Aşağıdaki yazı dergimizin son sayısı için (10. sayı) DGM Başkanlığınca gönderilen toplatma kararının gerekçesidir. Altında 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi Başkanı Alamettin Akar’ın imzası ve mührü vardır:
“GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: Sözü edilen yazıda (“Gerici Emperyalist Demagoji ve Kürt Sorunu Üzerine” bizim notumuz), yasalara göre suç teşkil eden ırk ayırımı, asimilasyon, işkence vesaire yasadışı hareketler “Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî politikasıdır” olarak ileri sürüldüğünden cürüm işleyen silahlı çetelerle mücadele, “Tüm Kürtleri, Kürt halkını, topyekûn yok etmeye yönelik” gösterilmeye çalışıldığından, “Tüm Kürtlere karşı biyolojik ve kimyasal silahların kullanılarak yok edilmeye çalışıldığı” ileri sürülüp “Başkaldırma” çağrısı yapıldığından milli duygulan zayıflatma propagandası ve ırk mülahazasıyla halkı kin ve düşmanlığa kışkırtma sözkonusu olabileceğinden talep yerinde görülmekle;
Anılan derginin sözü geçen sayısının 5680 sayılı… toplatılmasına.
İtirazı kabil olmak üzere karar verildi. 23.8.1989″
Evet bu gerekçe DGM’ye ait.
Bu noktada düşünmek gerek.. Bu tür gerekçeler ne zaman ileri sürülmeye başladı? Gerekçeler bir kez daha ve dikkatlice okunsun… devlet ve “adli” kurumları, adeta “biz ne yaparsak, doğrudur ve herkes bu “doğruluğu”, dile getirmek zorundadır” der gibidir. Türk hükümetine ve devletine asimilasyoncu ve işkenceci denemeyecek; devletin “silahlı çete”, “bölücü terörist” dediği direnişçilere karşı süren mücadelenin aynı zamanda Kürt halkına karşı da sürdürüldüğü yazlamayacak, Kürtlere karşı kimyasal silah kullanma hazırlıkları yapıldığı basında yer alamayacaktır. Daha doğrusu devlet böyle bir ortam yaratmaya çalışmaktadır.
Oysa hatırlansın: kısa, evet çok kısa bir süre önce, hatta süre de verilebilir, Torumtay’ın şu kötü ünlü konuşmasından birkaç gün önceye kadar bu konularda her şey rahatlıkla yazılabiliyor ve söylenebiliyordu. En sıradan, en gerici yayın organları bile bu kabil haber ve suçlamalara yer veriyor ve hiçbir şey de olmuyordu. Örneğin bizim toplatılmamayı başaran sayılarımızın çoğunda bu türden yazılar vardır ve haklarında kovuşturma da açılmamıştır.
Kuşkusuz hükümet bu istediğini dikensiz gül bahçesi varmışçasına hayata geçiremeyecektir. Ancak Torumtay’ın ünlü konuşmasından sonra hükümet ve devletin bütün kurumları, sihirli değnek dokunmuş gibi belli bir tavrın içine girdiler.
En Önemli Gündem: Kürtler
Kürt sorunu ve sürmekte olan ulusal başkaldırı, Türkiye’nin başlıca gündemi olarak varlığını sürdürecek. Bu gündemin, öyle kısa vadeli bir gündem olacağı zannedilmesin. Türkiye’nin bugüne kadar gördüğü ve görebileceği en uzatmalı sorunlarından biri olacak bu. Zaten şimdi de öyle. Tıpkı bir zamanlar Vietnam’ın Amerika’nın, Güney Kürdistan’daki kurtuluş mücadelesinin de Irak’ın gündeminden düşmediği gibi. Kıbrıs sorunu, Bulgaristan’dan göç eden Türkler sorunu, Yunanistan ve Ege gibi sorunlar, çok önemli dünya çapında olaylar kimliğine bürünmedikçe, Kürt sorunu karşısında hep ikinci dereceden sorunlar olarak kamuoyunu meşgul edecek. Artık Kürt sorunuyla yatıp, Kürt sorunuyla kalkacağız. Burası kesin…
Bu konu karşısında devletin aldığı tavır da belli ve bu tavırla bu sorun çözülemeyeceğine, Türk devleti bir çözüme, yeni bir çözüme niyetlenecek olursa, bunun hayata geçirilmesi için herhalde iş işten geçiyor olacağına göre böyle bir gündemle yaşamayı kabul etmiş demektir. Kendi bileceği iş, gündemi yaratanlar birinci olmaktan şikâyetçi değiller.
Ancak ilginç şeyler yaşanıyor. Sorunun bu kadar büyük bir önem ve aciliyet kazandığını bilmeden önce basın ve birtakım siyasal çevreler Kürt sorunu söz konusu olduğunda, Avrupai görünmek ve daha çok da Avrupa demokratik kamuoyuna yaranmak için, insani nedenlerden kaynaklanan olumlu bir tutum benimsediler. Bu olumlu tutumda gerçekten içten olan az sayıda insan da vardı ve bunların hakkını yememek gerek. Ne var ki geriye kalan kısım, daha çok, muhalif oldukları Özal ve onun partisini yıpratmak için şeytanla bile işbirliği yapmaya ve bu sorunu da Özal’a karşı kullanmaya hazırdı. Kullandı da. Suret-i haktan görünmeye çalışanların bir kesimi bunlardı. Diğer bir kesimi ise henüz işin vahametini kavrayamamıştı. Nasıl olsa diye umuyorlardı. Bölge Valiliği kurulduktan sonra pek de uzun olmayan bir erimde “bölücü terörist”lerin hakkından gelinecekti. O zamana kadar güvenlik kuvvetlerinin halka yaptığı zulme karşı çıkarak Doğu sorununun çözümünden yana olunduğu imajı verilebilirdi. Böyle bir tutum, hem demokrat görünmeyi, hem Avrupalıların gözünde şirin bir izlenim bırakmayı ve hem de Kürt halkından yanaymış mesajları vermeyi sağlayacaktı.
Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Ulusal uyanış ve direnişi bölge valisi ve onun emrindeki kuvvetler de bastıramadı. Yeni oluşturulan Jandarma alayı, Kara Kuvvetleri’nden gelen hava indirme ve destek birlikleri de başarısız kalınca ve başarısızlıklarını, direnenlerin dışarıdan aldıkları desteğe ve dağların ordu için geçit vermezliğine bağlayınca, önce Genel Kurmay Başkanlığı’nı, sonra da gerici basın ve siyasi parti temsilcilerini bir telaştır aldı. Ne oluyordu? Bu başarısızlık neden? Anlı şanlı Türk Ordusu nasıl olurdu da bir avuç “eşkıya”nın önünde bu duruma düşerdi?
Cadı kazanları hızla kaynatılmaya başlandı. Torumtay’ın hükümetin normal prosedürünü çiğneyen konuşmasını yapmasından iki-üç gün öncesinden başlayarak, o günlerde Kürt sorunuyla birlikte Türkiye gündeminin diğer bölümünü oluşturan cezaevlerine sataşmalar başladı. Günaydın’ın 8 sütuna baş manşeti “Açlık grevlerinin arkasında PKK var” idi. Kısa surede aynı görüşü hemen hemen bütün yayın organları benimsedi. Adalet Bakanı O.Sungurlu, açlık grevinde ölenlerin cezaevine düşmeden önceki yapıtlarının araştırılmasını istedi, şu bu… Bütün basın insani nedenleri bir yana bırakmıştı.
Arkasından bütün teamülleri bir yana bırakan Torumtay’ın konuşması geldi. Konuşmanın biçimi ve yapılış tarzı, üzerinde durduğu konular, hemen başka şeyleri çağrıştırmaya başladı. Darbe söylentileri bir anda ortalığı kapladı. Torumtay’ın amacı da zaten buydu. Başarısızlık, ordunun aczinden kaynaklanmıyordu, ordu isterse, bir gün içinde “bölücülük” sorununu çözebilirdi ama demokrasi vardı ve ordu demokrasiye “bağlıydı”. 12 Eylül’e yaklaşmakta olduğumuz bu günlerde ordunun amacı, darbe sopası kullanarak basını ve demokratik kamuoyunu hizaya getirmek ve Doğu sorununu kendi bildikleri yöntemlerle çözmekti.
Kaypak Basın
Hemen o dönemde Cumhuriyet gazetesinde Celal Başlangıç’ın “sağduyulu”, zehir hafiye Doğrucu Davut’u andıran yazıları yayınlanmaya başladı. Hem nalına hem mıhına vurdu. Fısıltı gazetesi “gerçeğini” açığa çıkardı sözüm ona. Tercüman gazetesinden Hüsamettin Çelebi ona takdirlerini belirtmekte gecikmedi. “Terörist”lere karşı herkes yekvücut halinde devletin yanındaydı…
O zamana kadar yanında yer almasalar da haklı birtakım olguların kullanıldığına ilişkin olarak basında yer alan haber ve yorumlar şıp diye kesildi. Hatta her gün olagelen olayların aktarımında bile azalma görüldü. Artık, daha çok güvenlik kuvvetlerinin, Bölge valisinin ve İçişleri bakanının açıklamaları en geniş yeri kaplıyordu. Askeri tedbirlere ek olarak psikolojik savaş koordineli bir şekilde yaygınlaştırılıyordu.
Demokrasi ve cunta tartışmaları yoğunlaşmaya başlayınca bu koşullarda dağdakilerle başa çıkılamayacağı, bunun için olağanüstü önlemlere başvurmak gerektiği fikri ince ince işlenmeye başladı. Buna, hayır, “demokratik rejim” zedelenmeden de bir çözüm bulunabilir diyerek karşı çıkanlar oldu. Ancak bu çözümün Kürt halkının ulusal önlemlerini karşılamaya yönelik çözümler olmadığı, esasta askeri önlemlerin yoğunlaştırılması, komşu ülkelere baskının artırılması gibi önlemler olduğunu söylemeye gerek bile yok. Demokratik çözümcülerin en ılımlıları bile, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğünden bir milim bile taviz vermiyor, demokratlıklarını bu şekilde sürdürüyorlardı. Ortada ayrı bir halk, diliyle, tarihiyle, kültürüyle ayrı bir halk yok, Türk olmaya mahkûm, ekonomik bakımdan geri kalmış ve bu durumu düzeltilmesi gereken bir topluluk var. Hepsi bu…
Toplumsal Meşruiyet
Her toplum kendi meşruiyetini kendisi yaratır. Yasalarda ve teamüllerde suç olan şeyler bir de bakarsınız ki toplumsal meşruiyet tarafından suç olmaktan çıkarılmış. Suç sayılan şeyler, “suçlu” kovalamak, kovuşturmak ve cezalandırmakla yükümlü olanlar tarafından da kullanılır olmaya başlanmış, örneğin esas görevi Kürt halkının uyanışını ve direnişini bastırmak olarak belirlenen Bölge Valisi bile, kendisi ile yapılan röportajlarda Kürtlerden “Kürt Halkı” diye söz ediyor, misyonu ondan farklı olmayan Hakkâri Valisi de. Hatta Hakkâri Valisi Kürtlerin tamamen ayrı bir topluluk olduğundan, Kürt sorununa bir çözüm aranırken bu durumun göz önünde bulundurulması gereğinden dem vuruyor, tabii onları eritmek ve Türk ulusu ile kaynaştırmak için gerekli ve etkin önlemleri sıralamayı da unutmadan. Toplumsal meşruiyet bir buldozer gibi önüne geleni, eski alışkanlıklardan koparıp sürüklüyor.
Çok değil, daha 10 yıl bile önce değil, 5-6 yıl önce Kürtlerden, hele Kürt halkından, hatta hatta Türkiye halklarından söz etmek bile bölücülükten hüküm giymek için yeterliydi. Kürtlerden, ancak alay etmek ve aşağılamak için, olmadıklarını vurgulamak için söz etmek olanaklıydı yasal açıdan… Bugünse Kürt lafı Demirel’in, İnönü’nün, hatta Türkeş’in ağzından düşmüyor. Toplumsal meşruiyet, ulusal uyanış arttıkça daha ileri taleplerde kendini kabul ettirecek.
Ne var ki bugünkü kabulleniş hem yüzeyseldir ve hem de içten değildir. Misyonu halk düşmanlığı olan kesimler için (ki bu oldukça geniş bir yelpaze oluşturur) şartlara ve zamana göre değişir. Ulusal direniş olmasaydı, kim Kürt lafını ağzına alır, Kürt sorununu -kendi gerici ve şoven anlayışlarına göre bile olsa- çözmekten söz ederdi.
Görevler
İleriki günlerde daha kritik, karar vermenin çok daha zor olduğu günlere gelinecek. Askeri harekâtların alanı ve kapsamı genişleyecek, silahlı eleştiriye maruz kalan halk kesimleri artacak. Bugünden köklü çözüm için geniş Kürt halk kitlelerinin zorla göçü sözlü olarak ifade edilebiliyor. Yarın büyük olasılıkla pratikte de uygulanacak. Toplu katliamlar hayata geçirilecek. (Dergimizi, bunu söylediğimiz için toplatanlar azıcık Şeyh Sait isyanının ve Büyük Dersim Direnişi’nin sürecini ve sonrasını incelesinler. Ayrıca Ankara’nın Haymana ilçesine Kürtlerin nasıl gittiklerini incelesinler. Sonra da gerekçelerini ona göre hazırlasınlar. Türkiye’nin resmi tarihi bile Kürtlere zorunlu göç (tenkil) ve jenosit, hele hele asimilasyonu reddetmiyor. Takrir-i Sükûn Kanunu nedir ve ne için ilan edildi ki? Yoksa Türkiye Cumhuriyeti’nin o dönemlerinin reddi mirası mı söz konusu olmaya başladı kapalı kapılar ardında ki, bizim haberimiz yok?) Buna karşı tüm devrimcilerin, özellikle de Türk devrimcilerinin alacağı tavır, çok önemli. Bu konuda alacakları tavır onları ya geçmişte yapılan tenkillerin suç ortağı olmaktan kurtaracak (bu konuda Ş.Hüsnü, M. Belli vb. gibi Türk “devrimcilerinin” geçmişteki tavrının iç açıcı olmadığı herhalde genel bir kabul görüyordur) ya da bu suç ortaklığı devam edecek. Gelişmeler ve alınan tavırlar Türk devrimcilerinin namuslu ve devrimci tavır alacaklarının ipuçlarını veriyor. Ulusların kardeşliğinin olmazsa olmaz şartlarından biridir bu. Enternasyonalizmin gereklerinden biridir bu…
Bir şey daha.. Katliam ve tenkile karşı çıkmak, uygulanmadan önce engellemeye çalışmak kuşkusuz iyi ve devrimcî bir tutumdur. Hiç değilse tutum almak da bir şeydir. Ne var ki sorunun bundan ibaret olduğu ve böyle bir şeye karşı tutum geliştirmenin demokratlık ve devrimcilik için yeterli olduğu sanılmamalı. Devrimcinin, sosyalistin tutumu bundan daha ileri olmak zorundadır. Ulusal baskının her türüne, ulusal konuda burjuvazinin özellikle bugün kullandığı silahın her türüne karşı çıkmadan, uluslararasında tam hak eşitliğini savunmadan, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kendi özgülünde, yaşadığı ülkede savunmadan sosyalist olmak bir yanda dursun, devrimci de olunmaz, demokrat da…
Eylül 1989