Ekonomik panaroma-1 Bütçe : “40 yamalı bohça” ’90 bütçesinin analizi

Yeni yılla birlikte, biten yılın ekonomik gelişmelerini gösteren veriler sürekli değerlendirme konusu olurken, diğer yandan da yeni yıla yönelik öngörülerde bulunarak yorumlar yapılır.
Bu çalışmada; kamu maliyesi ve bütçesi ile ilgili olarak hem ’80’li yıllardaki gelişmeleri değerlendirmeye, hem de yeni yıl bütçesini yorumlamaya çalışıyoruz.
Gelecek sayıda ise ekonomideki makro gelişmeleri ve yıllık programı incelemeye devam edeceğiz.
Öncesinde, 1989 yılıyla ilgili olarak dergimizin 6. sayısında yaptığım öngörülerle tahmini gerçekleşmeleri karşılaştırmak istiyoruz:
“1989 yılında hedeflenen büyümenin gerçekleştirilmesi oldukça zor” ve “durgunluğun devam edeceğini” yazmışız, eğilimi doğru değerlendirmişiz.
Neye göre böyle yazmışız? 1988 yılında öngörülen büyüme hedefine ulaşılamadığı ve 1989 yılına “gerileyen bir konjonktürde” girilmiş olduğu ve kamu yatırımların en alt düzeyde olmasının, özel sektörü de aynı yönde etkileyeceği ve buna bağlı olarak durgunluğun devam edeceğini yazarak, bu sebeple, 1989 yılı büyüme hedefinin gerçekleştirilmesinin zorluğunu yazmışız.
– “Yatırımların artacağı” ve “işsizliğin azalacağı” beklenilmemeli demişiz ve yanılmamışız; yatırımların mevcutları yenileme ve büyütme- maksadıyla yapıldığı, bunun için ekonomide ek kapasite yaratma yönünün sınırlı olması anlamında imalat sanayinde yatırımdan kaçış olduğunu ve bundan dolayı da, yatırımların ve var olan işsizliğin daha da olumsuz yönde etkileneceğini belirtmişiz.
– Enflasyonun “konjonktürel olarak yükseliş çizgisine özellikle son iki yıldır” yerleşmiş olduğunu
yazmışız ve bu öngörümüzü yalanlayan bir gelişmenin olduğu söylenemez.
– “Faiz oranlarında büyük düşme hayal” demişim ve yanılmışım. Faizin düşmesi halinde, paranın gelir getiren diğer alanlara yatırılacağını dikkate alarak, faizin düşmeyeceği öngörüsünde bulunmuşuz; fakat geçen yılda özellikle dövizde suni önlemlerle gerçek kurun altına düşmesi sağlandığı için faizler inmiştir.
– “Dövizin fiyatı suni önlemlerle gerçek kurun altına düşmesi, ihracatçı sermaye şirketlerinin yarattığı sorunların olması ve teşviklerin kademeli olarak değiştirilmesi sonucu ihracatın öngörülen miktara ulaşması zor görünmekte; bir yönüyle ihracat duraklayacak” demişiz, yanılmamışız, ihracat geçen yıla göre düştü.
– “Bütçe açığının yaklaşık 9 trilyon olacağını ve “emisyon miktarının 7 trilyon civarında gerçekleşeceğini” yazmışız ve bu gözlemimizin de gerçeklesen gelişmeye uygun olduğunu anlıyoruz.
Çalışmanın yapıldığı 1990 yılı ile ilgili olarak da benzer öngörülerde bulunacağım.

1- BÖLÜŞÜM İLİŞKİLERİ VE BÜTÇE
Burjuva ekonomi politiği üretim faktörlerini emek, sermaye, toprak ve girişimci olarak sıralar. Bunların
gelirlerini de ücret, faiz, rant ve kar olarak tanımlar.
Buna göre işletme karını girişimcinin faaliyetinin bir ürünü olarak açıklar. Böylece her bir faktörün değer yarattığı anlayışından hareketle, sömürü maskelenmiş olur.
Burjuva ekonomi politiğin çarpıttığı bu ekonomik koşullarda işçi sınıfı:
Proletarya öyle bir üretici sınıftır ki yaşayabilmek için kapitalistlere satacağı emek-gücünden başka, üretim gücü anlamında hiçbir varlığı yoktur, Evet, emek-gücü satış konusu olan mal, bir meta halini almıştır.
Günümüzde kölelerin alınıp satıldığı bir insan pazarı yoktur. Fakat insan emek-gücünün alınıp satıldığı bir emek piyasası vardır, işte bu piyasada. emek-gücü denen meta satıcısının gelirine ücret denir. Bir başka anlatımla ücret, yaşama imkânlarını tayin eder. Bu sebeple proletarya; varlığını sürdürebilmek yani yaşayabilmek için, hem emek gücünü sarmaya ve kapitalistin emrine vermeye, hem de emek-gücünün kullanımında artı-değer yaratmaya ve onu kapitaliste teslim etmeye ve onun içinde sömürülmeye mecburdur.
Demek ki yaşamın özgürlüğü bu mecburiyetin kaldırılmasına bağlı olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Ki toplumsal ve ekonomik yaşamın gerçekleri de, bu sonucu doğruluyor.
1.1- Bütçe nedir?
Kamu maliyesi; devleti oluşturan kurum ve kuruluşların gelir elde etmeleri, gider yapmaları, gelirlerini ve giderlerini gösteren bütçe hazırlamaları ve uygulamaları, malvarlıklarını yönetmeleri gibi mali olayları konu alan bir politikadır. Bu politika bütünlüğü içinde bütçe ise, adı geçen kurum ve kuruluşların bir yıllık süre içindeki gelir ve giderlerini dönem başında tahmin eden ve yürütme organına gelirlerin toplanması yapılması konusunda izin ve yetki veren bir yasadır. Diğer bir başka anlatımla bütçe; devlet harcamaları ile gelirini ayrıntılı bir şekilde gösteren, gerek giderlerin yapılmasını ve gerekse de gelirlerin toplanmasına izin veren bir kanundur.
Burjuva ekonomi politiğin bütçe ile ilgili olarak belirlediği ilkeler;
Genellik ilkesi: Devlete ait tek bütçenin olması, bütün gelir ve gider kalemlerinin bu bütçede toplanmasıdır.
Birlik ilkesi: Devlete ait tek bütçenin olması, bütün gelir ve gider kalemlerinin bu bütçede toplanmasıdır.
Ödenek ayrılması ilkesi; Bütçede yer alan her hizmet çeşidi için, bir ödenek ayrılması anlamına gelir. Bazı hallerde yasa ile ek ödenek ya da olağanüstü ödenek de ayrımı öngörülür.
Açıklık ilkesi: Gelir ve gider kalemlerinin kolayca anlaşılabilir biçimde düzenlenmesidir.
Doğruluk ilkesi: Tahminlerin ekonomik koşullara uygun ve gerçekçi hesaplanmasıdır.
Yıllık olmasıiİlkesi: Bütçeyi oluşturan gelir ve giderlerin hesabının bir süre ila sınırlı olmasıdır.
Belirlenen bu ilkeler açısından TC bütçesi incelendiğinde, çıkarabilecek genel bir sonuç; hiçbirine
uygun olmadığıdır. Ne öngörülerek yapılan tahminler gelir-gider kalemleri açıkça toplu bir halde incelemek mümkün olur. Çünkü bazı kuruluşlara ait bilgiler bütçede gösterilmez; örneğin MİT gibi.
Burjuva ekonomi politiğin öngördüğü bütçe çeşitleri
Genel bütçe: Tasama, yargı ve yürütmenin en üst tepe örgütlerin bütçeleri toplamıdır. Ör: TBMM, yargı organları, hükümet vs.
Katma bütçe; Giderleri özel gelirleri ile karşılanan ve genel bütçe dışında idare olunan bütçelere denir. Bu tür bütçeye sahip kuruluşların büyük bir çoğunluğunun dener sermayeleri ve tüzel kişilikleri vardır. TC karayolları Gn. Md., Vakıflar Gn. Md. Bu kuruluşların çoğunluğu giderlerinin ancak bir bölümünü kendi gelirleri ile kalanı genel bütçeden aldıkları yardımla karşılarlar.
Özerk bütçe: Devleti oluşturan bazı kurumların, özel hukuk kurallarına bağlı olarak yürüttüğü ekonomik faaliyetlerle ilgili bütçedir. Bunlar, genel bütçenin tamamen dışında ve işletme bütçesi niteliğindedir. Ör: PTT, Sümerbank, Etibank, TCDD vs.
Özel bütçe: Yerel İdarelere (İl Özel İdaresi, belediye ve köyler) ait bütçelerdir.
Konsolide bütçe: Kamu sektörünün ülke ekonomisi içindeki işlevinin anlaşılması amacıyla genel, katma, özerk ve özel bütçe gelir ve giderlerinin toplanması konsolide (bir araya getirilmiş) bütçeyi verir.
Ülkemizde konsolide bütçe denildiğinde genel ve katma bütçe toplamı dikkate alınır. Bu, dar anlamada bir konsolide bütçe tanımlamasıdır.
Buraya kadar devlet oluşumunda bütçenin rolü, ilkeleri ve çeşitli konularına kısaca açıklık getirdim.
1.2- Devletin fon kaynağı
Sermayenin ekonomik ve siyasi yapılanımın en önemli aygıtı devletin gelir kaynağı; vergi gelirleri
(dolaylı ve dolaysız vergiler vs.), vergi dışı normal gelirler (cezalar, harçlar vs.), özel gelirler (hibeler, fonlar), ürettiği mal ve hizmetlerden sağladığı gelirler, borçlanma, uluslararası yardımlar ve para basması olarak sıralanır.
Gerçi bir başka gruplandırmaya göre devletin finansman kaynakları, fonun yurt içinden ya da dışından sağlanmasına göre de sınıflandırılabilir.
Devletin şu ya da bu kanal ile makro olarak toplam kaynağa müdahale etmesi, devletin sadece siyasal bir kurum olmayıp, ekonomiye müdahalesi bir zorunluluk olarak açıklanır. Gerçi siyasal bir kurumda olsa giderlerini karşılayabilmek için gelir sahibi olması da bir yönüyle ekonomiye müdahalesi olarak değerlendirilir.
Burjuva ekonomi politiğe göre gelir dağılımı, kaynak kullanımı ve ekonomide istikrar sağlamak gibi konular sebebiyle tekelci konumdaki devlet ekonomiye mücadelede bulunur.
Devlet, hem bu ekonomik sebepler ve hem de harcamalarını karşılayabilmek için ekonomide oluşan toplam kaynaktan bir kısmına el koyar.
Bundan olarak ekonomiye müdahalede devletin önemli aracı, daha fazla gelir toplamaya ya da değişik kanallar vs. ile dağıtmaya yönelik bütçe politikası izliyor olmasıdır.
İşte bu halde üzerinde durulan gelir kaynağı vergi ve politikası olmaktadır.
Bir sınıfın egemenlik çıkarlarını korumak için devamlı ordu, polis, idari ve adli kurumlar ile diğer “hizmetler” gibi devletin işlevlerini yapabilmesi amacıyla, tüm emekçi sınıf ve tabakaların yarattığı toplam değerden devletin karşılıksız el koyduğu iktisadi değerlere, vergi denir. Bu ilişkide devlet hâkimiyet hakkına dayanarak vergi kanunları çıkarır ve bunları esas alarak vergi toplar.
Bu tanımdan olarak vergi alacaklısı ya da aktif vergi sujesi devlet iken, diğer yandan ise vergi borçlusu veya pasif vergi sujesi görünüşte gerçek (emekçi halk) ve tüzel (firmalar vs.) kişilerin birliğidir.
Görünüşte diyorum; çünkü yaratılan değerden devletin aldığı kısım olan vergiyi esasta bu değerin yaratıcısı sınıf ve tabakalar ödemektedir.
Görünüşte diyorum; çünkü dolaylı vergileri esasta emekçi halk ödediği gibi, dolaysız vergilerin de yansıtılabildiği dikkate alınırsa, vergi kaynağı emekçi halkın gelirleri oluşturmaktadır.
Ayrıca vergi sisteminde kabul edilen vergi muafiyet ve istisnalarla vergi ödemekle yükümlü olanların (özellikle tekelci burjuvazi) vergi yükü azaltılır.
Bu kısa anlatımlar ışığında sömürünün görünen bir aracı da vergi ve benzeri gelirler toplamıdır. Bir başka söyleyişle, sömürünün bir biçimi de devletin vergisi ve benzeri gelirleridir.
Verginin bir sömürü aracı olması anlamında, esasta kaynağı nedir? Artı-değer…
Onun için verginin olmadığı ekonomik ve toplumsal düzen… emeğe dayanan ekonomik ve siyasi yapılanma…
1.3- Kamu harcamaları
Günümüzün devleti: Üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti ve yaratılan ürünün burjuvazi tarafından gaspını yasallaştıran bir hukuk düzenlemesi olup, bunun güvenlik ve yargı ile korunmasını amaçlayan bir kurumlar bütünüdür.
Bu oluşumda kamu harcamaları; hâkim sınıf burjuvazinin ekonomik ve siyasi çıkarlarını korumak amacıyla hem devamlı ordu, polis, idare, adli ve diğer “hizmetler” gibi işlevlerin yerine getirilmesi ve hem de ekonomik olarak işveren konumunda olması sebebiyle yapılan harcamalar toplamıdır. Yapılan bu harcamalar çeşitli biçimlerde sınıflandırmalara tabi tutulur:
Reel harcamalar: Devletin yapılan harcama karşılığında mal ve hizmet almasıdır.
Transfer harcamaları: Ulusal gelir üzerinde doğrudan doğruya bir etki meydana getirmeyen, sadece satın alma gücünü özel şahıslar veya sosyal tabakalar arasında el değiştirmesidir. Diğer bir anlatımla karşılığında her hangi bir mal veya hizmet alınmadan yapılan (işsizlere, emeklilere, dullara vs. yapılan sosyal amaçlı yardımlar) harcamalardır. Borç anaparaların faiz ödemeleri de, bu tür bir gider kalemidir.
Yatırım harcamaları: Ekonominin verimliliğini ve üretimini arttıran, faydası birden çok yılı kapsayan mal ve hizmetler için yapılan harcamalar toplamıdır.
Cari harcamalar: Faydaları genellikle kullanıldığı yıl içinde yok olan tüketim için yapılan harcamalardır. Kamu çalışanı personel için yapılan ödemeler, bu tür bir gider kalemidir.
Konsolide bütçede giderler esas olarak cari, yatırım ve transfer harcamaları olarak üç ana grupta toplanır. Bunlardan birinin toplam içinde nispi payının artması, o dönemde izlenen ekonomi ve sosyal politika doğrultusunda olur. Nitekim son yıllarda konsolide bütçede transfer harcamaları ve bununda içinde borç faiz ödemeleri nispi payının artmasıyla, konsolide bütçe bir borç ödeme bütçesi olarak nitelendirilir.
1.4- Bölüşüm ve devlet
Kapitalist sınıf burjuvazi, üretim araçlarına sahip olduğu için sınıfın ürettiği ürünlere de kendiliğinden sahip olur. Bu sömürünün gerçekleştirilmesini kolaylaştıran ve esasını oluşturan ekonomik temeldir. Çünkü hâkim hukuk yapısının öngördüğü koşula göre, işçiler ürettikleri ürünlerin tümünü birden kapitalist sınıfa vermeyi peşinen kabullenmiştir. Bu sebeple, ürünler toplamından işçilerin alacakları payı kapitalist işçilere verir, işte bu üreticilerin payı; kapitalistin ödediği ücrettir. Ücret geliri sahibi işçi, bunu mal piyasasında harcayarak ürünler toplamından ücret tutarının belirlediği miktarı alabilir. Bu bölüşüm ilişkisi sömürü esprisinin varlığını da perdeler. Çünkü kapitalizm öncesi feodalizmde olduğu gibi üretici, kendisine ait olan ürünün bir kısmını ekonomi dışı zor (hukuk ve silah) aracılığıyla sömürücü sınıfa kaptırmamaktadır. Peki, nasıl olmaktadır?
Görünüşe bakıldığında kapitalist, kendi cebinden bir tutar; yapılan bireysel ya da toplumsal sözleşmenin hükümlerine göre ücret halinde işçiye ödemektedir. Hâkim bu işleyiş, ekonomi dışı zor olgusunu dışlayan bir yapının işlevi olarak gerçekleşmektedir. Bundan olarak da sömürü esprisi kolayca gizlenebilmektedir. Bu sebeple, kendisi için sınıf yapılanmasına göre patron işçiyi doyurmaktadır.
Aslında kapitalistlerin üretici bir sınıf olmadığını hatırlarsak, yukarıda ileri sürülen görüşü o yanlışlıktan öte sakatlığını da anlarız. Çünkü üretmeyen sınıf kapitalist, üretici bir sınıfını proletaryayı besleyemez. Aksini iddia etmek mümkündür; proletarya besleyen ve kapitalist ise asalak yaşayan bir konumdadır.
Kapitalizmde işçilerin dışında üretici sınıf ve tabakalar, tekelci burjuvazi dışında çalışmadan yaşayan ve üretken olmayan sınıf ve tabakalar vardır. Yaratılan değerin kapitalistle proletarya arasında paylaşılmasını belirleyen temel bölüşüm ilişkisinden bazı bakımlardan farklılık gösteren tali bölüşüm ilişkileri; diğer üretici ve asalak sınıfların elde ettiği gelirleri, ulusal gelirden aldıkları payları belirlemektedir.
Temel ve tali bölüşüm ilişkilerine göre paylaşılan, ulusal gelirdir. Bu ise, üretici emeğin bir yıl içinde yarattığı yeni değer, yani üretici emeğin payı ile artı-değer toplamıdır. Başka bir anlatımla ulusal gelir, üretici emeğin yarattığı değerler toplamıdır. Bunun paylaşımında işçi sınıfının payına düşen ücrettir. Diğer tarafta artı-değer, kar, faiz ve rant gelirleri olarak bölüşülmektedir.
Anlatımlar dikkate alındığında şöyle bir soru sorulabilir: Bölüşüm ilişkilerini düzenleyen, gelir dağılımını belirleyen iktisadi kanunlar var mıdır?
Gelir dağılımının iktisadi kanunlara tabi olmadığını ileri sürmek; kişilerin, kurumların ve devletin gelir dağılımını iradi olarak değiştirebileceği anlamına gelir.
Aksini iddia etmek, ücretli kölelik düzeninde yaşanılan adil olmayan gelir dağılımının sebebini Kötü niyetli politikacıların marifetiymiş gibi göstermektir. Bu ise hayatın kendisini tersyüz etmek olur. Günümüzde Sosyal demokratların yapmaya çalıştıkları da budur.
Sosyal demokratlar böylece devletin varlığım sınıflar üstü bir kurum olarak nitelendirmiş olurlar. Bununla ise, bilimsel çalışmalar esas alınarak yapılan analizlere göre, devletin sınıfsal konumu dikkate alınmış olur. Böyle onlarca yıldır yapılan hiçbir çarpıtma, devletin sınıfsal konumuyla ilgili bilimsel analizin gerçekliğini ters yüz edememiştir.
Hâkim sınıfın ekonomik ve siyasi yapılanımı olan devletin, yaratılan gelirin bölüşümünde üstlendiği fonksiyon hakkında:
Devletin üretken faaliyetti: Kapitalist bir işletme gibi piyasadan satın aldığı kaynakları emek-gücü kullanarak üretim yapar ve ürünlerini de piyasada satan devlet işletmeleri vardır. Ayrıca bütçe kaynaklarından finanse edilen, ama piyasa için üretim yapmadan üretken diye nitelendirilmesi mümkün eğitim vs. gibi hizmet faaliyetleri vardır. Bunların görünüşte parasız olduğuna aldanılmamalıdır.
Devletin üretken olmayan faaliyetleri: Devlet mekanizmasının genel adli, idari ve savunmaya yönelik kurumların giderleri konsolide bütçeden karşılanır.
Sayılan ve gruplandırılan bu faaliyetleri sürdüren kuruluşlarda çalışanların gelir elde etmesi, üretken faaliyette olanların yeni bir değer yaratması anlamında devletin kurum yetkilisi şahsında artı-değere sahip olması ve gerekli girdilerin alınması, mal ve hizmetlerin fiyat mekanizmasının işlemesiyle satılması anlamında devlet; gelir dağılımında belirtilen fonksiyonları üstlenmiş olur. Ayrıca fertlerin gelirlerini vergilerle kısmak ya da bütçeden yapılan transfer harcamaları kaynağının, esasta yine emekçi halktan sağlanmış olduğu gerçeği de unutulmamalıdır.
Ekonomide kamu payının artması ve özel sektörün etkinliğinin daraltılması sonucunda; temel bölüşüm ilişkilerinde “değişiklik” olabileceği iddia edilir. Buna bağlı olarak da gelir dağılımında emekçiler lehine olacak gelişmelerden bahsedilir. Devletin öncelikle temel sayılabilecek işkollarında etkin olmasının, gelir dağılımı ve istihdam açısından “olumlu” etkisinin olabileceği kabul edilebilir. Fakat bu etkinin boyutu fazlaca abartılamaz. Hakim sınıf olarak burjuvazinin örgütlü bulunduğu devletin, ekonomik alanda etkisinin genişlemesinin esasta bir değişikliğe yol açmayacağı hatırlanmalıdır. Çünkü böyle bir devlet; üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin varlığını varoluş koşulu sayar ve bu sebeple, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halk üzerinde sömürü ve zulmün aygıtıdır.
Bu sebeple, gelir dağılımı açısından nicel bazı gelişmelerin yerini her zaman için aksi yönde bir gelişmenin olması mümkündür. O zamanda ekonomide devletin etkinliğinin artmasını savunmak, ücretli kölelik düzenini kutsamak olup; bunun şampiyonluğunu sosyal demokratlar yapıyorlar.
Yani gelir dağılımının bozukluğu sebepleri yerine, sonuçlarına yönelik gelişmeler esas alınamaz. Çünkü gelir dağılımın bozukluğunun esası, üretim yapısı olduğu gerçeği göz ardı edilmek istenir. Diğer bir deyişle üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ile üretimin toplumsal yapısı arasındaki çelişki, gelir dağılımı bozukluğu esasını oluşturduğu için, bu çelişkinin çözümü kavranılacak halka olmaktadır.
1.5- Vergi: sömürü aracı
Vergiler, devletin (ki bundan sömürücü bir sınıfın devleti anlaşılmalı; günümüzdeki burjuva devleti gibi) ve devletten vergilendirme yetkisi almış diğer kamu tüzel kişilerin fertlerden, hukuki cebirle ve kanunla belirtilen kurallara göre karşılıksız olarak aldıkları ekonomik değerlerin toplamıdır.
Tanımdan anlaşıldığı üzere, vergide alacaklı taraf bir devlet; borçlu taraf ise vergiyi ödemekle yükümlü olan kimse ve mükelleftir.
Vergi alacaklısı devlet: İktisadi sömürünün var olduğu toplumsal sistemlerde devlet; ekonomik bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen duruma gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlara sahip olan sınıfın devletidir. Bu, o sınıfın diğer sınıflar üzerinde sömürü ve zulüm aygıtıdır.
Bundan dolayıdır ki köleci toplumda devlet, köleleri boyunduruk altında tutmak için köle sahiplerinin devletiydi; tıpkı feodal devletin serf ve angaryacı köylüleri boyunduruk altında tutmak için feodallerin ve ücretli kölelik düzeni kapitalizmde ise, ücretli çalışanın sermaye tarafından sömürülmesi aracıdır, devlet.
Belirtilen yapılanımda olan devletin vergi almaktaki amacı gelir sağlamaktır. Bunu burjuva ekonomi politiği vergilendirmenin fiskal (mali) amacı olarak tanımlar.
Verginin diğer fonksiyonları ise şöyle sıralanır; makro olarak kaynak dağılımını etkilemesi, ekonomik amaç; toplumda gelir dağılımı “düzeltmesi” de sosyal amaç olarak belirtilir.
Verginin bu sayılan mali, ekonomik ve sosyal amaçları; hem vergiyi ödeyenler üzerinde getireceği ek yükün paylaşımının “dengeli dağılımı” hem de herhangi bir refah azalışına yol açmayacak bir yapıda gerçekleştirilmesi prensiplerinden hareketle dikkate alınır.
Esasta vergilendirmenin bu fonksiyonları ve prensipleri; sömürünün bir tür biçiminin de devlet vergisi olduğunu gizlemenin aracı olarak belirlenmiş olmasıdır.
Çünkü vergi ve benzer gelirlerin esas yükü, verginin yansıtılması gerçeğinden hareketle, emekçi halkın yüklenmiş olduğu ekonomik bir gerçektir.
Vergi borçlusu mükellef: Vergi borçlusu mükellef, gerçek ve tüzel kişilerdir. Tüzel kişiler bir kurum olarak faaliyet sürdüren anonim, limited, kolektif vs şirketlerdir. Vergi mükellefinin görünürde bu yapısının   ekonomik   hayatı “yansıtmadığını” ileriki sayfalarda incelenecektir.
Verginin alımı sırasında arada bir aracının bulunup bulunmamasına göre vergiler, dolaylı vasıtalı ya da dolaysız vasıtasız olarak ikiye ayrılır.
Doğrudan doğruya gelirlerden alınan vergilere vasıtasız vergiler; hizmetlerden ve tüketimden alınan vergilere de vasıtalı vergiler denir.
Tanımlara göre burjuvazi de var olduğu sistem içinde bir vergi mükellefi olarak görülür. Görülür diyorum; çünkü bu durum görünüşte öyledir. Nüfusun toplamı içinde küçük bir orana sahip olan burjuvazi; vergi ödemekten dolayı yüklendiği ek külfeti üretim tarzının öngördüğü tüketim yapısında nihai tüketici olan emekçi halka yansıtır.
Yansıtma; burjuvazinin ödemek durumunda kaldığı tüm vergileri geri tahsil edebilme ya da vergiyi, mal ve hizmeti tüketen kullanıcıya ödetmenin bir aracıdır. Yani mükellefin ödediği vergiyi ticari ilişki içinde bulunduğu başka bir kimseye aktarmasıdır. Bu kimse ise, nihai tüketici halktır.
Dolaylı vergiler: Burjuvazi bu vergileri, ya fiyat mekanizması ile tüketicilere, ya da ücret ve istihdam politikasıyla ücretlilere işçilere yansıtma imkânı bulur. Nitekim vergi dışında işçinin maliyetini arttıran her kalemde, üretim sırasında birer maliyet unsuru olarak görülmesinden dolayı hizmetlerin fiyatlandırılmasında dikkate alınır.
Tüketicilere yansıtılan vergiler, bir avuç burjuvaziyi ve halkı aynı oranda etkilemez. Bir başka biçimde sorulursa tüketilen mal ve hizmetin vergilendirilmesi, bütün sınıfları aynı oranda etkiler mi?
Etkilemez!
O sebeple tüketim sırasında alınan dolaylı vergilerin, gelir dağılımını adilleştirici bir yönde değiştiremeyeceği söylenebilir.
Gerçekte tüketimin vergilendirilmesi emekçi halkı, bir avuç burjuvaziden daha ağır bir vergi yükü altına sokar. Bu sebeple harcanabilir gelirin dağılımını emekçi halk aleyhine değiştirmiş olur. Çünkü tasarruf edebilme ekonomik gücüne sahip olan sınıf, burjuvazidir.
Zaten Keynes’e göre muamele, spekülasyon ve ihtiyat sebebiyle para talep edilir. Ve bu da gelir miktarıyla yakından ilgilidir. Bir işçinin geliri, yaşamını sürdürebilmesine ve kendi varlığını yeniden üretmesine imkân verecek ücrete sahip olmasıdır; bu parayla sadece ve sadece muamele yani günlük ihtiyaçlarını ya “karşılar” ya da tam karşılayamaz ve bir miktar da parayı (borç) talep etmek zorunda kalır. Hakim üretim yapısının bir sonucu olarak da, Keynes’in diğer ihtiyat ve spekülasyon sebeplerine göre esasta para talep edememiş olur. Edebilecek ekonomik güce sahip olan sınıf ise, burjuvazidir.
Yani burjuvazi, tasarruf etme mali gücüne sahiptir.
Tüketimden alınan vergiler, gelirin sadece tüketime ayrılan kısmına yüklenir; dolayısıyla tasarrufları vergiden muaf tutar. Örneğin: KDV oranı yüzde 10 olduğu hatırlanırsa, tüm emekçiler gelirlerinin hepsini tüketime ayırdığı için toplam gelirinin yüzde 10’unu vergi olarak devlete ödeyecektir. Açık anlatımla toplam harcanabilir gelirin ancak yüzde 90’ını kullanma hakkına sahiptir. Herhangi bir burjuvazi gelirinin yüzde 40’ını tüketime ayırıp, yüzde 60’ını tasarruf ediyorsa; bu durumda tüketmek amacıyla ayırdığı gelirinin yüzde 10’unu vergiye tabi olacaktır. Ki bunun sonunda toplam gelirinin yüzde 2.5’ni devlete veriyor olacaktır. Yani gelir toplamında tüketime ayrılan kışımın artmasına azalmasına göre dolaylı vergi yükü de artar azalır. Örneğin, Arçelik’te çalışan bir işçi ile Vehbi Koç’u dolaylı vergilerin yükü açısından düşünelim; işçi gelirinin tamamını şu ya da bu sebeple tüketmek zorunda kaldığından, toplam geliri üzerinden dolayla vergisini öder, ama Vehbi Koç ise gelirinin on binlerde ölçülecek bir kısmını tüketime ayıracağı için, ödeyeceği dolaylı vergi payının oranı da o derece cüzi olacaktır.
Sonuç olarak verginin toplanması emekçi halkın harcanabilir gelirini o daha büyük oranda azaltır ve makro olarak toplam harcanabilir geliri emekçi sınıflarının aleyhine ve burjuvazinin lehine değiştirmiş olur.
Dolaysız vergiler: Kişisel gelirlerden alınan ve gelir seviyesi arttıkça vergi oranı da yükselen müterakki (artan oranlı) gelir vergilerinin gelir eşitsizliğini azaltmada en etkili araç olduğu söylenir.
Acaba!
Ücretlinin vergisi kaynakta kesilirken sermayedar ise beyanname ile ödeyeceği vergiyi bildirir. Bildirimden pek azı kontrol edilir. Nasıl kontrol edildiği de malumunuz…
Kurumlar vergisi mükellefi olan burjuvazinin vergi yükünü azaltma yolları:
1- Vergi kaçakçılığı, beyanname döneminde kazanılan gelirin eksik bildirimini sağlayacak belge düzenlemesidir.
2- Şahsi gelir vergisi şirketlerin dağıtılan kazançlarından alınır. Dağıtılmayan şirket karları çok daha düşük oranlı bir vergi olan ve tüketicilere yansıtılabilen, kurumlar vergisine tabidir. Şirket bünyesinde dağıtılmayan kar tutarı, tasarruf olarak tutulması halinde bu kısım gelir vergisinden muaf tutulabilir. Dağıtılmayan karın etkisiyle iç tasarrufu artan ve bu sebeple mali olarak güçlenen şirketin hisse senetlerinin değeri artar. Bu artış, hissedarların tasarruflarını şirket bünyesinde tutmalarının sonucudur. Ve hisselerin artan fiyatları üzerinden nakde çevrilmesiyle elde edilen kazanç da ya vergiden muaftır, ya da çok düşük oranda vergilenir.
3- Vergi kanunları aslında burjuvazinin tüketimine dâhil olan bir yığın harcamayı cömertçe masraf saymasından ve vergiye tabi tutmasından doğar. İş adamlarının seyahat, lokanta, otel, telefon vs. giderlerinin önemli bir kısmı işletme giderlerinden sayılmaz. Fakat harcamaların iş ilişkisine göre yapılıp yapılmadığının tespitini tamamen yapmak mümkün olmadığı için, iş adamlarının şahsi tüketimlerinin bir kısmını iş masrafı olarak gösterir ve bununla mevzuata göre vergi kaçakçılığı yapar. Harcamalar iş yapmanın gerçeği olarak sunulduğu için firmanın vergiye tabi olacak gelir miktarını azaltır ve böylece de kurumlar vergisinden de kaçırma söz konusudur. Bu yolla vergiye tabi kurum gelir azaltılmış olur.
Ek olarak, sermaye birikiminin teşviki için kurumlar vergisi mevzuatında ön görülen muafiyet ve istisnalarla vergiye tabi kurum kazancı miktarının azaltılması hedeflenir. Ön görülen teşviklerle vergi matrahını oluşturan kurum, kazançları fiilen küçültülmüş olur.
Anlaşıldığı üzere ülke bütünselliğinde burjuvazi ya hiç vergi vermeyen ya da tüketiciye yansıtılmak kaydıyla cüzi vergi veren durumdadır. Böyle bir sonuç üretim yapısına bağlı olarak biçimlenen bölüşüm ilişkileri ve tüketim yapısı üzerinde şekillenir.
Sömürünün bir türü olan verginin, ücretliye karşı üstlendiği fonksiyonu burjuvazi içinde yapabilmesi, toplumsal ve tarihsel bir gerçek olan sınıflı devlet anlayışıyla çelişir.
1.6- Artı-değer ve vergi ilişkisi
Kapitalizmde işçi sınıfının yani proletaryanın yarattığı toplam değer ile burjuvazinin bu sınıfa ödediği ücretler toplamı arasında daima bir fark vardır. Bu kapitalizmin varlık koşuludur. Bu sebeple işçiler ürettikleri ürünler toplamının ancak bir kısmını alabilirler.
Fark; işçilerin ürettiği ürün fazlası artı-değerdir. Bu fazlalık karşılığı ödenmemiş emek Olup kapitalist sınıfa düşen paydır. Yani emekçilerin kendi emek-güçlerinin değerini ürettikten sonra fazladan üretilen değere artı-değer denir.
Anlatımdan olarak kapitalizmde işçi sınıfı toplam emeklerinin bir kısmını kendileri için, bir Kısmını ise kapitalist için harcamış olmaktadır.
Demek ki, kapitalizm artı-değer var olduğu sürece yaşayabilir. Bir başka anlatımla burjuvazinin yaşam kaynağı, artı-değerdir. İşte kapitalist işletmelerde her birinde üretilen yeni değerle, ücret arasında farkın varlığı; makro olarak ekonominin bütününde işçilerin elde ettiği ürünlerin, ürettikleri ürünler toplamından az olmasının sebebidir. İşletmelerin her birinde emek gücünün belli bir süresinde işçinin yalnızca burjuvazi için çalışması, ülke ekonomisinde sarf edilen emek-gücü toplamının belli bir miktarını işçi sınıfı tarafından asalak sınıflar için harcamış olması sonucunu verir.
Bu artı-değer; ücret dışında kalan diğer kar, faiz ve rant gelirleri kaynağını oluşturur.
Artı-değer fiili üretim sırasında yaratılır ve piyasada fiyat mekanizması işleyişi ile kar, faiz ve rant gelir grupları arasında paylaşılır.
Aslında bu gelir grupları, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak sermayenin kendi içinde farklılaşmasının ürünüdür. Bunun sonuncu olarak bütün olan burjuvazi de kendi içinde farklılaşır.
Kar, sanayi sermayesinin; faiz, para sermayesini ve ticari kar da meta sermayesinin geliri olup, rant ise toprak kirasıdır.
Sanayici kapitalistler, üretime sanayi sermayesini kullanmak suretiyle doğrudan doğruya işçi-emeğini yani artı-değerini kendisine mal eder ve fiyat mekanizması kanalıyla kara dönüştürür.
Tüccar kapitalistleri elinde bulunan ticari sermayeyi para sermayesine yani malları paraya çevirir. Böylece tüccar kapitalisti kara sahip olur.
Para sermayesi sahibi kapitalistlerin geliri ise faizdir.
Para biçiminde nakit sermayeye sahip olan burjuvazi, ek para sermayesine ihtiyaç duyan diğer kapitalistlere bu sermayeyi faiz karşılığında ödünç verme olanağına sahiptir. Bu durumda para sermayesi, faiz getiren sermayeye dönüşür. Böylece para sermayesi alacaklıya, borçlunun kullanması karşılığında ek para geliri sağlar. Bu faizdir. Diğer yandan para sermayesini üretimde kullanmak maksadıyla alan kullanıcının amacı da kar elde etmektedir. Artı değer fiyat mekanizmasıyla piyasada kar olarak gerçekleşir. İşte faiz bu karın bir kısmı olması anlamında, işçilerin ürettiği, ama sahip olamadığı artı-değer; faizin kaynağıdır.
Diğer yandan rant ise tarım sektöründe üreticiler kendileri için değil de emek-gücünü bir kapitaliste satarak çalışıyorlarsa, ürettikleri ürünün hepsini değil ancak bir kısmın* ücret şeklinde alırlar. Kapitalist çiftçi ürün fazlasına yani artı-değere aynen bir fabrikada olduğu gibi el koyar. Bu halde kapitalist bir işletmedeki bölüşüm ilişkileri, tarım işçileri ile kapitalist çiftçi arasında da geçerlidir. Ancak tarımda meydana gelen artı-değerin paylaşılmasında sanayide görülmeyen bir başka mülkiyet sahibi sınıf da rol oynar. Bu, toprak sahibidir ve toprağını kiralayan kapitalist çiftçinin ilk aşamada eline geçen artı-değerden toprak kirasını alır. Bu anlamda toprak kirası yalnız kiracı tarım işletmelerinin sırtına binen bir yüktür. Ekilen toprağın verimli olup olmamasına göre kira bedeli de değişir.
Makro olarak ekonomide ulusal gelir; başta ücret olmak üzere artı-değerin birer parçaları olan kar, faiz ve rant gelirleri toplamıdır.
Buna göre ücret dışında diğer gelirlerden dolaylı ya da dolaysız olarak devletin aldığı her artığın yani vergi ve benzeri gelirlerin kaynağı artı-değer olduğu anlaşılır.
Emek-değer bilimsel kuramına göre, artı-değerin kaynağı karşılığı ödenmemiş emektir. Bu sebeple, artı-değerin paylaşımında her bir diliminin de kaynağı ödenmemiş emektir.
Toplumsal ürünün paylaşımında artı-değerin bir parçası olan verginin de kaynağı, artı-değer olması sebebiyle karşılığı ödenmemiş emektir.
Ekonomik sömürünün de karşılığı ödenmemiş emek olması anlamında, vergi de bir sömürü aracıdır.
1.7- “Sömürü de yok vergi de”
Her bir üretim tarzının, bir bölüşüm tarzı vardır.
Üretim araçları üzerinde mülkiyet biçimini içeren üretim ilişkileri aynı zamanda yönetimsel alt-üst ilişkisiyle birlikte bölüşüm ilişkilerini de içerir. Bu anlamda her üretim ilişkisinin de bir bölüşüm ilişkisi vardır.
Kapitalizmde bölüşüm, esasta sermayeye göre olur ve işçilerin emek-gücü ile yarattığı toplumsal üründen aslan payını artı-değer biçiminde sermayeyi temsilen burjuvazi alır.
Sosyalizmde bölüşüm; esasta emeğe göre olur. Yani emeğe göre bölüşüm sosyalizmin ekonomik bir yasasıdır. Ve bu insanlar arasında “ihtiyaca göre bölüşüm” ilkesinin önceli olması anlamında bir zorunluluktur. Bu anlamda da, emeğe dayanmayan gelirlerle, üretim ve çalışanların ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik önemli kaynakları aşıran asalaklığı dıştalar. Onun içindir ki, “çalışmayan yiyemez” ilkesi, bölüşüme hâkim olur.
Emeğe göre bölüşüm ilkesi hem emeğin niceliğine ve niteliğine, hem de emek-gücünün kullanıldığı üretim koşullarına göre paylaşımı öngörür. Bu ilke, esas itibariyle geçmiş toplumun (kapitalizm) izlerini taşıması anlamında “burjuva hakkı”ndan kaynaklanan eşitsizliğin halen yok edilemediği gerçeğini aydınlığa çıkarır. Yani üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ilga edilmiş olup, “burjuva hakkı” bu ölçüde ortadan kalkar; ama tümüyle ortadan kalkmış olduğu ve kapitalizmin etkisinden tümüyle arındırılmış olduğu iddia edilemez.
Emeğe dayanan ekonomik ve toplumsal düzende, mülkiyet biçiminin ayırt edici özelliği nedir?
Kapitalizmde var olan üretim araçlarının özel mülkiyeti ile üretimin toplumsal yapısı arasındaki çelişkinin çözümü anlamında üretim araçlarının toplumsal mülkiyetidir. Artık üretim araçları sahibi proletaryadır. Bununla üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyetin varlığı ile bunların bir sömürü aracı olan sermaye olmaktan çıkması sağlanmış olur.
Buna bağlı olarak aynı zamanda; üretim, değişim ve dağıtım süreçleri içinde ilişkilerin niteliğini belirler ve sömürüden kurtulup insanların işbirliği ile, ürünlerin “herkese emeğine göre” ilkesine uygun bir tarzda emekçiler yararına paylaştırılmasıyla belirlenir.
Gerçekten de, işçi sınıfının yönetime hâkim olduğu ve üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyetin bulunduğu ekonomik ve toplumsal yaşamda yani sosyalizm de, çalışan her bir kişinin kendi payına düşeni alması sebebiyle, sömürüden bahsedilemez.
“Sömürü yoktur!”
Bu, çalışanlarda üretimi daha da artırmayı ve gelişmeyi motive eden esas güç olur.
Böyle bir yaşam, işçi sınıfının ulaşmak istediği birinci hedeftir. Buna bağlı olarak “herkesin ihtiyacına göre” ilkesinin hayat bulduğu, insanlığın altın çağına ulaşılacaktır.
Onun içindir ki, kapitalizme özgü olan üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet arasındaki uzlaşmaz çelişki; sosyalizmin bir sistem olarak maddi güç bulduğu koşullarda tasfiye edilmiş olur. Çelişkinin çözümü anlamında üretimin toplumsal niteliğine uygun mülkiyet biçimi; üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyettir. Bunu esas alan sosyalizmin ekonomi politiği, insan istek ve iradesinden bağımsız olarak var olur.
Böyle bir ekonomik yapıda, toplumsal ürünün paylaşımı nasıl olur?
Toplam toplumsal ürün; çalışanların geliri ücret yani bireysel tüketim fonu ve hem yeniden üretimi hem de devletin üzerine düşen hizmetleri karşılamak amacıyla bir de toplumsal fon olarak ikiye ayrılır.
Toplumsal fon; çalışan bir kişinin kendi ücretleri karşılayacak gerekli çalışmayı yaptıktan yani gerekli-emek süresini kullandıktan ve gerekli-ürünü ürettikten sonra artı-emek süresinde sağlanan artı-ürünlerin toplamıdır. Bu fon, şu ya da bu kişilerin çıkarına değil, genelinde tüm toplumu ve özelinde her emekçinin gereksinmelerini karşılamak amacıyla kullanılır. Fon, doğrudan üretim sırasında yapılan paylaşıma göre belirlendiği gibi kaynağı arasında vergiyi göremiyoruz.
“Vergi de yoktur!”
Neden toplumsal bir fona ihtiyaç duyulur?
1- Hem üretim araçlarının yenilenmesi hem de yatırım yapılması için,
2- idari, eğitim, hastaneler ve sosyal yardımlar için,
3- Çalışmayan ya da çalışmayacak durumda olanların bakılması için,
4- Emperyalist kuşatmaya karşı yapılması zorunlu savunma ihtiyaçlarını finanse etmek için fonun toplanması, sistemin devamı için bir zorunluluktur.
Toplumsal fon, ekonominin planlanması ile yapılması öngörülen harcamaları karşılamak amacıyla oluşturulur ve belirtilen doğrultuda harcama yapılır.
Bireysel tüketim fonu; sosyalizmde hâkim üretim yapısından dolayı, emek-gücü bir meta değildir; satılıp alınamaz ve bu anlamda da ne değeri ne de fiyatı vardır; ama ekonomik yaşamda meta üretiminin ve değer yasasının varlığı biliniyor. Çalışana emeğinin nicelik ve niteliğine göre toplumsal üründen payına düşen ücret, toplumsal ürünü emeğe göre bölüşüm biçimi olarak ifadesini bulur. Diğer bir anlatımla sosyalist sistemde ücret, parasal biçimde ifade edilen toplumsal ürünün, bolümü olup, işçinin mesleki becerisine ve işin niteliğine ve karmaşıklığına göre farklılıklar gösterir. Fakat bu farkın en az düzeyde olması, toplumsal yaşam açsından hem arzulanan bir hedef hem de bir zorunluluktur.
Ücret, hiçbir kesintiye (vergi vs.) uğramayan bir gelirdir.
Toplumsal ürün; hem emeğe dayalı ekonomik ve toplumsal yaşamın her alanda korunabilmesi ve daha da ilerletilebilmesi için gerekli toplumsal fon ve çalışanların tüketimlerini karşılamak için ayrılan ücret fonu olarak ikiye ayrılır.
Anlaşıldığı üzere emeğe dayalı ekonomik ve siyasi yapılanım, devlet harcamalarını kapitalizmde olduğu gibi dolaylı ya da dolaysız vergilerle finanse etmeyip, toplumsal fondan karşılar. Ayrıca verginin esasta kaynağının artı-değer olduğu hatırlanırsa, bu toplumsal yaşamda da artı-değer üretimi yapılamayacağı ekonomik gerçeği sebebiyle, vergiden de bahsedilemez. Vergiden bahsedilemez; çünkü karşılığı ödenmemiş emek olan artı-değerin olmadığı ekonomik ve siyasal düzen sosyalizmde sömürü yoktur. Bu sebeple, kaynağı artı-değer olan vergi de yoktur.

2- KONSOLİDE BÜTÇE VE KAYNAK KULLANIMI
Burjuva ekonomi politiğine göre bütçeler, kamu ekonomisi açısından yalnızca gelecek yılın harcama-gelir öngörülerini toplayan bir belge değildir. Çünkü bütçeler, hükümetin ekonomik ve sosyal politikalarının çerçevesini çizen belgelerdir. Bu belgeler, ilk önce hükümetin kamu hizmetlerinin başlıca finansman aracı olmak durumundadır. Bununda ötesinde bütçeler, kısa ve orta dönemli ekonomi politikaların temel mali aracını oluştururlar veya oluşturmaları gerekir.
Belirlenen ve programlanan yıllık makro büyüklükler esas alınmak suretiyle bütçenin gelir ve gider kalemlerinin ve bütçe açığının ne kadar olacağı tespit edilir. Edilir edilmesine de ekonominin dengelerini kuracak bir önlemler paketi olarak hazırlanan bütçeler, formaliteden öte gitmez:
1- ’80’li yıllarda uygulanan bütçenin belirgin özelliği, burjuva ekonomi politiğince belirlenen bütçe ilkelerine bile uygunluğunun şüphe götürür olmasıdır. Çünkü kamunun gelir-gider hesaplarında ne bir bütünlük vardır ne de buna karşın yapılmış olan öngörülerin hiçbiri yılsonunda gerçekleşmiş olmaktadır. Başlangıç ödeneklerine göre yılsonu ödenekleri, genelinde yüzde 20 daha fazla gerçekleşir. Ayrıca da bütçe gelirlerinde enflasyon oranı üzerinde bir artışın olduğu söylenemez. Bundan dolayı, yılsonu bütçe açıkları öngörülenden yüzde 70 ile yüzde 100 arasında değişen oranlarda daha fazla olarak gerçekleşir.
2- Konsolide bütçenin giderlerinde transfer harcamalarının payı yüzde 50’ye yaklaşır ve genelinde bütçenin dörtte biri oranında borç faiz ödemeleri yer alır. Bundan dolayı bir yatırım ya da kamu hizmetlerini artırma bütçesi olmayıp, borç ödeme bütçesidir.
3- İzlenen para politikası gereği rant gelirlerinin vergilendirilmediği ve bu sebeple vergi yükünün azaldığı koşullarda, ulusal gelirde nispi payı sürekli artar. Diğer yandan reel ücretlerin azaldığı ve ulusal gelirde ücretlilerin nispi payının azaldığı koşullarda, vergi yükü artar. Böyle bir gelir dağılımı ve maliye politikası islendiği bu dönemde, bütçe sürekli açık verir.
4- Bütçenin sürekli açık verdiği ve bunun politika olarak benimsendiği bir dönemde, anti-enflasyonist politikada ne derece “başarılı” olunacağının örneğini yaşadığımız ANAP’lı yıllar oluşturur.
5- Yine bu dönemde bütçeler reel olarak daralıyorsa da, bu; kamu kesimi bütününün daraldığı anlamına gelip gelmeyeceği sorulabilir. Çünkü 1984 yılı sonrasında yeni kurulan 250ye yakın fonda toplanan meblağ, bütçe dışında bir bütçe oluşturacak kadar büyüktür. Zaten konsolide bütçenin vergi yükü yüzde 15’lere kadar inerken, ekonomide toplam vergi yükü ise yüzde 30’ları aşar. Bu anlamda merkezi bütçeler, kamu kesiminin gerçek büyüklüğünü vermekte yetersiz kalır.
1990 mali yılı bütçesinin de farklı özelliklerinin olamayacağı söylenebilir: Çünkü yılsonunda gerçekleşmeler, öngörülen bütün tahmini hesaplamalardan farklı olacağı gibi, bütçe açığının daha da artmasına bağlı olarak, yıllık enflasyon oranı geçen yılı aratmayacaktır.
2.1- Bütçe giderleri
1990 mali yılı konsolide bütçesi 63.3 trilyon TL olup, bunun yüzde 43.1’i cari; yüzde 14.4’ü yatırım ve yüzde 42.5’i transfer harcamalarıdır.
Bütçe gider kalemleri:
1- Ana grupların artışı: Harcama kalemlerinin artış oranları incelendiğinde bundan en fazla nasiplenen borç faiz ödemelerini de kapsayan transfer harcamalarında olmuştur; 1985 yılında yüzde 35.7 olan artış oranı 1988’de yüzde 77.7’ye yükselir ve 1990’da yüzde 63.9’a geriler. Yine bu yıllarda yatırım harcamaları artış oranı 1985 yılında yüzde 62.9 iken 1988’de yüzde 49.1’e kadar geriler ve sonrasında artar. Cari harcamalarında artış oranı yüzde 40’lardan yüzde 60’lara yükselir. Anlaşıldığı üzere bütçe kalemlerinde en çok transfer ve cari harcamalar artarken yatırım harcamaları geriler, ANAP iktidarının tüm şatafatlarına karşın yatırımı fazlaca düşünmeyen ya da düşünmek istemeyen bir bütçe yapısı esas alınmıştır.
2- Ana gruplar itibariyle dağılımı: Konsolide bütçede bu kalemlerden cari harcamaların payı 1985 yılında yüzde 38.2 iken sonraki yıllarda sürekli azalır ve 1989’da yüzde 34’e kadar geriler. Genelinde konsolide bütçede personel ödenekleri yüzde 21 ile yüzde 24 arasında değişen paya sahipken, 1990 mali yılı konsolide bütçede yüzde 31.6’ya yükselmesi sebebiyle cari harcamaların payı da yüzde 43.1’e çıkar. Yine bu yıllarda yatırım harcamalarının payı yüzde 20’lerden, yüzde 14.4’e kadar geriler. Diğer yandan yüzde 40’larda olan transfer harcamaları payı 1989 yılında yüzde 49.8’e yükselirken. 1990da yüzde 42.5’e iner. tç ve dış borçlara ait faiz ödemeleri bir transfer harcaması olup, 1985’de yüzde 12.5 olan payı sonraki yıllarda sürekli olarak artar ve 1989’da yüzde 28.2’ye yükselir ve bu mali yılda da yüzde 23.1 olması öngörülür.
Faiz ödemelerin artan bu payından dolayı son yıllarda Konsolide bütçeleri bir borç ödeme ve yatırım yapmama bütçesi olarak değerlendirilir.
3- Konsolide bütçenin bir diğer özelliği de, başta tahmini olarak hedeflenen başlangıç ödeneğine göre yılsonu ödeneği yüzde 20 daha fazla gerçekleşiyor olmasıdır. Bu da bütçe açığını hem daha fazla artırır ve hem de iktidarın ekonomi kurmaylarınca ne derece doğru tahmini hesaplama yapmış olduklarını gösterir.
4- Konsolide bütçenin fonksiyonel dağılımı: Konsolide bütçenin ödenekleri fonksiyonel yani belli kalemlere ayrılır; genel hizmetler, borç-faiz ödemeleri, eğitim, savunma vs. 1990 bütçe teklifi fonksiyonel ya da işlevsel yönetsel açıdan 1989 bütçesi ile karşılaştırıldığında, başlangıç ödenekleri itibariyle 1990 bütçesinde eğitim ve birazda sağlık hizmetlerine ağırlık, verildiği görülmektedir. Başlangıç ödenekleri itibariyle eğitim hizmetlerinin toplam ödenekler içindeki payı yüzde 12.2’den yüzde 16.3’e, sağlık hizmetleri payı da yüzde 2.8’den yüzde 3.9’a yükselir. Belirli kalemleri değiştirme gereği duydum, Emniyet Genel Müdürlüğü ve İçişleri Bakanlığı ödeneği adalete değil savunmaya eklenirse ödenek payı bir hayli yükselir. Buna göre savunmanın payı 1990 mali yılı bütçe gerekçesinde yazdığı gibi yüzde 16.9 değil yüzde 20.4tür. Her zaman ki gibi aslan payını savunma almıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı ödeneği yüzde 783.5 ile en fazla artan bir kalem olup, toplamda payı yüzde 1.3 olur, bu oran geçen yıl yüzde 0.6 idi.
5- Bazı devlet kurum ve kuruluşlarının (ör. MİT) ödenekleri bütçede gösterilmez.
1990 konsolide bütçesi önceki yıllardaki bütçeler gibi yatırımı pek düşünmeyen ve esasta borç ödeme işlevini gören bir bütçe özelliği taşıyor. Çünkü ödenek toplamının yaklaşık dörtte biri borç faizi ödemeye ayrılmıştır.
2.2- Bütçe gelirleri
1990 yılında 53,4 trilyon genel ve 0,5 trilyon katma % . bütçeden olmak üzere konsolide bütçe geliri, geçen yıla ‘ göre yüzde 72.2 oranında daha büyük 53,9 trilyon TL olarak tahmin edilir. Konsolide bütçe gideri de 63.3 trilyon olduğu için bütçe açığı 9,4 trilyon olup, bu açık borçlanma ve zamlar ile finanse edileceği öngörülmüştür.
Bütçe gelir kalemleri:
1- Yayınlanan resmi rakamlara göre 1985 yılı sonrasında izlenen ekonomi politika gereği bütçe gelirlerinde enflasyon oranı üzerine reel bir artışın olmadığı görülüyor. Bu da, bütçeyi borçlanmaya zorlayan önemli bir sebep olarak ortaya çıkıyor. Diğer bir gelir kalemi de, zamlar…
2- Konsolide bütçe gelirleri içinde vergi gelirlerinin nispi önemi çok hafif de olsa geriliyor. Vergi gelirlerinin konsolide bütçe gelirleri içinde 1985’de yüzde 83,1 olan payı sonraki yıllarda artar ve 1987 de yüzde 86,7’ye yükselir ve 1988’de yüzde 80,9’a geriler. Yine 1990 yılı konsolide bütçe gelirinin yüzde 81’ini vergi gelirleri oluşturur. 1985 yılında uygulamaya konulan KDV’nin etkisiyle, konsolide bütçe gelirleri içinde vergi gelirleri payı artar. Fakat özellikle rant gelirinin cüzi denilecek bir oranda vergiye tabi olması ve sermaye birikimi adına dolaylı vergilerin ağırlıkta olan bir vergi geliri yapısının benimsenmesi sebebiyle de, belirtilen payın gerilediğini sanıyoruz. Ayrıca gerilemede fonların etkisi olabilir.
3- Vergi gelirleri dağılımında dolaylı vergilerin payı artıyor. 1985 yılında bir reform hamlesi olarak sunulan ve yürürlüğe konulan KDV ile böylece vergi sisteminde olan tüm adaletsizliğin birden bire yok edileceği mavalıyla vergi gelirinde hayli yüksek oranlarda artışın ne olacağı sürekli yinelendi siyasi iktidar ve temsilcilerince. O kadar çok özelliğinden bahsediliyordu ki, kamu maliyesiyle ilgili tüm sorunların çözümünü sağlayacak sihirli formülü nedir diye sorulsa da sorulmasa da hep “KDV” deyip durdular. Özellikle “adil vergi” KDV nitelemesiyle düşük gelirlilerin vergi yükünün azaltılacağı, yüksek gelirlilerin artacağı ve kaçakçılığı da önleyeceği mavalı bolca okundu.
Acaba diye sormaya gerek yok, çünkü burjuvazinin bu kadar işleve sahip diye sunduğu ve uyguladığı herhangi bir politikada diğerlerinde de olduğu gibi bir çapanoğlu vardı, öyle de oldu. Mal ve hizmetlerin alımı ve kullanımı sırasında uygulanan KDV bir vasıtalı vergidir. 1980 ve 1985 yılları arasında yüzde 35 ve yüzde 40’larda bir orana sahip olan vasıtalı vergilerin payı büyük bir artışla yüzde 50’lere yükseldi.
Dolaylı verginin sadece gelirin tüketime ayrılan ve harcanan kısmından alındığı gerçeği biliniyor. Bu halde tüketime ayrılan gelirin, toplam gelir içinde payının azalmasına bağlı olarak da bu gelir sahibine dolaylı vergi vasıtasıyla gelen vergi yükü, gelirinin tümünü harcayana göre daha az olacaktır. Böyle bir vergi yapısı, bütçe geliri içinde vergi gelirlerinin azaldığı bir sırada hâkim kılınıyor.
Ne adına?
Sermaye birikimini teşvik… Öncelinde böyle olmadığını ve kökten bir değişiklik olduğunu söylemiyoruz. Fakat bu vergi yapısıyla daha çok teşvik edilmiş olduğunu vurguluyoruz. Ekonomik krizin yaşandığı bir dönemde böyle bir politikayı özellikle hem sanayicilik hem de bankacılıkla uğraşan tekelci burjuvazinin destekleyeceğini düşünüyoruz. Çünkü rant gelirlerinin ulusal gelirde payının artığı bir dönemde neredeyse vergiye tabi tutulmayacak denebilecek bir oranda vergilenmesi benimsenir, işte bu sebeple doğacak açık, vasıtalı verginin artışıyla kapatılmaya çalışılır. Vasıtalı vergilerin bu derece etkin olmasından küçük işletmeler de yararlanır, fakat bunlara etkisi çok cüzidir. Çünkü kurumlar vergisi açısından büyükler kadar kaçırma imkânları yoktur.
4- Dolaysız ya da vasıtasız vergiler gelirden ve servetten alınan vergilerden oluşur. Vergi geliri içinde gelirden alınan vergilerin payı yüzde 50″ye yakın olup, servetten alınan vergilerin payı ise ya yüzde 1 ya da yüzde 1 ‘in altındadır. Demek ki vasıtasız vergiler esasta gelirden alınan vergilerden oluşuyor. Bu gelirden alınan vergi içerisinde gelir vergisi payı yüzde 35’lerde iken, kurumlar vergisininki yüzde 15’e yakındır. Anlatımdan olarak ücretli ve maaşlılardan alınan ya da genelinde bilinen adıyla bordro mahkûmlarından alınan gelir vergisi, vasıtasız vergiler içinde nispi bir öneme sahipken, servet düşmanlığı yapmamak İçin servetten alınan vergi payı yok denecek kadar azdır.
Sonuç olarak bütçe gelirlerinden doğan yükü esasta emekçi halkın yüklendiğini ileriki sayfalarda inceleyeceğiz.
2.3- Bütçe açığı
Bütçe açığı, belirlenen bir dönem içinde gelirlerin giderleri finanse edememesidir. Diğer bir anlatımla gelirlerden daha fazla giderin yapılmış olmasıdır. Bütçe dengesinin finansman tablosunda bütçe . açığına avanslar, bütçe emanetleri ve ödenecek çekler hesabı artığı eklenerek hazinenin nakit açığının nasıl finanse edileceğini ya da edildiğini gösteren borç kalemleri yeralır. Genelinde tüm cumhuriyet ve özelinde ’80’li yılların hükümetleri döneminde, daha baştan bütçe açık olarak hazırlanır. Dönem içinde öngörülen tahminlerde yanılmayla birlikte açık daha da artar, büyür. Bütçe açığı borçla finanse edildiği için, iç ve dış borç toplamı da her yıl artar.
’80’li yıllarda bütçe açığı:
1- Gerçekleşen yani fiili bütçe açıklan, daima öngörülen tahmini açıkların üstünde gerçekleşmiştir. 1986, 1987 ve 1988 yıllarında tahmini bütçe açıkları sırasıyla 0.5 trilyon; 0.9 trilyon ve 2.2 trilyon iken, yine bu yıllarda gerçekleşen bütçe açıkları ise 1.1 trilyon; 2.2 trilyon ve 3.4 trilyon olmuştur. Yani gerçekleşmeler, öngörülenden sürekli fazladır. Benzer gelişme geçen yılda da yaşanır ve 4.5 trilyon olarak öngörülen açığın 10 trilyonu aştığı (ikinci tahmini gerçekleşme) açıklanıyor.
2- Buna bağlı olarak emisyon artmış ve enflasyon oranı da sürekli yükselmiştir.
1986 yılında emisyon hacmi 2 trilyon iken sonraki yıllarda 3 ve 4.5 trilyona çıkmış ve 1989 sonunda da 8.2 trilyon olmuştur. Emisyon miktarından bankaların kasalarında bulunan paranın çıkarılmasıyla bulunan dolaşımdaki para miktarı 1986 yılında 1.4 trilyon iken sonraki üç yılda sırasıyla 2.3 trilyon, 3.4 trilyon ve 7.2 trilyon olarak gerçekleşir. Buna göre dolaşımdaki para 1986’da yüzde 39; 1987’de yüzde 60; 1988’de yüzde 50 ve 1989’da yüzde 110 oranında artmış olduğu anlaşılır. Makro olarak ekonominin durumu dikkate alındığında bu yıllarda mal ve hizmetlerin üretimi dolaşımdaki para miktarı oranı kadar artmayınca ya da adamayınca, fiyatlar artıyor, öyle de olur. Piyasada alım-gücü olarak bulunan paranın, fiyatlara gecikmeyle etkisi olacağından dolayı 1986 yılında yüzde 29.6 olan Toptan Eşya Fiyatları Endeksi (TEFE) sonraki bir yılda yüzde 32’ye 1988’de yüzde 68.3’e ve geçen yıl da yüzde 69.6’ya yükselmiştir.
Bu koşullarda ismi lazım değil bir Devlet Bakanı kalkıyor, “enflasyon şahsi meselemdir” diyerek maval okuyor. Yeni yıla bu mavalı bolca “dinleme” imkanı bularak girdik. Enflasyona ister uygulamalı yönden isterse de kuramsal yönden ekonomik analiz yapıldığında, bütçe açığının etkisinin önemli olduğu vurgulanır. Buna karşın, bu sırada soğan ve ıspanakla uğraşan adı geç(mey)en bakan halen “ekonominin iftihar edilecek bir performansa ulaştığına” kendisi inanır yine kendisi söyler, hem de 1990 bütçesinin 9.4 trilyon yani gider bütçesinin yüzde 15’i kadar açık vereceği tahmin edildiği koşullarda.
3- Bütçe açığı bir yandan emisyon artışını zorlarken diğer yandan borçlanmayı da artırır. Nakit açık borçlanarak finanse edildiği için ve sürekli de borçlanmayı öngören bir bütçe hazırlandığı için toplam borçlanmanın azalacağını beklemek ham hayaldir.
Bir borç ilişkisini andıran gelir ortaklığı senetleri, döviz tevdiat hesapları dikkate almadan rakamlarda yazılan iç borç ve dış borç toplamı TL olarak 1986’da 33.4 trilyondan, 1987 yılında 55.5 trilyona ve 1988’de
88.5 trilyona yükselir. Bu toplamların GSMH’ya oranı 1986’da yüzde 85,1987de yüzde 95 ve 1988 yılında ise yüzde 88.5 olduğu hesaplanır. Bir yandan borç ödemelerinde aksamanın olmadığı söyleniyor ama bir yandan da sürekli olarak hem toplam borç stoku hem de borç servisi her yıl artıyor. Çünkü borç borçla finanse ediliyor.
4- Bütçe açığı sürekli artmış olduğu için açığın GSMH’ya oranı da artar; 1986 yılında yüzde 2.9, olan bu oran 1987’de yüzde 4’e yükselir ve 1988 yılında yüzde 3.8’e enir. Bu son yıl oranı, sürekli anılan 1979 yılınkine eşittir.
Bu anlatımlar ışığında, 1990 yılı için öngörülen bütçe açığı hakkında;
1990 yılı bütçesi, 1989 yılı tahmini gerçekleşme rakamları dikkate alınarak hazırlanır. Öyle ki 1989 yılı bütçe açığı gerçekleşme tahmini öngörülenden yüzde 28.7 daha az 1.6 trilyon olarak hesaplanır. Fakat kesin olmamakla birlikte bütçe açığının ikinci tahmini gerçekleşmesinin 10 trilyona yaklaştığı basında yer alır. Bu halde verilerin gerçeği yansıtma payının bir hayli düşüklüğü dikkate alınırsa, 1990 yılına ait bütçe açığının öngörüldüğü gibi 9.4 trilyonda kalacağı düşünülemez.
’80’li yılların bütçeye ait özelliklerinden biri de, bütçe açığının öngörülenden yüzde 70 ile yüzde 100 arasında değişen oranlarda daha fazla gerçekleşmesidir. ANAP İktidarının bu konuda ilkesizlik yapması beklenemez ve onun için 1990 yılı bütçe açığının öngörülenden en az yüzde 70 oranında daha fazla gerçekleşmesi beklenebilir. Buna bağlı olarak borç stoku toplamı da artacaktır.
(Sürecek)

Şubat 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑