Şimdi onlar açıkta. Gecekonduları başlarına yedi ayda tam on yedi kez yıkılmış. Kiminin sekiz çocuğu var, kiminin altı. Kış yaklaşıyor, soğuklar şimdiden başladı. Geceleri, evleri olanlar bile içeride üşüyebiliyor. Ama onlar şimdi açıkta, geceyi dışarıda geçiriyorlar. Dört incecik direğin çevresine sarılan eski kilimler aç aylık bebeyi soğuktan kurtarmaya yetmiyor. Soğuk rüzgârlar bir esti mi, titrememek elde değil. En başta çocuk, yaşlı ve hasta kadınlar soğuğa dayanamıyorlar. Bazıları şimdiden hastalanmış. Ama doktora da gidemiyorlar, çünkü paraları yok.
Yazın kavurucu sıcağında yapılan yıkımların birinde, belediye zabıtaları, “yapmayın, gecekondumuzu yıkmayın” diyen kadınlara, ‘ ‘keyfiniz pek de iyi, balon ne güzel yanmışsınız” diye sataşıyorlar, laf atıyorlar. Kışın dondurucu soğuğunda gecekonduları yerle bir eden dozerler, annesi fırlayıp almasa beşikteki bebeği kepçenin önüne katacak. Gecekonduları yıkılanlar bir yer gösterilmesi için yetkililere başvurduklarında kendilerinden o ilçede oturduklarına dair ikametgâh belgesi isteniyor. “Ben diyorum hadımım, onlar diyorlar oğuldan uşaktan ne haber?”
Belediye başkanlarına, valilere dert anlatmak ne mümkün. Herkes topu birbirine atıyor. Valiliğe gidiyorlar, kendilerine belediyenin ilgilenmesi için yazı veriliyor. Belediyeye gidiyorlar,”valilik de kim olurmuş, varsa valinin kendi arsası size versin” diyor, iki arada bir derede kalıyorlar, ilçe belediyesi ve şube müdürlüğü de arasında mekik dokunan yerlerden. Sonradan devreye bir uçtan anakent belediyesi, bir uçtan da mahalle muhtarlığı sokuluyor. Böylece mekikler daha çok yere işlemeye başlıyor. Günler valilik, anakent belediyesi, ilçe belediyesi, şube müdürlüğü, muhtarlık arasında fır dönmekle geçiyor. Geriye bakılıyor: Bir arpa boyu yol alınmamış. Bu arada bir günde tam üç defa gecekondular yerle bir ediliyor. Ortalık mahşer yerine dönüyor. Feryatlara, direnenlere, kendini dozerin, kepçenin önüne atanlara aldırış eden yok. Bir yandan belediye zabıtaları, diğer yandan çevik kuvvet polisleri kadın, çocuk, ihtiyar demeden vurdukça vuruyor, copluyor, dipçikliyor, tekmeliyor. Kadınların kollan bacakları çürüyecek derecede morarıyor, gözleri kovuğa çekiliyor, kan çanağına dönüyor, şişiyor, morarıyor. Kimse buna aldırmıyor.
Gazeteler saldırıları yazmadıkları gibi, bir de çarpıtarak veriyorlar olayları. 22 Eylül tarihli Sabah gazetesi, gecekondu halkının taleplerini mafyanın işi olarak gösteriyor. Sabah’a göre, gecekondulara asılan bayrak, Atatürk, vs. bile mafyanın kurnazlığı. Tüm bunlar mafyanın duygu sömürüsünde kullandığı araçlar. Ve tabii aynı “mafya”cılar yedi aydır karda, kışta, soğukta, yağmurda, rüzgârda, sıcakta başını sokacak delik bulmanın savaşım veriyor; ama ne yazık ki yine açıkta kalmaktan kurtulamıyor. Rüyada bile görülemeyecek muhteşem saraylarda, olağanüstü konfor ortamında yaşayan diğer mafyalardan ne kadar da farklı. Halk, olayları çarpıtarak veren Tercüman, Sabah vb. gazetelere kızgın, devrimci basın organlarından gelenleri de ilk etapta onlardan sanıyorlar, dövmek istiyorlar.
Okullar açıldı. Tüm bu insanlık dışı koşullarda çocukların okula gitmesi gerekiyor, ilkokul ve ortaokul çocuklan dört tarafı kilimle çevrili “apartman”larından bir saat uzaklıktaki okullarına yürüyerek gitmek zorundalar. Çoğunlukla araba paralan olmuyor. Ve bu, kışın karlı buzlu günlerinde de devam edecek. Doğru dürüst patika yol bile yok. Ama yaşama savaşma yine de devam edilecek. Bu savaş yirmi-otuz kadına karşı yüzlerce çevik kuvvet polisi ve zabıtanın savaşı. Bu savaş yerde dozer ve panzerler yetmiyormuş gibi havadan da helikopterlere karşı verilen bir savaş. Bir yandan silahlı devlet birliklerine, bir yandan doğaya karşı verilen bir savaş. Ve günde birkaç kez insanların başına gecekonduların yıkıldığı bir savaş.
Başvurulan kişilerden biri de belediye seçimlerini kazanan partinin il başkanı. İl başkanı, parti binasına gelen gecekonducuları yatıştırmaya çalışıyor. “Programımızda bu meseleyi çözmek de var” diyor. Çözüm olarak da yeni kondu yapmamalarım öneriyor. “Gerekli araştırmalar yapıldıktan sonra gerçek ihtiyaç sahiplerine yer gösterilecek” diyor. Ama geceleri dışarıda geçirmek zorunda olanlara bir çare göstermiyor. “Bekleyin” diyor. Ama insanlar nerede ve nasıl kalacak, somut hiçbir şey söyleyemiyor. O da topu başkalarına atıyor. O başkaları da ha bire ipe un seriyor. “ÇBS’nin terk edilmiş eski boya fabrikasına yerleştireceğiz” diyorlar. Kaç kişiyi? Beş. Ama onlar da bir türlü girmeyi başaramıyor şu boya fabrikasına. Fabrikanın iler tutar bir tarafı kalmamış. Çatısı, camları, duvarları kırılmış, dökülmüş. Sırf camları ve delikleri kapamak için en az birkaç milyon gerekli. Bu masrafların da terk edilmiş boya fabrikasında kalacak olanlar tarafından karşılanması isteniyor. Kolay mı bu kadar parayı bulmak? Haydi borç-harç bulundu diyelim, hiç değilse camlar taktırıldı. Peki, iki ay sonra “fabrikadan da çıkın” denmeyeceğinin bir garantisi var mı? Her şeye karşın fabrikada kalmayı kabul edenler ise bir türlü bu harabeye sokulmuyordu. Fabrikanın bekçisi kalacaklardan yazılı belge istiyordu. Oysa şube müdürü “şifahi” olarak, “gidin, fabrikada kaim” demişti. Konducular tekrar geldiklerinde müdürü yerinde bulamıyorlar, yardımcısı ise hiçbir şeyi bilmezden geliyordu. Müdür yardımcısı, odasına çağırdığı belediye zabıtalarıyla bir yandan gecekonduculara bir yandan da onlarla birlikte gelen muhabire adeta gözdağı vermek istiyordu. Muhabirin, konducularla birlikte içeri girmesine bir hayli içerleyen müdür yardımcısının, onu bir dövdürmediği kalıyordu önce teybi zorla kapattırmak için zabıtalara uzun süre çeşitli göz, el ve kol işaretleri yapıyor, zabıtalar anlamayınca da bu kez ağzıyla teybin kapatılmasını istiyordu. Gerekçe ise, muhabirin izin almadan ses tespiti yapması idi. Muhabir bir soru sormak istediğinde, bu aynı müdür yardımcısı hiçbir açıklamada bulunamayacağını, sorulacak şeyler varsa basın danışmanına gidilmesini salık veriyordu.
Gecekondusu yıkılanlar, devletten, belediyeden kendilerine bir çözüm getirilmesini beklediklerini söylüyorlardı. Aksi halde, “biz de bir başka devletten iltica talebinde bulunacağız” diyorlardı. “Bu devlet dışarıdan gelenleri, soydaşlarımızı yerleştirecek güç buluyor da bize nasıl bulamıyor?” Üstelik vergimizi veririz, askerliğimizi ve tüm görevlerimizi yaparız.” Aynı soydaşlarımız yıkılan gecekonduların hemen karşısındaki blok apartmanları beğenmiyorlardı. Gecekondu halkına ise başlarına ördükleri küçük taş yığınlarını çok görülüyordu.
Belediye yıkmaktan bıkmıyor. Gecekondu halkı ise yapmaktan. Halkın bin bir güçlük yaptığını belediyeye bağlı ekipler bir çırpıda yıkıyor. Sanki bundan zevk alıyorlar. Halka, “siz istediğiniz kadar yapın, biz hemen ardından yıkmaktan usanmayacağız” der gibiydiler. Amaç, yapılan gecekonduları derhal yıkarak halkı yıldırmak, pes dedirtmek. Ancak halk, hiç de öyle yılgınlığa kapılacakmış gibi görünmüyor. “Her defasında yeniden yapacağız” diyorlar.
Herkese insanca yaşayabileceği bir konut sağlanması aslında en temel haklardan birisi. Anayasalarda da bu, yer alıyor. Ancak devlet ve onun mahalli uzantıları olan belediyeler yoksul emekçi halka bu hakkı tanımıyor, devlet kendi koyduğu yasaları çiğneyerek “suç” işliyor. İnsanca koşullarda bir konut hakkım gasp ettiği yetmiyormuş gibi, bir de halkın kendi kendine bulduğu çözümleri engelliyor, dünyayı onlara zindan ediyor. Belediye yıkıma gerekçe olarak düzensiz yerleşimi engellemeye, “imar planına aykırı” konutlaşmanın önüne geçmeyi gösteriyor. Ama belediyenin kendisi düzenli yerleşime uygun çözümler de getirmiyor. Halk sokakta kalmaya mahkûm oluyor, oralara bile reva görülmüyorlar.
“Sosyal” “Demokrat” “Halkçı” Partili belediye yönetimlerinin “halkçı”lıklarının neme ne bir şey olduğu burada açığa çıkıyor. Oy toplarken, “gecekonduları yıktırmayacağız, tapu vereceğiz” türünden vaatleri bol keseden veren bu belediye yöneticileri, halkın oylarıyla koltuğa oturduklarında yalnızca çıkar sağladıkları çevreleri görebiliyorlar, halkın üstüne ise yüzlerce çevik kuvvet polisi, zabıtayı ve helikopterleri gönderiyorlar.
Evsiz-barksız kaldıkları için, ev sahipleri tarafından kirada oturdukları evden çıkarıldıkları için, sokakta kaldıkları için değişik yerlerden gelerek Alibeyköy’de, Çoban Çeşme’nin sert yamaçlarında yaşama ve yerleşme savaşı veren bu insanların dramı, benzerleri arasında sıradan bir örnektir. Zevk, sefahat ve konfor içinde yüzen bir avuç sömürücü dışında milyonlarca emekçinin yaşamını cehenneme çeviren kapitalist düzenden yalnızca küçük bir kesit.
Ekim 1989