Sendikaların işçi sınıfının en geniş örgütleri olarak tarih sahnesine çıktığından bugüne, burjuvazinin başlıca çabalarından birisi sendikaları kendi düzeninin sınırları içinde bir mücadele ile sınırlamak olmuştur. Hele, 1870’lerden sonra, işçi sınıfı içinde Marksizm’in egemen dünya görüşü durumuna gelmesiyle, sendikaların sınıfın bir örgütlenme ve direnme merkezlerine dönüşmesiyle birlikte, burjuvazinin sendikalara ilgisi daha da arttı. Ya sendikal faaliyeti yasalarla zapturapt altına almaya ya vahşi terörle dağıtmaya, ya da işçi aristokrasisine dayanarak sendikaları kendi politikasının bir aleti durumuna getirmeye çalıştı. Bugün Avrupa’daki sosyalist, sosyal demokrat ve sözde komünist partilere bağlı sendikalar ile geri kalmış ülkelerdeki revizyonist ve reformist sendikalar burjuvazinin bu dolaylı ve dolaysız çabalarının ürünüdür. Bizim ülkemizde de Türk-İş, bir yandan Türk burjuvazisinin en gerici kesimlerinin etkisinin, öte yandan da Avrupa ve Amerikan (daha az Avrupa, daha çok Amerika) sendikacılığının etkisinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Türk-İş’in hangi koşullarda çıktığı, izlediği politikaların sınıfsal içeriği, 1960’lı ve 1970’li yıllarda çok tartışıldı. Ne var ki, 12 Eylül’le başlayıp uzunca süren karanlık dönem ve bugünkü sendika hareketinin durumu, genelde ülkemiz işçi sınıfının sendikal mücadelesinin sorunlarını, özelde ise Türk-İş ve izlediği politikaları yeniden tartışmayı zorunlu kılıyor. Özgürlük Dünyası, yayına başladığından beri, kendi yayın anlayışı çerçevesinde, ülkemiz işçi sınıfının sendikal hareketinin kimi sorunlarına ışık tutmaya çalıştı. Son bir kaç sayıdır da Türk-İş’in niteliği ve bugüne gelişini inceliyor. Ancak, bu yazının dergimizin Türk-İş incelemesi ile doğrudan bir bağlantısı yok. Sorunun ele alınışından da anlatacağı gibi, güncel ihtiyaçlardan doğan, bu yüzden de dikkatini daha çok bu yönde yoğunlaştıran bir yazıdır.
Türk-İş’te Ağalar Koltuk Telaşında
Bu yılın sonuna doğru yeni bir Türk-İş Genel Kurulu’na tanık olacağız. Sendikaların genel kurulları da ya yapıldı, ya da yapılıyor. İşte son anlarda, irili ufaklı Türk-İş ağalarının her vesile ile boy göstermeye çalışmasının nedeni de bu. Gerçi Türk-İş tabanında esen fırtına tepeyi sallayacak kadar güçlü değil ama ağaların kendi arasındaki koltuk kavgası bile onları yeterince heyecanlandırıyor. Dahası Türk-İş ve bağlı sendikaların kongreleri bile artık eskisi kadar tekin değil. En olmadık yerde ağaların yüreklerini ağızlarına getiren tutumlar ortaya çıkabiliyor. Bu durumda kendi aralarındaki “nöbet değişimi” bile bir risk taşıyor, öyle ya bir dahaki kongreye kim bilir neler olur? Gidip gelememek, gelip bulamamak var!
Türk-İş’in içinde yer alıp da bugüne kadar çeşitli sendikaların tepelerinde bulunan en sağdan en “sol” a kadar sendika ağalan, koltuk için birbirlerine ve izledikleri politikalara ne kadar saldırırsa saldırsınlar, Türk-İş’in 24 ilkesine dokunmamışlar, onları korumuşlardır. Bazen işlerine gelmediğinde, “partiler üstü”lükten şikâyet etmişlerse de, onu bile değiştirmek için bir çabaya girmemişlerdir. Oysa Türk-İş’i sınıf işbirlikçisi, düzen savunucusu yapan, şu ya da bu kişinin niyetinden öte, yönetimlerin bu ilkelere ballı olarak başa gelmiş ve bu ilkeleri yaşama geçirmiş olmalarıdır. Bu yüzdendir ki, Türk-İş’te bir ileri adım atmak isteyen, Türk-İş’i devrimci-demokrat ya da sınıf sendikacılığı çizgisine çekmek isteyen herkes, Türk-İş’in 24 ilkesini reddetmek ve yerine sınıf mücadeleci bir çizginin ilkelerin koymak zorundadır. Çünkü bir yerde ilke sorunu varsa, orada bir uzlaşma, ilkeleri sağa sola çekiştirerek yumuşatma diye bir sorun olamaz.
Bugüne kadar Türk-İş içindeki muhalefetler için “24 ilke” tabu olmuş, “ilkelerimiz iyidir ama uygulayanlar kötüydü” düşüncesi en radikal Türk-İş muhalefetlerine bile yol göstermiştir. Gerçekte ise tersi geçerlidir. Hepsinden kötü olan ilkelerdi. Çünkü ilkeler sınıf işbirlikçisi bir sendikal anlayışı temsil ediyorlardı. Bu ilkeleri en iyi uygulayan da, sınıf işbirliği politikasını en iyi uygulayanlar olurdu. Demirsoy’lar, Tunç’lar, Denizci’ler, Şide’ler, Yılmaz’lar gibi.
Yukarıdan beri söylemeye çalıştığımız nedenlerden dolayıdır ki, Türk-İş’te aşilin topuğu ya da yumuşak karın bu ünlü “24 İlke”dir. Tabulaştırıldığı için güçlü ve yıpranmamış gözükmektedir ama son derece çürük ve iyi teşhir edildiğinde herkesin anlayacağı kadar açıkça işçi sınıfı düşmanlığı formüle edilmiş belirlemelerdir.
“24 İlke”nin Bazıları
Türk-İş’in “24 İlke”sinden her biri, sınıf işbirliği abidesi gibidir. Ancak, biz bu yazının çerçevesi içinde bütün öteki ilkelere de yön veren birkaç tanesine değinerek, bu ilkelerin yol açtığı sendikacılık anlayışı ile sınıf sendikacılığı arasındaki farkı belirlemeye çalışacağız.
İlke: 1
Türk-İş, Türk milletinin ekonomik ve sosyal sorunlarını bir bütün olarak görür. Türkiye’nin hızlı, dengeli ve adil kalkınmasını işçilerin refah, huzur ve güvenliği için şart sayar…
İlke: 3
Anayasada öngörülen prensiplerin gerçekleşmesi için göstereceği çabaların yanı sıra, Anayasa dışı
sosyal ve ekonomik bir düzen kurulması, devletin şeklinin değiştirilmesi, Atatürk devrimlerinin ve demokrasinin tahribi amacına yönelen her türlü akıma karşı bütün gücüyle mücadele etmek, Türk-İş’in temel görevlerinin başında gelir. (Burada Anayasa-dışı akımdan kasıt, komünizm ve faşizmdir.)
İlke: 5
Türk-İş sınıf ayrılıklarının derinleşmesine ve sınıf çatışmalarına yol açabilecek sebepleri ortadan kaldırmayı amaç alan ve sınıflar arasında denge, barış ve kaynaşma sağlayan bir politika izleyecektir.
İlke: 24
Türk işçisinin emeğini, ordumuzun gücü ile birleştirerek, yurt savunmasında öz kaynaklarımızın kullanılması ve savunma gücümüzün dış yardıma bağlı kalmadan yürütülebilmesi için, Türk-İş, ulusal harp sanayisinin kurulması yolunda gerekli bütün çabayı gösterecektir.
Yukarıdaki 4 temel ilkenin yön verdiği öteki ilkeler ise, ücret adaleti, sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması, konut, işsizlik, yerli sermayenin yapabileceği işlerde, maden ve petrol alanında yabancı sermayenin sınırlanması, kredi ve vergi adaleti, işsizlik sigortasının kurulması ve ne idüğü belirsiz bir toprak reformu konusunda hükümetlerden ve siyasi partilerden istemde bulunmayı amaçlayan ilkelerdir.
Yukarıya aktardığımız ilkelerden ve Türk-İş’in bugüne kadarki tutumundan anlaşılabileceği gibi, Türk-İş, işçi sınıfının ayrı bir sınıf olarak varlığını bile dil ucuyla söylerken, “Türk milletinin ekonomik ve sosyal sorunlarını bir bütün olarak gören”, ancak CIA ve Mafya etkisiyle şekillenen Amerikan sendikacılığında görülebilecek bir anlayışı temsil etmektedir. Zaten ücret ve vergi adaleti, toprak reformu, vb. gibi reform istemlerinin gerekçesinde de sınıf ayrılığını azaltarak sınıf mücadelesini engelleme isteğinin yattığını Türk-İş açıkça söylemektedir.
Sözünü ettiğimiz ilkeler, Türk-İş’in kırk yıla yaklaşan pratiğine baktığımızda, Türk-İş ağalarının bu “24 İlke”yi hayata geçirmekte çok başarılı olduklarını teslim etmek gerekir. Ağalar bu başarılarını; 1) Grevlerden şiddetle kaçınarak, kaçınamadıkları bir-iki grevde ise grevi işe gitmemekle özdeşleştirerek sendikal mücadeleyi salt ekonomik mücadeleye indirgeyerek, 2) Ekonomik istemlerin yerine getirilmesiyle sınırlanan sendikal faaliyeti de, sendika ağaları, patronlar ve hükümetler arasında bir diplomatik faaliyete indirgeyip işçileri sendikal faaliyetin tümüyle dışına iterek başarmışlardır. Anti-demokratik sendika bürokrasisi, sendika ağalarının borularını kolayca öttürmesinde başlıca dayanakları olmuştur.
Kısaca söyleyecek olursak, bugüne kadar Türk-İş ağalarının ne işçi sınıfının sendikal birliğini sağlamak, ne sendikal özgürlükler önündeki engelleri kaldırmak, ne ülkenin demokratlaştırılması, ne de işçi sınıfının kapitalist sömürüden kurtarılması diye bir dertleri olmamıştır. Tersine, onlar her devirde düzenin baş savunucusu, istikrar ve güvenin koruyucusu, cuntaların ilk hazır ola geçicisi olarak övünmüşlerdir. Türk-İş’in ilkeleri de bunu gerektiriyor zaten.
Bütün bu söylenenlerden sonra şöyle bir sorunun akla gelmesi kaçınılmazdır: İşçi sınıfının çıkarlarını savunan bir sendika ya da sendikacılık hareketi hangi ilkeler üstünde yükselmelidir? Bu soruya kısaca, sınıf işbirliğini reddeden ve sınıf mücadeleci bir temeli benimseyen sendika ancak işçi sınıfının çıkarlarının savunucusu olabilir diye yanıt verilebilir. Ancak, sınıf mücadelesi gibi geniş kapsamlı bir kavramın, sendikalar alanında nasıl anlaşılması gerektiğini burada biraz açmak gerekecektir.
Sınıf Mücadeleci Bir Sendikacılık Çizgisi: Sınıf Sendikacılığı
Türk-İş ağaları, bugüne kadar Türk-İş’i partiler üstü, politika dışı tutmuş olmakla övünürler. Eğer bu söyledikleri gerçek olsaydı, yani gerçekten politika ve partiler dışı kalmış olsalardı, onları, saflıkla, bu tutumlarıyla işçi sınıfını burjuvazinin kendi sahasında mücadeleye sokmakla, ekonomizm vb. gibi “masum” sözcüklerle suçlayabilirdik. Ama gerçek daha vahimdir. Gerçekte, ne Türk-İş, ne de Türk-İş ağaları politikanın ve burjuva partilerinin dışında olmuşlardır. Tersine, her zaman boğazlarına kadar politikanın içinde olmuşlardır, örneğin, 1950’li yıllar boyunca Türk-İş’in sadece iki mitingi vardır; onlar da, Amerika’dan esen soğuk savaş rüzgârının etkisiyle yapılan “Komünizmi Tel’in” mitingleridir. 1960, 12 Mart ve 12 Eylül cuntalarının en hararetli destekleyicisi olarak cunta kabinelerine bakan vermek, 15-16 Haziran’da hükümeti ve sıkıyönetimi desteklemek, Kıbrıs’ın işgalini desteklemek, anti-emperyalist ve anti-Amerikan eylemleri terörizm olarak gösterip protesto etmek, ya da 1982 Anayasası’na utanmazca “evet” demek vb… politika değilse nedir? Ama Türk-İş ağaları “Biz sosyalist politikanın ve işçi sınıfı partisinin dışındayız” diyorlarsa, bunda doğru söylediklerine hiç kuşku duyulamaz.
Sınıflar mücadelesinin olduğu bir toplumda, (Türk-İş ağaları kabul etmese de sınıfların var olduğu her toplumda sınıf mücadelesi vardır) politikanın dışında olduğunu söylemek en hafif deyimiyle saçmadır. Burada önemli olan politika dışı olup olmamak değil, hangi politikanın içinde olunduğudur. İşçi sınıfı için doğru olan ise, onu nihai isteği olan sömürüşüz ve sınıfsız bir dünyaya götürecek olan kendi sınıf partisinin politikasının içinde olmaktır, öyleyse, işçi sınıfı sendikaları, sınıfın en geniş kesimlerini içinde barındıran, örgütlenme ve mücadele merkezleri olarak bütün görevlerinin merkezine, Türk-İş gibi düzen ve istikrarı, sınıf barışını korumayı değil, kapitalist sömürü sistemini yıkarak sınıfsız topluma varmayı koyacaktır.
Sendikalar işçi sınıfının çeşitli türden örgütleri içinde en genişleri olarak, en geri kesimleri de dâhil bütün sınıfı içine almayı amaçlamalıdır. Bu da, herhangi bir biçimde işçileri içine almak değil, (örneğin işçi-işveren-devlet üçlüsünün ortak örgütlendiği faşist sendikalar –korparasyonlar- sınıfın hepsini içinde toplar. Ya da bugün bir yasayla bütün işçilerin Türk-İş’e üye olması zorunlu yapılsa bu her iki durumda da işçilerin ulusal çapta sendikal birliği sağlanmış olmaz) sınıfın nihai çıkarlarım savunma temelinde sınıfın birleştirilmesi ve mücadeleye çekilmesidir. Bundan anlaşılması gereken, dil, din, ulus, siyasal düşünce farkı gözetilmeksizin işçilerin sendikalar içinde örgütlenip kapitalizme karşı mücadeleye çekilmesidir.
Elbette, sınıfın birliğinden söz edildiğinde, sadece ulusal birlikten söz edilemez. Çünkü işçi sınıfının dünya görüşü ulusal dar görüşlülükle çelişir. O, bu konuda “Bütün Dünyanın İşçileri Birleşiniz” çağrısını yapan büyük öğretmeninin şaşmaz izleyicisidir ve kapitalizm uluslararası niteliğine karşı, onu yıkmak için işçi sınıfının da uluslararası birliğinin kaçınılmazlığındandır. Demek ki birlikten anlaşılması gereken, işçi sınıfının uluslararası çapta birleştirilip kapitalizme karşı mücadeleye çekilmesidir.
Bugün sendikal yaşama bakıldığında, işçileri sendikal mücadelenin dışına iten en önemli etkenlerden birisi de, sendika ağalarının koltuklarını korumak için sendika yasalarındaki ve sendika tüzüklerindeki anti-demokratik maddeler ile kendi yandaşlarından meydana gelen geniş bir sendika bürokrasisinin varlığıdır.
Gerek bu pratik, gerekse sınıf sendikacılığının yığınları mücadeleye çekme anlayışı, sendikalardaki her türden anti-demokratik uygulamaya son vermeyi amaçlar. İsteyen her işçinin sendikanın her kademesine gelebilme olanağının engellenmemesi, sınıf sendikacılığının sınıfa güveninin olduğu kadar, kendi demokrasi anlayışının da bir ifadesidir. Sınıf sendikalarında, çok teknik birkaç iş dışında bir sendika bürokrasisine yer olmayacağı ortadadır.
İşçi sınıfı sendikaları bağımsızlık Ve demokrasi cephesinin belkemiği olmak zorundadır. Bir yandan işçi sınıfının nihai isteği olan sınıfsız toplum yolunda, feodal kalıntıların ve emperyalizme bağımlılığın bir engel teşkil etmesi, öte yandan demokrasinin elde edilmesi mücadelesi içinde işçi sınıfının dostlarını ve düşmanlarını tanırken kendi önderlik yeteneklerini de geliştireceği, dahası toplumun bir ileri adımından nihai olarak yararlanacak olan sınıfın işçi sınıfı olacağı göz önüne alınırsa, işçi sınıfının bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin en önünde yer almaktan geri duramayacağı daha anlaşılır olur. Bu durum, bugün ülkemiz açısından daha da önem taşımaktadır. Gerçi Türk-İş bağımsızlıkla ilgili “yabancı sermayenin bazı alanlarda sınırlanması” ve Türk ordusunun ulusal kaynaklara dayanmasını istemek ve bir toprak reformu ile bağımsızlık ve demokrasiye ilişkin “görevlerini” savmaktadır, ama gerçekte sınıfın önündeki (bu alanda) görev o kadar basit değildir. Çünkü Türk-İş’e göre ülkede zaten demokrasi vardır. Daha fazla özgürlük isteyenler demokrasiyi yıkmak isteyen komünistlerdir, ülke zaten bağımsızdır, bağımsızlık diyenler de Amerikan düşmanı komünistlerdir. Oysa gerçekte, ülkede ne demokrasi vardır ne de bağımsızlık. Üstelik bugün, 1960-1970’li yıllar duyarlı anti-emperyalist ve demokratik çevreleri, son yıllardaki terör ve liberal cereyanın etkisiyle, “NATO ülkeleri kadar bir özgürlüğe” (burada NATO sözcüğü önemli, çünkü artık NATO’ya demokrasinin koruyucusu olarak bakılıyor) razıdırlar. “Bağımsızlık” sözcüğü ise artık bu çevrelerde küçümsenen bir sözcüktür. NATO’dan çıkmak, AET’ye girmeme ise artık “ilerici” çevrelerde pek sözü edilmeyen bir şey. Ülkemizdeki ulusal sorunun çözümünün de demokratlaşmanın vazgeçilmez bir koşulu olduğu en azından henüz demokrat çevrelerde anlaşılmıyor. Türk-İş ağalarından bunu beklemekse hepten hayal. Var olan somut koşullarda bugün ülkemizde radikal bir demokrasi ve bağımsızlıklar programım ancak işçi sınıfı savunabilir. Çünkü 1960-1970’li yılların radikal anti-emperyalist tutumunun tek gerçek mirasçısıdır. Çünkü topraktan ve sosyal yaşamdan feodal artıkların ve ortaçağ kurumlarının sökülüp atılması ve toplumsal gelişmenin önünün açılması ancak işçi sınıfının sınıf çıkarlarıyla tam bir uyum içindedir. Çünkü bugün, sadece işçi sınıfı bir ulusu ezen bir ulusun kendisinin de özgür olamayacağını anlayabilecek konumdadır.
Kısacası bugün, NATO’ya, AT’a “HAYIR” demeyen, öte yandan toplumu ortaçağ kurumlarından, toplumsal gelişmeyi önleyen yasalardan, topraktaki feodal kalıntılardan kurtarmayı amaçlamayan, Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme hakkını savunmayan bir sendika hareketi ne işçi sınıfının birliğini sağlayabilir, ne de kapitalizmi yıkmayı amaçlayan bir sınıf sendikacılığı hareketi yaratabilir.
Salt ekonomik mücadele ile sınırlanmayı eleştirmemize ve görevin merkezine kapitalizmi yıkma görevini koyarak sendika hareketinin yönünü sınıfsız topluma çevirmemize bakarak işçi sınıfının daha iyi yaşama ve çalışma koşulları için verdiği mücadeleyi sınıf sendikacılığının küçümsediği ya da önemsiz gördüğü çıkarılmamalıdır. Tersine, yığınların harekele geçmesi, kapitalizme karşı mücadele için eğitilmesi, giderek sınıfın kendi güç ve yeteneklerini geliştirmesi ve nihayet daha sağlıklı ve eğitimli işçi kuşaklarının yetişmesi bakımından bu mücadelenin hayati önemi vardır. Bu alandaki mücadeleye sırt dönen bir sendika, sendika olma amacını yitirir dersek, bu alanın önemini yeterince ifade etmiş oluruz. Ama ekonomik mücadele, yürüyen siyasal mücadele ile birleşemezse, bugün olduğu gibi, burjuvazi bir eliyle verdiğini öbür eliyle geri alacaktır. Nitekim Türk-İş bugün ekonomik mücadeleye önem verdiğini ne kadar söylerse söylesin, yaptığı toplu sözleşmelerdeki zamlar birkaç ay sonra enflasyon tarafından tüketilmektedir. İşçilerin gerçek ücretlerindeki sürekli düşüşün başka bir anlamı yoktur.
“Sendika Ağalığı”nın Yıkılması İçin
İşçi sınıfımızın sendika ağalığına karşı yürüttüğü mücadelenin boyutlarını az çok bilenlerin tahmin edebileceği gibi, geniş işçi yığınları içinde sendika ağalarına duyulan tepkinin çok azı tepeye yansımaktadır. Bu yüzden de sendika ağalarını alaşağı etmek sorunu, sendika hareketinin anlık bir sorunu değildir. Tersine, daha uzunca bir zaman sınıf sendikacılığı hareketi ile ağalar arasındaki mücadele sürecektir. Çünkü sorunun iki ayrı dünya görüşünden kaynaklanan iki ayrı sendikacılık anlayışının karşı karşıya gelişidir bu. Yazı boyunca da ifade ettiğimiz gibi, sorun esasta, Türk-İş’in ilkelerinde ifade olunan burjuva-gerici bir sendikacılık anlayışı mı, yoksa ana hatlarını yukarıda belirtmeye çalıştığımız sınıf sendikacılığı anlayışı mı? Kimi önyargıların tersine sınıf sendikacılığının ilkeleri ve mücadele anlayışı işçiler için daha anlaşılırdır. Yeter ki anlatılabilsin.
Sendikalar içindeki mücadele, şu gitsin de bu gelsin, Şevket Ağa mı iyi, yoksa Kenan Ağa mı iyidir tartışmasını aşarak sendikacılık ilkelerinin tartışmasına dönüştüğü ve bu ilkelerin yön verdiği çizgiler arasında bir mücadeleye dönüştüğü oranda sınıf sendikacılığı hareketi işçi sınıfı içinde umulmadık bir çabuklukta ve derinlikte kök salacaktır.
Ekim 1989