’80’lerde Türk-İş (2)

2— Ne Yaptı? Ne Yapıyor?

2.1. TİSK’e Destek
Sermaye cephesinden özel sektörün en üst sendikal örgütü olan TİSK Başkanı Halit Narin’in ’82 Anayasası yürürlükte bulunduğu ve çalışma hayatı ile ilgili yasaların çıkmadığı ama tasarılarının incelendiği sıra verdiği bir demeç, hep hatırlardadır: “20 yıldır biz ağladık, onlar güldü. Şimdi gülme sırası bizde” (55). Bununla özel sektörün yani sermayenin ekonomik ve demokratik hakların kırıntısına bile tahammül edemediğini ve etmeyeceğini gösterir. Böylece kazanılan ve korunmaya çalışılan hak ve özgürlüklerin dişe diş mücadelenin ürünü olacağı bir kez daha anlatılmış oluyor.
Hak ve özgürlüklere karşı sermayenin temsilcisi olarak tavrını bu biçimde belirleyen Halit Narin, Türk-İş’ten, özellikle Şevket Yılmaz’dan ise övgüyle bahseder. Aslında övgüye değer bulunan, sendikal bürokratların sermayeye destek veren sendikal anlayışıdır.
Generaller Konseyi Başkanı Evren’in TİSK’i 1983 yılı Şubat ayında ziyareti sırasında yaptığı konuşmada: “İşveren kesimi ile işçi kesimi bazı kimselerin gördüğü gibi birbirine karşı, birbirine zil iki kuruluş olmayıp, birbirini tamamlayan bir kuruluştur” der. Devamında Halit Narin de: “Biz, bize düşeni yapmak isterken, Türk-İş’teki arkadaşlarımızın da kendilerine düşen vazifenin, mesuliyetin idraki içinde olduklarına en ufak bir tereddüdümüz yok… Benim ve arkadaşlarımın karşılaştıkları en büyük zorluk, Türk-İş Başkanı’nın problemleri çok iyi bilen, çok kapasiteli bir insan olmasıdır. Biraz daha az bilmesi belki işimizi kolaylaştırırdı” diye konuştu (56).
Anlatılmak istendiği biçimiyle işveren yani sermaye ile işgücü sahibi işçi kesimleri yani sınıflar, görüşte değil esasta birbirinin karşısında olduğu hem bir sosyal gerçek ve hem de bir tarihi gerçektir. Bu sebeple, birbirini tamamlayan fonksiyonları üstlenen taraflar olarak bakılamaz. Ki resmi ideoloji bu görüşüyle, işçi sınıfının sendikal bürokratlar aracılığıyla sermayeye kul ve köle olarak kalmasını ve ücretli kölelik düzeninin devamını savunmaktadır.
Yine Halit Narin, TİSK’in 15. Genel Kurulu’nu (17-18 Aralık 1983) açış konuşmasında, çalışma hayatıyla ve Türk-İş’le ilgili yaptığı açıklamada: “Çalışma bayatında çalışan ile çalıştıranın problemleri müşterektir. Bu problemlere birlikte çözüm aramak gereklidir… pek çok kereler bu birlik ve beraberliğimizi Türk-İş’le gerçekleştirmiş ve dengeli sonuçlar elde etmiş bulunmaktayız… Kaybedilen işçi hakları gibi anlamsız, haksız ve yersiz tahriklerle, gelecekteki çalışma barışını (ücretli kölelik düzenini NO.) tehlikeye atmaya kimsenin hakkı bulunmadığını belirtmek isterim” diye konuştu (57).
Sermayenin mümtaz temsilcisi olarak Narin, işçiler ile sendikal örgütü Türk-İş’e karşı tavrı farklılık gösteriyor. Diğer bir anlatımla, sendikal bürokratların denetiminde olan Türk-İş ile sermayenin, işçi sınıfı karşısında aynı konumda olduğunu anlatıyor. Yani ücretli kölelik düzeninin devamı için “kaybedilen işçi hakları” gibi tahriklere kapılmadan “birlikte ve beraberlikte” olmanın zorunluluğu vurgulanıyor. Beraberlikte, ekonomik ve siyasi düzenin hâkim faktörü sermayenin olduğu hatırlanırsa, sendikal bürokratların işçi sınıfına ihanetinin gerçek yüzü daha iyi anlaşılır.
TİSK’in genel kurulunda konuşan önemli bir şahsiyet de, Şevket Yılmaz.
Hüviyeti nedir? Neden bulunur?
Yalnız kendi adına bir şahıs olarak bulunduğunu sanmak da hayaldir. Çünkü kendisi, tanıtıldığı gibi varlığıyla orada temsil ettiği hem bir örgütsel yapı, hem de bir sendikal anlayışı vardır.
Yani sınıf işbirliğini varlık temeli sayan, sermaye ile birlikte işçi sınıfının ekmek ve özgürlük mücadelesi önünde barikat kuran sendikal anlayışı.
Yani sendikal bürokratların sultasında olan Türk-İş ve bağlı sendikalar ile yönetimi.
Temsilen Şevket Yılmaz sermayenin önünde sınav verir.
Ve “takdirname” ile geçer.
Yaptığı konuşmada, TİSK genel kurul raporuyla ilgili olarak “check-off hakkındaki genel görüşleri hariç işverenlerin raporuna evet diyorum” diye konuşur (58). Böyle bir konuşmanın, Türk-İş’in 13. Genel Kurulu’ndan dört gün önce yapılmış olması, ayrıca önemini artırıyor.
Bu anlamda 2821 ve 2822 sayılı yasalarda TİSK tarafından eksik olduğunu iddia ettiği ve Şevket Yılmaz’ın da evet dediği konular neler? (59).
2821 sayılı yasa: Check-off kaldırılmalı (bu hariç); işverenlerin ödedikleri sendika üyelik aidatı vergi bakımından gider kabul edilmeli ve işverenlerin sendikal örgütlenmesinde kamu ve özel sektör ayrılığı kaldırılmalıdır.
2822 sayılı yasa: Grevlerin makul süreyi (ki 60 gün) aşması önlenmeli; greve çıkan işçiye mensup oldukları sendikalarca ücret ödenmeli ve toplu sözleşmelerde izlenecek ücret politikası hükümet, işveren ve işçi (siz, sendikal bürokratlar diye okuyunuz NO.) üçlüsü işbirliği ile sağlanmalıdır.
Ayrıca, İş Yasası’nda kıdem tazminatının ödeneceği koşulların sınırlandırılması da yapılması gereken bir eksiklik olarak gösterilir.
2821 ve 2822 sayılı yasaların çıktığı Mayıs 1983’te, çalışma yasalarının bir denge üstüne kurulduğunu söyleyen Halit Narin (60), yaklaşık yedi ay sonra yasaların eksiklerinden bahsediyor. Böylece ek yasal düzenlemelerin yapılmasını istiyor.
Bunu da Şevket Yılmaz destekliyor.
Desteklediği ne mi?
TİSK’in istemlerini biraz açıklayacak olursak, grevin 60 günden fazla sürmemesini ve bu süre sonunda toplu sözleşmenin direkt olarak YHK tarafından bağıtlanmasını sendikaların grevi sürdür mey ya da greve çıkmayı direkt kaynaklarının miktarına bağlanmasını ve ülke düzeyinde merkezi toplu sözleşme ücret politikasının etkin kılınmasını istemekle Şevket Yılmaz’ın kısıtlı haliyle bile grev uygulamasının karşısında olduğunu ve hiç kullanılmamasını savunduğu anlaşılıyor.
Ek olarak, işverenlerin sendikal örgütlere ödediği aidatların işletme masrafı olarak gösterilmesini ve sermayenin fiili olarak aynı örgütte birliğinin sağlanmasını istiyor, Şevket Yılmaz. Bununla sermayenin hem birikiminin ve hem de aynı örgütte güç birliğinin sağlanmasını savunmakla işçi sendikalarının daha da işlevsiz kılınmasını savunur. Bu haliyle Şevket Yılmaz, toplu sözleşme ve kısıtlı grev hakkı da dâhil sınıf faaliyetini sürdüren işçi sendikası karşısında sermayenin güç birliğini savunur.
Bu tavrın neye uşaklık olduğunu sormaya gerek var mı?
Yılmaz, işverenlerin isteklerinden yalnız bir tanesini ayırır. Hangisi mi? Bir yönüyle de sendikal bürokratlara maddi ayrıcalıklar sağlayan kaynağın finansmanı olarak görülen check-off sistemidir.
Şevket yılmaz diğerlerine “evet” demekle yasal düzenlemelerin yapılması taraftarıdır.
Dört gün sonraki Türk-İş kongresinde söylediği ve 1984-Baharı’ndaki tasarı ataklarının içyüzü daha iyi anlaşılıyor.
Yahut Şevket Yılmaz, konuştuğu yeri (TİSK kongresi) bilerek cılız bir sesle de olsa “yasal değişiklik” isteklerinden bahsetme “terbiyesizliğini” yapmaz.
Şevket Yılmaz şahsında bu tavrı sendikal bürokratları ele veren bir başka olgu olarak değerlendirilmeli.
Hatırlayalım; yeniden yasal düzenlemenin yapıldığı sıra Türk-İş, check-off üzerinde titizlikle durduğu gibi aynı titizliği burada da gösterir.
Aynı titizlik, sadece eksikliklerin giderilmesini istemekle, varolan yasal mevzuata verilen onayın değişik bir ifadesidir.
Kiminle, kimin mi?
Sermaye ile sendikal bürokratların…

2.2- Neden Tasan Atağı?
Türk-İş yönetimi, Eylül sonrasında yapılan yeniden yasal düzenlemede başta Anayasa olmak üzere çalışma hayatı ile yakinen ilgili 2821 ve 2822 sayılı yasaların çıkması sırasında yasak savma türünden “bir davranış” içine girer. Bunun gerekçesi de, esas olarak bir an önce parlamenter düzene geçmek olarak açıklanır. Aslında bu tavırları, bir yönüyle de öngörülen yeni yasal düzenlemeyi meşrulaştırmanın aracı olarak gündeme gelir.
Kendilerince nitelendirilen koşulların uygun olması sonucu, yasal değişiklik istemleri gündeme mi gelir?
Birinci olarak, 1984 yılından itibaren yeni toplu sözleşme döneminin başlaması ve yasaların öngördüğü sistemin uygulanmasıyla baskıyı yaşayan tabanın dayatması ve ikinci olarak da, Generaller Konseyince belirlenip seçilen milletvekillerinden oluşan parlamentonun varlığı da dikkate alınarak değişiklik istemleri peyderpey gündeme getirilir. Bu konuda Türk-İş Başkanlar Kurulu karar alır ve Türk-İş yönetimince de açıklamalar yapılır.
Zaten bu dönemde kapalı veya açık hava toplantıları ve sonra da bin bir kısıtlamalarla yapılan mitingler, yasal düzenlemenin öngördüğü modelin baskı ve zulmüne karşı tabandan işçilerin “hoşnutsuzluklarının” dışavurumudur.
İster benzer tür eylemlerin yapılması, isterse yasal değişikliklerin konuşulması karşısında Türk-İş yönetimine hâkim davranış, yapmadı ya da söylemedi türünden “günü kurtarma” biçiminde olduğu görülür. Yapılan eylemlerde, önceden rahatlıkla görülebilen yasaların baskıcı konumu Türk-İş yönetimi adına konuşan Şevket Yılmaz tarafından şaşırtmalı bir üslupla anlatılır. Fakat bir-iki toplantı sonrasında Şevket Yılmaz konuşmalarım istediğince sürdüremez. Sürekli sözü kesilir. Konuşamaz duruma düşer.
Sınıfın mücadelesinin gelecekte olabilecek boyutunu dikkate alarak yasalarda değişiklik “zorunluluğunu” vurgulayan Şevket Yılmaz (İzmir- Mart 1984, kapalı salon toplantısı): “İşverenler, yarattıkları bu cenderenin geçmişte olduğu gibi, gün gelip kendilerini de ciddi çıkmazlara sürükleyebileceğini görmüyorlar… Tekrarlıyorum: ‘Hepimiz aynı geminin’ içindeyiz. Bu değerlere omuz silkemeyiz. Bana ne diyemeyiz” (61). Bununla “yarınlarımızı düşünmek zorundayız” diye hatırlatma yapıyor. Kime? İşverenlere. Kime karşı? Sınıfın mücadelesinin yarınlarda ulaşacağı boyuta karşı…
1983 yılının Aralık ayında hükümeti kuran Özal, çalışma hayatını ilgilendiren yasalarla ilgili olarak 1984-Mart’ında yaptığı açıklamada, geçmişte sendikaların başında olan “patronları” ve “ağaları” hiç kimse kontrol etmiyordu, bugün “esas yıkılan” burası olup, idari ve mali denetimin arttığı ve bu sebeple eskisi gibi rahat olamadıklarını söyler (62). Aslında Türk-İş yönetiminin tavrında böyle bir yönün var olmadığı söylenemez. Daha iyi açılım anlamında, geçen yılın Haziran ayında çalışma hayatıyla ilgili yasalarda değişiklik yapılır.
Bundan Eylül çocuğu Özal’ın da “sendikal bürokratlara karşı” olduğu gibi sonuç çıkarmak, aldatıcı olur. Sendikal bürokratların işçi sınıfı mücadelesi düşmanı konumunda bulunmalarına karşın, yine de burjuvazi ile bu bürokratların kendi aralarında çelişkinin olmadığı anlamına gelmez. Fakat bu çelişkinin, sınıfın mücadelesi karşısında çözülebilecek nitelikte olduğu da hatırlanmalıdır. Sınıfın gelişen mücadelesi karşısında bürokratlar arasında gelişen “rekabetin” sonucu denetimlerinin zorlaşması üzerine burjuvazinin öngördüğü tedbirler sebebiyle, kendisini güvencede hissetmeyen bürokratlar ile bu anlamda “sıkı denetime” almak isteyen ya da daha değişik gerekçelerle burjuvazi arasında bir çelişki oluşur.
Böyle bir çelişkinin oluşumunu sağlayan hükümlerden bir tanesi de Sendikalar Kanunu’nda yöneticiler için getirilen 10 yıllık bilfiil çalışmış olmak şartı üzerine (bu hükmün esas olarak sendikal örgütlenmede seçme ve seçilme özgürlüğüne karşı getirilmiş olduğu da hatırlanmalı) yapılan tartışmalarda eski yöneticilerin ’83 yılında yapılacak kongrelerde yeniden aday olabileceği yönde yorumlanır. Buna göre kongreler yapılır. Fakat geçen sürede, Türk-İş yöneticilerinin yasalara yönelik eleştirilerde bulunması üzerine, hükümet konuyu tekrar gündeme getirir.
Türk-İş yönetimi, 1984 sonrasında iki yıl süreyle 2821 ve 2822 sayılı yasaların varlık gerekçesi olan Anayasa’yı gündeme getirmez. Adı geçen yasalara yönelik eleştirilerde bulunur ve tasarı hazırlıklarına girişir; Anayasa’ya teğet geçmek kaydıyla. Ancak, 1986 yılında bazı maddeleri hakkında fikir beyan etmeye başlar.
Anlaşıldığı üzere sendikalar ve toplu pazarlık kanunlarının yürürlüğe girmesinden yaklaşık bir yıl sonra Türk-İş yönetimi, yasal değişiklik için “tasan atağı” olarak nitelendirilen bir çaba içine girmiştir. Bu, 14. Genel Kurul sonrasında zaman zaman devam eder. Başta kendilerince işçi ve sendika hareketinin karşı karşıya bulunduğu sorunların çözümü amacıyla, parlamentodaki sendikal bürokrat kökenli milletvekilleriyle zaman zaman bir araya gelinmesi, başvurulan sendikal “eylemin” özünü oluşturmaktadır. Daha önce Generaller Konseyi’nin atamalarından oluşan Danışma Meclisi’nin bazı üyelerine ziyafet verilmesi biçiminde geliştirilmiş bulunan sözde eylem türünün varmış olduğu sonuca benzer sonuç alınır. Yani hiçbir şey. Konu hükümetle yapılan zirvede ILÖ ve ICTFU düzeyinde yapılan görüşmelerde ele alınırsa da, sonuç değişmez. Bu da, yalnızca ve yalnızca diyalogu esas alan bir tavrın ne derece “çözücü” olduğunun ya da olmadığının anlatımıdır.
Bütün olarak Mayıs-84 sonrasında Türk-İş yönetimince gündeme getirilen tasan atağın önemli maddelerinden birisi, işverenlerin gerçek ve hileli iflasları yüzünden tehlikeye düşen işçi alacağının güvece altına alınması ve diğeri kıdem tazminatı fonunun oluşturulmasıdır. Uygulamadaki haliyle kıdem tazminatının işçi çıkarımında zayıf da olsa caydırıcı bir etkisi olduğu açıktır. Fonun oluşturulmasıyla, bu da ortadan kalkacaktır. Çünkü işçi çıkarımından doğan kıdem tazminatın ödenmesinde, taraf direkt işveren değil, oluşturulması öngörülen fon olacaktır. Bu da tazminatın ödenmesinden doğan caydırıcı etkinin ortadan kaldırılması anlamına gelecektir. Bilinmeli ki SSK’ya borcunu ödemeyen işverenin Fon’a borcunu ödeyeceğini beklemek ham hayaldir, ödemenin olmaması da, anlatılan caydırıcı etkiyi daha da ortadan kaldıracaktır.
Anlatımdan olarak yapılması istenilen değişikliklerin özü: Ücretlerin satın alma gücünün alabildiğince düşürüldüğü ve işsizliğin sürekli arttığı koşullarda hem işsizliği teşvik eden ve hem de işçilerin gelirini azaltan değişiklikler savunulmakla, sendikal bürokratlar konumları gereği işlevlerini yaparlar. Bu bürokratların kendi konularıyla ilgili yeni yasal düzenlemeden doğan “sorunların” giderilmesi gayretinde oldukları ve geçen yıl Haziran değişikliğiyle isteklerinin belli oranda karşılandığı hatırlanmalıdır.
1988 yılının Haziran ayında yasalarda yapılan değişiklikler, basında bir “makyaj” yani göz boyama olarak nitelendirilir.
Böylece Şevket Yılmaz’ın TİSK’in kongresinde yaptığı konuşma da dikkate alındığında, tasarı atağından ne yapılmak istendiği daha iyi anlaşılmış oluyor.
Türk-İş yönetiminin “çalışma hayatını tanzim eden yasalar” Danışma Meclisi’nde hazırlanırken gerekli çabanın gösterilmediğini söyleyen ANAP’ın sendikal bürokrat kökenli milletvekili Nevzat Bıyıklı, devamında “Neden öyle davrandınız?” diye sorulduğunda ise “Şartlar öyleydi” cevabının alındığını açıklar (63).
Açıklamaların ışığında Türk-İş yönetiminin esasta yasaların hazırlandığı dönemdeki tavrının değişmediği dikkate alınırsa, tasarı atağından ne amaçladığı anlaşılır oluyor.

2.3- Bürokratların Kaygıları

Kan ve can pahasına kazanılan kimi demokratik ve ekonomik hakların Generaller Konseyi tarafından zorla ortadan kaldırılmasını, başta sendikal bürokratlar hem gizlemeye çalışır ve hem de bir dönem için geçici olduğu propagandasını yaparlar. Kendileri açısından da konumlarının sürekli kılınacağı güven ve garantisiyle hareket ederler. Çünkü çalışma hayatını ilgilendiren her konuda taraf durumunda olurlar.
Yeniden yasal düzenlemenin çalışmaları yapıldığı sıra, konumlarına yönelik kuşkulan nedeniyle birlikte “kaygılan” gündeme gelir.
Kaygılar; direkt sendikal bürokratlara maddi ayrıcalıklar sağlayan fonun kaynağını oluşturan check-off sisteminin Anayasa tasarısında öngörülmesiyle başlar ve çalışma hayatıyla ilgili yasalarda yer alan sendika yöneticisi olma ve kurucu şartlarının zorlaştırılması, toplu sözleşme yapma haklarının kısıtlanması ve esas olarak da sendikaların belirsiz derecede idari ve mali denetime tabi tutulması gibi hükümlerle yoğunluk kazanır. Bundan işçi sınıfının örgütlülüğünü ve mücadelesini ilgilendiren işçi ve memur yapay ayrılığının kaldırılması, yetkili sendikanın referandumla belirlenmesi, grev hakkı üzerinde tüm sınırlamaların kaldırılması ve toplu sözleşmelerin işyerleri düzeyinde yapılması vs… istemlerin sendikal bürokratların kaygılarının odağında yer almadığı hatırlanmalıdır. Çünkü bunların kaygılarının odağında, Ücretli kölelik düzeninde kendi konumlarının pekiştirilmesi yer alır. Eh, sendikacı olmalarından dolayı zaman zaman ILO ilkelerine uygun sendikal hak ve özgürlükler türünden değinmeler de, tüm açıklamaları içinde süs olarak kalır.
Kaygılarında “haksız” değiller; getirilen hükümlerle tümden o güne kadarki devam eden konumlarında yeni bir sayfa açmak anlamına gelir.
Bu anlatımdan Eylül’ün ve devamının sendikal bürokratlara karşı olduğu sonucu çıkarılmasın. İşçi sınıfının karşısında sermayenin güdümünde olan sendikal bürokratların kaygılarının kaynağı, bulunduğu safın kendi iç çelişkisinin ürünüdür.
Sendikal bürokratlar o güne kadar sağlanmış olan konumlarının korunması ve daha da güçlenmesi amacında iken, burjuvazi tümden “yeniden” düzenlemeye gider; bürokratları “yeni’ bir tür denetime tabi tutar. Yani çelişkinin bir kutbunda varlığının daha iyi koşullarla devamını isteyen sendikal bürokratlar ve sınıfın mücadelesine karşı çalışma hayatını yeniden düzenleyen burjuvazi diğer kutbundadır.
Sendikal bürokratlar önceleri yasa tasarılarında yer alan hükümlerin bir kısmının düzeltilmiş olduğunu belirterek, bu sebeple her hatırlatmada Generaller Konseyi’ne şükranlarını sunarlar.
14. Kongrede kaygılarının yasal mevzuatta değişmesi doğrultusunda kararlar alınırsa da, Özal hükümeti 2821 ve 2822 sayılı Sendikalar ve Toplu Sözleşme yasalarında meşhur adıyla “makyaj” yapar.    Bununla sendika yöneticilerine dön olağan genel kurul görev yapmalarına, ek olarak dört dönem daha seçilme hakkı verilir.
Bu, kaygıların azalmasının sebebi olur.

2.4- Bürokratlar Arası Çelişmeler
Yeni düzenlemeyle Türk-lş ve bağlı sendikalar, yeni gelişmeler yaşar. Bu, sendikal bürokratlar arasındaki çelişkiyi artıran gelişmelere sebep olur.
Aslında genel kurul öncesi ve listenin oluşturulmasında, yönetimde olanların koltuklarını korumak ve yenilerin de seçilmek istemelerinden doğan çelişmeler yaşanır. Bu; esasında sendikal anlayış farklılığının yarattığı bir çelişme olmayıp, kişisel grupların sebep olduğu bir çelişmedir. Bu esas olmak kaydıyla grupların kısmen de olsa farklılıklar içeren bir anlayışları temsil ederler. Gruplardan biri yönetimde olan Şevket Yılmaz’ınki, diğeri Türk Metal’in başkam Mustafa Özbek’in ve bir de kendilerini sosyal demokrat olarak tanıtanların oluşturduğu başka bir grup vardır. Grupların açıklamalarından sendikal anlayışlarının farklılıklar taşımadığı anlaşılıyor. Ortak özellikleri işçi sınıfının ekmek ve özgürlük mücadelesi karşısında yer alıyor olmalarıdır. Yıllardır sosyal demokrat geçinen torpilli MDP’den milletvekili adayı Emin Kul, 14. genel kurulda sosyal demokrat olarak çıkanların listesine girmeyip, geçmişte faşist AP’nin Bursa milletvekili Şevket Yılmaz’ın listesinden genel sekreter adayı olur. Yıllardır tek başkan adayının listesinde yer alan on iki yıllık genel sekreter Sadık Şide, aynı kongrede Şevket Yılmaz’ın listesine giremeyince Mustafa Özbek listesinden aday olur.
Şide’nin bakan olması ve izlenen sendikal faaliyetsizliğin sebep olduğu gelişmeler sonrasında basına yansıyan Genel Sekreter Şide ile Genel Eğitim Sekreteri Kaya Özdemir arasındaki çelişki, Eylül sonrasında Türk-İş Yönetim Kurulu’nun Nisan-1981’de yapılan ikinci olağan toplantısında Şide ile Özdemir’in öpüşmesi haberi, Arayış dergisinde iç sorunların tatlıya bağlandığı biçiminde yer alır. (64).
Zoraki öpüşmenin etkisinin uzun sürmediği 12. Genel Kurul çalışmalarının incelenmesinden anlaşılıyor.
12, 13 ve 14. Genel Kurul çalışmaları incelendiğinde, kendisinin, Şide’nin de ifade ettiği gibi bir “Şide sorunu” var. Görünüşte bir kişi sorunu gibi görülüyorsa da, öyle olmadığı kanısındayız. Şide “günah keçisi” olarak yönetim kurulunun diğer üyeleri tarafından seçilir.
12. Genel Kurul’da ne tür bir kulis faaliyeti sürdürülmüştür ki, Kaya Özdemir: “Kimin elinde ne belge varsa kulislerde laf dolaştırıyormuş… açıklamazsa namerttir” der. Konuşmasını, sataşmaların olduğu koşullarda sürdürür ve asgari ücret komisyonunda üye olarak “kelle koltukta hizmet verilmeye” çalışıldığını açıklar ve o tarihte “boykot etmek, açık söylemek lazımdır, yürek işidir” diye devam eder. (65). İsim verilmiyorsa da, 14. Kongre’de yapılan konuşmalar dikkate alındığında, bu kişinin Sadık Şide ve çevresi olduğu anlaşılıyor. Bütün bunlara karşın yine de aynı listede seçime girer, kazam: ve birlikte, beraber çalışırlar; kuzu kuzu…
Generaller Konseyi’nin bilfiil atamalarından oluşan Danışma Meclisi’nde görev alan üç sendikal bürokrattan biri olan Harb-İş Sendikası Genel Sekreteri ve Emekliler Cemiyeti Başkanı Mustafa Alpdündar da 13. Genel Kurul’da yaptığı konuşmada Şide’ye yönelik eleştirilerde bulunur ve 12 Eylül sonrasında Türk-İş yönetiminin “haklarımıza saldırmak isteyenlere verdiği cevap her türlü takdirin üzerindedir” der. Devamında, yasal düzenlemelerin yapıldığı sıra Türk-İş yönetimi “yasama organında (çarpıtma var; sadece Danışma Meclisi’ydi, yasama organı Generaller Konseyi’dir N.O.) görev almış işçi kökenli üyelerle kurduğu” diyalogu ve sıkı işbirliğini “işçi kökenli Sayın Bakan’la (Sadık Şide N.O.) kurma imkânı bulamamış olması” işçi hareketi için “büyük talihsizlik olmuş” ve bunun doğal sonucu olarak izlenen sosyal ve ekonomik politikalarla sabit ve dar gelirliler geçim sıkıntısına düşmüşler ve bu koşullarda Sayın Bakanımız tüm gayretlerimize karşın, bizlerle de diyaloga girmemiş ve çalışma hayatıyla ilgili şikâyet edilen her kanunun iki sorumlusundan biri biz Danışma Meclisi üyeleri ve ben “her türlü sahada” hesap verebilirim; diğeri “hükümetteki arkadaşımdır” ve gerçek hesap vermesini istiyorum; çünkü başta SSK konusunda olmak üzere, bütün düzenlemelerin “mimarı içimizden biri” olması, işçi açısından “bir talihsizliktir” diyerek konuşmasını bitirir (66).
1983 yılının Aralık ayında Mustafa Alpdündar kendisince belirlediği dönem içinde, işçi haklarının geriletilmesinin sorumlusu olarak iki tarafın bulunduğu ve bunlardan da Eylül hükümetinde görev alan Şide’nin “esas sorumlu” olarak gösterilmesi aracılığıyla Türk-İş yönetimini ve kendilerinin de içinde bulunduğu sendikal bürokratları “aklama” gayretinde bulunuyor. Bunun anlamı, Şide’nin “günah keçisi” olarak gösterilmesidir.
Böyle bir politikanın gereği, 12. Genel Kurul’-da liste için Şide’nin adaylığı problem olmazken ve hatta tüzük değişikliği yapılarak izinli sayılması öngörülürken, 13Genel Kurul’un yapıldığı sıra Başkan Şevket Yılmaz, “Ya Şide, ya ben” diyerek tavrını açıkça belirler ve bir gazetecinin sorması üzerine Şide için, “O, katiyen gerçek bir işçi temsilcisi değildir” der (67). Bunların üzerine Şide: “Gazetelerde benimle çalışmayacağını açıklamış, neden? Açıklamasını bekliyorum” diye sorar. Fakat soru cevaplandırılmaz. Üstüne üstlük, bir gün sonra aynı Şevket Yılmaz, genel kurulda Şide ile öpüşür ve tokalaşır (68). Bir gün içinde kulis faaliyetindeki gelişmelere uygun olarak, tavrını da değiştirmiş olur. Bu, ne derece ilkeli bir anlayışla sendikacılık yaptıklarının binlerce örneğinden sadece ve sadece bir tanesidir. Her sendikal bürokratın dosyası hayli kabarık; gün gelecek tek tek açılacak… Yarınlarda işçi sınıfının bugünlerin hesabını soracağım her bir dosya sahibi hatırından çıkarmasın!
Genel kurulu izleyen gazeteci Şükran Ketenci kulis çalışmalarını köşesinde: “Gelin görün ki kulislerde kürsüden söylenenlerin değeri yok… Kimin eli, kimin cebinde belli değil” diye yazar (69). Yanlış da değil; çünkü Şevket Yılmaz, Sadık Şide ile fotoğraf çektirirken, “görüyorsunuz birlikteyiz” diye poz verir (70). Daha birkaç gün önce ne söylediğini kendisi de unuttu ya da unutmuş görünüyor ve öyle poz veriyor. Fakat unutmayacakları da hatırlayınız!
Anlatıldığı biçimde Sadık Şide sürekli eleştirilmez, genel olarak Şide’yi destekleyen Denizcier’in sendikası Tek Gıda-İş delegelerinden Mehmet Yurtseveri, Şide’nin bakan olduğu zaman “Türk-İş’in ve teşkilatın geleceğini sen kurtardın diye telgraf çekenlerin” bugün kürsüde aynı kişiye küfür etmelerinin ayıp olduğunu söyler ve Şide’yi savunur (71).
Bütün bu gelişmeler sonunda aynı genel kurulda Mustafa Başoğlu ve Kenan Durukan’a karşı Şide, genel sekreter olarak yeniden seçilir.
Aynı genel kurulda bu tartışmalar dışında, 1984 yılında ve sonrasında Türk-İş yönetiminin işçi hakları için bir şeyler yapması zorunluluğunu vurgulayan konuşmalar da yapılır.
1982 yılında, “Ben sosyal demokrat bir kişiyim” (72) diyen Şevket Yılmaz tarafından, 13. Genel Kurul’da Petrol-İs delegesi Genel Sekreter Münir Ceylan’ın “Türk-İş içerisinde var olan sosyal demokrat hareket” diye devam eden konuşması kesilir ve “burada sosyal demokrat, bilmem ne demokrat yok” der. Ceylan konuşmasına devam edemez. (73). Bu tavrından dolayı aynı Şevket Yılmaz, bir gün sonrasında “özür diler”, doğrusu dilemek zorunda kalır (74). Çünkü liste için Genel Kurul’da yoğun kulis yaşanır. Bu sebeple özür diler. Basına ve tutanağa yansıdığı kadarıyla, 21 ile 25 Aralık 1983 tarihleri arasında yapılan genel kurulda “kemiksiz” Şevket’ten sadece birkaç örnek…
TİSK’in 17 Aralık 1983’te 15. Genel Kurul’unda konuşan Şevket Yılmaz’ın işveren isteklerinden check-off dışında kalanların hepsine “evet” dediğini de hatırlayınız.
Türk-İş’in 13. Genel Kurul’unda bazı yönleriyle Türk-İş’i eleştiren konuşmalar da yapılır.
Nail Güreli (T. Gazeteciler Sendikası): “Yitirilen işçi haklarının başlıca sorumlusu Türk-İş üst yönetimidir. Kendi onayı ile ara rejim hükümetine Genel Sekreterini bakan olarak veren Türk-İş üst yönetimidir bunun sorumlusu” diye konuşur (75). Bununla ilk defa, hakların yitirilmesinin sorumlusunun sadece Şide ile sınırladırılamayacağı ve esas sorumluluğun “Türk-İş üst yönetimine” ait olduğu açıklanır.
Üst yönetimin, Türk-İş ve bağlı sendikalara bakim sendikal anlayışı temsil ettiği dikkate alındığında, sorumluluk esas olarak yönetim şahsında bu sendikal anlayışındır. Ve bu, gözden uzak tutulmaması gereken esas halkadır.
Behzat Akdoğan (Yol-İş Sendikası): “12. Genel Kurul üzerinden 19 ay geçtiği, bu sürede yapılan her yasal düzenlemede ‘işçiler geriledi. Sendikalar kaybetti’ ve bu dönemde tüketici fiyattan endeksi yüzde 292 artarken, ücretler sadece yüzde 96 artar. Bu gelişmeye ‘Türk-İş yönetimi seyirci kalır’. Yani ekonomik Ve sosyal hakların alınması açısından yönetim bize göre başarısızdır.” (76).
Bazı delegeler de, yönetimin sorumlu olduğu yönde konuşur.
Söz sırası “günah keçisi” Şide’nin; 12. Genel Kurul’da Genel Sekreter olarak konuştuğunu söyleyen Şide, “ortada bir Sadık Şide sorunu var” ve bu, basında giderek bir buhrana dönüştüğünü ve 36 kişiyi dinlediğini, eleştirilerin yüzde 93’ünün kendisine yöneltildiğini söyler. Pek çok konuya değinir ve eleştirilerin belirginlik düzeyine göre karşı eleştirilerde bulunur ve Genel Sekreter olarak hiçbir işini aksatmadığını, İcra Kurulu’nun yaptığı 183 toplantıya katıldığını, çalıştığını ve özellikle sosyal güvenlikte dahi olumlu (kara mizah yapar NO.) gelişmelerden bahseder (77).
13. Genel Kurul’da Mustafa Alpdündar’ın konuşmasına cevaben Danışma Meclisi üyeleri ile birlikte diyalog kurarak çalıştığını söyleyen Şide, “her şeyi her gün ve herkesin” önünde sergilemenin kimseye faydası olmadığını belirterek, 12 Eylül’ün gerekliliğini ve bakanlık uygulamaları üzerinde durur. İşçi haklarının geriletilmesinden, yani gaspından kendisinin sorumlu tutulmasına cevaben, aynı zamanda bir bakan olarak da görev yapmasının zorunluluğuna değinir. Haklarda kısa vade için gerileme olduğunu da kabullenir (78). Şide, kendisini aklaması oranında yönetimin de aklanacağından ve birkaç gün önce Şevket Yılmaz ile yeniden liste birliği yarattığından, nasihat vererek konuşmayı yeğler. Alpdündar’ı yanıtlarken, konuların “herkes” diyerek delegelerin önünde konuşulmasının yersiz olduğunu söyleyen Şide, seçme hakkı bulunan delegelerin yönetimin faaliyeti hakkında bilgi edinme hakkının olmadığını söylüyor; bunun adı, sendikal demokrasi. Kim için? Sendikal bürokratlar için olduğu tereddütsüz netlik kazanıyor. İşçiler için ise asla olmadı… Gerçek anlamda sendikal demokrasi, sınıf sendikacılığının ilkeleri doğrultusunda verilen mücadelenin ürünü olacaktır. Seçme hakkı olanın öğrenme ve seçilme hakkı kadar doğal ne olabilir?
Artık 14. Genel Kurul’da Şide’nin konumu daha da netlik kazanır ve tasfiyesi gündeme gelir. Bu genel kurulda Şide, durumun vahametini kavrar ve hem bu sebeple, hem de kendisini aklamak için yönetim kurulunun diğer üyelerinin değinmediği pek çok konu hakkında konuşur. Artık aradaki “köprüler” atılmıştır.
Sadık Şide, akraba-dosta çiçek gönderilmesine, haksız harcamalara, birtakım Amerikan fonlarından milyonların paylaşılmasına karşı çıktığı için ve “müfettişler” gelip “bu giderler ne?” diye sorduğunda yine kendisinin kapattığı için istenmediğini ve bu listeye alınmadığını söyler. Bakanlık dönemini yine konu yapar ve yönetim kurulu onayıyla gönderildiğini belirtir. 1983 yılı Kasım seçimleri için 10’ar milletvekili aday listesi verildiğini ve tercihin de MDP yönünde kullanıldığını açıklar. Yurt dışı ilişkiler konusunda ise, “bir de öğreniyoruz ki” diye başlar, Pathfinder adında bir Amerikan firması prezervatif dağıtıyor ve buradan gelen 75 bin dolardan 50 bini (Türk-İş sendikacılık dışında bu tür işler de yapmakla bir nevi şirketi andırıyor, yani sendikal bürokratların şirketi NO.) Şevket Yılmaz’ın yanından ayırmadığı adamlara dağıtıldığını söyler. “Bir AAFLI diye tutturmuşsunuz, bu ne ki?” diyerek konuşmasına devam eder ve ISAC isimli bir başka Amerikan şirketinden gelen 48 bin dolardan 26 binin “beyzadeler arasında pay” edildiğini ve kendisinin ise çocuklarına en büyük miras temiz alın bıraktığını anlatarak, konuşmasını, seçilmesi halinde “üç yıl öncesinden kalan borcumu Şevket Yılmaz’a iade ediyorum ve onunla çalışmayacağım” diyerek bitirir. (79).
Son konuşmayı Side yaptığı için eski Genel Eğitim Sekreteri Kaya Özdemir, genel kurul sonrasında, 28 Aralık 1986 tarihinde bir basın toplantısı yapar. Kaya Özdemir, Pathfinder şirketi ile yapılan ortak anlaşmanın 17 Şubat 1985 tarihli Resmi Gazete’de yayınlandığını ve Bakanlığın da onayı olduğunu ve söylediklerini ispatlayamayan Şide’yi “müfteri olarak” ilan ettiğini açıklar.
Devamında Özdemir, toplam 48 milyon TL (demek ki dolar değilmiş NO.) geldiğini, bunun yüzde 70’inin nüfus planlamasında kullanıldığım ve bu firmada başta kendisi olmak üzere 15 kişinin çalıştığını ve parasını aldığını ve oğlunu Şide gibi “AAFLI’nın parasıyla Amerika’da” okutmadığını söyler, Özdemir’in basın toplantısına katılan Türk-Metal Sendikası (ki Şide, Mustafa Özbek’in listesinden Genel Sekreter adayı olmuştu NO.) “yalan söylüyorsun, ne kadar maaş aldığınızı artık açıklayın” diye laf atarlar. (80).
Eski yönetim kurulu üyeleri arasında gelişen bu tür karşılıklı suçlamaları ve genel kurulu izleyen Şükran Ketenci: “önemli, bilinen kirli işler hiç söylenmedi, sadece ima edildi… Sendikacılık koltuklan tatlı olduğu için tutku ile yerine sarılmışlar” diye yazar (81).
Tartışmalar, kişiler düzeyinde sınırlı olarak yapılmış olur. Sonrasında devamı gelmez. Zaten Şide’nin seçilememiş olması, belki olabilecek bir gelişmeyi hemen küllendirir.
Sadık Şide, genel kuruldaki konuşmasıyla ilgili olarak yayınladığı veda mesajında: “…bazı sert ve kırıcı sözler sarf etmiş olmaktan müteessirim. İşçiye ve Türk-İş topluluğuna 28 yıl süren hizmet hayatımda… 12 Eylül döneminin işçi hakları üzerindeki kesinti ve kısıtlamalarının (nihayet itiraf etti NO.) tek sorumlusu gibi gösterilmem; çalışmalarımı yalandan bilen bir kısım yöneticinin kişisel siyasi arayışlar içine girerek beni yalnız bırakmaya ve hedef olarak göstermeye kalkışmaları… Türk-İş’in tüzel kişiliğine yönelik bir saldırı gibi nitelendirilmesini asla kabul etmediğim bilinmelidir” diye yazar (82).
Türk-İş yönetimi, bağlı sendika yöneticilerinin de onayıyla, Eylül Karaçalma Kampanyası destekçisi olmasının vebalini, yönetimden birisine yıkma gayreti içinde bulunur. Böylece işçileri kendilerinin suçsuz olduğuna inandıracaklarını sanan sendikal bürokratlar yanılıyor; çünkü Eylül’e verdikleri destekten dolayı hem elleri kanlı, hem de kan ve can pahasına kazanılan hakları gasp edenlerin ortaklarıdır. Sendikal bürokratlar arasında koltuklarını koruma ve konumlarını “aklamanın” gerekçesi olarak varolan çelişki, 14. Genel Kurul’da Şide’nin tasfiyesiyle çözülmüş gibi görülür. Yani böylece Türk-İş yönetimi “aklanmış” ve Şide “günah keçisi” olarak ilan edilmiştir.
Bu çelişki; sendikal bürokratların hem suçlu olduklarının, yani hakların gaspının gizlenemediğinin ve hem de kendi ifadeleriyle geçici dönemin kalıcı olduğunun bir somut delili olarak gündeme gelir. Ayrıca, ilk defa Türk-İş’in bir kongresinde üç liste çıktığı halde, hiçbiri Eylül sonrasında izlenen Türk-İş politikasını eleştirmemekle ortaklıklarını da ele verirler.

2.5- Uluslararası ilişkiler
İkinci paylaşım sonrasında 1945’te Dünya Sendikalar Konfederasyonu (DSF) kurulur. Başlangıçta Amerika’nın sendikal örgütü CIO üye iken, diğeri AFL üye olamaz.
Aynı zamanda o yıllar uluslararası düzeyde ekonomik ve siyasal yeniden düzenlemenin etkin gücü ABD’nin başım çektiği “soğuk savaş” politikası aynı arenada sendikal harekete de yansır. Buna bağlı olarak 1949 yılı Ocak ve Haziran ayları arasında DSF’den ayrıla ABD, İngiliz, Hollanda, Avustralya, Belçika, İsveç, İsviçre ve Norveç vd. ülke sendikaları tarafında aynı yılın 28 Kasım-7 Aralık tarihleri arasında Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu (ICFTU) kurulur.
Kuruluş amacı şöyle belirlenir: “ICFTU’nun ana etkinliği komünist totaliterliğe karşı kesintisiz kampanya olacağa benzemektedir. Bu mücadele sendikal ve politik öğeleri ayırmak için hiçbir çaba gösterilmeyecektir. ICFTU şunu kavramaktadır ki, toplumsal, ekonomik ve politik öğeler, komünist diktatörlüğü bütünleşmiş bir birlik yapabilmek için içice geçmiştir… bu bütünlüğün parçalarına saldırılın alıdır” (83). Böylece sendikal anlayışın ekonomik ve siyasi politikalarla ne derece iç içe olduğu ve soyutlanamayacağı gösterilir. Fakat işçi sınıfının mücadelesini bastırmak ve onları edilgen kılmak için ise sendikal faaliyet, resmi ideoloji tarafından sadece işçinin ekonomik istemlerini ve işyerine yönelik sorunlarım çözmekle sınırlandırılır. Sendikal faaliyet alanının daha geniş olduğunun işçiler tarafından bilinmesi halinde, burjuvazinin kendi varlığının devamı tartışılır hale gelecektir. Eh, burjuvazi o kadar da aptal değil; işçiye “sen sununla ilgilenme” derken bile sendikal alanı hedeflemeyi amaçlıyor.
ICFTU kurulmazdan önce DSF’den ayrılan sendikalar tarafından “Marshall Planı İçin Sendikal Komite” adım alan bir örgütlenmeye gidilir. Bu komite sayesinde DSF’ye karşı bir odaklaşma sağlanır. İktisadi bir politika ile sendikal hareketin birliği yaşanır.
İşte ICFTU, bu odaklaşmanın ürünü olarak var olur.
Yine 1960’lı yıllarda uluslararası gelişmenin ürünü olarak 1969’da Amerikan sendikal hareketi AFL-CIO, ICFTU’dan ayrılır ve ancak Ocak 1982’de tekrar üye olur. 1970’li yıllarda AFL-CIO faaliyetleriyle ünlü enstitülerini kurar.
ABD’nin sendikal hareketinin yoğun uluslararası ilişkilerde bulunmasının nedeni?
Amerika’da çeşitli tarihlerde iktidar ile sendikalar arasında dayanışma ve işbirliği, uluslararası politika alanında daha açık olarak kendisini gösterir.
Bu ülke politikacılarının bazen ABD hükümetinden “daha heyecanlı bir biçimde, Amerika’nın egemenliğini korumak ve geliştirmek için imkân ve güçlerini seferber ettikleri” görülür. Hatta Amerikan sendikal örgütleri sadece kendi özel ilişkileriyle değil, aynı zamanda ICFTU aracılığıyla “hükümetlerinin soğuk savaş dolayısıyla izledikleri politikaya” uzun yıllar katkılar sağlar. Yine Amerikan sendika] örgütleri aracılığıyla ABD hükümeti, çeşitli ülkelerde sendika kadrosunun yetiştirilmesi için özel çaba gösterir ve AID yardımları ile eğitim faaliyetleri sürdürür. Bazen ülkede darbe yapma düzeyinde faaliyette bulunur: 1964 Brezilya askeri darbenin CIA’nın eseri olduğu ve AFL-CIO’ya bağlı AFLD (Hür Emeğin Kalkınması İçin Amerikan Enstitüsü) eğitim faaliyetlerinde yetişen sendikal liderin de önemli rol oynadığı, bizzat AFLD başkanı tarafından açıklanır. Benzer daha pek çok örnek vardır (84).
Bununla sendikal örgütlenmeler dâhil, ülke dışına çıkan her kuruluş aracılığıyla, ülke politikasının bölgede etkin kılınmasını sağlama çalışmalarının, faaliyetlerinin esasım oluşturduğu anlaşılır. Bu anlamda, yapılanları sadece “para veriyorlar” ve “bizi ülkelerinde ağırlıyorlar” gibi göstererek aslında sendikal bürokratların görevlerini yaptıkları hatırlanmalıdır. Yani üstlendikleri görevleri gereği o şekilde savunuyor ve iyi göstermeye çalışıyorlar. Kimse kimsenin karakaşı kara gözü için para vermez, yardımda bulunmaz. Öyle de olmadığının pek çok örneği var; yaşandı…
1952 yılında kurulan Türk-İş, aynı yıl ICFTU’ya üye olma kararı alır. Fakat hükümetin gerekli onayı vermesi, ancak 31 Mayıs 1960 tarihinde olur. Başvuru bu kadar süre neden incelenmez? Yoksa Amerika ile var olan sendikal ilişkiler yeterli mi görülür? Öyle olduğunu sanıyoruz. Türk-İş 1960 öncesinde Amerikan sendikaları ile yoğun ilişkiye girer. İlişkisini 1955 öncesinde ICFTU üyesi AFL ile ve sonrasında AFL, CIO birleşmesi üzerine kurulan birlikle sürdürür. ABD ile Türkiye hükümetleri arasında 1954 yılında imzalanan bir anlaşma ile “işçi-eğitim projesi” başlatılır. Projeyi ABD adına, Uluslararası Kalkınma Teşkilatı (AID) yürütür. Halil Tunç ise AİD’in 1952 yılından beri Türkiye’de işçi eğitimi yaptığım (85) söyler. Yani resmi anlaşma yapılmazdan önce, Amerikan sendikal hareketiyle ilişki kurulur ve o anlamda “gayri resmi” olarak faaliyetini sürdürür. Kısaca da olsa bunların dikkate alınması halinde, Türk-İş’in ICFTU üyeliğinin hükümet tarafından onaylanmaması, AFL-CIO ile kurulan ilişkinin yoğunlaştığı döneme rastlaması bir tesadüf mü? Hiç sanmıyoruz.
Her şeyiyle Avrupalı olmaya aday ülkenin sendikal örgütü Türk-İş, ICFTU’nun Asya Bölge Teşkilatı üyesidir.
Kurulan bu uluslararası sendikal ilişkide 1980 sonrasında yaşanan gelişmeler:
Türk-İş yönetimi sekreterini Eylül hükümetine bakan olarak vermesi üzerine, 1981 Ağustos tarihinden geçerli olmak kaydıyla ICFTU üyelik ilişkilerini askıya alır. Şide’nin bakanlığına 12. Genel Kurul’da bulunan “izinli olması” formülüyle, ilişkiler normalleştirilir. (86).
İlişkinin askıda olduğu sıra ICFTU öyle bir sendikal politikayı benimser ki, Türk-İş’e yönelik eleştirisini sadece bir bakanlık olayıyla sınırlar. Zaten bulunan “izinli” formülüyle de ilişkiler normallesin Bu anlamda ICFTU’nun, DİSK’in faaliyetinin yasaklanması ye sendikal hak ve özgürlüklerin tırpanlanmasına “sehven” eleştiride bulunduğu anlaşılır.
Hatta ilişkilerin askıya alınması üzerine sendikal bürokratlar “bu iç işlerimize karışma” diye tepki gösterirler. Bu tepki öyle ileri boyutlara vardırılır ki, ICFTU’nun DlSK hakkında açılan dava ile ilgili bilgi istemesine bile yansır: “DİSK yaptıklarının cezasını çekiyor, onlara ne?” denir. Zaten Türk-İş yönetimi DİSK hakkında sendikal faaliyetten değil, yöneticilerin siyasal faaliyetlerinden dolayı dava açıldığını bildirir ve ülke içinde DİSK’in “ne yaptığı bilinmiyor mu?” diyerek, yapılan saldırıya onay verir.
ICFTU ile bu tür “sorunların” olduğu dönem ve sonrasında AAFLI ile Türk-İş’in ilişkilerinde yoğunluk yaşanır. Yeni sözleşmeler yapılır. İleri sayfalarda incelenecek.

2.6- Kongreler
Türk-İş kongreleri, kendi koltuklarım korumak amacıyla sendikal bürokratlar arasında var olan çelişkileri su yüzüne çıkarır. Yoğun kulisler yaşanır ve oluşturulan listeye girme yansı olur. Fakat bir seçilen en az üç-dört dönem, yani 10 yıla yakın süreyle koltuklarını koruma imkânına kavuşur.
Bu çerçevede kongrede olan tüm gelişmeleri anlatmayıp kongrenin ne tür işlevleri üstlendiğini açıklamaya çalışacağım. İleride katılan delegeleri ve konuşmacıları inceleyeceğim.
Mayıs 1982’de yapılan 12. Genel Kurul’dan iki gün öncesinde başkan İbrahim Denizcier aday olmaktan çekildiğini açıklar; artık tek aday genel başkan yardımcısı Şevket Yılmaz’dır. Yılmaz adaylığını “sendikacılık hayatını ayaklar altına alma pahasına” koyduğunu söyler. Peki, istenmeyen koltuğa zorlayan kim? Yoksa naz mı yapar? Sendikal bürokratlar arasındaki dengenin sonucu olarak, Denizcier aday olmayacağını açıklarken Yılmaz da aday olur. Günlük gelişme olduğunu hiç sanmıyoruz. Denizcier aday olmaz, fakat Yılmaz’ın onayıyla listeyi belirleme görevini üstlenir. Şevket Yılmaz kongre öncesi “Şide ile çalışmayacağım” diye söylemesine karşın, başkan adayı olduğu listesinde Şide de genel sekreter adayı olur. Buna hem Denizcier’in sendikası Tek Gıda-İş’in delegelerinin Şide’yi desteklemesi, hem de Denizcier’in başkanlığı bırakması sebep olur. Listenin seçilmesi üzerine, Şide’nin bakanlığı ve sekreterliği birlikte yürütmesine kolaylık olarak tüzük değişikliğine gidilir; bununla Şide’nin izinli sayılması öngörülür. Böylece Şide’nin de konumunun korunması sağlanır. Yani önce tüzükte bu tür çalışmayı öngören değişiklik yapılır ve ardından yapılan seçimde belirlenen liste kazanır. (87).
13. Genel Kurul, 1983 yılının Aralık ayında yapılır. Yine bu kongre öncesinde Şevket Yılmaz’ın “Ya o, ya ben” diye Şide’ye yönelik açıklamalar yaptığı halde, Tek Gıda-İş’in desteğiyle Şide yeniden aday olur. Bu genel kurul, bir öncekine göre daha canlı geçer, yönetime yönelik tartışmalar yapılır. Fakat sınıf mücadelesi açısından yaklaşan perspektifi bulmak mümkün değil. Şevket Yılmaz ve Şide listesi yeniden kazanır.
1986 yılının Aralık ayında yapılan 14. Genel Kurul öncesi “kemiksiz” Şevket önceki iki kongrede olduğu gibi “Şide ile çalışmayacağım” der. Sendikal bürokratların koltuğunu koruma ya da koruyamama çekişmesi sebebiyle, var olan çelişkiler kongrede gündeme gelir ve secimler sonrasında da gider geleneği yaşanır. Bu genel kurulda bu gelenek yeniden yaşatılır, önceki genel kurula göre bu genel kurulda üzerinde durulan konuların ortaya serilmesi haddine vardığı sanılan karşılıklı suçlamalar, “kazan dibin kara, seninki benden kara” misali, yapılan pislikler anlatılmayıp imalarla geçiştirilir.
14. Genel Kurul’a iki gün kala “10. Genel Korurdan bu yana böyle şeyler söylenir. Benim genel sekreterlik için bir talebim yok. Her şey çözüm meselesidir” (88). diyen Emin Kul, aday olmaz mı? Olur, olur.
Şide bu Genel Kurul’da kızgın ve kızgın konuşması sonunda Türk-Metal Başkanı Mustafa Özbek’in listesinden aday olur ve seçilmesi halinde “Şevket Yılmaz ile” çalışmayacağını söyler.
Türk-İş’in, iyi okuyunuz, tam otuz üç yıllık genel mali sekreteri Ömer Ergün ve on bir yıllık genel eğitim sekreteri Kaya Özdemir aday olmazlar.
Genel kurulda Şevket Yılmaz’ın, Mustafa Özbek’in ve Cevdet Selvi’nin listeleri seçime katılır ve bunlardan Şevket Yılmaz’ınki kazanır. Seçime üç liste girdiği halde, sendikal anlayış farklılığından doğan ve Türk-İş’in ’80’li yıllardaki politikasının muhasebesini yapan tartışmalar yapılmaz. Fakat Türk-İş bürokratlarının daha önce yapılan genel kurullarda gündeme getirildiği gibi Eylül koşullarında Türk-İş’e atfedilen olumsuzlukların sorumlusu olarak Şide gösterilir. Eylül sonrasında bu üçüncü olan genel kurulda, Türk-İş’li bürokratların ve yönetimin kendilerini “kurtarma” gayretlerinin bir gereği olarak, Şide gündem konusu yapılır ve tasfiye de edilir.
Sendikal bürokratlar olaya bir Şide olgusu olarak yaklaşıyorsa da, tüm Genel Kurul çalışma raporları ve tutanakları incelendiğinde, Türk-İş’li bürokratların ve yönetimin tümüyle Eylül’e ve uygulamalarına destek verdiği ve savunduğu konusunda pek çok doküman var. Buna karşın yalnız Şide’yi “kurban” etmekle, bürokratlar “vebalden” kurtulamazlar.
İşçi sınıfının hafızası güçlüdür: Unutmaz. Sendikal bürokratlarla görülecek hesap listesinin önemli bir maddesi de, ‘80’li yıllardaki politikaları olacağı hatırlanmalı…
Üç genel kurul çalışmaları dikkate alındığında:
1- Konuşmacılar sınıfın sorunlarını gündeme değil getirmeleri, ima bile etmezler. Bu, delegelerin sınıfla ilişkilerinin boyutunu vermesi ve ne tür bir “demokrasi” uygulaması ile oraya kadar gelmiş oldukları açısından öğreticidir. Çünkü genel kurul yapılması için seçilen delegeler, varolan koltuklarım korumaya yönelik “Bizans oyunları” ile belirlendiğinden tabanın düşünce yapısının sendikal yapıya yansımasının önü kapatılıyor. “Her doğan ölmek zorunda” diyalektik kuralı gereği, sendikal bürokratlara karşın cılız da olsa gelişmelerin olduğu bir gerçek. Bu cılız da olsa gelişme, sınıfın öncü müfrezesi Partisi’nin sınıfa kök salması ve kaynaşması temelinde daha da güçlenecektir.
2- Kongrelerde gündem olan ve sonrasında sönmeyen tartışmalar, sendikal bürokratların klikleri arasında anlayış farklılıkları esasta öne çıkartmamadan kişisel platformlarda yapılır. Çünkü sendikal bürokratların koltuğunu koruma ya da yeni koltuk kapma dalaşı sebebiyle tartışmalar kişisel düzeyde kalır.
3- Kongrelerde yapılan konuşmalar bir yönüyle de resmi ideolojiye olan güveni tazeleme metinleridir.
Böylece genel kurullar, işçi sınıfının sorunları ve mücadelesinin tartışılmadığı ve iradesinin yansımasının mümkün olmadığı ve hâkim olan biçimde sendikal bürokratlardan, gelecek genel kurula kadar varolacak yöneticilerin seçilmesi için yoğun kulis faaliyetlerinin yapıldığı birer arenadır.

2.7- Yap(ma)dığı eylemler
Başlığa bakarak anlamsız bulmayınız. Çünkü Türk-İş Başkanlar Kurulu tabanın kıpırdanması karşısında eylem kararlan almak zorunda kalır, fakat uygulamazlar. Bu sebeple, yönetimin hem “yaptığı” eylemler olduğu gibi, hem de yapmadıklarını çağrıştırmak açısından ikili anlama gelen başlık koymayı uygun buldum.
Türk-İş yetkili kurullarında, sendikal politikası ile çelişen eylem kararları alır. Bu tür eylem kararları 1984’te başlar ve 1988 yılında yoğunluk kazanır. Kararların tamamen benimsenip uygulandığı söylenemez; sonunda sulandırılıp savsaklanır…
Türk-İş yönetimi, bir yandan bu tür eylem kararları alınması ve sonunda savsaklaması, diğer yandan da hükümet tarafından gereğince dikkate alınmadığı halde sürekli zirve toplantısı yapma ve diyalog peşinde olması sebebiyle Özal, alınan eylem kararlarını dikkate almaz ve bilinen politikasını uygular. Fakat aynı Özal, sendikal bürokratların tüm engellemelerine karşın yapılan 1989 Bahar eylemlerini dikkate almak zorunda kalır.
Bu türden “dikkatlerin” yarınlarda daha da artacağının bugünlerden görünen dinamikleri var… Vay o zaman Özal’ın ya da yerine gelenin haline…
1986 yılından beri zaman zaman daha çok konuşulan ama sürekli sözü edilen “genel grev” konusunun akıbeti malum… Canlı hatıralarda 1988 Şubat ve Kasım eylem kararları da…
Bütün bunlara karşın, gelecekten umutlu olmanın pek çok sebebi var: O da, sınıfın duyarlılığı ve bundan da öte mücadeleye sahiplenmesidir. Zaten eylem kararlarını almayı sağlayan bu dinamiktir. . Bu, bugün alınan kararlan uygulatacak boyutta olmayabilir, ama yarın da böyle olacak diye bir kesin hüküm yoktur; olamaz.
Çünkü Anayasa’nın tüm yasaklamalarına karşın, grev dışı eylemlerin yapılması günlük hayatta toplumsal meşruluk kazanır. İşte bu meşruluk temelinde toplumsal gelişme yaşanır.
Türk-İş yönetimi, hükümetle diyalogları esas alan bir politikayı benimsediği halde, sınıfın tabandan gelişen kıpırdanmaları karşısında önce salon toplantıları düzenlemek ve sonra miting yapmak zorunda kalır. Hatta tabanın tepkisi Türk-İş’e üye sendikaların pek çoğunda farklı düzeylerde olmasından dolayı, Türk-İş yönetimi üye sendikaların yöneticilerine gönderdiği Ocak 1986 tarihli yazıyla (89) uyarır. Yönetim benzer tavrını sürdürmüş olsaydı, sendikacılara karşın yapılan eylemler konusunda hemen hemen her gün uyarı yazısı göndermek zorunda kalırdı. Demek ki, sınıfın eylemleri burjuvazinin ve sendikal bürokratların (Türk-İş ve bağlı sendikaların) tüm saldırılarına karşı toplumsal meşruiyet kazanarak sürer.
Türk-İş’in ve bağlı sendikaların yaptığı eylemler:
1984-11 Mart’ta İzmir’de kapalı salon ve 3 Haziran’da İstanbul’da açık hava toplantısı yapılır.
1985-“İki salon toplantısı yanında ayrıca kısa süreli de olsa Türk-lş yönetimi YHK’dan ve toplu sözleşme görüşmelerinden çekilme kararı alır. Kasım’da yapılan Başkanlar Kurulu toplantısında gelecek yılda yapılacak bir dizi eylem programı belirlenir. Aralık ayında yapılan toplantıda, Şevket Yılmaz’ın konuşması işçilerin “biz hazırız başkanım, ya siz?” diye bağırmalarıyla kesilir ve konuşmasına devam edemez.
1986-Balıkesir (8 Şubat), İzmir (22 Şubat) ve Eskişehir (22 Haziran) mitingleri yapılır. Mitinglerde sendikacıların konuşması sürekli kesilir. Gelişen bu tavır, sendikacıları derin düşüncelere “sevk eder”. Ayrıca Eylül’de yapılacak ara seçim öncesi Samsun, Manisa, Zonguldak ve Gaziantep’te yapılmak istenilen toplantılara izin verilmez. Bütün bunlara karşın, 1985 Kasım’ında alman kararlara uygun bir şekilde 1986 yılının eylemler yılı olduğu söylenemez.
1987-Samsun (26 Nisan), İzmit (10 Mayıs) ve Adana (12 Aralık) mitingleri yapılır. Mersin mitingine izin verilmez. Ayrıca “yürür” görünmek açısından 24 Mart’ta Meclis’e mektup vermek için topluca yürüme girişimi Türk-İş kapısı önünde son bulur. Yine son 14. Kongre’nin sonuç bildirisinde eylem yılı ilan edilen 1987 yılında yapılanlar bunlardan ibaret.
1988-11 Mart’ta yemek boykotu, Sakarya (26 Mart) ve Adana (3 Nisan) mitingleri yapılır. Şubat Bakanlar Kurulu kararma göre yapılmayan eylemler: Mayıs’ta iki saatlik işi bırakma; İstanbul’da (izin verilmezse de, yönetimin isteksizliği de vardı) ve diğer 30 ilde miting yapmaya izin verilmez; 30 Mayıs öncesi süreli ya da süresiz işi bırakma; kamu işverenler sendikasına ortak tavır alma; toplu sözleşmelerin birer yıllık süreli yapma ve toplu sözleşme görüşmelerinde iş ve sendika güvencesine ağırlık verme gibi eylemlerdir.
Hatırlatma: Şubat ’88 eylem kararlarını imzalamayanlardan birisi de Genel Sekreter Emin Kul’dur.
1984-1988 yılları arasında yapılan ya da yapılmayan bu eylemlere ek olarak, her yıl artan sayıda Türk-İş’e bağlı sendikaların greve çıktığı hatırlanmalıdır (özgürlük Dünyası, sy: 9).
Bunlar dışında sınıfın önemli bir dinamiği de sendikal bürokratların tüm engellemelerine karşın başta Anayasa’da ve diğer yasalarda yasaklanan grev dışı eylemler, yaygınlık kazanır.
Yıldırım Koç’un bir çalışmasına göre, 1986 yılında 6 olan grev dışı eylemler, 1987’de 7’ye yükselir (90). Bu iki yıla göre grev dışı eylemler 1988 yılında yüz binlerce işçinin katılımıyla onlarca yapılır (Özgürlük Dünyası, sy: 5).
İşte 1989-Bahar eylemlerinin dinamiğini geçen yılların bu birikimi oluşturur.
Türk-İş ve bağlı sendikalar, tabanın artan kıpırdanması karşısında önce kapalı ya da açık salon toplantıları ve sonra da bazı illerde miting yapmak zorunda kalırlar. Hatta bazı aldığı eylem kararlarını da uygulamazlar.

2.8- Ve Siyasi İlişkiler

Türk-İş’in 7-14 Mart 1966 tarihinde toplanan 6. Genel Kurul’da yapılan tüzük değişikliğiyle kabul edilen “partiler-üstü” politika ilkesi, Amerikan sendikacılığına hâkim olan “tarafsız” politika (91) ilkesinin bir benzeridir. Aslında bu politika, hiçbir parti ile görünürde doğrudan ilişki “kurmadan”, partiler içine sendikal kökenli milletvekilleri aracılığıyla izlediği politikanın desteklenmesi ve hükümetle iyi geçinmeyi içerir. Yani günü kurtarmayı ve iktidarın nimetlerinden yararlanmayı esas alan “partiler-üstü” bir diğer anlatımla partiler “dışı” politikanın özü: “Tarafsızlık” yaftası altında resmi ideolojiyi savunmak ve desteklemektir. Zaten Türk-İş’in “sermayeye yakın-işçilere uzak” sendikal anlayışının gereği, partiler üstü politikadan vazgeçmez.
’80’lerde Türk-İş yönetimi, bu politikaya nasıl bir işlerlik kazandırır?
Her şeyden önce Eylül hükümetine Genel Sekreteri’ni bakan olarak verir ve yürütme organı içinde resmi politikanın belirlenip uygulanmasına ortak olur. Bu bir olgu. Denebilir ki, partilerin olmadığı koşullarda Türk-İş’in bu politikası böyle bir işlerlik kazanıyor. Yine Generaller Konseyinin belirlediği Danışma Meclisi’ne seçilmek için başvuran ve askerlerin kapışım aşındıran 28 sendikal bürokrattan 3 tanesi layık görülür ve Meclis’in çalışmalarına katılırlar.
Anlatımlar ışığında, 1980 Eylül’ünden seçimlerin yapıldığı 1983 yılı Kasım ayına kadar olan dönemde Türk-İş’in partiler-üstü politikası bu biçimde uygulanır.
1983’te yeniden partilerin kurulması ve seçimin gündeme gelmesi üzerine sendikal bürokratlarda yeniden bir hareketlenme yaşanır.
Hareketlenmeyi Sadık Şide; sendikacı kökenli milletvekili seçimi için gizlilik içinde yapılan bir toplantıda, kurulan ve seçime girmesine izin verilen öç, partiye onar isimden oluşan liste verildiğini ve “iktidar olmaya mahkûm MDP’ye başkan (Şevket Yılmaz NO.), gizlilik içinde en sevdiklerini, MDP’Iİ sosyal demokrat Emin Kul’u verdiğini ve ANAP’a ise “en garip, 3. sınıf bir liste” bildirdiğini ve Özal’ın da verilen listeye itiraz ettiğini anlatır (92). Sendikal bürokratların merkezi olarak partilere dağılımın yapıldığı ve bunlardan “destekli” MDP’nin tercih edildiği aradan üç yılı aşkın zaman geçmiş öyle anlatılıyor.
Türk-İş’in bu tavrı Şevket Yılmaz tarafından yalanlanır: “Neticede 6 Kasım seçimlerine gelindi. Biz, Türk-İş yönetimi olarak şu ya da bu partiyi destekleme yoluna gidemiyorduk. O zaman vetoların sayısı artacaktı… Partilerin kuruluşunda açıkça söylüyorum, siyasi tercihini kullanarak bana gelenlerin çoğu mebus olmuştur. MDP içinde sendikacı arkadaşlarımız vardı, seçilemediler” der (93).
Türk-İş yönetiminde o yılları beraber yaşayan iki kişinin (biri Başkan ve diğeri Genel Sekreter) aynı tarihte, 6 Kasım seçimi adayları ve dolayısıyla partileri hakkında söyledikleri birbiriyle çelişiyor. Gerçi Şevket Yılmaz, tercihlerinin olduğu ve bunun da MDP’de yoğunlaştığını açıklamış olmakla, bir anlamda kendisini de yalanlamış olur.
Sendikal bürokratların tarihi, dün yaptıkları ve söylediklerini bugün yalanlama ile doludur. Bu; bilinen birkaçı Şide’nin bakanlığında, Anayasa referandumunda ve 6 Kasım seçimlerinde hep böyle oldu…
6 Kasım seçimleri sonrasında istifa eden Eylül Hükümeti Başkanı Bülend Ulusu, TİSK’e ve Türk-İş’e veda ziyaretleri yapar. TİSK’den Halit Narin, “Türk işverenleri size müteşekkirdir” der. Türk-İş’ten Şevket Yılmaz ise: “38 aylık Başbakanlık müddetince Türk-İş’le diyaloglarım esirgemeyen Başbakanımızın bu ziyareti bir veda ziyareti seklinde değildir… Biz ve kendileri Ankara’da oldukları müddetçe yine diyalogumuz eskiden olduğu gibi devam edecektir… Herhalde iyiden başka bir şey söylenemez… Pırlanta gibi bir başbakanlık yaptığı görülür” diye konuşur (94).
Şevket Yılmaz’ın bu demeci, Eylül hükümeti uygulamalarına verdiği olumlamanın bir başka örneğini oluşturur. Aynı zamanda bunun başta Anayasa, 2821 ve 2822 sayılı yasalar olmak üzere yeniden yasal düzenlemeye de verilen bir olumlama olmadığı söylenemez.
Şevket Yılmaz, “pırlanta” başbakan Ulusu sonrasında, Özal hükümeti ile benzer diyalogu sürdürmediğinden sürekli yakınır (95).
’80’li yıllarda faşizmin artan baskı ve sömürüsü karşısında işçilerin hoşnutsuzluğu gün yüzüne çıkmaya başladığı koşullarda, Türk-lş yönetimi kapalı ya da açık salon toplantıları ile mitingler yapar. Bunda esas dinamiğin, işçilerin artan hoşnutsuzluğu olduğu unutulmamalıdır.
Çalışma hayatını yeniden düzenleyen yasaların yürürlüğe girdiği ’84 yılı sonrasında, kısıtlı uygulaması öngörülen greve katılımın her yıl arttığı dönemde direniş, iş yavaşlatma, yemek boykotu ve işi durdurma vs. oluşan grev dışı eylemler de benzer gelişme gösterir. Bütün bunlar işçilerin artan hoşnutsuzluğunun dışavurumu olup, sınıf mücadelesinin dinamikleridir.
Sınıfın eylemliliğinin arttığı bu şartlarda; sendikaları işçilerin ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini koru(ma)masını öngören 2821 sayılı sendikalar yasasının 37. maddesinde “siyasi faaliyet sürdürmesi” de yasaklanmış olmasına karşın, Türk-İş belki de tarihinde görülmemiş bir biçimde açıktan siyasi olarak nitelendirilecek tavır belirlemeye gider.
Böyle bir gelişmenin ürünü olarak Türk-İş yönetimi, ’80 Eylül öncesi parti yöneticilerine getirilen siyaset yasağının kaldırılması için ’87 Eylül’ünde yapılan referandumdan itibaren, genel siyasi konularda politikasını belirleme ve açıklama tavrını benimser. Burada politikasının sınıfın mücadelesi açısından doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmıyorum. Belirlemek istediğim; yasaya karşın politikanın belirlenmiş olması, toplumsal muhalefetin boyutu hakkında bilgi veriyor olmasıdır.
’87 Eylül’ünde 80 Eylül öncesinde partiyi yöneticileri olanlara getirilen siyaset yasağı kalksın mı? kalkmasın mı? referandumunda Türk-İş yönetimi, ANAP hükümeti karşısında 14. Genel Kurul sonuç bildirgesine uygun olarak kalkması yönünde politikayı benimseyerek “evet” der. Bunun üzerine acılan dava beraatla sonuçlanır.
Eylül uygulamalarının kalıcılaşması, yeni dönemde kamuda toplu sözleşme alanında yaşanılan başarısızlıklar ve DİSK tabanın önemli bir çoğunluğunun Türk-İş’te toplanması sonucu olarak tabandan yukarıya doğru tepkinin yansıması ve genelinde mücadelenin yükselen konjonktürde olması sebebiyle, Türk-İş bu tür bir tavır belirlemeye girer; devam da eder.
2- ’87 Kasım genel seçimlerinde “ANAP (ya da Özal)a oy yok” sloganı atar ve yayınlarında ANAP icraatına yönelik eleştirilerde bulunur Türk-İş ve bağlı sendikalar.
3- Türk-İş yönetimi ’88 Eylül’ünde yerel seçimlerin erkene alınması için yapılan referandumda ANAP hükümeti karşısında “hayır” oyu kullanılması kararını alır.
Ülke geneliyle ilgili konularda politika belirleyip açıklamasının yapılmasını sağlayan dinamik, bu tür nicel olarak nitelendirilecek gelişmeleri gündeme getiriyor olmasına karşın, ne yazık ki bugün nitel değişmeye sebep olacak güçte değildir.
Bu nicel gelişmelerin öz olarak Türk-İş’in “tarafsız” görünümlü partiler “dışı” politikasını değiştirmeye sebep olacak etkinlikte olmadığı da bir gerçektir. Yani belirtilen gelişmeler Türk-İş’in partiler üstü politikası ile çelişmiyor.

2.9- Zirveler
Türk-İş yönetiminin etkin politikası, hükümet zirveleriyle diyalogu sürdürmek ve böylece sorunların çözümünü sağlamaya “çalışmak” olup her dönem bu politika hâkim kılınır.
Böyle bir politika, öz olarak tabana yani işçilere güvensizliğin bir ifadesi olan sendikal bürokratlardan başkaca da tavır beklenemez. Bu anlamda çalışanlara yani işçilere karşı sürdürülen bir diyalog politikası…
Eylül öncesinde Türk-İş yönetimi hükümetlerle diyalog kurmada zorlanmazken, özellikle ’83 sonrasında birkaç yıl geçmişteki olanlar düzeyinde diyaloglar kurulamaz.
’83-Kasım’ında ANAP’ın hükümet olmasıyla ilişki özde aynı kalırken, bazı farklılıklar gösterir. Çünkü hem sahnede “demokrasi” oyunu oynanıyor, hem de oy potansiyeli açısından toplam nüfusta ücretlilerin payı kentli nüfusun artışına paralel olarak hızla artıyor. Bu sebeplerle toplumsal muhalefetin potansiyelini azaltmak için ANAP hükümeti görünüşte yumuşak bir tavır takınır. Açıktan sendikalar üzerinde bir yandan idari ve mali denetim sopasını kullanırken, diğer yandan izlediği sosyal politika ile resmi sendikasızlaştırma politikasına önem verir. Ayrıca Türk-İş’in yapmak istediği zirveler, ancak hükümetin kendisince belirlediği bir zamanda yapılır. Her zirve sonrasında Şevket Yılmaz istemlerinin gerçekleşeceği konusunda umutlu olduğunu açıklarsa da, yanılan kendisi olur.
ANAP hükümeti malların fiyatlarında ucuzlama yapamaz ama işçi ücretlerinde bir hayli yapar. İşçinin gerçek ücretleri ve ulusal gelirden aldığı payının azalması anlamında ucuz çalıştırılması ile ekonomik krizin yükünü tüm çalışanlar üstlenmiş olur. Bu ucuz işçiliğin varlığı Özal tarafından her vesile ile gündeme getirilir ve yabancı sermaye yatırımlarında büyük bir teşvik ve kolaylık aracı olduğu söylenir. Aynısını Amerikan Express Bankası başkan yardımcısının da söylemesi bir tesadüf değil, taraflarca savunulan bir “fikir birliği”dir. Fikir birliğinin sadece bu konuda olduğu sanılmasın, daha pek çok konuda vardır: Petkim’in bunlara satılmasına kadar vs.
Amerikan Express Bankası başkan yardımcısı George Cormany: “Güçlü bir işgücünüz ve ender rastlanabilecek ölçüde geniş doğal kaynaklarınız var. İşçi ücretleriniz yakın zamana kadar Asya ülkelerinden yüksekti. Bu nedenle de mallarınızın dış dünyada rekabet şansı yoktu. Ama şimdi… düşmüş olması, mallarınız dünya pazarlarında rekabet edebilir hale geliyor” diye ücretlerin düşüklüğünün nimetlerini anlatır (96). Böylece hayali ihracatın sorumlusu da tespit edilmiş oluyor. Ücretler o kadar düştü ki, Türkiye dünya iktisat literatürüne katkı yaparak “hayali mallar” ihraç eder oldu. Bunda ihracatçının hiçbir suçu “yok”, suç düşen ücretlerde.
Ücretlerin düştüğü ekonomik koşullarda işsizliğin varlığı tartışılmıyor, faal nüfusta oranın yüzde 15 mi, yoksa yüzde 22 mi olduğu tartışılıyor. Bu istihdam koşullarında emeklilik yaşı yükseltilir.
Esasta yatırımların yapamamasından kaynaklanan işsizlik, ANAP’ın icraatlarından olan sözleşmeli personel ve “devlet malı deniz…” misali yapılan özelleştirme uygulamaları ile desteklenen bir devlet politikasıdır.
İşte kısaca bazı yönleriyle değinilen politikanın mimarı ANAP hükümeti ile Türk-İş yönetimi halen diyalogdan ve zirveden umutla bahseder, görüşmeler yapar. Bu görüşmeler bir yandan kapalı salon toplantıları ve mitinglerle, hükümetin zirvedeki tavrı sendikalar ve işçiler “lehine” etkilenmeye çalışılır. Ancak zirvelerden hiçbir somut yarar sağlanamaz.
Her görüşme sonrasında Şevket Yılmaz, iyimser umutlarla çıkar ama sonuç malum… Ve bu yapılan tüm zirveler için geçerli bir sonuçtur.
Türk-İş yönetimi ilk zirveyi üç ayı aşkın bir süre Özal’ın kapısında bekleme sonrasında 17 Temmuz 1984 tarihinde yapabilir, Özal’ın erteleme gerekçesi de vaktinin olmadığıdır, yani sendikal bürokratları fazlaca dikkate almaz. Bu ilk görüşme sonrasında her yıl birkaç kere belirli sorunlar için benzer zirveler yapılır.
Sonuç mu?
Zirveye göre yapılan bir şeyin olmadığı halde. Şevket Yılmaz tabana “umutlu” olunması tavsiyesinde bulunur.
Bu anlamda, tabandan işçilerin gelişen mücadelede potansiyelini pasifize etmenin aracı olarak özellikle Türk-İş yönetimi tarafından gündeme getirilen zirveler “umut” dağıtımı ile işçileri oyalayıcı işlevini görür.
(Devam edecek)

KAYNAKÇA:
(Tashih hatalarının olmasına karşın, bir tanesini düzeltiyoruz, 1. Bolümde 4 no’lu referans numarası 21. sayfada 1. sütun ve 1. paragraf sonunda olacaktı, konmamış; düzeltir özür dileriz.)

55- Cumhuriyet, 23 Şubat 1983
56- İŞVEREN dergisi, C.21, sy: 5 Şubat-1983, sf: 22
57- İŞVEREN dergisi, C.22. sy: 3 Aralık-1983, sf. 24
58- Cumhuriyet, 19 Aralık 1983
59- İŞVEREN, C. 22, sy: 5, Şubat 1984, sf. 4-6; Cumhuriyet, 19 Aralık 1983
60- İŞVEREN, C. 21, sy: 8, Mayıs 1983, sf. 29
61- 14 GKÇR-Belgeler, sf. 97
62- Cumhuriyet, 13 Mart 1984
63- Aktaran Görüş dergisi, Aralık 1986, sy: 1, sf: 14.
64- ARAYIŞ dergisi, 18 Nisan 198!, sy: 9, sf. 9
65- 12 GKÇ, sf. 374, 369-370
66- 13 GKT, sf. 57-62
67- Milliyet, 24 Aralık 1983; CumhuriyeT, 24 ve 26 Aralık 1983
68- Cumhuriyet, 25 Aralık 1983
69- Cumhuriyet, 26 Aralık 1983
70- Cumhuriyet, 27 Aralık 1983
71- 13 GKT, sf. 199
72- Erkekçe dergisi, Ağustos 1982
73 13 GKT, sf. 74
74- İbid, sf. 147; Cumhuriyet, 24 Aralık 1983
75- 13 GKT, sf. 112
76- İbid, sf 167-170
77- 12 GKÇ, sf 399-414
78- 13 GKT, sf. 292-306
79- Cumhuriyet, 28 Aralık 1983
80- Cumhuriyet, 29 Aralık 1983
81- Cumhuriyet, 29 Aralık 1983
82- Türk-İş dergisi, Ocak 1987, sy: 208, sf. 31
83- ABD Çalışma Bakanlığı… Eylül 1951, sf. 265 Aktaran, Yıldırım Koç, Bilim ve Sanat Dergisi, Haziran 1983, sf. 42
84- Doç. Dr. Alpaslan Işıklı, Sendikacılık Ve Siyaset, Odak Yay. Ankara, 1974, sf. 192-201
85- TV’de İki Açık Oturum ve Bir Yorum. Türk-İş Yay. no. 104, Ankara, 1976, sf. 60
86- 13 GKÇR-1, sf. 123-124
87- Cumhuriyet, 23-30 Mayıs 1984
88- Cumhuriyet, 20 Aralık 1986
89- Yeni Gündem, 24 Ocak 1986
90- Yıldırım Koç. Günümüzde İsçi Sınıfı ve Sendikalar, Metis Yay. İstanbul. Mayıs 1989, sf. 55-84
91- Doç. Dr. A. Işıklı, age, sf. 488
92- Cumhuriyet, 28 Aralık 1986
93- Görüş, Aralık 1986, sy: 1 sf. 13
94- Cumhuriyet, 1 Aralık 1983
95- 14 GKÇR-Belgeler, sf. 103; Cumhuriyet, 23 Aralık 1986
96- Cumhuriyet, 25 Şubat 1985


EK-1
Türk-İş’te mi Birlik?

Tartışılan konu sendikal birlik olunca, işçi sınıfının sosyal kurtuluşunu kimin savunduğu ya da savunmadığı hemen ortaya çıkar.
Sınıf hareketinin kalıcılığı ya da iz bırakması esas olarak perspektif edindiği anlayışa bağlıdır. O sebeple, sendikal birliğin tanımlamasından ne anlaşıldığı ya da başka “sendikal birlik” deyip altının, nasıl doldurulduğu önem kazanır. Onun için aman nasıl olursa olsun da “birlik” olsun yerine, birliği yaşatacak anlayış öne çıkıyor.
Bu konuda farklı anlayışlardan biri; yeni mevzuatın öngördüğü hükümler, kamu ve özel sektörün örgütsel birliği ve demokrasi mücadelesi Türk-İş’te sendikal birliği zorunlu kılıyor. Yani, Türk-İş’in değişmesi koşullarının varlığı ileri sürülerek, bu konfederasyonda birlik savunulur. Diğer bir görüş ise, Türk-İş’in dönüştürülmesinin mümkün olmadığı için bu konfederasyondan ayrılarak yeni bir konfederasyonun kurulmasıdır. Bu düşünceyi savunanların sesi, bir-iki yıl öncesine göre daha az çıkıyor.
Türk-İş’te birlik diye öne çıkıp bunu da sınıfın mücadelesinin “zorunlu” bir koşulu gibi öne süren düşünce ile Türk-İş’in dönüştürülemeyeceği ve bu sebeple parçalanmasını ve yeni bir konfederasyonun kurulmasını savunan düşüncenin öz olarak; sınıfın mücadelesine uzun erimli bakmayıp kısa vadede oluşumları esas aldıktan anlaşılıyor.
Türk-İş’te birlik diyen görüş üzerinde duracağız:
Sendikal birlik konusuna yığınsal/örgütsel birlik ya da niceliksel birlik olarak yaklaşılamaz; çünkü yığınsal birlik bir sonuçtur. Olması gereken sınıf sendikacılığı ilkeleri doğrultusunda ve bu anlamda niteliksel/sendikal birliğin sağlanmasıdır. Bu halde, yığınsal birliğe ulaşmak da mümkün olacaktır. Çünkü toplumsal gelişmenin dinamiği, sınıf sendikacılığı ilkelerine uygun mücadeleyi esas almaktır.
Aksine herhangi bir sendika ya da konfederasyonun var olmasına bakarak, sınıfın “sendikal” birliği sağladığı iddia edilemez. Çünkü tek amaç, nasıl olursa olun “birlik” olsun; olamaz. Böyle bir birliğin anlamı, sınıf mücadelesinin tasfiyesi ve ücretli kölelik düzeninin sürekli kılınmasıdır.
Bugün sendikal harekete, sendikal bürokratların resmi ideoloji güdümünde sınıf işbirliğini esas alan sınıf düşmanı bir sendikal anlayışı hâkimdir. Böyle bir anlayışa sahip olmak, konfederasyonda birleşmek ya da bir konfederasyon kurmak, sınıfın sosyal kurtuluş mücadelesi açısından savunulamaz. Çünkü biliniyor ki, sendikal bürokratlar ve sermayenin ekonomik ve siyasi yapılanımını varlık koşulu sayar. O sebeple sendikal bürokratlar arası tercihe ya da rekabete yol açan görüşler savunulamaz.
Tümden Türk-İş’te örgütsel birliğin sağlanması halinde hiç değişiklik olmayacağım tartışmıyor; fakat olabilecek değişikliğin “niteliğini” tartışmak istiyoruz.
Tartışılması gereken konunun da bu olduğu kanısındayız.
Türk-İş’te birliği zorunlu kılan sebeplerin ardından, değişebileceğinin koşullan da sıralanır. İyi güzel de, Türk-İş’in değişmesinden ne anlıyorsunuz? Bir sendikal bürokrat gitsin, diğerinin gelmesi de bir değişiklik. Eğer bunu anlatmak istiyorsanız; “gölge etmeyin, başka ihsan istemez.” Sınıfın gücü ile bir sendikal bürokrata karşı diğerini, hem de “sınıf sendikacılığı” adına desteklemek, mücadeleye sınıfın içinden yapılan bir ihanettir.
’80’li yıllarda sendikal alanda merkezileşme hem yasal mevzuatla hem de fiili olarak desteklenir. Sendikalar mevzuatı, bir sendikanın toplu sözleşme görüşmelerinde taraf olabilmesi yetkiyi almasına bağlı olup bunun için de işkolu düzeyinde yüzde 10 barajın öngörülmesi ve sendikaların işkolu düzeyinde kurulması gibi şartlan zorunlu sayar; ayrıca DİSK’e bağlı ve diğer sendikaların kapatılmış olması da fiili olarak nitelendirilen koşulları oluşturur. Bütün bunlar, bu alanda sendikal değil, örgütsel birliği sağlayan koşullardır. Onun için, özellikle 2821 ve 2822 sayılı yasalar yürürlüğe girdiği yıllarda Türk-İş’e yönelme yaşanır. Bu, bir örgütsel birliktir.
Eylül Karaçalma Kampanyasının “kişiliksiz-tek tipler” yetiştirme anlayışı, toplumsal örgütlerde merkezileşme ve tekelleşmeyi öngörür. Bunun, sınıf hareketinin ve toplumsal muhalefetin yenilgiye uğratıldığı ve dağıtıldığı koşullarda gerçekleştirilmiş olması, birlikteliğin oluşumu konusunda bilgi verir. Bu, sendikal alanda Türk-İş’te somutlanır; bu anlamda örgütsel birlik-tekelcilik, Eylül’ün ürünüdür. Bir yanda bu gelişmeler ve diğer yanda Türk-İş’te birliği savunma, zamanlama açısından çakışıyor olması yoksa bir “tesadüf” mü?
Türk-İş’te olmasından söz edilen dönüşüm yönetim düzeyinde olan değişiklik olarak kavranılamaz. Yani sorun, yönetim düzeyinde değişiklik değil, bugünkü Türk-İş’i var eden sendikal anlayışın değişmesidir. Bu olmadan, yönetimden muhafazakârlar gitsin, sosyal demokratlar gelsin düşüncesi savunulamaz.
Demek ki, sınıf sendikacılığını esas alan ve onun yol göstericiliğinde, içinde bulunulan her alanda ve örgütte mücadele etmek, kavranılması zorunlu bir halkadır. Bu merkezde oluşan birlikler, savunulmalı ve geliştirilmelidir.


EK-2
Soruşturma

Türk-İş’e yönelik yaptığımız bu çalışmayla ilgili olarak aşağıda belirlediğimiz sorulara, sendikacıların verdiği cevapları yayınlıyoruz.
1. Sendikal demokrasiden ne anlıyorsunuz? Türk-İş’te “sendikal demokrasi” nasıl işlerlik kazanıyor?
2. Türk-İş yönetimi uygulayamayacağı ve sonuçta da uygulamadığı eylem programları kararını neden alır?
3. Türk-İş’in sendikal politikasını, işçilerin ekmek ve özgürlük mücadelesi açısından değerlendirir misiniz?

Petrol-İş Sendikası Anadolu Şubesi İdari Sekreteri Yüksel POLAT:
“Türk-İş’te Kastlaşma”

1- Sendikal demokrasiye iki şekilde yanıt vermek gerekecektir. Birincisi: Ülkede sendikal faaliyetin yürütülmesi için demokratik bir ortamın mevcut olup olmadığı; ikincisi: Sendikaların iç yapılanmalarında demokrasinin işleyip işlemediği veya işletilip işletilmediği. Bunlardan birincisi, ülkede sendikal alanda demokratik alanda demokratik yasaların bir bütün olarak varlığından ne yazık ki söz edemeyiz. 982 Anayasası’na bağlı olarak düzenlenen 2821-2822 sayılı Sendikalar Yasası, sendikal hak ve özgürlükleri sınırlamış ve sendikaları “İşçi Savaşlar Derneği”ne döndürmüştür. Bu yasal düzenlemelerde sendikaların kendi içinde yapılanmalarına da doğrudan müdahale edilerek, işçi sınıfının en geniş temel örgütlerinden olan sendikalar birçok ‘noktada işlevsiz kılınmıştır. Mevcut yasaların anti-demokratikliği karsısında yasaların düzenlediği zamanlarda sessiz kalan o günün ve bugünün sendikacıları, “Bu yasalarla sendikacılık yapılmaz”dan öte bir tepki ortaya koymamışlardır.
İkinci ve sorunun bugünü daha çok ilgilendiren bir bölümü ise, sendikalarda, sendikal iç demokrasiden ne anlaşılması gerekir? Mevcut sendikal hareket gerçekten demokratik bir işleve mi sahip, yoksa bürokratik bir yapılanma mı hüküm sürmekte?
Hiç kuşkusuz sendikal (iç) demokrasiden anlaşılması gereken şey, herkesin de söyleye-geldiği “Tabanın (işçi tabanın) her noktada karar ve söz sahibi” olması anlaşılmaktadır. Sendikalarda üye işçilerin iradesine başvurmadan seçilmiş yöneticiler de olsa, kendi başına buyruk davranmamız gerekmektedir.
Sendikalar sınıfı öz örgütü olması itibariyle sınıf karşısında olabildiğince şeffaf olmalı, tabandan gelen her öneri dikkatle ele alınmalı ve sorun her boyutuyla emekçiler önünde açıkça tartışılabilmelidir. Faaliyet kolektifleştirilmeli üye işçilere, temsilciliklere, şube yönetimlerinin asil ve yedek üyelerine çeşitli görev ve sorumluluklar yüklenmeli, yönetimler bürokratik-hantal yapılarından arındırılmalıdır. Günlük işlerin dışında alınacak önemli kararların öncesinde tabanın mutlak onayı alınmalıdır.
Temsilciliklerin oluşumunda atama vb. yöntemler terk edilmeli, delegelerin belirlenmesi de dâhil mutlak demokratik seçimler yapılmalı ve bu yolla oluşumlar sağlanmalıdır.
Bugün ülkemizde sendikal demokrasinin işlevliğini şu veya bu şekilde sürdüğünden ne yazık ki söz edemeyiz. Sendikacılık ülkemizde bir kast görünümündedir. Altlarını öylesine muhkem bir tarzda örmüşlerdir ki, bunları alaşağı etmek de o derece güçtür. Sınıf kendi içinden doğal sendikacı niteliklere sahip bilinçli öncü işçileri ortaya çıkarıp, bu kast karşısında mücadeleyi daha üst boyutlarda sürdürmedikçe, bürokratik sendika ağalığı sürgit devam edecektir. Türk-İş’in niteliği bugün yukarıdaki kast tanımına tamamen uymaktadır. Bu kast sendikal demokrasinin işlerlik kazanmasını da istememektedir. Koltuklarım daha uzun süre korumaya almak için yapamayacaktan yoktur. Bunları alaşağı edecek olan tek yöntem, tabandan gelişecek devrimci-demokratik anlayış temelinde sendikal birliğin en geniş emekçi kitlelerini kucaklayarak tepe noktalarda bulunanları alaşağı etmesidir.
Bunu sağlamak için işçi tabanına seslenerek, yoğun bir bilinç taşınmasından yola çıkmak gerek.
2- Türk-İş yönetimi bilindiği üzere Ocak-Şubat ’88’de bir dizi “eylem kararlan” almak durumunda kalmıştı. Bunlar sırasıyla yemek boykotu, işi yavaşlatma, mitingler düzenleme, salon toplantıları ve en sonunda da genel grev şeklinde kamuoyuna açıklanmıştı. Ancak, daha o günden şunu da biliyorduk, Türk-İş bu kararları alırken samimi değildi. Tabandan yükselen sesler Türk-İş’i bu kararları almaya zorlamıştı. Türk-İş bu kararları alarak hükümete ve iş çevrelerine blöf yapıyordu. Bu blöf görüldü ve Türk-İş sadece yemek boykotu ile yetinmek zorunda kaldı. Oysa sınıf bu eylemleri gerçekleştirmeye çoktan hazırdı. Ancak, sınıfın öncü kesimleri şunu da iyi biliyorlardı; Türk-İş yönetiminin sınıfın ekonomik-demokratik kazanımlarını genişletmek diye bir sorunu da yoktu. Sorun tabanın yükselmeye başlayan öfkesini nötralize etmekten ibaretti.
3- Türk-İş’in sendikal politikası (burada tüm Türk-İş üyesi sendikaları ve bunların ara kademelerinde bulunan kimi iyi niyetli yöneticilerini ayırmak gerekmektedir) işçi sınıfının daha ileri boyutlu mücadelelerinin önünde bir supap görevi görmektedir. Türk-İş’in politikası egemen sınıf politikası ile uyum içindedir. Aslında Türk-İş’in bu yönlü bir politikasının varlığından da söz edemeyiz. Türk-İş işçi sınıfının muhalefetini düzen içinde tutma politikasını esas almıştır. Hatırlanacağı gibi, 1982 Anayasası’na bugünkü Türk-İş başkanı işçiler adına kefil olmuştur. Tüm anti-demokratik sınıfın tüm kazanımlarını bir çırpıda yok eden anayasaya kefalet demek, egemen sınıfların işçi sınıfı düşmanı politikalarının kefaleti demektir.
Türk-İş sendikacılığı salt ekmek olarak algılamaktadır. Onun özgürlük diye bir sorunu da yoktur.

EK-3
Deri-İş Kazlıçeşme Şb. Başkanı Ali GUNDÖĞDU
“Sendikal Demokrasi: İşçi demokrasisidir”

Sendikal demokrasiyi, sendikal örgütlülük içinde tüm karar ve faaliyetlerde en geniş işçi iradesinin yansıması olarak algılıyorum. Sendikal demokrasinin bir başka adı da işçi demokrasisidir. En alt kadrolardan en üst yönetim birimlerine kadar bütün temsilci ve yöneticilerin işçiler tarafından belirlenmesi, gerektiğinde geri çektirilmesi ve kararların aşağıdan yukarıya doğru yaşam bulmasıdır. Aynı zamanda sendikal demokrasi tartışma, eleştiri, ikna ve özeleştiri yöntemlerin uygulanması demokratik merkeziyetçilik ilkesinin yerleşmesidir de. İşçi demokrasisi başta kendi örgütlerinde demokrasilerin uygulanması; giderek tüm toplumda tek ve biricik alternatif demokrasi tanımı olarak yapabiliriz. Sınıf ve kitle sendikal anlayışı sadece kenarında kıyısında değil, sendikal faaliyetin tüm alanında işlenebildiği koşuda sendikal demokrasi gerçekleşir. Kısaca sendikaların mücadele grafiği o sendikanın sendikal demokrasiye ne kadar uygulandığı ile orantılıdır.
Türk-İş’te Sendikal Demokrasi Türk-İş’te sendikal demokrasi sorunu hep olmuş ive öyle de görülüyor ki kısa zamanda çözülmeyeceğe benziyor. Bu durum bugün sadece Türk-İş için değil, Türkiye’deki mevcut sendikal yapılanmaların, hepsinde görmek mümkündür. Hatta olay yalınız salt ülke içinde değil, uluslararası kapitalizmin sınıf içinde yarattığı iltimaslı işçi aristokrasisinin sendikalar içindeki konumu ile de ilintilidir. Türk-İş’te sendikal demokrasinin yerleştirilmesi, işçi sınıfının kendi bilimiyle donatılması ve örgütlenmeliyle oluşturulacaktır.
Bugün Türk-İş ve bağlı sendikalarda tam bir sendikal despotluktan söz edebiliriz; çünkü tüzükleri bu durumun en açık örnekleridir. Seçme ve seçilme sistemi mevcut yasal kısıtlamaların ötesinde bir de tüzüklerle anti-demokratik bir yapı içindedir. Yöneticilere tanınan geniş yetki işyerlerindeki delegelikten başlayarak en üst genel kurullara kadar sendikal demokrasinin olmadığının göstergesidir. Bugün Türk-İş genel kuruluna katılan üst kurul delegelerinin hemen tümü profesyonel sendikacılardan oluşmaktadır. Ayrıca yukarıda da söylediğim gibi işyerlerinde delegeler seçilirken bile yöneticilere yalcın olan en iltimaslı insanlar delegeliğe getirilmektedir. Temsilcilik mekanizması da bu şekilde işlemektedir. Yasa “işyerleri temsilcisini sendika atar” der ama işçilerce seçilmesine engel olmamasına karşın tüm sendikaların tüzüğünde seçim diye bir şeye rastlanılmamaktadır.
Diğer yanda bağıtlanan toplu sözleşmelerde işçilerin görüşüne hiç başvurulmamaktadır. Toplu sözleşmelerin hazırlanmasında bırakın işçilerin görüşünü almayı da, birçok sendikalarda şube yöneticilerinin bile haberi olmuyor. Gerek toplu sözleşmelerde, gerekse alınan kararlarda üyelerin iradesine başvurmayan bir sendikal anlayışın sendikal demokrasiyi uygulamasından bahsedilebilir mi? Yani kararların aşağıdan yukarıya doğru alınmadığı, uygulanması da tüzük ve anlayış gereği engellendiği bir yapıda sınıf çıkarları değil sermaye çıkarlarının korunması anlamını taşır. Durum böyledir diye bu anlayışlara karşı örgütlülük dâhilinde mücadele edilmez anlamı da çıkarılmamalıdır. Aksine, bulunduğumuz alanda başlayarak sendikal demokrasinin adım adım yerleştirilmesi için çaba göstermeliyiz.
Türk-İş Eylemleri Nedenleri
Türk-İş eylemleri bir ihtiyacın ürünü olarak doğdu, ancak hiçbir zaman hayat bulmadı, özellikle 12 Eylül’ün getirdiği işçi haklan üzerindeki tahriplerine karşı uzun süre suskun kalan, hatta taraf olan yöneticiler tabandan gelen sesler üzerine eylemlerden bahsetmeye başladı; Türk-İş. 1986’larda hükümete karşı laftan öteye gitmeyen eylem tehditleri bir-iki göstermelik ve yaptırımı olmayan eylemlerden başka söylenilen, hatta karar altına alınan eylemler bilinçlice engellendi. Bilindiği gibi, 1988’de alınan bir dizi eylem kararlarının büyük çoğunluğu uygulanmadı. Büyük şehirlerde işçi gösterileri yerine işçilerin çok az olduğu illerde birkaç gösteri yapılabildi, örneğin, tüm çabalarımıza rağmen, 1980 sonrasında işçi sınıfının en yoğun olduğu İstanbul’da bir işçi gösterisi gerçekleşemedi ve her defasında Türk-İş’çe engellendi. Genel grevden hep söz edildi, bırakalım uygulanması, genel grevle neyin hedeflendiği bile işçiden saklı tutuldu.
Tüm bunlara karşılık neden eylem kararlarını alır? Türk-İş’in eylem kararı almasının nedeni, sınıfın gelişen tepkisini oyalamaktadır. Nitekim alınan, kararlar kimilerince ayakta alkışlanmış, eylemlerin hayata geçmeyeceğini söyleyen insanlara da tepki gösterilmiştir; hem de sendikal birlik adına. Tüm bunları söylerken doğru tavır alınan, uygulanması gerektiğinde eylemlere en geniş şekilde sahip çıkan yine sınıf öncüleri olmuştur. Sendikal demokrasi sorununda olduğu gibi, eylemler sorununa da Türk-İş’in yaklaşımı sınıfsal niteliğinin yansıma biçimidir. Bana göre sendikal birlik sendika bürokratlarının birliği değil, en geniş işçilerin birliği; sendikal demokraside, aynı şekilde işçi demokrasisinin uygulanma biçimi olmalıdır.
Türk-İş’in Politikası İşçilerin Ekmek ve Özgürlük Sorunu
Türk-İş’in sendikal politikası, işçi sınıfının ekmek ve Özgürlük mücadelesine karşı olan bir sendikal politikadır. “Partiler-üstü” veya “partilere karşı bağımsızlık” politikasının işçi sınıfına değil, sermayeye hizmet ettiği ortadadır. Türk-İş’in “tarafsızlık” politikası altında taraflılığı, ikiyüzlüce gizleme politikasından başka bir şey değil; ekmek ve özgürlük mücadelesi sermayeye karşın dişe diş direnmekle yürütülür.
Bu alanda Türk-İş’in temel felsefesi, sermaye ile uzlaşmak, tabandan gelen tepkilere direnmektir. Bu anlamda Türk-İş, işçi sınıfının ekmek ve özgürlük mücadelesinin yükseltilmesinin önünde engel konumundadır.


EK-4
Tümtis, İstanbul Şubesi Sekreteri Ali KÜÇÜKOSMANOĞLU
“Türk-İş: Sarı-Gangster Sendikacılık”

Sendikal demokrasi; sendikal mücadele ile ilgili her kararda demokrasinin tüm kurullarının işler hale getirilmesidir. İşyeri sendika temsilcisinden, sendika genel başkanın seçimine kadar her aşamada ve sendikal organların işleyişinde biricik kural demokrasi olmalıdır. Ancak, en geniş demokratik işleyiş, demokratik merkeziyetçilikle anlam kazanır. Sendikal demokrasi, sınıfın kuyruğuna takılmak değil, sınıfa devrimci anlamda doğru önderlik yapabilmeyi amaçlamalıdır.
İşçi sınıfı içerisinde, açıklığın, her türden düşüncenin tartışıldığı bir ortamda san-gangster sendikacılık eğilimi güç bulamaz.
Türk-İş’te egemen olan sendikacılık anlayışı, san-gangster sendikacılıktır. San-gangster sendikalarda demokrasinin hiçbir kuralı işlemez. Alabildiğine, bürokratik, kırtasiyeci, merkeziyetçi bir yapı vardır. Bu yapı, kurumlaşmıştır. San-gangster sendikacılığın can düşmanıdır demokrasi.
İşyerlerinde temsilciler işçilerden habersiz atama ile belirlenir. Delege seçimleri göstermelik ve bin-bir çeşit dalavere ile yapılır. Birkaç bin kişinin çalıştığı işyerinde seçime 200 kişi katılır. Ya da oyların sayımı sendikada yapılır. Kaldı ki, genel kurul öncesi işyerlerinden işverenlerle bir olup öncü-devrimci işçiler işten attırılır. Ve genel kurullara “sorunsuz” gitmek amaçlanır, örneklerini geçmişte bugün sarı-gangster tüm sendikalarda yaşıyoruz. Tüm bunlara karşın yönetime gelen devrimci-demokrat güçlerin geldiği şubeler ya feshedilip başka şubelere bağlanır, ya da yöneticilere profesyonellikleri verilmemeye, çalıştırmamak için her türeden engel getirilmeye çalışılır.
İçerisinde yaşadığımız yerli-yabancı para babaları düzeninin ve siyasi iktidarın baskısına, zulmüne karşı koyabilecek tek toplumsal güç, işçi sınıfımızdır. Bundan dolayı da işçi sınıfı içerisinde devrimci bir potansiyeli ve dinamizmi barındırır. Sınıfın yükselen mücadelesi, ister istemez sarı-gangster sendikaları ve Türk-İş’i de etkiler. Etkilenme ile birlikte Türk-İş bir-iki demeçle durumu idare etmeye çalışır. Belirli bir aşamaya gelindiğinde ise eylem kararları alır. Alınan eylem kararları bir-iki ertelemeyle başlar ya da başlamadan sona erer.
Sarı-gangster sendikacılığın ve de Türk-İş’in “sınıf ihaneti” yüzü bu aşamada ortaya çıkar. Çünkü sınıfın ivme kazanmaya başlayan mücadelesi, sarı-gangster Türk-İş yöneticileri tarafından ihanete uğratılır. Sınıfın sınıf kini, mücadeleye, örgütlü güce güveni kaybettirilmeye çalışılır.
Türk-İş böyle davranmakla sarı-gangster işlevini eyerine getirir. Sınıfın yükselen mücadelesi pasifize edilerek sermayeye hizmette kusur edilmemiş olunur.
Türk-İş’in sendikal politikasının özünü, uzlaşma ve ihanet oluşturur. Bu politika ile işçilerin, ekonomik-demokratik ve de özgürlük mücadelesi bir adım ileriye götürülemez, pasifize edilir.
Sınıf içerisinde nicel anlamıyla büyük bir çoğunluğu içerisinde toplayan Türk-İş’in sendikal politikasının yine sınıf içerisinde teşhir edilmesi gerekir. “En geri sendikalarda çalışma yapılmalıdır” ilkesine bağlı kalmalıyız. Ancak, bir yandan bunu yaparken diğer yandan devrimci sendikal anlayışa hizmet edecek her türden sendikal çalışmayı da gündemde tutmalıyız. Türk-İş dışındaki sendikalarda da çalışmak, yani konfederasyon çalışması vb. gibi.
Sınıf içerisinde egemen olan sendikacılık anlayışının (san sendikacılık) teşhiri ve sınıfın içerisinde devrimci sendikacılık eğiliminin belirleyici duruma gelmesinin yolu, devrimci hareketin sınıf içerisinde güçlenmesine bağlıdır.
Sınıfın siyasi önderliğe kavuşabilmesi durumunda, sendikal mücadele alanındaki olumsuzluklar da aşılacaktır.

Ekim 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑