’75 Yılında 1 traktör 29,7 ton buğdaya, 1 büyük tüp gaz 15 kg. ve 1 litre gazyağı 0,9 kg. buğdaya satın alınır. ’86’da sırasıyla miktarların değişimi şöyledir: 56,3 ton, 32,9 kg. ve 2,5 kg. buğdaya yükselir, yani bu iki sektör ürünlerinin fiyatlarındaki değişiklikler iç ticaret hadlerini o yönde etkiler. Anlaşıldığı üzere daha çok tarımsal ürünle aynı miktarda sanayi ürünü alındığı görülür.
Ülkemiz bütünselliğinde, Doğu’da hâkim sektörün tarım ve onun da içinde hayvancılık alt sektörünün olması sebebiyle, yukarıda anlatıldığı biçimiyle buradan diğer sanayi yönü gelişkin bölgelere bir kaynak transferi olduğundan bahsetmek mümkündür.
Öz olarak: yurtiçinde ve yurtdışında kaynak aktarımı mekanizmasına değindim.

2. 4- Ulusal Gelir ve GYSİH

Burjuva ekonomi politiğine göre, ulusal gelir: Ülkede, bir yıl içinde üretilen mal ve hizmetlerin parasal değerleri toplamıdır. Yani ulusal gelirin, üretildiği aşamada belirlenmesidir. Bir başka tanıma göre, bir yıl içinde mal ve hizmet üretimine katılan üretim faktörlerinin paylarına düşen gelirlerin toplam değeridir. Bu ise, ulusal gelirin, kişilerin eline geçtiği yani bölüşüm aşamasıdır.
Gelirin doğuşu ve üretim faktörleri arasında paylaşılması dışında, ulusal geliri hesaplamada kullanılan üçüncü yol; önceden doğan ve sonradan üretim faktörlerine dağılan gelirin, mal ve hizmetler alımında harcamaların toplamıdır. Bu, ulusal gelirin harcama aşamasında belirlenmesidir.
İşte, büyüyüp esas kalkınamamanın sırrı bu tanımlamalarda yatmaktadır. Ulusal gelirin (GSMH anlamında) yıllık artışları olan büyüme oranı yüzde 7,8’lerde ama refahın artışı ve dağılımı o boyutta olamıyor.
Üç tanımlamada da dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta, o yıl üretim faaliyetinde yaratılan ile genel toplam değerin karıştırılıyor olmasıdır. Onun için de ulusal gelir hesaplamalarında -yeni değer yaratmayan anlamında- üretici olmayan emeğin hizmetlerin de toplama katılmasıdır.
Bununla yıllık toplumsal ürünün gerçek değer büyüklüğü ile yaratılan yeni değer birbirine karıştırılır.
Emek-değer teorisine göre, değerin özü; metalarda maddeleşen emektir. O sebeple metanın değerinin büyüklüğü onun üretilmesi için gerekli emek miktarına bağlıdır. Bunun ölçüsü, aynı zamanda değerin de ölçüsü, emek kullanım süresidir. Buna göre, metanın üretimi için harcanan emek miktarı metaın değerini belirler.
Emek: İnsanların ihtiyaçlarını gidermek için doğal nesneleri işlemesi ve malların üretimini sağlayan bir faaliyettir. Ayrıca ürünlerin değişim değerinde ifadesini bulan emek, üretici ve toplumsaldır.
Emek-değer teorisine göre analiz yapıldığında, bir ekonomide toplam yıllık değer makro olarak değişen ve değişmeyen sermaye ile birlikte artı-değer toplamı (GSMH-Gayri Safi Milli Hâsıla) iken, yaratılan yıllık yeni değer değişen sermaye ve artı-değer toplamıdır (Ulusal Gelir).
O yıl boyunca kullanılmakta olan emeğin sonucu toplam yıllık değerin ancak bir kısmı yaratılmış olup, bu kısım, “yıllık değer-üründür”. O süre içerisinde harcanan “emek miktarı bu üründe temsil edilmektedir.” İşte yıllık yeniden-üretim o yıla ait emeğin ürünüdür. Bu yaratılan toplam, o sürede harcanan emek gücünün katılmış olduğu toplam değerinden küçüktür. Böylece metalarda yaratılan yıllık değer-ürünün, “bütün yıl boyunca imal edilen metalar” toplam değerinden küçük olduğu anlaşılmaktadır. (8)

Tablo.3
GSYİH’DA TARIM VE SANAYİNİN PAYI (1979-1986) Yüzde Dağılım (1979 Sabit Üretici Fiyatlarıyla)
18 İL         49 İl         Türkiye

T    S    T    S    T    S
1979    45,4    10,4    19,5    25,9    21,9    24,4
1980    41,2    12,2    20,6    25,0    22,5    23,9
1981    41,2    14,0    19,5    26,1    21,6    25,0
1982    41,4    12,4    19,9    24,2    21,8    23,1
1983    41,0    13,0    19,0    27,3    21,0    26,0
1984    38,7    13,4    18,8    28,0    20,5    26,7
1985    38,6    15,5    18,2    28,1    20,0    27,0
1986    37,1    15,5    18,0    28,8    20,0    27,4
AÇIKLAMA:     T; Tarım/GSYİH oranı.
S; Sanayi/GSYİH oranı Kaynak: İSO, Mayıs-1988, 1988/8.

Buna göre:
Ulusal gelir, o yıl içinde üretici emeğin yarattığı değerler toplamıdır.
Üretici emekten, üretimde bulunan ve üretimle ilgili hizmetler yapan emek anlaşılmalıdır. Diğer faaliyette bulunan emeklere, ekonomik anlamda üretici denemez. Örneğin, satıcının malını satmak için harcadığı emek o mala hiçbir değer eklemezken, üretim için zorunlu olan hammaddeyi taşıyan emek üreticidir.
Zaten emeğin bu tür ayrımının sebebi, değerin yaratıcı kaynağının ne olduğunun belirlenmesidir.
Kapitalizmde emeğin üretici olup değer yarattığı gerçeğini inkâr için, diğer faktörlerin de değer yaratabileceğini ileri sürerek, üretimde katılan her faktörün kendi payını alıyor yorumuyla, sömürü esprisi gizlenmektedir.
Buraya kadar ulusal gelir tanımlamasını burjuva ve işçi sınıfı ekonomi politiği açısından kısaca açıkladım.
Gayri Safi Yurt İçi Hâsıla (GSYİH), ülke içinde sektörlerin ve iktisadi faaliyet kollarının ürettikleri mal ve hizmetlerin parasal değerleri toplamıdır. Bir başka anlatımla, her sektör ve alt faaliyet kollarında yaratılan katma değerler toplamı olan GSYİH; tarım, sanayi, inşaat, ticaret, ulaştırma, depoculuk ve haberleşme, bankacılık, sigortacılık ve benzeri mali faaliyetler, konut mülkiyeti, iş hizmetleri, sosyal ve kişisel hizmetler, eksi (-) banka hizmet masrafları ve devlet hizmetleri olmak üzere on kalemden oluşmaktadır. İnşaat da mal üreten ayrı sektör olarak ele alınmıştır. Bu durumda tarım, sanayi ve inşaat mal üreten sektörler olarak ortaya çıkıyor.
İşte GSYİH’ye dış âlem faktör gelirleri eklenmek suretiyle GSMH bulunur. Ayrıca GSMH’den dolayı vergilerin çıkarılması ve sübvansiyonların eklenmesiyle de GSYİH hesaplanabilir.
Bu çalışmada GSYİH kapsamına giren tarım ve sanayi sektörleri incelenirken diğerleri dikkate alınmayacak.
Sektörlerin GSMH ve öz olarak da GSYİH içinde yıllık paylarının değişimi, ülke ve bölgenin ekonomik durumu hakkında yorum yapma olanağı verir. Sanayileşmenin ilk oluşumları döneminde genellikle tarım sektörü etkinken, gelişmeye bağlı olarak bu etkinliği zayıflar ve hatta sanayileşmenin gelişmesine uygun olarak hizmetler sektörü ağırlığını hissettirir. Fakat burada şu da vurgulanmalı ki, ülkemiz açısından hizmetler sektörünün GSMH’nin yüzde 50 isini aşan paya sahip olması, elbette ki sanayileşmeyi tamamladığı anlamına gelmez.
’79 yılında 2155,8 milyar TL (sabit, ’79 üretici fiyatlarla) olan GSYİH’nin yüzde 9,4 yeni 202,2 milyarı 18 il’e aitken geriye kalan yüzde 90,6’sı 49 il’e aittir. Gerçi ülke genelinde bölgeler açısından incelendiğinde, belirtilen 49 il içinde de en büyük paya sahip olan bölge Marmara’dır. Bunu diğerleri izlerse de, Doğu Bölgesi en düşük paya sahiptir. Ve bu Bölge’nin payı, sonraki yıllarda sürekli azalır; ’83 yılında yüzde 9,0’a ve ’86 yılında yüzde 8,9’a (260,5 milyar) kadar geriler.
Fakat öyle iller var ki, 18 il’den oluşan Bölge’nin payından daha büyük paya sahiptir. Nitekim İstanbul’un ’79 yılında yüzde 21,19 olan payı ’86’da yüzde 22,02 olur. Yine aynı yıllarda İzmir ve Bursa’nın toplam payı yüzde 10,5’den 11,6’ya yükselir.
Ayrıca ’80-’86 döneminde GSYİH’nin reel büyümesi açısından incelendiğinde, ülke genelinin ortalaması 4,5 iken bölge’ninki yüzde 3,7 olup, diğer 49 ilin ortalaması ise 4,4’tür.
Bu, ülke bütünselliği açısından Bölge’nin toplam kaynağının payının azalmasıdır. Kaynağın azalması, yatırımların azalmasına bağlı olarak işsizliğin artması ve gelişmesinin bu anlamda var olan bölgelerarası ekonomik ve sosyal dengesizliğin daha da artmasıdır. Diğer bölgelerin de kaynaklarının artması sebebiyle, belirtilen türden problemlerin olmadığı anlamı çıkarılamaz.
Bunlar, genelinde ülkenin çözüm bekleyen sorunları…
Çözümü; sorunların varlık temeli ücretli kölelik düzeninin paslı zincirlerinin kırılması…
Yani emeğin demokrasi bayrağının dalgalanması…

2. 5- Sektörel Analiz
İncelenen dönemde global olarak GSYİH yüzde 36,2, tarım ve sanayi sektörleri payı ise yüzde 23,4 ve 94,2 oranında artar.
’79 sabit üretici fiyatlarıyla yapılan hesaplamalara göre, ülke genelinde toplam GSYİH’de, tarım ve sanayi sektörlerinin payı ’79 yılında yüzde 21,9 (473,4 milyar TL) ve 24,4’dür (527,2 milyar TL). Sonraki yıllarda tarımın payı azalarak ’86’da yüzde 20,0’ye (584,1 milyar TL) iner. Buna karşın sanayi sektörünün payı yüzde 27,4’e (813 milyar TL) yükselir. GSYİH oluşturan bu iki önemli sektörün toplam payı ’79 yılında yüzde 46,3 iken ’86 yılında 474’e çıkar. İncelenen bu dönemde tarımın payı yüzde 1,9 oranında azalmasına karşın sanayinin payı da yüzde 3,0 oranında artar.
Bölge’nin toplam GSYİH’da tarım ve sanayi sektörleri yüzde 3,7 ve 93,8 oranında artar.
Bölge GSYİH’da ’79 yılında yüzde 45,4 (91,6 milyar TL) olan tarım sektörünün payı ’86 yılında yüzde 37,1’e (96,8 milyar Tl) geriler. Aynı yıllarda sınayi sektörünün payı ise yüzde 10,4’den (20,9 milyar TL) 15,5’e yükselir. Yani GSYİH toplamında tarımın payı yüzde 83 gerilerken, sanayinin payı ise yüzde 5,1 oranında artar. Sanayinin payında artış zamanlama açısından ’83 yılı sonrasında yoğunlaşıyor. Öyle görünüyor ki bu yılın önemi GAP’ın başlangıcı olmasından ileri geliyor.
Ülke bütünselliği açısından 18 il dışında diğer 49 ilin toplam GSYİH’da tarımın payı ’86 yılında ’79 yılına göre yüzde 1,5 gerilerken, sanayinin payı ise yüzde 2,9 artar ve sırasıyla yüzde 18,0 ve 28,8 olur.
Global olarak toplam tarım sektörü içinde Bölge’nin ’79 yılında yüzde
19.4 olan payı, sonraki yıllarda azalarak ’86 yılında yüzde 16,5’e kadar iner. Global olarak bu sektörde Bölge’nin payı azalır. Ki aynı dönemde Bölge’nin tarım sektörü yüzde 5 artarken, ülkeninki ise yüzde 23,4 artar.
Tarımın alt iktisadi faaliyet kolları açısından incelendiğinde, bitkisel üretimde ülke bütününde Bölge’nin ’79 yılında yüzde 14,3 olan payı ’86’da yüzde 14,5’e yükselir. Fakat aynı yıllarda hayvansal üretimde Bölge’nin payı yüzde 31,3’den 27,2’ye geriler. İşte bu sebeple, Bölge tarım sektörünün de payı azalır.
Tarım sektöründe diğer 49 ilin payı ise, 18 ilin oluşturduğu Bölge’nin tersi yönde gelişme gösterir. Global olarak sektör toplamında 49 ilin payı yüzde 80,6’dan 83.5’e çıkar ve ’79 yılına göre ’86’da yüzde 27,6 oranında artar. Yani hem payı artmış ve hem de sektörün artış hızı, ülke toplamından daha büyüktür.
İncelenen dönemde sanayi sektöründe durum: Global olarak ’79 yılında 527,2 milyar TL (sabit fiyatlarla) tutarın yüzde 4,0’ü Bölge’nin payıdır. Bu payın sonraki yıllarda artarak ’86 yılında yüzde 5,0’e yükselir. Ki aynı dönemde sanayi ülke bütününde yüzde 54,2 artarak 813 milyara çıkar. Bölge’ninki ise yüzde 93,8 artarak 40.5 milyar TL’ye ulaşır.
49 ilin sanayi sektöründe payı ’86 yılında ’79’a göre yüzde 1,0 azalarak yüzde 95,0’e geriler.
Kısaca: 1979-1986 dönem başında ülke GSYİH’de yüzde 9,4 olan Bölge’nin payı, dönem sonunda yüzde 8,9’a iner. Ayrıca tarım ve sanayi toplamının ülke bütünselliği (yine iki sektör toplamında) içinde dönem başında yüzde 11,2 olan Bölge’nin payı, dönem sonunda yüzde 9,8’e geriler. Ayrıca yine dönem başında, Bölge’nin GSYİH’de iki sektör toplamının payı yüzde 55,8 iken, dönem sonunda 52,6’ya iner. Veriler Bölge payının ülke bütünselliğinde azaldığını gösteriyor. Madalyonun diğer yüzü bölgelerarasında dengesizliğin daha da artmasıdır.
Peki, bu dengesizliği besleyen nedir?
Ekonomik bir gerçek: Genelinde bölgelerarasında bir 18 ilin oluşturduğu Bölge özgülünde, ekonomik olarak ülke bütünselliği içinde iktisadi dengesizliği besleyen mekanizma nedir? sorusuna, verilecek cevap, artan sömürüdür.

2. 6- İmalat Sanayi
Tarım ve madencilik yoluyla doğrudan elde edilen maddelerin insan ihtiyaçlarım giderecek duruma getirmek üzere işlenmesine imalat ve bunun iktisadi faaliyet koluna da imalat sanayi denir. İster kişisel tüketim için isterse üretim için olsun tüketilen mallardan pek azı doğadan elde edildiği haliyle (başlıcası, yenilebilir gıda maddeleri) kullanılmaktadır. Bu sebeple, malların çok büyük kısmı imalat sanayinin ürünleridir. Bundan ötürü sanayi denilince akla önce imalat sanayi gelir. Fakat biliyoruz ki, geniş anlamda sanayi sektörünün içine, madencilik (maden çıkarma) ve enerji (elektrik, havagazı vs.) üretimi de girer. Aslında incelendiğinde görülen o ki, madenciliğin tarım sektörü niteliğinde olduğu ve enerji üretiminin de madencilik ile imalat sanayi arasında yer aldığıdır.
Kalkınmada esas olan ve sanayi denilince de anlaşılması gereken imalat sanayidir.
İmalat sanayini kendi içinde başlıca iki büyük gruba ayırabiliriz: Birinci grup, doğrudan doğruya hammaddeleri alıp işleyen ve bunları mamul ya da yan mamul hale getiren sanayilerdir. Katma değere etkisi büyük olan sanayi işletmeleridir. Bunlar gıda sanayi hariç diğer temel sanayi dallarını kapsar: Demir-çelik fabrikaları, kimya sanayi vs. İkinci grup, yan mamul maddeleri hammadde olarak kullanan sanayilerdir. Bu sanayi dalında doğrudan kişisel tüketim için malların üretimi söz konusudur.
Bu kısa tanımlama ışığında, ülkemizde ’60’lı yılların sonrasında olan gelişmelerden Bölge’nin nasibini aldığı söylenemez. Söylenmez; Çünkü hem var olan işletmelerin cesareti küçük (İ980’de 10 kişiden az kişinin çalıştığı işletmelerde Bölge Genel Toplamında payı % 94) ve hem de birinci türden imalat sanayi yatırımları bulunmamaktadır. (9) Son yıllarda Gaziantep ve Malatya’da kayda değer gelişmelerin olduğu gözleniyor.

Tablo.4
İMALAT SANAYİSİNDE YARATILAN KATMA DEĞER (Cari Fiyatla) – Yüzde Dağılımı (1975-1986)
1975     1980     1982     1984     1986
18 İl        4,8    3,4    2,8    3,4    4,2
49 İl        95,2    96,6    97,2    96,6    95,7
Türkiye    4,8    3,6    3,9    4,9    5,6
Kaynak: İSO, Ocak-1989, 1989/1

Sanayileşmede ve sermaye birikiminde Devletin yatırımlarının önemi hem Dünya genelinde ve hem de ülkemizde tartışılmayacak kadar açık “Bölge”de devletin bu türden girişimlerinin sınırlı olması anlamında, tercih edilmediği görülüyor.
Zaten göstergeler de bu gözlemi destekler yönde gelişme olduğunu açıklıyor.
Bölgenin imalat sanayinin ve yaratılan (10) katma değerde payı (Cari fiyatlarla) 1963) yılında % 7,8 olduğu halde sonraki yıllarda sürekli azalan bir trend izleyerek 1975’te % 4,8’e (4,7 Milyar TL.) iner. Bu düşüş 1982 yılında % 2,8’e kadar devam eder. Sonraki yıllarda biraz da olsa artarak 85’te % 4,3 (439,1 Milyar TL.) oluru 1)
Nispi olarak bile 75’ler seviyesi korunamamıştır.
İşte işyerlerinin yapısal özelliklerinden dolayı, yaratılan katma değerdeki payları da küçük olmaktadır.
Nüfus toplamının % 18’ine ve kapsadığı toprak parçasının alanının % 28,5’ine sahip bölgenin, sanayileşme faaliyeti açısından önemli etkisi olan imalat sanayinin yaratılan katma değerin de payının % 4’lerde olmasının anlamı; Hâkim sektör tarımdan doğan kaynakların, bölge dışına transfer edildiğidir.
Feodalizmi tamamen tasfiye etmemiş ülkelerde, tekçi burjuvazinin konumu, genelde 19. yüzyıl burjuva konumundan farkı: Devlet yönetimine ortaklaşa sahip olduğu feodal kalıntıların temsilcilerini ekonomik ve siyasi olarak tasfiye etmeyeceğidir. Ama birlikteliklerine karşın sosyoekonomik yapıda feodalizmin etkisini zayıflatan bir gelişmenin de olduğu, 1920’ler Anadolu’su ile 1980’lenn Anadolu’su karşılaştığında anlaşılmıyor mu?
Fakat toplumsal gelişme işçi sınıfı bilimi açısından analiz edildiğinde, üretici güçlerin gelişmesinin ve bu anlamda da sanayileşmenin önünde engel yalnız feodal kalıntılar değil aynı zamanda kader ortaklan burjuvazi de engeldir. Varlıklarının temeli dışa bağımlılık olup, bu da, kaynakların yurtdışına transfer edilmesi demektir. Çünkü sosyo-ekonomik yapıda üretici güçlerine engel üretim ilişkilerini sınıfsal anlamda kader birliği yapmış bu sınıflar temsil etmektedir. Aynı zamanda bu birlik, işçiden yana esen özgürlük rüzgârının da önünde engeldir.
Toplumsal gelişmenin önündeki görev: Bu barikatın aşılmasıdır.
Bu, bölgeler arası dengesizlikleri ortadan kaldırmak için de bir zorunluluktur.
Kapitalizmde sermaye birikiminin öz kaynağı emeğin yarattığı, artı-değerdir. Fakat bununla birlikte tarım sektörü de önemli bir sermaye kaynağıdır. Şöyle ki: tarım sektöründe (ya da bir bölgeden de olabilir) doğan kaynaklar, izlenen ekonomi politika gereği ürünlerin fiyatlandırılması ve bu sektörün vergilendirilmesiyle oluşturulan fonlar, sanayi sektörüne aktarılır.
Bu mekanizma işleyişi sonucunda, bütün kaynakların bölge içinde kalmadığı anlaşılıyor.
Nitekim yalnız Bursa ilinin 75’lerde yüzde 4,5 olan imalat sanayinin yaratılan katma değerindeki payı, 86 yılında, yüzde 5,6’ya yükselir.
Bir yanda 18 ilden oluşan bir Bölge’nin ve diğer yanda bir ilin imalat sanayinde yaratılan katma değerinde payları incelendiğinde görülen gerçeğin tek ifadesi var. O da, kaynakların belli yerlerde yoğunlaşmasıdır. Elbette bununla birlikte kaynağın yaratıldığı kesimin önemi hatırlanmalıdır.
Global olarak GSYİH (sabit fiyatlarla) içinde imalat sanayinin payı 79’da yüzde 21,8 (470,4 Milyar) iken, 83’de ve 86’da yüzde 23,2 (565,9 Milyar) ve 24,6 (721,8 Milyar) olarak gerçekleşir. Bu oran, sanayi sektörü açısından hesaplandığında dağılım 79’da 89,2 olup, diğer yıllarda yüzde 89,4 ve 88,8 olur. Yani GSYİH içinde imalat sanayi payı artarken, sanayi sektöründe az da olsa bir düşme söz konusudur.
Bölge açısından incelendiğinde, imalat sanayinin GSYİH içinde ’79’da yüzde 5,1 (10,3 milyar) olan payı ’83’de yüzde 5,4’e (11,8 milyar) ve ’86’da yüzde 7,2’ye (18,8 milyar) yükselir. Sanayi sektöründeki payı ise her üç yılda sırasıyla yüzde 49,3; yüzde 41,3 ve 46,4 olarak gerçekleşir.
İncelenen dönemde, Bölge’nin imalat sanayinin global sanayi sektörü içinde payı yüzde 1,9’dan yüzde 2,3’e yükselir. Ayrıca global imalat sanayi sektöründeki payı da yüzde 2,2’den yüzde 2,6’ya çıkar. Bölge açısından bir artış görülüyor; fakat buranın sosyo-ekonomik yapısında belirgin değişiklik yapacak düzey de değil.
İmalat sanayi gelirinin il (18,49 ve 67 il) bazında dağılımı dikkate alındığında, bölgeninki 1 milyarın altında iken diğer 49 ilinki ülke ortalaması üzerinde 10-15 milyar arasında gerçekleşir. Ülke ortalaması ise 7 ile 10 milyar civarındadır. Bu gelişmeyi göstermek acısından, Türkiye: 100 endeksine göre yapılan tabloda da görüldüğü gibi 18 ilinki 9 civarında iken 49 ilinki 130’lar üzerindedir.
İncelenen dönemde imalat sanayisinde gelişme, 80’ler için atfedilen “şöyle geliştik, böyle kalkındık” söylevini doğrular yönde olmadığı gibi Bölge’nin payında da önemli bir gelişme olmamıştır.
Yani ülke bütünselliğine göre sanayileşme sorunu aciliyetini bölgede daha fazla hissettiriyor.

2.7- Kişi Başına Dağılımı
Toplam GSYİH’nin toplam nüfuza bölünmesiyle bulunan kişi başına GSYİH (cari fiyatla) dağılımı tabloda görüldüğü üzere ülke, 49 il ve 18 il ortalaması genelinde artan bir trend izler. Fakat o yılki döviz kurundan dolar değerinden hesaplandığında ülke ve 49 il’inki ’79 yılına kadar artarken sonraki dönemde azalır. 1986’da tekrardan arttığı ve de 18 il’in ortalamasının ise azaldığı görülür.
Kişi başına GSYİH (1979-sabit fiyatla), 1979-1986 dönemi incelendiğinde, ülkenin ve 49 il’in ortalamasının dönem başına göre yüzde 14,7 ve 16,6 artarak 46,0 bin ve 53,7 bin TL yükselirken, 18 il’in yani Bölge’nin ortalaması ise yüzde 4,3 artarak 24,9 bin TL olur.
Kişi başına GSYİH’nin hem cari ve hem de sabit fiyatla yapılan hesaplamalardan çıkarılabilecek genel sonuç, Bölge’ye ait bulunan miktarların hem ülke ve hem de 49 il’in ortalamasından küçük olduğu ve ayrıca da artış oranının düşmekte olduğudur.
Bu gözlem, Türkiye: 100 endeksine göre 49 ve 18 il’in tutarları bulunduğunda elde edilen sonuçlarla da desteklenmektedir. Nitekim 49 il’inki Türkiye’ninkinden fazla olduğu halde, 18 il’inkinin ise hayli düşük olduğu görülüyor.
Kişi başına imalat sanayinde yaratılan katma değer (cari fiyatla), 1975-1985 döneminde genel olarak artar. Bölgeninki 619,3 TL’den 31332,3 TL’ye; 49 il’inki ise 2838,8 TL’den 161720,6 TL’ye ve ülke ortalaması da 2423,7’den 137229,2 TL’ye yükselir.
Yaratılan katma değerin imalat sanayinde her bir iktisaden faal kişiye düşen miktarı, 18 il’in artışı, ’80’li yıllarda ’70’li yıllara göre hayli fazla olur. Diğer 49 il’in ve Türkiye genel ortalaması artışında bir düşüş gözleniyor. Çünkü imalat sanayinde faal nüfus ’80 yılında 136,6 bin olan Bölge’de 1985’de 134,4 bine geriler, işte bu düşüşün etkisiyle, Bölge’nin artışı fazla olur. Hem nüfus başına ve hem de faal nüfus başına imalat sanayinde yaratılan katma değer miktarları, en az olan Bölge’ninkidir. Bu durum Türkiye: 100 endeksi ile daha açık olarak görülüyor.

Tablo.5
KİŞİ BAŞINA GSYİH (Cari Fiyatla) (1975-1986)

18 İl        49 İl        Türkiye           
1975    TL    7110,0        11534,5    10346,0
Dolar    474,0        768,0        689,7
1979    TL    23863,5    46047,2    40087,4
Dolar    714,5        1378,7        1200,2
1983    TL    102035,9    223704,7    191017,3
Dolar    360,8        791,0        675,4
1986    TL    306065,1    703378,0    596637,2
Dolar    403,9        928,0        787,3
Kaynak: İSO, 1988/8

Tablo.6
KİŞİ BAŞINA GSYİH DAĞILIMI ENDEKSİ (Türkiye: 100)

Türkiye    49 İL        18 İl
C    S    C    S    C    S
1975    100    –    111,5    –    68,7    –       
1979    100    100    114,9    114,9    59,5    59,5
1983    100    100    117,1    107,5    53,4    79,6
1986    100    100    117,9    116,9    51,3    54,1
AÇIKLAMA: C- Cari fiyatla; S- ’79 fiyatıyla Kaynak: İSO, 1988/8.

Tablo.7
İMALAT SANAYİİNDE YARATILAN KATMA DEĞERİN DAĞILIMI ENDEKSİ (Türkiye: 100)

Türkiye     49 İl         18 İL
K    F    K    F    K    F
1975     100    100    117,2    101,9    25,6    73,0
1980     100    100    123,8    103,8    18,2    49,0
1985    100    100    117,8    101,5    22,8    75,6
AÇIKLAMA:     K- Kişi başına yaratılan katma d eter.
F- Faal nüfus başına yaratılan katma değer. Kaynak: İSO, 1989/1.

Tablo.8
İMALAT SANAYİ GELİRİNİN TL BAŞINA DAĞILIMI (Türkiye: 100)

Türkiye    49 il    18 il
1979    100             134,3    8,6
1983    100        134,5    8,3
1986    100         132,4    9;3

Kişi başına GSYİH’nin ve imalat sanayinde yaratılan katma değerin dağılımı endeksi (Türkiye: 100) tabloları incelendiğinde çıkarılabilecek ortak sonuç:
Ne kadar büyüdüğü sürekli tartışma konusu olan ulusal pastadan kişilerin payının az olması sebebiyle, bu kişilerin bulunduğu bölgenin payı da azalır. Şuna dikkat çekilmeli, ortalama kişi başına gelir dağılımı denildiğinde nüfusun tümü esas alındığından dolayı ortalama miktarlar bulunmaktadır. Ama biliyoruz ki, toplam nüfus sınıflar bütününden oluşur. O halde gelirin bu temelde bölüşümü düşünülürse, çalışan emekçi kesimin payı, ortalama nüfus başına bulunan miktara eşit olmayacaktır. Nitekim bu eşit olmama durumu işverenler için de geçerlidir. Örneğin: Nüfus başına GSYİH ya da imalat sanayi katma değeri dağılımı denildiğinde, Sabancı’nın ve çalışan işçisinin payı eşit olarak incelenmektedir. Ama biliyoruz ki, bölüşüm ilişkileri açısından gerçek hayat hiç de böyle değil. Çünkü gelirin gerçek bölüşümü, kişilerin üretimindeki konumlarına göre olmaktadır. Bu analiz, Bölge için de geçerlidir.
O halde işçi sınıfı ve topraksız ya da az topraklı köylünün birlikte oluşturduğu sınıflar bloğu, hem bölgeler arasındaki adil olmayan gelir dağılımından ve hem de kendi bölgesindeki gelirin ücret, tarım ve rant geliri (yani sınıfsal) dağılımı açısından ikili kıskaçtadır. Bu, ülke düzeyinde adil olmayan gelir bölüşümünün Bölge’de daha da fazla adil olmaması anlamına gelir.
Adil gelir dağılımının olmamasının sebebi?
Var olan ekonomik ve siyasi yapılanım…
Daha adil gelir dağılımı için…

2.8- Ek Olarak Birkaç Not

Tarihi olarak Bölge’de feodal düzen; ağalık, şeyhlik ve aşiret biçimindeki toplumsal örgütlenme olarak ortaya çıkmış olup, günümüzde kendisini çözen süreçleri de yaşamakta olmasına karşın kalıntılar halinde varlığını sürdürmediği de iddia edilemez.
Bölgede ekonomik faaliyetin hâkim sektörü tarım ve bunda da çiftçilik ve hayvancılık alt faaliyet dalı etkindir. Bölge’de toplam faal nüfusun yüzde 69,6’sının (1985 için) tarımda çalışmasından ve GSYİH’da tarımın payının yüzde 37,2 (1985-79 sabit fiyatlarla) olmasından çıkarılacak sonuç; tarımın etkin sektör olduğudur.
Hem bu sebeple ve hem de Bölge’de büyük toprak mülkiyetinin ve topraksız ya da az topraklı köylülerin varlığı sebebiyle, ekonomik ve sosyal gelişmede toprak sorununun çözümünün önemi daha iyi anlaşılır.
Yıllardır çözüm bekleyen önemli bir sorun: Toprak sorunu…
Bu sorun karşısında Cumhuriyet hükümetlerinin, baştan beri ve son 1. MC’nin ’75 girişimi “yasak savma türünde” olmuş ve ’80’li yıllarda da artık hiç sözü bile edilemez olmuştur. Çünkü “sanayileştik” safsatası işleniyor… Zaman zaman yazılıyor olsa da, toprak ve tarım reformu olarak yaklaşım, yerini, sadece tarım reformuna bırakmıştır.
Bölge’de küçük çapta da olsa gelişen sanayi, bölge dışı pazarlarda rakip bölge mamulleriyle rekabet edecek nitelikte (son yıllarda Gaziantep’te gelişmeler dikkat çekici) değildir. Bu sektör daha çok yerleşik sanayi ve madencilik sektörü niteliğindedir. İmalat sanayi yeni yeni zayıf gelişmeler göstermektedir. Bölge’de ulaştırma ve pazarlama kolaylıklarının gereğince bulunmaması da, bu sektörü olumsuz yönde etkiler.
Madencilik iktisadi faaliyet kolunun ürünü, sanayinin hammaddesidir. Bu sebeple, önemli işlevi olduğu tartışılmazdır. Bölge maden rezervi açısından zengindir. Özellikle başlıca krom, bakır, demir, kurşun, çinko ve petrol bakımından Türkiye’nin önemli miktarda ihtiyacını karşılar durumdadır. Çıkarılan madenler, orada gerekli yatırımların yapılmamasından dolayı diğer bölgelerde işlenir. O sebeple, bu iktisadi faaliyet kolunun Bölge’ye etkisi; ağacın meyvesini yiyemeyip, gölgesinde oturmak gibidir. Eğer maden çıkarıldığı yerde işlenseydi genelinde bir sanayi için teşvik olacaktı; fakat olamadı? Demir, çıkarılan sahadan binlerce kilometre uzaklıkta işleniyor.
Bölge’de su kaynağının değerlendirilmesiyle ülkenin enerji ihtiyacının büyük kısmı karşılanır.
Bu koşullarda: hammadde var, enerji var ve çalışacak insan gücü var, fakat yatırım açısından Bölge’nin tercih sırası yine de en alt. Tesadüf? Hiç değil!
Yollara dökülen asfaltın hammaddesi petrol, Bölge’den çıkıyor; ama genellikle yolları patika!
Bu çelişkinin, var olan tabloyu çarpıcı bir şekilde yansıttığı açık.
GAP; Bölge’nin makûs talihini “yenebilecek” mi? Çünkü GAP, hep bu şekilde anılır ve anlatılır oldu. Özellikle, Doğu sorununa ekonomik açıdan yaklaşanlar tarafından.
Aslında sorunun, toplumsal ve sosyolojik yanı yok sayılmaz.
Toplam 13 projeden oluşan GAP’ın yapımı 2010’lu yıllara sarkıyor.
GAP’ın gerçekleşmesi pazar için üretimi artıracak; hem de bir hayli. Çünkü yılda birkaç sefer ürün alınacağından bahsediliyor.
Bu halde, GAP’ın bölgesinde toprak sahiplerine önemli bir imkân yaratılmış ve bir yönüyle de bu imkân, büyük toprak sahiplerine tanınmış oluyor.
Ayrıca projenin etkisinden, bölgede toprak talebinin arttığı basında yer alıyor.
Bir yönüyle egemen sınıflar içinde ittifakı güçlendiren ve bir yönüyle de feodal ilişkileri aşındıran etkisinden bahsedilebilir.
GAP yeni iş imkânları yaratacağı gibi, tarımın makineleşmesine paralel olarak, işsizliği de artıracağı beklenebilir.

KA YNAKÇA
1) Dr. Gülten Kazgan, İÜFM, c. 24, Ekim-1963/ Mart-1964, sf. 122; Dr. Ruşen Keleş, Şehirleşme Politikamız ve Doğu Anadolu Bölgesi, sf. 239-263.
2) Dr. Özer Ozankaya, AÜSBFD, c. 24, Eylül -1969, sf. 80; Doç. Dr. Osman Arıkan, Doğu Bölgesinin Sanayileşmesi (Doçentlik Tezi), Atatürk Üniv. İşlet. Fak. yay. 1973, sf. 21.
3) İsmail Beşikçi, Doğu Anadolu’nun Düzeni, E Yayınlan, 1970, sf. 29.
İLLER: Adıyaman, Ağrı, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, Hakkâri, Kars, Malatya, Mardin, Muş, Siirt, Tunceli, Urfa, Van.
4) Dr. Özer Ozankaya, agd, sf. 73-107; Doç. Dr. Osman Arıkan, age,
5) Barış Dünyası, Mayıs 1962, sf: 2, sf. 13 ve Kasım 1962, sf. 120 sy: 8, sf. 45.
6) Dr. Özer Ozankaya, agd, sf. 96; İsmail Beşikçi, Forum, sf: 338, 1 Mart 1968.
7) Cumhuriyet, 2 Eylül 1988
8) Karl Marx, Kapital, C.2, sol Yay. sf. 398-399.
9) DİE, aktaran, Özgür Gelecek, Aralık 1988, say: 1, sf. 23.
10) 4. BYKP, sf. 75.
11) İSO, Ocak 1989, 1989/1, sf. 39-41.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑