Demir çelik grevi dört ayını doldurdu. İşçiler haklarını alana kadar direnme kararlılığını koruyor. Grevin başlamasından bu yana Bağımsız Çelik-İş Sendikası ile MESS arasında birçok görüşme yapıldı, bu görüşmelerde toplu iş sözleşmesi taslağında yer alan birçok madde üzerinde anlaşmaya varıldı, bir kısmında ise varılamadı. Anlaşmaya varılamayan maddeler daha çok ücret konusuna ilişkin.
Daha önce iki kez Karabük’e giderek buradaki işçilerle görüşmüş gözlem ve değerlendirmelerimizi yazmıştık. Ancak İskenderun biraz uzak düştüğü için oraya gidememiştik. Bu kez İskenderun’a gittik. İşçiler ve Çelik-İş Sendikası şube yöneticileriyle görüştük. Grevin seyri hakkında tarafların görüşlerini aldık. Doğrusu edindiğimiz izlenimler ve yaptığımız gözlemlere oraya gitmeden, başka türlü sahip olamazdık. Gittiğimize fazlasıyla değdi diye düşünüyoruz.
Aslında İskenderun’da da Karabük’te olduğu gibi işçilerle yeterince görüşemedik, özellikle işçilerin yoğun olarak bulunduğu yer alan Payas’a gitmeye zamanımız el vermediği için üzgünüz. Yine bizzat fabrika ve tesislerin bulunduğu yerde de gezme olanağı bulamadık. Ancak görüşebildiğimiz işçilerle uzun uzadıya konuşma fırsatımız oldu. İşçiler sendika, grev, dayanışma, Cudi Dağı, cezaevleri, açlık grevleri v.b. çeşitli konularda kendilerine yönelttiğimiz sorulara enine boyuna sabırla yanıt yerdiler, bu konulardaki düşüncelerini aktardılar.
Kendileriyle ilk görüştüğümüz işçi grubunda başlangıçta rahat bir iletişim ortamı yakalayamadık. İşçiler düşüncelerini olduğu gibi açıklamaktan çekmiyorlardı. Düşüncelerini olduğu gibi açıklarlarsa aralarındaki görüş ayrılıklarının ortaya çıkacağı, bunun da birliğin bozulmasına neden olacağı kaygısını taşıyorlardı. Öte yandan ne de olsa Türkiye’de yaşıyorduk. Düşünceleri yüzünden hapislerde çürüyenler az mıydı?
Öyle ki işçiler belirtilen kaygılar nedeniyle en çarpıcı gerçekleri bile konuşmaya yanaşmıyorlardı. Adeta şunu konuşacaksınız, bunu konuşmayacaksınız türünden bir şartlandırılmaya tabi tutulmuşlardı. İşçileri kim şartlandırmıştı böyle? Baskı rejiminin rolünü anlıyorduk. Daha sonraki gözlemlerimiz sırasında ek olarak gerici-faşist, dinci sendika yöneticilerinin rolünü de tespit edecektik. Sendikacılar işçilere ağız açtırmıyorlardı. İşçilerin her söylediğine müdahale ediyorlar, öyle değil böyle gibilerden düzeltmelere gidiyorlardı. Sanki işçiler, serbestçe düşüncelerini ifade edemezlerdi. Şube yöneticileri ne düşünüyorlarsa işçilerde onlar gibi düşünmek zorunda idiler.
İşçilerden biri konuşurken müdahale eden yalnızca sendika yöneticileri değildi. İlk konuştuğumuz işçi grubunda da önceleri işçiler birbirlerinin sözlerini sıkça kesmeye kalktılar. Söz kesmekte, o konudaki düşüncesini söylememesi için arkadaşını engellemeye kalkmakta ileri giden işçiler ise sanki belli bir düşünce ve tutumun bekçisi gibi davranıyordu. Müdahale etmeyi, engellemeyi kendilerine görev biliyorlardı. Konuşmak isteyenlerde de mutlaka konuşmalıyım inancı yoktu. Arkadaşı Susması için müdahale ettiğinde ısrar etmek bir yana, haklısın dar gibilerden boyun eğiyordu. Bu durum gözümüzden kaçmadı. Gerçekleri açıklamanın onları saklamaktan daha yararlı olacağına inandığımızı belirttik. Kaldı ki korunmaya çalışılan birlik neyin birliği olabilirdi? Yalan, dolan ve bilgisizlik üzerine kurulmuş bir birlik işçilerin yararına olamazdı. Yalandan, sahtekârlıktan medet umanlar işçiler değil, sömürücü sınıflardı. İşçilerin yaran ise gerçekleri bulmakta, ortaya çıkarmakta ve onları açıklamakta idi. Bu da düşüncelerin açıklanmasını daha doğrusu gerçeklerin bir bir ortaya serilmesini gerektiriyordu. Bu doğrultudaki düşüncelerimizi belirtmemiz üzerine işçiler konuşmaktan kaçınan ve susmaları için bir birlerine müdahale eden tavırlarında diretmediler.
Başlangıçta işçiler, aralarında görüş ayrılığı doğacağı, birliğin bozulacağı endişesiyle bir kısım sorunların konuşulmasından, tartışılmasından yana değillerdi, arkadaşlarını da konuşmamaları için bu nedenle uyarıyorlardı. Ancak konuşmasında sakınca görülen konularda da görüş alışverişi ve serbest bir tartışma yapıldığında birlik hemen bozulmuyordu. Aksine “tehlikeli” sayılan konularda da işçilerin pek farklı düşünmedikleri ortaya çıkıyordu. Sonraları işçiler bir birlerine hiçbir karışmada bulunmadılar. Herkes düşüncesini herhangi bir engellemeyle karşılaşmadan sonuna kadar anlattı. Bazıları oldukça uzun konuştu, bu sırada diğerleri sessizce ve dikkatle dinledi. Tartışma ve sohbet sona erdiğinde işçiler arasındaki birliğin bozulduğuna dair bir belirtiye rastlamadığımız gibi, belki de aksine dayanışma duyguları ve yakınlaşma daha da artmıştı.
Bir dizi müdahaleden ve konuşulsun mu konuşulmasın mı tartışmasından sonra nihayet işçilerden biri grev ve diğer konular hakkındaki düşünce ve değerlendirmelerini uzun soluklu bir konuşma içerisinde anlattı. Anlattıkları arasında önceden bazı işçilerin konuşulmasını istemediği meseleler de vardı. Bu işçi özetle şunları anlattı:
“Önceden de basından gelen arkadaşlar oldu bizlerle görüştü. Ancak 12 Eylül öncesi bir sıkıntımız devam ediyor. Basından gelen arkadaşlar anlatılanları olduğu gibi yazmıyor. Herkes kendi görüşüne uygun düşüne yazıyor.
“Demir çelik’te yaşananlar herkesin dikkatini çekti. Aslında demir çelikte yaşananlar her tarafta, tüm emekçi insanların yaşadıklarından pek farklı değil. Çünkü sistem yanı.
“Türkiye’de her alanda olduğu gibi sendikacılık alanında da mafyacılık var. Demir çeliğe baktığımızda, ilk olarak bu grev yapıldı. Grev yapıldı ama nasıl? Mesela bir inşaat yapılacağı zaman muhakkak ki önce bir arsan olacak, inşaat malzemesi olacak, ondan sonra evi yapabilirsin. Şimdi bakıyoruz, demir çelik işçileri greve gidiyor, demir çelik işçileri greve niçin gittiklerini bilmiyorlar. Niye bilmiyorlar? Sendikacıların işine gelmez. Şimdi herkes niçin greve gittiğini, grevin ne olduğunu bilse bir kısım “vatandaşların” önüne set çekilmiş olur, bu “vatandaşlar” saltanatlarını eskisi gibi sürdüremez. Bu vatandaşlar gidip pavyonda “benim 25 bin tane koyunum var, 25 bin tane ineğim var, sağıyorum” diyorlar. Nasıl sağıyorlar? Bizden aldıkları aidatlarla. Kendileri ve yandaşları bu sayede saltanat sürdürüyorlar. Kimdir bu vatandaş? O da bir düşüncenin, o da bir zihniyetin liderliğini yapıyordur. Örneğin burada tren olaylarında, işçi arkadaşlarımızın kurşunlanma hareketine bizzat kumanda eden vatandaş şimdi burada şube başkanlığı yapıyor; hem işçileri öldürüyor hem de işçileri temsil ediyor. Bu tabiata da aykırıdır. (Tarih 79).
Burada işçi alımı esas olarak MC döneminde gerçekleşti. O zamanın iktidarı hiç iyisi olmayan bağnaz, aşırı gerici kimseleri işçi olarak burada topladı. Sonraları pek işçi alındığı olmadı. 12 Eylül’den sonra ise ilerici demokrat sol görüşlü işçilerin sayısı, kurşunlananlar, içeri alınanlar vs. nedeniyle sürekli azaldı.
Burada iki tür işçi var. Birisi toprağı bağımlı olduğu için henüz tam olarak işçileşmemiş olanlar, diğeri de uzaktan gelmiş ve hiçbir maddi güvencesi olmayan, gecekondu vb. yerlerde yaşayan kesim. Bunların çeşitli durumlardaki davranış ve düşünceleri de farklı. Örneğin grev, siyasi konular. Türkiye de yaşananlar hakkında farklı düşünüyorlar. İşçiler içinde bulundukları durumları doğru değerlendiremiyorlar. Sendika ne yapıyor bu durumda? Bizim sendikacılıktan anladığımız kadar işçiler seminerle ve diğer yollarla eğitilmelidirler. İşçi olduklarını, niçin işçi olduklarını, haklarının niye savunulduğunu, sendikanın ne olduğunu, neye yaradığını sendikacıların işçilere anlatmaları gerekiyor. Haksızlığa uğradıkları zaman da ne yapıyor Çelik-İş? Gidip sendikayı bir görmeniz faydalı olur. Binaya gittiğinizde göreceksiniz. Fatih Sultan Mehmet’in resimleri duvarlarda koskocaman… Duvara yapılmış. Dokuz ışık doktrini… İşçi oraya gidince neyi öğreniyor orda? Fatih Sultan Mehmet’i, Dede Korkut masallarını, bir siyasi partinin Dokuz Işık doktrinini öğreniyor, öğretiliyor. Eğitim bu oluyor. Ama oraya kimler gidiyor? Kendileriyle aynı eğilimde olanlar, kendi yandaştan gidiyor. İşçiye göstermelik bir diploma, bir de çanta veriliyor. Bunun da adı seminer oluyor. Sendikal konulardaki bilgi de bundan ibaret oluyor.
“Daha önceden bir toplu sözleşme dönemi yaşandı burada. Özellikle İskenderun’daki işçi arkadaşlar bunu çok iyi biliyor. Tam grev aşamasına geliniyor. Saat 12’den sonra greve başlanacak, (bundan önceki dönemde) İşçiler arabalara biniyorlar, yemeklerini yemiyorlar. Ama şube başkanı Ankara’dadır. N’apıyor? Buraya telefon ediyor. “Tamam” diyor. “Sözleşme yapıldı. Herkes yemeğini yesin, herkes arabalara binsin.” İşçileri satıyor, ortada bırakıyor. Sözleşmeyi istediği gibi yapıyor, çıkıyor geliyor. Genel Başkan da kendi kafasındaki bir insandır. Daha önceki dönemde böyle yaptılar. Resmen işçileri sattılar. Ama ne yaptılar burada? Dediler ki “biz farklı bir sözleşme yaptık. Farklı dedikleri şey bir prim sistemiydi. O da farklı değildi. Bir aldatmaca, bir göz boyamaydı.
“Bu dönemde ne yapıyor aynı ‘vatandaş’? Aralarında seçim döneminde bir çelişki oldu. Doğru Yol’cu, kısmen ‘demokrasi’ ve daha yakın genel başkan, Çelik-İş’e kimliğini veren tabelasını yapan ilk kişi durumuna geldi. Ne yaptı? En azından grev aşamasına gelinmesinde etkisi oldu, bir greve gidilebildi. Kendileri arasında da bir uyuşmazlık var, bir uyumsuzluk var… Şube ile genel merkez arasında… Bu uyuşmazlık nedir? Bu, sendikacılık alanında bu “dümen’leri nereye kadar yürütecekleri, ileriki dönemde nereye aday olacakları, daha büyük yerlere aday olmanın hesabını yapıyorlar. Genel başkan şurada bu seferki sözleşmeyi işçilerin istekleri doğrultusunda yapacak olursa, buradaki sendikacılar bitmiş olacaklardır. Bir daha bu işçiler üzerinde at oynatamayacaklardır. Bunlar bunun bilincindedir. Bunlar ne yapıyorlar? Zaman zaman açık veriyorlar. Örneğin geçtiğimiz birkaç gün içerisinde ‘vatandaşlar’ İskenderun dışındaki Osmaniye, Erzin, Dörtyol, yani kendi taraftarlarının yoğun olduğu bölgelere çıkıyorlar, dolaşıyorlar, şunu söylüyorlar: ‘Arkadaşlar, MESS Başkanı ile Genel Başkan arasında büyük bir çelişki var. Küfürleşme var. Bunlar bu sözleşmeyi bitiremezler. Bu sözleşmeyi bitirebilmemiz için Genel Başkan’ın çekilmesi, O’nun dışında bir komisyonun kurulması ve bu komisyon tarafından bu sözleşmenin yapılması gerekir. Bunlar işçilere bunu işliyorlar.
“Grev olayında ya işçilerin, ya iş-verinin pes demesi gerekiyor. Doğru yani. Düzenli bir hareket konmuyor. Herkes bekliyor. İşçi arkadaşlar zamanlarını kahvede geçiriyorlar, değişik yerlerde geçiriyorlar. Yani yeni bir eylem biçimi düşünmek, koymak olayı yok. Ama muhakkak bir şeylere dönüşecektir. Demir ithali durduruldu. Bu nedenle inşaat sektöründe ve demir mamullerinin ilgili olduğu bölümlerde ülke genelinde bir takım sıkıntılar olacaktır. Hükümetin durumu belli. Kendi durumlarını kendi yetkililerinin ağzından açıklıyorlar. Günlük zararların olduğunu, işçilerin de zarar gördüğünü bildiriyorlar. Bunu yaptıklarında ise kendi kendileriyle çelişiyorlar. Bu bakımdan bu sözleşme olayında yaklaşmak zorunda kalıyorlar. Bu koşullarda sözleşme yapılırsa buradaki şube yöneticileri ‘genel Başkan sözleşmeyi yapamadı, biz yaptık.’ demek istiyorlar. İşçilerde bu düşünceyi yaratmaya çalışıyorlar.
“Bir şeyi söylemeden geçemeyeceğim. Biliyoruz, ülkemizdeki insanlar sürekli bir önder arıyor. Birileri çıkacak, bir şeyler yapacak, çaba harcayacak, bu insanlar da onların peşinden gidecek, onların doğruluğuna inanacaklar, o hareketi koyacaklar. Grev başladığı sıralarda milletvekilleri geldiler, grev önlükleri giydiler, resimler çektirdiler, çıktılar: ‘A biz de grevcileri destekledik’ Bu ileriye doğru kendileri için bir yatırım. Bir daha seçilmeleri için. Sendikacılık olayını bilen DİSK’Iİ arkadaşımız vardı. O da geldi. Konuşmalar yaptı, işçilere hitap etti. Diyorum yani, gelip konuşup gitmek yetiyor mu? Bir partinin belli kademelerindeki insanlarsınız. Ne yapılabilir? Ben, kendim de bir partiye oy verdim. Ama yani niçin, toplumdan gösterilir? Ben, kendim de bir partiye oy verdim. Ama yani niçin, toplumdan kopacak mıyız? Kahvelerde mi sürekli kalacağız. Muhakkak ki insanların katkıları oldu Gerek düşünce olarak, gerek ekonomik olarak. Şimdi demir çelik işçisini düşünmek gerek. Ne yiyorlar, ne içiyorlar, ne alıyorlar, ne harcıyorlar? Sendika demir çelik işçilerine yasal ya da diğer yollardan kaç kuruş menfaat sağladı bu grev döneminde? Yok, hiçbir şey yok. Yakınıyorlar, “bizim paramız yok. Bizim kendi cebimizde paramız yok ki işçilere verelim. Biz parasız, hiç kimseye bir şey sağlamadan bu görevi yürüteceğiz” diyorlar, işçi zaten kendilerinden bir şey beklemiyor. Ama işçi şunu bekliyor: Birliği bozmayın, uyum içerisinde olan. Makul bir hak alabilirsiniz. Ama birbirinize hesaplaşmanın sırası değil. Fakat kimsenin gözünden kaçmıyor, yaptıkları sırıtıyor. Ve bu böyle sürüp gidiyor.
“İki günden beri izliyoruz. Hak-İş, Türk-İş açıklama yaptılar. Dayanışma içinde olduklarını söylediler. Hesap açtıklarını, yardımcı olacaklarını bildirdiler. Genel Başkan’la yaptıkları toplantıdan TV söz etti. Nasıl olduysa TRT bir yakınlık gösterdi. Her halde Türk-İş olduğu için, Türk-İş’in sendikacılık çizgisini desteklediği için olsa gerek. Hak-İş yine aynı vaziyette. Türkiye’deki Müslüman işçileri bir yerde temsil ediyor.
“Şimdi durum içler acısı, işçi grevin ne olduğunu bilmezse, greve niçin gidildiğini bilmezse, grevin bir savaş olduğunu bilmezse, bunu 24 bin işçiden yalnızca bin tanesi bilebiliyorsa veya beş yüz tanesi… Üç buçuk aylık bir süre geçti. Bu az bir zaman değildir. O kadar çok şeyler yapılırdı ki, o kadar çok şey elde edilirdi ki, düşünüyorsun zaman zaman, bayağı aranıp da bulunamayacak bir fırsat. Ama hiçbir şey yapılmadı. Hiçbir şey öğretilmedi, hiçbir yere varılmadı.
“Çeşitli siyasi eğilimlerden arkadaşlarımız geliyorlar. Ne yapıyor? Varsa kendi düşüncesini destekleyen bir şey haykırmak istiyor. O, hesabına gelirse yer veriyor, gelmezse vermiyor. Öte yandan aynı ülkemizde insanlar öldürülüyor, çoban vatandaş geçerken ‘terörist’ diye öldürülüyor, köylü vatandaş zor durumda kaldığı için bir yudum çay veriyor onu öldürüyorlar, terk edip geldiğimiz bölgeler olduğu için bunları biliyoruz. Bir yandan da bunlar. Şimdi bakıyoruz, o önemsemediğimiz Cumhuriyet bir iki günden beri değiniyor, bir de 2000’e Doğru galiba. Ama siyasi dergiler… Çok üzücü. 12 Eylül cuntasının devamı… Vatandaş’ gidiyor miting yapıyor. Binlerce kişi alkışlıyor hâlâ. Göz göre göre, insanların gözünün içine baka baka ‘sizi ben bu hale soktum’ dercesine konuşuyor. İnsanlar da ‘mutlu’ymuşlar gibi alkışlıyor. Bu gidişle, bilmiyorum. Ben biraz karışık konuştum galiba, çok dolandırdım. Düzenli konuşmadığımın farkındayım.
“Bir de Bulgaristan olayı var. Tuttular bütün muhalefeti iktidarı miting yaptılar. Ülke genelinde birleştiler, lanetlediler. Günlerden beri aylardan beri kamuoyunu meşgul ediyorlar. Peki, bir ülkedeki insanların bu kadar adileşmesi… Peşinden ne yapıyorlar? Karabük ve İskenderun demir çelik fabrikalarında grevdeki insanların bilinen durumuna rağmen Bulgaristan’dan demir ithal ediyorlar. Bu nedir şimdi? Hem bu ülkeyi lanetliyorsun. Bu ülkeden, senin, elçini çekmen lazım yahu. Bu bağlantıyı nasıl yapabiliyorsunuz? Mademki bu ülke senin insanlarına, senin soydaşlarına, senin Müslümanlarına, Orta Asya’dan gelen kan bağınız olan insanlara zulmediyor, haksızlık yapıyor. İnsanlık bir yana Türklük açısından düşünüyorsan, yaptıkları ortada iken sen neye dayanarak bunlardan demir ithal ediyorsun. Bakıyoruz ki Özal Hanedanlığı mı diyelim, papatyalar mı diyelim, kendilerine yakın birkaç tane milyarder türetmek, ülkedeki bu milyarderlerin sayısın biraz daha artırmak.
“Sen gerçekten insanlarını düşünüyor musun? Düşünüyorsan kendi ülkenin insanları da var. Düşünüyor olabilmen için ülke genelinde yaşayan insanlarına yönelik görevlerine de dönmelisin öncelikle. Vergisini veren, askerlik yapan, ülkeni koruyan insanlarına sahip çıkman gerekir. Peki, bu ülkedeki insanlar senin işçilerindir. Sen bu yasal hakkı da verdin. Ama bunu kullandırtmadın zamanında. ‘Seçimin selameti bakımından erteliyorum’ dedin. Hâlbuki öyle değildi. Bir süre demir çeliği ve mamullerini bir takım insanların elinde stoklamaktı asıl amaç. Aradan zaman geçti demir çelik işyerlerinde greve gidildi. Bu noktada hükümet de grevin olmasından yanaydı. Hükümetin hesabı, milyarderler yaratmaktı. Ve bu da meydanda gazeteler, basın zaman zaman değiniyor. Cirolarını, bu demir mamulleriyle ilgili işlerde nerelere vardıklarını.
“MESS olayı. Demir çelik ne zaman bağlandı MESS’e. 1986 yılında. Bu konudaki kararnamenin altında Turgut ÖZAL ve Hasan Celal GÜZEL’in imzası var. İktisadi Devlet Teşekküllerinde, kamu işyerlerinde MESS kaç yerde oturup toplusözleşme yaptı? Buralar MESS’e niye bağlandı? MESS’teki insanların görevi nedir? Uğraşları nedir?
“Burada işçiler direniyorlar. Zorunlu olarak direniyorlar. Kendilerine lâyık olan ücreti alabilecekleri zamana kadar direnmek istiyorlar, direnecekler. Azimliler buna. Grevin başından beri çalışmak isteyen bazı ANAP’lı işçiler de var. Bunlar azınlıkta kalan iktidar yanlısı işçiler. Ancak bunlar grev devam ederken çalışamazlar. Grev yasası var. Bunların korkuları var. “Dayak yiyeceğiz, işçilerin arasında dolaşamayacağız.’ gibi.”
Diğer bir işçi ise şunları söyledi:
“Uzun sözün kısası: Evet eziyet çekiyoruz. Ama demokrasi olsun, insan haklan olsun, mücadele vererek, hep elde edildi ülkemizde ve dünyada bir emek sermaye çelişkisi var. Bunlar hep kavga ederler. Tabi bir taraf galip gelecektir. Fakat ben bundan çok mutluyum. Evet, büyük sıkıntı ve eziyetler çekiyoruz. Fakat direnişimiz işçi sınıfı için bir kılavuz, bir ışıktır. Bakıyoruz bu gün Türk-İş ve diğer bazı sendikalar destek veriyor. Kendilerine de ilerde bir pay çıkarmak, bir çığır açmak için.
“Sendika toplusözleşme görüşmeleri geldiğinde daha önceleri gider, işverenin elini eteğini öper, yalvarır, bizleri ucuza satardı. 10 yıldır böyle, bunun ceremesini çekiyoruz. Şimdi yine aynı oyunu oynamaya çalışıyorlar, fakat inanıyorum başaramayacaklar. Çünkü işçinin birlik beraberliği var. Ve inanmış ki haklar ancak mücadele sonucunda alınır. Fakat biraz eziyet çeksek de dayanacağız.”
İşçilerden birisi de Türk-İş ve Hak-İş’in destek kararını şöyle değerlendirdi:
“Türk-İş ve Hak-İş’in meseleye sahip çıkması, özellikle bu gün sahip çıkmasının, son zamanlarda sahip çıkmasının nedeni sendikalarda bu günlerde yaşanmakta olan kongre dönemidir. Ve kurultay vardır. Türk-İş’in pek yakında kurultayı vardır. Ekimde, Mevcut yöneticiler tekrar aday olacaklardır. Bu insanlar aday olacaklar ama işçiye hiçbir şey veremediler, bittiler yani. Artık kendilerine bir kan lazım. Şimdi bunlar grevi destekliyor pozlarına girerek bu olayı kullanmaya kalkıyorlar. Diyecekler: “Biz Türk-İş olarak dışımızda olan çelik işçilerine bile sahip çıktık, onlara kucak açtık, yardımcı olduk’ gibisinden.
“Dayanışma örneğine gelince biz burada dayanışmayı üç aşamada başlattık. O kadar acımasız olmayalım. Ben belediye işçisiyim. Bir İnsan Hakları Derneği’nin Antakya şubesi, bir İskenderun’daki belediye işçileri. Ama karınca kararınca, belki üç kilo beş kilo. Biz dayanışma kampanyasını başlattık. Ama bunu genelleştirmek, tabana yaymak. Bir İskenderun Belediye’sindeki bin işçi biner lira verse veya beş biner lira verse n’olur yani? Onun yanı sıra burada bir çimento ardır, gübre vardır, filtre fabrikaları vardır, özel işyerleri vardır. Bu, tabana yayılmalı yani. Tabanda bu yayılmayınca sendika başkanıyla bu iş olmazdı. Sendika başkanı işçileri A veya B siyaseti olarak ayırıyorsa bunu tabanda işçiler yayabilirdi, komisyonlar kurarak yayabilirlerdi. Bir gübre fabrikasına gidip ‘arkadaşlar siz de bizim gibi işçisiniz. Bu gün grev bizde yarın sizde. Bunu o insanlara önderlik yaparak genişletebilirlerdi yani. Bu da olmadı. Demir çelik işçisi kahveye geldi, kâğıt oynadı, okey oynadı yani. Sakal… Sakalın makatın bir anlamı kalmadı. Yeni eylem türleri geliştirilmek istenmedi yani. Ha, şunu da söyleyeyim demokrat düşünceli insanlar da bastırmadı bir öneriyle. Yürüyelim, şunu yapalım, bunu yapalım. Hep, ‘işler yukarda hazırlansın, pissin önümüze gelsin, biz yiyelim’ mantığı ile hareket edildi şimdiye kadar. Bu grevde üç aydan bu yana gördüğümüz bu.
İlk konuşan işçi de dayanışma konusundaki görüşlerini belirtmekten geri kalmadı.
“İşçilerin yardıma ihtiyacı vardır. Grevden bu yana direkt ve sağlıklı olması bakımından gördüğümüz yardımların başında Belediye’ninki gelir. Belediye ne yaptı? Grev başlayalı beri belediye otobüslerine ücret ödemiyoruz. Demir çelikte çalışan insanlardan su parası alınmıyor. Belediye işçileri ama az ama çok dayanışmaya girdiler, bunu kumanyaya dönüştürdüler, işçilere dağıttılar. Esnafları dolaştılar, değişik yerleri dolaştılar. Kumanya tutarı yaklaşık 6 milyon küsurdu, (lira) Sağcı olsun, ilerici gerici demeden bunu dağıttılar. Demir çelik kartını götüren bunu aldı. Aslında bu güzel bir şeydir. Bu yalnızca demokrat düşünceli insanların çabasıyla, hamallığıyla, indirmesiyle, bindirmesiyle, taşımasıyla, dağıtmasıyla yapılmıştır.
“İşçinin faşisti olmaz diyoruz. Şu da vardır: Çok iyi biliyoruz ki adam bir zamanlar militanlık yapmıştır. İnsan vurmuştur, kurşunlama hareketlerine girmiştir. O insan da geldi kuyruğa girdi. Bizzat ben gözlerimle gördüm, hatta resim de almak istedi, dergiye göndermek için. Gerek yok dediler. O da geldi kuyruğa girdi, aldı, demir çelik kartını verdi, çıktı gitti. Bu insan bu esnada bu militanlığını bilmiyor muydu acaba? Biliyordu.”
Bu arada Antep ve Ankara belediyelerinin grevci işçilere gıda yardımı gönderdiğini öğreniyoruz. İşçiler Ankara Belediye’sinin aynı zamanda Karabük’e de gönderdiğini söylüyorlar. Karabük’ün İskenderun’a göre daha mağdur olduğu söyleniyor. Çünkü orda değişik iş kolları olmadığı vurgulanıyor. Her ne kadar oradaki esnaf işçilerle birlikte hareket ediyorlarsa da bu yetmiyor, buranın esnafında aynı duyarlılığı göremiyoruz, diyor işçiler. Esnafların, “Bu kadar ücreti ne yapıyorsunuz, bu kadar ücreti kim almış yahu?” diyerek işçilere çattıklarını aktarıyorlar.
Devam ediyorlar:
“Basından gelen arkadaşın söylediği gibi hakaret edercesine konuşuyorlar: ‘Yahu siz devleti mi soyacaksınız. Bu ücreti kimse aldı mı?’ dedi. ‘Bu kadar ücret istenir mi kardeşim?’ Buradaki esnaf bunları zaman zaman söyledi. Tam da MESS ve hükümetin söyledikleri gibi tıpkı. Daha sonra bordroları ve 18 yıllık işçi olmama rağmen 150 bin lira aldığımı görünce farkına vardı. Mutfak masrafına baktı, hayat şartlarına, asgari ücrete baktı. Tamam dedi. İstediğimiz neydi? Seyyanen denildi, 1 ton demir denildi. 1 ton demirin Aralık ayında fiyatı 520 küsur bin lira idi. Şimdiki ücret nedir? Sıfıra düştü. Yani bizim istediğimiz rakam da şimdi sıfıra düştü. Şimdi 1 ton demirin fiyatı 1 milyonun üzerinde. Bize 1 milyon lira mı verecekler? Alakası yok. Çıktı dün akşam yedi yüz küsurdan bahsetti. Niye koydu 700 küsuru? İşyerindeki maskesini, ayakkabısını, eldivenini, sabununu, bütün sosyal hakları, primini filan ekleyerek, ölümünü, doğumunu, evlenmesini de koyuyor. Sanki işçinin ayda bir çocuğu oluyor, doğum parası… Ölüyor, arkasından ölüm parası… Sanki her işçi senede bir evleniyor, ölüyor, bir daha evleniyor. Bunları da hesaba katarak bu rakama varıyor. Oysaki işçiye teklif edilen, verilen net 280 bin liradır.
“Demir çelik hâlâ ağır sanayi bile kabul edilmiyor. Neymiş sebebi? Makina üretmiyormuş. Oysaki Sanayinin de makina üretiminin de temeli demir çeliktir. Makina üreten yalnızca Makina Kimya oluyormuş, ağır sanayi yalnızca Makina Kimya imiş. Burası makine üretemiyormuş.
İşçiler sözü 8 Temmuzda yapılan mitinge getiriyorlar:
“Bu miting sendikacıların isteği doğrultusunda yapılmadı. İşçilerin dayatması sonunda yapıldı. Şu anda sendika yönetimini elinde bulunduran kişiler greve karşı oldukları gibi mitinge de karşı oldular. Bunlar istemediler böyle bir şey. Ama dayatıldıktan sonra gündeme getirdiler. Müracaat ettiler izin aldılar. Ama bunu nasıl yaptılar? Ağırlığı demokrat insanlardan oluşan bir komisyon oluşturdular. ‘Mitingi siz üstlenin. Mitingin güvenlik ve yönetimini söz sağlayın’ dediler ve öyle yaptılar. Burada işçilerin oturup, konuştukları gittikleri parti binası vardır. Oraya gidildi, orda toplantılar yapıldı, isimler tespit edildi. Orada da çelişkiler çıktı.”
Grevdeki Gelişmelerden…
Toplu İş sözleşmesi taslağının hazırlandığı 8 ay öncesinde işçiler ücret istemlerini 1980 öncesi düzeyi olan “1 ton demir karşılığı ücret” olarak formüle etmişlerdi. O sıralarda demirin tonu 550 bin lira dolayında idi. İşçilerinde aylık ücret istemi 550 bin liraydı. Aradan geçen süre içinde demirin tonu tam iki kat arttı. Şimdi demirin tonu 1 milyon 100 bin lira dolayında seyrediyor. İşçilerin ücret istemi ise bırakalım demir fiyatlarına paralel olarak artmayı, 550 bin liranın da hayli altına düştü. Bu gidişle çeyrek ton demir fiyatı düzeylerine düşecek. Kuşkusuz bu düşüş MESS ile Çelik-İş arasındaki görüşmelerle doğrudan sağlanmadı. Bu, hiçbir pazarlık yapılmadan sağlanan bir düşüş olarak, enflasyonun MESS’e yaptığı bir yardımdan başka bir şey değildi. Tabi MESS buna hiç mi hiç aldırış etmeden yarım tonun da altına düşen işçilerin ücret istemlerini hâlâ çok aşırı buluyor ve bunda da kat kat düşüşler sağlamaya çalışıyor.
Buna karşılık Çelik-İş ne yapıyor? “1 ton demir karşılığı ücrette” ısrar ediyor mu? Ne gezer. O, başlangıçtaki 550 bin lira olan ücret düzeyinde bile diretmedi. MESS’le birlikte Çelik-İş de işçilere “1 ton demir karşılığı ücret” formülünü yavaş yavaş unutturmaya çalıştı. Şimdi artık Çelik-İş yöneticileri “1 ton demir karşılığı ücret” demiyor. Aylık 470 bin lira dolayındaki rakamdan söz ediyor. Başlangıçta istenen “1 ton demir karşılığı ücret” düzeyinde enflasyonun yaratacağı aşınmayı önleyici bir tutum içinde olmadı. Örneğin enflasyon oranı ne kadar artarsa artsın “1 ton demir karşılığı ücret”te diretseydi enflasyonun etkisi en aza indirilmiş olacaktı. Çelik-İş bile bile bunu yapmaktan kaçındı. Çünkü Çelik-İş yöneticilerinin asıl amacı işçilerin haklı istemlerini elde etmek değil, göz boyayıcı davranışlarla, artistik şovlarla işçi haklarını savunuyor görünmek ve bu sayede bir yandan rahat koltuklarını sağlama alırken diğer yandan da “Walesa” gibi siyasi prestij sağlamaktı. Mesela Çelik-İş Başkanı Metin TÜRKER ‘e atraksiyonları etkili olursa DYP’den milletvekili seçilme yolu açılabilirdi. Ama işçilerin çoğu Çelik-İş yöneticilerinin yaptığı bazı çıkışların bir, ‘numara’ olduğu giderek daha iyi anlıyor. Örneğin Metin TÜRKER’e tarih de vererek “gerekirse kapsam dışı işçileri de fabrikalardan çekeriz” sözünü, o tarih geçtiği halde tutmadığı kimsenin gözünden kaçmıyor.
Aslında Çelik-İş yöneticilerinin greve gitmeye de niyetleri yoktu. Demir Çelik’te şimdiye kadar bir günlük uyarı grevi dışında hiç grev yaşanmamıştı. Bu defaki grev ise sendikanın istemesiyle değil, tamamen işçilerin alttan gelen baskısıyla gündeme gelmişti. Sendika grev öncesinde hiç bir hazırlık yapmadığı gibi, grev süresince işçilere beş kuruş yardım yapmış değil. Bütün yaptığı ise 80 öncesinde işçilerden alınan paralarla MHP ve yöneticilerinin çeşitli askeri ve parasal ihtiyaçlarını karşılamak, Türkeş’e son model gelişmiş arabalar almak; 80 sonrasında ise kendileriyle aynı görüşten kişilere geniş ayrıcalıklar yaratmak, sendika ve işyerlerini kendi yandaşlarıyla doldurmak. Ama lafa gelince Çelik-İş yöneticileri işçilerin birliği ve çıkarları üzerinde mangalda kül bırakmıyor. Tabii böyle kimselerden ne grevden başarıyla çıkmaları ne de işçi haklarını sonuna kadar savunmaları beklenebilir.
İşçilerin grevde geçen dört ay boyunca kararlı bir biçimde grevi sürdürmeleri ve her türlü maddi sıkıntıya dayanmaları tamamen kendi çabalarıyla mümkün olabilmiştir. Sendikanın hiçbir yardımı olmamıştır. İşçiler ve ailesi aç kalarak, bilezik ve halılarını satarak, gırtlağına kadar borçlanarak, sınavı kazanan çocuklarım üniversiteye göndermeyerek grevi devam ettirebilmişlerdir.
Grevi kendi çıkarları için kullanmak isteyenler yalnızca sendikacılar olmadı. Onlardan daha çok bizzat MESS’te örgütlü bulunan kamu işvereni dışındaki demir çelik patronları en büyük vurgunu grev sayesinde gerçekleştirmişlerdir. Hükümet grev yaparak bir hak elde edilemeyeceği imajını yaratmak ve özel sektördeki demir çelik patronlarının ceplerini yüzlerce milyar liralık kârlarla doldurabilmek için kolları sıvadı. İlk etapta gerekli demir stoklarını hazırlayabilmek için zamanı gelen grevi yasakladı. Yeterli stok biriktirildikten sonra da demir çelik ithalatı tamamen serbest bırakıldı, gümrük kolaylıkları sağlandı. Bu önlemler sayesinde demir çelik ithalatçıları grev boyunca MESS’te örgütlü olmaları ve hükümetin yardımlarıyla olağanüstü kârlar elde ettiler. Böylece hükümet ve MESS bir yandan grevin “etkisiz” bir silah olduğu görüntüsünü vermeye çalışırken diğer yandan da demir çelik ithalatı yoluyla milyarları patronların cebine çektiler. Hem de ithalatı “soydaşlarımıza zulmeden ve zorunlu göçe tabi tutan”, kendisine de “sosyalistim” diyen bir ülkeden yaparak. “Soydaş hakları” savunuculuğuna ve “sosyalist”liğe bakın!
Grev Süresince İşçiler Ne Yapıyor
Grev yasası işçilere grev devam ederken başka bir işte çalışmayı yasaklıyor. Sendikaların grev fonu oluşturmaları da 12 Eylül’den sonra yasaklandı. Bilindiği gibi grevde olan işçilerle sendikaların dayanışma grevi ve dayanışma eylemleri yapmaları da yasak. Besbelli ki grevden vazgeçirmeyi ve dayanma gücünü ortadan kaldırmayı amaçlayan bu yasal kısıtlamalar yüzünden “Demir Çelik işçisinin denizde balık tutması dahi iş akdinin feshedilmesine neden olabilmektedir. Grevdeki demir çelik işçileri tuttukları balıkları satıp para kazanabilirler diye kovuşturmaya tabi tutulmakta, balık tutmaları halinde işten atılacakları tehdidiyle karşı karşıya bırakılmaktadırlar. Bu durumda grevci işçiler bol bol borç almaya zorlanmakta, ama zaman içinde bu olanakları da kalmamaktadır. Veresiye satış yapmaktan bir dönem için kaçınmayan esnaf artık veresiye vermeğe yanaşmamaktadır. Demir Çelik işçisi bu zor koşullara karşın direnişi sürdürmekte, haklarını elde etmedeki kararlılığını göstermek istemektedir. Bu doğrultuda işçilerin yaptığı eylemler arasında, ithal demir boşaltmak isteyen kamyonu işyerine sokmama ve gömlek çıkarma eylemleri önemli yer tutmuştur. Ne var ki sendika yöneticilerinin başından beri takınmış oldukları grev karşıtı tutum işçilerin bu kararlığını ve dayanma azmini boşa çıkartma tehlikesini barındırmaktadır.
Çaktırmadan “1 ton demir karşılığı ücret” isteminden çark etmelerinin yanı sıra seslerini aktif eylemlerle kamuoyuna duyurmak isteyen işçileri frenleme çabalan da sendika yöneticilerinin bu günkü tavırlarını şekillendiriyor. İşçiler bu koşullarda çeşitli biçimlerde seslerini duyurmak istiyorlar, bu amaçla kendi aralarında neler yapılabileceği üzerine tartışıyorlar, sözcülerini oluşturuyorlar. İskenderun’da bu çabalan daha somut olarak izlemek olanaklı. İskenderun’daki işçiler, Çelik-İş’in şube yöneticilerinin grev süresince izlediği tutumdan hoşnut değiller. Gerçi aralarındaki birliğin bozulacağı endişeleriyle eleştirilerinin önemli bölümünü saklı tutuyorlar, ama kamuoyu oluşturmak için sendikanın işçilerden gelen çeşitli önerilere kulak tıkaması, sendika olarak bir şeyler yapılmaması işçilerin kızgınlığını arttırıyor. Bunun üzerine işçiler bir yandan sendikayı zorlarlarken diğer yandan da bir şeyler yapmak için toparlanmaya çalışıyorlar, kahvede, orada burada boşuna zaman öldüren arkadaşlarını bir araya getirerek gelişmeleri birlikte izlemeyi, somut duruma göre beraberce tavır almayı yaygınlaştırmaya önem veriyorlar.
Eğitim Gereksinimi
İşçilerin başlıca yakınmaları arasında eğitimsizlikleri var. Sendikanın eğitim konusuna eğilmediğini, bu nedenle mesela greve niçin çıkıldığını bilmeyen arkadaşlarının olduğunu söylüyorlar. Bu arada devrimci sosyalist yayın oranlarını da sıkı bir biçimde eleştiriyorlar. İşçilerin eğitimi için devrimci basına da büyük görevler düştüğünü, bunun da İstanbul’da oturup oradan yazıp çizmekle olamayacağını, işçilere daha yakın olunması gerektiğini, işçilerin sorunlarının en iyi işçilerin arasında kalınarak öğrenilebileceğini vurguluyorlar. Eğitimsizlik nedeniyle işçilerin sendika ağalarına, gerici sendika yönetimlerine tabi olmak durumunda kaldıklarını, dolayısıyla sendikalarda işçilerin değil uşaklıktan ve kendi çıkarlarından başka dertleri olmayan yöneticilerin sorusunun öttüğünü belirtiyorlar.
Dayanışma
Demir çelik grevinde şimdiye kadar öne çıkan yan, her türlü zorluğa karşın birlikte davranma, birliği bozmama kararlığıdır denilebilir. İşçilerin bu kararlılığı ve direnme azmi değişen ve grevin uzamasına neden olan yeni koşullarda tazelenebilme yeteneği gösterebilmektedir. Bu sayede demir çelik işçileri başlangıçtan bu yana dostu düşmanı giderek şu ya da bu biçimde tavır almaya zorlayan uzun soluklu bir direnme çizgisini yaşama geçirebilmişlerdir. Bu anlamda örneğin Türk Metal gibi faşist sendikalar grevi zaafa uğratmanın bir yolu olarak Bağımsız Çelik-İş’in işyerlerinde yetkili olmadığım ileri sürerek mahkemeye başvurma yolunu izlemiştir. MESS ve hükümet ise bir yandan grevi yaptıkları vurgun için elverişli bir fırsat olarak kullanırlarken, öte yandan sürekli biçimde “grevle hak elde edilemeyeceği” tezini ve inancını yaygınlaştırmaya çalışmışlardır.
İskenderun’da olduğu gibi Çelik-İş şube yöneticileri ise alttan alta grev karşıtı bir kampanya yürütmüşlerdir. Türk-İş ve Hak-İş gibi sendikaların son zamanlarda demir çelik işçileriyle dayanışmaya yönelik açıklamalarını işçiler pek samimi bulmuyorlar. Örneğin “Türk-İş grevdeki işçilerle dayanışmada samimi olsaydı 200 günden bu yana Ak Gübre’de devam eden grevi desteklerdi” diyorlar. Ama yine de Türk-İş’in miting girişimlerini olumlu buluyorlar. Arkasından bu konuda Türk-İş yöneticilerinin önümüzdeki kongreye dönük yatırımcı tutumlarına da işaret etmeden geçmiyorlar.
Bu arada yavaş yavaş da olsa ülkenin çeşitli yörelerinden demir çelik işçileriyle aynı zamanda maddi dayanışmanın da ifadesi olan para gıda v.b. yardımlar da gelmeye başladı. Antep, Ankara Belediyeleri gıda yardımı yaptılar, İstanbul Ambarlar’da çalışan taşıma işçileri ve daha başka bazı yerlerdeki işçiler maddi yardımlarda bulunmaya devam ediyorlar. Yurt dışından demir çelik işçilerine gönderilen 500 Alman markı tutarındaki ilk yardım da Batı Almanya’da faaliyet gösteren Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu’na (DİDF) bağlı Gersen-kirschen İşçi ve Öğrenci Derneği’nden dergimiz aracılığıyla iletildi.
Bir yandan demir çelik işçileri ile dayanışmalar sürerken diğer yandan da demir işçilerinin kendileri de Aydın Cezaevi ve diğer cezaevlerinde sürdürülen ölüm oruçları ve açlık grevleri sırasında Hüseyin Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya’nın öldürülmesini protesto etmek için yapılan açlık grevini desteklediler Bu açlık grevi 52 kişinin katılımıyla sona ermiş ve 6 gün devam etmiştir. Kendileriyle konuştuğumuz demir çelik işçileri Kürtlere yönelik katliam ve saldırılan da nefretle karşıladıklarım bildirmişlerdir. Ayrıca Cudi Dağı ve çevresindeki baskıları, halkı yerinden yurdundan etme politikasını protesto ettiklerini belirtmişlerdir.
Sendikacıların Tutumu
Kendileriyle görüştüğümüz İskenderun’daki Çelik-İş şube yöneticileri sorularımızın bir kısmını yanıtladılar, bir kısmını da ‘işleri olduğu’ gerekçesiyle yanıtlamamışlardır. Sendika yöneticileri sorularımıza yanıt olarak; Sendika duvarlarında dini resimler ağırlıktaydı ve mescidin havası tüm binaya hâkimdi.
İşçilerden toplanan aidatlarla yeni sendika şubeleri açıldığı için grevde işçilere maddi yardım yapamadıklarını,
Diğer sendikaların “ideoloji bezirganlığı” yaptıklarını,
İşçilerden önerilerini dinlediklerini, konuşmalarını engellemediklerini ancak ‘siyasi’ konuların konuşulmasının doğru olmayacağını savunduklarını,
İşçilerin istek ve önerilerinin sendikaya iletilmesini sağlamak amacıyla Gıda Yardım, Miting, Mahalle Komiteleri gibi komiteler oluşturduklarını,
İşçi haklarının yasalar, idari kuruluşlar, bizzat sendika yöneticileri tarafından çiğnenmesi ve saldırıya uğraması halinde durumu yetkili makamlara şikayet etmekten başka çıkar yol görmediklerini,
Yasaları eleştirmenin ve işçi aleyhine olan düzenlemelerin kaldırılmasının kendilerini ilgilendirmediğini bu gibi durumlarda yapacak bir şeylerin olmadığını, değiştirilmesi gereken bir yasa hükmü varsa bunların milletvekillerinin bileceği iş olduğunu söylemişlerdir.
Oysaki aynı içerikli sorularımız karşısında işçiler sendikacıları öfkeyle eleştiriyor ve onları yalanlıyorlardı, öyle ki artık sabrı iyice taşan bir işçi sendika binasına gittiğimiz sırada önce eğitim sekreterinden niçin grev sırasında kamuoyuna seslerini duyurmak için bir şeyler yapılmadığını soruyor, doyurucu yanıt alamayınca da “Pekinizi bırakmayacağa” diye de defalarca bağırıyordu O esnada yanında bulunan 30-40 kadar arkadaşı da onunla aynı duygu ve düşünceleri paylaştıklarını göstererek kendisiyle dayanışmaya giriyorlardı.
İşçilerin siyaset konuşma hakları yok mu sorusuna karşılık b önce birlik bozulur gere karken, işçiler dışında herkesin siyaset yaptığını, hem de işçiler konu edilerek ve onların zararına dediğimizde siyasetin hiçbir şekilde önlenemeyeceğini teslim etmek zorunda kalıyordu. Bunun üzerine elbette ki ‘medeni’ ölçüler içerisine işçilerin de siyasi tartışmalar yapmasının doğal olduğunu belirtmek durumunda kalıyordu.
Ayrıca işçiler sendika yöneticilerinin kendilerini baskı altında tuttuklarını düşüncelerini ifade etmekten caydırılmaya çalıştıklarını ekliyorlardı. İşçiler sendikacıların sendikalara bağlı işçi komiteleri kurduklarını ileri sürmelerinin bir demagoji olduğunu, varolan komitelerin hiçbir işe yaramayan göstermelik yapılar olduğunu vurguluyorlardı. Nitekim sendika binasına gelmeleri çeşitli biçimlerde engellenen işçiler bir rastlantı sonucu bizimle aynı gün sendikaya geldiklerinde ‘konuşturulmama’ baskısını açık biçimde yaşıyorlardı. Her konuşmaları sendika yöneticisi tarafından kesiliyor, açıklamak istedikleri düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi özellikle psikolojik baskılarla, yanımızda engelleniyordu.
Sonuçta denebilir ki işçilerin şube yöneticilerine duydukları tepki ve öfke, onların o andaki tutumlarının belirleyici yönünü oluşturuyordu. İşçiler sendika yöneticilerinden hesap sormaya hazırlanıyorlardı.
Eylül 1989