Eylül, Türkiye’nin siyasal yapısına köklü değişiklikler getirdi. Bu siyasal değişiklikler yalnızca gericilik cephesini ilgilendirseydi belki üzerinde çokça durulmasını gerektirmezdi. Ne var ki 12 Eylül’ün getirdiği siyasal değişiklikler, ezilen halk kitlelerini de ilgilendirmekle kalmıyor, onların bir parçası durumunda olan devrimci ve Marksist-Leninist hareketleri de geçmişlerini yeniden gözden geçirmek göreviyle karşı karşıya bırakıyor. Marksist-Leninistler yöntem olarak zaten sık sık geçmişlerini irdeleme, geçmiş deneylerden dersler çıkarma, geçmişte düşülen hataları tekrarlamamak üzere onları ve kendilerini eleştirme, geçmişte doğru ve militan olan ne varsa ona sahip çıkma ve onu geliştirme biçiminde bir yol izlerler. Her önemli darboğaz ya da ciddi dönemeçte bu tür bir gereksinim, hele Marksist-Leninist hareketler ciddi darbelere maruz kalmışlarsa bir zorunluluk halini alır.
12 Eylül, Türkiye halklarının ve işçi sınıfının, ilerici, devrimci, demokrat ve komünistlerinin karşı karşıya kaldıkları en azgın, en kapsamlı ve en gerici karşı-devrim saldırılarından biridir. 12 Eylül’de karşı devrimin saldırılarına uğrayan ilerici-devrimci-demokrat ve komünist hareketlerin büyük bir bölümü hâlâ toparlanamamıştır. Bu hareketlerin bir kısmı ya tamamen yok olmuş ya da henüz toparlanamayacakları ölçüde ağır darbeler sonucu ciddi bir dağınıklık içindedirler. 12 Eylül’ün, hiç değilse 12 Mart yarı-askeri faşist darbesinden -ve diğer birçok karşı devrimci saldırıdan da- farkı, çok kapsamlı bir ideolojik kampanya ile yürütülmüş olması ve önemli ölçüde, “ideolojik saldırısıyla birlikte” başarılı olmasıdır. Bu başarı, kendini, devrim cephesindeki ideolojik dağınıklık, bölünmüşlük, ilkelerden yoksunluk, bireycilik, halkın sorunları karşısında ilgisizlik vb. biçimlerinde gösteriyor. Polisiye ve yasal önlemler bir yana, birçok insan ve hareket, yalnızca cuntanın ve düzenin çok yönlü ideolojik saldırısı sonucu tam bir karmaşa yaşıyor. Cuntanın darbesinin bu kadar etkili olması, bir başka anlatımla devrimci-demokrat ve komünistlerin bunca kolay tasfiye edilebilmesi düşündürücüdür ve bu hareketlerin geçmişinin ciddi bir şekilde irdelenmesini gerektirir. Birçok şeyin yanı sıra, devrimci hareketlerin neden bu kadar kolay tasfiye edilebildiklerinin ortaya çıkarılması, herkese ait hataların tespit edilmesi ve geçmişten geleceği aydınlatmak üzere dersler çıkarılması açısından geçmişin bir muhasebesini yapmak gerekmektedir. Kuşkusuz bu, oldukça kapsamlı bir konudur ve bir yazının kapsamı içerisinde çok net ve kesin sonuçlar çıkarılabilmesi beklenmemelidir. Bu kapsamdaki bir yazı olsa olsa bir başlangıç olabilir ancak…
Cuntanın İşbaşına Getirildiği Koşullar
Cunta, aşağı yukarı 400.000 işçiyi kapsayan büyük bir ekonomik grev dalgasının sinyal verdiği, 80.000 işçinin ise fiilen grevde olduğu ve Türkiye’nin dört bir yanında devrimcilerin önderliğinde halkın ileri kesimlerinin kıyasıya bir anti-faşist mücadele verdiği koşullarda tezgâhlandı.
İşbirlikçi egemen sınıfların askeri diktatörlüğü, doğrudan ve tek iktidar gücü olarak devreye sokmalarının nedeni, acil ihtiyaç duydukları siyasi istikrarı sağlayarak, ekonomik istikrara ulaşmanın koşullarını sağlayabilmekti. Siyasi istikranın sağlanması, öz olarak, işçi ve halk hareketinin ezilmesi, devrimci örgütlerin dağıtılması ve egemen sınıf cephesindeki dağılma ve parçalanmalara son verilmesi, zor yoluyla karşı devrim cephesinin ve faşist diktatörlüğün sağ-lamlaştırılmasıydı. Ekonomik istikrar ise, ekonomik krizin bütün yüklerinin işçi sınıfı ve emekçi halka yıkılarak, sömürüyü olağanüstü düzeylerde artırma yoluyla kapitalist ekonominin restore edilmesi, uluslararası sermayenin ve işbirlikçi tekellerin ekonomik programlarının yerine getirilmesi anlamlarını ifade ediyor. Artı-değer sömürüsünün mutlak ve nispi olarak yoğunlaştırılması yoluyla sömürü ve soygun planlarının uygulanması, işçi ve emekçi kitlelerin mücadelelerinin ezilmesi ve devrimci ve Marksist-Leninist parti ve hareketlerin dağıtılması ile yakından ilgilidir. Burjuvazi ve gericiliğin, işçi sınıfı ve halk hareketini ezmeden ekonomik istikrarı sağlaması mümkün değildi. Cunta bu amaçla işbaşına getirildi.
Buna bağlı olarak 12 Eylül Cuntası’nın işbaşına getirilmesinin bir başka nedeni, Türkiye’de yükselen devrimci dalga ve gericiliğin saflarındaki parçalanma, dağılma ve panik belirtilerine yol açan ve tehlike olarak görülen devrim ihmali idi. Bu ihtimalin zayıf olması, henüz gerçekleşebilirliğinin tartışılabilir olması ayrı bir şey. Ancak bu ihtimal de var ve zaten, cuntanın başı, darbeden sonra yaptığı bir konuşmada “Biz darbe yapmasaydık şimdi benim yerime onlar konuşuyor olacaktı…” diyerek bu ihtimalin onlar açısından ne ifade ettiğini anlatmaya çalışıyordu. Bu da, egemen sınıfların, emperyalistlerin ve faşist diktatörlüğü, mevcut güçleriyle ve içine düştükleri kriz koşullarında, yükselen devrimci hareketi, işçi ve halk hareketini bastıramaz duruma gelmesi anlamına gelir
12 Eylül askeri darbesi, işçi ve emekçiler üzerinde yalnızca topyekûn bir silahlı terör uygulaması olmasıyla değil, üzerine oturduğu geleneksel demagojik platformu ve başvurduğu propagandayla da etkili oldu. Bu iki saldırı biçiminin birleşik etkisi yığınlar üzerinde yıldırıcı rol oynadı ve karşı devrimcilerin umduklarının ötesinde sonuçlar verdi. Faşist demagoji malzemeleri başlıca “baba devlet”, “kardeş kavgasının önlenmesi”, “milletin ve devletin bölünmezliği”, “anarşi ve teröre karşı can güvenliği”, “istikrar ve huzur”, “parlamenter demokrasiye bağlılık” gibi malzemelerdi. Tarihsel olarak kamu düzeninin şekillenmesinde bu demagojilerin ve ordunun oynadığı etkin rol ve yığınlar nezdindeki etkisiyle faşist diktatörlüğün en az yıpranmış “zinde” gücü olan askeri kliğin propagandası, halk kitleleri üzerinde pasifleştirici sonuçlara yol açtı. Özellikle halkın henüz hareketlenen ve daha geri kesimleri üzerinde bu demagojiler çok etkili oldu. Sözde ilerici bazı “aydınların, revizyonist ve reformist mihrakların, ta Ecevit döneminde ilan edilmiş bulunan sıkıyönetim, sıkıyönetim uygulamaları ve ordu hakkında yürüttükleri reformist ve uyuşturucu propagandanın işçiler ve emekçilerin en uyanmış kesimlerinin üzerinde bile ciddi uyuşturucu etkisi vardı.
Bu ve buna benzer birçok faktör, cuntanın silahlı terörünü etkin ve kalıcı kıldı. Cunta grevleri kaldırmayı, DİSK’i kapatmayı, tüm demokratik hak ve özgürlükleri yok etmeyi ciddi bir engelle karşılaşmaksızın başardı. Bu arada Cunta yalnızca soyut demagojilerle yetinmedi. İşçi ve köylülere bazı vaatlerde bulunmayı da ihmal etmedi. Köylüleri toprak reformu, demagojisiyle yanına çekmeye çalıştı. Cunta işçi sınıfı ve halkın politikleşmekte olan ileri kesimlerinin muhalefetini bazen zor, bazen faşist demagoji ve bazen de sahte vaat ve tavizlerle (ücretlere % 70 zammı gibi) durdurmayı başarırken, askerlerin yanında yer almaya çoktan hazır durumda bulunan aydın ve küçük burjuvaların bir bölümünü tarafsızlaştırmayı kısa sürede başardı.
Cunta ilk iş olarak, karşı devrimci, düzen savunucusu kampı birleştirmeyi hedefledi, işbirlikçi tekelci gruplar tümüyle askerlerin etrafında birleşti. Cunta, faşist ve reformist eski parlamenter parti ve liderlerini kendisini desteklemeye zorladı ve bu “birleştirici” tutumuna dayanarak güç toplama ve düşman ya da düşman olması muhtemel (en azından muhalif) cepheyi daraltma politikası izledi. Bu partiler, aktif ve kamuoyunca hissedilen bir destek vermemekle birlikte, generallere karşı somut bir tavır almadılar ya da tarafsızlaştılar. Faşist ve reformist partilerin yöneticilerinin yalnızca bir bölümü cuntacı generallerin akıl hocalığına ve yardımcılığına soyundular. Basın Cunta’yı “kurtarıcı” olarak ilan etmekte gecikmemişti elbette.
Süngü zoru ve demagojilerle kitle hareketinin durdurulması ve bir direnmenin ortaya çıkmaması, öte yandan karşı devrim kampındaki çelişmelerin etkisizleştirilip çatışma öğelerinin geri plana atılmasıyla, temeli çok sağlam olmasa da, Cunta bir “siyasal istikrar” sağladı. Bu durum, devrimci ve Marksist-Leninist parti ve hareketleri generallerin doğrudan hedefi durumuna getirdi. Cunta çok kısa sürede devrimci örgütlere ağır darbeler vurmayı başardı. Kimilerini tasfiye etti, kimi örgütleri önemli ölçüde etkisizleştirdi. Uluslararası sermayenin ve komprador kapitalizmin yüklerini halkın sırtına yıkabileceği, iç ve dış gericiliğin halka dayattığı “ekonomik istikrar programı”nı pervasızca uygulayabileceği sömürü ve soygun ortamını yaratmayı ve zeminini genişletmeyi başardı.
Cunta işçi ve halk hareketinin, devrimci ve Marksist-Leninist hareketin, örgütsel ve ideolojik zaaflarından yararlanarak başarıya ulaşmıştır, işçi hareketinin, devrimci demokrasi cephesinin görülebilen ve görülmeyen, ya da görüldüğü halde anlamı devrimciler ve Marksist-Leninistler tarafından kavranamayan zaafları, gerçekte göründüğü kadar güçlü olmayan askeri cuntayı güçlü kıldı, başarısının koşullarını doğurdu. Durumu tam olarak somutlayabilmek için 1980 Eylül öncesi kitle hareketinin durumunu kısaca da olsa değerlendirmek gerekiyor:
Eylül Öncesinde Kitle Hareketi ve devrim Cephesinin Durumu
– İşçi sınıfı ve halk hareketi esas olarak kendiliğinden bir karaktere sahipti. İşçi sınıfının bilinci kendiliğinden ekonomik bilinci aşamamıştı. İşçi sınıfı ve halkın içinde yer altığı anti-faşist direniş ve mücadeleler, siyasal içeriği sınırlı talepler üzerinde gelişmişti. Bu, gerçek bir siyasal deneyim ve bilince yol açamazdı. Anti-faşist halk ve gençlik hareketi, esas olarak MHP ve dönemin hükümetlerine karşı mücadeleler içinde zenginleştirilemedi, mücadele, faşist diktatörlüğe, militarist aygıtlara ve düzenin kendisine yöneltilemedi. 1980 öncesi kitle hareketi, egemen düzenin kendine değil, kitleleri doğrudan etkileyen ekonomik ve siyasal sonuçlarının bir kısmını ortadan kaldırmaya yönelik olarak gelişmişti.
– Hemen hemen bütün sendikalar revizyonist ve faşist sendika ağası kliklerin denetimindeydi. Oysa sendikalar, işçi sınıfının kapitalizme ve faşizme karşı mücadelesinin başlıca dayanaklarıdırlar. Faşizme karşı halkın mücadelesinin başarıya ulaşmasının gerçek güvencesi olan işçi sınıfının, reformist, revizyonist ve faşist etkiler altındayken, işçi sendikaları devletçi bir geleneğe sahip sendikal kliklerin dindeyken, faşizme ve kapitalizme karşı tüm güçlerini seferber edemeyeceği ve mücadelesinin kalıcı sonuçlar elde edemeyeceği açıktı. Darbe sonrası bir kısım sendika ağası, doğrudan generallerin yanında yer alırken, bir bölümü teslim olma kararı aldı. Revizyonist sendika ağaları, sendikaların kapısına kilit asarak ortadan kayboldu. (Zaten başka türlü de davranamazlardı. Ne mücadeleci bir gelenek yaratmışlar ne de mücadeleci bir gelenek yaratma perspektifine sahiptiler. Yaptıkları, yapabileceklerinin son sınırıydı.) işçi sınıfı yalnızca geri bilinç içinde değildi, işçi örgütlerini, 12 Eylülcü saldırıya teslim teslim eden sendika ağaları tarafından örgütsüz de bırakılmıştı. İşçi sınıfının en deneyimli, sosyalizme en yakın ve 15-16 Haziran direnişinin en önünde yer almış olan metal işçilerinin mücadelesi ve örgütlenmesi, bir yandan devletin ve onun gerici yasalarının saldırıları, diğer yandan onun bir başka açıdan tamamlayıcısı rolündeki revizyonist sendika ağalan tarafından öncelikle yetmişli yılların son yarısından itibaren 1980’e gelinceye kadar sürekli olarak baltalanmış ve parçalanmıştı. DGM direnişleri, metal işçilerinin etkin olduğu son mücadeleler oldu. Sendika ağaları ve revizyonist TKP bütün dönem boyunca, metal işçilerini işçi sınıfının diğer kesimlerinden soyutlamaya çalıştı, MESS grevlerinin başarısız sonuçları 1980’e gelindiğinde metal işçilerinin morali olabilecek en kötü noktasındaydı. 15-16 Haziran direnişlerinden sonra Türkiye işçi sınıfının en militan ve en büyük direnişlerinden biri olan Tariş Dermişinde de DİSK’li sendika ağaları yalnızca direnişi ve direnişin sıkıyönetim komutanlarınca ezilişini seyretmekle yetindiler. Bu da sınıfın moralinin bozulmasına yol açan bir unsur oldu.
Konuyla doğrudan doğruya bir ilgisi olmasa da 12 Eylül 1980 öncesi mücadeleleri ve işçi hareketine özellik kazandıran bir olgudan daha söz etmek gerekiyor. Altmış yıllık reformizm ve revizyonizm Türkiye sol hareketinde teorik ve siyasal yozlaşmaya yol açmakla kalmamış, bu süre boyunca aydınları, ileri işçileri, toplumun dinamik ve uyanmış kesimlerini devrim ve görevleri karşısında tavır, tutum, toplumsal ilişkiler, yaşam tarzı ve emekçi kitleler karşısında konum açısından da ciddi olarak etkilemişti. Marksist-Leninistler teorik ve siyasal bakımdan revizyonist ve reformist yozlaşmayı aştılar. Devrimci demokrat akımlar 1968’lerden itibaren nispeten revizyonizmin ve reformizmin etkilerinden sıyrılabilecek bir platforma ulaştılar. Ancak tavırda, tarih, toplum ve mücadeleyi kavrayış ve yaşam tarzında ve toplumsal ilişkiler alanında, reformist geleneklerin dönüşümünde tam bir başarı elde edemediler. 11 Eylül öncesi mücadelelerde, Marksist-Leninistlerin ve devrimcilerin olumlulukları ve olumsuzluklarıyla birlikte, tavır alış konusunda, özellikle işçi sınıfı hareketi üzerinde etkili olan reformist tutumlar bir arada, hareketin kendiliğindenci karakterinden gelen özelliklerin yanı sıra var oldu. Altmış yıllık revizyonizm ve reformizmin, devrimin ileri insan gücü üzerindeki tahribatının aşılamamış olması sonucu, 1980 öncesi devrimci hareketler, işçi ve halk hareketi, militan-devrimci özellikler açısından önemli zaaflar taşıyordu. İşçi sınıfı -elbette öncüsü aracılığıyla- bu zaafları aşma konusunda ciddi bir hesaplaşmaya girme fırsatını ele geçiremedi, işçi sınıfının generallere karşı tavırsız kaldığından söz edildiğinde, bu durum hatırlanmalıdır. Örneğin, kapsamı, biçimi ve kazandığı boyut göz önüne alındığında işçi sınıfı hareketinin doruğu sayılması gereken 1970 15-16 Haziran direnişinin militan tutum ve örgütlenme pratiğinin ne ölçüde işçi sınıfını etkilediği sorulduğunda ve bu etki araştırıldığında görülecek olan, daha çok, teslimiyetçi sendika ağalarının reformcu ve teslimiyetçi propagandalarının etkisidir. Kemal Türkler vb. sendika ağaları direniş anında direnişi kırmakla ve bu konuda devlet güçlerine yardımcı olmakla kalmamış, daha sonraları da bu direniş karşıtı tutumlarını ideolojik bakımdan işçi sınıfına empoze etmeye çalışmışlardır. İşçi sınıfı yıllar boyunca bu tür bir gerici, reformcu ve pasifist eğitim bombardımanına maruz kalmıştır. İşçi sınıfı hareketi tarihinde, sendika ağalarının teslimiyetçi tutumlarının “mücadele” tutumu olarak lanse edilmesi, reformist ve revizyonist düşüncelerin etkin olmasının yanı sıra, işçi sınıfının devrimci siyasal deneyim kazanmasına engel teşkil etmiştir. Bu türden bir eğitimin de işçi sınıfının generallerin faşist saldırısı karşısında tavırsız kalmasında rolü vardır ye tarihsel olarak oluşmuş (ya da oluşturulmuş) bu rol Türkiye devrimci hareketinin diğer herhangi bir zaafı kadar önemlidir.
– 12 Eylül öncesinde Marksist-Leninist hareketin işçi sınıfıyla bağları önemli ölçüde zayıftı. Marksist-Leninist hareket işçi sınıfını kazanma çabasında kökeninden, oluşumundan ve 60 yıllık reformizm ve revizyonizmin Türkiye devrimci hareketi üzerindeki etkilerinden tam olarak kurtulamamış olmaktan kaynaklanan zaaflar nedeniyle hatalar yaptı ve işçi sınıfını kazanma ve onu doğru ilkeler temelinde eğitme yolunda, 1980’e gelinceye kadar ciddi adımlar atamadı. Marksist-Leninist hareket uzun vadeli olmayan eylemler temelinde işçi sınıfıyla ve onun militan mücadelesiyle zaman zaman birleşmeyi başarabildiyse de bu birleşmeler, Marksist-Leninist hareketin hataları, taktik örgütlenme politikasındaki hataları ve bünyesel zaaflar sonucu, işçi sınıfı ile Marksist-Leninist hareketin bağlarının güçlenmesine hizmet etmedi. 10-24 Eylül Adana işçilerinin direnişinde, Tariş’te, Kemal Türkler’in öldürülmesini protesto eyleminde, 29-30 Nisan direnişlerinde Marksist-Leninist hareket sınıfla çok iyi bir diyalog kurdu, onun önünde yürüyebileceğinin somut örneklerini verdi, ancak bu, ne genelleştirilebildi ne de süreklilik kazandı. Yaşandı ve yaşandığıyla kaldı. Bu temelde sınıfla ciddi bağlar kurmak ve bunları ilerleterek sürdürmek mümkün olmadı.
Marksist-Leninist hareket, Eylül öncesi ve sonrası dönemde, işçilerin ileri kesimi açısından yer yer dikkatleri üstüne toplayabilen bir odak olmayı başarmakla birlikte, özellikle Eylül sonrası dönemince işçilerin gözünde yeni bir sınav dönemine girmişti. Nitekim bütün hata ve eksikliklerine karşın Marksist-Leninist hareket, dar bir çevre de olsa takındığı militan mücadeleci tutumuyla, ileri işçiler ve devrimciler açısından ciddi bir mihrak olarak görülme konumuna geliyordu. Marksist-Leninist hareket, zaaflarını tespit ederek aşma, kendini yenileyerek uzun süreli bir mücadeleye hazırlanma tutumuna giremedi. Özellikle 1981’in ilk dört ayında cuntanın ardı ardına vurduğu darbeler, Marksist-Leninist hareketin yeni sınav döneminde yetersizliğini ortaya koydu. Hareket ciddi bir yenilgiye uğradı. Marksist-Leninist hareket bu dönemde işçi sınıfı önünde iyi bir sınav veremedi.
– 12 Eylül öncesinde devrimci demokrasi güçlerinin işçi sınıfıyla bağları yetersiz ve zayıf olmasına karşın, hiç de küçümsenmeyecek bir kitleyi etkiledikleri ve harekete geçirebildikleri de bir gerçektir. Bu güçler koşullara bağlı olarak yer yer eylem birlikleri yapabilmelerine karşılık, bırakalım kapitalizmi, güncel bir tehlike olan faşizme karşı bile devrimci bir blok oluşturamadılar. Bu durum, karşı devrim kampına karşılık, emekçi kitlelerin devrimci, güven verici, güçlü bir alternatifinin yaratılamamasına ve böylesi bir alternatifin sağlayabileceği avantajdan yararlanamamasına yol açtı. Emekçi kitlelerin kafasında kendi alternatifleri düşüncesi oluşmadı. Karşı-devrim de bu yüzden daha pervasız davranabildi. Cuntanın karşısında devrimci hareketler, parçalanmış tek tek hedefler olarak kaldılar. Bu, generallerin işini kolaylaştıran bir zaaf oldu. Türkiye Devrimci hareketinin, var olduğundan bu yana aşamadığı bir zaaf… 12 Eylül’den sonra devrimci demokrasi güçleri, birleşik bir güç olarak bir yana, ortak bir mücadele, tutumu bile geliştiremediler. Birleşik bir güç olma isteği, yalnızca, muhatabı bile belli olmayan çağrılarda kaldı.
– Eylül öncesinde faşizme karşı mücadelenin zayıflamasına, kitlelerin daha geniş kesimlerinin mücadeleye çekilememesine yol açan nedenlerden biri de, bireysel terörü esas alan (ya da yaptıkları şeyler itibarıyla başka bir anlama gelmeyen) grupların bir kısmının başıboş kör terördür. Diktatörlük, geniş halk kitlelerini kitle hareketinin etkinliği dışında tutmak istiyor, bu amaç için faşist MHP’yi bir araç olarak kullanıyordu. Sonuç olarak geniş halk kitlelerinin gözünde anti-faşist mücadele önemli ölçüde resmî propagandanın da bu doğrultudaki propagandasıyla içeriğinden boşaltılmış bir “sağ-sol” çatışması anlamı kazandı. Maceracı küçük grupların başıboş ve kör terörü, gericiliğe bol bir demagoji malzemesi vermekle kalmadı, düello mantığı ile tırmandırılan terör, kitlelerin düzenden daha büyük bir hızla kopuşunu ve dikkatlerin kitle eylemine yönelmesini engelledi. Nitekim bu çatışmalardan olumsuz yönde etkilenen geniş emekçi kitleler üzerinde cuntanın demagojilerinin etkili olmasında, bu durum önemli rol oynadı. Marksist-Leninist hareketin o dönemde devrimci demokrat güçlerin bir kısmının başıboş terörünü eleştirmesi doğru olmakla birlikte, kitle hareketiyle faşistlere karşı devrimci terörü birleştirmek konusunda üstüne düşeni layıkıyla yerine getirememesi, bu alanda önderliği adeta başkalarına terk etmesi, olması gerekenin en iyi örneği olamaması, hem başıboş terörün başını alıp gitmesine ve hem de Marksist-Leninist hareketin bu alanda usta bir savaşçı haline gelememesine yol açtı. Bu zaaf üzerinde vurguyla durulmalıdır.
Genel olarak işçi ve halk hareketinin içinde bulunduğu zaaflar ve açmazlar, cuntacı generallerin başarıyla ulaşmasında başlıca faktörler oldu.
Cunta… Halk Hareketi ve Marksist-Leninist Hareketin Tutumu…
Söylenen ve söylenebilecek her şeye karşın yadsınmaması gereken bir şey var: ’80 Eylül’e kadarki kitle hareketi içinde Marksist-Leninist hareket genel olarak devrimci bir rol oynadı, devrimci bir misyon yüklendi. Kitle mücadelesini yükseltme çizgisini benimsedi, uygulamaya çalıştı, militan bir kitle çizgisi geleneği yaratmaya ve bu geleneği kalıcı kılmaya çalıştı. Marksist-Leninist hareketin hatalarının olduğu da doğru, ancak bu gerçek de doğru… Ne doğru tavır ve tutumlar atlanmalı, ne de hatalar görmezden gelinmeli. Her şey neyse o…
Eylül öncesinde faşist diktatörlük, içinde bulunduğu krizin yüklerini, işçi sınıfı ve halka yıkarak kapitalist ekonomiye ve faşist rejime istikrar kazandırma çabası içindeydi. Çok yönlü faşist saldırı ve terör, halka boyun eğdirmeyi, emekçi kitleler üzerinde gitgide azgınlaştırılmaya çalışılan sömürüye süreklilik kazandırmayı hedeflemişti. İşçi ve emekçi kitleler ya bu saldırıya boyun eğecek ya da mücadeleye atılarak bu saldırıyı püskürtecek, ekonomik krizin faturasını burjuvazi ve gericiliğe yıkarak düzeni ve diktatörlüğü daha büyük açmazlara itecek, düzeni daha da sarsacaktı. Marksist-Leninist hareket, o dönemde, kitlelerin eğiliminin; faşist ve kapitalist saldırıya boyun eğme yolunda olmadığını tespit etti. Nitekim sonraki gelişmeler emekçi kitlelerin, boyun eğme tutumunu kabullenmediklerini gösterdiler. Yetmişli yılların sonuna doğru, emekçi kitlelerin içine girdiği mücadeleler, daha etkin ve ileri mücadele biçimlerinin gündeme gelmekte olduğunu gösteriyordu. Marksist-Leninist hareket, o dönemde, faşizme, gericiliğe ve genel olarak sermayenin saldırılarına karşı, kitlelerin cepheden saldırısının hazırlanması taktiğini benimsedi. İşçi ve emekçi kitlelerin içinde bulunduğu kaynaşmaya, farklı sınıf ve tabakaların taleplerinin giderek çakışma eğilimi içine girmesine, emekçi sınıf ve tabakaların faşist saldın karşısında, karşılıklı olarak birbirini destekleme eğilimlerine bağlı olarak Marksist-Leninist hareket, faşizme ve sermayenin saldırılarına karşı genel grev ve genel direniş çağrıları yaptı ve bunları örgütlemeye girişti. Bu çağrılar ’80 Eylül’üne gelinceye kadar, nesnel toplumsal duruma uygun düştü: 24 Aralık 1979, Tekel ve Tariş direnişleri, 29-30 Nisan (1 Mayıs’a hazırlık eylemleri) genel direnişi, Çeltek madencilerinin ve Çorum halkının direnişleri ve bu direnişlerin emekçi yığınlar üzerinde yarattığı eğilimler; genel grev ve direniş çağrısının ve Marksist-Leninist hareketin benimsediği “cepheden saldırıyı hazırlama” taktiğinin o günkü siyasal ve toplumsal duruma, -sözü edilen ve daha başka bazı eksikleri ve yanlışlarıyla birlikte- uygun düştüğünü doğrulayan olgulardır.
Tüm bunlara karşılık Marksist-Leninist hareketin, 12 Eylül öncesi ve sonrasında önemli hatalar yaptığını vurgulamak gerekir. İşçi ve emekçi kitlelerin mücadelesinin sorunlarını çözmede ve önderlik görevlerini üstlenmede Marksist-Leninist hareketin, üzerine düşen görevleri yerine getirdiği söylenemez. Marksist-Leninist hareketin şahsında ve eyleminde, faşizme karşı mücadelenin önemli kazanımları olmasına karşın önemli hatalar yapıldığını, 12 Eylül darbesinin yol açtığı son sekiz yıllık dönemin şekillendirdiği devrim ve karşı-devrim arasındaki ilişkilerin yaşandığı biçimde şekillenmesinde Marksist-Leninist hareketin hatalarının da payı olduğunu görmek gerekir.
Önce Marksist-Leninist hareketin sosyal ve siyasal olgu ve olaylardan çıkardığı sonuçlar üzerinde durmak gerekiyor. Marksist-Leninist hareket, işçi ve emekçi kitlelerin anti-faşist hareketini tehdit eden karşı-devrim kampındaki gelişme ve değişmeleri izleyip değerlendirmede hatalar yaptı. Bu hataların başlıcaları şunlar: Askeri kliğin yükselişi, somut ve tehdit edici bir güç, özellikle bir başka burjuva alternatif yönetici gücü haline getiriliş süreci iyi izlenip değerlendirilemedi. Dolayısıyla da askeri kliğe ve tırmandırılan cunta tehlikesine karşı kitleler eğitilip bu güncel tehlikeye karşı seferber edilemedi. Karşı devrimci kamptaki bu değişim ve ortaya çıkan yeni olgunun görülememesi, Marksist-Leninist hareketin siyasal taktiğini -kitle hareketinin genel gelişim düzeyi ve yönüne uygun düşse bile- kaçınılmaz olarak etkileyecek ve slogan ve çağrılarında, belirlediği görevlerinde, ister istemez hatalara yol açacaktı. Cuntadan sonraki birkaç ay içinde Marksist-Leninist hareketin yaptığı siyasal durum değerlendirmesi yanlıştı ve nesnel olgu ve olaylara uygunluk göstermekten uzaktı. Üstelik bu yanlış, -aşağıda açıklanacak olan- son iki yılın siyasal olgu ve olaylarını değerlendirmede düşülen hataların bir sonucuydu. Dahası bu yanlış tahlil ve saptamalar, sonraki dönemde de düzeltilemedi. Marksist-Leninist hareket, 12 Eylülcü generallerin işbaşına getirilmesini, karşıdevrimci kampta hemen 12 Eylül öncesinden ortaya çıkan yeni gelişme ve değişmelerin basit -hiç de olağanüstü olmayan- bir sonucu olarak görmeye ve o şekilde davranmaya devam etti. Ne var ki durum farklıydı.
Oysa Marksist-Leninist hareket 1979’in ilk ayında, CHP Hükümeti eliyle sıkıyönetim ilan edilmiş olmasının anlamını doğru ve gerçeğe uygun olarak değerlendirmişti. Aralık 1978’de sıkıyönetimin ilanı ile ilgili yazılan yazı ve yapılan çağrılarda doğru tespit, tahlil ve doğru görev belirlemeleri üzerinde durulmaktadır. Ancak günlük mücadeleler ve “sıkıyönetime ve orduya karşı tavır” polemikleri içinde doğru tespit ve görev belirlemeleri kayboldu. Süreç içinde askeri kliğin tırmanışı, askeri faşist diktatörlüğe geçiş eğilim ve çabaları görülmez hale geldi. Bu durum, sıkıyönetim yasak ve uygulamalarına karşı verilmekte olan mücadelenin, ordu ve yükselen askeri kliğe karşı mücadelenin yerine geçmesine, askeri kliğe karşı verilmesi gereken mücadelenin kapsamının daralmasına yol açtı. Önceden doğru olarak saptanan perspektif daraldı ve giderek kayboldu.
Sıkıyönetimin ilanının ve faşist terörün yoğunlaştırılmasının, gericiliğin dizginsiz bir rejime geçme adımı olarak saptanması doğruydu. Yine aynı şekilde, faşist diktatörlüğü yıkma mücadelesine bağlı olarak, dizginsiz faşist askeri diktatörlüğe geçişin önünü kesme görevinin gündeme getirilmesi de doğruydu. Ne var ki bu tahlil ve tespitlerin gereği yapılamadı. Bu tespitlerden çıkan sonuçlar, kitle mücadelesinin günlü şiarları haline gelemedi.
Bu doğru tespitlerin yitirilmesinde, -darbe olasılığını akla getirmeyen- dizginsiz bir rejime geçişin yalnızca kitle hareketinin, olağanüstü önlemlere başvurulmaksızın, ezilmesi sonucu olacağı/olabileceği düşüncesi rol oynadı. O dönemin yazılı belgeleri, gericiliğin ve burjuvazinin hedefinin kitle hareketini ezip dizginsiz bir rejime geçme olduğunu tespit ediyordu. Bu tespitler doğruydu. Ne var ki darbe olasılığına değinmiyordu. Ne olacaksa, ne yapılmak istenecekse olağan rejim içinde gerçekleştirilmeye çalışılacakmış gibi ele almıyordu. Ne var ki egemen sınıflar, yükselen kitle hareketinin zaaflarından ve ihtimal ki darbenin akla getirilmemesinden doğan avantajdan yararlanarak darbeyi gerçekleştirdiler. Kitle hareketinin, artan faşist saldırılar ve sıkıyönetime rağmen yükselmeye devam etmesi, darbe olasılığını, kitle hareketinin ezilmesinden sonraki olası bir girişim olarak varsaydı ve bu yüzden de esas olarak kitle hareketini ezdirmemek için yükseltme taktiği izlendi. Ağırlık -olabildiği kadarıyla- bu noktaya verildi. Dolayısıyla da Marksist-Leninist hareketin tespitlerinde darbe olasılığı çok geri plana düştü. Marksist-Leninist hareket, diğer hareketlerden farklı olarak, faşizme karşı mücadelenin, kapsamını genişletmeye, zenginleştirmeye ve gerçek bir demokratik muhtevaya ulaştırmaya çalıştı. MHP ile sınırlı bir anti-faşist mücadele anlayışını, faşizmi, maddi temellerinden kopararak bir avuç ırkçı fanatiğin hareketi olarak görme tutum ve düşüncelerini eleştirdi. Demokrasi ve özgürlük mücadelesini, faşizmin yıkılması mücadelesi olarak gördü, buna uygun davranmaya çalıştı. Faşizme karşı mücadelenin içinde bulunduğu zaafların, bu anlayışlardan kaynaklandığını doğru olarak tespit etti.
1977 1 Mayıs, 1978 Maraş Katliamı, Ecevit’e suikast girişimi, Çorum’daki faşist saldırı, MİT ve kontrgerilla’nın provokatif eylemleri, MHP ve genel olarak faşist diktatörlükle bağlantı içinde ele alındı. Bu doğruydu. Öte yandan sıkıyönetimin ilanı, bir yanıyla mevcut düzenin içinde kitle hareketini bastırmanın bir yolu iken, bir başka yazıyla da, dizginsiz bir rejime geçişin bir adımıydı, askeri kliğin, ipleri doğrudan ele alması doğrultusunda atılmış bir adımdı. Generallerin verdiği muhtıranın anlamı da, aynı şekilde, o dönemde doğru değerlendirilemedi. Muhtıra, askeri kliğin, CHP ve AP gibi partileri birleştirme isteği olarak yorumlandı. Oysa muhtıra askeri kliğin açık bir müdahalesiydi. Gericilik aslında, o koşullarda, CHP ve AP gibi partileri -isteği bu yönde olmasına karşın- birleştirebilme olanaklarına büyük ölçüde sahip değildi. Böyle bir birleşme, gerici saflarda birliğe değil, parçalanmalara yol açabilirdi. Aslında bu partilerin birleşmeleri, karşı-devrim için bir çözüm değildi. Muhtıra, parlamenter siyasal kliklerin bir kenara itilmesi ve askeri kliğin devreye doğrudan sokulmasının bir adımıydı. Gerçekten de muhtıra, hükümet ve muhalefet partilerini ve liderlerini itibarsızlaştırdı ve generalleri “vatan kurtaran aslanlar” olarak ön plana çıkaran bir rol oynadı. Parti liderleri kendilerini savunamaz, yetkilerini kullanamaz duruma düştüler. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra geriye bakıldığında, muhtıra ile birlikte, cuntanın koşullarının o zaman olgunlaşmaya başladığı daha iyi görülebiliyor.
Eylül öncesinde ülkemizdeki toplumsal, siyasal durumun, karşı-devrimci kamptaki gelişme ve değişimin özelliklerinin doğru değerlendirilememesi, ordudaki cuntacı girişimlerin güçlenmesinin ve askeri kliğin hazırlıklarının görülememesi, faşizme karşı demokrasi mücadelesinin kapsamının dar kalmasına yol açtı. İşçi ve emekçi kitleler, yükselen silahlı saldırıya karşı uyarılıp aydınlatılamadı ve seferber edilemedi. Mücadele, bu yanıyla doğru hedeflere yönlendirilemedi. Sıkıyönetimin yasak ve baskılarına karşı mücadele, askeri kliği teşhir etse bile bu, yeterli olamazdı. Amerikancı generallerin eylemleri, yönelimleri ve faşist darbe hazırlıkları görülemediği için cuntanın planları, hazırlıkları ve girişimleri deşifre edilemedi. Generallerin saldırılarını kitlelerin karşı koyuşuyla, daha hazırlık ve teşebbüs halindeyken püskürtecek bir mücadele yürütülemedi. Askeri kliğin, emperyalistler ve egemen sınıflar tarafından öne sürülüşü, tırmandırılıp yükseltilişi ve darbe hazırlıklarının deşifre edilerek kitlelerin bu temelde harekete geçirilmesi, demokrasi mücadelesinin kapsamım genişletip zenginleştirilebilirdi. Böyle bir mücadeleyle, askeri kliğin ve darbe tehditlerinin geriye atılmasının koşulları yaratılabilirdi. 12 Eylül darbesi geriye atılamasa ve püskürtülemese bile (çünkü tarihte, hatta Türkiye tarihinde darbeden önce darbeden haberdar olup darbeyi engelleye-meme örnekleri epeyce kabarık…) darbe sonrası sürecin işçi ve emekçiler açısından farklı bir yol izlenmesine yol açacak bir deney birikimi elde edilebilirdi. İşçi ve emekçi kitleler, askeri faşist darbeye karşı, kendi öz deneyimleriyle daha hazırlıklı bir konuma çekilebilirlerdi. Yenilgi sonrası süreç, yenilgi kaçınılmaz olsa bile farklı koşullar yaratılarak yaşanabilirdi.
Marksist-Leninist hareketin siyasal ve toplumsal durum üzerine yaptığı ve büyük ölçüde doğruları içeren çözüm ve değerlendirmelerin sözü edildiği anlamda kaybedilmesi (ve benzer bir süreci hemen hemen tüm Türkiye devrimci örgütlerinin yaşaması) askeri kliğe ve darbe hazırlıklarına karşı mücadeleyi zaafa uğratmakla kalmamış, 12 Eylül darbesinin hemen öncesinde, Marksist-Leninist hareketin, MHP’yi öne çıkaran, gericiliğin krizini çözüm olanaklarım parlamenter sınırlarla esas olarak sınırlayan reformcu tahlil ve değerlendirmeler yapmasını beslemiştir. Siyasal durumun, olgu ve olayların gerçek bağlantı ve anlamlarıyla doğru tahlil edilememesi ve doğru sonuçlar çıkarılamaması, hem kitlelerin deneyimlerindeki çarpıklığın devam etmesine yol açmış, hem de Marksist-Leninist hareketin ve devrimci örgütlerin moral ve pratik olarak hazırlıksız kalmaları sonucunu doğurmuştur. 12 Eylül’ün devrimci saflarda ve kitleler üzerinde şok etkisi yaptığı bellidir ve nedeni de budur.
Marksist-Leninist hareket, askeri kliğin 12 Eylül cuntasıyla doğrudan devreye sokulmasını, karşı-devrim cephesinde hemen o günlerde ortaya çıkan değişikliklere ve çözümsüzlüklere (hiçbir partinin mecliste çoğunluk oluşturamaması, koalisyonlara gidilememesi, cumhurbaşkanı seçilememesi, AP-CHP koalisyonunun gerçekleştirilememesi, parlamentonun tıkanması vb. vb.) bağlamıştır. Oysa cuntacı generallerin açıklamaları bile tek başına, gerçeğin bu olmadığını göstermektedir. Kaldı ki, askeri kliğin, sıkıyönetimin ilanı ile birlikte devreye sokulması, sıkıyönetim öncesi ve sonrası dönemde, emperyalistlerin, burjuvazinin ve gericiliğin 1977’den itibaren, planlarını, askeri diktatörlüğe geçiş hedefine göre düzenlediklerini açıkça gösteriyor. MC hükümetlerinin ve CHP reformistlerinin iflası, gericilik açısından askeri kliği tek alternatif haline getirmişti. 1980’de gerçekleştirilebilecek bir erken seçim ve bu seçimlerle ortaya çıkacak bir AP-MHP koalisyonuna dayalı bir hükümetin, Türkiye’de çözebileceği hiçbir şey yoktu ve zaten bu hükümet biçimi daha önce denenmiş, kitlelerin ileri kesimlerinin kitlesel mücadeleleri karşısında çökmüştü. Gericiliğin sorunu, parlamento ya da yasa çıkarılamaması sorunu değil, kitlelerin yasalara karşın fiili direnişlerinin ezilememesi sorunudur. AP-MHP hükümetlerinin ve seçimlerin bu konuda burjuvazinin elinde ciddi bir silah olamayacağı açıktır, 1979 başlarından itibaren MHP’nin kendisini değil sürekli olarak askeri kliği alternatif göstermesi, terör ve katliam planlarını buna göre yapması ve MHP eylemlerinin büyük patronlar ve generallerin yönettiği örgütler tarafından desteklenmesi bile karşı devrimin o dönemdeki yönelimini açıklamaya yeterlidir.
Bu noktada önemli olan sorun cuntanın darbe tarihinin tespit edilip edilememesi değildir. Sorun, Marksist-Leninist hareketin, sınıf-güç ilişkilerini, karşı devrimci kampın ilişkilerini ve bu ilişkilerdeki değişimi, değişimin doğrultu ve özelliklerini, karşı devrimci kamptaki değişim ve gelişmeleri, devrim ve demokrasi cephesini hangi biçimlerde ve nasıl etkileyebileceğini, devrim ve demokrasi cephesinin dinamiklerini ve bu değişim ve gelişmelerden doğan sorunlarını tahlil edip doğru sonuçlara varıp varamama sorunudur. Bir Marksist-Leninist hareket, yaşayan dönemi belirleyen olay ve olguları, gerçek bağlantı ve özellikleriyle doğru değerlendiremez ve doğru sonuçlar çıkaramazsa, yolunu şaşırmaktan kurtulamaz.
Gelecek sayıda, kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Nisan 1989