Basın açıklaması
Son günlerde gelişen baskı ve sindirme politikalarının bir uzantısı olarak, tüm sosyalist basın ve demokratik kitle örgütleri ve öğrencilerle birlikte biz YENİ MAHALLE KÜLTÜR VE ARAŞTIRMA DERNEĞİ olarak üyelerimizle birlikte (14 kişi) siyasi şube tarafından hiç bir gerekçe gösterilmeden keyfi olarak YENİMAHALLE emniyet amirliğine götürüldük.
Ayrıca derneğimize protokol olarak gelen değişik sosyalist yayınlara el koymuşlardır. Tüm duyarlı demokrat kamuoyunu bu tür keyfi baskı ve anti demokratik uygulamaları protestoya davet ediyoruz.
Yenimahalle Kültür ve Araştırma Derneği Genel Başkanı Kemal Ökçün
Sayın özgürlük Dünyası,
Bandırma’dan bir okurun gönderdiği yazıya ben de katılıyorum: THKO’nun halka iyice tanıtılması ve THKO’nun feshine neden gerek görüldüğü, ardından TDKP’nin kuruluşu halka ve gençliğe anlatılmalı. Özellikle THKO ve TDKP’nin halka tanıtılması gereklidir. Bunun faydalı olacağına inanıyorum. Bütün Özgürlük Dünyası çalışanlarına selamlar.
İmralı’dan Ercan YILMAZ
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
İSTANBUL DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA
İnsanın en temel hak ve hürriyeti düşünmek ve konuşmaktır. Düşüncesini yazmaktır. İnsanların düşüncelerini yok saymak ve yasaklamak katletmekle eş anlamlıdır. Türkiye’de ilerici, demokrat ve devrimci basına karşı devlet katliam içersindedir. Türkiye’de aylık çıkan siyasi ve kültürel dergi “ÖZGÜRLÜK DÜNYASI”nın okuru olarak dergimize karşı sık sık aldığınız “TOPLATMAK” kararınızı protesto ediyorum. Bu Türkiye gerçeğini yazmanın suç sayıldığının kararıdır. Bu kararlarla basın ve düşünce özgürlüğüne saldırılmaktadır. Toplatma kararı ve yasaklarla, ilerici, demokrat ve sosyalist basın susturulmak isteniyor. Bu susturma operasyonlarını kınıyorum.
Demokrat ve sosyalist basına karşı ekonomik ve siyasi baskıların son bulmasını istiyorum.
(İngiltere’de okuyucularımızın Özgülük Dünyası’nın toplatılmasını protesto etmek için Devlet Güvenlik Mahkemesi Başkanlığı’na gönderdikleri mektup.)
BEKOTEKNİK İşçileri 10 yıllık suskunluğu bozuyor…
Önce fazla mesaiye kalmama biçiminde gelişen direniş ve ardından da 2 Eylül günü yenen yemeklerden dolayı zehirlenmeye duyulan tepki ve bunun sonucunda üretimi durdurma…
Akşam vardiyasına gelen işçiler, yedikleri yemekten zehirlendiklerini belirterek doğruca sendika odasına gittiler. Türk-Metal’in işyeri temsilcileri, doğan tepkiyi yumuşatmak için göstermelik bir imza kampanyası başlattılar. Bütün işçiler imza kampanyasına katıldı.
Çalışma saatinin başlamasından sonra işçilerin bir bölümü rahatsız olduklarını belirterek çalışmayacaklarını söylediler ve doktor istediler, iki bini aşkın işçinin çalıştığı Koç’un Bekoteknik tesislerinde akşam vardiyasında zehirlenen işçilere müdahale edecek bir tek doktor bile yoktu, işveren, durumu acil olanları hastaneye sevk etmek zorunda kaldı.
Geri kalan işçilere çalışmaları için baskı yapan işveren, işçilerin çalışmama kararlılıkları karşısında geri adım atarak akşam çalışmasını tatil etmek zorunda kaldı.
Bekoteknik işçileri, birlik olunması durumunda, karşılarında hiç bir engelin dayanamayacağını kendi deneyleriyle gördüler.
Bekoteknik’li bir işçi
KAMUOYUNA
Faşist rejimin zindanlarının duvarları, dışarıdaki devrimci mücadeleye kavuşmamızın önünde engel olamayacaktır…
Biz Türk ve Kürt savaş esirleri ve devrimci tutsaklar olarak, mücadelemizi her alanda sürdürme kararlığından hiç bir zaman taviz vermedik, vermeyeceğiz. Bir yandan faşist rejim tarafından zindanlarda dayatılan kişiliksizleştirme, teslim alma, ihanet ettirme politikalarını canımız, kanımız pahasına boşa çıkarırken, diğer yandan da dışarıdaki aktif mücadeleye fiili olarak katılmak için sürekli olarak firar girişimlerinde bulunmayı da bir görev kabul ettik, etmeye devam ediyoruz.
(…) Ne var ki Sağmalcılar Kapalı Cezaevinde 1 Ekim 1989 tarihinde ortaya çıkarılan tünele ilişkin olarak DS, TKP/ML-TİKKO, MLSPB, TKP/ML, KURTULUŞ örgütlerinin imzasını taşıyan ve basına iletilen açıklamada, bu tünel olayında bizlerin (PKK, SVP, DY, ACİL, TDKP) eylemdeki rolü ve yeri tam olarak yansıtılmamıştır. Bu konuda kamuoyunu bilgilendirmeyi bir zorunluluk olarak görüyoruz.
PKK Nizamettin Boztoprak, Dev-Yol Erdoğan Biçici, TDKP Gazi Yaman, SVP Mehmet Çiftçi, ACİL Elvan Sağbili
KAMUOYUNA
Özgürlük tutkumuzu hiç bir güç engelleyemez!
Bizler, yaşamlarını devrimci mücadeleye adayan aşağıda imzaları bulunan örgütlerden tutsaklar olarak bir an önce sınıf mücadelesine aktif bir şekilde katılma çabalarımızın doğal uzantısı olarak, firar örgütleme faaliyetlerimiz, cezaevi mücadelesinin önemli bir halkasıdır.
(…) Firar çalışmamızda, aşağıda isimleri bulunan örgütler, çalışmaları bizzat yönlendirirken, cezaevinde bulunan PKK, DY, TDKP, SVP, ACİL haberdar edilerek, ilişkiler ve yardımlaşma sürdürülmüş, bunların yanı sıra diğer tüm devrimci örgüt ve kişilerin bu firar girişiminden faydalandırılması devrimci anlayışına sonuna kadar bağlı kalınmıştır.
Devrimci Sol Mürsel Göreli-A. Osman Köse, TKP/ML-TİKKO Baba Erdoğan-A.Rıza Derman, MLSPB Emrullah Çetin-Selahattin Çetin, TKP/ML Nazif Töre-Ali Gülmez, KURTULUŞ Kadir Gül-Turan Parlak.
Merhaba arkadaşlar,
Aydın’a sevk olduktan sonra, Özgürlük Dünyası’nın Ağustos, Eylül ve Ekim sayılarını alamadım. Kantin aracılığıyla sağlamak mümkündü, öyle yaptım.
Yayınlarınızla açlık grevine yaptığınız destek nedeniyle başta Özgürlük Dünyası ve E. Bayrağı olmak üzere tüm devrimci dergi, kurum ve çevrelere en içten teşekkürlerimi sunmayı borç bilirim. Özgürlük Dünyası okuru olarak açlık grevi değerlendirmesinin, kimi çevrelerin yaptığı gibi kısır döngü olarak tartışılmasını doğru bulmuyorum. Ayrıca karşılıklı suçlamaya dönüşen polemiklerin yararlı olduğuna inanmıyorum. Kimi dergiler, cezaevi dergisine dönmüş durumda.
Derginizin çalışanlarına, emeği geçenlere, uğraşılarında ve çalışmalarında başarılar dileri, teşekkürlerimi iletirim.
Erol Yılmaz, Aydın
Disiplin cezaları, tutsaklara karşı korkuluk olarak kullanılıyor.
Cezaevlerinde ” sükûnet”i , “huzur”u ve “Güveni sağlamak(!) için disiplin cezaları her zaman bir tehdit ve baskı aygıtı olarak sıcak bir şekilde korunmuştur. Bu yasa, siyasi tutsaklara karşı ise, istisna tanımaksızın herkese karşı uygulanır olmuştur.
Temmuz 89 sonunda Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ndeki siyasi tutukluların bulunduğu 4. koğuşta ortaya çıkarılan bir tünel olayını 4 siyasi tutuklu üstlenmiş olmasına rağmen (ki bu 4 kişi halen tünel olayından yargılanıyorlar) koğuşta bulunan herkese 15 günlük hücre cezası verilmiştir. Hücre hapsi alan kişi, cezası ne olursa olsun, olay tarihinden itibaren 1 yıl disiplin cezası yatıyor. Tutuklu, bu süre bitmeden tahliyesi gelse bile, disiplini kalkmadan tahliye olamıyor.
İşte 4. koğuşa bu tünel olayının ortaya çıkmasından iki gün önce gelen PKK davasından hükümlü Hasan Diren, tünel nedeniyle disiplin cezası aldı. Normal cezasının bitimine az bir zaman kala Haymana Cezaevine gelen Hasan Diren, aldığı disiplin cezasından dolayı bir yıl daha hapis yatmak zorunda. Şu an normal cezası bitmiş olmasına rağmen fazladan disiplin cezası yatıyor.
Bu da günümüz infaz kurumlarının, siyasi tutsaklara yönelik ” adaleti”.
Haymana cezaevinden bir tutuklu
Sevgili özgürlük Dünyası Dergisi Yöneticileri
Revizyonist saldırıların yoğunlaştığı günümüzde gerçek sosyalist bir dergiyi bize sunduğunuz için gönül dolusu teşekkür ediyor, mücadelenizi yürekten destekliyor ve başarılar diliyorum.
Şaban Erim 17 Ekim 1989 İzmir
Şıholar ölmez, Douglas Hurd istifa!
5 Ekim perşembe günü Şıho İyigüven ve Doğan Arslan, sınır dışı edilmeleri kararını protesto etmek üzere, tutuklu olarak kapatıldıkları hücreye kendilerini kilitledikten sonra yataklarını ateşe verdiler. Şıho, kaldırıldığı hastanede can verdi, Doğan halen yaşama savaşı veriyor (…)
Şıho’nun trajik ölümü İngiltere hükümetinin ırkçı göçmen politikasının bir sonucudur. Hükümetin, sığınma talebinde bulunan bu insanlara karşı almakta olduğu tavır, mültecileri konu alan onaylanmış uluslararası antlaşmaların çiğnenmesi demektir. Şıho’nun ölümünden, Douglas Hurd ve İngiliz hükümeti doğrudan sorumludur. (…) Mülteciler suçlularla bir tutulamaz. (…)
İşçi ve sendika hareketini, siyah toplumu, öğrencileri ve işsiz kitleleri, mültecilerin sürekli olarak gözaltında tutulmalarına ve bütün sınır dışı edilmelere karşı kavgaya, Kürt mültecilerin İngiltere’de kalma hakkını savunmaya ve Birleşik Krallıktaki bütün mültecilerin haklarına sahip çıkmaya çağırıyoruz.
SIHO REMAMBRANCE MARCH ORG. COM. c/o Liberty Hail, 489 Kingsland Road, London E8 Telephone 2496930
DUYURU
Dostlar, Londra’da yeni kurulan “Kültür ve Sanat Merkezi” olarak hepinizi dayanışmaya ve bağış kampanyamızı desteklemeye çağırıyoruz. Her türlü ve her dilden siyasal, ekonomik, sanatsal kitap, dergi ve resimlerinizi adresimize postalayarak dayanışmanızı ve dostluklarınızı bekliyoruz.
154-156 Stoke Nevvlngton High Street London N/6 İngiltere
Cezaevi Edebiyatı
Eylül öncesine oranla nitelikli sanat-edebiyat üretimlerinin, ayrıca ağırlıklı olarak cezaevlerinde gerçekleşmesi, edebiyat çevrelerinde yazar-okur ilişkilerinde, bir “cezaevi edebiyatı” tanımı tartışmasını başlattı. Bazen bir deneme yazısında bazen bir röportajda bu tartışma hala sürüyor.
Cezaevi edebiyatı tanımı, sınırlı-sığ bir tanım olsa da dilimizde bir yer buldu. Tanım olarak kabul ya da ret edilmesinden öte, bir kavrayış, yaklaşım sorunu olarak ele alınmalı.
Eylül teröründen, 70’lerdeki gibi onlarca yüzlerce devrimci genç-aydın değildi nasibini alan. On binlerle sayıya vurulan düşünen, direnen insanların kitlesel saldırıya uğradığı ülke içinde, cezaevi olgusu Türkiye “gerçeğinin” önemli bir parçası oldu. Niteliksel bir değişim geçirmeden, biçimsel göstermelik düzenlemelerle zaman zaman, kamuoyu gündeminden uzaklaşmış görünse de, geçtiğimiz aylarda dozu artarak yeniden yaşanan insanlık dışı uygulamalarla dünya ve ülke kamuoyunda yeniden gündeme geldi. Bugün de cezaevi olgusu, kaynakları, nedenleri ve uygulamalardaki vahşeti ile varlığını sürdürüyor. Zor’un ve zorbanın karşısında, direncin ve kavganın, haklı olandan yana sonlanıncaya kadar süreceği gerçeği, cezaevi olgusunun yakın-uzak gelecekte de sistematik olarak devam etmesinin her zaman nedeni olacaktır. Çoğunluğu aydın kökenli, düşünsel yanıyla toplumun ileri, yaşlarının birkaç katı hayatı yaşayan gençlerin, en verimli çağlarını geçirmek için cezaevlerini zorunlu mekân tutan insanların bazılarının, yetenek ve yaratıcılıklarının ayrımına vararak sanat-edebiyata yönelişlerinin abartılı, övgü dizilecek ya da küçümsenecek bir yanı yoktur. Sanat-edebiyatta mekân, zaman sınırı olmaz.
İnsanın var olduğu her yer, insanlar arası ilişkinin sürdüğü her alan sanatın hammaddesini, gereçlerini içinde barındırır. O hammadde ve gereçleri kullanmaya kalkan her insan sanatçı diye adlandırılamaz ama. Yine sanat-edebiyat adına “üretilen” her şey de sanat eseri olamaz. Tek başına istek, yetenek, yaratıcılık, gereç, bilinç yetmez. Hepsinin özenli, disiplinli bir bileşenidir sanatçılık ve tüm öğelerin ortak meyvesidir sanatçının yapıtı. İçeride ya da dışarıda iyi bir sanatçı olmanın farklı nitelikleri olmaz. Ya da içeride üretilmiş nitelikli bir yapıtla, dışarıda üretilmiş nitelikli bir yapıt birbirlerine yeğlenemezler. “Sanatın sanatçı için değeri, onu özgür kılışıdır. Sanat ona kendini ifade ettiği bir değer gibi gözükmesine rağmen aslında kendisinin ifadesi değil keşfidir. Kendisini yaratışıdır. Deneyimini toplumunki ile sentezler, iç benliğini toplumsal ilişkilerin kalıbına sokarken yalnızca yeni bir kalıp, toplumsal değeri olan bir ürün yaratmakla kalmaz, aynı zamanda kendi benliğini de yaratır ve şekillendirir.” (C. Coudwell) Bununla da yetinmez insana ve ona dair ilişki ve değerleri zenginleştirerek yeni olandan yana değiştirip dönüştürme sorumluluğu ve çabası üretim süreci boyunca peşini bırakmaz sürekli iyiyi arayan sanatçının. Bunun için de “cezaevi edebiyatı” tanımı çerçevesinde cezaevi edebiyatını abartılı öven anlayışlara da, onu görmezlikten gelip burun kıvıran anlayışlara da katılmak mümkün değildir. Edebiyata böyle bir literatür katkısı olsa olsa, edebiyata kaba ve sığ yaklaşımları yerleştirmek çabası olabilir. Ek olarak da, “cezaevi edebiyatı”na burun kıvıranlar, estetik açıdan zayıf olduğu gerekçesiyle kendi “seçkinci” edebiyat anlayışlarına mantık zemini buluyorlar. Diğer uç da, “cezaevi edebiyatı’nda estetik eksikleri tümden görmezden gelerek, kaba, ajitatif, kalıcı olmayan “üretkenliğe”, popülizme kulaç atıyor. Tüm bu nedenler ki “cezaevi edebiyatı” gibi başlı başına bir tanıma katılmamak için yeterlidir.
Eylülün kitlesel saldırısından en üretken çağlarında payım alan on binlerce insanın “yerleşim merkezine” dönüştürülen cezaevleri, sahil kahvelerinden, loş entel barlarından daha az elverişli değildi edebiyat üretimleri için. Tersine, zor içindeki yaşam, hem sayıca hem nitelik olarak ürünlerin gelişkinliğinin nedenidir biraz da.
Edebiyatta içeri-dışarı tartışmasından çok, düşünülmeye değer olan şey; Eylül sonrasında, edebiyat üretimlerinin sayıca yoğun olarak içerde gerçekleşmiş olmasının nedenleri ve ürünlerin nitelikleridir. Çünkü edebiyat bedeninde iki kol gibidir, içeride üretilenlerle dışarıda üretilenler.
Döneme damgasını vuran devletin zorundan doğrudan payını alan içerdeki sanatçı, daha sorumlu, daha titiz ve muhaliflik noktasında daha net seçmeci yaklaşmıştır. Bu yaklaşım, içerde üretilen ürünlerde, öyküde, romanda, özellikle şiirde belli bir nitelik sıçramasını beraberinde getirmiştir. Sanatın tüm türleri baş egemen olana bir tavır alışsa, cezaevinde sanatçı kimliklerini keşfeden ya da geliştiren insanların üretimleri iki kez tavır alıştır. Canlarından başka sermayeleri olmayan bu insanların üretimleri, insanlık onurunu, insana kendilerine olan saygılarını, değerlerini, içerde olmasına neden gösterilen düşünen başını savunacaktır öncelikle, sonra, telleri, duvarları aşmaya gücü yeten güçlü üretimleriyle dışarıdaki süren hayata hız ve sınır tanımadan katılırlar. Tıpkı dışarıda üretilip hayata katılma gücü bulan nitelikli üretimler gibi.
Son yıllarda cezaevlerinde üretilen ürünler daha nitelikliydi. Çünkü:
Eğrisiyle doğrusuyla devrimci mücadelenin, hareketli yaşandığı yıllarda, sözde gerekliliği savunularak, küçümser, bir o kadar da sorumsuz yaklaşımlarla ihmal edilen kültür-sanat konusunda, kullanılmamış potansiyelin varlığı geç de olsa fark edilmişti. Bu eksikliği aşmaya yönelik sorumlu bir tavırla cezaevindeki insanlardan yaratıcı, yetenekli, tutkulu olan bazılarının sanata yönelişi söz konusudur… Toplumca gerçekçilik adına, dışarıdaki bir kısım “sanatçının”, Eylül sonrası, kişilik-değer çözülmelerini ve karamsarlıkları abartarak “ürünler” vermesine tepki olarak, gerçekte yaşananların yaşayanlar tarafından anlatıldığında ancak ülkenin belli tarihsel döneminin edebi belgesellik taşıyabileceğine inanarak yöneliş de cezaevlerindeki ürünlerin farklılığında etkendir.
Dışarıda olduğu gibi, içeride de günlük heveslerle, iç dökme, sıkıntı hafifletmek için “üretilen” şeyler olmuştur. Bu ürünleri ve üretenlerin sanatçılığını tartışmaya gerek yoktur. Önemli olan, öz-biçim olarak zengin olan veya zenginleşebilecek yapıtların sahipleri sanatçıların desteklenmesidir, ister dışarıda ister içeride olsun.
Yıllar boyu, ülke edebiyat dünyasının ve o dünya sanatçılarının ortak yazgısı -sayıca az istisnalar bir yana-üretimden kopukluk, kendileri için üretmek, sanatçının da diğer aydınlar gibi sınıf dışında şekillenmesi ve buna bağlı olarak yaşam biçimlerinin ifadesi ürünler verilmesidir. Birbirleriyle ilişkilerinde de dayanışma destek aynı çatı altında örgütlenme yerine, “gelişmemiş” sanatçı aydın ruh halinin belirleyici olmasıdır biraz da “cezaevi edebiyatı” gibi ayrıcalıklı bir tanımı tartışmaya açan. “Bir küçük burjuvanın başarısı, diğerlerinin bağrına saplanan bir hançerdir her zaman” sözünü anımsatırcasına.
İster içeride isterse dışarıda olsun, “Bütünlük isteyen sanatçı hem düşünür hem devrimci olmalıdır.” Muhalif olmayı taraflı olmakla bütünleyebilen sanatçılar ancak, devrimci edebiyatın yaratılmasında yerlerini bulacaklardır.
Perestroyka onu da çarptı:
Revizyonist GDF Başkanı günah çıkartıp istifa etti
Kısa adı GDF olan Göçmen Dernekleri Federasyonu’nun Başkanı Hasan Özcan geçtiğimiz Eylül ayında yazılı bir “özeleştiri-açıklaması” yaparak istifa etti.
Daha önceleri kısa adı FİDEF olarak bilinen ve TKP’nin F. Almanya’daki bir yan kuruluşu olan ve çeşitli işçi derneklerini bir araya getiren bir federasyon örgütlemesinin 15 yıl süreyle genel başkanlığını yapan Hasan Özcan, geçen yıl TKP ve TİP’in birleştirilmesine bağlı olarak FİDEF gibi faaliyet yürüten, fakat bir-iki yerde örgütlü olan DİBAF (TİP’in Almanya’daki dernek-federasyon tipi örgütlenmesinin adı: Demokrasi İçin Birlik Federasyonu) da kendisini feshederek ortak bir kongre yaptılar. Birlikte GDF’yi kurduklarını ilan ettiler. “Camicilerden en solda olanlara kadar herkese” çağrı yaparak bu çatı altında örgütlenmeye gidelim diyen bu yeni federasyon örgütünün başına da Hasan Özcan getirilmişti. Değişen bir şey olmadı ve TBKP girişimini güçlendirmek ve kamuoyunda birlik imajı yaratmak için kurulan ve tantanalı bir şekilde propagandası yapılmaya çalışılan bu revizyonist mihrakta, daha kuruluşundan itibaren iç çekiş-memeler sürüp gitti ve sonunda başkanın istifası ile ilk patlak duyuldu. 15 yıllık dernek başkanlığı yapan Özcan, vicdanen rahatlamak için yazılı bir açıklama yaptı. Bu açıklamasında istifa nedenlerinden biri olarak TKP ve TİP yöneticilerini o dönemde hemen devreye girdiler ve ‘FİDEF-DİBAF birleşme sürecinin tıkanmasının TKP-TİP birliğini de etkileyeceğini’ ileri sürdüler. Bunu demokratik kitle örgütlerinin birleşme sürecine müdahale olarak görmeme rağmen, birlik yolunda engel olmamak için, buna direnmedim, karşı çıkmadım. “Deneyimli Başkan” ayrıca kendisi döneminde yapılan haksızlıklara ve yanlış uygulamalara da karşı çıkmadığını söyleyerek günah çıkardı: “FİDEF’i her gün biraz daha TKP’nin paravan örgütü konumuna getiren uygulamalara direnemedim. Direnseydim belki FİDEF Başkanı olarak kalamayacaktım. Ama hiç değilse bugün duyulan üzüntüyü ve utancı yaşamayacaktım.” Olup biten haksızlıklar karşısında sürekli olarak bir türlü “direnemediğini” söyleyen Başkan sorunların yeniden yaşanmaması için artık direnme ve başkaldırma döneminin gelip çattığını da sözlerine ekledi. Başkan’ın istifasından soma örgütün ne olacağı konusunu çözmek için çeşitli bölgelerde toplantılar yapılacağı söyleniyor. GDF’nin feshedilip edilmeyeceği tartışılırken, birçok dernekte istifaların gündeme geldiği de ileri sürülüyor.
TKP’nin F.Almanya’da yayın organı olan Türkiye Postası’nın geçtiğimiz aylardaki bir sayısında yayınlanan bir yazısında, “Yıllardır dernek başkanlığı ve diğer görevlerde yer aldım, tornacı olarak geldim Almanya’ya, şimdi işsizim ve sosyal yardım alıyorum ve hala bir baltaya sap olamadım” diyen Başkan Özcan’ın bundan böyle ne yapacağını herhalde tüm GDF üyeleri de merakla bekliyorlar.
Kapitalist sistemin sanatsal üretimde tıkanıklığı
2. İstanbul Bienal’i üzerine
Yusuf DOĞAR
Gülhane Şenlikleri, İstanbul Müzik Festivali, müzikaller derken 2. İstanbul Bienali’ni de geride bıraktık. Şimdi, çoğumuz haklı olarak diyeceğiz ki, bienal de ne demek? Onu da açıklayacağım. Türkiye sınırları içinde yaşadıkları halde milyonlarca Kürt’ün dilleriyle yazıp, konuşmaları yasaklanırken; son yıllarda emperyalist ülkelerin dilleri, fütursuzca yaşamımıza yerleştirilmektedir. Hem de devlet eliyle. İşte İstanbul Bienali de bunlardan biri. Hem işlev, hem de kelime bakımından Batı öykünmeciliğinin sonuncularından. Ama her öykünmedeki gibi bunda da çarpıklık daha isminden başlıyor. Bienal (Biennial) kelimesi İngilizcede “iki yılda bir” anlamına geliyor. Ama biz kullanırken neyin iki yılda bir olduğunu belirtmeyi unutuyoruz. Hem de; İngilizce olan bir kelime ve de okunuş şekliyle getirilip Türkçe cümle yapısıyla kullanılıyor. Bienali düzenleyenler, daha kelimeyi tam anlamıyla kullanmaktan acizler. Başlangıcında bu çarpıklıklarla dolu düzenlemeden bir şeyler beklemek için, çok saf olunması gerekir herhalde.
Geleneksel yapılarda ve çevrelerde sanat
İlki iki yıl önce hamam ve kiliseden başlatılan bienal, bu yıl da kapitalist sistemin sanatsal üretimdeki tıkanıklığının bir yansıması oldu. “Geleneksel Yapılarda Çağdaş Sanat” ve “Geleneksel Çevrede Sanat” başlıkları altında toplanan çalışmalar, bunun en açık göstergesiydi.
Üretememenin sıkıntısı içinde olan burjuvazi, daha önce üretilmiş yapıtlara tepki gösterilerine dönüştürmekte sanatı. Bunu yaparken de kendi güçsüzlüğü ortaya çıkmaktadır. Yüzyıllar önce gerçekleştirilen yapıtlar, bu tepki gösterileri sayesinde büyüleyici gücünü daha da arttırmakta. Yapılan çalışmalar, oyalayıcı, eğlendirici olmaktan öteyle gidememekte.
Bienal düzenleyenlerinden biri, bu çalışmaları eleştirenleri ‘başkaldırıdan, uluslararası sanat ortamı ile karşı karşıya gelmekten korkan çevreler olarak niteliyor ve bienali de “kültür yozlaşmasına, alt sanat ve alt kültür egemenliğine karşı gerçek aydınların gösterdiği tepki” (X) olarak gösteriyor. Şunu sormak gerekiyor; nasıl bir başkaldırıdır ki; düzene karşı mücadele eden sanatçılardan hiçbiri yok bienalde? Yine, nasıl bir başkaldırıdır ki yıllardır ülkeyi kan ve gözyaşına boğan faşist diktatörlüğe karşı hiçbir sanat çalışması olmasın? Başkaldırı filan değil yapılanlar, geçmişe sığınmadır. “Batı’da yapılıyor da bizde neden yapılmasın” anlayışıyla gerçekleştirilen 4., 5. sınıf öykünmeci ithalcilik yozlaşmanın kendisi değil de nedir? Öyleyse ilk önce kendiniz bir tepkide bulunun. Bienali finanse eden burjuvazi tarafından bilinçli olarak kurumlaştırılan alt kültür dediğimiz feodal kültüre karşı, burjuvaziyle mücadele etmeden nasıl başkaldıracaksınız? Mücadele ettiğiniz anda, bienaldeki varlığınızın da sonu demektir.
2 yıl önce getirdiğimiz eleştirilerin haklılığını onaylayanlar, gün gittikçe daha da artmaktadır. Hatta bienal çalışmalarına katılan sanatçılar bile, bizim getirdiğimiz eleştirileri yaşayarak dile getirmektedirler. Küçük burjuva sanat yazarları tepkilerini köşelerinde dile getirmekteler.
Düz duvarlarda, galerilerde sergilenmesi gereken tuval resimler, yüzyıllar öncesi yapıtların kavisli duvarlarında, revakların üzerinde sallandırılmakta. Yapması gereken etki de yok olmaktadır. İnsanı alıp, gökyüzüne uzandıracak etkileyici ve uyumluluk içindeki 4. yy., 16. yy. yapıları içine konan çalışmalar, bazen fark edilmiyorlar bile. Aya İrini’deki apsisin üzerini örten yarım kubbedeki 8. yy. yapımı mozaik haç figürü bile tek başına 20. yy.daki bienal çalışmalarından ilgiyi üzerine çekebiliyor. Büyüleyici gücünü daha da arttırıyor.
Hazır nesnelerin kullanımı ya da teknolojiye ağırlık verilerek oluşturulan düzenlemeler, sanatı geri planda bırakmaktan öteye geçmekte. Sanat insan bilincinin bir üretimidir. Rastlantının yerine, tasarlanmış bir üretimdir. Beyniyle, eylemiyle bütünleşmiş insanın ürünüdür. İnsan müdahalesi azaldıkça, kontrolden uzaklaşıldıkça, sanatın etkisi de o oranda azalmaktadır. Su içme kabına işlenen bir nakış, arabaya işlenen bir resim… bile insanın teknolojiye karşı mücadelesinin simgesidir. Elle yapılmış bir nakış, bir resim bile manevi olarak doğaya üstünlük duygusu vermektedir.
Günümüzde kapitalist sistemin teknolojiyi insanı dışlayarak geliştirilmesi; sanatı da teknolojinin emrine vererek geriletmesine neden olmaktadır. İnsana rağmen sanat oluşturulmak istenmektedir. Geleneksel yapılarda ve çevredeki gösteriler ve “öncü sanat” olarak adlandırılan sergilerde bunları görmekteyiz. Bazı düzenlemeler teknolojinin abartılı bir gösterimi olmaktan öteye gidemiyor. Şöyle ki Aya İrini’deki flüoresan tüpleriyle gerçekleştirilen düzenleme, elektrik tesisatçısının becerikliliği yanında, tüpleri üreten firmanın imalatına bağlı bir oluşum. Bu çalışmada tasarlayandan çok, teknolojik sorunlar daha ön plana çıkıyor. Elektrik kesintisini düşünün ya da her an bozulma tehdidi altındaki flüoresan tüplerinin sönmesini. İnsanın doğayı ele geçirmedikçe manevi aracı olan sanatın, o anda teknolojiye yenik düşmesi nasıl bir etki gösterecektir? Aya İrini önündeki sütun parçalarının pirinç levhalarla etraflarının çevrilmesi değerlerini daha da arttırmaktadır. Niye diyeceksiniz? Yapılar düzenleme ambalaj etkisinden öteye gidememekte de ondan. Ambalajın da insan üzerindeki etkisi, değerli oluşumları korunmaları için yapılmış düzenlemelerden ibarettir. Yine Ayasofya’nın Meyit kapısı önünde kırmızı metalden oluşturulan çerçeve, oraya konan belirtici levha olmasa fark etmeden geçecek, üzerine işportacıların mallarını koyup sattıkları mekân olarak bilecektik.
Hep bunlar gösteriyor ki; üretememenin ve tekrarlamanın sancısı içindeki burjuvazi, sanatı yapay gösterilerle kitleleri uyutma ve eğlendirme aracı haline getirmektedir.
Polis kordonu altındaki bienal eğlencesi
Sanatları gibi bienal eğlencelerini de insanlardan kendilerini barikatlarla ayırarak gerçekleştirdiler. İnsanı dışlayarak yaratılan sanata da bu yakışırdı zaten. Vakko tarafından bienal sergisinin açılışı dolayısıyla Beyoğlu Çiçek Pasajı’nda, yemekli eğlence düzenleniyor. Bienal sanatçıları “seçkin” konuklar içindi bu eğlence. Eğlence dolayısıyla çiçek pasajının bulunduğu bölge polis kordonu altına alındı. Keskin nişancılar bölgeye yerleştirildi ve de o bölgeden insanların geçmesi engellendi. “Seçkin” kimseler eğlenecek diye, binlerce insanın o gece dolaşım özgürlüğü engelleniyor ve baskı altında tutuluyordu. Eğer bienal ve eğlenceleri böyle halka engellenip, korku salınarak gerçekleştirilecekse; bienalleriniz de eksik olsun.
Rus sanatı sergisi
Asil Nadir tarafından finanse edilen bienal çerçevesinde bir de Rus Sanatı Sergisi düzenlendi. “SSCB” Kültür Bakanlığı ile yapılan işbirliği sonucu gerçekleştirilen bu sergi, 19. yy. sonları ile Ekim Devrimi sonrası yıllarının resimlerini kapsıyordu. Gözlerimiz, İşçi Devrimi yapmış bir ülkenin devrimle ilgili resimlerini aradı durdu. Maalesef izine bile rastlayamadık. “SSCB” Kültür Bakanlığı sansür koymuştu. O dönemde sanki hiçbir olay gerçekleşmemiş gibi sadece manzara resimleri, portreler ve de natürmortlardan oluşan bir sergi göndermiş, Oysa Repin’lerin, Kustodiyev’lerin devrim sırasında devrimci coşkuyu yaşatan sayısız çalışmaları var. Bunları göndermek yerine empresyonist tarzda yapılmış manzara resimlerini yollamışlar. “SSCB”deki egemen burjuvalar, devrimin izlerini üretilmiş sanat yapıtlarından da silme uğraşındalar, onları gözler önünden kaçırmaya çalışmaktalar.
Öncü sanatı adı altındaki sergiler
Yerli “öncülerden (80’li yıllarda Türk Resmi, Genç Türk Sanatçıları) bahsetmeye, hem yer, hem zaman bakımından değer bir şey görmemekteyim. Senede 2-3 defa açtıkları öykünmeci sergilerin birer tekrarından başka bir şey değiller.
Alman ve Avusturya Öncü Sanatı adları altındaki sergilere baktığımızda ise daha önce gerçekleştirilmiş biçim ve tekniğin tekrarından ibaret görüyoruz. Figürleri geometrik şekillere ayırmayı, Braque, Gris, Picasso, daha 1910’larda gerçekleştirmişlerdi. Geri plandaki geniş lekeler üzerine kalın sınırlarla belirli figürleri Léger 1920’lerde kullandı. Tuval üzerine metal alaşımları Tatlin daha 1915’lerde kullanmıştı. Alexander Rodchenkere konstrüktiv çalışmalarını 1920’lerde sundu. Yine kullanım değeri olan nesneleri sanat eseri gibi sergilemeyi Duchamp 1917’lerde gerçekleştirmedi mi? Boyanın fiziksel akışkanlığından faydalanarak rastlantısal oluşum elde etmeyi Pollock 1940’larda denemişti. Biçim bozarak, renk karşıtlığından faydalanarak korku ve kaderci imgeler yaratmaya Bacon 1950’lerde çalışmamış mıydı?
Gerçekler ortadayken, yukarıda sıraladığım biçim ve tekniklerin tekrarı niteliğindeki çalışmaları 1987-1989 üretim tarihi olsalar bile “öncü sanatı” diye dayatmanın ne alemi var? Sanıyorlar ki; sanattan ve de gelişiminden yalnızca burjuvazi anlıyor, başkaları bir şey bilmiyor. Oysa yanılgıları ve güçsüzlükleri işte ortada: Halktan korkmak, üretememek, eskiyi tekrar…
(X) 16 Eylül 1989 Milliyet
Kuşlar gibi uçalım… ama ne yana?
Gökyüzünün özgür çocukları kuşlar, özgürce süzülmektedir mavişlerde. Onların da “büyük kuşları”, “küçük kuşları” vardır. Başkanları vardır, başkan yardımcıları vardır. Dünyaları, bizim dünyamızı andırır az buçuk. Günlerden bir gün, yaşamlarından sıkılmış “yeni bir dünya” bulmak için yollara düşen iki âdemoğlunun yolu bu kuşlar ülkesine düşer. Orada özledikleri yenidünyayı kurarlar.
“Nasıl bir dünyadır bu?” demeden önce anlattığımız ne ile alakalıdır, onu açıklayalım. Efendim, Gencay Gürün hanımefendinin ve Haldun Dormen beyefendinin önemli şirinliklerinden biri yazımızı meşgul eden… “Önemli şirinlik” geçen yıldan beri sahnelerimizde: KUŞLAR. Bir rock-müzikal. Gencay Gürün, Aristophanes’ten çağımıza uyarlamış. Aristophanes’in “çağının başlama ustası” olduğu gerçeğini bildiğinden bu özelliğini korumuş ve (hatta ve hatta) kendini bile taşlamış. Korunmak için zırhlara sarındıktan sonra kendini taşlamak gülünçten öte, trajik. Salt bu olay, başlı başına bir oyun konusu…
Zihni Göktay, Ayla Algan ve Hümeyra’nın oyunculukları, müzikle birleşince eğlenceli ve seyredilir bir oyun çıkmış ortaya. (Yani rock-müzikal “tuttu”.) Dekor ve ışıklandırmanın göz alıcılığı da “kolay beğenir” hale getirilmiş seyircimizi içine alıyor, eritiyor… Yeterli mi? Tiyatronun eğlendirici işlevini yadsımıyoruz. En güzel yanıdır bu tiyatronun. Yaşamda “tepenize kan sıçratan işler” sahnede kahkahalar attırır. Seyrettiğiniz kişi sizsiniz. Güldüğünüz kişi sizsiniz. Yani seyirci, izleyici. Bir yazar “Tiyatro eğlencelidir, ama eğlencelerin en faidelisidir” diyor. Bu konuda ağır saldırılara hedef olan Brecht de, şunları söylüyor: “Genellikle öğrenmek ve eğlenmek arasında pek büyük bir ayrımın varlığı düşünülür. ‘Öğrenmek yararlıdır belki, ama hoşa gideni sonuncusu, yani eğlenmektir’ denir. Eğlenmekle öğrenmek arasındaki karşıtlığın zorunlu nitelik taşımadığını, şimdiye dek hep var olagelmediğini, bundan böyle de hep var olması gerekmeyeceğini söylemek yeterlidir sanırım.” Brecht’in yazdıklarını, sahne koyucunun okumamış olması ihtimalini hesaba katmıyorum. Ama anlamadığı kesin…
Artık baştaki soruyu sormanın vaktidir. Nasıl bir dünyadır kuşların gökyüzünde kurdukları? Kuşlara herhangi bir şekilde zarar verenleri aralarına almıyorlar. Eşit bir dağılım sistemleri var. Bülbül’ün sesiyle erkenden uyanıp uçuyorlar göklerde. Mutluluk… Aralarına katılmak için “başvuran” dünyalı insanları kafese atıyorlar. Suçları: Dolandırıcılık, miskinlik, tembellik, haksız kazanç… Bu düş dünyasındaki ülkeye “Ah! Ne kadar güzel” diyerek iç çekmek üzereyken, birden işler karışıyor. Tanrıların aralarında akıl almaz “dünürlükler” ve bir düğün şenliğinde tüm kafesler açılıyor. Bütün kuşlar özgür… Adeta genel af. (Büyüklerimizin kulakları mı çınladı ne?)
Şehir Tiyatroları “demokrasi” derse bu kadar olur… Karikatürize edilmiş oyun kişileriyle, yaşamda paralellikler kurmak şansı var. Şu üçkağıtçı müteahhit, kapitalizmin kendisi değil de nedir? Herkes kuş gibi uçacak ya, kapitalizme de özgürlük… Sormak gerek, tüm kafese atılanlar dışarı çıktığında, “kuşlar ülkesi” diye bir ülke kalacak mı? Özgürce uçabilecekler mi yine? Belki adını bile koymuyorlar ama, gerçek anlamda bir burjuva demokrasisi propagandası yapılıyor sahneden. Yasada herkese özgürlük, fiilen bazı insanlara. Dekor-kostüm-ışık derken seyircinin başı dönmüş de, bunu bile fark edemez nale gelmiş, çok şükür… (!) Mutlak özgürlüğün ne derece mümkün olduğu değil yazı konumuz. Ancak, özgürlüğü anlatan oyunda özgürlüğün sınıfsal temellerinin konmayışı önemli bir eksiklik, ödenekli tiyatroların böyle bir kaygısı da yok zaten. Bindikleri dalı kesecek değiller ya… Ama unuttukları bir şey var; her, kuşun eti de yenmiyor maalesef…
Her şey özgürlük için… Özgür kalabilmek için. Nasıl özgür yaşar insan? Sonsuz özgürlük birilerinin kafeste kalmasıyla mı mümkün? Maalesef “evet” diyor buna beynim. “Hey şair gidişin ne yana?” diyor ya şair, soruyorum ben de:
HEY KUŞLAR! UÇUŞUNUZ NE YANA?
AMATÖR BİR RUH VE PROFESYONEL BİR ZİHNİYETLE ÜRÜNLERİNİ SERGİLEYEN
İstanbul sahnesi oyuncuları her yerde ayakta alkışlandı
İmdat ULUSOY – Bremen
Ölümünün 5. yıldönümünde düzenlenen anma toplantılarıyla tüm Avrupa çapında adına yaraşır bir şekilde anıldı Yılmaz Güney. Bu anma gecelerine en büyük katkıyı yurt dışındaki Türkiyeli emekçilerin daha önceden hiç tanımadıktan bir tiyatro grubu yaptı: İstanbul Sahnesi Oyuncuları!
En küçük bir kişisel beklenti duymadan iki bin kilometre yolu, bir o kadar da yük ile kat edip gelen İstanbul Sahnesi Oyuncuları hem oyunlarıyla hem oyun dışındaki yaşam ve davranışları ile çok etkilediler, büyülediler. Oyuncu olarak tek tek hepsinin yeteneklerini sıralamayı herhalde onlar da istemezlerdi. Çünkü yaşam anlayışlarına da uygun olmazdı. Her şeyi kolektif bir anlayışla, amatör bir ruh ama profesyonel bir çalışma tarzıyla çözen oyuncular birçok insanı davranışlarıyla sarıp sarmaladılar ye sempati topladılar. Ömründe belki de hiç tiyatroya gitmeyen gurbetçiyle, birçok tiyatro oyununu izleme olanağı bulmuş birçok insanımızın oyun sonundaki düşünceleri hemen hemen aynıydı: “Genç hepsi de ama usta oyuncu gibi oynadılar. Çok becerikli ve yetenekliydiler. Ben böyle düşünmemiştim. Ama gerçekten oyun çok hoşumuza gitti. Sonunda ağladım. Yılmaz Güney olayını hakkını vererek canlandırdılar.” Bu ve buna benzer düşünceler birçok insanın duyduğu duygulardı.
İstanbul Sahnesi oyuncuları dört bölümden oluşan oyunlarında, Çukurova’dan esintilerle, Fatoş’la, cezaevlerindeki yaşamla üç ayrı Yılmaz Güney’i gerçekten sıcak ve yakından sundular izleyicileri. Yaşamından önemli kesitlerin bir bütünlük ve evrimle ele alınıp anlatıldığı oyunda, sanat ve kültür konusunda ilgisi olan birçok izleyicinin endişesine de yer kalmıyordu. Çünkü slogansal ve kaba bir biçimde sanat unsurlarını, estetik tadı göz ardı ederek kaba gerçekçi bir biçimde bir oyun sergileme anlayışı yoktu bu oyunda. İzleyici zaman zaman oyuna düşünceyle, olup bitenleri bizzat kendisinin yakalaması zorunluluğu ile estetik, sanatsal bir unsur da vardır bu sanat olayında diye, düşünerek baştan sona izledi oyunu ve gerçekten içeriğiyle, ortaya konuluşu ile doyurucu oldu tüm katılanlar açısından.
Oyunun konusunun ayrıntısına girmeye gerek yok. Konu: Yılmaz Güney ve Perdeci’nin Bremen Radyosuna yaptığı açıklamada da dile getirdiği gibi, “Yılmaz Güney olayı yeni fakat kapsamlı geniş bir konu, biz başlangıç olsun diye buna küçük bir katkıda bulunmak istedik. Elbette daha çok ele alınıp işlenecektir bu olay.” Yurt dışındaki “gurbetçiler” oyunun ilk izleyicileri olmakla, şanslıydılar bu kez. Umarız İstanbul Sahnesi oyuncuları Türkiye’deki izleyicileri de bundan mahrum bırakmazlar. Sahnelerindeki kurulu iplerden belki bazıları bu oyunun sergilenmesine takılıp kalabilir ama İstanbul Sahnesi oyuncularının bir yolunu bulup sergileyeceklerine inanıyoruz yürekten.
Oyunun sonlarına doğru Güney’in canlandırdığı tüm karakterler başına toplanmıştır. Fatoş bir yandan onun görkemli yaşamını anlatırken bir yandan da onu uğurlamaya hazırlanmaktadır. Bu gidişe Fatoş bütün gücüyle karşı koymak ister, direnir, adeta bir bilim adamı gibi kanseri yenmeye çalışır kollarını sıvar. Ancak çok geç kalınmıştır. Oyunun sonundaki çağrı kulaklardan hiç gitmeyecektir: “Bir gün Güney, Fatoş a, “Sana bir şey olursa ciğerim, bütün dünyayı ayağa kaldırırım, bilesin” demiştir. Ve seslenir İstanbul Sahnesi oyuncuları, “Bütün dünya lütfen ayağa kalkın, çünkü Yılmaz Güney…”
VE TÜM AVRUPA’DA ÖLÜMÜNÜN 5. YILDÖNÜMÜNDE BİNLERCE İNSAN AYAĞA KALKTI!
Yılmaz Güney’e selam!
İstanbul Sahnesi Oyuncularına selam!
Selam geleceğin, insan ruhunun mimarlarına!
PERDECİ – Mehmet ESATOGLU
Şen olamayan şenlik
Bir sonbahar akşamı sonbaharın ortalarında kış çağrışımları yaparak hafif hafif çöküyordu kentin işlek caddelerine. Caddeler insan yığınlarıyla donanmış. Kimi eve yetişme telaşında, kimi akşamı solumada. Caddenin bir ucunda Aktör Baba bir kenarda durmuş insanlığın akşam görüntüsünü seyretmede, insansız caddeleri sevmeyen ve caddeyi ormanı denizi insanla seven Aktör Baba’nın kışa dönmeye yüz tutmuş sonbahar akşamında içinde müthiş bir yaşama sevinci… Sonbahar akşamları, nasıl kokar bu kentte. Rüzgârla koşuşan yapraklar nasıl bir koku yayarsa ortalığa işte öyle. Buna belki benim ve Aktör Baba’nın dışında bazıları karşı çıkabilir, oysa biz bu kentten her ayrı düştükçe aynı şeyi yineleriz. Ağaçlar İstanbul gibi kokmuyor…
Aktör Baba birden geçmiş yıllarda İstanbul’a “dalan” birinin nasıl da yeşili ve koca kenti yok etmeye koyulusunu anımsadı bin bir koku arasında.
Akşamın orta yerinde caddenin öbür yanında bir dozerin etrafında toplanmış insan yığınları ve onların bağırışları dikkatini çekti Aktör Baba’nın. Kendisi kalabalıklara ve soğuk hırlaşmalarına aşırı merakından kalabalığa doğru ağır ağır yaklaştı.
Bir apartmanın önünde beş-on kişi dozerin başına toplanmış karşılarındaki bir adamla bağrışıyorlardı. Bağrışmanın bir yerinde dozerin başındaki adam dozerin kenarına çıkarak bağırmaya başladı, “Kazacak kardeşim, kazacak.” Adam senin binanın temeli çürük diye saatine bilmem kaç bin lira saydığı dozeri boş bırakamaz.” Bu keskin yanıt üzerine her kafadan bir ses yükselirken temiz aile kadını kılıklı biri, “Beyefendi,” dedi, “sizin çoluğunuz-çocuğunuz yok mu?” Dozerin kenarına çıkmış adam tam ağzını doldurmağa hazırlanırken bir an yutkundu; “Ne ilgisi var efendim. Lütfen evlerinize girin görevime engel oluyorsunuz. Aksi halde davacı olacağım.”
“Davacı olmak”. Aktör Baba bir an bu keskin atıp tutan adamın sorumluluğunu düşündü. Konu neydi? Her zamanki gibi bir apartmanın yanında temel kazılıyordu ve yandaki apartman çökme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Apartmanda yaşayanlar, duvarlarında büyüyen çatlakların görüntüsüne dayanamayarak yan tarafta toprağı kazan dozere kafa tutmaya gelmişlerdi. Düşünsenize gazete yapraklarını, böyle sustururlar insanları sonra bir gün manşetler haykırır: Facia… Bu adam o anda ortada yoktur ve devlet her nedense bu işin sorumlusunu bir türlü bulamaz. Bu gerçeği kabullenebilmeleri için bir gece yarısı uğultuyla sokağa fırlayan insan görüntüleri gereklidir. Görev ya da sorumluluk. Yönetim bazında anlamsızdır. İnsanların sözüm ona can güvenliği ile sorumlu biri insanlara olmayacak bir zulmü uygular. Yargı böylesi bir adamın tırnağına zarar gelmemesi için çırpınır durur. Sorumsuzca cinayetler işlenen bir ülkedeyiz, hastanede yargıda okulda ya da yaşamın başka bir alanında. Bu davacı olurum diye gırtlağını paralayan adam eğer eli kanlı bir cani değilse yarın bu ev çöktüğünde ne yapacak? Kimi katiller gibi umarsızca aramızda mı dolaşacak?
Aktör Baba, kafasında bu görüşler yoğunlaşınca, belki de bir an bunları haykırmak üzere adama yanaştı. Birden duraksadı sonra yüzünü buruşturdu. Kendi kendine “Bu bizim Selami”, diye mırıldandı.
Apartmanın önündeki insanlar ağır ağır binaya girerken Selami, Aktör Baba’yı gördü. Aktör Baba “Merhaba baba”dan kaçamadı. Selami hafifçe koluna girdi. Az önce suratındaki sorumsuz katılığı bir yana bırakarak hoşbeşe başladı. Aktör Baba ona söyleyeceklerini kafasında toparlamaya çalışırken Selami hafif bir kahkahayla “Baba ya, başımıza gelenleri duydun mu?” Aktör Baba bir an yanıtlayamadı, sonra bir dalgınlıktan sıyrılırcasına, “Kaza mı geçirdin?” dedi. Selami, önce hafif hafif sonra kahkahayla gülerken “Daha beter baba, daha beter”, dedi. “Bu yaz belediyecek bir şenlik geçirdik.” Aktör Baba, “Anladım,” diye kesti, “adı kültür olan ama içinde her nevi kepazeliğin kol gezdiği şamataları kastediyorsun. Bunlar sanırım kültürü katletmenin yeni biçimleri.” “Baba,” dedi. Selami, “onlar olayın ciddiyetini kavramayanlar. Bir de kavrıyorum deyip kepaze olanlar var. Bizimki işte o cinsten.”
“Bizim Başkan hepimizi toplayıp olayın ciddiyeti üzerine günlerce konuştu. Bir şenlik kurulu kurdu. Önceleri her şey umutlu görünüyordu. Çevreden bu olaya gönüllü destek verecek yüzlerce genç bulduk. Tam işler yolunda derken yetki konusunda ortada bir karmaşanın olduğunu fark ettik. Bay Başkan gerçi demokratik bir biçimde kurulu oluşturmuştu ama, kurul tam bir yetkili-yetkisizler ordusuydu. Kurul olayı var etmekle görevliydi. Ama karar verme ve harcama hariç. Bu şöyle bir faciaya yol açtı; kurul üyeleri bir konuyu günlerce araştırarak çözüyor, uygulama için Başkan’ın önüne getiriyor. Bay Başkan çözümü beğenmeyerek kendisi bin tane işinin arasında araştırmağa başlıyor. Bu kez o, kuruldan daha kötü bir sonuca ulaşıyordu. Kendi ulaştığı sonucu beğenmeyince kurulun önerisine karar veriyor, bu kez de o çözümün vakti geçmiş oluyordu. Bay Başkan, her sabah harcamasız bir şenliğin faziletlerinden dem vuruyor, eski Başkan döneminde yapılan şenliklerde kimi işlerin nasıl parasız çözüldüğünü anlatırken biz de ona çözülen kimi işlerin belediyenin kaymağını yiyen kimi çevrelerce çıkar uğruna yapıldığını anlatıyorduk.”
“Önceleri bir kaç müzikçi ve halk danslarıyla sınırlı şenlik, giderek gevezelik sonucu tiyatro, imza günleri ve panellerle genişletildi. Zaten felaketin başlangıcı da böyle oldu. Yanlışlık, kurula seçilen kişilerle başlamıştı. Bu kişiler, aktif olarak bu işlerle daha önce hiç uğraşmamış olmanın yanı sıra yaşamlarında sanat-kültürle ilişkileri sıradan bir insanın düzeyinden pek farklı değildi. Böylesi kişilerin şenlik gibi çetrefilli bir işte başarı sağlamaları ancak mucize düzeyinde gerçekleşebilirdi. Nitekim sonuçta da öyle oldu. Başta uzun bir süre olaya yönelik yapılan gevezelikler bizi bir arpa boyu bile ilerletmedi.”
“Anlaşamadığımız konu kültürel bir etkinlik mi yoksa sıradan yığınları toparlayacak bir olay mı? Bu durumda kimi üyeler yığınlar gelmedikçe belediyenin olumlu hanesine bir artı kazanamayacağımızı, asıl yapılması gerekenin “halkı çekecek” isimleri art arda getirmek olduğunu vurguluyor; örnek olarak da Anakent Belediyesi’nin başındaki kültür sorumlusu şair efendiyi gösteriyordu. Şair efendi, utanıp sıkılmadan birçok yoz ismi art arda Gülhane Bahçesi’ne doldurmuş ve sözüm ona halkı “eğlendirmişti”. Kimileri de bunun zaten kolay bir iş olduğunu belediyenin bu işe soyunması yerine sıradan bîr gazino organizatörünün de bunu başarıyla yapabileceğini, önemli olanın yığınları kültürel sanatsal beğenisinin eğitilmesi olduğunu anlatmağa çabalıyorlardı.
“Halkçı Bay Başkan’ımız, bu karmaşık sorunu hem kültür hem dansöz formülasyonuyla çözümledi. Hatta önce dansözle kalabalığı toparlayıp ardından ünlü bir ya* zan sunma önerisi -gargaraya getirmesem-gündeme bile geliyordu. Bu keşmekeş içinde sahnelerden biri halkın “beğendiği” diğeri de nitelikli çalışmalara ayrılsın önerisi benimsenir gibi oldu. Şenliğin yaklaştığı günlerde seçilecek “sanatçılar” üzerinde önce kibarca başlayan tartışmalar kadın, üyelerin olmadığı anlarda acımasız bir “Geyik muhabbetine” dönüşüyordu. Bay Başkan arada bir toplantıya ortasından dalarak, anlayıp dinlemeden “Kaç para istiyor o karı?” nidaları atıyordu. Şenlik kurulu, yirmiye yakın ismi saptayıp ilişkiye geçecekken Başkan karısından fırça yediği bir sabah toplantı odasına dalarak onayı olmadığı hiçbir “karıya” ödeme yapmayacağını bildirdi.
Bay Başkan’ın yağlayıcılar tarafından sinirleri yatıştırıldıktan sonra “sanatçık” listesi uzun açıklamalarla kendisine sunuldu. Bay Başkan, tanımadığı isimler için önce organizatörlerden fotoğraflar afişler getirtti. Hatta işi çok sıkı tuttuğunu belirtmek üzere “sanatçıların” biyografilerini istetti. Şenlik kurulu, bu öneriye önce “Balık atlarken”, “sanatçı” hanımefendilerle yaptıkları telefon görüşmelerinde kimi “ittiretmelerle” karşılaştılar. Acaba Bayan Bacak ya da Bayan Popo sanatsal yaşamına nasıl başlamıştı?
Bay Başkan’ın biyografi tutkusu, günlerimizi yedikten sonra geçiverdi. Ancak ortada garip bir durum vardı. Şenliğe az kala sözüm ona halkın “beğendiği” sanatçılar seçildiği halde, nitelikli sanatçıların esamisi dahi okunmuyordu. Şenlik kurulunun, bu konuda sıkıştığı gün aklına bize yardım etmeye hazır civardaki gönüllü gençler geliverdi.
Gönüllü gençlerin belediyeye çağrıldığı gün görüntü çok ilginçti. Gözleri parıl parıl bir sürü insan koşturmak için hiçbir para pul talep etmeden hazır bekliyordu. Ancak içlerinden bazıları yüzlerinde ince bir alayla Bay Başkan’a “Hangi dağda kurt öldü?” diye bakıyordu. Bay Başkan bu bakışları görmezden gelerek önce yüzüne acılı bir ifade verdi. Gençlere yönelik konuşmasına “kültür” ve “milletin kan damarları” gibi hamasi sözlerle başladıysa da giderek konuşma eski başkanın vurgunculuğuna kaydı. Vurgunculuk öykülerinin bir yerinde aniden kendilerinin parti olarak iktidara aday olduklarını bunun bir parçasını da bu şenliklerde halka göstermek niyetinde olduğunu açıkladı.
Gönüllü gençlerin bir kaç akıllı sorusu şenlik kurulundaki “yağcılarca” bastırıldıysa da, açığa çıkan ortalama sonuç şuydu: Bu “hain” hükümet bize para vermiyor, biz de yol su kanalizasyon yapacağımıza şenlik yapıyoruz. Bu anlamsız durum ortada kol gezerken bir gencin teknik ile ilgili sorusuna Başkan “en son sistemler” söyleviyle karşılık vererek ortalığı çınlatmağa devam etti. Ancak, genç pekiyi niyetli görünmüyordu. Bay Başkan’a geçmişte parti olarak düzenledikleri “Hiroşimalar Olmasın” gecesindeki teknik faciaları anımsatınca Başkan’ın iyice tepesi attı.
Tartışma, tatsız bir düzeye sürüklenirken gençlerden biri çevrelerinde birçok amatör müzik ve tiyatro topluluğu bulunduğunu, onlara ödeme yapılıp yapılmayacağını sordu. Bay Başkan, ani bir virajla yüzüne yine acılı bir ifade vererek hükümetten nasıl yardım alamadıklarını anlatmaya koyuldu. O kadar ağladı ki kimi gençler Başkan’ı teselli için paranın önemli olmadığını vurgulamaya çalıştılar. Para konusunu açan genç, bu kez de yemek ve yol ücreti diye tutturdu. Bay Başkan, bir an çok sıkıştığını hissederek bürokratça gülümsedi, bu konuda taviz verirken gözünün önünden kazıklayacağı kamyonetçileri, minibüsçüleri ve lokantacıları geçiriyordu.
Yaparız ederizlerle günler geçmeye başladı. Gençler, hemen her gün belediyeye uğruyor, katılacak grupları ve gerekli teknik malzeme listelerini bırakıyorlardı. Şenlik kurulu, ya da Bay Başkan’ın sekreteri tamam tamamlarla gençleri yolcu ediyordu.
Bir gün “yumurta kapıya dayandığında” ışık, ses düzeni ve alana kurulacak sahne için dehşetli rakamların istenildiği ortaya çıktı. Bu rakamlar, şenlik günleriyle çarpılınca ortaya sıfırlardan bezenmiş daha anlamsız rakamlar çıkmaya başladı. Bay Başkan öfke küpü halinde bir kaç gün kalmasına rağmen “Ben daha ucuza hallederim” diye böğürüp duruyordu. Bir gün Şenlik Kurulu ve Bay Başkan’ın karşılıklı bağrışma toplantısında, “Evet”, dedi Başkan, “kültür mültür, ama birader ben sanmıştım ki, üç beş kuruşa bu işler hallolur. Belediyenin bunca derdi varken şimdi böyle haybeye para harcamak,” cümlesini bitiremedi. Şenlik kurulunda az konuşup bir kaç önemli öneri getirmiş biri, “Bir dakika Sayın Başkan,” diyerek ayağa fırladı.
“Kültür ve sanat sizin lağımınızdan daha az önemli değildir. Evet, gerçi lağımsızlıktan hastalık ürer, ama bu hastalıklar kimi ilaçlarla tedavi edilebilir. Kültür ve sanat yoksunluğundan öylesine hastalıklar ürer ve üremekte ki, maalesef henüz ilacı bulunmuş değil. Ben bütün özel işlerimi erteleyerek yararlı olmaya çalışıyordum ama gördüm ki bu anlayışla şenlik değil, ancak kepazelik yapılır. Bu yüzden yol yakınken istifa ediyorum.” Adam, odadan çıkınca önce can sıkıcı bir sessizlik yaşandı. Ardından gidene sövme geleneğiyle rahatladı herkes.
Şenlik gününden iki gün önce, Bay Başkan belediye görevlileriyle kapıştı. Görevliler günlük işlerin bitiminden sonra şenlik işleriyle uğraşınca mesai istiyor, Başkan da vermemek için olmadık tehditleri savuruyordu. Mesai konusunda kudurduğu bir anda “Yağcılardan” biri bu işleri gönüllü gençlere yaptırmanın yararlarını anlattı. Bay Başkan bu dâhiyane buluşla ferahlarken, gençler durumdan habersiz, işlere daldılar. El yordamıyla, ite kaka sahne kurmak için bir başka belediyeden ödünç alınmış demir boruları birleştirmeye çalışıyor, olmayınca büyük bir enerjiyle yeniden söküp yeniden takıyorlardı. Bay Başkan arada bir makam otomobiliyle alana geliyor, kan ter içinde çalışan gençlere “kola” kıyağı çekiyor, çevresindekilere de böylesi işlerin “emek ağırlıklı” çözümünün faziletlerinden dem vuruyordu. Gençler bu sırt sıvazlamaların nedenini anlarken belediye işçilerinin kaba bakışlarına bir anlam veremiyorlardı.
Şenlik günü, yaptığı acımasız pazarlığın acısını çıkarmak isteyen ses ve ışık düzencinin sekiz saat rötarı sonucu Bay Başkan’la meydanda yaptığı ağız dalaşını saymazsak her şey yolunda görünüyordu. Akşamüstü toplanan kalabalığın az olduğunu gören Bay Başkan minibüsleri yeniden sokak arasına salarak ilk gece sahneye çıkacak “sanatçıların” isimlerini bir kez daha anons yaptırırken koşuşturan gönüllü gençlerden biri Başkan’a sokularak çağırdıkları müzik grubunun hala minibüsle alınmadığını fısıldadı. Küçük ayrıntılara canı sıkılan Başkan, genci şenlik kurulundan birine devretti. Canı viski içmek istiyordu. Uzun boğuşmalarla alana getirtilen müzik grubu sahnenin arkasında hazırlanırken Başkan viski içtiği zabıta noktasından acele bir biçimde gösteri alanına getirildi. Soluk soluğa çıktığı sahnede sürekli vınlayan mikrofonun etkisiyle sözlerini şaşırdı. Aç karnına içtiği viski midesini yakarken açış konuşması uzadıkça uzuyordu. Açış konuşması bitiminde, müzik grubu sahnedekinin yerini alırken sunucu belirlenmesi unutulduğundan ayaküstü “Sen aslansın” şaklatmalarıyla şenlik kurulundan biri sahneye itildi. Orta dereceli viskili zat, sesini zaman zaman anlamsız yerlerde yükselterek, belediyenin şenlik yapma gerekçelerini içkili kafayla birbirine karıştırarak ve kalabalığın ince alayına yol açacak anlamsız açık saçık bir fıkra anlatarak müzik grubunu sundu. Grubun adının iki kez arkadan müzisyenlerce ikaz edilmesine rağmen yanlış anonsu ve üçüncüde gitarcının mikrofonu sertçe alarak düzeltmesi gülüşmelere yol açtıysa da, sunucunun ayağının takılarak sahnede kapaklanması ile başlayan kahkahalar ilk parçanın başlangıcına kadar sürdü.
İlk iki şarkıyı keyifle izleyen Başkan, üçüncü parçanın sözlerinin Nazım’dan alınma olduğunu duyunca huzursuzlukla sağa sola baktı. Civarda resmi hiçbir yetkiliyi görmeyince rahatladı. Beşinci şarkı çalınırken şenlik kurulundan biri soluk soluğa Başkan’ın yanına sokularak gecenin assolistinin gönderdiği belediye minibüsüne binmeye yanaşmadığını ayrıca avansı gelmeden evden çıkmaya niyetli olmadığını anlattı. Bay Başkan, dudaklarının arasından bol “s….”li kelimelerle ayağa kalktı, karanlık bir köşe bularak cebinden bir tomar para çıkardı. Kurul üyesi parayla uzaklaşırken “imza alın o karıdan…” diye bağırdı.
“Sanatçıların” gelişi, parasal nedenlerle geciktikçe gene müzik grubunun gösterisi Bay Başkan kaynaklı el işaretleriyle uzatılıyordu. Bu arada, konseri izleyen gençlerin bir kısmı sahne civarında toplanarak el çırparken bir kısmı da cadde kenarında halay çekiyordu. Gençlerin halay çekişinden tedirgin olan bir minibüs ve içindeki güvenlik görevlileri aracı halay çekenlerin burnunun dibine kadar sokuyor, kalabalığın etrafı sarmaya başlamasıyla küçük korna darbeleri yaratarak onları yarmaya çalışıyordu.
Müzik grubu son şarkısını çalarken Bay Başkan’ın, gruba çiçek verilmesi düşüncesiyle zabıtalar koşturmaya başladı. Gece bitimine yakın kucağında çiçeklerle gelen zabıta amiri Bay Baş-kan’dan ağır fırça yedi. Müzik grubu sahneden inerken şenlik kurulundan gereksiz bir zat gençleri büyük bir “sıcaklıkla” kutladı ve akşam yemeği için anlaştıkları lokantayı tarif etti. Gösteri alanında zabıtaların delice sunucuyu aramalarından sonra, sunucu kollarda daha zom bir vaziyette sahneye getirildi. Sahneye çağırdığı alaturka söyleyen kadın bu sulu adamın mikrofonu kendisine verirken yanaklarından öpmesinden hoşlanmadı. Birinci şarkısının bitiminde zayıf alkışları duyunca, ikinci ve üçüncü şarkıyı değindeki uzun yırtmacı sağa sola savurarak söyledi. Üçüncü şarkının bitiminde sahneden anlamsızca geçenlere sinirlenerek sahneyi terk etti. Bu arada sahnede alaturka faciası devam ederken lokantanın komisi müzik grubunun yemek faturasını Bay Başkan’ın burnuna dayadı. Kalın gözlüğünü takarak faturayı inceleyen Bay Başkan önce hafifçe ofladı, sonra çocuğu kolundan sertçe çekerek “Bir buçuk porsiyon isteyene vermeyin kardeşim, oyuluyoruz.”
Gecenin sonlarına doğru, “pavyon bozması” şarkıcılardan bıkan gençler assolistin ikinci şarkısında sahneye ilk çıkan müzik grubunun bir şarkısını söylemeye başladı. Assolist üçüncü şarkıda sahneyi terk etti. Sahne arkasında elle sarkıntılıkla karışık ısrarlara rağmen sahneye dönmedi.
Ertesi sabah Bay Başkan, üçüncü neskafe ve sodayla ayılmağa çalışırken daha önce düşünülmüş iki ayrı sahne önerisini uygulamaya koyuverdi. Bir gece önceki rezalet bir daha yaşanmamalıydı. Bu söyleve şenlik kurulundan kimileri yetişemedi. Sabahın onikilemesine karşın uyanamamışlardı.
Akşamüzeri, gösteri alanına gelen gönüllü gençlere aniden diğer gösteri yapılacak alan gösterildi. Gençler sahne diye gösterilen beton çıkıntısına hayretle bakarken içlerinden bazıları gösteri alanına gelerek diğer sahnede hiçbir teknik donanımın olmadığını belirterek orada gösteri yapılamayacağından sözettiler. Şenlik kurulundan birinin “Siz aslansınız” sözleri sökmeyince önce Başkan’, oradan ses ve ışık düzenciye onun ek para istemiyle yeniden Başkan’a, Başkan’ın olmaz nidalarıyla da durum sürüncemeye terkedil-di.
Bu arada gönüllü gençlerin çağırdığı tiyatro grubunun minibüsü alana giriverdi. Minibüsten inen yönetmen dekorlar için kamyonun hala gelmediğini belirtti. Gençlerin kısa bir araştırmasından sonra, kamyonun Başkan’ın evinden saksı getirmeye gittiği anlaşıldı. Gönüllü gençler ve tiyatro oyuncuları gülüşerek gösteri yapılacak diğer alana yürümeye başladılar. Gençler yol boyu şenlik yönetiminden yakınıp durdular. İkinci gösteri alanına geldiklerinde yönetmen, derin bir endişeyle gösteri yapılacak beton çıkıntısını incelemeye koyuldu. Oyuncular önce üzüntüyle bakarken giderek aralarında espriler üretmeye başladılar. Bir süre sonra yönetmen, gençlere gerekli teknik donanımı anlatmağa koyuldu. Gençler telaş içinde yeniden şenlik kuruluna, şenlik kurulunun çaresizlik söylevi karşısında Bay Başkan’a koştular. Bay Başkan, elinde fatura halk dansı oynayanlara bir buçuk porsiyon yoğurtlu İskender kebabı veren lokantacının komisini haşlamakla meşguldü. Gençler asık suratlarla oyuncuların yanlarına döndüler. Yönetmen, onların gelişinden durumu anladı, ve yakınmalarına fırsat bırakmadan “Olmaz,” dedi, “olmaz arkadaşlar, bu koşullarda oynayamayız.” Gençlerden biri “Olur mu öyle şey” diye homurdanınca yönetmen, sevecenlikle “Hadi toparlanıp, hep beraber konuşalım.” Gönüllü gençler ve oyuncular sahne diye gösterilen beton çıkıntısının kenarına oturdular. “Arkadaşlar,” dedi yönetmen, “önce şunu düşünelim. Burada ne yapılmak isteniyor? Belediyenin kültüre bakışı bu mu? Bir yanda nitelikli bir şenlik yapma çabası, öte yanda Bayan Bacak, Bayan Baldır. Olmaz böyle şey ve nedense nitelikli ürünler bu beton çıkıntısının üzerinde karanlığa terk edilirken yoz ürünler en gösterişli vitrinlerde sunuluyor. Burada bizden iyi niyet dileniliyor. Yo, hayır. Biz böylesi ilkesiz iyi niyetlere karşıyız. “Cehenneme” gitmeye niyetimiz yok. Siz burada yaptıklarınızı sorgulayabiliyor musunuz? Yüreğinizden kuşkum yok. Ama biliyor muşunuz, burada bilinçsizce çaba harcayarak ilk başta ek ücret isteyen belediye çalışanlarına karşı grev-kırıcı durumuna düştünüz. Bu şenliği var etmeye çabalıyorsunuz ama yanlışlarını insanlara neden anlatmıyorsunuz. Kültürün-sanatın katledildiği anda neden tavır almıyorsunuz. Biz aynı düşünceyi paylaşmadığımız insanlarla da çalışırız ama ilkeli bir biçimde.” Gönüllü gençlerden biri saatini göstererek “Peki, ama Şimdi ne yapacağız?” diye sordu. Yönetmen, “Şimdi madem bizi buraya çağırdılar, ya bize hakkımız olan teknik donanımı verecekler ya da biz onu zorla alacağız. Zoru biz de sevmiyoruz, ama gerektiği anda zordan kaçınmak teslimiyetin ta kendisidir.”
İki saat sonra, beton çıkıntısının etrafında kimi teknik donanımlar yerini almıştı. Ama şenlik kurulundan bir kaç “yağcının” gömleği ve ceketi niye yırtılmıştı bilen yok… Yalnızca dikkatlice bakabilen bir çift göz oyunun başında elinde davulla sahneye fırlayan oyuncunun yüzündeki hınzırca gülümseyişten olanı biteni anlayabilirdi.
Oyun finalinde oyuncular dördüncü kez sahneye çağırılıp alkışlanırken gönüllü gençler toplanıp konuşacakları birçok şeyin var olduğunu hissediyorlardı.
Ertesi gün öğleden sonra, Başkan’ın odasından sesler yükseliyordu. Bay Başkan öfkeyle masasını yumrukluyordu. Bağrışmanın bir yerinde gençler sessizce ayağa kalkıp odadan çıktılar. Gece ceketi yırtılan kurul üyesi çıkan gençlerle göz göze gelmemek için başını çevirdi.
Bu arada belediyeye sürekli telefon yağıyor. Kitap imzalayacak yazarın masası sorunu bütün şiddetiyle sürüyor. Başkan her telefonla daha çok sövüyor, yazar anlamsız bir çay bahçesinde bir zabıta tarafından kimi neskafelerle oyalanıyor. Etrafına toplanan insanlar çay bahçesini imza yerine dönüştürüyor. Kahveci bu duruma sürekli bozuk çalıyor, bir saat kırk beş dakika sonra sabrı tükenen yazar Başkan’ı arıyor. Başkan telefona çıkmıyor.
Gece gösterileri devam ederken dansöze elle sarkıntılık olayından sonra Başkan’ı aradım. Deniz kıyısında elinde İskoç viskisiyle ağlaşırken buldum. Bay Başkan, salya sümük “Biz iyi niyetimizle…” diye bir şeyler gevelerken kulağımda tiyatro yönetmeninin sözleri çınlıyordu.
Aktör Baba daha fazla dinleyemedi. Birkaç adım attı sonra aniden dönerek, “Bak” Selami” dedi. “Bu apartman çökecek sonra sorumlusu bulunmayacak. Sorumlu ben miyim?” diye sordu. “Hayır” dedi Aktör Baba, “Senin anlayışın artı sen”. Selami; yanlış dedi “Yandaki binanın temeli çürük”. Hem bu kazılan temel başkanın bir yakınının. Kazılmazsa başka yolu yok.” Aktör Baba bir an durdu, mecliste son günlerde kendi konumunda bile hükümeti doğru dürüst eleştiremezken “Kürt Kongresine” katıldı diye milletvekillerini cezalandırmaya hazırlanan zihniyeti düşündü. Selami’ye acı acı gülerek; “Biliyor musun bir gün gerçek muhalefet bizler dünyayı değiştirince kimse yanında kazılan toprak beni yuvamdan edecek diye endişelenmeyecek. Ve bizim kültür-sanat şenliklerimiz…
Aktör Baba cümlesini bitirmeden yürüdü
DOSTLUĞUN VE KAVGANIN OZANI
Enver Gökçeyi Anıyoruz
“Ölüm adın kalleş olsun” diyen Kemaliye’nin Çıt köyünden Enver Gökçe bundan sekiz yıl önce öldü. Ankara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olan E. Gökçe İstanbul Kadırga Öğrenci yurdunda yöneticilik yaparken, ünlü 141. maddeye aykırı eylemde bulunmaktan tutuklanıp hüküm giydi. Hapis ve sürgün cezalarını çektikten sonra gazetelerde düzelticilik, serbest yazarlık yaparak yaşamını sürdürdü. Dost Dost İlle Kavga(1973), Panzerler Üstümüze Kalkanda (1977), Şiirle (1982), Eğin Türküleri (1982) ozanın belli başlı yapıtlarındandır.
Gür sesli bir söyleşinin dili olan E. Gökçe, şiirlerinde, devrimci yüreğinde bitmek bilmeyen bir sabırla ve inançla yediveren güllerinin açtığı, aydınlık ve özgürlük damgalı bir geleceğin habercisidir. Halkın duygu ve yaşantısını şiirlerinde ele alan ve militan bir solukla ve coşkuyla onu tekrar yığınlara ulaştıran ozanın bugün kitlelerce sayılıp sevilmesinin bir nedeni de bu olsa gerek. Aynı dönemde yaşayan birçok aydın ve yazan, ya da öyle geçinenleri direnişçi tavrı ve bilincinden ödün vermeyen kişiliğiyle adeta sınava sokmuştur. “Eski arkadaşlarının” her biri kurulu bir düzene sahip olur, mutluluklarını eviyle barkıyla sürdürüp gitmeye karar verirken, E. Gökçe, sevgiyi, mutluluğu ülke halkına karşı sorumlu davranmakta aradı. Çünkü devrimci düşünceyi ve öğretiyi kendine rehber edindi ve bunun savaşımını verdi. Kendini ve yaşamını halkının mutluluğuna adadı. Halkın yaşamıyla bütünleşen ozan E. Gökçe o yüzden alçak gönüllü, kibirsiz, saygılı ve yiğit bir kişiliğe sahipti.
Halkının aydınlık geleceğine umudunu en zor koşullarda yitirmeyen E. Gökçe, sonuna kadar halkına ve halkının kurtuluşuna bağlı kaldı.”Canım Türkiye-Memleketimiz” derken koşar adımla/la yurdunun özgürlüklere susayan insanlarını aramıştır hep. “Hürriyetlerin meçhul olduğu” yurdumuzun, “Çalışan halkları ile ümmi”, “Çalışan halkları ile garip” insanını bir Hoca Nasrettin edası ile yansıtır adeta. Şiirinde halka’ özgü söyleyiş ve deyiş özelliğini, halk kültürünü tüm ayrıntıları ile incelediğini gösterir.
Toplumcu gerçekçi şiirimizin bu usta ozanı, dostluğun, kavganın ödünsüz savunucusu E. Gökçe her zaman saygıyla anılacaktır.
Yoksa UFO’ların işi mi?
Son günlerde, UFO da denilen uçan dairelerden gördüklerini iddia edenlerin sayısı hızla artıyor. Türlü uçan daire hikâyeleri ortalıkta dolaşıp duruyor. Anlatılanlar doğruysa uzaylı misafirlerimiz bazılarını bir süre için alıkoyuyor sonra serbest bırakıyorlarmış.
Uçan dairelerin ABD, SSCB gibi ülkelerden sonra Türkiye üzerinde de sık sık görülmeye başlanması neye alamet acaba? Türkiye’de ne işleri var bunların? Bu kadar samimiyet neden? Bir takım faili meçhul suçlarla bunların bir ilişkisi olmasın.
Devrimciler için öteden beri “kökü dışarıda” denildiği bilinir. Bir kez kökün dışarıda oldu mu bu köklerin nereye kadar uzanabileceğini kestirmek her zaman kolay olmuyor. Sonra şu devrimcilerin kimlerin maşası olacağı da pek belli olmaz. Üstelik bazıları da var ki şeytana pabucu ters giydirir cinsten. Kafalarına bir şeyi koymasınlar yoksa onu mutlaka gerçekleştirirler.
Geçtiğimiz günlerde ortalık uçan daire söylentileriyle çalkalanırken bir başka olay da kamuoyunda bomba etkisi yaptı. Dev-Sol davasının bir numaralı sanıklarından Dursun Karataş ve arkadaşı Bedri Yağan Bayrampaşa cezaevinden firar etmişlerdi, firar ki ne firar, aradan geçen o kadar zaman içinde bırakalım nasıl kaçtıklarını, kaçıp kaçmadıkları bile yetkililerce henüz anlaşılamamıştı. Sanki yer yarılmıştı da içine girmişlerdi.
İnsanın aklına ister istemez şöyle bir soru takılıyor: Amaçlarına ulaşmak için birçoklarıyla işbirliği yapabilecek olan bu devrimciler uzaylılarla da işbirliğine girmiş olamazlar mı? Yoksa Dursun Karataş ve Bedri Yağan’ı UFO’lar kaçırmış olmasın.
ÖĞRENCİLERDEN
Sayın Özgürlük Dünyası çalışanları size bugün meydana gelen olayı sıcaklığıyla aktarıyorum. Umarım yer darlığı bahane ederek yayınlamazlık etmezsiniz. EÜ kampusunda ilk defa böylesine kitlesel ve güzel bir demokrasi mücadelesi gerçekleşti, 80 sonrasında.
Edebiyat Fakültesi ve Basın Yayın Yüksek Okulu öğrencileri kantin olarak fakültelerinin bodrum katını ortak kullanırlar. Ancak öğrencilerin ilişkisini sınırlandırmak için araya duvar örüldü. Bir de kapı takıldı. Ancak kapı henüz açık. İşte ne olduysa bu açık kapı yüzünden oluyor! Kantinin orta bölümünde okuma masaları. Masalarda değişik kitap dergi ve günlük gazeteler her gün sergilenir. Meraklısı gelir okur.
Bugün okuma masalarının önünde alışkın olduğumuz görüntüler yaşanıyordu. Öğrenciler bir taraftan saz çalıyor, bir taraftan da 6 Kasım’da YÖK’ün kuruluşunu protesto için neler yapabileceklerini tartışıyorlardı. Ancak bu güzel ortama gerici, sivil faşistler tarafından saldırıldı.
Sivil faşistler fotoğraflarını çeken bir kız arkadaşa saldırdılar. Tabii orada bulunan basın mensupları da saldırıdan nasibini aldı. Saldırganlara sivil polisler dokunmadılar bile.
Olayı protesto eden kalabalık öğrenci topluluğu, kantinden kortej oluşturarak dekanlık binasına girdiler. Yaklaşık iki saat dekanlık binası işgal edildi. Rektör ve dekanla görüşmek isteyen öğrenciler kendilerine dernek binası ve okuma salonu vermeyen idarecilerin mescide nasıl izin verebildiklerini sordular, idareciler bu soruya yanıt veremediler. Rektör olayın kendisini ilgilendirmediğini bahane ederek gelmedi.
Öğrenciler can güvenliklerinin sağlanmasını aksi halde bu sorunu kendi yöntemleriyle çözümleyeceklerini bildirdiler.
Tüm bunlar olurken dekan -kolay ikna edileceğini sanıyor olmalı- temsilciyle görüşmek istediğini belirtti. Ancak bu isteği reddedildi.
Yine yaptıklarından utanmadan görüşme talebinde bulunan bir gerici faşist yuhalanarak kovuldu.
Oturma eylemi devam ederken devrimci şiirler okundu, devrimci türküler söylendi. Kitlenin coşkusu bir an olsun azalmadı.
Daha sonra eylemin haklılık zemininin kaybolmaması için öğrenciler bir grup olarak dekanla görüştüler. Ve sonuçta dilekçeyle suç duyurusunda bulundular. Görüşmeler sürerken dışarıdaki öğrenciler duvarlara pul ve afişler yapıştırdılar. Daha sonra öğrenciler bahçeye çıktılar. Arka girişten koridorlara çıkıp sloganlar haykırarak koridorları dolaştılar. Koridorlarda, yaşasın özerk, demokratik üniversite, gerici-şoven eğitime son, gerici faşist kurumlaşmaya son, polis-idare işbirliğine son, mescitler kapansın öğrenciler saflara genel boykotu sloganlarıyla çınladı durdu.
Eylem sırasında malum arkadaşların tavrı her zamanki gibiydi. Alternatif okuma masalarında glasnost ve perestroyka teorileri ürettiler.
Eyleme kitlenin zorlamasıyla katılan revizyonistler ise eylemi geriye çekmek için çok uğraştılar, ancak bu çabalar kararlılıkla boşa çıkarıldı.
Pratik bir kez daha gösterdi ki, polisle işbirliği içinde olan idareciler öğrencilerin sorunlarını çözmekten uzaktır. Sivil faşistlerin ve YÖK’ün saldırıları öğrencilerin kendi sorunlarına sahip çıkmasıyla, öğrencilerin örgütlülüğüyle, reformist ve revizyonistlerin saflardan atılmasıyla boşa çıkartılabilir, engellenebilir.
Yaşasın özerk-Demokratik üniversite mücadelemiz.
Yaşasın sosyalizm.
Şaşırtıcı olmayan bir cinayet..!
Geçtiğimiz günlerde İsviçre’nin Neuchatel kentinde genç bir devrimcinin yaşamı zamansız bir biçimde noktalandı. TKP/ML Hareketi sempatizanı bu genç devrimci Saçak Aydınlık-Sosyalist Parti taraftarlarınca öldürüldü. Sosyalist Parti, olayın arkasından yaptığı açıklamada görünüşte taraftarlarının tutumunun yanlış olduğunu kabul etmekle birlikte, olayın içinde tahrik olduğunu cinayetin bunun sonucu işlendiğini belirtti ve sözüm ona içten bir dilekte bulunarak, devrimcilerin birbirlerine karşı bu tür tavırlar içine girmemesi gerektiğini vurguladı.
Elbette bunu devrimciler değerlendirecektir, Aydınlıkçılar değil. Bu esasta devrimcilerin bir sorunudur. Ve aradan bunca zaman geçtikten sonra, ilk kez bir devrimcinin kanının SP’ciler tarafından dökülmesi oldukça düşündürücüdür. Hoşgörü konusunda en çok laf yapanların samimiyetsizlikleri ortaya çıkıyor. Hoşgörü konusunda söylenen bir araba dolu lafın, esasında bir sahtekârlığı gizleme amacı güdülerek yapıldığı ve gerçek eğilimin gizlenmesine hizmet amacıyla piyasaya sürüldüğü anlaşılıyor. Aydınlıkçıların söyledikleriyle yaptıklarının aynı olmadığı ve taraftarlarını hoşgörü sahibi olmaları için değil, saldırgan tutumlarını sürdürmeleri için eğittikleri, bu olayda bir kez daha açığa çıkıyor. Çok değil, 3-4 ay önce H. Hüsnü Eroğlu’nun cenazesinde sergiledikleri tutum da buradaki tutumlarından farklı değil. Geçmişte yaptıkları dolayısıyla katılmaya bile yüzlerinin olmaması gereken bir cenaze törenine üstelik onun hazırlanması için en ufak bir çabaları bile olmamışken katıldıktan başka, en önünde yer almaya ve bu şekilde sureti haktan görünmeye, önder imajı vermeye çalışmaları ve böylece bir provokasyon zemini yaratmaları da bu anlayışlarının bir ürünüydü, gelecekte, bu tür provokasyon tutumlarına dikkat edilmeli. Eli devrimci kanına bulaşmış, ihbarcılığı siyasi faaliyetinin eksenine almış, ordu ve devlet koruyuculuğu uğruna en gözü kara tavırlara girmişlerden her şey beklenir. Devrimci olmaktan başka.
Cinayeti ve dolaylı-dolaysız faillerini lanetliyoruz.
ÖĞRENCİLERDEN…
Gözaltında Alınan Saz
İ.Ü.H.F. öğrenci derneği üyelerinden bir arkadaş en az 1000 (bin) kişilik bir öğrenci topluluğuna seslenerek İ.Üniversitesi’nin açılışının 10 Ekim 1989 olduğunu duyurdu.
Coşkulu bir alkış yağmuru, arkadaşımızın konuşmasını uzun süre araladı… Konuşmanın içtenliği, içeriği ve akıcılığı, dinleyen öğrenci sayısını hızla artırmaya neden oldu… İ.Ü.H.F. öğrenci derneği kurucusu arkadaşlarımız rektörü, dekanları ve tüm hocaları davet ettikleri halde hiçbirisi katılma yürekliliğini gösterememişlerdi.
Onlara göre İstanbul Üniversitesi’nin resmi açılışı 2 Ekim 89’da yapılmıştı. Ancak bu açılışı da sadece rektör, dekanlar ve bir grup öğretim üyeleri katılabilmiştir. Hocalarımızın da birçoğu YÖK’e ve onun uygulamalarına karşı olduklarını hemen hemen her ders tekrarlıyorlar. Hatta resmi açılışın bütün şatafatına, harcamalarına ve gösterişli ikramlarına rağmen bu hocalarımız, protesto amacıyla, resmi açılışa katılmamışlardır. Bir hocamız resmi açılışı şöyle yorumluyordu: “Milyonlarca lira akıtılarak ya da akıtılmış gösterilerek resmi açılış yapılıyor. Bu açılışın parası, tümüyle öğrenci harçlarından elde edilen parayla yapılıyor. Ama hiçbir öğrenciye duyurulmadan, öğrencilerin olmadığı, akşamın geç bir saatinde sadece belli kişilerin katılımıyla yapılan bir açılış oluyor. Geçmiş yıllarda, bir kez ben de katıldım ve yapılan harcama ve gösterişten adeta utandım… Tek bir öğrenci çağırılmamıştır. Her kes sunulan ikramdan biraz daha fazla kapma yarışı yapıyordu… Hiç bir şeye elimi sürmeden en kısa zamanda açılış yapılan mekândan ayrıldım… Çocuklar, orada yapılan harcama ile her yıl en az (500) beş yüz öğrenciye burs sağlanabilir. Ya da o harcama ile dersliklerin sayısı artırılıp, fakültelerin bir sürü ihtiyacı karşılanabilir… Ama bütün bunlara rağmen onlar yine bildiklerini okuyor… Bizler de bu çarkın dişlilerinde ezilmemek için sadece sessiz kalarak kendimizi kurtarabiliyoruz. YÖK’e ters düşen öğrenci ve öğretim üyelerini etkisiz kılmak ve üniversitelerden uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar… Bizler (birçok öğretim üyeleri olarak) aslında öğrenciye yerden göğe kadar hak veriyoruz. Ancak, sizlerin yanında yer aldığımızı açıkça belli ettiğimiz takdirde ilk fırsatta bizi üniversiteden uzaklaştırırlar ve bizlerin yerleri onlara kalır…”
Alternatif açılıştan önce konuşmacı arkadaş kısa bir konuşma yaptı.
Gittikçe artan öğrenci sayısı resmi ve sivil polisleri iyice tedirgin etmişe benziyordu ki İstanbul Üniversitesi’nin tüm kapıları polislerle doldu. Devletin resmi polisleri günün erken saatlerinden itibaren fakültelerin kapısına, polis otobüslerinin içinde ve dışında fincanlar gibi dizilerek, her an öğrenci tutuklamaya hazır halde bekletiliyorlardı. Bütün bunlara rağmen, 4 Ekim 1989’da yapılması planlanan ve hava muhalefeti nedeniyle ertelenen alternatif açılışımız, E.Ü.H.F.Ö.D.’nin BYYO’nun, İktisat ve Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerinin olağan üstü gayretleri ve özverileriyle pırıl pırıl bir ekim gününde kutlanmaya başlanmıştır… Kutlamaya emeği geçen ve açılışı alkışlarıyla destekleyen öğrencileri tespit için devletin sivil polisleri canla-başla-paralanırcasına fotoğraflar çektiler.
Daha sonra öğrenciler hep birlikte:
-“Polis dışarı, üniversiteler bizimdir.”
-“İnsanlık onuru işkenceyi yenecek”
-“Yaşasın demokratik-özerk üniversite mücadelemiz”
-“Baskılar bizi yıldıramaz” şeklinde sloganlar söylediler. Sloganlar Kürtçe olarak da tekrarlandı. Ayrıca bir arkadaş alternatif açılışın Kürtçe sözle de açarak Güney-doğu’da Kürt halkına yapılan baskı, zulüm ve katliamları kınadı. Alkışla desteklendi. Daha sonra teatral bir çalışma yoluyla tutuklanarak hapsedilen genç insanların özellikle siyasi tutukluların tutuklandıktan sonraki karşılaştıkları baskı ve işkenceler semboller aracılığıyla pandomim gösterisi yapılarak protesto edildi. Bu gösterinin adı “görülmüştür” olarak tanıtıldı. Önce tek tek alkış tutularak, sonradan tüm topluluğun katıldığı bir alkış sağanağı koptu.
Şiir ve şarkılardan sonra bir arkadaş öğrencilerden özür dileyerek sazının olmamasının nedenini açıkladı. “Enstrümanımız olan sazımızı, kapıdan içeri girerken polislere kaptırdık. Şu anda sazımız gözaltındadır. Hepinizden özür diliyoruz ve bizleri tempolarınızla yalnız bırakmamanızı, bu dinletiyi saz olmadan da yapabileceğimizi gösterelim.”
Kapanış konuşmasını bir arkadaş tamamlayarak bütün izleyici ve emeği geçen öğrenci arkadaşların kol kola girip horona davet etti. Bu oyunla alternatif açılış sona erdi. (İÜ’den bir öğrenci)
Kamuoyuna,
Bizden Adapazarı’ndaki İ.T.Ü.S.M.F. ve S.M.Y.O.’da okuyan öğrencileriz. Okulumuzdaki dernekleşme sürecinde yaklaşık olarak iki yıldır baskılar artarak sürmekte. Son olarak hiçbir gerekçe gösterilmeden beş arkadaşımız 18.10.89 tarihinde emniyet müdürlüğüne götürülerek işkence görmüşlerdir. Hasan Parlaklı ve Servet Karakurt arkadaşlarımız psikolojik ve fiziki işkence görmüşlerdir. Daha sonra Servet arkadaşımız komik gerekçelerle 142/1 maddesine dayanılarak tutuklanmıştır.
Arkadaşlarımızdan Şerafettin Birdoğdu polis ve idare işbirliğiyle güzel bir örnek olacak şekilde okuldan alınmıştır. Arkadaşımız, gelişen olaylardan haberdar olmadığı sırada idareden yapılan anonsla dış kapıya çağrılarak polise teslim edilmiştir.
Biz devrimci demokrat öğrenciler tüm bu olayları kınıyor ve kamuoyunu duyarlı olmaya çağırıyoruz.
ADAPAZAR’LI D. DO. GENÇLİK
Kasım 1989