Barış ve Demokratik Yenilenme Programı TKP’nin Gerici-Reformcu Mirası Üzerine Oturuyor
Bugünkü TBKP, “Yenileşme” programlarıyla “açılımcı” tezleriyle Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde ikamet eden Genel Başkanı ve Genel Sekreteri ile bir de 141 ve 142 rakamlarıyla biliniyor.
Bugünkü TBKP, TKP ve TİP’in gönüllü birleşmesiyle bir sentez olarak ortaya çıkıyor. TBKP, TKP ve TİP bileşenlerinin kaynaşmasıyla oluşuyor.
Dünkü TİP, 196Ö’lıonyıllarda 15 üyesiyle temsil edildiği parlamentoda, ‘parlamenter demokratik sistemin vazgeçilmez bir unsuru olarak parlamenter yoldan sosyalizme geçiş’ tezleri ve pratiğiyle, 1963 yılı 5 Yıllık Kalkınma Planı’nın siyasal ve ekonomik felsefesini aşamayan, ‘kapitalist olmayan kalkınma’ programıyla, anti-faşist gösterilere ve silahlı eylemlere karşı ilk kez ‘anarşi’ nitelendirmesini kullanmasıyla biliniyor. 1970’li yılların TİP’i, ikinci TİP ise biraz daha gerilemesini ve sosyalist teoriye karşı gericileşmesini saymazsak, siyasal yelpazede birincisinden farklı bir yer işgal etmiyor. Birincisinin yanında, ikinci TİP tarihi de yazıldı, biliniyor.
1970’li on yılların son yarısında, Türkiye’ye artık sadece isim olarak değil, ünlü 1951 tevkifatından sonra ilk kez cisim olarak da girmeyi başaran TKP, ‘atılımcı’, ‘İDD’ci’ tezleriyle ‘ilerlemeciliği’ ile, UDC’si ile, anti-MHP, anti-MC siyasal perspektifi ile, yığın örgütlerini ve işçi sendikalarını ve kendi kendisini CHP’lileştirmesi ile biliniyor, tanınıyor.
Bilinmeyenler de, sıkıyönetim mahkemeleri dava dosyalan arasında “yazılı belgeler” arasında yer alıyor, açıklandıkça bilinir hale geliyor.
Açıklanan her bilgi, her yeni belge yaşanan tarihin, resmi olmayan tarihin yazılmasının önündeki engelleri kaldırıyor. Dünle bugünün birbirine bağlanmasını kolaylaştırıyor.
Bütün bir Cumhuriyet döneminin çeşitli evrelerine ait, resmi olmayan tarih, resmi tarihten daha zengin kaynaklara dayanıyor.
Cumhuriyet döneminden daha yaşlı olan TKP’nin, resmi veya resmi-olmayan bir tarihini bulabilmek ve çeşitli dönemlerde izlediği çizginin detaylarını öğrenebilmek ise mümkün olmuyor. Bilinmiyor. Detaylar, bir kısım ihtiyar ve yorgun demokratların yazılmamış anılarında bir NATO sırrı gibi saklanıyor. Yayınlanan bir kısım anılar ise, bugünkü TBKP’nin tehlikesizliğinin tarihsel köklerini anlatıyor, burjuvaziye belli mesajlar aktarılıyor.
TKP’nin resmi veya resmi olmayan bir tarihi yok, ilk kuruluş dönemi ve yakın tarihi belli ölçülerde biliniyor. Bilinmeyen dönemlerine ilişkin olarak da açıklanan belgelerden ve anılardan, özellikle TKP çizgisinin detayları ile ilgili ipuçları yakalayabilmek mümkün oluyor.
Bir TKP tarihi yazılabilmesi için, şüphesiz ipuçları yeterli olmuyor. Ama bugünkü TBKP’nin demokrasi platformundaki sistem içi, reformcu konumunun tarihsel köklerini, kısa notlar halinde aktarabilmek, TBKP oluşumunun ve programının hangi ideolojik ve siyasal miras üzerine oturduğunu belirlemek için belli ipuçlarından tutunmak gerekiyor.
İpuçlarından kalkarak iki olgunun, aynı düzlemde birbirini tekrarladığını, TBKP’nin yeni koşulların da devreye girmesi ile ikinci baskı bir TKP olduğunu yakalayabilmek mümkün oluyor.
İpuçlarının gösterdiği özetin özeti sonuç da şu: İlk kuruluş dönemini ve ilk kuruluşun getirdiği özgünlükleri bir yana bırakıyoruz, TKP, yasadışı veya yarı-yasal bir konumda, Cumhuriyetin geçirdiği bütün evrelerde, burjuvazinin hep bir yedek gücü olmaya soyunuyor, işçi sınıfına ve emekçi halka güven duymuyor, kendi güçsüzlüğüne güven duymuyor. Burjuvazi içinde çatışan veya çelişen siyasal güçler arasında, “iyi-kötü”, “demokrat, ilerici-faşist, gerici” ayrımları yaparak böyle ayırımlar yoksa bile icat ederek hep “iyilerin”, “demokratların” yanında yer alıyor. Talep dahi edilmeden, “iyiler” ile platonik siyasal ittifaklar kuruyor, daha önemlisi de, hep Kemalist geleneğin temsilcisi, mirasçısı oluyor veya en lehte yorumla, siyasal yelpazede, “Kemalizm’in sol kanadı”nda yer alarak, onun biraz daha sola çekilmesi veya ehlileştirilmesi gibi, siyasal bir işlevi yerine getiriyor. TKP “komünizmi”, Kemalizm’in eteklerinde, Kemalizm’in bir haşarı çocuğu olarak büyüyor ve hep terbiyeye tabi tutuyor. 1925’lerdeki çok kısa yarı-yasallık dönemi dışında TKP, Kemalizm’in hep yasadışı bir taraftarı oluyor. TKP yöneticileri en uzun dönem mahpus yatma, en uzun süre sürgünde kalma rekoru kırıyorlar. Haşarı çocuğun terbiyesinde, mahpus ve sürgün yöntemlerinin kullanılması tercih ediliyor. Platonik sevgide, âşık, hep acı duymak ister, acı aşkı büyütür, âşığı sevgiliye daha çok bağlar. TKP, her darbeden sonra biraz daha küçülüyor, güçsüzlüğünü, Kemalizm’e daha çok bağlanarak örtmeye çalışıyor. Hatta 1927 büyük “Komünist Tevkifatı” sonrasında Kemalist rejimin yerleşmeye başladığı bir dönemde, önce doğrudan ve örgütsel düzlemde Kemalistleşen en ileri kadroların bir bölümünü “kadro” olarak Kemalist rejimin doğrudan emrine verirken, bunu izleyen yıllarda, başka etkenlerin de zorlanmasıyla anti-faşist birleşik cepheyi, örgütsel birliğe kadar ilerletiyor ve geri kalan kadrolarının çok büyük kısmını daha, Cumhuriyet Halk Partisi ve onun yan-örgütleri ile birlikte çalışmaya seferber ediyor; TKP, CHP içerisinde eriyor.
Resmi tarihin iddialarının aksine, Kemalist rejim, tek-parti yönetimi ile değil, iki-partili bir sistemle yerleşiyor. TKP, Kemalist rejimin yerleşmesinde, CHP’nin hep bir yedek gücü oluyor, rejimin yerleşmesine, yardımcı bir güç olarak katılıyor. Anglo-Sakson demokrasisinin geri unsurlarının rejime dâhil edilmesinden önce, TKP, rejimin daha ileri bir unsuru olarak, yasadışı meşruluğunu koruyor.
TKP’nin Kemalist rejimin yerleşmesinde oynadığı rolün, TBKP’nin Eylül rejiminin yerleşmesinde üstlendiği misyondan daha ileri ve daha kapsamlı olduğu anlaşılıyor.
Ama toplumsal gelişmenin ve sınıf mücadelesinin boyutları dikkate alındığında ve TKP’nin kendi iç-evrimleşmesi hesaba katıldığında, sistemle siyasal entegrasyon sürecinin tamamlanması ve siyasal çizgiden terminolojik düzeyde dahi olsa Marksist “kalıntı”lardan ayıklanması açısından TBKP, daha geri bir konumda bulunuyor, daha gerici bir misyon üstleniyor.
TBKP, siyasal perspektifini, “militarist darbelerin önlendiği”, “parlamentonun en üst organ” olarak sürekliliğini koruduğu, demokratikleşme sürecinin tamamlanması açısından da TCK’nın 141-142. maddelerinin kaldırıldığı bir Türkiye özlemi ile sınırladığı programatik düzeyde belgeliyor. Siyasal işlevi ve siyasal politikaları açısından SHP’den, bir dereceye kadar da DYP’den farkı olmadığını göstermeye çalışıyor. “Militarist darbelerin önlenmesi” ve parlamentonun korunması için, “demokratik bağlaşıklar” arıyor ve buluyor. “Demokratik bağlaşıklar” politikasının dinci gericilikten, “ülke sanayisine katkıda bulunan sanayicilere” kadar geniş bir yelpazeyi içine aldığı anlaşılıyor. Siyasal mücadele taktiğinde TKP, hedefi küçültmesi, hedefin dışında kalan siyasal güçlerle “bağlaşıklar” kurmasıyla tanınıyor. TBKP, TKP’nin bu “ince” taktiğinin sürdürücüsü olduğunu gösteriyor, sistemin dolaylı bir yedek gücüne dönüşüyor. Dinci gericilikten, “ülke sanayisine katkıda bulunan sanayicilere” kadar bir yelpazede yer alan TBKP “bağlaşıkları”nın oluşturduğu “egemen sınıflar bloğu”, öğrenci gençliğin Nisan Eylemlerinden, işçi sınıfının Nisan-Mayıs protestosuna kadar yükselen devrimci kabarışı, politik şiddet kullanılması dâhil, her türlü yoldan bastırmaya çalışıyor. SHP’den DYP’ye egemen sınıf partilerinin bu politikaya bir itirazlarının olmadığı görülüyor. Daha Nisan Eylemleri devam ederken, TBKP, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde bulunan Genel Sekreteri’nin ağzından, mahkeme salonunda, “Teröre göz yumulsun gibi bir düşünce içerisinde olmadığını” açıklama gereğini duyuyor. “Bağlaşıklar”ından ayrı bir platforma düşmediğini gösteriyor. Tıpkı TKP’nin, Eylül rejiminin en vahşi döneminde, CHP’nin izlediği politikadan ayrı düşmemesi gibi… “Politik Durum ve TKP’nin Tutumu”nda, TKP sıradan liberallerin daha gerisine düşüyor ve cuntayı, “sol terörizm”in hedefi haline gelen can güvenliğinin yok edilmesine bağlayarak, “sol terörizmin” ezilmesinde, yöntem farklılığını da vurgulayarak, Eylül rejiminin yanında yer alıyor. Cuntayı, “faşist” ilan ederek, cuntaya karşı “örgütlenmeye” ve “savaşım” vermeye kalkışanlara lanetler yağdırıyor. 12 Eylül’ün hedef seçilmemesini istiyor. Faşist cunta rejimleri altında, hemen her ülkede sıradan liberaller bile, uluslararası platformda, politik tutuklular için, özgürlük kampanyaları acarken, TKP, eli kanlı faşist canilerin yanında, “Maocu teröristler” dediği devrimcilerin ömür boyu demir parmaklıklar arkasında tutulması için cuntaya öğütler verme gibi “onurlu” bir görev üstleniyor, onursuzluğunu belgeliyor. Cuntanın terörizme karşı savaşımını desteklerken ve bu -konuda SBKP’nin cuntaya karşı aldığı politik tutumla uyum sağlarken, evrensel görevlerini de unutmuyor ve cunta içinden, Sovyetler Birliği ile “işbirliği” sürdürebilecek “kesimleri” kazanmaya çalışıyor. Rejimin “istikrarlı” olmadığı tespitini yapıyor ve SSCB ile “işbirliği” yapacak kesimlerin ağırlık koymalarını bekliyor. Ağırlıklar altında TKP dağılıyor ve Eylül Dönemi’nin yarattığı siyasal bataklıktan ülke sınırlarının ötesine sıçrayan çamur deryası içerisinden TBKP doğuyor.
TBKP’nin bugünkü “demokratik bağlaşıklar” politikası, Eylül rejiminin ilk yıllarında TKP’nin, cuntanın bir “kesimine” kadar uzanan “bağlaşıklar” politikasının bir uzantısı olarak şekilleniyor. TKP, en olumsuz koşullarda dahi, iyimserliğini hep koruyor, ve “bağlaşıklar” kuracağı, yani peşine takılacağı, politik bir güç bulmada hiçbir zorluk çekmiyor. Siyasal yelpazedeki alt-üst oluşlara bağlı olarak “bağlaşıklar” bazen daralıyor, bazen genişliyor, ama hep bulunuyor.
TKP tarihi incelendiğinde, TKP’nin, hep egemen sınıf kliklerinin bir kesimiyle, bir veya ikisiyle, platonik cepheler kurduğu, daha doğrusu egemen kliklerin peşine takıldığı görülür. TKP, sınıfa yöneliyor, sınıf dinamizmi TKP reformizmi ile örtüşmüyor. Her cephe girişimi, devrim ve sosyalizm idealleri ile örgütlenmeye yönelen dinamik anti-faşist güçlerin erimesine hizmet ediyor, hayal kırıklığı ile sonuçlanıyor. Dahası, her dönemeçte TKP’nin sistemle olan bağlarını biraz daha geliştirdiği, reformculuğu sistemleştirdiği görülüyor.
TKP tarihi, aynı zamanda platonik cephelerin ve hayal kırıklıklarının tarihi oluyor.
1970’li on yıllarda TKP, CHP’nin ve CHP hükümetlerinin peşine takılıyor. CHP ile anti-faşist UDC kuruyor. CHP’nin talebi olmadan ve haberi de olmadan, anti-faşist UDC kuruyor ve devlet eliyle MHP’ye vurulmasını istiyor. CHP umudu tükenince, bu görevi cuntanın omuzlarına yıkıyor. 1970’li yıllar TKP’nin “ilerlemeci” katkılarıyla DİSK gibi işçi sendikalarının, belli yığın örgütlerinin CHP’lileştirilmesiyle, yığınlardaki yaygın anti-faşist potansiyelin, reformculuğun çizdiği kanallara akıtılmasıyla sonuçlanıyor. Reformcu siyaset ve pratikler, cuntanın zorlanmadan yerleşmesi için yolu düzlemiş oluyor.
UDC politikası, ilk yıllarda, cuntayı eleştirenleri eleştirme politikasına dönüşüyor ve şimdi TBKP, Parlamentonun Korunması Cephesine dahil oluyor. Olası cuntasal darbelere ve devrimci kalkışmalara karşı, parlamenter sistemin korunmasını ve sürdürülmesini, devrimci bir görev sayıyor. Dinci gericilerden NATO’ya, sanayicilerden AT’a kadar geniş bir “demokratik bağlaşıklar” zinciri kuruluyor, demokratikleşme sürecinin tamamlanması bekleniyor.
Aynı politik mantık, ikinci emperyalist sıcak savaş sonrasında, Alman faşizminin devrilmesinin ve “demokratik” Anglosakson emperyalizminin basan kazanmasının demokrasi ile sonuçlanacağım varsayıyor. Anglosakson dünyası ile Türkiye’nin ilişki kurmasının, Türkiye’ye demokrasi getireceği öngörülüyor. Ve ek başlıkta veriliyor, bu tahlil TKP’nin, “demokrasi” güçleri ile, Demokratik Mücadele Cephesi kurulması kararı alınmasını doğuruyor. Y. Küçük’ün aktardığına göre, İstanbul Sıkıyönetim Komut anlığı’nın 15 Aralık 1946 tarihinde yaptığı bir aramada, Ş. Hüsnü’nün evinde ele geçirilen bir raporda, Alman yardımı alan Saraçoğlu kliğinin dışlanması ile Cumhuriyet Halk Partisi’nin de içinde yer alacağı, “faşizme ve vurgunculuğa karşı bir cephe” girişimine hız veriliyor. TKP, hayali cephe girişimleriyle siyasal doyuma ulaşıyor. Her cephe girişiminde, ister iktidarda, ister muhalefette olsun, TKP’nin, CHP’ye özenli ve önemli bir yer ayırması burada da tekrarlanıyor. Hatta 1930’lu on yılların ortalarında, daha da ileri gidiyor ve anti-faşist savaşımın evrensel görevlerini de yerine getirmek için, düzenin hemen oturduğu ve Kemalist rejimin, işçi ve köylülere daha büyük ölçüde yöneldiği koşullarda, pürüz çıkarmamak için, TKP, oto-likidasyon kararı alarak, çok büyük olasılıkla, bağımsız eylemliliğine son veriyor. Nazım Hikmet’in direnişiyle ve anti-Sovyet suçlamasına muhatap olmasıyla, CHP ve yan-örgütleri içerisinde faaliyet göstermeye yöneliyor. Türkiye “savaştan çıkarı olmayan ülkeler” kategorisine sokuluyor ve TKP, cılız varlığı ile CHP, Halkevleri, spor kulüpleri ve esnaf dernekleri içerisinde eriyor. Böylece anti-faşist cephe, tek örgütlülüğe dönüşerek, platonik olmaktan çıkıyor. Yukarıda sözü edilen raporda, Ş. Hüsnü’nün “savaş öncesi dönemde gizli örgütün yok denecek düzeye indirildiğini” ve “halkevlerine girme işinin çok küçük mikyasta başarılabildiğini” yazması, oto-likidasyon kararının ipuçlarını veriyor. İpuçları başka yorumların ve yazılı anıların doğruluk payını güçlendiriyor.
Anti-faşist mücadelenin evrensel görevlerinin yerine getirilmesi için, TKP’nin CHP lehine kendi kendisini feshetmesi veya en iyimser yorumla gizli varlığını en aza indirmesi, cephe politikalarında CHP’ye verdiği özenli tarihsel önemin, önemli bir göstergesini oluşturuyor. Yalnız bu çizginin, iki kez sapmaya uğradığı anlaşılıyor; resmi karara dönüşmemesine ve bir arayışı yansıtmasına karşın, gene de bir sapma olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Birisi, Vera İhmalyan’ın anılarında yazdığına göre, 27 Mayıs 1960 sonrasında, A. Türkeş’in de içinde yer aldığı 13’lere, “orta sınıfların” NATO ve CENTO gibi askeri paktlara da karşı çıkan, devrimci-radikal temsilcisi payesi verilmesi ve İ. Bilen’in bu tahlilinin, Sovyet Bilimler Akademisi tezlerine kadar girmesi. İkincisi de, Anglo-Sakson kaynaklı demokrasi dalgasının, soğuk savaş dalgaları altında henüz ezilmediğini ve Türkiye’de de çok partili demokrasi tartışmalarının hızlandığı savaş sonrası geçiş evresinde, TKP’nin, yeni kurulan Demokrat Parti ile “cephe” arayışlarına yönelmesi… DP lehine yönelen cephe arayışı, 1951 Büyük Tevkifatı ile sonuçlanıyor ve TKP, bu kez fiilen tasfiye sürecine giriyor, “Dış Büro” ile varlığını sürdürmeye çalışıyor.
Bu “doğal” sapmalar ve tasfiyeler dışında TKP, tarihi boyunca kurduğu bütün cephelere, CHP’yi, Kemalizm’i temsil ettiği için, almaya hep özen gösteriyor.
1920’li yıllarda CHP ile Kemalizm’le cephe kurması da gerekmiyor. Kemalizm’i değerlendirmesiyle, izlediği siyasal çizgisi ve eleştirel üslubu ile TKP, ikinci bir Kemalist parti olma misyonunu taşıyor. “Kemalizm’in sol kanadı” olarak faaliyet gösteriyor, özellikle 1924 yılına kadar, Kemalist Hükümeti sınıflar-üstü statüde değerlendiriyor ve Kemalist Hükümetin, ekonomik politikasını “kapitalist olmayan kalkınma yolu” olarak saptayıp destekliyor. Böylece “kapitalist olmayan yol” tezinin ilk keşfi şerefini, Kruşçev’den önce, TKP taşımış oluyor. TKP, Ş. Hüsnü’nün kaleminden, daha 1923 yılında, “halk hükümeti” olarak değerlendirdiği Kemalist Hükümetin, “iş ve işçi hükümeti” olmasını istiyor: “İktidar gücünü ulusal egemenlikten alan halk hükümeti emeğin -yani ulusun- tarafına geçmeli ve bir iş ve isçi hükümeti olmalıdır.” (Ş. Hüsnü, Seçme Yazılar, sy. 177).
Kemalist Hükümetin bu yola girmekte gecikmeyeceği umut ediliyor. Ş. Hüsnü hızını alamayarak Kemalizm’in sadece politik devrimle yetinmeyerek, toplumsal devrimi de yapacağım vaaz ediyor. O zaman TKP’nin yapabileceği fazla bir şey kalmıyor. Siyasal faaliyet olarak kendisine, “eleştiri” görevini biçiyor ve “eleştiri”lerinin de, devrimin ve devlet mekanizmasının eksiklerinin tamamlanmasına hizmet edecek şekilde sınırlı ve olumlu bir yönde olacağım taahhüt ediyor. Eleştiri hakkının bir hak olarak TKP’den esirgenmemesini istiyor. Bir de, 1924 artık, “işçi ve köylülere karşı mücadele hükümeti”’ne dönüşmüş olan Kemalist Hükümetin ekonomik ve siyasal politikası karşısında, halka fedakârlık” çağrısı yapıyor: “Bu takdirde başlanılan işi sonuna kadar götürmek, yani fedakârlıklara razı olmak gerekecek, … Üzerine düşen görevleri yapmaya hazır, böyle en değerli ve esaslı bir devrim dayanağı olan geniş bir toplum sınıfının, ulus adına yapılacak işler hakkında düşüncesini söylemesi, yeni devlet mekanizmasının eksikliklerini tamamlamak ve gelişmesini sağlamak amacıyla eleştirilerde bulunması, yalnız açık bir hak değil, aynı zamanda ulusal gelişme bakımından gerekli bir harekettir.” (Ş. Hüsnü, Seçme Yazılar, sy. 119).
“Eleştiri” hakkının “ulusal bir hak” olarak tanınması karşılığında, TKP, Kemalizm’in basit bir beklentisi olmaya razı oluyor, cılız sesini duyurabildiği işçilere, köylüler ve aydınlara da, burjuva-feodal ulusal ticaret burjuvazisi devletine biat etme ve “fedakârlık yapma” çağrısında bulunuyor.
“Fedakârlık” çağrısını sürdürüyor ama TKP, 1924 Haziran’ından itibaren, Kemalist Hükümete artık, sınıflar-üstü bir statü biçmiyor. Kemalizm’i sınıfsal bir tabana oturtuyor ve bunun için de küçük-burjuvaziyi seçiyor. Özrü kabahatinden büyük oluyor ve Kemalizm’e verdiği desteğin vurgusunu artırıyor. “Halk Hükümeti” tahlillerinin yerini, emperyalizme, feodalizme ve komprador kapitalizme karşı “kararlı” bir mücadele yürüten küçük-burjuva demokrasisi tahlilleri alıyor. Dün “halk hükümeti” olarak desteklenen Kemalizm’e, artık küçük-burjuva demokrasisinin temsilcisi olarak destek veriliyor. Destek sürüyor, desteğin gerekçesi ve nedeni değişmiş oluyor. “Devlet kapitalizmi” politikası, “sosyalizme açık” bir uygulama olarak değerlendiriliyor. “Emperyalizmi can evinden vuran Kemalizm”, ülkenin tek umudu olarak ilan ediliyor. Ankara Hükümeti’nin her türlü “ilerici atılımı”nın destekleneceği açıklanıyor.
Açıklamaya uygun davranılıyor ve Şeyh Sait isminde simgele-şen ulusal bir ayaklanma, “kara irtica” olarak değerlendiriliyor. TKP, Şeyh Sait Ayaklanması’na, Türkiye Cumhuriyeti’ni, İngiliz emperyalizmi lehine zayıflatacak bir başkaldırı gözüyle bakıyor ve Şeyh Sait’i, herhangi bir dayanaktan yoksun bazı kaynaklara başvurarak, ingiliz ajanı sayıyor. Kürt ulusal ayaklanmasının karşısında, Kemalizm’in sağ-kolu olarak yer alıyor. Kemalizm, doğrudan talep etmediği halde, TKP, sadece 19 25 Şeyh Sait Ayaklanmasında değil, pratik bütün gelişmelerde, ulusal sorunda, gerici-şovenist tavrını sürdürüyor. “Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik ve beraberliğini”, “misak-ı milli” sınırları içerisinde korumak, TKP’nin siyasal faaliyetinin merkezinde yer alıyor. Kendi içindeki tartışmaları da bastırıyor ve aykırı sesleri susturuyor. H. Kıvılcımlı’nın ‘İhtiyat Kuvvet-Şark’ başlığı ile kaleme aldığı ulusal soruna ilişkin bir yazısının, 1930’larda hasıraltı edildiği biliniyor.
Şeyh Sait Ayaklanması eziliyor ve ayaklanmacıları yargılamak üzere kurulan gezici İdam Mahkemeleri, aynı zamanda, korku üretmek amacıyla kullanılıyor. Kemalizm, korku üreterek “ittihatçı” ve “eleştirel” muhaliflerini de dize getiriyor. Kemalizm’in “eleştirel” muhalifi olarak TKP de, korku dalgalarından payını alıyor ve 1927 ‘ ‘Komünist Tevkifatı”nın sonuçları, altı yıl sonrasında kullanılmak üzere, Kemalizm’in doğrudan “kadro”larını üretiyor. 1927 Tevkifatı, aynı zamanda, 1930’lu yılların ortalarından itibaren TKP’nin, CHP içerisinde erimesinin ideolojik ve moral zeminini hazırlamada etkili oluyor.
TKP devrimciliğinin ölçüsü, Kemalizm’e verilen destekle ölçülebiliyor.
Siyasal iktidar düşüncesi, lafız olarak dahi TKP terminolojisinde yer almıyor. TKP, siyasal yelpazede, “tevkifata” uğramadığı boş zamanlarında, hep ”eleştirel” müzmin muhalefet yapıyor. 1924 yılına kadar süren dünya devrimi fırtınasından, dünya devrimi perspektifinden dahi hiç etkilenmiyor. Anadolu’da yaşanan, ulusal kurtuluş savaşı sürecinin dışında kalıyor ve Osmanlı sosyalizminin, mücadeleyi ve eylemliliği reddeden anti-ittihatçı, nesnelci geleneklerinden besleniyor. TKP, anti-ittihatçılığı sürdürüyor. Kemalizm karşıtı İttihatçıları ve Çerkez Ethem’i kendi karşıtları arasına alıyor. TKP, Kemalizm’in tabandan gelme radikalizme karşı açtığı kampanyaya katılıyor, reformculuğunu radikal geleneklerle sulandırmak istemiyor. Reformculuğu bir çizgi olarak izlediği için, Çerkez Ethem’i ve Çerkez Ethemciliği, siyasal karşıt sayıyor. Anti-İttihatçılık ve anti-Ethemcilik, anti-iktidarcılığı da pekiştiriyor. TKP, Kemalist hükümette kendini görüyor ve Kemalizm’e daha çok sarılıyor. TKP, siyasal eylemlilikte en uç noktaya “basla grubu” bir “parti anlayışı” ile varıyor ve bunu “olumlu” bir temelde “eleştirel” bir “baskı” ile sınırlıyor. ‘Sorumlu muhalefet” yapmayı tercih ediyor.
“Sorumlu muhalefet” anlayışı, TKP’den bugüne uzanıyor ve TBKP, TKP’nin altmış yılı aşkın geleneğini sürdürüyor. Tarih yeniden tekerrür etmiyor, aynı burjuva bakış açısı, aynı siyasal perspektif, aynı düzlemde yeniden üretiliyor. TBKP, Yeni Açılım sayfalarında, mevcut ANAP hükümetinin yıpratılmasının karşısında yer aldığını açıklıyor. “Sorumlu muhalefet” yapmanın gereğini vurguluyor. Dahası, devrimcilerin önüne, devlet aygıtlarım “Barış ve Demokratik Yenilenme Programı” doğrultusunda etkileme gibi mütevazı bir görev koyuyor. Bir ‘ ‘baskı gücü” oluşturulmasını yeterli görüyor.
TBKP, ideolojik ve siyasal gıdasını, tarihsel olarak, TKP’nin gerici-reformcu geleneklerinden ve “cephe” politikalarından alıyor, güncel olarak da SBKP kaynaklı yeni soğuk savaş tezlerinden besleniyor.
(Sürecek)
EK-
Üç Belge
1946-Şefik HÜSNÜ: “Demokratik Mücadele Cephesi
“Faşizme karşı birleştirilmiş müttefik devletler haklarından bilhassa Tahran Anlaşmalarından beri göze çarpacak bir tarzda inkişaf eden bütün terakkiperver, anti-faşist grup ve teşekküllerden mürekkep demokrasi ve kurtuluş cephelerini, takip ettikleri geniş müterakki milli birlik siyaseti göz önünde tutularak memleketimizde de her türlü sol temayülle gruptan ve namuslu terakkiperver yurtseverleri içine alacak ve hatta faşizme gönül vermiş ve yabana faşist hükümetlerin ajanları ile düşüp kalkmış unsurların ve bilhassa Saraçoğlu gibi bu yolda en ileri gitmiş idarecilerin temizlenmek suretiyle, Halk Partisi’ne de yer verecek faşizme ve vurgunculara karşı Demokratik Mücadele Cephesi altında bir teşekkül yaratmaya çalışmak kararlaştırılmıştır.”
Bu teşebbüse girişilirken memleketteki soygun ve vurgunculuk ve rüşvet havası içinde yer yer birtakım ileri görüşlü, muhalefet gruplarının teşekkül ettiği, halkı açlığa ve sefalete mahkûm eden ve bu gidişe önayak olan ve bunu adeta teşvik eden Halk Partisi’nin ağır mesuliyetlerine iştirak etmekten çekinerek bu partiye karşı hiç değilse Fırka mensupları arasında iki muhalif mihrakın mevcut olduğu, onun için zeminin olgunlaşmakta olduğunu gösterdiği, alman kararda işaret edilmiştir.”
“Bu gayeye kısa bir zamanda erişmek imkânı vardır. Zira pek muhtelif çevrelerde hoşnutsuzluk ve serbestçe içini dökmek ve toplamak ihtiyacı o kadar yaygınlaşmıştır ki, bütün bu savaş idarelerinin bir Demokrat Cepheye doğru akıp kabarmasını sağlamak, ortaya önünde durulmaz bir siyasi kuvvet çıkarmak için yeter. Böyle bir kuvvetle Halk Partisi’nin kendi varlığını tehlikeye koymaksızın kafa tutabileceği tasavvur bile edilemez.”
“Bir taraftan Halk Partisi’nin idare edici kadrosu, başta Saraçoğlu ve arkadaşları olmak üzere şüphe götürmez bir tarzda Sovyetlere aleyhtar ve Londra’nın Sovyetler Birliği ile dostluk ve işbirliği riyasetine açıktan açığa hasımdır. Bundan ötürü, iki büyük Anglo-Sakson demokrasisi ve Türk hükümetinin ömrünü bir gün bile uzatmaya yardım etmek şöyle dursun, idare mekanizmasının demokratlaştırılması hususunda nüfuzlarını kullanmak suretiyle içerdeki demokrat kuvvetler cephesini desteklemek zorundadırlar. Bunun da memleketteki tek arka hâkimiyetinin ve otoriter idarenin yıkılmasını ve Türkiye’deki hakiki fiili demokrasi devresinin açılmasını çabuklaştıracağı besbellidir.” (Aktaran: Y. Küçük, Türkiye Üzerine Tezler-2, sy. 370-372).
1981-TKP: “Cunta MHP’ye vuruyor, sol terörizmi temizliyor”
TİP-TSİP, Kürt Devrimci Demokratları, Cuntaya karşı konum alıyorlar. Partilerine yönelik saldırılara göğüs germeye ve örgütlenmeye çalışıyorlar. Ama bu parti ve gruplar Cuntayı faşist olarak nitelemekle, var olan çelişkileri ve savaşım olanaklarını göremiyorlar, geniş demokratik güçleri birleştirebilecek esnek bir tutum takınıyorlar. Bu parti ve gruplar, Cuntanın Türkiye’de faşist hareketi temsil eden MHP’ye de vurduğunu unutuyorlar. Oysa bu faşist hareketi tümüyle yok etmese de önemli bir göstergedir.” “En gerici emperyalist çevreler, bugünkü koşullardan yararlanarak Türkiye üzerindeki baskılarım artırıyor. Bu durum, Cunta ile ya da bir kesimiyle emperyalist çevreler arasında ikinci sorunlarda da olsa çelişki yaratabilir. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist dünyanın gücü Cuntanın politikasını etkiliyor. Cuntanın sosyalist ülkelerle işbirliği yolundaki girişimleri, emperyalizmin en saldırgan kesimlerinin politikasıyla çelişkiler taşıyor.”
“Bu yolda atılan adımlar, ülkedeki işçi sınıfı ve ilerici güçlerin savaşımı için daha elverişli koşullar yaratıyor.”
“Bu durumda ordu ve Cunta içinde emperyalizmin en saldırgan kolu Amerikancı kesimlerden yana güçlerle, Cunta içinde dış politikada realist görüşleri ağır basan, şu ya da bu ölçüde de olsa ulusal çıkarları gözeten güçler arasında çelişkiler keskinleşebilir.”
“…Rejimin faşist olduğunu söyleyebilmek için, en başta onun emperyalizmin en saldırgan kesimlerine dayandığını kanıtlamak gerekir.”
“Emperyalist gizli servisler ve gerici AP Hükümeti’yle MİT, bunalım koşullarında ortaya çıkan yığınların direnişlerini bastırmak için artan ölçüde faşist MHP’yi desteklediler. “Sol” terörist örgütleri kışkırttılar, sonuçta, Türkiye görülmemiş bir terör dalgasıyla sarsıldı. Can güvenliği giderek yok oldu.”
“TKP’nin terörizme karşı oluşuyla, Cunta rejiminin terörizme-karşı oluşu arasındaki ayrım açıktır. Birincisi, Cunta sol terörizmin objektif bakımından karşı-devrimci eylemlerini, demokrasi güçlerine, tüm özgürlüklere karşı saldırı bahanesi olarak kullanıyor, İkincisi, sol terörizmi, komünizm ülküsünü lekelemek için komünist hareketin bir parçası olarak tanıyor. Üçüncüsü, sol terörizme, serüvenci elebaşların şaşırttığı genç insanlara karşı insanlık dışı bir kıyım kampanyası yürütüyor.”
“…Faşist ye Maocu teröristler dışında, tüm politik tutuklular, işçi ve sendikacılar serbest bırakılmalı, kovuşturmalara son verilmelidir. Yurttaşlıktan çıkarma kararları kaldırılmalıdır.”
(“Polltfk Durum ve TKP’nin Tutuma, Aktaran: Y. Küçük, Türkiye Üzerine Tezler-3, sy. 618-622)
1988- H. Kutlu: “Teröre Göz Yumulmasın”
Teröre göz yumulsun gibi bir düşünce içerisinde değilim.”
(H. Kutlu-Sorgu, sy. 79)
Ekim 1989