Burada uzunca bir parantez açmamız gerekiyor. Ele aldığımız konunun normal akışını keserek araya girmemiz, araya ara bir bölüm koymamız gerekiyor, Türkiye’de demokrasi sorununun ele alınışında üretilen günce teoriler ile uluslararası platformdaki güncel siyasal süreçler arasındaki bağlantıya dikkati çekmek ve örneğin TBKP’nin bugünkü ‘barış ve demokrasi’ reformcu çizgisinin hangi tarihsel-siyasal birikimin mirası üzerine oturduğunu irdeleyebilmek için, ara bir bölüm, bir ihtiyaç olarak kendini dayatıyor.
Doğada veya toplumsal olaylarda, bir olgunun tarihsel gelişmesi, hem sürekliliği, hem de kopuşu içeriyor. Tarihsel gelişme ve düşünsel süreçler süreklilik ve kopuş diyalektiği ile açıklanabiliyor. Eski ile yeni, önce ile sonra arasında hem sürekliliği (devam), hem de kopuşu (inkâr-sıçrama) içeren ve bunların bütünlüğünde temsil olunan diyalektik bir bağ olduğu görülüyor. Bir olgu veya düşünsel bir süreç, kendi tarihsel gelişmesi içerisinde, uygun koşullarda yeni bir olguya dönüşüyor, gerekli nesnel ve özgül koşulların bir araya gelmesi yeni bir olgunun şekillenmesine yol açıyor, yeni bir süreç başlatıyor. Yeni, eskinin yadsınması, inkârı olarak ortaya çıkıyor, yeni eskiden kopuyor. Mutlak değil, mutlak olmayan bir kopuş gerçekleşiyor. Yeni olgu, eski olgunun dönüşümü, değişimi üzerinde ortaya çıkıyor ve eski olgunun ‘olumlu’ yanları yeni olguda sürüyor. Yeni, eskinin içinden çıktığı kadarıyla bir yenilik taşıyor. Mutlak olmayan kopuş, süreklilik terimi ile ifade ediliyor. Gelişmede meydana gelen niteliksel sıçramalar, sürekliliği mutlak anlamda sona erdirmiyor.
Var olan sistemin radikal dönüşümünü amaçlayan siyasal örgütler, sistemi değiştirme mücadelesinde, aynı zamanda kendilerini de değiştirip dönüştürebiliyorlar. Devrimci-demokrat veya sosyalist siyasal örgütler, değişme-dönüşme potansiyeli taşıyorlar. Süreklilik ve kopuş diyalektiği, bu değişim-dönüşüm sürecinde kendini gösteriyor. Ve süreklilik, bir olgunun aynı düzlemde tekrarı olarak ortaya çıkmıyor. Kopuş ve süreklilik diyalektiği başka bir düzlemde, daha üst bir düzlemde kendini yeniden-üretiyor. Sistem-dışı olma olgusu, kopuş ve süreklilik diyalektiğinin hareket noktası oluyor. Sistem-içi olgular ise, kendini aynı düzlemde yeniden-üretiyor. Sistemin, sistem-dışı güçlerin baskısı ile giderek çürümesi ve tarihsel anlamda miadını doldurmuş olması, aynı temelden beslenen ideolojik ve siyasal materyalin, sistemin ihtiyaçlarına uygun olarak kendini tekrarlamasının maddi zeminini oluşturuyor.
Tarihsel ve siyasal oluşumu itibariyle TKP ve TİP, sistem-dışı olma potansiyelini taşımıyorlar, sistemin sistemli bir siyasal gücünü oluşturuyorlar. TBKP oluşumu, TKP-TİP olguları açısından, kopuş ve süreklilik diyalektiğini temsil etmiyor. TBKP çizgisi, TKP ve TİP çizgilerinin, sistemin ihtiyaçlarına da bağlı olarak, aynı düzlemde yeniden üretilmesine dayanıyor. TBKP çizgisi, TKP ve TİP’in ideolojik ve siyasal çizgisinin devamı olarak ortaya çıkıyor. TBKP çizgisi ve politikaları ile TKP ve TİP politikaları arasında var olan süreklilik, yeni bir düzleme sıçramıyor, aynı düzlemde sürüyor. TBKP, ideolojik ve siyasal gıdasını, geçmişin gerici-reformcu mirasından alıyor.
Bir de uluslararası platformdaki yeni gelişmeler ve revizyonist dünyanın global politikaları, TBKP’nin güncel politikalarına kaynaklık ediyor. TBKP, SSCB’nin uluslararası politikalarının uygulanmasında ulusal bir işlev görüyor, yansıtma işlevini yerine getiriyor. Yansıyan zahiridir, varlığı ve kişiliği yansıtılana bağlıdır. Aynadaki görüntünün bir kimlik taşıması mümkün olmuyor. Mültecilik yılları sığıntı ideolojisi yaratıyor, sığıntı kimliksizleşiyor. Mültecilik yılları TKP’yi kimliksiz hale getiriyor. Mülteci bir statüye erişmeden önce, TKP, ‘Kemalizm’in sol kanadı’ olarak, sistem-içi bir işlev yerine getiriyor. ‘Dış-TKP’ kendi kimliğini bırakıyor, kimliksizleşiyor, sahibinin sesi oluyor. İsim değiştiriyor ama TBKP, TKP’nin kimliksizlik mirasını sürdürüyor. Dün Brejnev’in her söylediğini tekrarlarken, bugün Gorbaçov’la birlikte Brejnev’in ve Brejnev döneminin kötülüklerini sayıp dökebiliyor. Dün Brejnev Doktrinini savunurken, bugün Gorbaçov’la birlikte barış havariliği yapabiliyor. TKP-TBKP, Türkiye egemen sınıflarının doğrudan taraf olduğu Kıbrıs gibi, Ortadoğu, Kürt ulusal sorunu gibi sorunlarda, dahi SSCB devletinin güttüğü politikalara göre politika belirleyecek düzeyde siyasal bir kişiliksizliği temsil ediyor. Bulgaristan’da Jivkov faşizminin ezilen milliyetlere karşı uyguladığı kitlevi asimilasyon ve sınır-dışı etme politikası ile ilgili olarak dahi, ancak SSCB’nin dolaylı yeşil ışığını aldıktan sonra ve biraz da Türk egemen sınıflarının egemen politikasının çok fazla uzağına düşmemek için, yarım ağızla bunun ‘sosyalizmle bağdaşmaz’ bir tutum olduğuna dair açıklama yapmak durumunda kalıyor. TKP-TBKP’nin ‘iç’ politikaları, SSCB-SBKP’nin dış politikalarının, birebir düzeyde olmasa bile, yansıması ile oluşuyor. TBKP, aynadaki görüntü demek oluyor.
Ulusal ve uluslararası politik sorunların ele alınışında ve çözüm yolları arayışında dış faktör, egemen kültürün tarihsel şekillenmesinde, önemli bir yere sahip. Tarihsel şekillenme ve maddi zemin dış faktörün rolünü öne çıkarıyor, dış faktörün rolünün abartılmasına neden oluyor. ‘Batının katkısı ile Batı’ya yetişme’ Cumhuriyetin ve kendine güvensiz cumhuriyet aydınının ideolojisi oluyor ve bugüne aktarılıyor. TKP, ‘sol’dan bu aydın geleneğinin sürdürücüsü olma işlevini üstleniyor ve iç faktörlerle tutunamayınca bütünüyle dış faktörlere yaslanıyor. TBKP, bu geleneği sürdürüyor ve Avrupa Topluluğu’ndan esen demokrasi rüzgârlarını arkasına alarak, Avrupa normlarına uygun bir demokrasi savaşımı ve yasal parti girişimi için, iki genel sekreterini Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne gönderiyor. Ankara’dan hiç ayrılmayan demokrasi heyetleri ile dış-faktör, kendisinden beklenen önemli tarihsel rolünü sürdürüyor. TBKP, varlığını ve geleceğini Batı Avrupa kaynaklı dış-faktörün yeterli derecede olgunlaşmasına ve etki gücünün artmasına bağlamış gözüküyor, öyle anlaşılıyor. İdeolojik ve siyasal gıdasını da Gorbaçov’un ismi ile anılan SBKP’nin yeni güncel politikasından, ‘barış ve demokrasi’ politikasından alıyor. ‘Barış ve demokrasi’ politikasının temel tezleri, ulusal öğelerin de hesaba katılmasıyla, ‘Barış ve Demokratik Yenilenme Programı’ olarak, programatik düzeyde yeniden formüle ediliyor.
TBKP, devrime karşı yasal bir dalgakıran olmaya soyunuyor. ‘Barış ve demokrasi’ politikası, yeni soğuk savaş dalgasının eteklerinde, onun bir yan-ürünü, türevi olarak şekilleniyor.
Eski Soğuk Savaş Dalgasının Sıcak Tezleri ‘Sol’ Cepheden Yeniden Üretiliyor
İkinci emperyalist savaşın hemen arkasından, dünya, soğuk savaş dalgasının içine düşüyor.
Soğuk savaşın sıcak dalgaları, yirmi yıla yakın bir süre dünyayı etkisi altına alıyor ve hızını giderek kaybediyor, birinci soğuk savaş dalgası geri çekiliyor, ama savaşlar sürüyor, sıcak veya soğuk savaşlar devam ediyor. İkinci savaştan bu yana, dünya yeni bir genel savaşa sahne olmadı, emperyalizm pazarları ve hegemonya alanlarını yeniden paylaşmak için, dünya ölçeğinde, üçüncü bir sıcak savaşa başvurma ihtiyacı duymadı. Ama bölgesel-yerel savaşlar, çatışmalar hiç bitmedi, silahlanma yarışı, bu yarışa dev nükleer silah stoklarının da katılmasıyla, artarak sürdü, sürüyor.
Şimdi nükleer silah depolarının üzerinden yeni bir soğuk savaş dalgası ilerliyor. Dünya, ilan edilmemiş yeni bir soğuk savaş dönemini yaşıyor. Yeni soğuk savaş rüzgârları, daha başlangıcında Batı ve Doğu yönlerinden esmeye başladığı için, çok daha etkili oluyor, etkili olduğu görülüyor. Özgürlük ve insan haklarının gerçekleştirilmesine yönelik istemler, Tienanmen meydanında, soğuk savaş dalgaları altında kana bulanıyor.
Soğuk savaşın özünde anti-sosyalizm var, özgürlük karşıtlığı var.
Birinci soğuk savaş dönemi, özellikle ilk evresinde, anti-Sovyetizm anlamına geliyor. Emperyalizm, sıcak savaşla başaramadığını, soğuk savaşla denemeye çalışıyor. Veya şöyle de söylenebilir: Emperyalist sistem pazarları yeniden paylaşmak, fiili bir güç olarak yerleşmeye başlayan sosyalizmi ortadan kaldırmak için, sıcak savaşa başvuruyor. Sıcak savaş emperyalist cepheyi yarıyor, emperyalist sistemden yeni halkalar kopuyor. Savaşın bitiminde Doğu Avrupa ülkelerinde, Alman faşizmine karşı Kızıl Ordu desteğinde kazanılan zafer, tek başına veya belli demokratik partilerin katılımıyla komünist partilerin iktidara gelmesiyle tamamlanıyor. Devrimin ayak sesleri Berlin’den duyulmaya başlanıyor. Batı Avrupa sosyalizmin ‘tehlike’ çemberine giriyor. SSCB’nin anti-faşist savaşta kazandığı ve Amerikan Kıtası’na kadar uzanan prestij ‘tehlike’yi artırıyor. Tek (ilkeli sosyalizm çok ülkeli hale geliyor, klasik deyimiyle sosyalist kamp, emperyalist sistemin karşısına yeni bir güç olarak dikiliyor.
Devrimin alevleri, emperyalist sistemi Doğu’dan ve Güney’den kuşatma altına alıyor. Çin’de ABD’nin desteklediği Çan Kay-Şek gericiliğine karşı ulusal ve demokratik devrim 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanıyor. Kore’de iç-savaş başlıyor, Hindi-Çin yarımadasında sürüyor. Biliniyor. İran’da 1945’te Pişaveri Ayaklanması ile başlayan süreç, Tebriz’de muhtar Azerbaycan Cumhuriyeti’nin ilanına yol açıyor. Azerbaycan Cumhuriyeti’ni, kısa bir süre sonra Mahabad bağımsız Kürt devletinin kurulması izliyor. ‘Tehlike’ Ortadoğu’ya kadar yayılıyor. Ve Avrupa’nın Güney-kanadında, Yunanistan’da, Varkize Anlaşması ile Yunan Komünist Partisi, silahlarını İngiliz emperyalistlerine ve iç-gericiliğe teslim ederek ve bu suretle, 1945 karşı-devrim terörünün, devrimin en militan kadrolarını biçmesine yol açarak, olgunlaşmış devrim meyvesini dalından uzanıp almaya cesaret edememiş olsa da, Yunan iç-savaşı sürüyor. Kapitalist dünya için ‘tehlike’ bitmiyor ve Fransa, İtalya gibi Batı Avrupa ülkelerinde, sistem, siyasal istikrarsızlık nüveleri taşıyor. Sistem için artık hayati bir tehlike oluşturmasalar da, bir yıl sonra hükümetten kovulacak olan Kominform üyesi FKP ve İKP, biri Savunma Bakanlığı olmak üzere, 1947’de iktidar ortağı olarak hükümette yer alıyorlar. Üstelik İtalya’da işçi hareketi gelişiyor ve New Deal düşünün ölmeye başlaması ile ABD yaygın grev hareketlerine sahne oluyor.
Savaş, emperyalist sistemin cephe gerisinde de bozguna uğramasını doğuruyor. Eski sömürge sistemi hızla çözülüyor. Savaş öncesinde emperyalizmin cephe gerisini oluşturan sömürge ve bağımlı ülkeler, şimdi anti-emperyalist mücadelenin geliştiği cephelere dönüşüyor, ikinci savaş sonrasında Asya, Afrika ve Latin Amerika’yı büyük bir devrim fırtınası, ulusal kurtuluş fırtınası sarıyor. Elliden fazla Asya ve Afrika ülkesi, devlet bağımsızlığını ilan ediyor.
Emperyalist sistem dört bir yandan sarılıyor, sarsıntı geçiriyor. Savaşa uzaktan ve daha çok da sosyalizmin Avrupa’daki yürüyüşünü durdurmak amacıyla katılmış olan ve savaş bilançosunu zararla değil Batılı müttefiklerinin zararına karla kapamış olan ABD emperyalizmi, hem Kızıl Tehlike’yi önlemek, hem de elde kalan alanlara egemenliğini yaymak veya pekiştirmek görevi ile karşı karşıya kalıyor. ABD savaşın hemen sonrasında, sistemin yaralarını sarma görevinden kaçamıyor. Marshall Planı, Truman Doktrini ve Eisenhower Doktrini, ABD’nin karşı karşıya kaldığı ekonomik, siyasal ve askeri yükümlülüklerin doktrin düzeyinde, isimlendirme düzeyinde ifade edilmesi oluyor. ‘Sosyalist tehlike’nin karşısına Marshall Planı ile çıkılıyor ve Batı Avrupa’nın yeniden inşasına başlanıyor. Truman doktrini Yunanistan ve Türkiye’yi ABD’nin nüfuz bölgesine dahil ediyor. Truman Doktrinini Eisenhower Doktrini izliyor ve Ortadoğu, kısa da sürse, Amerikan nüfuz bölgesinin içerisine alınıyor. Batı ve Güney Avrupa’nın askeri varlığı, Atlantik ötesini de içine alacak şekilde, NATO şemsiyesi altında toplanıyor. Devrimci fırtınanın, durdurulması ve emperyalist sistemin yeniden ayakları üzerine dikilebilmesi için, sistem, ön-hazırlığını, uluslararası örgütlenmesini tamamlıyor. ‘Sovyet yayılması’nın ve ‘demir perde’nin karşısına “hür dünyanın savunulması’ stratejisi ile çıkılıyor. Sistem ‘kızıl tehlike’ propagandasını öne çıkararak ahlaki-moral değerlerle kendini takviye ediyor. Sistemin varlığını ve vahdetini sürdürebilmesi için, insani ve ahlaki değerler propagandasına sarılıyor. ‘Sovyet yayılması’ ve ‘demir perde’ kavramları ile eşitlenen sosyalizmin ve devrimin dünyada artık gelişmiş maddi bir güç olarak varlığı, sosyalist sisteme ve devrime karşı emperyalist sistemin yeni ve topyekûn bir Haçlı Seferi başlatması için uygun bir gerekçe oluşturuyor. Ama yeterli bir neden olmuyor. ABD ve emperyalist sistem, yeni bir sıcak savaşa yönelmenin, maddi ve moral koşullarının uzağında.
ABD, sosyalizme ve devrime karşı topyekûn bir haçlı seferine ihtiyaç duyuyor, ama sıcak savaşa yönelemiyor. Sosyalizmi ve devrimi soğuk savaşla durdurmaya çalışıyor, dünya egemenliğini gerçekleştirmek için, soğuk savaş dalgalarını bir araç olarak kullanıyor.
Dünya konjonktürü ancak soğuk savaş çıkarmaya uygun bir ortam sunuyor. Emperyalizm, sosyalizm ve devrim dalgalarının karşısına, dış politikada, soğuk savaş dalgakıranı ile çıkıyor. Soğuk savaş dalgakıranı, ABD iç-politikasında, en sıcak etkisini, liberal ve demokratlardan komünist türetilerek, McCarthyizm ile gösteriyor.
Sıcak savaşın sona ermesinden iki yıl sonra, 1947’de, ABD emperyalizmi, sosyalist kampı, soğuk savaş dalgakıranı ile muhasara altına alıyor.
Muhasaranın sonuç almada etkisiz kaldığı söylenemez. Soğuk savaşın orta yerinde, SBKP 20. Kongresi’nde, Kruşçev tarafından dile getirilen yeni global tezlerle, SBKP, soğuk savaş kampanyasına katılıyor. Kruşçev’in ağzından, soğuk savaşın sıcak tezleri, ‘sol’ cepheden yeniden üretiliyor. Soğuk savaşın orta yerinde, SSCB, soğuk savaşın nesnesi olmaktan kurtuluyor, dolaylı yoldan soğuk savaşın öznesi konumuna yükseliyor. Soğuk savaşta yeni bir taraf olarak, emperyalist muhasarayı ‘yarıyor’. Zaman zaman ortaya çıkan ama artık gerici bir platforma kayan belli sürtüşmelere ve gerginliklere karşın, iki sistem ‘barış içinde yan yana’ yaşayabiliyor.
Kruşçev’in tezleri, iki sistemin barış içinde yan yana yaşaması ve mevcut dünya statükosunun korunması gerektiğinin formüle edilmesi demek oluyor.
Sovyet modern revizyonizmi, Kruşçev’in ağzından dile getirilen tezler bütünlüğü ile iç-politikada bir restorasyon süreci başlatıyor. Devrimci değerlerin, Marksist politik tezlerin ve ideolojinin yerine, burjuva değerleri, gerici değer yargılarını koyuyor. Uluslararası planda, devrime ye devrimci-radikal hareketlere karşı tavır alıyor, parlamenter geçiş ve barışçıl yol tezleri, temel bir politika düzeyine yükseliyor. Yeni-sömürgeciliğin meşrulaştırılması ve yeni-sömürgecilik statüsünün korunması, SSCB’nin global politikası oluyor. Yeni-sömürgeciliğin sürdürülmesi konusunda, SSCB politikaları ile ABD politikaları arasındaki fark kapanıyor. Kruşçev Birleşmiş Milletler Örgütü’nün, eski sömürge statüsünün kaldırılmasına öncülük etmesini istiyor. Yeni-sömürgelere, ‘uygarlık’ ve ‘özgürlük’ taşınması için, SSCB, ABD ile barışçıl işbirliğine, yeniden paylaşılan dünyadan pay kapmak için rekabete yöneliyor. SSCB’nin de artık bir taraf olarak körüklediği soğuk savaş dalgaları, geri ülkelere, sömürge ve yarı-sömürgelere silahların uygarlığını taşıyor, ‘özgürlük’ şarkıları, kan ve ateş dalgaları arasında boğuluyor.
Kruşçev 1959 son yazında Washington’da gazetecilerin sorularını yanıtlarken, ulusal kurtuluş savaşlarını da kapsayan ‘yerel savaş’larla ilgili Sovyet politikasını samimiyetle dile getiriyor: “… yerel savaşlar çok tehlikelidir”, “savaş alevlerini tutuşturabilecek kıvılcımları söndürmek için elimizden geleni yapacağız.”
SSCB’nin bir ‘kıvılcımı söndürmek’ amacıyla, elinden geleni yapması için fazla beklemesine gerek kalmıyor. Kruşçev’in bu demeci vermesinin üzerinden daha bir yıl bile geçmeden, Kongo ulusal kurtuluş mücadelesinin alevleri, 1960 yazında, soğuk savaş dalgasının iki devinin, ABD ve SSCB’nin politik ve askeri işbirliği ile boğuluyor.
Tek örnek olmamakla birlikte, trajik ve uç bir örnek oluşturduğu için, kısa ayrıntılarından sözetmek gerekiyor.
1950’li yıllar biterken, Kongo’da sömürgeciliğe karşı gelişen silahlı ulusal mücadele, emperyalizmin müdahalesi ile karşılaşıyor. ABD emperyalizmi, Kongo’ya karşı saldırıya geçiyor. Saldırı SSCB tarafından da destekleniyor. Sadece desteklenmiyor, saldırı ve katliamda işbirliği de yapılıyor. 13 Temmuz 1960’da Güvenlik Konseyi’nin Kongo’ya Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin gönderilmesi kararına SSCB, ABD ile birlikte oy kullanıyor. Dahası Birleşmiş Milletler’in saldırgan askeri güçlerine lojistik destek, ulaşım araçları sağlıyor. Kruşçev, Kasavuon ve Lumumba’ya çektiği telgrafta, Birleşmiş Milletlerin yaptığı ‘faydalı işi’ övüyor. Kongo bağımsızlık mücadelesi eziliyor ve kukla bir parlamento kuruluyor. SBKP yöneticileri, 1961 yılında Gizengo’yu, Birleşmiş Milletler birliklerinin ‘himayesi’ altında toplanan Kongo parlamentosuna katılmaya ve kukla hükümette görev almaya ikna ediyor. İkna politikası trajik sonu da hazırlıyor: Lumumba katlediliyor, Gizengo hapse atılıyor, pek çok ulusal bağımsızlıkçı sürülüyor. Kongo ulusal bağımsızlık mücadelesi geriliyor.
SBKP’nin, soğuk savaş politikasına aktif bir taraf olarak katılması, Kongo ulusal bağımsızlık mücadelesini, sıcak savaş dalgaları içerisinde eritiyor.
Ama Cezayir ulusal bağımsızlık mücadelesi, SBKP’nin soğuk savaş tezlerine ve FKP’nin gerici politikasına karşın, zafere ulaşıyor. SSCB, Fransız emperyalist burjuvazisine karşı yürüyen Cezayir ulusal bağımsızlık mücadelesinde, fiilen Fransa’nın yanında yer alıyor. Cezayir halkı, elde silah Fransız işgalcilerine karşı savaşırken, Kruşçev, Fransız burjuvazisinin uluslararası destek arayışına destek oluyor. Kruşçev, Cezayir ulusal bağımsızlık sorununu, “Fransa’nın bir iç sorunu” olarak gördüklerini, “SSCB’nin, başka devletlerin içişlerine karışmama” politikası izlediğini açıklıyor. Cezayir ulusal bağımsızlık mücadelesinin yaklaşan zaferi, Fransız Birliğini küçültürken, Kruşçev, 1958’de, “… biz Fransa’nın zayıflamasını istemiyoruz, onun daha da büyümesini istiyoruz” mesajı ile De Gaulleci burjuvaziye moral aşısı yapıyor. İkinci sıcak savaş sırasında ve sonrasında, savunduğu tezlerle ve izlediği millici-politikalarla, neredeyse De Gaulle’cü politikanın bir eklentisine dönüşen Fransız Komünist Partisi, “Cezayir’in Fransa’nın ayrılmaz bir parçası olduğu”, “Fransa’nın şimdi olduğu gibi, gelecekte de Afrika’da büyük bir güç olması gerektiği”, Cezayir’in “et kıtlığı ve tahıl açığı” sorunlarının çözümünde Fransa için “gerekli” olduğu yolundaki emperyalist tezleri, ‘sol’ cepheden yeniden üreterek. De Gaulle’cü burjuvazinin ziyafet sofrasına sunuyor. Cezayir Komünist Partisi, SBKP ve FKP’nin, Fransa yanlısı politikası karşısında, savaşın dışında kalmayı tercih ediyor. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın alevlerinin Cezayir’in dört bir yanını sardığı bir dönemde, Cezayir Komünist Partisi Genel Sekreteri, Çekoslovakya dağlarında kış sporları yaparak boş zamanını değerlendirmeye çalışıyor. Cezayir halkının ulusal zaferi, Cezayir topraklarından sadece Fransız askeri varlığını denizaşırı topraklara sürmekle kalmıyor, Cezayir Komünist Partisi’ni de, Cezayir halkının siyasal yaşamından siliyor. Zafer sonrasında, SSCB, bağımsız Cezayir devletini tanımak için, önce Fransa’nın tanımasını bekliyor.
Emperyalizmin soğuk savaş dalgaları ve SBKP’nin soğuk savaş tezleri ve soğuk savaş politikası, yalnızca Cezayir Komünist Partisi’ni siyasal yaşamdan silmekle kalmıyor, belirli birkaç istisnayı ve eski partilerden kopan, ama ülkenin siyasal yaşamını etkileyebilecek kadar etkinlik gösteremeyen yeni komünist partileri dışında tutarsak, komünist partilerin büyük çoğunluğunun ya sistemle bütünleşme sürecini hızlandırıyor, ya da fiilen tasfiye olmalarına yol açıyor.
Tasfiye süreci Irak’ta trajik bir şekilde noktalanıyor. Kruşçev’in ‘barışçıl geçiş’ tezlerine sarılan Irak Komünist Partisi, reformcu çizgisinin diyetini, önderliğini, karşı-devrimci askeri darbeye kurban vererek ödüyor. Mısır’da ise, yarı-siyasi bir komedi sahneleniyor. SBKP, Mısır Komünist Partisi’ni, ülkenin tek politik örgütü olan Nasır’ın Arap Sosyalist Birliği’ne katılmaya zorluyor. Mısır Komünist Partisi, Nasırcılığın yaldızının en çok parladığı bir dönemde, 1965 yılında, Arap Sosyalist Birliği’ne katılıyor. Parti yöneticilerinin bir kısmı, katıldıkları partinin Merkez Komitesi’ne giriyorlar ve milletvekili yapılarak ödüllendiriliyorlar. Artık MKP, Nasırcılığı ve ‘kapitalist olmayan yolu’ dışarıdan değil, içeriden destekliyor. Hindistan Komünist Partisi de bir kliğiyle, Nehru’nun ‘kapitalist olmayan kalkınma yolu’nu izleyerek siyasal varlığını gereksiz görüyor, toprak ağalarının ve büyük burjuvazinin siyasal bir aleti haline geliyor. Amerikan Komünist Partisi’nin, soğuk savaş öncesinde, 1943 Tahran konferansı’nın hemen arkasından kendi kendini tasfiye ederek McCarthyizmin gelişmesi için toprağı temizlemesinin ve savunduğu görüşlerle Kruşçev’in soğuk savaş tezlerinin bir esin kaynağı olma şerefini haklı olarak taşımasının kısa öyküsü, ek başlık içerisinde veriliyor. ABD Komünist Partisi, Küba ve Kolombiya Komünist Partilerine kötü örnek oluyor. Küba ve Kolombiya Komünist Partileri, ABD örneğini izleyerek siyasal tasfiye sürecine giriyor. 1946’da parlamenter avanaklığa soyunarak burjuva partiler koalisyonuna katılmasına karşın, 1948’de hükümetten atılarak yeniden yasadışına itilen ve burjuva iktidarını ‘halkın demokratik hükümeti’ olarak ilan eden Şili Komünist Partisi’ni dışında tutarsak, Küba Komünist Partisi, Latin Amerika’da, SBKP’nin soğuk savaş tezlerinin en hararetli izleyicisi olarak ün salıyor. 1953 Moncado isyancıları, ilk zaferlerini, gerici Komünist Partisi’ne karşı kazanıyorlar. 1959 Küba Devrimi, sadece Batista Rejimini devirmekle kalmıyor, Fidel Castro iktidarının SSCB’nin uluslararası politikalarının bir eklentisi durumuna yükselmesi süreci öncesinde, gerici Küba Komünist Partisi’ni de bir kenara itiyor.
TKP’nin ise, ABD Komünist Par-tisi’nden ve Latin Amerika’nın gerici partilerinden de önce davranarak, daha ikinci sıcak paylaşım savaşı öncesinde, faşizme karşı mücadelenin selameti açısından, siyasal faaliyetine son verdiği, hep yazılıp çiziliyor. Öyle anlaşılıyor. Ara başlıkta, izlenen çizginin ve siyasal taktiklerin böyle bir likidasyon hareketi ile noktalanmasının, doğal bir siyasal sonuç olmasının kısa bir tahlili yapılıyor.
Daha evrensel anti-faşist savaşın, bütün hızıyla sürdüğü dönemde, burjuva demokrasisi karşısında çeşitli ideolojik-siyasal yalpalamalara uğrayan ve savaş sonrasındaki süreçte sosyal-demokrasinin eğik düzlemine girmeye başlayan ve kendi doğal evrimi içerisinde, bugünkü anti-komünist Avrupa Komünizmine ulaşan Fransa, İtalya ve İspanya’nın başını çektiği Batı Avrupa komünist partileri, ‘yapısal reform’ tezleriyle, SBKP’nin anti-komünist soğuk savaş kampanyasına Batı yakasından katılıyorlar. Batı Avrupa partileri, sınıf mücadelesinde işgal ettikleri tarihsel yerle ve ikinci sıcak savaşta kazandıkları prestijle ters orantılı olarak, savaş sonrasında, devrimin tahribatında, en az SBKP revizyonizmi kadar olumsuz bir rol oynuyorlar. Savaş sonrasında ve savaş sırasında anti-faşist hedeflerden sosyal hedeflere doğru evrilen sınıf hareketinin önüne, Batı Avrupa partileri, dalgakıran olarak dikiliyorlar. Birinci soğuk savaş dalgası, Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da siyasal istikran bütünüyle sağlamak için yeterli olmuyor, belli bir düzeyi aşamasa bile sınıf hareketi durmuyor. Savaş sonrası İtalya’sında gelişen işçi hareketi ve ABD’deki işçi grevleri sadece iki örnek. Batı Avrupa komünist partilerinin evrimci partilere dönüşmeleri ve sınıf hareketinin yönünü, sistem-içi ekonomik istemlerin elde edilmesine çevirmeleri, sınıf hareketinin törpülenmesi ile sonuçlanıyor.
Birinci Soğuk savaş dalgasının kendisi değil, SBKP’nin başını çektiği komünist partilerin soğuk savaş tezleri ve devrimci partilerin ideolojik-siyasal ve örgütsel likidasyon süreci, devrimi tasfiye ediyor, alttan alta kemiriyor. Sınıf hareketi ve devrim dalgaları, sistem içerisinde eriyor. Soğuk savaş dönemi, aynı zamanda, komünist partilerin ehlileşmesi ile sosyal-demokratlaşma sürecine girmesi ile sonuçlanıyor. Komünist partileri, anti-komünist düzen partilerine dönüşüyor. Devrimi savunma görevi, zaman zaman sağ, zaman zaman sol eylem biçimlerine savrulan devrimci-demokrasiye düşüyor. Küçük-burjuvazi, devrimin hedeflerini daraltıyor. İşçi sınıfına ideolojik öncülük görevi veriliyor. Fiili önderlik kırlara kayıyor. Anti-komünist komünist partilere artık burjuvazi ile birlikte, devrimi engelleme görevi düşüyor. Avrupa-dışı örneklerden söz edildi. 1968 Fransa başkaldırısında, Fransa Komünist Partisi’nin, devrimin yenilgisinde oynadığı karşı-devrimci rol biliniyor. FKP, ayağa kalkan Paris’e karşı, düzeni ve istikrarı savunuyor. Devrim yeniliyor, Paris komününün bir ikincisi tekrarlanmıyor. Düzenin yeniden yerine oturmasında FKP, tarihsel bir rol oynuyor. FKP, düzenin eğik düzlemine giriyor.
‘Devrimsiz-Başkaldırısız Bir Dünya’ Özlemi, Teorik İfadesini SBKP’nin Yeni Soğuk Savaş Tezlerinde Buluyor
Yönelimleri ve istemleri şüphesiz farklı öğeler taşıyor, farklı koşullarda ortaya çıkıyor, ama dün Quartier Latin’de söylenen özgürlük şarkılarının, bugün Tienanmen Meydanı’nı dolduran milyonların isyan çığlığına dönüşmüş olmasından şüphe duyulmuyor. Dün Fransız Devrimi’nin yenilgisinin arkasından timsah gözyaşı dökenler, bugün Tienanmen Meydanı’nı zapta çıkmış milyonların özgürlük şarkılarına, sevinçlerine ve umutlarına tank paletleri ile mitralyöz sesleri ile karşı koyuyorlar. Özgürlük çığlıkları kan banyosu içinde boğuluyor. Kan banyosu, yeni kurulan ‘İstiklal Mahkemeleri’ zincirinin yeni idam kararları ile sürüyor. Yeni Çin kapitalizmi, yeni Çin faşizminin siyasal barbarlığı ile, Çin bozkırını temizlemeye çalışıyor. 1980’li yıllar biterken, Çin barbarlığı, dinci-faşist Humeyni rejiminin resmi vahşetine yetişmeye çalışıyor. Tienanmen Meydanı’nın kana bulanması karşısında, timsahın gözyaşlarını dökme görevini, bu kez, Batı’nın emperyalist haydutları üstleniyor. SSCB, Çekoslovakya, Doğu Almanya ve Küba daha samimi davranıyor. Castro rejimi, Çin’deki katliamı açıkça desteklediğini ifade etme gereğini duyuyor, Tienanmen Meydanını dolduran milyonlarca işçi ve öğrenciyi karşı-devrimci ilan ediyor. Gorbaçov ise, demokrasi istemlerinin tank paletleri altında ezilmesine, sessiz kalarak, yorum yapmayarak destek veriyor. Ama SBKP yönetimi, milliyetler mahpushanesinde demokratik bir muhteva taşıyan ulusal hareketlerin gelişmesi, ulusların kendi kaderlerini yeniden tayin etme çabası karşısında sessiz kalmıyor. Ulusal hareketler çeşitli yollardan baskı ve denetim altına alınmaya çalışılıyor. SBKP yöneticileri, en çok, ulusal hareketleri bir işçi sınıfı hareketinin izlemesinden, izlemesi olasılığından çekiniyor. Ekonomik ve siyasal reformlar politikası ile Sovyetler Birliği’nde yeni bir Polonya örneğinin tekrarlanmasının önüne geçilmek isteniyor. Polonya’daki askeri rejim, Dayanışma Hareketini, resmi bir muhalefet gücü olarak sisteme dâhil etmek suretiyle, işçi hareketinin radikal taleplerini törpülemeyi amaçlıyor. Ama reddedilemeyen bir gerçek var: Polonya’dan Çin’e kadar revizyonist dünya, kapitalizmin, kapitalist restorasyon politikalarının sonuçlarına karşı yeniden yönelen kendiliğinden kitle hareketlerine sahne oluyor.
Tienanmen Meydanı’nın kana boyanmasından sonra, Çin Genelkurmay Başkanlığı yayınladığı bir bildiride, ayaklanmacıları ‘serseri’ olmakla, ‘solcu’ ve ‘Dörtlü Çete artıkları’ olmakla suçluyor. Barikatların arkasında milyonların demokratik taleplerinin, silahsız bir ayaklanmanın kan ve ateşle ezilmesi, eli kanlı generaller çetesine madalya getiriyor. ‘Muhteşem zafer’ şenlikleri ilan ediliyor. Barikatların yıkıntıları altında ve bir kan banyosu içinde, düzen yeniden yerine oturuyor. Çin Genelkurmay Başkanlığı’nın, ayaklanmacıları, ‘serseri’ ve ‘solcu’ olarak nitelendirmesi de bir anlam kazanıyor. Burjuvazinin ve soğuk savaş politikacılarının, kapitalizme veya kapitalizmin sonuçlarına yönelen kitlevi eylemlere karşı sürdürdüğü propaganda kampanyası, kavramlar düzeyinde dahi tekrarlanıyor.
Çin Genelkurmay Başkanlığı’nın bildirisi, bir soğuk savaş politikasının ifade edilişine resmi tanıklık yapıyor.
Eski soğuk savaş dalgasının etkisinden arınmadan, dünya, yeni bir soğuk savaş dalgasına şahne oluyor.
Birinci soğuk savaş dalgakıranı, dünya çapında, sosyalizmin prestijinin en yüksek olduğu bir dönemin ürünü olarak sahneye çıkıyor ve özellikle de birinci evresinde sosyalizm dalgasına çarparak kırılıyor. 1950’li yılların ortalarından itibaren sosyalist dalganın çekilmesi ve revizyonizmin soğuk savaş kampanyasına katılması, soğuk savaş dalgalarının tahrip gücünü artırıyor. Yeni soğuk savaş dalgası ise, birincisinin devamı olarak ortaya çıkıyor ve dalgalar, şimdilik zayıf gözüken engelleri aşarak ilerliyor. Kapitalist ve revizyonist gericilik, yeni soğuk savaş dalgası etrafında birleşmiş gözüküyor. Sosyalist düşünceye karşı, sosyalizmin teori ve pratiğine karşı tam bir haçlı seferi açılmış durumda. Komünizmin iflas ettiği ve devrimler çağının sona erdiği ilan ediliyor. Soğuk savaş dalgaları, sevinç dalgalan eşliğinde ilerliyor.
Farklı tarihsel koşullarda, ama paralel öğeler taşıyarak, ideolojik değer yargıları ve siyasal platformda, 19. yy.ın ilk restorasyon dönemi, 20. yy.ın son basamağında sanki yeniden tekrarlanıyor.
Yeni bir restorasyon dönemi, adeta dünya çapında yaşanıyor.
Muhafazakâr bir dalga ideolojiden kültüre, siyasetten ekonomiye kadar her alanda etkisini gösteriyor. Eski kapitalist dünyanın ve yeni kapitalist-revizyonist dünyanın, neredeyse her noktasından, muhafazakâr-liberal değer yargıları pompalanıyor. Ekonomik platformda pazar ekonomisi ile ifade edilen sağ-muhafazakâr politikalar genel bir uygulama ortamı buluyor. Faşist partilerden klasik muhafazakâr partilere, sosyal-demokrat veya ‘demokratik-sol’ partilerden anti-komünist komünist partilere kadar egemen siyasal yelpazenin sağlı-sollu bütün mihrakları, liberal-pazar ekonomisinin savunulmasında, rakiplerinin önüne geçmeye çalışıyor. Ekonomik programlar, liberal-pazar ekonomisi mantığı çerçevesinde yeniden şekilleniyor, devletçilik ve sosyal politikalar formülasyon düzeyinde dahi terk ediliyor. Muhafazakâr sağ politikalar, muhafazakâr veya muhafazakârlaşmış hükümetler eliyle uygulanıyor. Sosyal politikaların terk edilmesi, ‘sosyal-kapitalizm’ demagojisinin iflas ettiğinin itirafı anlamına da geliyor. Sosyal politikaların terk edilmesi ve bütünüyle liberal-pazar ekonomisi politikalarına yönelmesi ile sistem, krizden kurtulmaya ve kâr oranını yükseltmeye çalışıyor. Ekonomik politikaların sürdürülebilmesi ve sistemin istikrarının korunabilmesi için, siyasal devlet mekanizması yasal ve fiili yollarla takviye ediliyor. Yığınların uyuşturulması için muhafazakâr bir ideoloji dinsel değer yargıları ile takviye ediliyor, Darwin Kuramı bile ‘yaradılış’ efsanesine feda ediliyor. İnsanlık uzaya çıkabilecek ve nükleer enerjiyi kullanabilecek kadar bir gelişmişlik aşamasına ulaşmıştır. Kapitalizm, göktaşları ve yıldız kümeleri arasında Tanrıyı yeniden keşfederek insanlığın hizmetine sunuyor. Materyalizmin karşısına, yeniden nesnel-idealizm çıkarılıyor. Bir yandan ‘komünizmin iflası’, ‘materyalizmin iflası’ propagandası yapılıyor, bir yandan da materyalist dünya görüşü, materyalist dalga, dinsel dalgakıran ile durdurulmaya çalışılıyor. Yeni bir nükleer savaşın, dünyanın sonu demek olduğunun propagandası ve bu propagandanın yeni bir tanrı arayışına tahvil edilmesi çabası, yeni bir sanayi sektörü doğuruyor. Dini otoritelere, dini kurumlara yeniden itibar aşısı yapılıyor. Yeni bir itibar aşısı yapılması gerekli hale geliyor. Kapitalizm ve burjuvazi, yığınları dünya zevklerinden soğutma, cennetin nimetlerini yeniden övme ihtiyacı duyuyor. Dini otoriteler insana cennetin yolunu gösteriyor. Bugün artık Moskova’da, Varşova’da, Latin Amerika’nın herhangi bir başkentinde veya Washington’da anti-komünist parti şeflerini veya devlet başkanlarını kardinallerin, patriklerin veya Papa’nın önünde uzayıp giden el öpme kuyruklarında görebilmek mümkün hale geliyor.
El öpmenin ve iç-politika manevralarının dışında kalan zamanlarını, Gorbaçovlar, Reagan veya Bush’lar nükleer silah depolarının azaltılması ve dünyadaki mevcut statükonun sürdürülmesi görüşmelerinde, el sıkışmaya ayırıyorlar. Emperyalist bloklar sistemi arasındaki rekabet, dünyanın yeniden paylaşılmasının ötesine geçiyor, u/ayın paylaşılmasına yöneliyor. Yıldız Savaşları Projesi ABD’ye üstünlük sağlıyor ve ‘barış’ masasında konvansiyonel silah stokları arasındaki dengesizliğin giderilmesinde bir koz olarak kullanılıyor. Silahlanma propagandası ve orta menzilli nükleer silahların indirilmesi görüşmelerinin hızlanması, ‘barış ve yumuşama’ beklentilerine kaynaklık ediyor, özellikle SSCB, dünyadaki mevcut dengenin, mevcut statükonun korunması, aynı anlama gelmek üzere “barış’ın sürdürülmesi politikasını izliyor. ABD emperyalizmine, geçici de olsa, hegemonya alanlarının korunması ve meşruluğunun tanınması politikasını dayatıyor ve Afganistan’dan çekiliyor. Gorbaçov, ABD emperyalistlerinden ve Batılı emperyalistlerden ‘barış’ desteği istiyor. Taşlaşmış ve tıkanmış bir ekonominin, pazar ekonomisinin ve özel mülkiyetin yaygınlaştırılması, rekabet kanallarının genişletilmesi gibi kapitalizmin evrensel güncel yöntemleriyle aşılabilmesi için SBKP, emperyalizmin desteğine ihtiyaç duyuyor. Güçlerin iç ilişkilerin düzenlenmesine seferber edilebilmesi için, geçici bir süre de olsa, dış-ilişkilerde var olan keskinliğin törpülenmesine, silahlanma yarışına ve askeri fonlara ayrılan harcamaların azaltılmasına ihtiyaç duyuyor. Dış ilişkilerde istikrar arayışı ve dünya dengelerinin ‘barış içinde’ korunması çabası, Gorbaçov’un ‘barış politikasına’ kaynaklık ediyor.
SBKP, Batılı emperyalist blokla ekonomik, askeri ve siyasal ilişkilerinde ‘barış politikası’ izliyor.
Dünya halklarına karşı, ulusal kurtuluş savaşları ve sosyal devrim olasılığı karşısında ise, soğuk savaş politikası güdüyor. Yeni soğuk savaşın sıcak tezleri ile ezilen yığınların devrimci başkaldırısı durdurulmaya çalışılıyor. ‘Devrimsiz-başkaldırısız-isyansız-sorunsuz’ bir dünya yaratılması özlemi, teorik ifadesini, yeni soğuk savaş tezlerinde buluyor. Veya şöyle de söylenebilir: Yeni soğuk savaş tezleriyle çerçevesi çizilen ve uygulama alanı bulan SBKP politikaları ile dünyadaki mevcut durum korunmak isteniyor, dahası bu durumu sarsacağı düşünülen halk devrimlerine, anti-emperyalist ulusal kurtuluş savaşlarına, her türden karışıklığa açık bir tavır alınıyor.
Saptama ve tahliller evrensel düzeyde teorileştiriliyor, ek başlıkta görülüyor: Devrimler çağının sona erdiği, her türden devrimci başkaldırının, her tür sosyal karışıklığın, sadece insan neslinin, sadece uygarlığın değil, aynı zamanda yeryuvarlağının sonunu hazırlayacak bir nükleer savaşın patlamasında bir ‘ilk kıvılcım’ rolü oynayacağı ilan ediliyor. SBKP insanlığı ve uygarlığı kurtarmaya soyunuyor. Yeni soğuk savaş tezleri ‘elveda başkaldırı’, ‘elveda proletarya’, ‘elveda Marksizm’ karşı-sloganlarında örneklenen, ‘elveda’Iı yeni bir edebi akımın doğuşuna kaynaklık ediyor. Yeni soğuk savaş dalgasının sıcak tezleri, ‘elveda’Iı diziler atacılığı ile best-seller listesine giriyor. Nükleer Felaket Tellalı Partiler de, bir nükleer savaşın doğuracağı cehennemi ortamın ‘bilimsel’ tablolarım çizen SBKP’nin soğuk savaş tezlerini, daha da trajik bir biçimde yorumlayarak, dergilerinde basarak, devrimci görevlerini yerine getirmiş oluyorlar, insanlığa ve uygarlığa son bir hizmet sunuyorlar.
Birde gelişme potansiyeli taşıyabilecek halk hareketlerinin, ulusal kurtuluş hareketlerinin ‘askersel bir çatışma’ya yol açmasını önleme gibi tarihsel bir görevi yerine getirmeye, bu konuda burjuvaziye, egemen sınıflara yardımcı olmaya soyunuyorlar. “Ulusal çaptaki mücadelenin aşırı biçimlerini” önleme önemli bir görev, hatta tek görev olarak ortaya çıkıyor. Bugün yeni bir Kongo, yeni bir Cezayir örneğinin tekrarlanması gerekmiyor. Hem eski tipte sömürgelerin iyice azalmasından dolayı gerekmiyor, hem de ulusal karakterli savaşlar rakip emperyalist güçlerin veya yerel gerici rejimlerin birbiri aleyhine devreye girmesi ile ulusalcı güçlerin arkasına geçmesiyle sonuçlanıyor. Emperyalizm klasik taktiklerini sürdürüyor. “Emperyalist çevrelerin özgürlüğüne kavuşmuş ülkeleri soymak” gibi bir politikası artık tarihi olarak sona erdiği için, eski ilişkiler sistemi, yerini, Batı ile üçüncü dünya arasındaki karşılıklı işbirliği ilişkisine terk ettiği için, anti-emperyalist karakterli savaşların maddi zemini de ortadan kalkıyor. Devrimler çağı sona erdiği için, ‘kapitalist olmayan yol’ tezi de teorik ve pratik önemini kaybediyor. Nasırcılığın ve Nkrumahçılığın artık tarihsel olarak ömrünü tamamladığı, siyasal olarak yeniden tekrarlanamayacağı görülüyor. Kruşçev-Brejnev çizgisinin, ‘kapitalist olmayan yol’u yarı-sömürgelerce, ‘kapitalist olan yol’u hızlandırdı ye geri ülkelerin emperyalizme olan bağımlılığını artırdı. Afganistan’ın askeri işgali ile Etiyopya’da ulusal kurtuluş mücadelesini kan ve ateşle boğmaya yönelen kukla bir askeri rejimin kurulmasıyla sonuçlandı. ‘Kapitalist olmayan yol’ tezinin yerini, bugün, “uluslararası istikrarın korunması için üçüncü dünya ile işbirliği” politikası alıyor. “Ulusal uzlaşma” politikası ile geri-kapitalist ülkelere, yarı-sömürgelere daha evrensel, daha global görevler yükleniyor.
SBKP’nin yeni soğuk savaş tezleri Filistin’de, Kürdistan’da, Afrika’da, Latin Amerika’da süren ulusal başkaldırıları durdurmak, Burma’daki demokratik ayaklanmayı bastırmak için yeterli olmuyor, olamıyor. SBKP’nin soğuk savaş tezleri ile bir halk hareketinin, bir ulusal kurtuluş mücadelesinin yönelim ve hedefleri arasında teorik ve pratik bir ‘uzlaşma’ sağlanması mümkün olmuyor. SBKP’nin ‘barış programı’ ve ‘barış politikası’ ancak geri kapitalist ülkelerin egemen sınıflarının, gerici ‘demokratik’ rejimlerinin, ‘barış ve ulusal uzlaşma’ politikaları ile uyum sağlıyor. ‘Ulusal uzlaşma’ya yanaşmayan devrimci-demokratik ulusal güçlerin, ‘uzlaşma’ zeminine sokulması çabası Filistin Direnişi veya Kürt hareketi örneklerinde yaşandığı gibi, sıcak savaş yöntemleriyle mümkün olabiliyor. Soğuk savaş tezleri uygulamada, sıcak savaş yöntemleriyle başarıya ulaşıyor.
Soğuk savaş tezleri iç-politikada, sıcak savaşa dönüşüyor. Polonya örneğinde olduğu gibi, nesnel olarak emek-sömürüsüne karşı yönelen işçi hareketinin gücü, yoğunluğu ve yaygınlığı karşısında sıcak savaş, belli üretim birimlerinde işçi grevleri mevzi,-sapmalar, olarak zaman zaman kendini göstermesine karşın, “ulusal uzlaşma’ ile sonuçlanıyor! Serbest seçimlerle belirlenen parlamento ve senato üyeliklerinin hemen hemen tümünü kazanarak, toplumsal platformdaki gücünü ve ağırlığını, belirli ölçüde yasama organına da taşıyan ve hükümete katılmayı da düşünebileceğini açıklayan Dayanışma Hareketi, resmi bir muhalefet hareketi olarak, siyasal sisteme dâhil oluyor, rejimin resmi güçleri arasında hak ettiği yere yükseliyor. Anti-komünist komünist partisi ile anti-komünist Dayanışma Hareketi bürokrasisinin ‘ulusal uzlaşma’ya varmaları ve bu uzlaşmanın uzlaşma koşullarında sıralandığı gibi, hükümetin yanında, Dayanışma Hareketinin kendisinin de, ekonomik ve siyasal politikaların uygulanmasında sorumluluk taşıyacağını taahhüt etmesi ve ücretlerin enflasyon oranına göre endekslenmesi, İMF politikalarının uygulanması, ‘kemer sıkma’ politikalarının sürdürülmesi gibi öğeleri kapsayan ‘Ekonomiyi Kurtarma Programı’ üzerinde, her iki tarafın da ‘aynı taraf olarak mutabakata varması, ‘ulusal uzlaşma’nın yeniden bozulabilmesine ve yarın yeni bir işçi dalgasının kabarabilmesine potansiyel zemin oluşturuyor. Sovyetler Birliği’nde ise, ulusal hareketlerin yanına, bir işçi dalgasının da katılmasından korkuluyor. Pazar ekonomisinin özünü, kitlesel işgücünün fiyatının düşürülmesi oluşturuyor. Uygulanan yeni ekonomik politika, sömürünün, artı-değer oranının artması ile sonuçlanıyor. Sömürünün artması olgusu, bizzat SBKP yöneticilerince kabul ediliyor. İşçi sınıfı üzerindeki sömürünün Sovyetler Birliği’nde kapitalist Batı ülkelerinden daha ağır olduğunu, Glasnost politikasının önde gelen mimarlarından ekonomist Şmelyev açıklıyor. Açıklama uluslararası kamuoyuna yapılıyor. Sınıfsal sömürü, Polonya’da yirmi yıldır yaşanan örneğin gösterdiği gibi, işçi grevleriyle dışa vuruyor, SBKP, sınıfsal sömürünün ağırlaşmasının dışa vurmaması için, Glasnost ve reform politikasına yöneliyor. Reform politikası, yığınların siyasal iktidar aracılığı ile denetim altına alınmasının ötesine geçmiyor. Resmi sendikal örgütleriyle, resmi komünist partileriyle mevcut statü korunuyor, Glasnost ve Perestroyka politikalarının sınırları, işçi sınıfının, yığınların özgürce örgütlenme hakkına gelince kapanıyor. SSCB’deki yeni özgürlük ve demokrasi dalgası, gericiliğin artık yasallaşmış yeni odaklarını kapsıyor, bürokrasinin taban kesiminin haklarını genişletiyor, dinsel gericiliğin önünü açıyor. Sosyalizme, sosyalist değerlere yeni küfür kanalları açılıyor. Parti de, sosyalizme karşı küfür ve saldırı dalgasının örgütlenmesine ve uyum içerisinde yürütülmesine öncülük ediyor, yol gösteriyor. Edebiyattan felsefeye, siyasetten ekonomiye kadar bütün alanlarda ortaya çıkan basılı eserlerde, artık sosyalist düşünceye, Marksist ideolojiye karşı, liberal-burjuva değerlerin övgüsü, propagandası yapılıyor. Komünizm, farklı tarihsel koşullarda ve farklı bir mekânda, bir zamanlar sosyalizmin ilk anayurdu olma şerefini uzun yıllar taşımış bir ülkede, McCarthy engizisyonu tarafından yeniden yargılanıyor. Ama tarih tekerrür etmiyor, liberal aydınlardan komünist imal edilmiyor, komünizm yargılanıyor, On yedi dinamizmi, On yedi Devriminin evrensel değerleri mahkûm ediliyor. McCarthyizm, soğuk savaşın iç-politikadaki şiddetini temsil ediyor. Yeni soğuk savaş kampanyası, Sovyetler Birliği’nde ulusal hareketlere karşı zaman zaman politik şiddeti de reddetmeden, şimdilik ideolojik şiddet araçlarıyla yürütülüyor. Çin’de ise, ‘barış ve istikrar’ isteyen yeni milyonerlere ve ayrıcalıklı parti bürokrasisine karşı, rüşvet ve yolsuzluklara karşı, emek sömürüsüne ve politik baskıya karşı, Çin kapitalizminin sonuçlarına yönelen bir tepkiyi temsil eden halk hareketi, özgürlük ve politik demokrasi istemleri, politik şiddet araçlarıyla bastırılıyor.
Yeni soğuk savaş kampanyası, iç-politikada, yığınların muhalefetinin düzeyi ile orantılı olarak, sıcak savaş yöntemleriyle başarıya ulaşıyor. ‘Barış ve istikrar’ için sıcak savaş yöntemleri gerekli oluyor.
İç-politikada politik şiddete kadar varan yöntemlerin, dış politikada, şimdilik terk edildiği görülüyor. Şiddete dayalı devrim ihracı yerine, kapitalizmin sosyalleşmesi için, ‘sosyal-kapitalizm’ hayaline erişmek için, artık ‘devrimci tezler’ ihraç ediliyor. Kapitalizmin yüzyıllık pratiği, tezler düzeyinde formüle edilip, SBKP tarafından yeniden gündeme getiriliyor: Hisse senedi sahiplerinin niceliksel artışı… “Marksistlerin emekçilerin elinde ve kontrolünde bulunan hisse senetli sermayenin rolünü değerlendir-meleri”nin, “şirketlerin yatırım politikasına etkide bulunabilecek demokratik etki araçlarını yaratmaları”nın gereği vurgulanıyor. SBKP ideologları, kapitalizmde, ‘demokratik alternatif arayışı’na yöneliyor ve ‘hisse senetli sermayenin yatırım politikalarının’, ‘Marksistlerce etkilenmesinin’, “sosyalist toplumsal ilişkilerin öğe ve önkoşullarının olgunlaşması” anlamına geldiğini saptıyorlar. Çünkü “muhtemel geçiş, kopma ya da parçalanma biçiminde değil”,”kapitalizmin diyalektik olarak aşılması biçiminde olacaktır.” Kapitalizm aşılmıyor, ama açık ki, Y. Karasin, siyasal bir komedi metni kaleme almıyor veya Batılı kapitalistlere, kapitalizm konusunda ders vermeye de çalışmıyor, tereciye tere satmak gerekmiyor. Sovyet ideologları, hisse senetli şirketler tahlili ile, kapitalizmin, artık, artı-değer sistemine dayalı sömürücü özelliğini kaybettiğini, dolayısıyla emek sömürüsünü ortadan kaldırmayı amaçlayan bir siyasal iktidar mücadelesinin maddi zemininin artık mevcut olmadığının teorisini yapıyorlar. İşçi sınıfını sadece siyasal açıdan sisteme bağlamak için teoriler icat etmekle yetinmiyorlar, işçi sınıfının bir bölümüyle de olsa, ekonomik olarak da kapitalizme ‘ortak’ olmasının, kapitalizmin bir eklentisi konumunu korumasının gereğine işaret ediyorlar. Kapitalizmin doğrudan ideologları, belki bir yüzyıldan bu yana, fonlar ve hisse senetleri yoluyla, sermayenin halka yayıldığının, kapitalizmin artık ‘sosyal-kapitalizm’ aşamasına evrilerek, ‘sosyalizmi’ gereksiz hale getirdiğinin propagandasını yürütüyorlar. Batı Avrupa’nın anti-komünist komünist partileri ise, fonlu ve hisse senetli ‘sosyal-kapitalizm’ teorisinin eski savunucuları. Bu konuda SBKP’den daha ileri bir konumda oldukları biliniyor. SBKP yeni olarak, fonlu, hisse senetli ‘sosyal-kapitalizm’ teorisine, geri-kapitalist ülkeleri de kapsayacak şekilde, evrensel bir boyut kazandırmak istiyor. Başarılı olacağından şüphe duyulmuyor. Batı Avrupa komünistleri, geri-kapitalist ülkelerdeki yasal veya yasadışı komünistlerden farklı olarak, organik ilişki içerisinde oldukları sendikaların mali sermaye ortaklıkları, doğrudan yatırımları ve sendika fonları aracılığıyla, yönetimlerindeki belediye fonları ve yatırımları aracılığıyla, ‘kızıl milyarderleri’ kanalıyla, işçi sınıfının emek sömürüsünden, artı-değer gaspından pay alıyorlar. Sadece savundukları siyasal tezleri ile, sadece mevcut kurumların siyasal bir uzantısına dönüşmüş olmalarıyla değil, aynı zamanda, ‘sosyal-kapitalizm’den pay almalarıyla da, Batı Avrupa komünist partilerinin, taşıdıkları isimler dışında, sistemin doğrudan ve vazgeçilmez unsurları oldukları biliniyor. Batı Avrupa komünistleri, siyasal platformda, bazı konularda sosyal-demokrat partilerden daha geri bir konuma düşüyorlar ve kapitalizme daha sıkı sarılıyorlar. Resmi ve resmi-olmayan muhalefet güçlerinin dışına düşüyorlar. Yeniden inşa edilmiş komünist partileri, ML partileri saymazsak, kapitalizmin sonuçlarına karşı yönelen reformcu bir kitle tepkisini ifade eden Yeşiller Hareketi, Barış Hareketi vb. gibi heterojen oluşumlar, Avrupa’da, artık, resmi olmayan ve en geniş örgütsüz muhalif güçleri harekete geçirebilen siyasal dinamizmi temsil ediyor. Sistem-içi küçük burjuva alternatif oluşumlar, kapitalizmin olumsuzluklarının dışavurumu demek oluyor. Avrupa sosyal-demokrasisi artık, siyasal yaşamda, yerel parlamentoda ve Avrupa parlamentosunda, hem sosyal-demokrat partiler, hem de komünist partilerle temsil ediliyor. Sosyal-demokratlar varken ve her beş-on yılda bir, en azından bir dönem için iktidar partisi olarak görev aldıklarına ve hatta bazı ülkelerde nadir olarak parlamentoda muhalefet sıralarına indiklerine göre. Batı Avrupa’da, “komünist parti”lerin, artık tarihi ve siyasi işlevlerini tamamladıkları yaygın bir kanı. Bu konuda sosyal-demokratlarla komünistler arasında başlamış olan diyalog, artık sadece ideolojik platformda tartışılıyor ve siyasal birliğin koşulları ve biçimleri üzerinde pazarlıklar yapılıyor. Bu gerçek Gorbaçovca da teslim ve teşvik ediliyor: “Komünistlerle sosyal-demokratlar arasında başlamış olan diyalog, bunlar arasındaki ideolojik anlaşmazlıkları ortadan kaldırıyor. “Batı Avrupa’nın anti-komünist komünist partileri isim ve cisim olarak artık, siyaset sahnesinde bir ‘fazlalık’ oluşturduklarına ve sosyal-demokratlarla birleşmeleri gerektiğine karar vermiş gözüküyorlar. Batı’nın en güçlü iki komünist partisinden İtalyan Komünist Partisi, İtalyan Sosyalist Partisi ile 1992 yılına kadar birleşerek Sosyalist Enternasyonal e katılma hazırlığını sürdürüyor, Fransız Komünist Partisi ise, Mitterand’ın Sosyalist Partisi ile birleşmeyi düşündüğünü açıklıyor. Şimdi bütün gericilik, bu eğilimlerin bir an önce gerçeklik düzeyine yükselmesi için çabalarını birleştirmiş gözüküyor. Birinci soğuk savaşın başlattığı süreci, yeni soğuk savaş dalgası tamamlamak istiyor.
Birinci soğuk savaş dalgası içerisinde, geri ülkelerdeki komünist partilerin bir bölümü, örgütsel düzlemde de tasfiye olurken, soğuk savaş dalgalan Batı Avrupa komünist partilerini ehlileştirmiş, ideolojik ve siyasal entegrasyon sürecine sokmuştu. Şimdi bu süreç, örgütsel platformu da kapsayacak şekilde tamamlanma aşamasına gelmiş gözüküyor. Yeni soğuk savaş dalgası, birinci soğuk savaştan arta kalan boşlukları doldurmaya çalışıyor. Birinci soğuk savaş Kruşçev’in dolaylı katkıları ile başarıya ulaşmıştı, yeni soğuk savaş, Gorbaçov’un ve Deng-Siao Ping’in aktif katkılarını gerektiriyor. Daha yeni soğuk dalgasının ilk dalgaları su yüzüne çıkmadan, 1970’li yılların sonunda, ÇKP’nin, geri ve ileri bütün kapitalist ülkelerdeki ‘Maocu’ partilerle var olan bağlarını, organik ve inorganik ilişkilerini kestiği, onları oto-likidasyona ikna ettiği biliniyor. Cüce Deng’in cüce partilerinden on yıl sonra, oto-likidasyon sırasının, şimdi, bir zamanlar Avrupa tekelci burjuvazisinin korkulu düşü olan Avrupa’nın güçlü partilerine geldiği gözüküyor. Avrupa-Komünizminin örgütsel miadını da, artık doldurduğu anlaşılıyor.
Avrupa-komünizminin örgütsel platformda da miadını doldurmaya başladığı tarihi koşullarda, TBKP, Gorbaçov’un yeni soğuk savaş tezlerine sarılarak, Türkiye’de, yeni bir Avrupa-Komünizmi yaratmaya soyunuyor. Sovyet kaynaklı soğuk savaş tezleri, Yeni Açılım gibi dergi sayfalarında, bazen sözcüğü sözcüğüne tekrarlanarak yeniden üretiliyor. Sisteme entegrasyon sürecini hızlandıran yeni soğuk savaş tezleri, ‘barış ve demokrasi programı’ olarak yeniden formüle ediliyor. Tekelci burjuvazinin iç-savaş korkusu. Yeni Açılım sayfalarına, ‘atom ve uzay çağının’ ‘devrimci’ bakış açısı olarak yansıyor. “Barışçıl devrim yolunun kural olması için çalışma”nın hem “zorunlu”, hem de “olanaklı” olduğu belirtiliyor. TBKP, ideal ve soyut hedeflere değil, “gerçekçi hedeflere” yöneliyor. “… devrimci yolun bir iç-savaşa dönüşmeden gerçekleşmesini amaç edinmek artık gerçekçi bir hedef olmaktadır.” Burjuva gerçekçiliği, ‘devrimsiz-başkaldırısız’ bir dünya özleminde ifadesini buluyor. TBKP, Türkiye halkasının da bu özlem zincirinin dışında kalmasını istemiyor.
Burjuvazinin ‘barış’ özlemi ve SBKP’nin evrensel ‘barış ye istikrar’ politikası, ancak, ‘devrimin barışçı yolu’ teorisinin savunulması ile, ‘ulusal uzlaşma’ çizgisinin pratiğe aktarılmasıyla ‘gerçeklik’ kazanabilir. ‘Devrimin barışçıl yolu’nun ve ‘ulusal uzlaşma’nın gerçekleşeceği meşru zemin parlamentodur. Yasallaşmak ve meşrulaşmak TBKP açısından ilk hedef oluyor. Seçimler yoluyla parlamentoya girmek ve parlamentoda bir güç olabilmek de tek hedef veya son hedef… Çünkü iktidar, artık, “… süreç boyunca değişik devlet kurumlarının emekçi halka adım adım mal edilmesiyle değiştirilecek.” Parlamento ’emekçi halka adım adım mal edilecek’, ‘devlet kurumları’nın başında yer alıyor. Belediyeler vb. gibi yerel yönetim organları ise en başında…
Parlamentoya sarılan TBKP, aslında, siyasal sisteme ve kapitalizme sarılmış oluyor, parlamentoya sarılarak düzene biat ettiğini göstermek istiyor.
Biat politikası ‘Barış ve Demokratik Yenilenme Programı’nın formüle edilmesiyle gösterilmiş oluyor.
‘Barış ve Demokratik Yenilenme Programı’ SBKP kaynaklı global yeni soğuk savaş tezlerinin, lokal olarak formüle edilmesi demek oluyor.
TBKP’nin ‘barış ve demokrasi politikası’, yeni soğuk savaş dalgasının bir yan-ürünü olarak şekilleniyor.
İkinci olarak da, TBKP, TKP’nin gerici-reformcu mirasını sürdürüyor.
EK-1
Yeni Soğuk Savaş Dalgasının Sıcak Tezleri
Eskiden strateji anlayışı, doğrudan toplumsal güçler oranında bu- değişikliği amaçlaması içerirdi. Bu genellikle köklü değişiklik anlamında devrim amacıyla ifade edilirdi. Günümüzde Marksistlerin politik stratejisi doğrudan değil, dolaylı bir strateji olmak durumundadır. Politik strateji politik güçler oranında bir değişikliği amaçlarken, ancak dolaylı bir biçimde toplumsal güçler oranında bir değişikliği öngörmelidir.”
(Yeni Bir Politik Stratejinin Kaynaklan, O. Kerim, Yem Açılım, Sayı: 2, sy. 21)
“Patlayan savaşlardan devrime yol açmak için yararlanmaya amaçlayan bir yaklaşım artık tarihe karışmıştır. Buna karşılık, bölgesel ya da dünya çapında bir savaşı önleme, barışı koruma mücadelesinin bizzat kendisi, toplumsal ilerlemenin yolunu açmak bakımından belirleyici bir önem kazanmıştır. Buradan çıkartılacak stratejik bir sonuç, devrimin barışçıl yoldan geliştirilmesi için her türlü çabayı göstermenin yalnızca elverişli bir seçenek olmaktan çıkıp, vazgeçilmez bir gereklilik durumuna gelmesidir.
Marksistlerin politik stratejisi, bu nedenle, aynı zamanda devrimin barışçı yolunu kazanma stratejisi olmalıdır.”
(Yeni Bir Politik Stratejinin Kasnakları, O. Kerim, Yeni Açılım, s.2, sy. 23-24)
“Nereden biliyoruz, devrimci süreç içinde birden fazla nitel dönüşümün, devrimci ‘sıçramanın’ evrensel gelişmelerle, reformlarla içice geçmeyeceğini? Belki iktidar, geçen dönemlerin devrimlerinde olduğu gibi bir seferde değil de, süreç boyunca değişik devlet kurumlarının emekçi halka adım adım mal edilmesiyle el değiştirecek. Niçin devlet yapısında, üretim ilişkilerinde ve toplumun moral-kültürel değerlerinde değişimler yan yana, art arda adını adım gerçekleşmesin?”
(Atom ve Uzay Çağında Sınıf Mücadelesi ve Devrim, O. Mertol, Yeni Açılım-s.3, sy.41)
“Önümüzdeki dönemde, iç savaş yolunun istenmeyen, ama olağanüstü durumlarda sınıf karşıtımızın ya da emperyalizmin dayatabileceğim hesaba katmamız gereken ‘istisna’, barışçıl devrim yolunun ise ‘kural’ olması için çalışmak hem zorunludur, hem de olanaklıdır. Her mücadele biçimine hazır olmak, ama devrimci yolun bir iç savaşa dönüşmeden gerçekleşmesini amaç edinmek artık gerçekçi bir hedef olmaktadır.”
(Atom ve Uzay Çağında Sınıf Mücadelesi ve devrim, O. Mertol, Yeni Açılım, s.3, sy.41)
“Açıktır ki işçi hareketi ve onun devrimci kanadı sosyo-ekonomik ve politik gelişmenin hangi varyantının ağırlık kazanacağı ve girilecek yolun temelini belirleyeceği konusuna hiçbir şekilde kayıtsız kalamaz. Onun seçmek durumunda olduğu alternatif yeterince açıktır: Çabaların ana yönü, en aşırı biçimleriyle tutucu-teknokratik modelin gerçekleşmesini önlemeye, liberal-demokratik varyantın ilkelerine en uygun düşen bir politikanın uygulanabilmesi için liberal-reformist öğelerin güçlenmesine yardımcı olmaya yönelmelidir.
(Yeni Politik Düşünce ve İşçi Hareketinin Sorunları, A. Galkin, Yeni Açılım, s.5, sy. 61)
“Emekçi örgütleri tarafından kontrol edilen fonların ve hisse senedi sahipleri sayısının niceliksel artışı, artışı, niceliğin niteliğe dönüşü için koşullar yaratmıyor mu? Belki de Marksistlerin emekçilerin elinde ve kontrolünde bulunan hisse senetli sermayenin rolünü değerlendirmeye dönmeleri gereklidir. Bu alanda şirketlerin yatırım politikasına etkide bulunabilecek demokratik etki araçlarının yaratabilmeleri mümkün olabilir.” (Demokratik Alternatif Arayışı ve İşçi Hareketi, Y.Karasin, Yeni Açılım, s.9, sy.65)
“Muhtemelen geçiş modeli, kopma ya da parçalanma biçiminde değil de, kapitalizmin yarattığı tekno-ekonomik temelde, sosyalist toplumsal ilişkilerin öğe ve önkoşullarının organik olgunlaşması sonucunda, kapitalizmin diyalektik olarak aşılması biçiminde olacaktır.
(Demokratik Alternatif Arayışı ve İşçi Hareketi. Y.Karasin, Yeni Açılım, s.9, sy.69)
“Genel olarak politik istikrarsızlıkla devrimci durumun oluşması arasında doğrudan bir bağıntı yoktur. Bu nedenle de komünist partisinin politik stratejisi, genellikle politik istikrarsızlığı derinleştirmeye yönelik olamaz. Stratejik yönelim, istikrarsızlaştırma ya da otoriter istikrar çabalan karşısında demokratik istikrarı hedeflemelidir.”
(Yeni Bir Politik Stratejinin Kaynaklan, O.Kerim, Yeni Açılım, s.2, sy.11)
“Yeni politik strateji, eski tür ‘hegemonya’ ve ‘öncülük’ anlayışını bir daha gelmemecesine silip ortadan kaldırmalıdır. Birincisi günümüzde bir devrim stratejisi söz konusu değildir, devrim sürecinde ‘hegemonya’ ya da ‘öncülük’ gibi bir sorun bu aşamada teorik ve pratik olarak gündemde yoktur.”
(Yeni Bir Politik Stratejinin Kaynakları, O.Kerim, Yeni Açılım, s.2, sy.23)
“Günümüzde işçi sınıfının mücadelesinin politik stratejisi, bölgesel ya da uluslararası alanda emperyalist sistemin desantralizasyonuna (istikrarsızlaştırılmasına) kesinlikle yönelemez. Uluslararası ya da bölgesel güçler oranının barış ve tarihsel ilerleme güçlerinden yana değiştirmek için günümüzde iktidarsızlık, olanakları genişletici değil, daraltıcı bir işlev görmektedir. Bu nedenle uluslararası ya da bölgesel olarak gerginlik ya da çatışmadan yarar sağlamaya, bunlara yol açmaya yönelik bir strateji, komünistler için söz konusu olamaz.
(Yeni Bir Politik Stratejinin Kaynakları, O. Kerim, Yeni Açılım, s.2, sy.23)
“Değişimlerin aşın, zora dayak biçimlerde gerçekleştirilmesinin uluslararası duruma istikrarlaştırıcı bir etkide bulunması ve dış güçleri iç karışmaya özendirmesi durumunu, bu açık, belirgin yasallığı görmezlikten gelmek de olmaz. Böylesi değişiklikler, uluslararası kamuoyunun yanıltılmasını kolaylaştırıyor ve sağcı, yayılmacı güçlere müdahale için ek gerekçeler, sağlıyor. Ve aynı zamanda söz konusu ülkenin iç işlerine karışmayı ilk bakışta meşrulaştırıyor. Sosyal dönüşümlerin tercih edilen yöntem ve biçimleri kararlaştırılırken, aynı koşullarda barışçıl, demokratik araçlara öncelik vermenin önemi, bu yüzden çok fazladır. İnsanlığın, yok edici bir askersel çatışmayı önleme ihtiyacı ne kadar ivediyse, sosyal dönüşümlerin yöntem ve araçlarının seçiminde dış faktörün hesaba katılması da o kadar önemlidir. Bu, ulusal çaptaki mücadelenin asın biçiminin, yani iç savasın ve bu savasın dış güçleri çatışma içine çekmesinin, satranç oyunundaki pat’ durumuna götürdüğünün görülmesidir.”
(Yeni Politik Düşünce ve İşçi Hareketinin Sorunları A. Galkin, Yeni Açılım, s.5, sy.59-60)
“Sosyalist devletlerde devrimci Perestroyka, demokrasi ve açıklık, yeni ekonomik düzen mücadelesi ve bir dizi “Üçüncü Dünya” ülkesinde ulusal uzlaşma politikası ‘dünya ekonomisi ve demokrasisi’ için mücadele ve gelişmiş kapitalizm alanında derin, yapısal reformlar… İşte günümüz gerçekleri için bu tür doğrultularda yapılacak pratik faaliyetler ve teorik çalışmalar, ayrı ayrı ülke ve bölgelerin önüne dikilen özgün sorunlarda perspektifli ve umut verici başlangıçlardır.”
(Günümüz Dünyasında Toplumsal İlerleme-Tartışma İçin Tezler, SBKP Toplumsal Bilimler Akademisi, Yeni Açılım, s.4, sy.40)
“Komünistlerle sosyal demokratlar arasında başlamış olan diyalog, bunlar arasındaki ideolojik anlaşmazlıkları ortadan kaldırıyor.”
(M. Gorbaçov, Perestroyka, Güneş Yayınları, sy.220)
“Sovyet toplumunda hiçbir kesim,, yabancı sermayenin sömürüsüne hedef değildir. Dolayısıyla Sovyet toplum kesimleri önlerindeki temel sorunları ’emperyalizme karşı mücadele’ ile çözümleyemez. Çözüm için tek bir yol vardır: İçeride sosyalizmin devrimci yenilenmesi ve dünyayı ‘uluslararası sınıf savaşı’ alanı olarak gören tarih hatasından vazgeçmek.
Bu arada değişik sosyal sistemlere sahip ülkeler arasında uzlaşmaz çıkarların bulunduğunu ileri sürmek de bir garipliktir.
Emperyalizme karşı mücadelede gelişmekte olan ülkelerle sosyalist ülkelerin sınıfsal çıkarlarının aynı doğrultuda olduğu efsanesi, eleştiriye dayanabilecek güçte değildir. Gelişmekte olan ülkeler, eski sömürge merkezlerine karşı mücadele ile ilgilenmiyorlar. Onlar kendi istikrarları ile uluslararası istikrarı korumak için işbirliği yapmakla ilgileniyorlar. İşte bizim de Üçüncü Dünya ile işbirliğimizin hedefi bu olmalıdır.
Son olarak, emperyalist çevrelerin özgürlüğüne kavuşmuş ülkeleri, soymak istediklerine ilişkin klişeleri artık düzeltmeliyiz. Ayrıca gelişmekte olan ülkeler, Batı ile ekonomik ilişki kurmaya karşı giderek daha fazla ilgi duyuyorlar.”
(Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanlığı Uluslararası örgütler Masası Şef. Yardımcısı A.V.Kozyrev, Cumhuriyet Gazetesi, 11-12 Ocak 1989)
“Karşıt sınıfsal güçlerin savaşımı, nükleer çağda sürmektedir. Ancak bizzat çağın kendisi, devrimci proletaryaya askersel cepheleşmelerden kaçınmayı, savaşımın uzlaşmacı biçimlerini işlemeyi ve geniş olanaklar kullanmayı öğretmektedir.”
(Yeni Düşünce ve Dünyanın Sosyal Yenilenmesinin Perspektifleri, Y. G. Plimak, Yeni Açılım, s.1, sy.51)
“Özellikle savaşımın barışçıl biçimlerine yönelmede Üçüncü Dünya’da-ki devrimci güçler olarak geç kalmaktadırlar. Onlar nükleer çağın genel koşullarından görece özerk davrandılar, pek çok açıdan ‘nükleer öncesi’ cağın tasavvurları ve konsepsiyonları ile yaşadılar.
(Yeni Düşünce ve Dünyanın Sosyal Yenilenmesinin Perspektifleri, Y. G. Plimak, Yeni Açılım, s.1, sy.51)
EK-2
Gorbaçov Tezlerinin Esin Kaynakları
Kruşçev SBKP 20. Kongresinden başlayarak, ‘barışçıl geçiş’ yolunun, ‘parlamenter yoldan sosyalizme geviş’ yolunun propagandasını yapmaya başlıyor.
İşçi sınıfı (…) emekçi köylülüğü, aydınları ve yurtsever güçleri etrafında toplayıp kapitalistlerle ve büyük toprak sahipleriyle anlaşma siyasetinden kopamayan oportünist unsurlara tayin edici bir darbe vurarak gerici, halk düşmanı güçleri yenilgiye uğratabilir, parlamentoda sağlam bir çoğunluk kazanabilir.”
Parlamentoda istikrarlı bir çoğunluk kazanmanın “bir dizi kapitalist ülkenin ve bir zamanlar sömürge olan ülkelerin işçi sınıfı için, köklü toplumsal değişiklikleri gerçekleştirmenin şartlarının yaratılabileceğinin” propagandası yapılıyor.
SBKP’nin yeni Programında burjuva diktatörlüğü altında, belirli ülkelerde, “temel üretim araçlarını satmaya razı olmanın burjuvazi için tercih edilebilir olacağı” bir durumun ortaya çıkabileceği belirtiliyor.
Bununla kalınmıyor. Soğuk savaşın sıcak tezleri çok yönlü geliştiriliyor ve uygulama alanı buluyor
SBKP, “tek bir kıvılcımın bile bir dünya savaşına yol açabileceğine” ve dünya savaşının mutlaka nükleer bir savaş olacağına, bunun da insanlığın imhası anlamına geleceğine hükmediyor. Kruşçev “günümüzde yerel savaşlar çok tehlikelidir. (…) savaş alevlerini tutuşturabilecek kıvılcımları söndürmek için elimizden geleni yapacağız” diyor.
SBKP, Kruşçev’in ağzından, ezilen ulusları yeni sömürgeciliği benimsemeye teşvik ediyor. Kruşçev, ezilen uluslarla uygar emperyalizm “barış içinde bir arada yaşamasının”, “ulusal ekonominin hızla kalkınmasına” yol açacağı, bu politikanın ezilen ülkelerin iç pazarlarını “geliştireceği”, “sınai bakımdan gelişmiş ülkelerin ekonomisinin ihtiyaç duyduğu hammaddeleri ve çeşitli ürün ve malları sağlayacağı” ve aynı zamanda “çok gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşayanların hayat düzeyini büyük ölçüde yükselteceği ” düşüncesinin reklamına yöneliyor. Ezilen uluslara şiddet kullanmayı yasaklıyor.
ABD Savunma Bakanı Dulles, 1956’da, şiddeti yadsıyan Kruşçev’i selamladığını açıklıyor: “Sovyet iktidar sahipleri şimdi şiddet kullanımını yadsıyacaklarını söylüyorlar. Bu gelişmeleri selamlıyoruz ve teşvik edeceğiz.”
ABD emperyalistleri SBKP’yi teşvik ediyor ve devrime karşı iki süper devlet, Kongo örneğinde görüldüğü gibi, işbirliğine yöneliyor.
Dünyadaki mevcut statükoyu sürdürmek ve “barış içinde’ yarışmak, dünyayı hiç değilse bir dönem ‘barış içinde’ yeniden paylaşmak için, ezilen ulusların devrimci başkaldırısından kaynaklanan ‘tehlikeyi’ önlemek için, bu işbirliği zorunlu oluyor.
SBKP, 11. Enternasyonalin revizyonist tezlerinin, Kautsky ve Bernstein’in tezlerinin yeniden üretilmesini üstleniyor.
Birinci emperyalist savaşın hemen arkasından Kautsky, muhtemel yeni bir savaşın kaynağının ezilen Doğu ulusları ve Sovyetler Birliği olacağını öngörüyor:
“Emperyalizm dünya barışını artık, pek az tehdit etmektedir. Doğu’daki ulusal çabaların ve çeşitli diktatörlüklerin yarattığı tehdit, daha büyük görünmektedir.”
Kautsky, devrimlere kalkışılmaması için felaket tellallığına soyunuyor:
“Gelecek savaş, beraberinde sadece mahrumiyet ve sefalet getirmekle kalmayacak, aynı zamanda bütün uygarlığı temelinden yok edecek ve en azından Avrupa’da, dumanı tüten yıkıntılardan ve çürüyen cesetlerden başka bir şey kalmayacaktır.”
“Son savaş bütün dünyayı uçurumun kenarına getirdi; gelecek savaş, dünyayı bütünüyle yok edecektir. Salt yeni bir savaş hazırlığı bile dünyayı mahvedecektir.”
“Bugünkü koşullar altında, genel olarak uluslara, özel olarak proletaryaya felaket getirmeyecek hiçbir savaş yoktur. Biz, tehdit eden bir savaşı hangi araçlarla önleyeceğimizi tartışıyoruz, yoksa hangi savaşın yararlı, hangisinin zararlı olduğunu değil.” Bernstein ve Kautsky, sömürgeci egemenliğin ilerici olduğunun, emperyalizmin sömürge ülkelere yüksek düzeyde uygarlık getirdiğinin ve üretici güçleri geliştirdiğinin propagandasını yapıyorlar. Hatta “sömürgelerinin tasfiyesinin barbarlığa dönüş olacağını” iddia edecek kadar ileri gidiyorlar.
Bernstein ve Kautsky, gönüllü birer sömürge valisine dönüşüyorlar.
SBKP’nin yeni soğuk savaş tezleri, kullanılan terimler düzeyinde dahi 11. Enternasyonal revizyonizminin eski tezlerinin yeni bir tekrarı oluyor.
SBKP’nin soğuk savaş tezleri 11. Enternasyonal revizyonizminin yanında, Browderci revizyonizmin, ‘yapısal reform’ teorisinin ve Titocu revizyonizmin birbirine yamanıp başka bir kılıkta ortaya çıkması anlamına geliyor.
Browder, 1960’larda şunları yazıyor: “Kruşçev şimdi benim 1945’te Komünist Partisi’nden atılmama neden olan ‘zındıklığı’ benimsemiş bulunuyor.” Ve şunu ekliyor: “Kruşçev’in yeni siyaseti neredeyse kelimesi kelimesine benim 15 yıl önce savunmuş olduğum çizgidir. Dolayısıyla benim günahım -en azından şimdilik- yeni doğru iman haline gelmiştir.”
Browder revizyonizmi, ABD Komünist Partisi’nde 1935’te ortaya çıkmaya başlıyor. Parti Genel Sekreteri Earl Browder, burjuva demokrasisine tapıyor, burjuva hükümetini gerektiği gibi eleştirmekten vazgeçiyor ve burjuva diktatörlüğünü komünizm için iyi bir şey olarak görüyor. “Komünizm 20. yüzyılın Amerikanizmidir” diyor. Browder SB-ABD ve İngiltere arasında 1943 Tahran Deklarasyonu’nun, kapitalizm ile sosyalizm arasında ‘uzun vadeli güven ve işbirliği’ çağı başlattığı ve ‘kuşaklar boyu sürecek sağlam bir barışı’ garantilediğine inanıyordu.
Uluslararası anlaşmaların ‘dünyadaki istisnasız her ulusun ve her halkın en can alıcı çıkarlarını’ temsil ettiğinin ve ABD’de bir iç kaos perspektifinin ‘uluslararası alanda nizam perspektifi ile bağdaşmaz’ olduğunun propagandasına yöneliyor. Bu nedenle ülke içinde, ‘bir sınıf çatışması patlamasına’ karşı çıkmak ve içteki sınıf mücadelesini ‘en aza indirgemek ve ona belirgin sınırlar çizmek’ gerektiğini açıklıyor.
Browder, yeni bir savaşın, “dünyanın büyük bir bölümünün gerçekten felaketli bir yıkımı” olacağına ve “dünyanın büyük kısmını 50 ya da 100 yıl barbarlığa geri götürebileceğine” ve savaş felaketini ortadan kaldırmak için “tüm sınıfsal ayrımları aşan bir anlaşmayı vurgulamanın” gerekli olduğuna inanıyor. Bununla da kalmıyor, Browder, sosyalizmi gerçekleştirmek için ‘yalnızca demokratik ikna ve inanca dayanılması’ gerektiğini ve ikinci sıcak savaştan sonra bazı ülkelerin ‘sosyalizme barışçıl bir şekilde geçmesinin mümkün hale geldiği koşulları elde ettiğini’ savunuyor.
Proletarya partilerinin bağımsız rolünün artık gereksizleştiği ilan ediliyor. “Komünistlerin güttükleri pratik siyasi hedeflerin, komünist olmayanların çok daha büyük kütlesinin hedefleri ile tüm özsel noktalarda çok uzun bir zaman için uyum içinde olacağı” iddia ediliyor.
Bu düşünceleri temel alarak, ABD Komünist Partisi kendini lağvediyor. Onun yerine kamuoyunu etkilemek ve var olan hükümetler üzerinde baskı gücü oluşturmak için dernekler kurmaya yöneliyor. Parti, silahlı kuvvetler içinde 10 bin, silahlı kuvvetler dışında kalan 80 bin üyesini, Roosevelt’i destekleme derneklerine kaydırıyor. Soğuk savaşın en sıcak döneminde McCarthy engizisyonunun engelsiz çalışabilmesinin ortamı, on yıl öncesinden bu şekilde hazırlanmış oluyor.
II. sıcak savaş öncesinde, ABD Komünist Partisi, Kruşçev revizyonizminin doğuşuna teorik temel hazırlıyor. Savaş sonrasında ise, revizyonist çizginin en tipik ifadesi, kendisini Togliatti’nin ‘yapısal reform’ teorisinde buluyor: Burjuva demokrasisinin yasal yolları aracılığıyla, proletaryanın devlet yönetimini kazanması ve tekelci sermayeye hizmet eden ‘devletleştirme’ ve ‘planlama’ ile ulusal ekonominin sosyalist dönüşümü… Burjuva devlet aygıtını parçalamadan, yeni sosyalist üretim ilişkileri kurulabilir, sosyalizme geçiş gerçekleştirilebilir. Gerçekte sosyalizm ile sosyal-demokrasi arasındaki ideolojik ve siyasal farklılık siliniyor.
Daha sıcak savaşın alevleri sönmemişken, Tito kliği açık bir şekilde şiddete dayalı devrimin, ‘toplumsal çelişkileri çözmenin aracı olarak gittikçe gereksiz’ hale geldiğini ve burjuva parlamentosu aracılığı ile ‘sosyalizme doğru evrimcil bir gelişme sürecinin’, ‘yalnızca mümkün değil, aynı zamanda bir gerçek haline gelmiş olduğunu’ açıklıyor.
Aynı tezler, on yıl sonra, SBKP 20. Kongresinde Kruşçev’in ağzından soğuk savaş tezleri olarak yineleniyor.
Bütün bu tezler bütünlüğünün sentezi, bugün Gorbaçov’un yeni soğuk savaş tezlerine ilham kaynağı oluşturuyor.
Eylül 1989