Cezaevlerinde direniş, destekleme eylemleri ve… Babıâli’de kim nereye kadar?

Babıâli’yi anlatmak kolay mı? Bir yandan yumurta üreticiliğinden inşaatçılığa ticaretin her türlüsüyle iştigal eden: öte yandan silah ithalatına bulaşan gazete patronları… Bir gün Tercüman’da, ertesi gün Milliyet’te karşılaştığınız; kalemini “profesyonelce” kullanan gazete yöneticileri-yazarları… Hükümetle bir “küsüp” (genellikle kredi sorunları çözülünce) bir ‘barışan” gazeteler…
Ve bu çarkı, çoğu kez “kendilerine rağmen” döndüren muhabirler, gazeteciler…
Gazetelere her gün binlerce haber ulaşır. Dünyanın, Türkiye’nin her köşesindeki olaylar telefon, teleks ve daktilolarla haber merkezlerine akar. Sonra bu haberler ayıklanır, bazıları yeniden yazılır ve küçüklü büyüklü yüz kadarı sayfalarda yerlerini alır.
Neler yoktur ki bu haberlerde!
Bazen paragraflar boyunca kara-kuru, içi kof lakırdılar okursunuz.
Bazen sayfanın köşesine sıkışmış birkaç satırda, insanlık kadar büyük acıları sezersiniz.
Ama bazen de (aslında hiç de “bazen” sayılamayacak sıklıkta) bir haberi arar, bulamazsınız. Gazetelerin patronları, yöneticileri o haberi “istememiştir” çünkü.
Tüm bunlar, cezaevlerindeki açlık grevleriyle ilgili haberlerde yaşandı. Genç gazeteciler, muhabirler olayları izlediler, insanlarla konuştular ve tanık olduklarını gazetelerine aktardılar, ama…
İşte bu “ama”, gazetecileri 12 Eylül sonrası ilk kez, mesleki sorunlarının dışında bir konuda tavır almaya yöneltti.
15 Ağustos Salı, İstanbul’da Pera Palas:
Kendi deyimleriyle “5 yaşlı insan”; Aziz Nesin, Emil Galip Sandalcı, Mina Urgan, Mehmet Ali Aybar ve Rasih Nuri İleri, cezaevlerindeki direnişleri desteklemek amacıyla, açlık grevindeler.
Gün boyu Pera Palas dolup taşıyor. Gruplar halinde işçiler, yazarı sinema oyuncusu ressamı ile sanatçılar, öğrenciler, “bugün isyanımızın rengi siyah” diyen siyahlı kadınlar… Ve gazeteciler. En kalabalık da onlar. Hemen her gazeteden, dergiden gazeteci var. Ama başı, kalabalık bir grupla Gelişim Yayınları çekiyor. Üstelik yalnızca nicel olarak değil. Gelişim, özellikle de Nokta sözcüleri, gazetecilerin ortak sıkıntısını dile getirme öncülüğünü de yapıyor. Zaten, gün boyu gazete ve dergilere telefonlar edip Pera Palas’a çağıran da onlar. Nokta Haber Müdürü Emin Tanrıyar, toplantıyı yönetme görevini üstlenmiş, “etkileyici” bir konuşma yapıyor. Gazetecileri duyarlılıklarını kanıtlamaya çağırıyor.
Sıkıntılar gibi tespit de ortak: “Gazetelerimiz, dergilerimiz açlık grevleriyle ilgili haberlere ya yer vermiyor ya da çarpıtarak veriyor. Artık açlık grevlerinin haber olabilmesi için açlık grevcilerinin ölmesi veya konunun magazinel bir boyut kazanması gerekiyor. Bizlerin kamuoyu oluşturması gerekirken, kamuoyunun duyarlılığını bile yansıtamaz hale geldik. Mesleğimizden ve kendimizden utanmamak için bir şey yapmalıyız.”
Evet, bir şeyler yapmak gerek. Ama ne? Pera Palas’ın toplantı salonunda öneriler birbirini izliyor:
“Buradan çıkıp topluca kendimizi tutuklatalım. 100-150 gazetecinin tutuklanması her gazete için haberdir.”‘
”Patronlarımızı, yöneticilerimizi ikna etmeye çalışalım. Olmazsa işi yavaşlatalım, hatta durduralım.”
“Sembolik bir ziyafet düzenleyelim. Bizim önümüzde boş tabaklar olsun, Özal ve Sungurlu için de iki sandalye ayırıp önlerine dolu tabaklar koyalım.”
“Gazetelerden ilan yerleri alıp, yayınlatamadığımız haberleri ortak bir metin halinde yayınlayalım.”
“Müjde Ar, Taksim’de yere yatsa büyük olay olur…”
“Siyahlar giyip Karacaahmet Mezarlığında mezarların üstüne yatalım.”
Bu “iyi niyetli hafifliklerin” ardından, daha somut öneriler tartışılıyor ve iki eylem karara bağlanıyor:
– Gazeteciler, Cağaloğlu’ndan Vilayet’e yürüyecek, ellerindeki tuz ve şeker paketlerini Vilayet önüne bırakıp Sirkeci Postanesi’ne giderek Özal ve Sungurlu’ya telgraflar çekecekler;
– Sanatçıların ve demokratik kitle örgütlerinin de desteği sağlanarak Ankara’ya gidilecek. Adalet Bakanı Oltan Sungurlu ile görüşülüp istifası istenecek.
Kararlardan sonra ertesi sabah buluşmak üzere sözleşip ayrılıyorlar. Gazeteciler heyecanlı. Bu kez kendileri “haber nesnesi” olacaklar. Gazetelerine girebilecek bir haber yaratmak için kendilerini ortaya koyacaklar. Heyecanlı ve umutlular…
İlk adım, 16 Ağustos’ta Cağaloğlu yürüyüşü…
16 Ağustos Çarşamba, Pera Palas:
Açlık grevindeki 5 aydının; sendikalara, demokratik kitle örgütlerine, odalara, sanatçılara yönelik dayanışma çağrısına uyarak gelen temsilciler, Pera Palas toplantı salonunu dolduruyor.
Bu kalabalıkta bir avuç gazeteci var. Diğerleri nerede? Cağaloğlu yürüyüşü ve Ankara yolculuğunu gazetelerinde, dergilerinde örgütlüyor olmalılar. “Olabildiğince geniş katılım” kararı alındı ya!
O “bir avuç” gazeteci, toplantıya katılanlara, bir önceki gün aldıkları kararları açıklıyorlar; “bizi destekleyin” diyorlar.
Ayaküstü bir komite oluşturuluyor. Ankara’ya gitmek isteyenler komiteye adlarını yazdırıyor; kararlarını, sendikaları meslek kuruluşları ile görüşüp belirleyecek olanlar için irtibat numaraları saptanıyor…
İki gündür Pera Palas’ı dolduran ve kimi zaman “ev sahibi” tabloları çizen TBKP grubu ise bekleyişte… Ne de olsa “temkinlilik” baş ilkeleri… Hem, bakalım Ankara yolculuğu legal sınırları ne ölçüde aşacak? Hem, bakalım eyleme hangi gruplar katılacak? Hem, bakalım…
TBKP grubu bekliyor?
16 Ağustos Çarşamba, Gazete ve Dergiler:
Gazetelerde ve dergilerde yoğun bir gün. Haber trafiğine, bir de yürüyüş ve Ankara eylemlerinin tartışmaları ekleniyor. En ilginç tartışmalar ve gelişmeler ise Asil Nadir Grubu’nda cereyan ediyor. Yani Gelişim Yayınları ve Güneş Gazetesi’nde. Güneş Gazetesi’nde yöneticiler, “Cağaloğlu yürüyüşüne katılacakların gazeteye geri dönmemelerini” söylüyor.
Gelişim Yayınları’nda ise, tavır biraz daha demokratik! İsteyen yürüyüşe de katılır, Ankara’ya da gider. Ama “kişisel sorumluluğu” ile. Gelişim Yayınları’nı bir eylemin öncüsü gibi göstermek ise asla bağışlanacak bir şey değildir. Buna yeltenenler, sonucunu göze almalıdır. Hem zaten Nokta, Ekonomik Panorama ve Kadınca’da işler baştan aşkındır.
Resmi unvanı Nokta Dergisi Yayın Kurulu Başkanı olan, ancak Gelişim Yayınları bünyesinde “Asil Nadir’in sözcülüğü” görevini başarıyla yürüten Adil Özkol, bütün bunları pek de kibar olmaya çabalamadan açıklar. Ve dergilerin yöneticilerini uyarır: “Hadi bakalım, herkes işinin başına…”
Bu “zılgıt”ın ardından Gelişim çalışanları bir toplantı yapar ve “geriye çark” kararı alınır. Pera Palas’taki ateşli konuşmaların yerini “sağduyu” almıştır! Ankara’ya mesleki kuruluşların, kitle örgütlerinin temsilcilerini göndermesi daha doğru olacaktır. Herkesin gitmesine ne gerek vardır? Hem canım, zaten en doğru mücadele örgütlü mücadele değil midir? Öyleyse, görev, gazetecilerin örgütlerine: TGS, Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Gazeteciler Cemiyeti’ne düşmektedir. Bir önceki gün Pera Palas’taki toplantıda, bu kuruluşların harekete geçirilmesinin güçlüğüne; sorunun aciliyeti nedeniyle kişisel inisiyatiflerle en geniş katılımın daha doğru olacağına ilişkin konuşmalar unutuluvermiştir.
Cumhuriyet Gazetesi çalışanları da, “olmak ya da olmamak” probleminin peşine düşmüşlerdir. Haber Merkezi Müdürü Yalçın Bayer “Ankara’ya gitmeye kalkanı fena yapacağını” bildirir!
Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde ise durum çok nettir, öyle bir eyleme kalkışmak mı? Hadi canım sen de! Deneysiz birkaç genç muhabiri de ağabeyler uyarır: “Sakin ha, daha çok yenisin zaten, kapının önünde bulursun kendini.”
Bu arada, Babıâli’de bir söylenti dolaşmaya başlar: Milliyet Gazetesi’nin sahibi (ayna zamanda Koç Holding’in koordinatörlerinden) Aydın Doğan. Gazete Sahipleri Sendikası Başkanı sıfatıyla Adalet Bakanı Oltan Sungurlu ile bir görüşme yapmıştır. Rivayete göre, Sungurlu, bu görüşmede “gazete patronlarının açlık grevleri konusunda daha hassas davranmalarını, PKK’nın oyununa gelmemelerini” istemiştir.
Rastlantıya bakın ki, tam da o günlerde gazetelerde haberler ve köşe yazıları bu üsluba bürünüverir.
Hükümetin, aba altından gösterdiği PKK sopası, önce gazetelerde gazetecilerin başını hedefler, sonra da onlar aracılığıyla kamuoyunun… Üstelik yedekte bir sopa daha beklemektedir: Darbe… PKK sorunu çözümlenemezse, maazallah darbe falan olur!
Sopalar beklenen etkiyi gösterir. Haberlerde, PKK davasından yargılananların açlık grevlerinin başını çektiği, altı çizilerek vurgulanır. Köşe yazılarında, en demokrat geçinenler bile, “insani talepler bir yana, PKK’nın siyasi emelleri bir yana” diye kategoriler geliştirir. Kimisi de, soruna bulaşmamak için gözleri tavanda ıslık çalar; 12 Mart baskısından payını almış Altan Öymen gibi, günlerce Milli Piyango’nun “kazı-kazan felaketi”ni yazar.
Cağaloğlu yürüyüşüne gazeteciler işte bu koşullarda çıkarlar. Ve belki de bu yüzden yürüyüş ne planlandığı gibi gerçekleştirilebilir ne de umulduğu gibi gazetelerde yer alır…
16 Ağustos Çarşamba, Gazeteciler Cemiyeti:
Gazeteciler yürüyüşünün başlangıç yeri, Gazeteciler Cemiyeti olarak belirlenmiştir. Ancak bu, sanıldığı (ya da beklendiği) gibi, Cemiyet’in gazetecilerin mesleki kuruluşu olmasından kaynaklanmaz. Gazeteciler Cemiyeti yöneticileri, o gün, “eylemcilerle hiçbir ilgileri olmadığım” açıklamıştır nasılsa. Cemiyet’in, merkezi bir yerde bulunması ve her gazetecinin bildiği bir buluşma yeri olmasının ötesinde bir işlevi yoktur.
Bu işlevsiz, çirkin binanın içindeki “kıdemli” gazeteciler, Cefi Kamhi’nin katılacağı “AT-Türkiye İlişkileri” konulu panel için hazırlık yaparken; dışındaki genç gazeteciler de, 1 Ağustos genelgesini protesto etmektedir.
Ne var ki, gazetecilerin başında örgüt de, sürpriz de eksik değildir. Türkiye Gazeteciler Sendikası İstanbul Şubesi’nden bir yetkili yürüyüşten önce bir konuşma yaparak hedefi gösterir: Sirkeci Postanesi. Ya Vilayet? Ya vilayetin önüne bırakılacak tuz ve şeker torbaları? Vilayete gidilmeyecektir. Oysa Pera Palas’taki toplantıda, gazetecilerin çok büyük bir çoğunluğu desteklemiştir bu kararı. Kim, neden ve ne zaman vazgeçti bu karardan, anlaşılmaz. Gazeteciler birbirine bakar, homurdanmalar yayılır. Ama 250 kişi sokağın ortasında, köşeleri tutmuş polislerin ve pencereleri siper almış “kıdemli” Cemiyet üyelerinin önünde bunu tartışacak değil ya. Yüreklerinde küçük bir çentikle postanenin yolunu tutarlar.
17 Ağustos Perşembe, Pera Palas vs.:
Açlık grevlerinde 49. gün… Artık saatlerin önemi var. Akşama Ankara’ya doğru yola çıkılacak. Ama hâlâ kimlerin gideceği belli değil, Yolculuğun organizasyonu birkaç kişinin omuzlarında. Başlama düdüğünü çalan Gelişimciler, dergilerini hazırlamakla meşgul. O hafta Nokta’nın kapak konusu Sadizm. Derin bir mevzu! İşleri başlarından aşkın gerçekten de…
TBKP grubu da sırra kadem basıyor birden. Ancak, onların gerekçesi sadizm değil elbette! Malum, barışçı geçişlerden yanadırlar.
TBKP grubu, sosyalist dergilerden rahatsız. Çünkü Ankara yolculuğuna çok sayıda sosyalist dergi temsilcisi de katılacak. Pera Palas’ta ilk gün avuçlarının içinde gibi görünen hareket alanı birden ellerinden kaydı. Kişisel inisiyatifleriyle hareket eden bir grup demokrat, ilerici gazeteci ve bu grubun özelliğine saygı göstererek desteklerini sunan sosyalist dergi temsilcileri… TBKP grubu, bu ortaklıktan rahatsız. Rahatsızlığını da geri çekilerek gösteriyor. TBKP grubunun tutumu, ertesi gün Ankara’da İnsan Haklan Derneği Genel Merkezi yöneticilerinin tavrıyla daha da anlaşılır hale geliyor.
Ancak, henüz daha 17 Ağustos ve bir grup insan, Ankara’ya gidebilmenin telaşında. Her kafadan bir ses çıkıyor, bir türlü örgütlenilemiyor. Sonunda İnsan Hakları Derneği’nin İstanbul Şubesi devreye girmek zorunda kalıyor. Kendilerinin düzenlemediği, başlatmadığı bir eylemin sorumluluğunu İstanbul Şube’den birkaç kişi üstleniyor.
Sonunda yola çıkılıyor. Buluşma yeri yine Gazeteciler Cemiyeti. Cemiyet, bir kez daha “elinde olmadan” eyleme katkıda bulunuyor! İki otobüs dolusu gazeteci, sanatçı, siyasi dergi temsilcileri alkışlarla uğurlanıyor. öyle ya, gidip de dönmemek var! İçlerinden hiçbirinin Ankara’da olanlardan ve olacaklardan haberi yok çünkü…
18 Ağustos Cuma, Yol ve Ankara:
Yolculuk, böyle kısa bir sürede ve pek çok olumsuzluklar içinde örgütlenmiş olmanın getirdiği sorunlarla; ama, grubun kozmopolit yapısına rağmen bu sorunlar aşılarak sürüyor.
Sorunlara ilginç bir örnek: Gebze yakınlarında otobüs arızalanıyor. Saat 3’ü geçmiş. Sinirler geriliyor. Kimisi sağlam otobüse doluşup İzmit’e kadar gitmeyi ve orada yeni bir otobüs bulmayı öneriyor. Kimisi, sağlam otobüstekilerin Ankara’ya gitmesini, geri kalanların da kendi olanaklarıyla İstanbul’a geri dönmesini savunuyor. Ve birden bir polis aracı beliriyor otobüslerin yanında. Bir trafik otosu. Yardım öneriyor. Reddedilmesi üzerine de bir kâğıt parçası uzatıyor. Üstünde, iki otobüsün plakaları yazılı. “Kim olduğunuzu ve hangi amaçla Ankara’ya gittiğinizi biliyoruz. Size güçlük çıkarmak niyetinde değiliz. Bırakın da size bir otobüs bulalım.”
Sonuç: Ankara’ya gidebilmek için polisin bulduğu otobüse biniliyor. Ama kafalarda da sorular dolaşıyor: Bu kibarlığın nedeni ne? Birisi, “sandığımızdan daha ünlüyüz galiba” diyor. Bir başkası, “Ankara’ya gittiğimizde bize hazırladıkları (muameleden) mahrum bırakmak istemediler belki” diye ekliyor. Yol boyunca da, “kibarlığın” nedenini çözecek ipuçları aranıyor.
Ve Ankara… İki otobüs sabah 10’da Ankara’ya varıyor. Onları kentin girişinde kalabalık bir grup karşılayacak. Ama kalabalık falan yok ortalarda. Birkaç SHP milletvekili, İnsan Hakları Derneği Genel Sekreteri Akın Birdal, “olayı” izlemekle görevli gazeteciler ve kenarda köşede sivil polis arabaları.
Otobüslerin kent içine girişi yasak. O nedenle, kent içinde belli bir yerde buluşulup Adalet Bakanlığı’na yürünecek. İHD Genel Sekreteri Birdal, hazır taksiye binilmişken doğrudan Adalet Bakanlığı’na gidilmesini öneriyor. “Taksiyle eylem” önerisi ciddiye bile alınmadan geçiştiriliyor. Otobüstekiler, buluşma yeri olarak Mülkiyeliler Birliği’ni saptıyor. Gruplar halinde yola düşülüyor.
İstanbul grubu, taksi önerisini geçiştiriyor, ancak anlaşılan öneri “laf olsun” diye yapılmamış. Akın Birdal, Mülkiyeliler Birliği’nde toplanıldığında da ısrar ediyor önerisinde. Gerekçesi de, “polisin, yürüyüş yapılması halinde zora başvurup yürüyüşçüleri gözaltına alacağı” yolundaki tehdidi. Ankaralı gazetecilerden biri de ekliyor: “Ankara’nın polisi serttir. Yaparlar vallahi!” Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesinde bir tartışmadır kopuyor. İstanbul grubu yürümekte kararlı. Akın Birdal ise, polisin de gözaltına alma konusunda ne kadar kararlı olduğunu anlatmaya uğraşıyor. “Adalet Bakanlığı’na taksilerle gidin” diyor. Polis, “yürümesinler” demiş çünkü. Şu ise bakın! Ne ayıp! “Yürürlerse onları gözaltına almak zorunda kalabiliriz” demiyorlar da, tehdit ediyorlar!
Gruptakilerden birisi. Akın Bir-dal’a bir soru yöneltiyor: “İstanbul’da Ankara’ya gelirken polis bize oldukça kibar davrandı. Yani, şimdi de bizim kibar davranmamız mı isteniyor?” Birdal bu soruya yanıt vermiyor. Zaten soran da yanıt beklemiyor.
Ortada bir tek soru ve bir tek yanıt var nasılsa: “Ne yapılacak?” “Yürünecek”…
İHD Genel Sekreteri Birdal bunun üzerine, “Bizim görevimiz sizi karşılamaktı, Bu görevimizi yerine getirdik. Bundan sonrasının sorumluluğu bize ait değil” diyor. Kimse de pek şaşırmıyor bu sözlere. Günlerdir öyle çok “geri çekilmelere” tanık olundu ki!
İstanbul grubu Mülkiyeliler Birliği’nin kapısını tutmuş polislerin yanından geçip yürüyüşe başlıyor. Akın Birdal şaşkın,” Ankara’da yürütmezler abi” diyen genç gazeteciler şaşkın, “işin kibar kibar çözüleceğini sanan” polisler şaşkın…
Akın Birdal geride kalıyor. İHD İstanbul Şube yöneticileri ise, yürüyüşçülerin yanında. Birdal’ın korkuları boşa çıkıyor. Cumhuriyet Gazetesi’nin deyimiyle “genç aydınlar” Adalet Bakanlığı’na gidiyor; Adalet Bakanı görüşme talebini kabul etmiyor; yürünen yol bir kez daha kat edilerek Mülkiyeliler Birliği’ne geri dönülüyor. Programa göre, Mülkiyeliler Birliği’nde basın toplantısı var. Akın Birdal, toplantı salonundaki kürsüye geçip, eylemlerinden dolayı “genç aydınlar”ı kutluyor. O kadarla da kalmıyor. Uzun bir söylev çekiyor. İnsan haklarına sahip çıkmanın “mana ve ehemmiyeti”ni abartıyor.
Sonra… Sonrası… Sonrası, öncesinden pek farklı değil. Ertesi gün Ankara yolculuğu ve yürüyüşünü yalnızca Cumhuriyet Gazetesi geniş biçimde yansıtıyor. Kendi çalışanlarına bu yolculuğu ve yürüyüşü yasaklayan Cumhuriyet Gazetesi… Birkaç gazete de, ancak aranırsa bulunabilecek bir köşeye birkaç satır sıkıştırıyor. Evet, gazeteler cephesinde yeni bir şey yok. Ama hiç mi bir şey değişmedi?
Küçücük bir adımdı atılan. Direniş çorbasına atılan bir tutamcık tuzdu. Ama yine de baskılara, tehditlere karşı onurlu bir kalkınıştı; gazetelerin patronlarına, anlı şanlı yöneticilerine, eylem çağrısı yapıp ortadan toz olanlara karşı keyifli bir yanıttı. Yılgınlığa yenilmemişlerdi çünkü.
Ve en önemlisi, oturdukları yerden kalkıp yola çıkmışlardı bir kez…

Eylül 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑