Haberler-Mektuplar

Basın açıklaması
Son günlerde gelişen baskı ve sindirme politikalarının bir uzantısı olarak, tüm sosyalist basın ve demokratik kitle örgütleri ve öğrencilerle birlikte biz YENİ MAHALLE KÜLTÜR VE ARAŞTIRMA DERNEĞİ olarak üyelerimizle birlikte (14 kişi) siyasi şube tarafından hiç bir gerekçe gösterilmeden keyfi olarak YENİMAHALLE emniyet amirliğine götürüldük.
Ayrıca derneğimize protokol olarak gelen değişik sosyalist yayınlara el koymuşlardır. Tüm duyarlı demokrat kamuoyunu bu tür keyfi baskı ve anti demokratik uygulamaları protestoya davet ediyoruz.
Yenimahalle Kültür ve Araştırma Derneği Genel Başkanı Kemal Ökçün


Sayın özgürlük Dünyası,

Bandırma’dan bir okurun gönderdiği yazıya ben de katılıyorum: THKO’nun halka iyice tanıtılması ve THKO’nun feshine neden gerek görüldüğü, ardından TDKP’nin kuruluşu halka ve gençliğe anlatılmalı. Özellikle THKO ve TDKP’nin halka tanıtılması gereklidir. Bunun faydalı olacağına inanıyorum. Bütün Özgürlük Dünyası çalışanlarına selamlar.
İmralı’dan Ercan YILMAZ

TÜRKİYE CUMHURİYETİ
İSTANBUL DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA
İnsanın en temel hak ve hürriyeti düşünmek ve konuşmaktır. Düşüncesini yazmaktır. İnsanların düşüncelerini yok saymak ve yasaklamak katletmekle eş anlamlıdır. Türkiye’de ilerici, demokrat ve devrimci basına karşı devlet katliam içersindedir. Türkiye’de aylık çıkan siyasi ve kültürel dergi “ÖZGÜRLÜK DÜNYASI”nın okuru olarak dergimize karşı sık sık aldığınız “TOPLATMAK” kararınızı protesto ediyorum. Bu Türkiye gerçeğini yazmanın suç sayıldığının kararıdır. Bu kararlarla basın ve düşünce özgürlüğüne saldırılmaktadır. Toplatma kararı ve yasaklarla, ilerici, demokrat ve sosyalist basın susturulmak isteniyor. Bu susturma operasyonlarını kınıyorum.
Demokrat ve sosyalist basına karşı ekonomik ve siyasi baskıların son bulmasını istiyorum.
(İngiltere’de okuyucularımızın Özgülük Dünyası’nın toplatılmasını protesto etmek için Devlet Güvenlik Mahkemesi Başkanlığı’na gönderdikleri mektup.)

BEKOTEKNİK İşçileri 10 yıllık suskunluğu bozuyor…
Önce fazla mesaiye kalmama biçiminde gelişen direniş ve ardından da 2 Eylül günü yenen yemeklerden dolayı zehirlenmeye duyulan tepki ve bunun sonucunda üretimi durdurma…
Akşam vardiyasına gelen işçiler, yedikleri yemekten zehirlendiklerini belirterek doğruca sendika odasına gittiler. Türk-Metal’in işyeri temsilcileri, doğan tepkiyi yumuşatmak için göstermelik bir imza kampanyası başlattılar. Bütün işçiler imza kampanyasına katıldı.
Çalışma saatinin başlamasından sonra işçilerin bir bölümü rahatsız olduklarını belirterek çalışmayacaklarını söylediler ve doktor istediler, iki bini aşkın işçinin çalıştığı Koç’un Bekoteknik tesislerinde akşam vardiyasında zehirlenen işçilere müdahale edecek bir tek doktor bile yoktu, işveren, durumu acil olanları hastaneye sevk etmek zorunda kaldı.
Geri kalan işçilere çalışmaları için baskı yapan işveren, işçilerin çalışmama kararlılıkları karşısında geri adım atarak akşam çalışmasını tatil etmek zorunda kaldı.
Bekoteknik işçileri, birlik olunması durumunda, karşılarında hiç bir engelin dayanamayacağını kendi deneyleriyle gördüler.
Bekoteknik’li bir işçi

KAMUOYUNA
Faşist rejimin zindanlarının duvarları, dışarıdaki devrimci mücadeleye kavuşmamızın önünde engel olamayacaktır…
Biz Türk ve Kürt savaş esirleri ve devrimci tutsaklar olarak, mücadelemizi her alanda sürdürme kararlığından hiç bir zaman taviz vermedik, vermeyeceğiz. Bir yandan faşist rejim tarafından zindanlarda dayatılan kişiliksizleştirme, teslim alma, ihanet ettirme politikalarını canımız, kanımız pahasına boşa çıkarırken, diğer yandan da dışarıdaki aktif mücadeleye fiili olarak katılmak için sürekli olarak firar girişimlerinde bulunmayı da bir görev kabul ettik, etmeye devam ediyoruz.
(…) Ne var ki Sağmalcılar Kapalı Cezaevinde 1 Ekim 1989 tarihinde ortaya çıkarılan tünele ilişkin olarak DS, TKP/ML-TİKKO, MLSPB, TKP/ML, KURTULUŞ örgütlerinin imzasını taşıyan ve basına iletilen açıklamada, bu tünel olayında bizlerin (PKK, SVP, DY, ACİL, TDKP) eylemdeki rolü ve yeri tam olarak yansıtılmamıştır. Bu konuda kamuoyunu bilgilendirmeyi bir zorunluluk olarak görüyoruz.
PKK Nizamettin Boztoprak, Dev-Yol Erdoğan Biçici, TDKP Gazi Yaman, SVP Mehmet Çiftçi, ACİL Elvan Sağbili

KAMUOYUNA
Özgürlük tutkumuzu hiç bir güç engelleyemez!
Bizler, yaşamlarını devrimci mücadeleye adayan aşağıda imzaları bulunan örgütlerden tutsaklar olarak bir an önce sınıf mücadelesine aktif bir şekilde katılma çabalarımızın doğal uzantısı olarak, firar örgütleme faaliyetlerimiz, cezaevi mücadelesinin önemli bir halkasıdır.
(…) Firar çalışmamızda, aşağıda isimleri bulunan örgütler, çalışmaları bizzat yönlendirirken, cezaevinde bulunan PKK, DY, TDKP, SVP, ACİL haberdar edilerek, ilişkiler ve yardımlaşma sürdürülmüş, bunların yanı sıra diğer tüm devrimci örgüt ve kişilerin bu firar girişiminden faydalandırılması devrimci anlayışına sonuna kadar bağlı kalınmıştır.
Devrimci Sol Mürsel Göreli-A. Osman Köse, TKP/ML-TİKKO Baba Erdoğan-A.Rıza Derman, MLSPB Emrullah Çetin-Selahattin Çetin, TKP/ML Nazif Töre-Ali Gülmez, KURTULUŞ Kadir Gül-Turan Parlak.

Merhaba arkadaşlar,
Aydın’a sevk olduktan sonra, Özgürlük Dünyası’nın Ağustos, Eylül ve Ekim sayılarını alamadım. Kantin aracılığıyla sağlamak mümkündü, öyle yaptım.
Yayınlarınızla açlık grevine yaptığınız destek nedeniyle başta Özgürlük Dünyası ve E. Bayrağı olmak üzere tüm devrimci dergi, kurum ve çevrelere en içten teşekkürlerimi sunmayı borç bilirim. Özgürlük Dünyası okuru olarak açlık grevi değerlendirmesinin, kimi çevrelerin yaptığı gibi kısır döngü olarak tartışılmasını doğru bulmuyorum. Ayrıca karşılıklı suçlamaya dönüşen polemiklerin yararlı olduğuna inanmıyorum. Kimi dergiler, cezaevi dergisine dönmüş durumda.
Derginizin çalışanlarına, emeği geçenlere, uğraşılarında ve çalışmalarında başarılar dileri, teşekkürlerimi iletirim.
Erol Yılmaz, Aydın

Disiplin cezaları, tutsaklara karşı korkuluk olarak kullanılıyor.
Cezaevlerinde ” sükûnet”i , “huzur”u ve “Güveni sağlamak(!) için disiplin cezaları her zaman bir tehdit ve baskı aygıtı olarak sıcak bir şekilde korunmuştur. Bu yasa, siyasi tutsaklara karşı ise, istisna tanımaksızın herkese karşı uygulanır olmuştur.
Temmuz 89 sonunda Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ndeki siyasi tutukluların bulunduğu 4. koğuşta ortaya çıkarılan bir tünel olayını 4 siyasi tutuklu üstlenmiş olmasına rağmen (ki bu 4 kişi halen tünel olayından yargılanıyorlar) koğuşta bulunan herkese 15 günlük hücre cezası verilmiştir. Hücre hapsi alan kişi, cezası ne olursa olsun, olay tarihinden itibaren 1 yıl disiplin cezası yatıyor. Tutuklu, bu süre bitmeden tahliyesi gelse bile, disiplini kalkmadan tahliye olamıyor.
İşte 4. koğuşa bu tünel olayının ortaya çıkmasından iki gün önce gelen PKK davasından hükümlü Hasan Diren, tünel nedeniyle disiplin cezası aldı. Normal cezasının bitimine az bir zaman kala Haymana Cezaevine gelen Hasan Diren, aldığı disiplin cezasından dolayı bir yıl daha hapis yatmak zorunda. Şu an normal cezası bitmiş olmasına rağmen fazladan disiplin cezası yatıyor.
Bu da günümüz infaz kurumlarının, siyasi tutsaklara yönelik ” adaleti”.
Haymana cezaevinden bir tutuklu

Sevgili özgürlük Dünyası Dergisi Yöneticileri
Revizyonist saldırıların yoğunlaştığı günümüzde gerçek sosyalist bir dergiyi bize sunduğunuz için gönül dolusu teşekkür ediyor, mücadelenizi yürekten destekliyor ve başarılar diliyorum.
Şaban Erim 17 Ekim 1989 İzmir

Şıholar ölmez, Douglas Hurd istifa!
5 Ekim perşembe günü Şıho İyigüven ve Doğan Arslan, sınır dışı edilmeleri kararını protesto etmek üzere, tutuklu olarak kapatıldıkları hücreye kendilerini kilitledikten sonra yataklarını ateşe verdiler. Şıho, kaldırıldığı hastanede can verdi, Doğan halen yaşama savaşı veriyor (…)
Şıho’nun trajik ölümü İngiltere hükümetinin ırkçı göçmen politikasının bir sonucudur. Hükümetin, sığınma talebinde bulunan bu insanlara karşı almakta olduğu tavır, mültecileri konu alan onaylanmış uluslararası antlaşmaların çiğnenmesi demektir. Şıho’nun ölümünden, Douglas Hurd ve İngiliz hükümeti doğrudan sorumludur. (…) Mülteciler suçlularla bir tutulamaz. (…)
İşçi ve sendika hareketini, siyah toplumu, öğrencileri ve işsiz kitleleri, mültecilerin sürekli olarak gözaltında tutulmalarına ve bütün sınır dışı edilmelere karşı kavgaya, Kürt mültecilerin İngiltere’de kalma hakkını savunmaya ve Birleşik Krallıktaki bütün mültecilerin haklarına sahip çıkmaya çağırıyoruz.
SIHO REMAMBRANCE MARCH ORG. COM. c/o Liberty Hail, 489 Kingsland Road, London E8 Telephone 2496930

DUYURU
Dostlar, Londra’da yeni kurulan “Kültür ve Sanat Merkezi” olarak hepinizi dayanışmaya ve bağış kampanyamızı desteklemeye çağırıyoruz. Her türlü ve her dilden siyasal, ekonomik, sanatsal kitap, dergi ve resimlerinizi adresimize postalayarak dayanışmanızı ve dostluklarınızı bekliyoruz.
154-156 Stoke Nevvlngton High Street London N/6 İngiltere

Cezaevi Edebiyatı
Eylül öncesine oranla nitelikli sanat-edebiyat üretimlerinin, ayrıca ağırlıklı olarak cezaevlerinde gerçekleşmesi, edebiyat çevrelerinde yazar-okur ilişkilerinde, bir “cezaevi edebiyatı” tanımı tartışmasını başlattı. Bazen bir deneme yazısında bazen bir röportajda bu tartışma hala sürüyor.
Cezaevi edebiyatı tanımı, sınırlı-sığ bir tanım olsa da dilimizde bir yer buldu. Tanım olarak kabul ya da ret edilmesinden öte, bir kavrayış, yaklaşım sorunu olarak ele alınmalı.
Eylül teröründen, 70’lerdeki gibi onlarca yüzlerce devrimci genç-aydın değildi nasibini alan. On binlerle sayıya vurulan düşünen, direnen insanların kitlesel saldırıya uğradığı ülke içinde, cezaevi olgusu Türkiye “gerçeğinin” önemli bir parçası oldu. Niteliksel bir değişim geçirmeden, biçimsel göstermelik düzenlemelerle zaman zaman, kamuoyu gündeminden uzaklaşmış görünse de, geçtiğimiz aylarda dozu artarak yeniden yaşanan insanlık dışı uygulamalarla dünya ve ülke kamuoyunda yeniden gündeme geldi. Bugün de cezaevi olgusu, kaynakları, nedenleri ve uygulamalardaki vahşeti ile varlığını sürdürüyor. Zor’un ve zorbanın karşısında, direncin ve kavganın, haklı olandan yana sonlanıncaya kadar süreceği gerçeği, cezaevi olgusunun yakın-uzak gelecekte de sistematik olarak devam etmesinin her zaman nedeni olacaktır. Çoğunluğu aydın kökenli, düşünsel yanıyla toplumun ileri, yaşlarının birkaç katı hayatı yaşayan gençlerin, en verimli çağlarını geçirmek için cezaevlerini zorunlu mekân tutan insanların bazılarının, yetenek ve yaratıcılıklarının ayrımına vararak sanat-edebiyata yönelişlerinin abartılı, övgü dizilecek ya da küçümsenecek bir yanı yoktur. Sanat-edebiyatta mekân, zaman sınırı olmaz.
İnsanın var olduğu her yer, insanlar arası ilişkinin sürdüğü her alan sanatın hammaddesini, gereçlerini içinde barındırır. O hammadde ve gereçleri kullanmaya kalkan her insan sanatçı diye adlandırılamaz ama. Yine sanat-edebiyat adına “üretilen” her şey de sanat eseri olamaz. Tek başına istek, yetenek, yaratıcılık, gereç, bilinç yetmez. Hepsinin özenli, disiplinli bir bileşenidir sanatçılık ve tüm öğelerin ortak meyvesidir sanatçının yapıtı. İçeride ya da dışarıda iyi bir sanatçı olmanın farklı nitelikleri olmaz. Ya da içeride üretilmiş nitelikli bir yapıtla, dışarıda üretilmiş nitelikli bir yapıt birbirlerine yeğlenemezler. “Sanatın sanatçı için değeri, onu özgür kılışıdır. Sanat ona kendini ifade ettiği bir değer gibi gözükmesine rağmen aslında kendisinin ifadesi değil keşfidir. Kendisini yaratışıdır. Deneyimini toplumunki ile sentezler, iç benliğini toplumsal ilişkilerin kalıbına sokarken yalnızca yeni bir kalıp, toplumsal değeri olan bir ürün yaratmakla kalmaz, aynı zamanda kendi benliğini de yaratır ve şekillendirir.” (C. Coudwell) Bununla da yetinmez insana ve ona dair ilişki ve değerleri zenginleştirerek yeni olandan yana değiştirip dönüştürme sorumluluğu ve çabası üretim süreci boyunca peşini bırakmaz sürekli iyiyi arayan sanatçının. Bunun için de “cezaevi edebiyatı” tanımı çerçevesinde cezaevi edebiyatını abartılı öven anlayışlara da, onu görmezlikten gelip burun kıvıran anlayışlara da katılmak mümkün değildir. Edebiyata böyle bir literatür katkısı olsa olsa, edebiyata kaba ve sığ yaklaşımları yerleştirmek çabası olabilir. Ek olarak da, “cezaevi edebiyatı”na burun kıvıranlar, estetik açıdan zayıf olduğu gerekçesiyle kendi “seçkinci” edebiyat anlayışlarına mantık zemini buluyorlar. Diğer uç da, “cezaevi edebiyatı’nda estetik eksikleri tümden görmezden gelerek, kaba, ajitatif, kalıcı olmayan “üretkenliğe”, popülizme kulaç atıyor. Tüm bu nedenler ki “cezaevi edebiyatı” gibi başlı başına bir tanıma katılmamak için yeterlidir.
Eylülün kitlesel saldırısından en üretken çağlarında payım alan on binlerce insanın “yerleşim merkezine” dönüştürülen cezaevleri, sahil kahvelerinden, loş entel barlarından daha az elverişli değildi edebiyat üretimleri için. Tersine, zor içindeki yaşam, hem sayıca hem nitelik olarak ürünlerin gelişkinliğinin nedenidir biraz da.
Edebiyatta içeri-dışarı tartışmasından çok, düşünülmeye değer olan şey; Eylül sonrasında, edebiyat üretimlerinin sayıca yoğun olarak içerde gerçekleşmiş olmasının nedenleri ve ürünlerin nitelikleridir. Çünkü edebiyat bedeninde iki kol gibidir, içeride üretilenlerle dışarıda üretilenler.
Döneme damgasını vuran devletin zorundan doğrudan payını alan içerdeki sanatçı, daha sorumlu, daha titiz ve muhaliflik noktasında daha net seçmeci yaklaşmıştır. Bu yaklaşım, içerde üretilen ürünlerde, öyküde, romanda, özellikle şiirde belli bir nitelik sıçramasını beraberinde getirmiştir. Sanatın tüm türleri baş egemen olana bir tavır alışsa, cezaevinde sanatçı kimliklerini keşfeden ya da geliştiren insanların üretimleri iki kez tavır alıştır. Canlarından başka sermayeleri olmayan bu insanların üretimleri, insanlık onurunu, insana kendilerine olan saygılarını, değerlerini, içerde olmasına neden gösterilen düşünen başını savunacaktır öncelikle, sonra, telleri, duvarları aşmaya gücü yeten güçlü üretimleriyle dışarıdaki süren hayata hız ve sınır tanımadan katılırlar. Tıpkı dışarıda üretilip hayata katılma gücü bulan nitelikli üretimler gibi.
Son yıllarda cezaevlerinde üretilen ürünler daha nitelikliydi. Çünkü:
Eğrisiyle doğrusuyla devrimci mücadelenin, hareketli yaşandığı yıllarda, sözde gerekliliği savunularak, küçümser, bir o kadar da sorumsuz yaklaşımlarla ihmal edilen kültür-sanat konusunda, kullanılmamış potansiyelin varlığı geç de olsa fark edilmişti. Bu eksikliği aşmaya yönelik sorumlu bir tavırla cezaevindeki insanlardan yaratıcı, yetenekli, tutkulu olan bazılarının sanata yönelişi söz konusudur… Toplumca gerçekçilik adına, dışarıdaki bir kısım “sanatçının”, Eylül sonrası, kişilik-değer çözülmelerini ve karamsarlıkları abartarak “ürünler” vermesine tepki olarak, gerçekte yaşananların yaşayanlar tarafından anlatıldığında ancak ülkenin belli tarihsel döneminin edebi belgesellik taşıyabileceğine inanarak yöneliş de cezaevlerindeki ürünlerin farklılığında etkendir.
Dışarıda olduğu gibi, içeride de günlük heveslerle, iç dökme, sıkıntı hafifletmek için “üretilen” şeyler olmuştur. Bu ürünleri ve üretenlerin sanatçılığını tartışmaya gerek yoktur. Önemli olan, öz-biçim olarak zengin olan veya zenginleşebilecek yapıtların sahipleri sanatçıların desteklenmesidir, ister dışarıda ister içeride olsun.
Yıllar boyu, ülke edebiyat dünyasının ve o dünya sanatçılarının ortak yazgısı -sayıca az istisnalar bir yana-üretimden kopukluk, kendileri için üretmek, sanatçının da diğer aydınlar gibi sınıf dışında şekillenmesi ve buna bağlı olarak yaşam biçimlerinin ifadesi ürünler verilmesidir. Birbirleriyle ilişkilerinde de dayanışma destek aynı çatı altında örgütlenme yerine, “gelişmemiş” sanatçı aydın ruh halinin belirleyici olmasıdır biraz da “cezaevi edebiyatı” gibi ayrıcalıklı bir tanımı tartışmaya açan. “Bir küçük burjuvanın başarısı, diğerlerinin bağrına saplanan bir hançerdir her zaman” sözünü anımsatırcasına.
İster içeride isterse dışarıda olsun, “Bütünlük isteyen sanatçı hem düşünür hem devrimci olmalıdır.” Muhalif olmayı taraflı olmakla bütünleyebilen sanatçılar ancak, devrimci edebiyatın yaratılmasında yerlerini bulacaklardır.

Perestroyka onu da çarptı:
Revizyonist GDF Başkanı günah çıkartıp istifa etti
Kısa adı GDF olan Göçmen Dernekleri Federasyonu’nun Başkanı Hasan Özcan geçtiğimiz Eylül ayında yazılı bir “özeleştiri-açıklaması” yaparak istifa etti.
Daha önceleri kısa adı FİDEF olarak bilinen ve TKP’nin F. Almanya’daki bir yan kuruluşu olan ve çeşitli işçi derneklerini bir araya getiren bir federasyon örgütlemesinin 15 yıl süreyle genel başkanlığını yapan Hasan Özcan, geçen yıl TKP ve TİP’in birleştirilmesine bağlı olarak FİDEF gibi faaliyet yürüten, fakat bir-iki yerde örgütlü olan DİBAF (TİP’in Almanya’daki dernek-federasyon tipi örgütlenmesinin adı: Demokrasi İçin Birlik Federasyonu) da kendisini feshederek ortak bir kongre yaptılar. Birlikte GDF’yi kurduklarını ilan ettiler. “Camicilerden en solda olanlara kadar herkese” çağrı yaparak bu çatı altında örgütlenmeye gidelim diyen bu yeni federasyon örgütünün başına da Hasan Özcan getirilmişti. Değişen bir şey olmadı ve TBKP girişimini güçlendirmek ve kamuoyunda birlik imajı yaratmak için kurulan ve tantanalı bir şekilde propagandası yapılmaya çalışılan bu revizyonist mihrakta, daha kuruluşundan itibaren iç çekiş-memeler sürüp gitti ve sonunda başkanın istifası ile ilk patlak duyuldu. 15 yıllık dernek başkanlığı yapan Özcan, vicdanen rahatlamak için yazılı bir açıklama yaptı. Bu açıklamasında istifa nedenlerinden biri olarak TKP ve TİP yöneticilerini o dönemde hemen devreye girdiler ve ‘FİDEF-DİBAF birleşme sürecinin tıkanmasının TKP-TİP birliğini de etkileyeceğini’ ileri sürdüler. Bunu demokratik kitle örgütlerinin birleşme sürecine müdahale olarak görmeme rağmen, birlik yolunda engel olmamak için, buna direnmedim, karşı çıkmadım. “Deneyimli Başkan” ayrıca kendisi döneminde yapılan haksızlıklara ve yanlış uygulamalara da karşı çıkmadığını söyleyerek günah çıkardı: “FİDEF’i her gün biraz daha TKP’nin paravan örgütü konumuna getiren uygulamalara direnemedim.    Direnseydim belki FİDEF Başkanı olarak kalamayacaktım. Ama hiç değilse bugün duyulan üzüntüyü ve utancı yaşamayacaktım.” Olup biten haksızlıklar karşısında sürekli olarak bir türlü “direnemediğini” söyleyen Başkan sorunların yeniden yaşanmaması için artık direnme ve başkaldırma döneminin gelip çattığını da sözlerine ekledi. Başkan’ın istifasından soma örgütün ne olacağı konusunu çözmek için çeşitli bölgelerde toplantılar yapılacağı söyleniyor. GDF’nin feshedilip edilmeyeceği tartışılırken, birçok dernekte istifaların gündeme geldiği de ileri sürülüyor.
TKP’nin F.Almanya’da yayın organı olan Türkiye Postası’nın geçtiğimiz aylardaki bir sayısında yayınlanan bir yazısında, “Yıllardır dernek başkanlığı ve diğer görevlerde yer aldım, tornacı olarak geldim Almanya’ya, şimdi işsizim ve sosyal yardım alıyorum ve hala bir baltaya sap olamadım” diyen Başkan Özcan’ın bundan böyle ne yapacağını herhalde tüm GDF üyeleri de merakla bekliyorlar.

Kapitalist sistemin sanatsal üretimde tıkanıklığı
2. İstanbul Bienal’i üzerine
Yusuf   DOĞAR

Gülhane Şenlikleri, İstanbul Müzik Festivali, müzikaller derken 2. İstanbul Bienali’ni de geride bıraktık. Şimdi, çoğumuz haklı olarak diyeceğiz ki, bienal de ne demek? Onu da açıklayacağım. Türkiye sınırları içinde yaşadıkları halde milyonlarca Kürt’ün dilleriyle yazıp, konuşmaları yasaklanırken; son yıllarda emperyalist ülkelerin dilleri, fütursuzca yaşamımıza yerleştirilmektedir. Hem de devlet eliyle. İşte İstanbul Bienali de bunlardan biri. Hem işlev, hem de kelime bakımından Batı öykünmeciliğinin sonuncularından. Ama her öykünmedeki gibi bunda da çarpıklık daha isminden başlıyor. Bienal (Biennial) kelimesi İngilizcede “iki yılda bir” anlamına geliyor. Ama biz kullanırken neyin iki yılda bir olduğunu belirtmeyi unutuyoruz. Hem de; İngilizce olan bir kelime ve de okunuş şekliyle getirilip Türkçe cümle yapısıyla kullanılıyor. Bienali düzenleyenler, daha kelimeyi tam anlamıyla kullanmaktan acizler. Başlangıcında bu çarpıklıklarla dolu düzenlemeden bir şeyler beklemek için, çok saf olunması gerekir herhalde.
Geleneksel yapılarda ve çevrelerde sanat
İlki iki yıl önce hamam ve kiliseden başlatılan bienal, bu yıl da kapitalist sistemin sanatsal üretimdeki tıkanıklığının bir yansıması oldu. “Geleneksel Yapılarda Çağdaş Sanat” ve “Geleneksel Çevrede Sanat”   başlıkları altında toplanan çalışmalar, bunun en açık göstergesiydi.
Üretememenin sıkıntısı içinde olan burjuvazi, daha önce üretilmiş yapıtlara tepki gösterilerine dönüştürmekte sanatı. Bunu yaparken de kendi güçsüzlüğü ortaya çıkmaktadır. Yüzyıllar önce gerçekleştirilen yapıtlar, bu tepki gösterileri sayesinde büyüleyici gücünü daha da arttırmakta. Yapılan çalışmalar, oyalayıcı, eğlendirici olmaktan öteyle gidememekte.
Bienal düzenleyenlerinden biri, bu çalışmaları eleştirenleri ‘başkaldırıdan, uluslararası sanat ortamı ile karşı karşıya gelmekten korkan çevreler olarak niteliyor ve bienali de “kültür yozlaşmasına, alt sanat ve alt kültür egemenliğine karşı gerçek aydınların gösterdiği tepki” (X) olarak gösteriyor. Şunu sormak gerekiyor;    nasıl bir başkaldırıdır ki; düzene karşı mücadele eden sanatçılardan hiçbiri yok bienalde? Yine, nasıl bir başkaldırıdır ki yıllardır ülkeyi kan ve gözyaşına boğan faşist diktatörlüğe karşı hiçbir sanat çalışması olmasın? Başkaldırı filan değil yapılanlar, geçmişe sığınmadır. “Batı’da yapılıyor da bizde neden yapılmasın” anlayışıyla gerçekleştirilen 4., 5. sınıf öykünmeci ithalcilik yozlaşmanın kendisi değil de nedir? Öyleyse ilk önce kendiniz bir tepkide bulunun. Bienali finanse eden burjuvazi tarafından bilinçli olarak kurumlaştırılan alt kültür dediğimiz feodal kültüre karşı, burjuvaziyle mücadele etmeden nasıl başkaldıracaksınız? Mücadele ettiğiniz anda,       bienaldeki varlığınızın da sonu demektir.
2 yıl önce getirdiğimiz eleştirilerin haklılığını onaylayanlar, gün gittikçe daha da artmaktadır. Hatta bienal çalışmalarına katılan sanatçılar bile, bizim getirdiğimiz eleştirileri yaşayarak dile getirmektedirler. Küçük burjuva sanat yazarları tepkilerini köşelerinde dile getirmekteler.
Düz duvarlarda, galerilerde sergilenmesi gereken tuval resimler, yüzyıllar öncesi yapıtların kavisli duvarlarında, revakların üzerinde sallandırılmakta. Yapması gereken etki de yok olmaktadır. İnsanı alıp, gökyüzüne uzandıracak etkileyici ve uyumluluk içindeki 4. yy., 16. yy. yapıları içine konan çalışmalar, bazen fark edilmiyorlar bile. Aya İrini’deki apsisin üzerini örten yarım kubbedeki 8. yy. yapımı mozaik haç figürü bile tek başına 20. yy.daki bienal çalışmalarından ilgiyi üzerine çekebiliyor. Büyüleyici gücünü daha da arttırıyor.
Hazır nesnelerin kullanımı ya da teknolojiye ağırlık verilerek oluşturulan düzenlemeler, sanatı geri planda bırakmaktan öteye geçmekte. Sanat insan bilincinin bir üretimidir. Rastlantının yerine, tasarlanmış bir üretimdir. Beyniyle, eylemiyle bütünleşmiş insanın ürünüdür. İnsan müdahalesi azaldıkça, kontrolden uzaklaşıldıkça, sanatın etkisi de o oranda azalmaktadır. Su içme kabına işlenen bir nakış, arabaya işlenen bir resim… bile insanın teknolojiye karşı mücadelesinin simgesidir. Elle yapılmış bir nakış, bir resim bile manevi olarak doğaya üstünlük duygusu vermektedir.
Günümüzde kapitalist sistemin teknolojiyi insanı dışlayarak geliştirilmesi; sanatı da teknolojinin emrine vererek geriletmesine neden olmaktadır. İnsana rağmen sanat oluşturulmak istenmektedir. Geleneksel yapılarda ve çevredeki gösteriler ve “öncü sanat” olarak adlandırılan sergilerde bunları görmekteyiz.  Bazı düzenlemeler teknolojinin abartılı bir gösterimi olmaktan öteye gidemiyor. Şöyle ki Aya İrini’deki flüoresan tüpleriyle gerçekleştirilen düzenleme, elektrik tesisatçısının becerikliliği yanında, tüpleri üreten firmanın imalatına bağlı bir oluşum. Bu çalışmada tasarlayandan çok, teknolojik sorunlar daha ön plana çıkıyor.      Elektrik kesintisini düşünün ya da her an bozulma tehdidi altındaki flüoresan tüplerinin sönmesini. İnsanın doğayı ele geçirmedikçe manevi aracı olan sanatın, o anda teknolojiye yenik düşmesi nasıl bir etki gösterecektir? Aya İrini önündeki sütun parçalarının pirinç levhalarla etraflarının çevrilmesi değerlerini daha da arttırmaktadır. Niye diyeceksiniz? Yapılar düzenleme ambalaj etkisinden öteye gidememekte de ondan. Ambalajın da insan üzerindeki etkisi, değerli oluşumları korunmaları için yapılmış düzenlemelerden ibarettir. Yine Ayasofya’nın Meyit kapısı önünde kırmızı metalden oluşturulan çerçeve, oraya konan belirtici levha olmasa fark etmeden geçecek, üzerine işportacıların mallarını koyup sattıkları mekân olarak bilecektik.
Hep bunlar gösteriyor ki; üretememenin ve tekrarlamanın sancısı içindeki burjuvazi, sanatı yapay gösterilerle kitleleri uyutma ve eğlendirme aracı haline getirmektedir.
Polis kordonu altındaki bienal eğlencesi
Sanatları gibi bienal eğlencelerini de insanlardan kendilerini barikatlarla ayırarak gerçekleştirdiler. İnsanı dışlayarak yaratılan sanata da bu yakışırdı zaten. Vakko tarafından bienal sergisinin açılışı dolayısıyla Beyoğlu Çiçek Pasajı’nda, yemekli eğlence düzenleniyor. Bienal sanatçıları “seçkin” konuklar içindi bu eğlence. Eğlence dolayısıyla çiçek pasajının bulunduğu bölge polis kordonu altına alındı. Keskin nişancılar bölgeye yerleştirildi ve de o bölgeden insanların geçmesi engellendi. “Seçkin” kimseler eğlenecek diye, binlerce insanın o gece dolaşım özgürlüğü engelleniyor ve baskı altında tutuluyordu. Eğer bienal ve eğlenceleri böyle halka engellenip, korku salınarak gerçekleştirilecekse; bienalleriniz de eksik olsun.
Rus sanatı sergisi
Asil Nadir tarafından finanse edilen bienal çerçevesinde bir de Rus Sanatı Sergisi düzenlendi. “SSCB” Kültür Bakanlığı ile yapılan işbirliği sonucu gerçekleştirilen bu sergi, 19. yy. sonları ile Ekim Devrimi sonrası yıllarının resimlerini kapsıyordu. Gözlerimiz, İşçi Devrimi yapmış bir ülkenin devrimle ilgili resimlerini aradı durdu. Maalesef izine bile rastlayamadık. “SSCB” Kültür Bakanlığı sansür koymuştu. O dönemde sanki hiçbir olay gerçekleşmemiş gibi sadece manzara resimleri, portreler ve de natürmortlardan oluşan bir sergi göndermiş, Oysa Repin’lerin, Kustodiyev’lerin devrim sırasında devrimci coşkuyu yaşatan sayısız çalışmaları var. Bunları göndermek yerine empresyonist tarzda yapılmış manzara resimlerini yollamışlar. “SSCB”deki egemen burjuvalar, devrimin izlerini üretilmiş sanat yapıtlarından da silme uğraşındalar, onları gözler önünden kaçırmaya çalışmaktalar.
Öncü sanatı adı altındaki sergiler
Yerli “öncülerden (80’li yıllarda Türk Resmi, Genç Türk Sanatçıları) bahsetmeye, hem yer, hem zaman bakımından değer bir şey görmemekteyim. Senede 2-3 defa açtıkları öykünmeci sergilerin birer tekrarından başka bir şey değiller.
Alman ve Avusturya Öncü Sanatı adları altındaki sergilere baktığımızda ise daha önce gerçekleştirilmiş biçim ve tekniğin tekrarından ibaret görüyoruz. Figürleri geometrik şekillere ayırmayı, Braque, Gris, Picasso, daha 1910’larda gerçekleştirmişlerdi. Geri plandaki geniş lekeler üzerine kalın sınırlarla belirli figürleri Léger 1920’lerde kullandı. Tuval üzerine metal alaşımları Tatlin daha 1915’lerde kullanmıştı. Alexander Rodchenkere konstrüktiv çalışmalarını 1920’lerde sundu. Yine kullanım değeri olan nesneleri sanat eseri gibi sergilemeyi Duchamp 1917’lerde gerçekleştirmedi mi? Boyanın fiziksel akışkanlığından faydalanarak rastlantısal oluşum elde etmeyi Pollock 1940’larda denemişti. Biçim bozarak, renk karşıtlığından faydalanarak korku ve kaderci imgeler yaratmaya Bacon 1950’lerde çalışmamış mıydı?
Gerçekler ortadayken, yukarıda sıraladığım biçim ve tekniklerin tekrarı niteliğindeki çalışmaları 1987-1989 üretim tarihi olsalar bile “öncü sanatı” diye dayatmanın ne alemi var? Sanıyorlar ki; sanattan ve de gelişiminden yalnızca burjuvazi anlıyor, başkaları bir şey bilmiyor. Oysa yanılgıları ve güçsüzlükleri işte ortada: Halktan korkmak, üretememek, eskiyi tekrar…
(X) 16 Eylül 1989 Milliyet

Kuşlar gibi uçalım… ama ne yana?
Gökyüzünün özgür çocukları kuşlar, özgürce süzülmektedir mavişlerde. Onların da “büyük kuşları”, “küçük kuşları” vardır. Başkanları vardır, başkan yardımcıları vardır. Dünyaları, bizim dünyamızı andırır az buçuk. Günlerden bir gün, yaşamlarından sıkılmış “yeni bir dünya” bulmak için yollara düşen iki âdemoğlunun yolu bu kuşlar ülkesine düşer. Orada özledikleri yenidünyayı kurarlar.
“Nasıl bir dünyadır bu?” demeden önce anlattığımız ne ile alakalıdır, onu açıklayalım. Efendim, Gencay Gürün hanımefendinin ve Haldun Dormen beyefendinin önemli şirinliklerinden biri yazımızı meşgul eden… “Önemli şirinlik” geçen yıldan beri sahnelerimizde: KUŞLAR. Bir rock-müzikal. Gencay Gürün, Aristophanes’ten çağımıza uyarlamış. Aristophanes’in “çağının başlama ustası” olduğu gerçeğini bildiğinden bu özelliğini korumuş ve (hatta ve hatta) kendini bile taşlamış. Korunmak için zırhlara sarındıktan sonra kendini taşlamak gülünçten öte, trajik. Salt bu olay, başlı başına bir oyun konusu…
Zihni Göktay, Ayla Algan ve Hümeyra’nın oyunculukları, müzikle birleşince eğlenceli ve seyredilir bir oyun çıkmış ortaya. (Yani rock-müzikal “tuttu”.) Dekor ve ışıklandırmanın göz alıcılığı da “kolay beğenir” hale getirilmiş seyircimizi içine alıyor, eritiyor… Yeterli mi? Tiyatronun eğlendirici işlevini yadsımıyoruz. En güzel yanıdır bu tiyatronun. Yaşamda “tepenize kan sıçratan işler” sahnede kahkahalar attırır. Seyrettiğiniz kişi sizsiniz. Güldüğünüz kişi sizsiniz. Yani seyirci, izleyici. Bir yazar “Tiyatro eğlencelidir, ama eğlencelerin en faidelisidir” diyor. Bu konuda ağır saldırılara hedef olan Brecht de, şunları söylüyor: “Genellikle öğrenmek ve eğlenmek arasında pek büyük bir ayrımın varlığı düşünülür. ‘Öğrenmek yararlıdır belki, ama hoşa gideni sonuncusu, yani eğlenmektir’ denir. Eğlenmekle öğrenmek arasındaki karşıtlığın zorunlu nitelik taşımadığını, şimdiye dek hep var olagelmediğini, bundan böyle de hep var olması gerekmeyeceğini söylemek yeterlidir sanırım.” Brecht’in yazdıklarını, sahne koyucunun okumamış olması ihtimalini hesaba katmıyorum. Ama anlamadığı kesin…
Artık baştaki soruyu sormanın vaktidir. Nasıl bir dünyadır kuşların gökyüzünde kurdukları? Kuşlara herhangi bir şekilde zarar verenleri aralarına almıyorlar. Eşit bir dağılım sistemleri var. Bülbül’ün sesiyle erkenden uyanıp uçuyorlar göklerde. Mutluluk… Aralarına katılmak için “başvuran” dünyalı insanları kafese atıyorlar. Suçları: Dolandırıcılık, miskinlik, tembellik, haksız kazanç… Bu düş dünyasındaki ülkeye “Ah! Ne kadar güzel” diyerek iç çekmek üzereyken, birden işler karışıyor. Tanrıların aralarında akıl almaz “dünürlükler” ve bir düğün şenliğinde tüm kafesler açılıyor. Bütün kuşlar özgür… Adeta genel af. (Büyüklerimizin kulakları mı çınladı ne?)
Şehir Tiyatroları “demokrasi” derse bu kadar olur… Karikatürize edilmiş oyun kişileriyle, yaşamda paralellikler kurmak şansı var. Şu üçkağıtçı müteahhit, kapitalizmin kendisi değil de nedir? Herkes kuş gibi uçacak ya, kapitalizme de özgürlük… Sormak gerek, tüm kafese atılanlar dışarı çıktığında, “kuşlar ülkesi” diye bir ülke kalacak mı? Özgürce uçabilecekler mi yine? Belki adını bile koymuyorlar ama, gerçek anlamda bir burjuva demokrasisi propagandası yapılıyor sahneden. Yasada herkese özgürlük, fiilen bazı insanlara. Dekor-kostüm-ışık derken seyircinin başı dönmüş de, bunu bile fark edemez nale gelmiş, çok şükür… (!) Mutlak özgürlüğün ne derece mümkün olduğu değil yazı konumuz. Ancak, özgürlüğü anlatan oyunda özgürlüğün sınıfsal temellerinin konmayışı önemli bir eksiklik, ödenekli tiyatroların böyle bir kaygısı da yok zaten. Bindikleri dalı kesecek değiller ya… Ama unuttukları bir şey var; her, kuşun eti de yenmiyor maalesef…
Her şey özgürlük için… Özgür kalabilmek için. Nasıl özgür yaşar insan? Sonsuz özgürlük birilerinin kafeste kalmasıyla mı mümkün? Maalesef “evet” diyor buna beynim. “Hey şair gidişin ne yana?” diyor ya şair, soruyorum ben de:
HEY KUŞLAR! UÇUŞUNUZ NE YANA?

AMATÖR BİR RUH VE PROFESYONEL BİR ZİHNİYETLE ÜRÜNLERİNİ SERGİLEYEN
İstanbul sahnesi oyuncuları her yerde ayakta alkışlandı
İmdat ULUSOY – Bremen

Ölümünün 5. yıldönümünde düzenlenen anma toplantılarıyla tüm Avrupa çapında adına yaraşır bir şekilde anıldı Yılmaz Güney. Bu anma gecelerine en büyük katkıyı yurt dışındaki Türkiyeli emekçilerin daha önceden hiç tanımadıktan bir tiyatro grubu yaptı: İstanbul Sahnesi Oyuncuları!
En küçük bir kişisel beklenti duymadan iki bin kilometre yolu, bir o kadar da yük ile kat edip gelen İstanbul Sahnesi Oyuncuları hem oyunlarıyla hem oyun dışındaki yaşam ve davranışları ile çok etkilediler, büyülediler. Oyuncu olarak tek tek hepsinin yeteneklerini sıralamayı herhalde onlar da istemezlerdi. Çünkü yaşam anlayışlarına da uygun olmazdı. Her şeyi kolektif bir anlayışla, amatör bir ruh ama profesyonel bir çalışma tarzıyla çözen oyuncular birçok insanı davranışlarıyla sarıp sarmaladılar ye sempati topladılar. Ömründe belki de hiç tiyatroya gitmeyen gurbetçiyle, birçok tiyatro oyununu izleme olanağı bulmuş birçok insanımızın oyun sonundaki düşünceleri hemen hemen aynıydı: “Genç hepsi de ama usta oyuncu gibi oynadılar. Çok becerikli ve yetenekliydiler. Ben böyle düşünmemiştim. Ama gerçekten oyun çok hoşumuza gitti. Sonunda ağladım. Yılmaz Güney olayını hakkını vererek canlandırdılar.” Bu ve buna benzer düşünceler birçok insanın duyduğu duygulardı.
İstanbul Sahnesi oyuncuları dört bölümden oluşan oyunlarında, Çukurova’dan esintilerle, Fatoş’la, cezaevlerindeki yaşamla üç ayrı Yılmaz Güney’i gerçekten sıcak ve yakından sundular izleyicileri. Yaşamından önemli kesitlerin bir bütünlük ve evrimle ele alınıp anlatıldığı oyunda, sanat ve kültür konusunda ilgisi olan birçok izleyicinin endişesine de yer kalmıyordu. Çünkü slogansal ve kaba bir biçimde sanat unsurlarını, estetik tadı göz ardı ederek kaba gerçekçi bir biçimde bir oyun sergileme anlayışı yoktu bu oyunda. İzleyici zaman zaman oyuna düşünceyle, olup bitenleri bizzat kendisinin yakalaması zorunluluğu ile estetik, sanatsal bir unsur da vardır bu sanat olayında diye, düşünerek baştan sona izledi oyunu ve gerçekten içeriğiyle, ortaya konuluşu ile doyurucu oldu tüm katılanlar açısından.
Oyunun konusunun ayrıntısına girmeye gerek yok. Konu: Yılmaz Güney ve Perdeci’nin Bremen Radyosuna yaptığı açıklamada da dile getirdiği gibi, “Yılmaz Güney olayı yeni fakat kapsamlı geniş bir konu, biz başlangıç olsun diye buna küçük bir katkıda bulunmak istedik. Elbette daha çok ele alınıp işlenecektir bu olay.” Yurt dışındaki “gurbetçiler” oyunun ilk izleyicileri olmakla, şanslıydılar bu kez. Umarız İstanbul Sahnesi oyuncuları Türkiye’deki izleyicileri de bundan mahrum bırakmazlar. Sahnelerindeki kurulu iplerden belki bazıları bu oyunun sergilenmesine takılıp kalabilir ama İstanbul Sahnesi oyuncularının bir yolunu bulup sergileyeceklerine inanıyoruz yürekten.
Oyunun sonlarına doğru Güney’in canlandırdığı tüm karakterler başına toplanmıştır. Fatoş bir yandan onun görkemli yaşamını anlatırken bir yandan da onu uğurlamaya hazırlanmaktadır. Bu gidişe Fatoş bütün gücüyle karşı koymak ister, direnir, adeta bir bilim adamı gibi kanseri yenmeye çalışır kollarını sıvar. Ancak çok geç kalınmıştır. Oyunun sonundaki çağrı kulaklardan hiç gitmeyecektir: “Bir gün Güney, Fatoş a, “Sana bir şey olursa ciğerim, bütün dünyayı ayağa kaldırırım, bilesin” demiştir. Ve seslenir İstanbul Sahnesi oyuncuları, “Bütün dünya lütfen ayağa kalkın, çünkü Yılmaz Güney…”
VE TÜM AVRUPA’DA ÖLÜMÜNÜN 5. YILDÖNÜMÜNDE BİNLERCE İNSAN AYAĞA KALKTI!
Yılmaz Güney’e selam!
İstanbul Sahnesi Oyuncularına selam!
Selam geleceğin, insan ruhunun mimarlarına!


PERDECİ – Mehmet ESATOGLU
Şen olamayan şenlik

Bir sonbahar akşamı sonbaharın ortalarında kış çağrışımları yaparak hafif hafif çöküyordu kentin işlek caddelerine. Caddeler insan yığınlarıyla donanmış. Kimi eve yetişme telaşında, kimi akşamı solumada. Caddenin bir ucunda Aktör Baba bir kenarda durmuş insanlığın akşam görüntüsünü seyretmede, insansız caddeleri sevmeyen ve caddeyi ormanı denizi insanla seven Aktör Baba’nın kışa dönmeye yüz tutmuş sonbahar akşamında içinde müthiş bir yaşama sevinci… Sonbahar akşamları, nasıl kokar bu kentte. Rüzgârla koşuşan yapraklar nasıl bir koku yayarsa ortalığa işte öyle. Buna belki benim ve Aktör Baba’nın dışında bazıları karşı çıkabilir, oysa biz bu kentten her ayrı düştükçe aynı şeyi yineleriz. Ağaçlar İstanbul gibi kokmuyor…
Aktör Baba birden geçmiş yıllarda İstanbul’a “dalan” birinin nasıl da yeşili ve koca kenti yok etmeye koyulusunu anımsadı bin bir koku arasında.
Akşamın orta yerinde caddenin öbür yanında bir dozerin etrafında toplanmış insan yığınları ve onların bağırışları dikkatini çekti Aktör Baba’nın. Kendisi kalabalıklara ve soğuk hırlaşmalarına aşırı merakından kalabalığa doğru ağır ağır yaklaştı.
Bir apartmanın önünde beş-on kişi dozerin başına toplanmış karşılarındaki bir adamla bağrışıyorlardı. Bağrışmanın bir yerinde dozerin başındaki adam dozerin kenarına çıkarak bağırmaya başladı, “Kazacak kardeşim, kazacak.” Adam senin binanın temeli çürük diye saatine bilmem kaç bin lira saydığı dozeri boş bırakamaz.” Bu keskin yanıt üzerine her kafadan bir ses yükselirken temiz aile kadını kılıklı biri, “Beyefendi,” dedi, “sizin çoluğunuz-çocuğunuz yok mu?” Dozerin kenarına çıkmış adam tam ağzını doldurmağa hazırlanırken bir an yutkundu; “Ne ilgisi var efendim. Lütfen evlerinize girin görevime engel oluyorsunuz. Aksi halde davacı olacağım.”
“Davacı olmak”. Aktör Baba bir an bu keskin atıp tutan adamın sorumluluğunu düşündü. Konu neydi? Her zamanki gibi bir apartmanın yanında temel kazılıyordu ve yandaki apartman çökme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Apartmanda yaşayanlar, duvarlarında büyüyen çatlakların görüntüsüne dayanamayarak yan tarafta toprağı kazan dozere kafa tutmaya gelmişlerdi. Düşünsenize gazete yapraklarını, böyle sustururlar insanları sonra bir gün manşetler haykırır: Facia… Bu adam o anda ortada yoktur ve devlet her nedense bu işin sorumlusunu bir türlü bulamaz. Bu gerçeği kabullenebilmeleri için bir gece yarısı uğultuyla sokağa fırlayan insan görüntüleri gereklidir. Görev ya da sorumluluk. Yönetim bazında anlamsızdır. İnsanların sözüm ona can güvenliği ile sorumlu biri insanlara olmayacak bir zulmü uygular. Yargı böylesi bir adamın tırnağına zarar gelmemesi için çırpınır durur. Sorumsuzca cinayetler işlenen bir ülkedeyiz, hastanede yargıda okulda ya da yaşamın başka bir alanında. Bu davacı olurum diye gırtlağını paralayan adam eğer eli kanlı bir cani değilse yarın bu ev çöktüğünde ne yapacak? Kimi katiller gibi umarsızca aramızda mı dolaşacak?
Aktör Baba, kafasında bu görüşler yoğunlaşınca, belki de bir an bunları haykırmak üzere adama yanaştı. Birden duraksadı sonra yüzünü buruşturdu. Kendi kendine “Bu bizim Selami”, diye mırıldandı.
Apartmanın önündeki insanlar ağır ağır binaya girerken Selami, Aktör Baba’yı gördü. Aktör Baba “Merhaba baba”dan kaçamadı. Selami hafifçe koluna girdi. Az önce suratındaki sorumsuz katılığı bir yana bırakarak hoşbeşe başladı. Aktör Baba ona söyleyeceklerini kafasında toparlamaya çalışırken Selami hafif bir kahkahayla “Baba ya, başımıza gelenleri duydun mu?” Aktör Baba bir an yanıtlayamadı, sonra bir dalgınlıktan sıyrılırcasına, “Kaza mı geçirdin?” dedi. Selami, önce hafif hafif sonra kahkahayla gülerken “Daha beter baba, daha beter”, dedi. “Bu yaz belediyecek bir şenlik geçirdik.” Aktör Baba, “Anladım,” diye kesti, “adı kültür olan ama içinde her nevi kepazeliğin kol gezdiği şamataları kastediyorsun. Bunlar sanırım kültürü katletmenin yeni biçimleri.” “Baba,” dedi. Selami, “onlar olayın ciddiyetini kavramayanlar. Bir de kavrıyorum deyip kepaze olanlar var. Bizimki işte o cinsten.”
“Bizim Başkan hepimizi toplayıp olayın ciddiyeti üzerine günlerce konuştu. Bir şenlik kurulu kurdu. Önceleri her şey umutlu görünüyordu. Çevreden bu olaya gönüllü destek verecek yüzlerce genç bulduk. Tam işler yolunda derken yetki konusunda ortada bir karmaşanın olduğunu fark ettik. Bay Başkan gerçi demokratik bir biçimde kurulu oluşturmuştu ama, kurul tam bir yetkili-yetkisizler ordusuydu. Kurul olayı var etmekle görevliydi. Ama karar verme ve harcama hariç. Bu şöyle bir faciaya yol açtı; kurul üyeleri bir konuyu günlerce araştırarak çözüyor, uygulama için Başkan’ın önüne getiriyor. Bay Başkan çözümü beğenmeyerek kendisi bin tane işinin arasında araştırmağa başlıyor. Bu kez o, kuruldan daha kötü bir sonuca ulaşıyordu. Kendi ulaştığı sonucu beğenmeyince kurulun önerisine karar veriyor, bu kez de o çözümün vakti geçmiş oluyordu. Bay Başkan, her sabah harcamasız bir şenliğin faziletlerinden dem vuruyor, eski Başkan döneminde yapılan şenliklerde kimi işlerin nasıl parasız çözüldüğünü anlatırken biz de ona çözülen kimi işlerin belediyenin kaymağını yiyen kimi çevrelerce çıkar uğruna yapıldığını anlatıyorduk.”
“Önceleri bir kaç müzikçi ve halk danslarıyla sınırlı şenlik, giderek gevezelik sonucu tiyatro, imza günleri ve panellerle genişletildi. Zaten felaketin başlangıcı da böyle oldu. Yanlışlık, kurula seçilen kişilerle başlamıştı. Bu kişiler, aktif olarak bu işlerle daha önce hiç uğraşmamış olmanın yanı sıra yaşamlarında sanat-kültürle ilişkileri sıradan bir insanın düzeyinden pek farklı değildi. Böylesi kişilerin şenlik gibi çetrefilli bir işte başarı sağlamaları ancak mucize düzeyinde gerçekleşebilirdi. Nitekim sonuçta da öyle oldu. Başta uzun bir süre olaya yönelik yapılan gevezelikler bizi bir arpa boyu bile ilerletmedi.”
“Anlaşamadığımız konu kültürel bir etkinlik mi yoksa sıradan yığınları toparlayacak bir olay mı? Bu durumda kimi üyeler yığınlar gelmedikçe belediyenin olumlu hanesine bir artı kazanamayacağımızı, asıl yapılması gerekenin “halkı çekecek” isimleri art arda getirmek olduğunu vurguluyor; örnek olarak da Anakent Belediyesi’nin başındaki kültür sorumlusu şair efendiyi gösteriyordu. Şair efendi, utanıp sıkılmadan birçok yoz ismi art arda Gülhane Bahçesi’ne doldurmuş ve sözüm ona halkı “eğlendirmişti”. Kimileri de bunun zaten kolay bir iş olduğunu belediyenin bu işe soyunması yerine sıradan bîr gazino organizatörünün de bunu başarıyla yapabileceğini, önemli olanın yığınları kültürel sanatsal beğenisinin eğitilmesi olduğunu anlatmağa çabalıyorlardı.
“Halkçı Bay Başkan’ımız, bu karmaşık sorunu hem kültür hem dansöz formülasyonuyla çözümledi. Hatta önce dansözle kalabalığı toparlayıp ardından ünlü bir ya* zan sunma önerisi -gargaraya getirmesem-gündeme bile geliyordu. Bu keşmekeş içinde sahnelerden biri halkın “beğendiği” diğeri de nitelikli çalışmalara ayrılsın önerisi benimsenir gibi oldu. Şenliğin yaklaştığı günlerde seçilecek “sanatçılar” üzerinde önce kibarca başlayan tartışmalar kadın, üyelerin olmadığı anlarda acımasız bir “Geyik muhabbetine” dönüşüyordu. Bay Başkan arada bir toplantıya ortasından dalarak, anlayıp dinlemeden “Kaç para istiyor o karı?” nidaları atıyordu. Şenlik kurulu, yirmiye yakın ismi saptayıp ilişkiye geçecekken Başkan karısından fırça yediği bir sabah toplantı odasına dalarak onayı olmadığı hiçbir “karıya” ödeme yapmayacağını bildirdi.
Bay Başkan’ın yağlayıcılar tarafından sinirleri yatıştırıldıktan sonra “sanatçık” listesi uzun açıklamalarla kendisine sunuldu. Bay Başkan, tanımadığı isimler için önce organizatörlerden fotoğraflar afişler getirtti. Hatta işi çok sıkı tuttuğunu belirtmek üzere “sanatçıların” biyografilerini istetti. Şenlik kurulu, bu öneriye önce “Balık atlarken”, “sanatçı” hanımefendilerle yaptıkları telefon görüşmelerinde kimi “ittiretmelerle” karşılaştılar. Acaba Bayan Bacak ya da Bayan Popo sanatsal yaşamına nasıl başlamıştı?
Bay Başkan’ın biyografi tutkusu, günlerimizi yedikten sonra geçiverdi. Ancak ortada garip bir durum vardı. Şenliğe az kala sözüm ona halkın “beğendiği” sanatçılar seçildiği halde, nitelikli sanatçıların esamisi dahi okunmuyordu. Şenlik kurulunun, bu konuda sıkıştığı gün aklına bize yardım etmeye hazır civardaki gönüllü gençler geliverdi.
Gönüllü gençlerin belediyeye çağrıldığı gün görüntü çok ilginçti. Gözleri parıl parıl bir sürü insan koşturmak için hiçbir para pul talep etmeden hazır bekliyordu. Ancak içlerinden bazıları yüzlerinde ince bir alayla Bay Başkan’a “Hangi dağda kurt öldü?” diye bakıyordu. Bay Başkan bu bakışları görmezden gelerek önce yüzüne acılı bir ifade verdi. Gençlere yönelik konuşmasına “kültür” ve “milletin kan damarları” gibi hamasi sözlerle başladıysa da giderek konuşma eski başkanın vurgunculuğuna kaydı. Vurgunculuk öykülerinin bir yerinde aniden kendilerinin parti olarak iktidara aday olduklarını bunun bir parçasını da bu şenliklerde halka göstermek niyetinde olduğunu açıkladı.
Gönüllü gençlerin bir kaç akıllı sorusu şenlik kurulundaki “yağcılarca” bastırıldıysa da, açığa çıkan ortalama sonuç şuydu: Bu “hain” hükümet bize para vermiyor, biz de yol su kanalizasyon yapacağımıza şenlik yapıyoruz. Bu anlamsız durum ortada kol gezerken bir gencin teknik ile ilgili sorusuna Başkan “en son sistemler” söyleviyle karşılık vererek ortalığı çınlatmağa devam etti. Ancak, genç pekiyi niyetli görünmüyordu. Bay Başkan’a geçmişte parti olarak düzenledikleri “Hiroşimalar Olmasın” gecesindeki teknik faciaları anımsatınca Başkan’ın iyice tepesi attı.
Tartışma, tatsız bir düzeye sürüklenirken gençlerden biri çevrelerinde birçok amatör müzik ve tiyatro topluluğu bulunduğunu, onlara ödeme yapılıp yapılmayacağını sordu. Bay Başkan, ani bir virajla yüzüne yine acılı bir ifade vererek hükümetten nasıl yardım alamadıklarını anlatmaya koyuldu. O kadar ağladı ki kimi gençler Başkan’ı teselli için paranın önemli olmadığını vurgulamaya çalıştılar. Para konusunu açan genç, bu kez de yemek ve yol ücreti diye tutturdu. Bay Başkan, bir an çok sıkıştığını hissederek bürokratça gülümsedi, bu konuda taviz verirken gözünün önünden kazıklayacağı kamyonetçileri, minibüsçüleri ve lokantacıları geçiriyordu.
Yaparız ederizlerle günler geçmeye başladı. Gençler, hemen her gün belediyeye uğruyor, katılacak grupları ve gerekli teknik malzeme listelerini bırakıyorlardı. Şenlik kurulu, ya da Bay Başkan’ın sekreteri tamam tamamlarla gençleri yolcu ediyordu.
Bir gün “yumurta kapıya dayandığında” ışık, ses düzeni ve alana kurulacak sahne için dehşetli rakamların istenildiği ortaya çıktı. Bu rakamlar, şenlik günleriyle çarpılınca ortaya sıfırlardan bezenmiş daha anlamsız rakamlar çıkmaya başladı. Bay Başkan öfke küpü halinde bir kaç gün kalmasına rağmen “Ben daha ucuza hallederim” diye böğürüp duruyordu. Bir gün Şenlik Kurulu ve Bay Başkan’ın karşılıklı bağrışma toplantısında, “Evet”, dedi Başkan, “kültür mültür, ama birader ben sanmıştım ki, üç beş kuruşa bu işler hallolur. Belediyenin bunca derdi varken şimdi böyle haybeye para harcamak,” cümlesini bitiremedi. Şenlik kurulunda az konuşup bir kaç önemli öneri getirmiş biri, “Bir dakika Sayın Başkan,” diyerek ayağa fırladı.
“Kültür ve sanat sizin lağımınızdan daha az önemli değildir. Evet, gerçi lağımsızlıktan hastalık ürer, ama bu hastalıklar kimi ilaçlarla tedavi edilebilir. Kültür ve sanat yoksunluğundan öylesine hastalıklar ürer ve üremekte ki, maalesef henüz ilacı bulunmuş değil. Ben bütün özel işlerimi erteleyerek yararlı olmaya çalışıyordum ama gördüm ki bu anlayışla şenlik değil, ancak kepazelik yapılır. Bu yüzden yol yakınken istifa ediyorum.” Adam, odadan çıkınca önce can sıkıcı bir sessizlik yaşandı. Ardından gidene sövme geleneğiyle rahatladı herkes.
Şenlik gününden iki gün önce, Bay Başkan belediye görevlileriyle kapıştı. Görevliler günlük işlerin bitiminden sonra şenlik işleriyle uğraşınca mesai istiyor, Başkan da vermemek için olmadık tehditleri savuruyordu. Mesai konusunda kudurduğu bir anda “Yağcılardan” biri bu işleri gönüllü gençlere yaptırmanın yararlarını anlattı. Bay Başkan bu dâhiyane buluşla ferahlarken, gençler durumdan habersiz, işlere daldılar. El yordamıyla, ite kaka sahne kurmak için bir başka belediyeden ödünç alınmış demir boruları birleştirmeye çalışıyor, olmayınca büyük bir enerjiyle yeniden söküp yeniden takıyorlardı. Bay Başkan arada bir makam otomobiliyle alana geliyor, kan ter içinde çalışan gençlere “kola” kıyağı çekiyor, çevresindekilere de böylesi işlerin “emek ağırlıklı” çözümünün faziletlerinden dem vuruyordu. Gençler bu sırt sıvazlamaların nedenini anlarken belediye işçilerinin kaba bakışlarına bir anlam veremiyorlardı.
Şenlik günü, yaptığı acımasız pazarlığın acısını çıkarmak isteyen ses ve ışık düzencinin sekiz saat rötarı sonucu Bay Başkan’la meydanda yaptığı ağız dalaşını saymazsak her şey yolunda görünüyordu. Akşamüstü toplanan kalabalığın az olduğunu gören Bay Başkan minibüsleri yeniden sokak arasına salarak ilk gece sahneye çıkacak “sanatçıların” isimlerini bir kez daha anons yaptırırken koşuşturan gönüllü gençlerden biri Başkan’a sokularak çağırdıkları müzik grubunun hala minibüsle alınmadığını fısıldadı. Küçük ayrıntılara canı sıkılan Başkan, genci şenlik kurulundan birine devretti. Canı viski içmek istiyordu. Uzun boğuşmalarla alana getirtilen müzik grubu sahnenin arkasında hazırlanırken Başkan viski içtiği zabıta noktasından acele bir biçimde gösteri alanına getirildi. Soluk soluğa çıktığı sahnede sürekli vınlayan mikrofonun etkisiyle sözlerini şaşırdı. Aç karnına içtiği viski midesini yakarken açış konuşması uzadıkça uzuyordu. Açış konuşması bitiminde, müzik grubu sahnedekinin yerini alırken sunucu belirlenmesi unutulduğundan ayaküstü “Sen aslansın” şaklatmalarıyla şenlik kurulundan biri sahneye itildi. Orta dereceli viskili zat, sesini zaman zaman anlamsız yerlerde yükselterek, belediyenin şenlik yapma gerekçelerini içkili kafayla birbirine karıştırarak ve kalabalığın ince alayına yol açacak anlamsız açık saçık bir fıkra anlatarak müzik grubunu sundu. Grubun adının iki kez arkadan müzisyenlerce ikaz edilmesine rağmen yanlış anonsu ve üçüncüde gitarcının mikrofonu sertçe alarak düzeltmesi gülüşmelere yol açtıysa da, sunucunun ayağının takılarak sahnede kapaklanması ile başlayan kahkahalar ilk parçanın başlangıcına kadar sürdü.
İlk iki şarkıyı keyifle izleyen Başkan, üçüncü parçanın sözlerinin Nazım’dan alınma olduğunu duyunca huzursuzlukla sağa sola baktı. Civarda resmi hiçbir yetkiliyi görmeyince rahatladı. Beşinci şarkı çalınırken şenlik kurulundan biri soluk soluğa Başkan’ın yanına sokularak gecenin assolistinin gönderdiği belediye minibüsüne binmeye yanaşmadığını ayrıca avansı gelmeden evden çıkmaya niyetli olmadığını anlattı. Bay Başkan, dudaklarının arasından bol “s….”li kelimelerle ayağa kalktı, karanlık bir köşe bularak cebinden bir tomar para çıkardı. Kurul üyesi parayla uzaklaşırken “imza alın o karıdan…” diye bağırdı.
“Sanatçıların” gelişi, parasal nedenlerle geciktikçe gene müzik grubunun gösterisi Bay Başkan kaynaklı el işaretleriyle uzatılıyordu. Bu arada, konseri izleyen gençlerin bir kısmı sahne civarında toplanarak el çırparken bir kısmı da cadde kenarında halay çekiyordu. Gençlerin halay çekişinden tedirgin olan bir minibüs ve içindeki güvenlik görevlileri aracı halay çekenlerin burnunun dibine kadar sokuyor, kalabalığın etrafı sarmaya başlamasıyla küçük korna darbeleri yaratarak onları yarmaya çalışıyordu.
Müzik grubu son şarkısını çalarken Bay Başkan’ın, gruba çiçek verilmesi düşüncesiyle zabıtalar koşturmaya başladı. Gece bitimine yakın kucağında çiçeklerle gelen zabıta amiri Bay Baş-kan’dan ağır fırça yedi. Müzik grubu sahneden inerken şenlik kurulundan gereksiz bir zat gençleri büyük bir “sıcaklıkla” kutladı ve akşam yemeği için anlaştıkları lokantayı tarif etti. Gösteri alanında zabıtaların delice sunucuyu aramalarından sonra, sunucu kollarda daha zom bir vaziyette sahneye getirildi. Sahneye çağırdığı alaturka söyleyen kadın bu sulu adamın mikrofonu kendisine verirken yanaklarından öpmesinden hoşlanmadı. Birinci şarkısının bitiminde zayıf alkışları duyunca, ikinci ve üçüncü şarkıyı değindeki uzun yırtmacı sağa sola savurarak söyledi. Üçüncü şarkının bitiminde sahneden anlamsızca geçenlere sinirlenerek sahneyi terk etti. Bu arada sahnede alaturka faciası devam ederken lokantanın komisi müzik grubunun yemek faturasını Bay Başkan’ın burnuna dayadı. Kalın gözlüğünü takarak faturayı inceleyen Bay Başkan önce hafifçe ofladı, sonra çocuğu kolundan sertçe çekerek “Bir buçuk porsiyon isteyene vermeyin kardeşim, oyuluyoruz.”
Gecenin sonlarına doğru, “pavyon bozması” şarkıcılardan bıkan gençler assolistin ikinci şarkısında sahneye ilk çıkan müzik grubunun bir şarkısını söylemeye başladı. Assolist üçüncü şarkıda sahneyi terk etti. Sahne arkasında elle sarkıntılıkla karışık ısrarlara rağmen sahneye dönmedi.
Ertesi sabah Bay Başkan, üçüncü neskafe ve sodayla ayılmağa çalışırken daha önce düşünülmüş iki ayrı sahne önerisini uygulamaya koyuverdi. Bir gece önceki rezalet bir daha yaşanmamalıydı. Bu söyleve şenlik kurulundan kimileri yetişemedi. Sabahın onikilemesine karşın uyanamamışlardı.
Akşamüzeri, gösteri alanına gelen gönüllü gençlere aniden diğer gösteri yapılacak alan gösterildi. Gençler sahne diye gösterilen beton çıkıntısına hayretle bakarken içlerinden bazıları gösteri alanına gelerek diğer sahnede hiçbir teknik donanımın olmadığını belirterek orada gösteri yapılamayacağından sözettiler. Şenlik kurulundan birinin “Siz aslansınız” sözleri sökmeyince önce Başkan’, oradan ses ve ışık düzenciye onun ek para istemiyle yeniden Başkan’a, Başkan’ın olmaz nidalarıyla da durum sürüncemeye terkedil-di.
Bu arada gönüllü gençlerin çağırdığı tiyatro grubunun minibüsü alana giriverdi. Minibüsten inen yönetmen dekorlar için kamyonun hala gelmediğini belirtti. Gençlerin kısa bir araştırmasından sonra, kamyonun Başkan’ın evinden saksı getirmeye gittiği anlaşıldı. Gönüllü gençler ve tiyatro oyuncuları gülüşerek gösteri yapılacak diğer alana yürümeye başladılar. Gençler yol boyu şenlik yönetiminden yakınıp durdular. İkinci gösteri alanına geldiklerinde yönetmen, derin bir endişeyle gösteri yapılacak beton çıkıntısını incelemeye koyuldu. Oyuncular önce üzüntüyle bakarken giderek aralarında espriler üretmeye başladılar. Bir süre sonra yönetmen, gençlere gerekli teknik donanımı anlatmağa koyuldu. Gençler telaş içinde yeniden şenlik kuruluna, şenlik kurulunun çaresizlik söylevi karşısında Bay Başkan’a koştular. Bay Başkan, elinde fatura halk dansı oynayanlara bir buçuk porsiyon yoğurtlu İskender kebabı veren lokantacının komisini haşlamakla meşguldü. Gençler asık suratlarla oyuncuların yanlarına döndüler. Yönetmen, onların gelişinden durumu anladı, ve yakınmalarına fırsat bırakmadan “Olmaz,” dedi, “olmaz arkadaşlar, bu koşullarda oynayamayız.” Gençlerden biri “Olur mu öyle şey” diye homurdanınca yönetmen, sevecenlikle “Hadi toparlanıp, hep beraber konuşalım.” Gönüllü gençler ve oyuncular sahne diye gösterilen beton çıkıntısının kenarına oturdular. “Arkadaşlar,” dedi yönetmen, “önce şunu düşünelim. Burada ne yapılmak isteniyor? Belediyenin kültüre bakışı bu mu? Bir yanda nitelikli bir şenlik yapma çabası, öte yanda Bayan Bacak, Bayan Baldır. Olmaz böyle şey ve nedense nitelikli ürünler bu beton çıkıntısının üzerinde karanlığa terk edilirken yoz ürünler en gösterişli vitrinlerde sunuluyor. Burada bizden iyi niyet dileniliyor. Yo, hayır. Biz böylesi ilkesiz iyi niyetlere karşıyız. “Cehenneme” gitmeye niyetimiz yok. Siz burada yaptıklarınızı sorgulayabiliyor musunuz? Yüreğinizden kuşkum yok. Ama biliyor muşunuz, burada bilinçsizce çaba harcayarak ilk başta ek ücret isteyen belediye çalışanlarına karşı grev-kırıcı durumuna düştünüz. Bu şenliği var etmeye çabalıyorsunuz ama yanlışlarını insanlara neden anlatmıyorsunuz. Kültürün-sanatın katledildiği anda neden tavır almıyorsunuz. Biz aynı düşünceyi paylaşmadığımız insanlarla da çalışırız ama ilkeli bir biçimde.” Gönüllü gençlerden biri saatini göstererek “Peki, ama Şimdi ne yapacağız?” diye sordu. Yönetmen, “Şimdi madem bizi buraya çağırdılar, ya bize hakkımız olan teknik donanımı verecekler ya da biz onu zorla alacağız. Zoru biz de sevmiyoruz, ama gerektiği anda zordan kaçınmak teslimiyetin ta kendisidir.”
İki saat sonra, beton çıkıntısının etrafında kimi teknik donanımlar yerini almıştı. Ama şenlik kurulundan bir kaç “yağcının” gömleği ve ceketi niye yırtılmıştı bilen yok… Yalnızca dikkatlice bakabilen bir çift göz oyunun başında elinde davulla sahneye fırlayan oyuncunun yüzündeki hınzırca gülümseyişten olanı biteni anlayabilirdi.
Oyun finalinde oyuncular dördüncü kez sahneye çağırılıp alkışlanırken gönüllü gençler toplanıp konuşacakları birçok şeyin var olduğunu hissediyorlardı.
Ertesi gün öğleden sonra, Başkan’ın odasından sesler yükseliyordu. Bay Başkan öfkeyle masasını yumrukluyordu. Bağrışmanın bir yerinde gençler sessizce ayağa kalkıp odadan çıktılar. Gece ceketi yırtılan kurul üyesi çıkan gençlerle göz göze gelmemek için başını çevirdi.
Bu arada belediyeye sürekli telefon yağıyor. Kitap imzalayacak yazarın masası sorunu bütün şiddetiyle sürüyor. Başkan her telefonla daha çok sövüyor, yazar anlamsız bir çay bahçesinde bir zabıta tarafından kimi neskafelerle oyalanıyor. Etrafına toplanan insanlar çay bahçesini imza yerine dönüştürüyor. Kahveci bu duruma sürekli bozuk çalıyor, bir saat kırk beş dakika sonra sabrı tükenen yazar Başkan’ı arıyor. Başkan telefona çıkmıyor.
Gece gösterileri devam ederken dansöze elle sarkıntılık olayından sonra Başkan’ı aradım. Deniz kıyısında elinde İskoç viskisiyle ağlaşırken buldum. Bay Başkan, salya sümük “Biz iyi niyetimizle…” diye bir şeyler gevelerken kulağımda tiyatro yönetmeninin sözleri çınlıyordu.
Aktör Baba daha fazla dinleyemedi. Birkaç adım attı sonra aniden dönerek, “Bak” Selami” dedi. “Bu apartman çökecek sonra sorumlusu bulunmayacak. Sorumlu ben miyim?” diye sordu. “Hayır” dedi Aktör Baba, “Senin anlayışın artı sen”. Selami; yanlış dedi “Yandaki binanın temeli çürük”. Hem bu kazılan temel başkanın bir yakınının. Kazılmazsa başka yolu yok.” Aktör Baba bir an durdu, mecliste son günlerde kendi konumunda bile hükümeti doğru dürüst eleştiremezken “Kürt Kongresine” katıldı diye milletvekillerini cezalandırmaya hazırlanan zihniyeti düşündü. Selami’ye acı acı gülerek; “Biliyor musun bir gün gerçek muhalefet bizler dünyayı değiştirince kimse yanında kazılan toprak beni yuvamdan edecek diye endişelenmeyecek. Ve bizim kültür-sanat şenliklerimiz…
Aktör Baba cümlesini bitirmeden yürüdü

DOSTLUĞUN VE KAVGANIN OZANI
Enver Gökçeyi Anıyoruz

“Ölüm adın kalleş olsun” diyen Kemaliye’nin Çıt köyünden Enver Gökçe bundan sekiz yıl önce öldü. Ankara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olan E. Gökçe İstanbul Kadırga Öğrenci yurdunda yöneticilik yaparken, ünlü 141. maddeye aykırı eylemde bulunmaktan tutuklanıp hüküm giydi. Hapis ve sürgün cezalarını çektikten sonra gazetelerde düzelticilik, serbest yazarlık yaparak yaşamını sürdürdü. Dost Dost İlle Kavga(1973), Panzerler Üstümüze Kalkanda (1977), Şiirle (1982), Eğin Türküleri (1982) ozanın belli başlı yapıtlarındandır.
Gür sesli bir söyleşinin dili olan E. Gökçe, şiirlerinde, devrimci yüreğinde bitmek bilmeyen bir sabırla ve inançla yediveren güllerinin açtığı, aydınlık ve özgürlük damgalı bir geleceğin habercisidir. Halkın duygu ve yaşantısını şiirlerinde ele alan ve militan bir solukla ve coşkuyla onu tekrar yığınlara ulaştıran ozanın bugün kitlelerce sayılıp sevilmesinin bir nedeni de bu olsa gerek. Aynı dönemde yaşayan birçok aydın ve yazan, ya da öyle geçinenleri direnişçi tavrı ve bilincinden ödün vermeyen kişiliğiyle adeta sınava sokmuştur. “Eski arkadaşlarının” her biri kurulu bir düzene sahip olur, mutluluklarını eviyle barkıyla sürdürüp gitmeye karar verirken, E. Gökçe, sevgiyi, mutluluğu ülke halkına karşı sorumlu davranmakta aradı. Çünkü devrimci düşünceyi ve öğretiyi kendine rehber edindi ve bunun savaşımını verdi. Kendini ve yaşamını halkının mutluluğuna adadı. Halkın yaşamıyla bütünleşen ozan E. Gökçe o yüzden alçak gönüllü, kibirsiz, saygılı ve yiğit bir kişiliğe sahipti.
Halkının aydınlık geleceğine umudunu en zor koşullarda yitirmeyen E. Gökçe, sonuna kadar halkına ve halkının kurtuluşuna bağlı kaldı.”Canım Türkiye-Memleketimiz” derken koşar adımla/la yurdunun özgürlüklere susayan insanlarını aramıştır hep. “Hürriyetlerin meçhul olduğu” yurdumuzun, “Çalışan halkları ile ümmi”, “Çalışan halkları ile garip” insanını bir Hoca Nasrettin edası ile yansıtır adeta. Şiirinde halka’ özgü söyleyiş ve deyiş özelliğini, halk kültürünü tüm ayrıntıları ile incelediğini gösterir.
Toplumcu gerçekçi şiirimizin bu usta ozanı, dostluğun, kavganın ödünsüz savunucusu E. Gökçe her zaman saygıyla anılacaktır.

Yoksa UFO’ların işi mi?
Son günlerde, UFO da denilen uçan dairelerden gördüklerini iddia edenlerin sayısı hızla artıyor. Türlü uçan daire hikâyeleri ortalıkta dolaşıp duruyor. Anlatılanlar doğruysa uzaylı misafirlerimiz bazılarını bir süre için alıkoyuyor sonra serbest bırakıyorlarmış.
Uçan dairelerin ABD, SSCB gibi ülkelerden sonra Türkiye üzerinde de sık sık görülmeye başlanması neye alamet acaba? Türkiye’de ne işleri var bunların? Bu kadar samimiyet neden? Bir takım faili meçhul suçlarla bunların bir ilişkisi olmasın.
Devrimciler için öteden beri “kökü dışarıda” denildiği bilinir. Bir kez kökün dışarıda oldu mu bu köklerin nereye kadar uzanabileceğini kestirmek her zaman kolay olmuyor. Sonra şu devrimcilerin kimlerin maşası olacağı da pek belli olmaz. Üstelik bazıları da var ki şeytana pabucu ters giydirir cinsten. Kafalarına bir şeyi koymasınlar yoksa onu mutlaka gerçekleştirirler.
Geçtiğimiz günlerde ortalık uçan daire söylentileriyle çalkalanırken bir başka olay da kamuoyunda bomba etkisi yaptı. Dev-Sol davasının bir numaralı sanıklarından Dursun Karataş ve arkadaşı Bedri Yağan Bayrampaşa cezaevinden firar etmişlerdi, firar ki ne firar, aradan geçen o kadar zaman içinde bırakalım nasıl kaçtıklarını, kaçıp kaçmadıkları bile yetkililerce henüz anlaşılamamıştı. Sanki yer yarılmıştı da içine girmişlerdi.
İnsanın aklına ister istemez şöyle bir soru takılıyor: Amaçlarına ulaşmak için birçoklarıyla işbirliği yapabilecek olan bu devrimciler uzaylılarla da işbirliğine girmiş olamazlar mı? Yoksa Dursun Karataş ve Bedri Yağan’ı UFO’lar kaçırmış olmasın.

ÖĞRENCİLERDEN
Sayın Özgürlük Dünyası çalışanları size bugün meydana gelen olayı sıcaklığıyla aktarıyorum. Umarım yer darlığı bahane ederek yayınlamazlık etmezsiniz. EÜ kampusunda ilk defa böylesine kitlesel ve güzel bir demokrasi mücadelesi gerçekleşti, 80 sonrasında.
Edebiyat Fakültesi ve Basın Yayın Yüksek Okulu öğrencileri kantin olarak fakültelerinin bodrum katını ortak kullanırlar. Ancak öğrencilerin ilişkisini sınırlandırmak için araya duvar örüldü. Bir de kapı takıldı. Ancak kapı henüz açık. İşte ne olduysa bu açık kapı yüzünden oluyor! Kantinin orta bölümünde okuma masaları. Masalarda değişik kitap dergi ve günlük gazeteler her gün sergilenir. Meraklısı gelir okur.
Bugün okuma masalarının önünde alışkın olduğumuz görüntüler yaşanıyordu. Öğrenciler bir taraftan saz çalıyor, bir taraftan da 6 Kasım’da YÖK’ün kuruluşunu protesto için neler yapabileceklerini tartışıyorlardı. Ancak bu güzel ortama gerici, sivil faşistler tarafından saldırıldı.
Sivil faşistler fotoğraflarını çeken bir kız arkadaşa saldırdılar. Tabii orada bulunan basın mensupları da saldırıdan nasibini aldı. Saldırganlara sivil polisler dokunmadılar bile.
Olayı protesto eden kalabalık öğrenci topluluğu, kantinden kortej oluşturarak dekanlık binasına girdiler. Yaklaşık iki saat dekanlık binası işgal edildi. Rektör ve dekanla görüşmek isteyen öğrenciler kendilerine dernek binası ve okuma salonu vermeyen idarecilerin mescide nasıl izin verebildiklerini sordular, idareciler bu soruya yanıt veremediler. Rektör olayın kendisini ilgilendirmediğini bahane ederek gelmedi.
Öğrenciler can güvenliklerinin sağlanmasını aksi halde bu sorunu kendi yöntemleriyle çözümleyeceklerini bildirdiler.
Tüm bunlar olurken dekan -kolay ikna edileceğini sanıyor olmalı- temsilciyle görüşmek istediğini belirtti. Ancak bu isteği reddedildi.
Yine yaptıklarından utanmadan görüşme talebinde bulunan bir gerici faşist yuhalanarak kovuldu.
Oturma eylemi devam ederken devrimci şiirler okundu, devrimci türküler söylendi. Kitlenin coşkusu bir an olsun azalmadı.
Daha sonra eylemin haklılık zemininin kaybolmaması için öğrenciler bir grup olarak dekanla görüştüler. Ve sonuçta dilekçeyle suç duyurusunda bulundular. Görüşmeler sürerken dışarıdaki öğrenciler duvarlara pul ve afişler yapıştırdılar. Daha sonra öğrenciler bahçeye çıktılar. Arka girişten koridorlara çıkıp sloganlar haykırarak koridorları dolaştılar. Koridorlarda, yaşasın özerk, demokratik üniversite, gerici-şoven eğitime son, gerici faşist kurumlaşmaya son, polis-idare işbirliğine son, mescitler kapansın öğrenciler saflara genel boykotu sloganlarıyla çınladı durdu.
Eylem sırasında malum arkadaşların tavrı her zamanki gibiydi. Alternatif okuma masalarında glasnost ve perestroyka teorileri ürettiler.
Eyleme kitlenin zorlamasıyla katılan revizyonistler ise eylemi geriye çekmek için çok uğraştılar, ancak bu çabalar kararlılıkla boşa çıkarıldı.
Pratik bir kez daha gösterdi ki, polisle işbirliği içinde olan idareciler öğrencilerin sorunlarını çözmekten uzaktır. Sivil faşistlerin ve YÖK’ün saldırıları öğrencilerin kendi sorunlarına sahip çıkmasıyla, öğrencilerin örgütlülüğüyle, reformist ve revizyonistlerin saflardan atılmasıyla boşa çıkartılabilir, engellenebilir.
Yaşasın özerk-Demokratik üniversite mücadelemiz.
Yaşasın sosyalizm.

Şaşırtıcı olmayan bir cinayet..!
Geçtiğimiz günlerde İsviçre’nin Neuchatel kentinde genç bir devrimcinin yaşamı zamansız bir biçimde noktalandı. TKP/ML Hareketi sempatizanı bu genç devrimci Saçak Aydınlık-Sosyalist Parti taraftarlarınca öldürüldü. Sosyalist Parti, olayın arkasından yaptığı açıklamada görünüşte taraftarlarının tutumunun yanlış olduğunu kabul etmekle birlikte, olayın içinde tahrik olduğunu cinayetin bunun sonucu işlendiğini belirtti ve sözüm ona içten bir dilekte bulunarak, devrimcilerin birbirlerine karşı bu tür tavırlar içine girmemesi gerektiğini vurguladı.
Elbette bunu devrimciler değerlendirecektir, Aydınlıkçılar değil. Bu esasta devrimcilerin bir sorunudur. Ve aradan bunca zaman geçtikten sonra, ilk kez bir devrimcinin kanının SP’ciler tarafından dökülmesi oldukça düşündürücüdür. Hoşgörü konusunda en çok laf yapanların samimiyetsizlikleri ortaya çıkıyor. Hoşgörü konusunda söylenen bir araba dolu lafın, esasında bir sahtekârlığı gizleme amacı güdülerek yapıldığı ve gerçek eğilimin gizlenmesine hizmet amacıyla piyasaya sürüldüğü anlaşılıyor. Aydınlıkçıların söyledikleriyle yaptıklarının aynı olmadığı ve taraftarlarını hoşgörü sahibi olmaları için değil, saldırgan tutumlarını sürdürmeleri için eğittikleri, bu olayda bir kez daha açığa çıkıyor. Çok değil, 3-4 ay önce H. Hüsnü Eroğlu’nun cenazesinde sergiledikleri tutum da buradaki tutumlarından farklı değil. Geçmişte yaptıkları dolayısıyla katılmaya bile yüzlerinin olmaması gereken bir cenaze törenine üstelik onun hazırlanması için en ufak bir çabaları bile olmamışken katıldıktan başka, en önünde yer almaya ve bu şekilde sureti haktan görünmeye, önder imajı vermeye çalışmaları ve böylece bir provokasyon zemini yaratmaları da bu anlayışlarının bir ürünüydü, gelecekte, bu tür provokasyon tutumlarına dikkat edilmeli. Eli devrimci kanına bulaşmış, ihbarcılığı siyasi faaliyetinin eksenine almış, ordu ve devlet koruyuculuğu uğruna en gözü kara tavırlara girmişlerden her şey beklenir. Devrimci olmaktan başka.
Cinayeti ve dolaylı-dolaysız faillerini lanetliyoruz.

ÖĞRENCİLERDEN…
Gözaltında Alınan Saz

İ.Ü.H.F. öğrenci derneği üyelerinden bir arkadaş en az 1000 (bin) kişilik bir öğrenci topluluğuna seslenerek İ.Üniversitesi’nin açılışının 10 Ekim 1989 olduğunu duyurdu.
Coşkulu bir alkış yağmuru, arkadaşımızın konuşmasını uzun süre araladı… Konuşmanın içtenliği, içeriği ve akıcılığı, dinleyen öğrenci sayısını hızla artırmaya neden oldu… İ.Ü.H.F. öğrenci derneği kurucusu arkadaşlarımız rektörü, dekanları ve tüm hocaları davet ettikleri halde hiçbirisi katılma yürekliliğini gösterememişlerdi.
Onlara göre İstanbul Üniversitesi’nin resmi açılışı 2 Ekim 89’da yapılmıştı. Ancak bu açılışı da sadece rektör, dekanlar ve bir grup öğretim üyeleri katılabilmiştir. Hocalarımızın da birçoğu YÖK’e ve onun uygulamalarına karşı olduklarını hemen hemen her ders tekrarlıyorlar. Hatta resmi açılışın bütün şatafatına, harcamalarına ve gösterişli ikramlarına rağmen bu hocalarımız, protesto amacıyla, resmi açılışa katılmamışlardır. Bir hocamız resmi açılışı şöyle yorumluyordu: “Milyonlarca lira akıtılarak ya da akıtılmış gösterilerek resmi açılış yapılıyor. Bu açılışın parası, tümüyle öğrenci harçlarından elde edilen parayla yapılıyor. Ama hiçbir öğrenciye duyurulmadan, öğrencilerin olmadığı, akşamın geç bir saatinde sadece belli kişilerin katılımıyla yapılan bir açılış oluyor. Geçmiş yıllarda, bir kez ben de katıldım ve yapılan harcama ve gösterişten adeta utandım… Tek bir öğrenci çağırılmamıştır. Her kes sunulan ikramdan biraz daha fazla kapma yarışı yapıyordu… Hiç bir şeye elimi sürmeden en kısa zamanda açılış yapılan mekândan ayrıldım… Çocuklar, orada yapılan harcama ile her yıl en az (500) beş yüz öğrenciye burs sağlanabilir. Ya da o harcama ile dersliklerin sayısı artırılıp, fakültelerin bir sürü ihtiyacı karşılanabilir… Ama bütün bunlara rağmen onlar yine bildiklerini okuyor… Bizler de bu çarkın dişlilerinde ezilmemek için sadece sessiz kalarak kendimizi kurtarabiliyoruz. YÖK’e ters düşen öğrenci ve öğretim üyelerini etkisiz kılmak ve üniversitelerden uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar… Bizler (birçok öğretim üyeleri olarak) aslında öğrenciye yerden göğe kadar hak veriyoruz. Ancak, sizlerin yanında yer aldığımızı açıkça belli ettiğimiz takdirde ilk fırsatta bizi üniversiteden uzaklaştırırlar ve bizlerin yerleri onlara kalır…”
Alternatif açılıştan önce konuşmacı arkadaş kısa bir konuşma yaptı.
Gittikçe artan öğrenci sayısı resmi ve sivil polisleri iyice tedirgin etmişe benziyordu ki İstanbul Üniversitesi’nin tüm kapıları polislerle doldu. Devletin resmi polisleri günün erken saatlerinden itibaren fakültelerin kapısına, polis otobüslerinin içinde ve dışında fincanlar gibi dizilerek, her an öğrenci tutuklamaya hazır halde bekletiliyorlardı. Bütün bunlara rağmen, 4 Ekim 1989’da yapılması planlanan ve hava muhalefeti nedeniyle ertelenen alternatif açılışımız, E.Ü.H.F.Ö.D.’nin BYYO’nun, İktisat ve Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerinin olağan üstü gayretleri ve özverileriyle pırıl pırıl bir ekim gününde kutlanmaya başlanmıştır… Kutlamaya emeği geçen ve açılışı alkışlarıyla destekleyen öğrencileri tespit için devletin sivil polisleri canla-başla-paralanırcasına fotoğraflar çektiler.
Daha sonra öğrenciler hep birlikte:
-“Polis dışarı, üniversiteler bizimdir.”
-“İnsanlık onuru işkenceyi yenecek”
-“Yaşasın demokratik-özerk üniversite mücadelemiz”
-“Baskılar bizi yıldıramaz” şeklinde sloganlar söylediler. Sloganlar Kürtçe olarak da tekrarlandı. Ayrıca bir arkadaş alternatif açılışın Kürtçe sözle de açarak Güney-doğu’da Kürt halkına yapılan baskı, zulüm ve katliamları kınadı. Alkışla desteklendi. Daha sonra teatral bir çalışma yoluyla tutuklanarak hapsedilen genç insanların özellikle siyasi tutukluların tutuklandıktan sonraki karşılaştıkları baskı ve işkenceler semboller aracılığıyla pandomim gösterisi yapılarak protesto edildi. Bu gösterinin adı “görülmüştür” olarak tanıtıldı. Önce tek tek alkış tutularak, sonradan tüm topluluğun katıldığı bir alkış sağanağı koptu.
Şiir ve şarkılardan sonra bir arkadaş öğrencilerden özür dileyerek sazının olmamasının nedenini açıkladı. “Enstrümanımız olan sazımızı, kapıdan içeri girerken polislere kaptırdık. Şu anda sazımız gözaltındadır. Hepinizden özür diliyoruz ve bizleri tempolarınızla yalnız bırakmamanızı, bu dinletiyi saz olmadan da yapabileceğimizi gösterelim.”
Kapanış konuşmasını bir arkadaş tamamlayarak bütün izleyici ve emeği geçen öğrenci arkadaşların kol kola girip horona davet etti. Bu oyunla alternatif açılış sona erdi. (İÜ’den bir öğrenci)

Kamuoyuna,
Bizden Adapazarı’ndaki İ.T.Ü.S.M.F. ve S.M.Y.O.’da okuyan öğrencileriz. Okulumuzdaki dernekleşme sürecinde yaklaşık olarak iki yıldır baskılar artarak sürmekte. Son olarak hiçbir gerekçe gösterilmeden beş  arkadaşımız 18.10.89 tarihinde emniyet müdürlüğüne götürülerek işkence görmüşlerdir. Hasan Parlaklı ve Servet Karakurt arkadaşlarımız psikolojik ve fiziki işkence görmüşlerdir. Daha sonra Servet arkadaşımız komik gerekçelerle 142/1 maddesine dayanılarak tutuklanmıştır.
Arkadaşlarımızdan Şerafettin Birdoğdu polis ve idare işbirliğiyle güzel bir örnek olacak şekilde okuldan alınmıştır. Arkadaşımız, gelişen olaylardan haberdar olmadığı sırada idareden yapılan anonsla dış kapıya çağrılarak polise teslim edilmiştir.
Biz devrimci demokrat öğrenciler tüm bu olayları kınıyor ve kamuoyunu duyarlı olmaya çağırıyoruz.
ADAPAZAR’LI D. DO. GENÇLİK

Kasım 1989

Şovenizm, işçi sınıfı ve sendikalar

Son günlerde Türk-İş’e bağlı sendikaların genel kurulları yapılıyor. Aralık ayı sonuna doğru ise Türk-İş’in Genel Kurul’u yapılacak. Sendika Ağaları için bir tür hasat mevsimi yaşıyoruz. Bu yüzden de sendikacılar yüzlerinden gülücükleri eksik etmeden delegeleri kendi usullerince ağırlamaya çalışırken bir yandan da sınıf içinde filizlenen ve bugüne kadar Türk-İş yöneticilerinin pek alışık olmadıkları ilerici sendikal eğilimleri de hoşnut etmeye özen gösteriyorlar: İlericilikten, devrimcilikten, sınıf sendikacılığından, hatta sosyalizmden dem vuruyorlar, işçilerin birlik ve beraberliğinin bozulmaması gerektiğini de özellikle vurguluyorlar.
Doğrusu, Türk-İş’in bugüne kadar nasıl bir sendikacılık çizgisi izlediğini bilmeyen bir yabancı bu kongreleri izlese, karşısındaki sendikacıları sınıfın hakları için büyük mücadelelerden geçmiş insanlar sanır. Ya da insanları geçmişleri ve yaptıkları ile değil de söyledikleri ile değerlendiren birisi, sendika ağalarımızın birden bire (her ne olduysa) işçi sınıfının safına geçtiklerini düşünür. Ama her iki gözlemcinin de yanılacağını biliyoruz. Çünkü onları böylesi konuşmalara sevk eden şey, gerçek düşünceleri değil, içinde bulunulan dönem ve koşullardır. Birlik çağrıları da her zaman olduğu gibi bugün de birlik diye bir sorunları yoktur. Bütün faaliyetleri sınıf içindeki ayrılıkları körüklemek ve bundan yararlanarak sendikaların tepesindeki koltuklarını korumaktır.
İşçi sınıfı için sınıfın birliği sorunu her yerde ve her zaman hayati bir önem taşımıştır! Burjuvazi karşısında kendi birliğini sağlayamamış, işçi sınıfının mücadelesinde başarılı olamadığını bizim ülkemizdeki ve öteki ülkelerdeki deneyimler göstermektedir. Bu çarpıcı gerçeği herkes bilir. Bu yüzden de, en gerici sendikacılar bile işçi sınıfının birliği için savaştıklarını söylemekten büyük yararlar umar ve ne yazık ki; çoğu zaman da büyük yararlar sağlamayı başarırlar. Hiç kuşkusuz sendika ağalarının bu başarısının arkasında yatan onların birlik konusunda attıkları adımlar değildir; tersine, sınıfın birliği konusunda yaratmayı başardıkları kaostur. Örneğin; politik konuları tartışmak, ulusal farklılıklardan söz etmek, hükümetleri eleştirmek, “işçiler arasında farklı görüşlerin bulunacağı” nedeniyle işçileri böleceğini iddia ederler. Bu ilk bakışta pek mantıklı gibi gözükmektedir, ama gerçekten öyle midir?
Özgürlük Dünyası, bundan önceki sayılarında da “sınıfın birliği” üstüne sınıf sendikacılığının neler söylediğine değindi ve “birlik”ten ne anlaması gerektiğini ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştı. Bu sayımızda ise; yapılan kongrelerde bu konuda yapılan çarpıtmaları ve sendika ağalarının sınıfın birliği konusunda demagojik tutumlarını göz önüne alarak sınıfın birliğinin, bugün için aktüel ve giderek önem kazanan bazı unsurlarına değineceğiz. Bazı unsurlara diyoruz, çünkü: mücadelenin bütün alanlarının ve konularının “birlik” sorunu ile yakın bir ilişkisi vardır. Bu yüzden de burada, hem sınıf için uyarıcı olacak hem de sendika ağalarının sahte birlikçi tutumlarını ortaya çıkaracak unsular üzerinde duracağız.
Her şeyden önce; “sınıfın birliği” denildiğinde şu veya bu şekilde, bir yığın olarak işçilerin bir sendika konfederasyonu altında birleşmiş olmasının anlaşılmaması gerekir. Örneğin; Türk-İş’in 24 ilkesi etrafından Türk-İş çatısı altında toplanan işçiler bir sınıf birliği oluşturmuş sayılamazlar. İsterse Türkiye’deki bütün işçiler, istisnasız Türk-İş üyesi olsun. Çünkü “24 İlke”si ile Türk-İş, sınıf için bir mücadele merkezi değil bir sınıf uzlaşmacı; işçi sınıfı mücadelesini tasfiye merkezidir. Bu yüzden de birlik için ilk koşul, sınıfı birleştirecek sendikaların birer mücadele merkezi özelliğini taşıması, sınıf işbirliğini reddeden bir mücadele çizgisine sahip olması gerekir.
Öte yandan sendikaların sınıfın en geniş mücadele ve örgütlenme merkezleri olarak, dil, din, siyasi düşünce, ulusal farklılık vb. gözetmeksizin bütün sınıfı çatıları altında toplayacak bir tutumda olmaları gerekir. Bu, bütün bu ayrılıkları yok sayarak, ya da baskı ile bunların görmezden gelinmesini sağlayarak değil, enternasyonalist bir yaklaşım ve sınıfın eğitimiyle bü ayrılıkları aşan bir mücadele çizgisinin izlenmesiyle yapılabilir. Bunun yolu partiler üstü politikalardan, burjuva partilerine yaltaklanarak onlar arasında mekik dokumaktan ya da “ulusal davalarda” burjuvazinin çığırtkanlığını yapmaktan değil, gerçekten enternasyonalist, proletaryanın nihai amaçlarına uygun tek çizgi olan kendi partisinin çizgisinde yürümekten geçer.
Böyle bir açıdan bakıldığında Türk-İş ağalarının eylem çizgileri nedir?
Türk-İş kurulduğundan bugüne, içeride; çeşitli burjuva partileriyle hoş geçinmeyi, dışarıda ise; hükümetin dış politikasının şakşakçılığını yapmayı meslek edinerek en pespayesinden şovenizm batağında çırpınmaktan başka bir şey yapmamıştır. NATO’nun saldırgan politikalarının en gönüllü destekleyicisi olan hükümet politikalarını alkışlamış, Kıbrıs, Yunanistan, Bulgaristan vb. ile olan anlaşmazlıklarda; hükümete yol gösteren politikalar hangi sınıfın çıkarına hizmet etmektedir, bunlara hiç bakmadan, aydınlarımızın da pek sevdiği “milli politikalarda muhalefet olmaz” ilkesinden kalkarak hükümetlerin şakşakçılığını yapmış, daha da ileri giderek, işçilerin vatan, mîllet ve Türklük uğruna, sokağa dökmekten (hâlbuki Türk-İş ağaları işçilerin sokağa dökülmesinden pek çekinirler), savaş çığırtkanlığı yapmaktan geri kalmamıştır. Böyle bir politikanın izleyicisi sendikacılık çizgisi Kıbrıs, Yunan, Bulgar işçilerine nasıl dönüp de Türkiye’deki işçilerle kardeş olduğunu, sermayenin uluslararası niteliğine karşı işçilerin de uluslararası nitelikte örgütlenip savaşması gerektiğini söyleyebilecektir, söylese bile nasıl inandırıcı olacaktır?
Oysa işçi sınıfının, bütün öteki sınıflardan farklı olarak, sadece ulusal değil uluslararası bir karaktere de sahip olduğu, daha çok da bu karakteriyle öteki ezilen sınıflardan ayrıldığı temel bir gerçektir. Bu yüzdendir ki: “İşçilerin vatanı yoktur” denir. Çünkü onun vatanı bütün dünyadır. Sermayenin uluslararası karakterinin böylesi açığa çıktığı, Özal’ın bile, sermayenin vatanının olmadığını ilan ettiği bir dünyada, vatansız, sınır gözetmeden, bütün dünyadaki işçi sınıfını sömürmek için, dünya ölçüsünde örgütlenen sermayeye karşı işçi sınıfının sömürmek için, dünya ölçüsünde örgütlenen sermayeye karşı işçi sınıfının birer birer ülkelerle sınırlı mücadele etmesinin olanaksızlığı ortadadır. Bu yüzden de işçi sınıfı, bütün dünyadaki sınıf kardeşleriyle, bütün dünya ölçüsünde birleşmiş burjuvaziye karşı savaşmak zorundadır. Öyleyse, bir ülkenin işçi sınıfı bütün öteki işçileriyle birleşmeyi gözeten politikalar izlemek zorundadır. Bunun yolu ise, burjuvazinin çıkarları peşinde koşarak, komşularıyla ya da öteki uluslarla düşmanlık politikalarına alet olmamaktan, şovenizme karşı savaşmaktan, öteki ülkeler işçilerinin kapitalizme ve emperyalizme karşı verdikleri mücadelelerde omuz vermek ve UKKTH kayıtsız koşulsuz savunmaktan geçer.
Bu enternasyonalist tutum, tek uluslu ülkelerin işçi sınıfı için; dış, sınıfın birliğinin dolaylı bir unsuru gibi gözükebilir. Ama bizimki gibi birden fazla ulus ve milliyetin bulunduğu bir ülkede enternasyonalist tutum; iç, sınıfın birliği için dolaysız bir unsur olarak karşımıza çıkar. Sadece bir unsur da değil, hayati bir unsur olarak. Ve bugün, Kürt ve Türk işçilerin birliği sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ticari buldukları her ortamda sınıfın birliğinden söz eden sendika ağaları bu yakıcı sorundan sürekli yan çizmektedirler. Türkiye işçi sınıfının Türk ve Kürt ulusundan (ve diğer milliyetlerden) işçilerden oluştuğunu görmezden gelmekte, bu sorun ortaya atıldığında ise; burjuva politikacılarının ağzıyla, “bölücülük”, “Kürtçülük” suçlamasına sarılmaktadırlar. Yarım ağızla Kürtlerin varlığını kabul edenler ise; onları Türk saydıklarını, Türklerle bir farklarının olmadığını söyleyerek Kürtleri “ödüllendirmektedirler!
Bugüne kadar Türk-İş ağalarının tutumu Kürtlerin KKTH konusunda Türk Burjuvazisinin ırkçı, şoven politikasının ateşli bir destekçisi olmak olmuştur. Kürtlerin baskı altına alınması, zorla asimilasyonu politikaları Türk-İş tarafından kayıtsız koşulsuz desteklenmiştir. Türk ulusunun çıkarlarının (işçi sınıfının çıkarları da dâhil) her şeyin üstünde tutulması ve “Misak-ı Milli” sınırlarının değişmezliğinin Türk-İş’in “24 İlke”sinin ilham kaynağı olduğu düşünülürse, Türk-İş ağalarının şovenizmin batağında kulaç atmaları daha iyi anlaşılır. Ülkedeki her ulus ve milliyetten işçilerin sendikası olması gereken Türk-İş, milliyetçiliğin savunuculuğunu yaptığı sürece sınıfın birliğini gerçekleştirmede de hiç bir adım atamaz. Bugün, değişik milliyetten işçilerin Türk-İş üyesi olarak bulunuyor olması, onların sendikal birliğinin asgari düzeyde bile sağlandığı anlamına gelmez. Özellikle; Türk-İş, Türk burjuvazisinin şovenizminin aleti olduğu sürece Türk ve Kürt işçilerinin arasındaki uçurum büyüyecektir. Çünkü her şeyden önce burjuvazinin politik çizgisine sürüklenmek işçi sınıfını zaten böler; ikincisi ve konumuz açısından daha öne çıkanı ise, ezilen ulus işçileri ve halkı üstündeki ezen ulusun asimilasyon ve ulusal baskısına karşı çıkmadan ne işçi sendikaları ne de Türk işçileri enternasyonalist görevlerini yerine getiremezler. Bunun anlamı ise; Kürt işçileri ve halkının Türk işçilerine güvensizliğinin artmasıdır. Burada ilk adımı atmak ezen ulus işçilerine düşer. Onlar, kendi burjuvazilerinin ezilen ulus üstündeki asimilasyon ve baskı, kurtuluş mücadelesini ezme politikalarına karşı çıkmıyorsa, ezilen ulusun KKTH’nı savunmaktan geri kalıyorsa ezen ve ezilen ulusu birleştiren, ezen ve ezilen ulus proletaryasını kaynaştıran temeli yıkmış olur. Çünkü değişik uluslardan işçileri birleştiren çizgi ulusların eşitliğinden, ezilen ve ezen ulus ayırımının kaldırılmasından geçer.
Elbette “işçilerin vatanı yoktur” ve işçi sınıfının kapitalizmi yok etme mücadelesinden bağımsız, kendi başına bir ulus sorunu da yoktur. Ama işçi sınıfının ulus gerçeği karşısında bir politik tutumu vardır ki bu da; ulusların gönüllü birliğini sağlamayı amaçlayan UKKTH’nı kayıtsız koşulsuz savunmaktır. UKKTH’nı savunmak ulusun ayrılma hakkını savunmaktır. Ama bu ayrılmayı savunmak anlamına gelmez. Çünkü ilkesel bakımdan işçi sınıfın büyük ulusal devletlerden yanadır. Ama bu büyük devletler ulusların gönüllü birliğinin ürünüyse böyledir. Yoksa her halükarda birden çok ulusun aynı devlet çatısı altında birleşmesinin destekleneceği gibi bir ilke söz konusu değildir.
Bugün de, ülkemizde işçi sınıfı, Kürtlerin KKTH’nın tavizsiz savunucusu olmak durumundadır. Ama bundan Kürtlerin ayrılarak, ayrı devlet kurmasını savunmak gerektiği çıkarılamaz. Tersine bugün, işçiler iki ulusun aynı devlet içinde ama iki ulusun eşitliği temelinde birlikte yaşamasından yana olmak durumundadır. Ancak, işçi sınıfının her koşul altında bunu savunacağı anlamı çıkarılamaz. Eğer Kürtlerin ayrılmasının iki ülke içinde devrimi ilerleteceği bir durum ortaya çıkarsa, proletarya ezilen ulusun ayrı devlet kurmasını savunmaktan geri durmamalıdır. “Misakı milli sınırlarının değişmezliği” politikası işçi sınıfına yabancı bir politikadır. İşçi sınıfı gerektiğinde, devrim için ilerletici bir unsur olduğunda o sınırların değişmesini savunacaktır. Bu ise; Türk-İş ağaları için “vatanın ve milletin bölünmezliğine ihanettir, “bölücülüktür. Bu düşüncedeki sendikacılar değişik ulus ve milliyetlerden işçileri nasıl aynı sendikalarda birleştirebilir ve onları kapitalizme karşı mücadeleye nasıl sevk edebilirler?
Türk-İş ağaları ne derse desin, nasıl engellemeye çalışırsa çalışsınlar, her geçen gün şovenizmleri daha açık bir biçimde ortaya çıkarken, sorunlara enternasyonalist yaklaşım daha geçerli hale gelmektedir. Böyle bir yaklaşım olmadan sınıfın birliğinin sağlanamayacağını Türk işçileri de daha iyi görmeye başlayacaktır. Ama, bunun kendiliğinden olacağını beklemek de doğru olmaz, zaten kendiliğinden de olmaz. Sınıf sendikacılığı programlı öteki alanlardaki gibi, belki daha da fazla bu alana ilgiyi çekmek, sınıf içindeki tabuları yıkmak yükümlülüğü ile karşı karşıyadır. Dahası işçi sınıfının birliği, Kürt ve Türk uluslarının gelecekte aynı devlet içinde kalıp kalamayacakları, kapitalizme karşı _ mücadelede başarıya ulaşabilme şansı işçilerimizin enternasyonalist bir ruhla eğitilip eğitilememesiyle yakından ilgilidir.
Elbette ki doğru tutum, Türk işçilerinin Kürtlerin KKTH’nı savunmak iken Kürt işçilerin de birlikten yana tutum almasıdır. Ama ezen ulustan işçilerin tutumu burada belirleyici rol oynayacaktır. Bu yüzden de Türk işçilerin, bugün Doğuda uygulanan terör ve baskı politikalarına, katliam ve işkencelere karşı sesini yükseltmesi gerekmektedir. Bu ses yükseltme işçice, sınıfın gücünü burjuva devlet güçlerinin karşısına dikerek olmalıdır. Grevlerle, mitinglerle, genel grevlerle…
Hiç kuşkusuz, burjuvazinin kuyrukçusu, Türk milliyetçisi Türk-İş ağaları böyle bir yaklaşıma taban tabana zıt saflarda, terörün baskının, asimilasyonun uygulayıcılarının safındadırlar. Ama kongrelerde, çeşitli seminer vb. yerlerde; ilerici, sınıftan yana, hatta sınıf sendikacısı olduğunu söyleyen sendikacılar için bir fırsat vardır: Somut bir konu olarak, ulusal sorunda somut, enternasyonalist bir tutum alarak samimiyetlerini kanıtlayabilirler. Buna yanaşmayanlar ise, ne derlerse desinler, ne kadar yüksekten atarlarsa atsınlar inandırıcı olamazlar. Çünkü gerçek somuttur.

Kasım 1989

Öğrenci hareketinin bazı olanakları ve sınırlılıkları üzerine

Demokratik öğrenci hareketinin son yıllarda gösterdiği gelişmeler her çevreden yankılar buldu ve çeşitli açılardan yapılan eleştiri ve değerlendirmelere konu oldu. Suskunluk dönemlerinde öğrenciler kimsenin aklına bile gelmezken, özellikle üniversite gençliğinin mücadelesinde görülen ilerleme ve yaygınlaşmaya bağlı olarak herkes öğrenci “dostu” kesildi ve bu kesimi kendi yanlarına çekmek ve mücadeleden alıkoymak için var güçleriyle uğraşmaya başladılar. Bu sahte öğrenci dostları birdenbire gençlerin varlığını fark ettiler, onları bekleyen tehlikeler ve sorunlar hakkında bol keseden atıp tutmaya başladılar. Önceleri tek satırla olsun öğrenciler ve sorunlarından söz etmeyen günlük burjuva basını gençlik eylemlerinin yaygınlaşmasına paralel olarak bu konulara sayfalar ayırmaya başladı. Gençlik ve özellikle üniversite gençliği 12 Eylül’ü izleyen baskı, terör ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan sessizlik döneminin ardından yeniden kamuoyunun gündemine girdi.
Öğrencilerin kendilerinden söz ettirmesi baskı ve yıldırma politikaları karşısında gösterdikleri atak ve mücadeleci tutumun bir sonucudur. Hiç kimse çok sevdiği ya da onlar için çok kaygı duyduğu için öğrencileri gündemine almamıştır. Aksine, gençliği, mücadelesinden tedirgin oldukları ve okullarda tutuşan yangının diğer toplum kesimlerine de yayılmasından korktuklarından, sözde düşünmeye başlamışlardır. Özal vb. gibilerinin “gençlik sevgileri’nin nasıl bir şey olduğu bizzat pratikte ortaya konan davranış ve uygulamalardan açığa çıkmaktadır. Ne askeri faşist cundanın açıkça işbaşında bulunduğu, ne de parlamento maskesi altına girdiği dönemde gençliğin, faşist terörün, işkencelerin, katliamların, horlama ve aşağılamanın, türlü baskıların baş hedeflerinden olma gerçeğinde bir değişme olmuştur. Faşist cunta ve onun mirasçılarının, gençliğin en basit hak arama davranışı karşısındaki cevabı değişmeden aynı kalmıştır: Azgın terörle bastırma, tekme, dipçik, cop, kurşun, gözaltı, işkence, vahşet, baskı önlemlerini daha da arttırma, tehdit ve diğer ceza önlemleri. Faşist cunta ve mirasçıları gençliği sindirmeyi ve onu boyunduruk altında tutmayı temel görevlerinden saymışlardır. Gençlik toplumsal ve siyasal yaşamın dışında tutulmak istenmiş, düşüncelerini serbestçe açıklaması engellenmiş, örgütlenme çabaları vahşice baltalanmış, dilekçe verme ve dernek kurma gibi anayasada yer alan haklarını kullanmaları bile gaddarca yöntemlerle karşılanmıştır. Okullar ve yurtlar toplama kamplarına dönüştürülmüş, yüz binlerce öğrenci ilk, orta ve yüksek öğrenim hakkından yoksun bırakılırken, binlercesi de okullardan atılma yoluyla faşist eğitim sisteminin çarklarına kurban edilmiştir. Eğitim tamamen paralı hale getirilmiş, harç adı altında alınan yüklü haraçları ödeyemeyen emekçi çocukları öğretim kurumlarından atılmıştır, bu haraçlar yıldan yıla bir kaç misli katlanarak arttırılmıştır. Yurtlarda tam bir askeri kışla disiplini hâkim kılınmış, buralarda kalan öğrenciler bir asker gibi yetiştirilmeye çalışılmıştır. Yurtlardaki faşist disipline uymayan, nöbetini tutmayan, çağdışı, despotik talimat ve yönetmeliklere aykırı davranın, yanında yasaklanmamış olsa bile kitap ve yayınlar bulunduranlar, saz çalan ve bu gibi müzik aletlerini yurtlara sokanlar ağır yaptırımlara maruz bırakılmışlardır. Saymakla bitmeyecek bu gibi daha bir dizi faşist uygulamaların sorumluları kendilerini yine de hiç utanmadan “gençlik sevgisiyle” dopdolu olarak lanse etmeye kalkışabiliyorlar.
Kuşkusuz gençlik kendisini uyutmaya ve aldatmaya yönelik yalanlara kanmadı, baskı ve terör karşısında boyun eğmedi. Mücadeleci tutumundan ödün vermedi. 12 Eylül’ün nefes aldırmayan baskısı ve terörü karşısında içten içe biriken öfke ve tepkiler uygun çıkış kanalları bulduğunda patlamalı biçimlerde dışarı vurdu, bunun sonucunda geçtiğimiz yıllar önemli öğrenci eylemlerine sahne oldu. Küçük akademik çatışmalar, giderek yerini daha geniş ve üst boyutlu eylemlere bıraktı. Basit dilekçe kampanyaları vb. gibi etkinliklerden nitelik sıçramasının da bir ifadesi olan örgütlü çatışmalara geçildi. Üniversite gençliğinin nicelik bakımından o kadar değilse de nitelikçe giderek gelişen mücadelesi 12 Eylül karanlığının yırtılmasında oldukça etkili oldu.
Bir dönemin durgunluğunun ardından yeniden alevlenen gençliğin mücadelesi daha başından itibaren demokratik, anti-faşist, anti-emperyalist yönelim ve unsurlar içermiştir. Devrimciler, Marksistler bu yönelim ve unsurların güçlendirilmesi için yoğun çaba harcamışlardır. Devrimci, komünist gençliğin başlıca amaçlarından birisi öğrenci hareketine anti-faşist, anti-emperyalist, siyasi bir nitelik kazandırmak olmuştur. Gençlik içinde yürütülen propaganda ve ajitasyon faaliyetlerinde eylemlerin siyasi düzeye çıkarılması belirleyici bir yer tutmuştur. Devrimci, komünist gençlik mücadele deneylerinden kazanılan derslere özel bir önem vermiş, sırtını gençliğin onurlu geçmişini temsil eden, anti-faşist, anti-emperyalist mücadele geleneğine yaslamıştır. Marksist ve devrimci gençliğin bu tavrı, artık “içi geçmiş” olan “eski” devrimcilerin yaptığı “nostaljiden farklıdır. Devrimciler, komünistler geçmişte faşizme ve emperyalizme karşı verilen yiğit, militan ve kitlesel mücadeleye şu anki mücadele düzeyini yükseltmek için sahip çıkarlarken, yozlaşmış, pili bitik, sözde devrimciler düzen eklentisi haline gelmiş konumlarını anıların ticaretini yaparak örtbas etmeye çalışmaktadırlar.
Devrimci Mücadele Geleneği
Devrimci, anti-emperyalist gençliğin mirasçısı olduğu mücadele tarihinin kökleri çok gerilere uzanır. Türk ve Kürt milliyetinden Türkiye gençliğinin tarihi yurtseverlik ve ulusal özgürlük tarihidir. Taşrada halka zulmeden merkezi Osmanlı despotluğunun görevlilerine karşı suhtelerin (medrese öğrencileri) yaptığı ayaklanmalar, bizzat Osmanlı hanedanlığını ve mutlak monarşiyi hedef alan mücadele, Jön Türk hareketi, yüksek öğrenim gençliğinden (Harbiyeli ve tıbbiyeli gençlik) ve ordu içindeki köylü gençlikten güç alan İttihat ve Terakki Fırkasının faaliyetleri gençliğin mücadele tarihine zenginlik kazandırmıştır. Türkiye’nin demokratik devrim sürecine girdiği ilk dönemlerde “Cumhuriyet” ve “özgürlük” şiarları, genç aydınların ve öğrencilerin Osmanlı despotizmine karşı faaliyet sürdüren gizli örgütlere katılmalarının, silahlanmalarının, başkaldırmalarının ve sürgüne gitmelerinin başlıca nedenleriydi. Türkiye halkının emperyalizme karşı açtığı ulusal kurtuluş savaşı insan gücünü, bütün kesimlerden toplumun genç kuşağında buldu. Gençlik bu dönemde Ekim devriminden ve Bolşevizm’den de etkilendi… Savaş sonrasında İstanbul Üniversitesinde Lenin, çağın en büyük lideri seçildi. M. Suphi’nin örgütlenme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından TKP’ye damgasını vuran Şefik Hüsnü’nün sağ oportünist çizgisi işçi hareketim olduğu gibi gençlik hareketinin de gelişmesini olumsuz yönde etkiledi. Ş. Hüsnü TKP’sinin oportünist faaliyeti sonucunda gençlik, bu dönemde burjuvazi ve Kemalist diktatörlükten medet uman bir tutum içine girebildi. Uyanış sürecine girdiği bir sırada üniversiteli gençliğe vahşi polis terörüyle saldıran burjuvazi, bununla kalmayıp ulusal onur ve özgürlüğü için başkaldırıya geçen Kürt halkıyla birlikte Kürt yoksul gençliği üzerinde azgın bir terör ve şiddet politikası uyguladı. Asimilasyon politikası daha çok Kürt gençliğini hedefledi. Doğu’da kurulan yaygın bölge okulları, orduda kurulan okullar, bölgedeki köy enstitüleri Kürt halkından yoksul köylü gençliğin zorla asimile edildiği, yeniden şekillendirildiği kurumlar oldular. Gençlik, “anti-emperyalizm”, “ulusal bağımsızlık”, “laiklik” vb. demagojisiyle önemli ölçüde burjuvazi ve Kemalizm’in politikalarına bağlanabildi.
Otuzlu yıllar, devletin faşistleştirildiği ve ülkenin emperyalizme daha fazla bağlandığı yıllardır. Kürtlerin yaşadığı bölgelerdeki ayaklanmalar, tırmanan uluslararası gerginlik, emperyalist savaş bahane edilerek kısmen de olsa var olan bir kısım hak ve özgürlükler tamamen ortadan kaldırıldı, Takrir-i Sükûn, Polis Vazife ve Salahiyetleri vb. kanunlar yoluyla devletin faşistleştirilmesi süreci tamamlandı. Milli şef rejimi döneminde yürürlüğe konulan “yol yükümlülüğü”, “madenlerde zorunlu çalışma” vb. yarı-feodal devlet angaryaları dayatılarak gençler üzerinde hem ağır ve ek bir sömürü sağlandı, hem de bu uygulamalar sayesinde jandarma zulmü kesintisiz ve yaygın biçimlerde sürdürüldü. Emperyalist sömürü, kültür ve ideolojiye karşı, yoksul köylü gençliğin ileri ve aydın kesimlerinde aktif olmasa da direniş eğilimleri görülmesi üzerine, Kemalizm ideolojisine göre örgütlenmekle birlikte ulusal özellikleri de olan Köy Enstitüleri ulusal-halkçı temeldeki gelişmeler nedeniyle kapatıldılar. Kemalizm’den umduğunu bulamayan gençlik faşizme karşı harekete geçmekte zaaflar gösterdi. İşçi sınıfının politik alternatifinin de bulunmayışı gençliğin bu dönemde bunalıma girmesinde etkili oldu. Ancak faşist, dinci-gerici ideolojilerin şaha kalktığı bu tek şef rejimi ve Bayar-Menderes diktatörlüğü döneminde bile gençliğin yurtseverlik duyguları bütünüyle yok edilemedi. Denebilir ki, ulusal savaştan ellili yıllara gelinceye kadarki dönemde gençliğin koruduğu ve geliştirdiği biricik özelliği anti-emperyalizm ve yurtseverlik özelliğidir. 1957-60 yılları, gençliğin faşizme karşı, anti-emperyalist nitelikteki taleplerle ilk kez kitlesel biçimlerde harekete geçtiği yıllar oldu. Bütün büyük kentlerde yüksek öğrenim kurumlarında ve askeri okullarda öğrenci gençlik Bayar-Menderes faşizminin ulusal ihanet politikalarına ve faşist terörüne karşı siyasal özgürlükler ve ulusal bağımsızlık talepleriyle mücadeleye atıldı. Böylece hükümetin şahsında iç gericiliğe karşı ilk kez gençliğin genel, kitlesel hareketi ortaya çıktı. Doğal olarak, kısıtlı da olsa 1961 Anayasası’nda tanınan kısmi hak ve özgürlüklerin elde edilmesinde gençliğin sokaklarda dökülen kanı belirleyici bir rol oynadı. Gençlik bundan sonra, büyük burjuvazi ve Kemalizm’in politikasından koparak kendi talepleri ve halkın kurtuluşu için mücadeleye atıldı. Belli başlı kentlerdeki öğrenci gençlik kitlesinin hızla büyümesi, üst sınıflardan gelen siyasal kültüre sahip gençliğin politik tecrübesiyle emekçi sınıflardan gelen gençlerin enerji ve atılganlığının birleşmesi sokak hareketinin ortaya çıkmasının koşullarını hazırlayan ve genişleten bir olgu oldu.
Gençlik hareketi ve halkın gelişen hoşnutsuzluğuna bağlı olarak egemen sınıfın iç çelişkileri keskinleşti, karşı-devrim belli ölçülerde zayıfladı. Ama gençlik bu dönemde burjuvazinin reformizmle ittifak halinde olan bir kesiminin diğerini tasfiyesinde yedek güç olmaktan kurtulamadı. Karşı-devrim kampının iç çelişkilerinin iyice derinleşmesi ve çözümsüzlüklerin gizlenemez derecelerde yoğunlaşması sonuçta 27 Mayıs darbesine yol açtı.
‘1960 sonrası gençlik hareketinin yalnızca gençliğin mücadelesi açısından değil, aynı zamanda Türkiye devriminin tarihi açısından da önemi büyüktür. Özellikle 60’lı yılların ikinci yarısında yüksek öğrenim gençliği, özgürlük ve demokrasi istemlerini güçlü ve tutarlı biçimde öne sürdü. Boykot, işgal, gösteri ve kitlesel yasa-dışı hareketler biçimini alan öğrenci eylemleri hızla “özerk üniversite” talebini aşarak tutarlı anti-faşizm ve anti-emperyalizm düzeyine yükseldi. Gençlik bu dönemde faşist hükümete, dinci gericiliğe ve ABD emperyalizmine karşı yiğitçe dövüştü. 1968 gençlik hareketi, Türk ve Kürt milliyetinden gençlik saflarında Kemalist şovenizmin etkisiyle bozulan yakınlığın yeniden ve devrimci bir temelde kurulması koşullarında gelişti. Her iki ulustan devrimci gençliğin emperyalizmi ve faşist gericiliği hedef alan mücadelesi tarihte ilk kez ortak temellerde gelişti, bu süreçte Türk ulusundan gençler Kürt yoksul köylüsünün taleplerine ve Kürt ulusundan gençliğe daha da yaklaştı. Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme hakları uğruna verdikleri mücadele 68 hareketiyle yeniden yükseliş sürecine girdi. Türk ve Kürt ulusundan gençliğin ve halkın emperyalizme ve faşist diktatörlüğe karşı ortak mücadelesinin siyasal ve toplumsal temeli daha da genişledi. Gençliğin örgütlenmesi ve bağımsız ve kitlesel örgütlerin kurulmasında da 60’lı yıllar ilk ve köklü adımların atıldığı yıllar olmuştur. Burjuva gençlerin ve faşistlerin elinde bulunan dernekler, kitlesel devrimci, akademik-mesleki örgütlere dönüştürülmekle kalmadı; DÖB, Dev-Genç gibi kitle örgütleri, gerçek kitle mücadelesinin sonucunda doğdular ve bu mücadelenin araçları olarak önemli işlevler yüklendiler.
Gerçek devrimci “kitle önderleri” tipi ülkemizde ilk kez 68’in gençlik önderleriyle doğdu ve bu önderlerin devrimci kişilik, cesaret, uzlaşmazlık, halka ve devrime adanmışlık ve yüksek özverililikleri, geleneksel uzlaşmacı, üst tabaka “devrimci tipi” ve “salon sosyalisti” tipine vurulan güçlü bir darbe oldu. Onların bu olağanüstü devrimci kişilikleri 68 kuşağından sonraki kuşaklar içinde de halka, devrime, sosyalizme ve yoldaşlara bağlı sayısız devrimci militanın yetişmesinde ilham kaynağı oldu.
70’lere gelindiğinde gençlik hareketi siyasi farklılaşmalar derinleşti. “Sol” içindeki bölünmelerde devrimci gençlik revizyonizmi ve onun reformist biçim ve yollarını tereddüt etmeden reddetti. Sonraki yıllarda gençlik 68’in devrimci yolunu gelişip güçlendirdi, fakat o dönemin bazı zaaflarını derinleştirmekten ve yeni bazı zaaflara düşmekten kaçınamadı. Gençliğin geniş kesimlerinin devrimci bir temelde birleştirilememesi, faşizme karşı mücadelenin MHP’ye ve faşist hükümetlere karşı mücadele olarak görülmesi, grupçuluğun ve gruplar-arası rekabetin güçlü oluşu, revizyonizmin belli derecede etkili olabilmesi, devrimci komünistlerin “eylemde birlik, ajitasyonda serbestlik” ilkesini ısrarla ve tutarlılıkla savunmasına rağmen gençlik saflarında demokrasinin egemen kılınamayışı, işçi gençliğin gençlik içinde etkin olacak güce erişebilmesi için gerekli olan bilinç ve örgütlenme düzeyinde bulunmayışı; ‘sol’ Kemalist, etkiler altında kalmanın bir sonucu olarak her iki ulustan gençliğin ortak mücadele içinde kaynaşamayışı, devrimci komünist hareketin Kürtlerin yaşadığı bölgelerde ulusların kendi geleceğini belirleme hakkının öne çıktığını görememelerinden kaynaklanan hataları devrimci hareketin gelişimini zaafa uğratmakla kalmayıp aynı zamanda 12 Eylül faşist cuntasının başarıya ulaşmasında ve karşı-devrimci hedeflere kolayca varmasında da rol oynadı.
1980’e kadarki yirmi yıl, üniversiteli, orta ve diğer öğrenim kademelerinden öğrenci gençliğin, işçi, köylü ve tüm emekçi gençliğin kendisini güçlü bir devrimci dalganın içinde bulduğu bir kabarış dönemini simgeler. Bu dönem aynı zamanda gençliğin ileri kesimlerinin hata ve zaaflara karşın tutarlı bir anti-faşist, anti-emperyalist, devrimci gençlik geleneğinin de yaratıldığı yıllar oldu.
Bu yıllar aynı zamanda ezen ulus şovenizminin gençlik üzerindeki etkilerinin önemli darbeler yediği Türk ulusundan geçenlerin Kemalist milliyetçi ideolojinin egemenliğinden sıyrıldığı, devrimci militan bir geleneğin yaratılmasında, proletaryaya yakınlaşmada önemli mesafeler alındığı, karşı-devrimin hiç bir biçimde silemeyeceği kitle mücadelesi biçimleri ve direnişler yaratıldığı yıllar oldu.
Bu dönemin deneyleri 19. yy.ın sonlarında Osmanlı despotizmine karşı mücadele ve ulusal savaşta Resneli Niyazi ve Hasan Tahsinler kuşağının tecrübelerini de aşarak burjuva yurtseverliğinden, tutarlı anti-emperyalizme yükselişi de içerir. A. İ. Dönmezlerin, Turan Emeksizlerin kanıyla mutlak monarşiye karşı verilen mücadelenin kazanımlarına dayanarak bir kez daha yazılan “hürriyet” ve “özgürlük” derslerinden proletarya ve halkın devrimci hareketinin bileşeni olma düzeyine çıkma da 1960-80 yılları arasına rastlar.
Geniş bir anti-faşist gençlik hareketiyle, devrimci genç komünist hareketin kaynaşmasından doğan devrimci militan bir gençlik geleneği yine bu dönemde gelişip yaygınlaşmaktaydı.
Zorbalığa Karşı Alevlenen Mücadele
Geçmişin deneylerinden çıkarılan derslerle, bugünkü mücadelenin gelişim düzeyinin ortaya çıkardığı devrimci perspektiflerin bileşimi, içinde bulunduğumuz dönemde gençliğin önünün açılmasında kılavuz rolü oynamaktadır. Son yıllarda yeniden ivme kazanan gençliğin mücadelesi bir yanıyla olumlu gelişmelerden güç alırken, diğer yandan da karşı karşıya olunan tıkanıklıklar yüzünden bir kısır döngü içine girmiş görünmektedir. Kuşkusuz ortaya çıkan sorunlar kendi çözüm olanaklarını da içinde barındırmaktadır. Önemli olan varolan durumu sağlıklı bir biçimde gerçek ve yeterli veriler ışığında değerlendirebilmektir.
Unutulmamalıdır ki mücadelesinden dolayı özellikle üniversite gençliği üzerinde durulmasına karşın üretimdeki yeri, etkinliği ve barındırdığı devrimci dinamikler nedeniyle başta işçi gençlik olmak üzere diğer emekçi, yarı-proleter ve köylü gençlik de toplumda geleceğe dönük ileri atılışları çok yakından ilgilendirmektedir. Yorgun “otuzluk” ihtiyarların ve akıllanmış devrimcilerin değil de her zaman ileri sınıfın gençliğinin partisi olmayı istemek, sözü edilen bu gençlik kesimlerine ilişkin doğru politikaları ve değerlendirmeleri öne çıkarmayı gerektirir.
Okulların açılışı beklenen gelişmeleri yeniden gündeme getirdi. Bu yılkı açılışlarda daha çok öğrenci alternatif açılışlara katıldı, resmi açılışlara ise hemen hiç rağbet edilmedi. Yer yer resmi açılışlara da katılan öğrenciler bu programları, ileri sürdükleri kendi hakları ve özgürlük talepleri için rayından çıkardılar ve seslerini duyurdukları kürsülere dönüştürdüler. Gerek gençlerin bağımsız olarak düzenledikleri alternatif açılışlar gerekse kısmen katıldıkları resmi açılışlarda çevik kuvvet ve diğer polisler, jandarma birlikleri olağanüstü önlemler aldılar, buralardan çok sayıda öğrenci gözaltına alındı ya da dipçik ve copla yapılan saldırılara hedef oldular. Geçtiğimiz günlerde Veli Murat Erdoğan isimli Hacettepe Üniversitesi öğrencisi polis tarafından kurşunlanarak öldürüldü. Ancak tüm bu saldırı ve önlemler yalnızca gençliğin mücadele azmini biledi. Sonraki günlerde Ankara ve İstanbul, İzmir, Samsun, Bursa, Adana gibi büyük kentlerdeki üniversitelerde, Sakarya Üniversitesi ve Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi’nde olduğu gibi öğrenciler saldırılara daha büyük eylemlerle karşılık verdiler.
Burjuva basın ve resmi ağızlar durmadan gençleri “uyarıyorlar”, gizli, yasa-dışı örgütlerin gençlere “çengel” attığını bozuk plak gibi tekrarlayıp duruyorlar. Onlar kopardıkları gürültü ve demagoji kampanyası ile, çok önemli tir şeyi, üniversiteli gençliğe en amansız çengelin bizzat diktatörlük tarafından atıldığını, YÖK’ün kendisinin gençliğin böğrüne saplanan koskocaman paslı bir çengel olduğunu unutturmaya çalışıyorlar, yalnızca YÖK çengeli mi? Gericilik ve egemen sınıfların faşist diktatörlüğü İşçi sınıfı ve diğer halk kesimleriyle birlikte gençliği de, sapladıkları sayısız çengellerle faşist düzene bağlamaya çalışmakta, çengellerden kurtulmak için en ufak bir kıpırdanma gösterenleri ise vahşice cezalandırma yolunu izlemektedirler.
Tüm baskı önlemlerine ve bin bir çengele karşın gençliğin eli “çıra” tutmuyor. Çevik kuvvet birliklerinin, jandarmanın saldırıları gençlik saflarında derin bir öfke ve nefret yaratıyor, aktif direniş eğilimlerinin güçlenmesine neden oluyor. Karşılık salvo atışları daha büyük çatışmaları doğurabilecek gerginlik ortamları yaratıyor. Bu noktada örgütlenmenin ve gençlik içinde doğru bir önderliğin yakıcı önemi kendini gösteriyor.
12 Eylül’le birlikte gelen sınırsız faşist terör, ağır cezai önlemler ve ideolojik çöküntü nedeniyle öğrencilerin çoğunluğu “akademizme” “kendi kabuğuna çekilmeye” Siyasi mücadeleden alıkoymanın aracı olarak kullanılan durumlarda spora ve “bohem” yaşamına daldı. Tüm bunlara bağlı olarak da politik uyuşukluk geniş ölçüde etkili oldu. Öğrenciler arasındaki moral bozukluğunun giderilmesi sürecine girildi. Devrimci ve Marksist-Leninist düşüncelerin öğrenci gençliğin yeniden bilincine girmesi, onun devrimci mücadele içinde yer almaya başlaması, öğrenciler arasında yayılmış olan düşünce tembelliğine, burjuva milliyetçiliğine ve dinsel kaderciliğe karşı güçlü bir panzehir oldu.
Ancak öğrencilerin yeniden aktif mücadele sürecine girmesinin ardından bir kaç yıl geçmesine karşın devrimci teorinin hâlâ dar bir çevre içinde etkin olabildiği dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Bunda, başka şeylerin yanı sıra uygun mücadele teknik ve aygıtlarının saptanmasında ve elde edilmesinde bazı yetersizliklerin varlığına işaret etmek gerekiyor. Dağıtılan bildirileri, broşürleri öğrencilerin ne kadarı okuyabiliyor? Yazılan şeyler ne kadar doğru ve mükemmel olursa olsun kitleye ulaşmazsa bunun kimseye bir yararı olmayacağı bir gerçektir. Marksist, devrimci düşünce ve mesajlar yeter ki kitleye ulaşsın; kesinlikle boşa gitmeyecektir. Tüm zorluklara karşın, forumlarda, dernek toplantılarında, şenliklerde vb. ortamlarda ısrarla ve kesintisiz bir biçimde yürütülen siyasi ajitasyon çalışması mutlaka sonuç verecektir. “Kapıyı çal, sana açılacaktır.” Siyasal ajitasyonun başarısı hemen sonuç almakla, ya da sürekli sistemli siyasi eylem için kitlenin derhal ikna olmasıyla ölçülmez, kısa sürede çalışmaların meyvesinin toplanamaması mümkündür.
Çok ciddi bir bilimsel hazırlık ve sağlam görüşlerin oluşmasını gerektiren siyasi faaliyetlerin en çok sayıdaki, en geniş öğrenci kitlesine nüfuz etmeye, yalnızca akademik özgürlük isteyenlerin görüş açılarını genişletmeye, hâlâ bir program arayanlara devrimci bir programın propagandasını yapmaya yönelik olmasının önemi büyüktür. Ancak öğrenci eylemini yalnızca siyasi eylem olarak algılayan anlayışları da eleştirmek gerekiyor. Siyasi eylemlerden başka eylem tanımamak, akademik, okulcu eylemleri küçümsemek devrimci öğrencilerin tavrı değildir. Devrimci şiarları genişleyen bir temel üzerinde çok yönlü savaşçı ajitasyon için canlı bir yol gösterici olmaktan çıkarıp, hareketin farklı biçimlerinin farklı aşamalarına mekanik biçimde uygulanan cansız dogmalar haline getirmemek mücadelenin gerçek devrimci önderlik altında ilerlemesi açısından yaşamsal önem taşıyor. Sürekli nihai amacı tekrarlamak yetmiyor. Her olanaktan, her koşuldan ve öncelikle, ne olurlarsa olsunlar, ileri unsurlarla diktatörlük arasındaki her kitle çatışmasından yararlanarak siyasal ajitasyon için eylem yapabilmek gerekiyor. Öğrenci hareketini önceden, zorunlu “aşamalar”a bölmek ve “zamansız” siyasal eylemlere geçmek korkusuyla her aşamadan uygunca geçildiğinden emin olmak vb. yaklaşımlar devrimci komünist yaklaşım olamaz. Bu tür bir anlayış bilgiçlikten başka bir şey olamazdı ve ancak oportünist tutumlara kaynaklı eder. Değişmez diye yanlış yorumlanan bir şiar yüzünden kişilerin ortaya çıkan gerçek durumu ve özgül kitle hareketinin gerçek koşullarını hesaba katmayı reddetmeleri de önceki kadar yanlış bir anlayıştır.
12 Eylül sonrasının ilk öğrenci eylemlerinden olan 44. maddenin kaldırılması kampanyasına, devrimci öğrenciler tarafından burun kıvrıldığı, reformist talep olduğu vb. gerekçelerle uzak durulduğu olmuştur. Ama o koşullarda bu tavır yanaştı, hatalıydı. Bir okulcu hareketin siyasal hareketin düzeyini alçalttığı ya da böldüğü veya ondan uzaklaştığı koşullar mümkündür. Ve bu durumda devrimci komünist öğrencilerin ajitasyonlarını böylesi bir harekete karşı yoğunlaştırması tabii ki zorunludur. Ama herhangi bir kişinin kabul edebileceği gibi o sırada nesnel siyasal koşullar farklıydı. 44. maddeyi hedefleyen kampanya o zaman uzun yıllardan sonraki öğrenci hareketinin başlangıcını ifade ediyordu. Ve o kampanya o zamanlar kitle mücadelesinin diğer biçimlerinin olmadığı bir sırada, bir durgunluğun çöktüğü ve geniş halk kitlesinin hâlâ sessizce, yoğunlukla ve yavaşça 12 eylül öncesinin deneylerini sindirmeye devam ettiği bir sırada başladı. Devrimci öğrencilerin sözü edilen koşullardaki hareketi desteklemeleri yararlanmaları ve yaymak için her çabayı göstermeleri doğru olacaktı. Çünkü kimi koşullarda küçük akademik çatışmaların küçük başlangıcı büyük bir başlangıçtır, çünkü onun ardından bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün, büyük devamlar gelecektir. Burada önemli olan akademik mücadeleyle siyasi çalışmayı içice yürütmek, okulcu vb. talepleri siyasi düzeye çıkarmaya çalışmaktır.
Geçmiş yılların mücadelesi öğrenciler açısından derslerle doludur. Bunların en önemlilerinden birini öğrencilerin halkı saran baskı atmosferinin ve kölelik karanlığının ortasında öğrenim özgürlüğü düşünün olanaksızlığını kavramaları olmuştur. Yalnızca halkın, özellikle de işçilerin desteği, elde edilen başarıları güvence altına alabilir ve bu desteği sağlamak için özerk demokratik üniversite ve öğrenim özgürlüğü talebiyle yetinmemek, bütün halkın özgürlüğü için, siyasal özgürlükler için savaşmak düşüncesinin pekişmesi mücadele içinde kazanılan deneyimlere çok yakından bağlıdır.
Dernek, örgütlenme, eylem birliği, kitleselleşme vb. gibi konular bugün de öğrenciler arasında tartışılmaya devam ediyor. Gelişmelerin gelip bir yerde tıkanmaması için birbirleriyle girift olmuş biçimlerde içice geçen birçok konu içerisinde kavranacak halkayı doğru tespit etmek gözden ırak tutulmaması gerek bir yaklaşımdır. Aksi halde sapla samanı karıştırma, aracın amaç düzeyine yükseltilmesi gibi durumlara düşmek kaçınılmaz olur. Öğrenciler arasında siyasi faaliyeti yaygınlaştırmak, geliştirmek ve diğer çalışmaları ve araçları bu çabaya tabi kılmak devrimciler için büyük önem taşımıyor. Öğrenim ve yaşam koşullarıyla, belli başlı yaşamsal hedefleri onların eğilimlerini büyük ölçüde belirlemektedir. Siyasal ajitasyon faaliyetinde bu temel nesnel gerçek ön planda tutulursa, en geniş öğrenci Kitlesiyle birleşmenin, örgütsel ve siyasal etki alanının genişletilmesinin önü açılmış olacaktır. Bu açıdan dernek, merkezi I örgütlenme, legal, illegal çalışma, folklor vb kültürel faaliyetlere katılma, somut talepleri savunma siyasal faaliyetlerin ekseninde ele alınmak durumunda ve ona hizmet edecek bir yaklaşımlar geliştirmeye ihtiyaç göstermektedir.
12 Eylül cuntasının gençlik üzerinde yarattığı tahribatlardan, ideolojik alanda ortaya çıkanın büyük ağırlığı vardır. Gençlik 12 Eylül’le birlikte, devrim ve sosyalizm ideallerinden büyük ölçüde uzaklaştırılmış, feodal, dinci, emperyalist kültürün ablukasına alınmıştır. Buna bağlı olarak eğilim ve beklentilerde yozlaşma ve gericileşme yönünde değişimler hızla yayılmıştır. Örneğin 12 Eylül öncesi yapılan anketlerde sosyalizmi isteyenlerin oranı % 80’leri bulurken, bu oran 12 Eylül sonrasında % 30’lara kadar düşebilmiştir. Bu durum, gençlik içerisinde burjuva özlemlerin, bireysel kurtuluş yollarının, örneğin Amerikan tipi genç işadamlığının (Yuppi’lik) yoğun biçimlerde körüklenmesinin de bir sonucudur. Devrimci siyasal çalışma bu yoz etkilere karşı da mücadeleyi öne almak zorundadır.
Bugünkü öğrenim yaşamının gün geçtikçe daha da ağırlaşan koşullarına dayanabilmek az sayıdaki rahatı keyfi yerinde burjuva çocuğu dışında, çoğunluk açısından büyük ölçüde zorlaşmıştır. Harç adı altında öğrencilerden alınan harçlar bir kaç misli artırılmıştır; harçlarını ödeyemeyenler okuldan atılma tehdidi altındadırlar. Çünkü harçlarını ödeyemeyenlerin kaydı yapılmayarak ya da sınavlara alınmayarak doğrudan veya dolaylı biçimlerde okuldan atılmaktadırlar. Üniversite giriş çıkışları, kampuslar polis ve jandarmanın işgali altındadırlar. Üniversite giriş çıkışları, kampuslar polis ve jandarmanın işgali altındadır. Resmi, sivil terörü, çevik kuvvet saldırıları okullarda korku ve dehşet havasını hâkim kılmaktadır. Öğrenciler ancak toplu, kitlesel eylemler yaparak baskı ve saldırıları bir ölçüde püskürtebilmektedirler. Fakat her kitlesel öğrenci eylemine polis ve asker sayısı daha da artırılarak yanıt verilmektedir.
Yönetmelikler ve diğer idari düzenlemeler sık sık değiştirilmekte öğrenciler aleyhine olan birçok hükümler ya esas olarak değiştirilmemekte, göz boyanmakta, ya da-değişse bile daha da ağırlaştırılmadadır. Öğrenci dernekleri karşısındaki ne pahasına olursa olsun engelleme tutumu devam ediyor. Tüm bunlara karşılık öğrencilerin tepki ve hoşnutsuzluğunda giderek eğilimler ifadesini yaygın, sürekli, olaylar karşısında sıcağı sıcağına yapılan gösteri ve protestolarda buluyor. Okulların polislerden temizlenmesi, YÖK’ün kaldırılması, okul kapılarından öğrencilerin serbest giriş çıkış yapabilmeleri, harçların kaldırılması gibi istemler, öğrencilerin bugünkü eylemlerinin ve mücadelelerinin bugünkü belli başlı yakın hedefleri arasında. “Genel boykot” şiarı önemli ölçüde taraftar buluyor ve yaygın protestoların bir genel boykota dönüşmesi gündeme geliyor.
Ama bugünlük mücadele ve eylemler içinde gençliğin pratik ve siyasi eğitimi, örgütlenmesi ve siyasi ajitasyon için elverişli bir zemin yakalamak olanaklıdır.
Kuşkusuz tüm bu düzen içi çatışmalar öğrenci gençliğin öğrenim özgürlüğü, demokratik özerk üniversite, demokratik eğitim koşulları vb. taleplerinin elde edilmesinin güvencesini vermez.
Öğrenci gençliğin mücadelesi bütün halkın ve işçi sınıfının demokrasi, özgürlük ve sosyalizm mücadelesiyle birleşmedikçe ve bu mücadelenin bir bileşeni olma özelliğini kazanmadıkça başarıya ulaşamayacağına şüphe yoktur. İşçi sınıfı ve halkın baskı ve sömürü düzenine yönelen mücadelesinin zafere ulaşması aynı zamanda demokratik üniversitenin, parasız eğitimin, işçi ve emekçi çocukları için elverişli koşullarda gerçekleştirilen öğrenimin yaşama geçirilmesine de olanak sağlayacaktır.

Kasım 1989

Ekim Devrimi 72 yıl sonra da yol göstermeye devam ediyor

1917’nin 25-26 Ekiminde (Miladi takvime göre 6-7Kasım) Moskova’da Çar’ın Kışlık Sarayı’nın burçlarında patlayan top mermileri sadece köhnemiş Rus Çarlığının sonunu ve Rus işçilerinin ücretleri kölelikten kurtuluşlarını ilan etmiyor, aynı zamanda; mitolojinin özgürlük simgesi Prometheus’un acılarının sona ereceğini, zalim Roma kölecilerine baş kaldıran Spartaküs’ün kölesiz bir dünya özleminin gerçek olduğunu, Şeyh Bedrettin ve Börklüce Mustafa’nın eşitlik ve kardeşlik üstüne kurulu bir dünya isteğinin yolunun açıldığını, Hıristiyan dogmasına aykırı düşünceler savunduğu için Roma’da ateşe atılarak yakılan G. Bruno’nun Güneş-merkezci bir evren tasarımı savunduğu için işkence görüp, cezalandırılan G.Galilei’nin insan düşüncesinin sonsuzca gelişmesinin desteklendiği bir toplum isteğinin artık olanaklı olduğunu, feodal zorbalığa baş kaldıran köylülerin efendisiz bir dünya isteğinin gerçekleşeceğini, Thomas Moor’dan R. Owen’e bütün ütopyacıların eşitlik, özgürlük ve kardeşlik üstüne düşlerimin artık düş olmaktan çıktığını, çağlar boyu ev kölesi olan ve kapitalizm tarafından bir de ücretli, kölelikle “ödüllendirilen” emekçi kadınlar için nihai kurtuluşun pek yakın olduğunu, Fransız Devriminin yiğit işçi önderi Babeuf’ün yükselen işçi sınıfını temsilen, şımarık burjuva yargıçların yüzüne haykırdığı, ücretli köleliğin ve emekçiler üstündeki bütün baskıların kaldırılması isteğinin sınıf kardeşlerinin kendi kollarıyla gerçekleştiğini kısacası: insanlığın sınıflı topluma geçmesinden bu yana ezilen, baskı gören, sömürülen, haksızlığa uğrayan her insanın, bazen sözle, bazen bir eylemle, bazen de herhangi biçimde ifade edemeyip ama içinde duyduğu: baskı ve haksızlıkların olmadığı, sömürüşüz ve herkesin mutlu olduğu, kansız ve savaşsız bir dünya, barış içinde ilerleyen bir toplum isteğinin artık gerçekleşebileceğini ilan ediyordu.
Büyük Ekim Devrim’inin insan toplumu için olanaklı hale getirdiği ilerleyişten söz ederken çizilmeye çalışılan panorama içinde söylenen şeyler, bir kutlama töreni vesilesiyle söylenmiş törensel sözler değildir. Tersine söylenmeye çalışılanlar Ekim Devriminin insan toplumunun ilerlemesi için verdiği büyük itmenin sadece bazı yanlarıdır. Gerçekte ise; etkisi çok daha derin, çok daha kapsamlıdır.
Bugün, Ekim Devrimi’nden 72 yıl sonra, böyle bir günde, gönül isterdi ki; Ekim Devrimi’ne can veren ilke ve değerlerden değil de, artık sosyalizmin geride kalmaya başladığı bir dünyada, adım attığımız sınıfsız toplumun sorunlarından söz edelim; reformculuk, revizyonizm gibi şeyleri tarih olmuş kötü olgular olarak analım. Ne var ki; bugün durum hiç de böyle, özlediğimiz gibi değil: Ekim Devrimi’nden 72 yıl sonra dünya işçi sınıfı, Marksizm-Leninizm’in gerçek savunucuları, revizyonizmin her türüne ve burjuva ideologlarının Marksizm’i gözden düşürme çabalarına karşı Marksizm-Leninizm’i ve Marksizm-Leninizm’in ete kemiğe büründüğü Ekim Devrimini, onun değerlerini savunuyorlar, Bu yüzdendir ki, biz de burada Ekim Devrimi’nin 72. yılında, söylenecek şeylerin birçoğunun tekrarı pahasına Ekim Devriminin anlamı ve ona can veren kimi değerlerden söz edeceğiz.
Ekim devrimi yeni bir çağın, proleter devrimleri çağının ilanıydı
Tarihsel materyalizm, insan toplumunun ilerleyişinin dönemeçleri olarak, toplumun bir üretim tarzından ötekine geçişini belirtir. Bu açıdan bakıldığında; ilkel toplumdan köleciliğe, kölecilikten feodalizme, feodalizmden kapitalizme geçişlerin her biri toplumun bir çağ değişimidir. İşte, Ekim Devrimi de, artık kapitalizm çağının sona erdiği ve sosyalizm çağının başladığının ilanıdır. Burada toplumsal değişimi sağlayan sınıf proletarya olduğu için, Marksist literatürde bu çağa, Ekim Devrimi ile başlayan çağa, Proleter Devrimleri Çağı adı verilir.
Adından da anlaşılacağı gibi, artık bu çağda toplumu ilerleten bütün gerçek devrimler proletaryanın damgasını taşıyan devrimlerdir. Henüz feodal artıkların tasfiye edilmediği ülkelerdeki demokratik devrimler bile proletaryanın önderliği olmadan başarıya ulaşamaz, bu çağda. Çünkü bu çağın ilan ettiği diğer önemli bir şey de, burjuvazinin ne ulusalcılığının ne devrimciliğinin ne de tutarlı demokratlığının kaldığıdır.
Bugün, hala Ekim Devriminin açtığı Proleter Devrimleri Çağ’ında yaşadığımızı ne yazık ki burada tekrar vurgulamak zorundayız. Vurgulamak zorundayız çünkü proletarya, sosyalizm, devrim… vb. adına konuştuklarını iddia eden sayısız oportünist ve revizyonist odak, artık proleter devrimler çağının sona erdiğini, kapitalizm ile sosyalizmin birbirine yaklaştığını, proletarya ile burjuvazi arasında eski uzlaşmaz çelişkinin artık anlamını yitirdiğini, iki sınıfın da barış içinde ebediyen yaşayabileceğini iddia ediyorlar. Kimi gruplar ise Troçkist 4. Enternasyonalden etkilenerek, “Emperyalizmin Üçüncü Bunalım Dönemi” tezine bağlanarak, sözde Lenin ve Stalin’i savunuyor görünseler de, gerçekte, artık Lenin ve Stalin’in tanımladığı çağda yaşanmadığı, bu yüzden de Leninist yığın çalışması ve yığınların örgütlenmesi yerine “silahlı propaganda” ve “öncü savaşı” dedikleri bir çalışma biçimini, Leninist siyasal partinin yerine ise “yeni tarzda” bir Leninist partiyi geçirerek Leninizm’in çok uzaklarına düşüyorlar.
Kimi olguları aşırı abartarak çağın değiştiğini iddia eden burjuva ve revizyonist ideologların iddialarının tersine bütün olgular ve gelişmenin seyri, kapitalizmin kendisini “yenileyerek” emperyalizmin bir üst aşamasına geçmediğini, tersine bütün çıplaklığı ile tekelci kapitalizmin sürüp gittiğini, bu yüzdende hala Lenin ve Stalin’in tanımlamış olduğu çağda yaşadığımızı göstermektedir. Öyleyse; toplumun temel çelişmesi burjuvazi ile proletarya arasında olmaya devam etmektedir ve toplumun ilerlemesi de ancak bu çelişmenin çözümüyle olanaklıdır. Bunun da nasıl çözüleceğini Ekim Devrimi göstermiştir.
Ekim devrimi sömürünün olmadığı ilk devletin ilanıydı
Sınıflı toplumların ortak özelliği egemen sınıfın emekçiler tarafından üretilen artık-ürün ya da artık- değere el koymasıdır. Eğer bir toplum sömürücü ve emekçi sınıf olarak bölünmüşse orada kaçınılmaz olarak bir sömürü de vardır. Köleci toplumdan Ekim Devrimi’ne kadar olan tarihsel süreçte, toplum ne kadar ilerlemiş olsa da bu özelliği değişmedi. İşte, Ekim Devrimi ile birliktedir ki; toplumun uygarlıkla yaşıt ve hiç değişmeden kalacak sanılan bu özelliği değişti ve Ekim Devrimi’yle birlikte, sömürünün olmadığı ilk devlet kuruldu.
Bu tarihsel başarı, bütün dünya proletaryası ve yoksul yığınlarının yönlerini Ekim Devrimi’ne ve onun ideallerine çevirmelerine yol açtı. Bu yüzdendir ki; Ekim Devrimi sadece bilinçli proletaryanın değil, Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın yoksul halkları için ilham kaynağı oldu. Çünkü Ekim Devrimi, insanlığın ilkel komünal toplumdan köleci topluma geceli özlemini çektiği, ve özgürlü toplumunu herkesin önüne seriyordu. Gerçekten de, revizyonistler ve liberaller ne kadar aksini iddia ederse etsinler. Ekim Devrimi ile başlayan sosyalist toplum süreci Lenin ve Stalin döneminde, bu dönemin bütün güçlüklerine karşın, Sovyet proletaryası ve halkları için, sömürülmedikleri, baskı görmedikleri, yeteneklerini özgürce geliştirebildikleri ve inisiyatiflerini kullanabildikleri tek dönem olmuştur. Evet bu dönemde Sovyetler Birliği’nde bir diktatörlük de (her devlet biçimi gibi proleter devlet de bir diktatörlüktü) vardı ama bu diktatörlük emekçilere karşı değil, burjuvazinin artıklarına, gericilere ve kulaklara karşıydı. Emekçiler için ise; en gelişmiş burjuva demokrasisinden “bin kat daha fazla” bir demokrasi vardı proletarya diktatörlüğünde.
Emek ve Emekçi, toplumlar tarihinde ilk kez böyle yüceltiliyor ve saygın bir yere oturtuluyordu. Bu durum dünya emekçilerinin gözünden kaçamazdı. Her soydan revizyonist ve karşı devrimcinin, burjuva propagandasının tersine çevirmesine karşın öyle de oldu. Dünya emekçileri, Ekim Devrimi ve ideallerine, sosyalizme karşı büyük bir sempatiyle yaklaştılar. Sosyalizm burjuvazi için korku kaynağı oldu.
Ekim Devrimi’nin ertesinden başlayarak, sosyalizmi yenilgiye uğratıp yok etmek uluslararası burjuvazinin başlıca uğraşlarından birisi oldu; Bunun için SB’ne asker çıkartmaktan ekonomik ve siyasi ambargoya, Troçkist ve Buharincileri desteklemekten Hitler’i SB’ye saldırmak için kışkırtmaya, Sosyalist uygulamaları karalamaktan Sovyetler Birliği içinde beşinci kol faaliyeti yürütmeye kadar her yolu denedi. Ama bütün bu saldırılar, Stalin’in başında bulunduğu Sosyalist Sovyetler birliği ve SBKP tarafından püskürtüldü ve bu saldırıların sonucunda, Avrupa’nın doğusu sosyalist bloğa katılırken sosyalizm bütün dünyada güçlendi; sosyalizm kapitalizm karşısında her bakımdan güçlü bir konuma yükseldi. Ancak emperyalistler ve gericiler sosyalizmi ve sosyalist kampı hedef alan saldırılarını çeşitli kılıklar altında sürdürdüler. SBKP’nin Kruşçevcilerin eline geçmesiyle emperyalist ve gerici saldırılar ilk meyvesini verdi; SB’de kapitalizmin restorasyonu başladı. İşte bugün, Stalin’e, Lenin’e, Marksizm’e saldıranlar, sosyalizme çamur atanlar uluslararası burjuvazinin sosyalizme saldırılarının çocukları olan revizyonistlerdir. Burjuva gazetelerinin muteber köşelerinde, arkalarındaki fasit, gerici koro ile liberalizmin ve kapitalist özel mülkiyetin övgüsünü yapanlar, kapitalizmde kapitalistlerin bile bulamadıkları cevherler keşfedenler her soydan revizyonistlerdir. Ama onlar ne yaparsa yapsınlar; ister sosyalizme iftira etsinler, ister kendi berbat uygulamalarını sosyalizm olarak gösterip sonra da dönüp “bakın sosyalizm ne kadar kötü” desinler; bilinçli proletarya, her ülkeden Marksist-Leninistler, emperyalist sömürüden kurtulmak isteyen yoksul halklar, sömürüşüz ve baskısız bir dünya isteyen bütün insanlar, gerçek bir sosyalizm için Ekim Devrimi’nin yolunu izlemeye devam edecektir. Çünkü sosyalizm, bu çağın gerçeğidir gerçek de asla uzun bir süre gizleneniz. Gizlemeye çalışanlar emperyalistler ve revizyonistler gibi gelmiş geçmiş en büyük sahtekârlar bile olsa.
Ekim Devrimi ilk proletarya iktidarının ilanıydı
Sınıflı toplumlar boyunca, siyasal iktidarı hep sömürücü egemen sınıflar ellerinde tutmuşlardır. Bazen kendi aralarındaki çatışmalarda emekçi sınıfların desteğini almak için onlara kimi tavizler verin işlerse de siyasal iktidar tekellerini korumaya hep özen göstermişlerdir. Bu yüzdendir ki; Mezopotamya’dan ilk köleci devletlerden Ekim Devrimi’ne kadar olan toplumlar tarihi sömürücü sınıfların egemenliklerinin tarihidir. Bu süreç boyunca, hep bir sömürücü sınıfın yerini öteki almış, ancak Ekim Devrimi’yle bu kural bozulmuş, siyasal iktidar sömürücü olmayan bir sınıfın eline geçmiştir.
Ekim Devrimi’yle siyasal iktidarı ele geçirdiğinde, proletaryanın iktidar biçimi kuramsal olarak çözümlenmişti: Marks ve Engels tarafından Paris Komününden çıkarılan dersler temelinde geliştirilen proletarya diktatörlüğü kuramı Lenin tarafından mükemmelleştirilmiştir. Kuram, Ekim Devrimi’yle birlikte proletaryanın burjuvazi ve gericiliğin kalıntıları üstünde diktatörlüğü olarak uygulandı ve evrensel bir değer kazandı. Öyle ki; Marksist sosyalizm ile çeşitli türden küçük burjuva sosyalizmleri arasında bir ayıraç biçimini kazandı. Böylesi doğru bir ayırımdı. Çünkü Marks, kuramını geliştirirken yaptığı işin kapitalizmin eleştirisini “proletarya diktatörlüğüne kadar götürmekten ibaret” olduğunu söylüyordu. Zaten Ekim Devrimi’nden bu yana yaşanan 72 yıl da gösterdi ki, proletarya sosyalizmi ancak kendi diktatörlüğünün sağlamca sürdürdüğü ölçüde kurup geliştirebilir. Bir devlete ihtiyacı olduğu sürece; bu, proletarya diktatörlüğü olacaktır. Bu diktatörlük her hangi bir biçimde zaafa uğradığında yozlaşma kaçınılmaz olarak kapıdadır. Nitekim SB ve öteki eski halk demokrasilerinde olanlar da proletarya diktatörlüğünün revizyonistlerce yozlaştırılarak bir bürokrat burjuva diktatörlüğüne döndürülmesinden başka bir şey değildir. Devlet iktidarındaki bu değişim kısa sürede ekonomi ve sosyal yaşamda da kapitalist öğelerin ortaya çıkıp gelişmesine yol açmıştır.
Proletarya diktatörlüğü düşüncesine karşı son kırk yılda Titocular tarafından başlatılan saldırı, Euro-Komünistler ve Kruşçevciler tarafından Stalin ve Lenin’in şahsında daha ince biçimlerle geliştirilerek, proletarya diktatörlüğü bazen açıkça, bazen de üstü kapalı biçimde, ama genellikle, de önce üstü kapalı, sonra ise açıkça reddedilmiştir. Başlangıçta; “halk devleti” gibi ne idüğü belirsiz kavramlarla sulandırılan proletarya diktatörlüğü düşüncesi, bugün artık Gorbaçovculuğun açtığı liberalizm bayrağının peşine takılanlarca, Ekim Devrimi’nin ülkesinde açıkça reddedilmekte, burjuvazi ile iktidarın paylaşıldığı bir “sosyalizm” anlayışı egemen hale getirilmeye çakılmaktadır.
SB ve öteki sosyalist ülkelerdeki geriye dönüşler yakından incelendiğinde görülür ki; sosyalizmi inşa etmede can alıcı şeyin Proletarya diktatörlüğü olduğu düşüncesini sıkça vurgulayan Marks, Lenin ve Stalin ölçütünün proletaryanın iktidarı sorununu, proletarya diktatörlüğüne kadar götürüp götürmemek olması anlaşılır bir şeydir. Aynı nedenledir ki; bugün, her türden revizyonizme karşı Marksizm’in saflığını korumanın yolu proletarya diktatörlüğünü savunmaktan ödün vermemekten geçmektedir. Ekim Devrimi’nin deneyimi ve onun ortaya koyduğu değerler bunu gerektirir.
Ekim Devrimi Marksizm-Leninizm’in zaferinin ilanıydı
Ekim Devrimi, Marksizm’in gizli ve açık düşmanları için tam bir yenilgi iken Marksizm’in kesin zaferini ilan ediyordu. Çünkü bütün insanlık tarihi içinde ilk kez bir teori etrafında birleşen insanlar bir toplumsal devrimi gerçekleştiriyorlardı. Daha önceki hiçbir devrimde teori böylesi açık ve belirleyici bir rol oynamamıştı. Ekim Devrimi doğrudan sınıfların fiziki olarak savaşı olduğu kadar; aynı zamanda, sınıfların ideolojilerinin de ilk kez böylesi karşı karşıya gelmesi, mücadelenin teorik alanda da dolaysız bir biçimde sürdüğü bir devrimdi.
Marksizm’in Avrupa işçi sınıfı içinde etkin bir dünya görüşü olması 1870’lerde gerçekleşmiştir. Ama 1880-90’lardaki nispeten barışçıl koşulları bahane eden Bernstein ve benzerleri; Marksizm’in, toplumsal gelişmeyi sınıf mücadelesine bağlayan ana çıkış noktasını reddederek, Marksizm’in gözden geçirilmesini savunuyorlardı. Bu görüş, 1880’lerin son yıllarında reformcu eğilimleri artmış olan 2. Enternasyonal partileri içinde hayli taraftar kazandı. 1900’lerin başında Marksizm 2. Enternasyonalcilerce tanınmaz hale getirilmişti. Lenin’in deyimiyle ilk iş Marksizm’in üstündeki külleri temizlemekti. Bu yüzden de Lenin ve Bolşevikler 1900’ün ilk yılları boyunca, önce ekonomizme, Narodnizme, Bundculuğa, Menşevizme, Bernsteincılığa, felsefi alanda popülizme, amprio-kritisizme, nihilizme karşı savaştı; daha sonraki yıllarda ise İkinci Enternasyonal oportünizmine ve “sol”culuğa karşı savaşmak zorunda kaldı. Menşevik Troçki ve emperyalist ekonomist Buharinle olan mücadele de bu yıllar boyunca sürdü.
Kapitalizmin emperyalizm aşamasına ilişkin Leninist tahlil, Leninist devrim anlayışı ve Leninist partinin örgütlenme ve ideolojik ilkeleri bu saptamalara karşı mücadele içinde gelişti. İşte bu sert ideolojik mücadeleler içinde Ekim Devrimi’ne yol gösterme başarısını gösteren Marksizm-Leninizm oldu. Bu da onun Ekim Devrimi ile taçlanması, bütün sapmalara karşı zafer demekti. Böylece Leninizm, emperyalizm çağının Marksizm’i oldu. Ama bu; bugün kimi revizyonist odakların iddia ettiği gibi “Marks’ın Avrupa-merkezci Marksizm’inin” aşılması değil, bizzat Marksizm’in kendi özünden kaynaklanan bir yaklaşımla, Marksizm’in tekelci kapitalizm koşullarında yorumlanmasıydı. Çünkü, kimi sözde Marksistlerin iddialarının tersine Lenin ne Marks’ın ılımlı teorisini aşırıya çekerek tahrif etmiş ne de Marksizm’in artık geçersiz olduğunu öne sürmüştür. Kendisinin de açıkça belirttiği gibi Marks’ın “Ortodoks” bir izleyicisi olarak onu yeni koşullara uygulamıştır.
Her iyi şeye saldırmayı vazgeçilmez bir görev edinen revizyonistler, burjuva ideologlarının en pespayelerinin ağzıyla, işte bu Ekim devrimi ile taçlanan teoriye saldırıyorlar. Önceleri laflarını benimseyip özüne saldırıyorlardı, bugün artık lafız olarak bile savunmaktan vazgeçiyorlar, vazgeçtiler. Örneğin sınıf mücadelesi, proletarya diktatörlüğü, hiziplerin varlığı ile bağdaşmayan parti, sınıfsız ve sömürüşüz bir toplumu amaçlama gibi, Marksizm’in olmazsa olmaz kavramları bile tüzük ve programlarından çıkarıyorlar.
Bütün bu kavramlara ve bu kavramlarla ilgili değer ve kurumlara Stalincilik diye saldırdılar. Önceleri Lenin ve Marks’ı savunur göründüler ve Stalin’in Lenin ve Marks’ı aşırıya çektiğini iddia ettiler. Bu gün ise Lenin’le Stalin’in farklı olmadığını söyleyerek Lenin’i de saldırı bölgesi içine almaya başladılar. “Samimi” perestroykacılar daha açık konuşuyor; “Marks ve Lenin bir simgedir, bir süre daha bir peygamber gibi duracaklar ama sıra onlara da gelecek” diyorlar.
Burjuva ideologları ve her soydan revizyonistin çabaları boşunadır: 150 yıldır yapamadıklarını bugün de yapamayacaklar, Marksizm’i tarih olmuş bir felsefe durumuna getiremeyeceklerdir. Nasıl ki  Marksizm, yıkılmaz gibi gözüktüğü bir çağda idealizmi kesin bir yenilgiye uğratmayı başarmışsa, nasıl ki 19. yy.ın ikinci yarısında, Proudhonculuk, Bakunincilik, Blanquicilik gibi çok iddialı öğretilerle pek kısa bir zamanda başa çıkabilmişse, nasıl ki; Bernsteincılığın artık Marksizm geçersizdir dediği bir zamanda işçi sınıfı içinde tek egemen ideoloji olarak ayakta kalabilmişse, nasıl ki Kautskycilerin Marksizm’i artık bir köşeye ittiklerini sandıkları bir zamanda Ekim Devriminin başarısıyla yücelmişse, nasıl ki kapitalistlerden Troçkistlere tüm Marksizm düşmanlarının Hitler aracılığıyla Marksizm’i mezara gömdüklerini sandıkları bir zamanda, onun yol göstericiliğinde Kızıl Ordu hiç bir ordunun başaramayacağı bir dirençle canlanıp yenilmez sanılan Hitler ordularını yok ederek bütün insanlığı karanlık bir çağa yuvarlanmaktan kurtarmışsa; bugün, burjuva ideologları ve sözde sosyalistlerin Marksizm öldü diye sevinmelerine karşın Marksizm her zamanki gibi kendi küllerinden canlanma gücünü gösterecek, insanlığın önündeki sorunları çözme gücüne sahip tek kuram olduğunu bir kez daha kanıtlayacaktır. Daha bugünden bunun belirtileri de vardır. Kaldı ki Marksizm bugün 1900’lerin başındaki gibi bilinemez hale getirilmiş değildir. Arnavutluk Emek Partisi ve öteki M-L partiler nezdinde dimdik ayaktadır.
Ekim Devrimi Marksist-Leninist partinin zaferinin ilanıydı.
1900’lerin başından başlayarak, Lenin ve Bolşevik partisi, bir yandan Marksizm’i “üstünü örten küllerden” temizlerken, bir yandan da yeni tipte bir devrimci partinin nasıl olması gerektiği mücadelesine de girişmişlerdi. Parlamento koltuklarının verdiği rehavetle iyice reformcu, yasalcı çizgiye kayan ve birer düzen partilerine dönüşen, 2. Enternasyonal partileri ile Rusya’daki ekonomist ve Narodnik partilerin eleştirisi temelinde, her koşul altında mücadele edebilecek, aynı zamanda işçi sınıfının en fedakâr, en bilinçli, en savaşçı unsurlarını bağrında toplayıp, yığınlara devrim mücadelesinde önderlik edecek nitelikleri kendisinde toplayacak bir partinin örgütlenmesine de başlandı. Bu, Ekim Devrimi’ne önderlik edecek partinin, Bolşevik partisinin örgütlenmesine girişilmesiydi.
Bolşevik Partisi (süreç içinde), Iskra’nın dağıtım guruplarından başlayarak, bütün ciddi sanayi merkezlerinde önder işçileri kapsayan, yüz binlerce üyesi olan, hantallaşmadan büyüyen, sürekli olarak savaş yeteneğini artıran bir parti olarak, işçi sınıfına Ekim Devrimi ve sosyalizmin kuruluşu süreci boyunca (Kruşçevcilerce ele geçirilip yozlaştırılıncaya kadar) önderlik etti.
Bolşevik Partisi, ideolojik alanda olduğu kadar örgütsel biçimleniş ve örgütsel ilkeler bakımından da ekonomizme, Narodnizme, Menşevizme, Troçkizme…. her türden oportünizme karşı bir mücadele içinde çelikleşti, işçi sınıfının bir kurmay heyeti haline geldi.
Ekim Devrimi’ne gelen süreç içinde Leninist parti biçim olarak örgütsel ilkeler bakımından mükemmelleşti. Üçüncü Enternasyonal’e bağlı Komünist Partiler bu örgütsel ilkeler üstünde şekillenip o savaşçı karakteri kazandılar, Ekim Devrimi’nin açtığı yolda, kendi ülkelerinde ve dünya ölçüsünde sosyalizmin zaferi için savaştılar.
Üçüncü Enternasyonale bağlı partiler, bir kaç on yıl içinde dünyayı değiştirme mücadelesine öylesi büyük başarılar elde ettiler ki, onların başarısını revizyonistlerin kapatma ve kara çalma çabalan bile gölgeleyemez. Çünkü böylesi kısa bir sürede, yarı-feodal Rusya’dan dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birini yaratmak, burjuvazinin en radikal kesimlerinin bile artık yenilgiyi kaçınılmaz gördüğü bir dönemde Fransa’dan Rusya’ya, İtalya’dan Cezayir’e her yerde savaşın her biçimini kullanarak Hitler’ci ve Mussolinici faşistleri dize getirerek “insanlığın namusunu” kurtarmaya önayak olanlar, onlardı. Sadece bunlar ve Fransa, İtalya, Yunanistan, İspanya gibi ülkelerde, iktidarın en önemimi adamı olmak küçümsenecek bir başarı olmasa gerekir.
Ekim Devrimi öncesi ve sonrasını kapsayan yaklaşık 50 yıllık dönem gösteriyor ki; Leninist Parti işçi sınıfı mücadelesine önderlik etmede ve devrimi ilerletmede en ideal modeldir. Yaşanan yakın tarih, ancak Leninist partilerin önderliğindeki mücadelenin ilerleme şansına sahip olduğunu, bu biçimi terk eden partilerin kısa zamanda kaçınılmaz olarak bir düzen partisine dönüştüğünü, ya da sözde devrimci bir parti haline geldiğini göstermektedir. Örneğin, bugün mücadeleyi engellediği, yığınları kucaklamadığı iddiasıyla, Euro Komünist partilerin tümü, Leninist biçimi terk ettiklerinden bu yana hızla küçülmüşler; eskiden dostlarının kıvanç, düşmanlarının korku ve saygı duydukları iktidar alternatifi partilerken, bugün, burjuva gazetelerinin magazin sayfalarında eğlence olmuş, oy oranları da % 10’ların bile altına düşmüş partiler haline gelmişlerdir. Nasıl ki Kruşçevcilerin reform programıyla yola çıkan SBKP, o günden bugüne gerek ülke içinde, gerekse dünya ölçüsünde olumlu, iz bırakan hiçbir başarı gösterememişse.
Ekim Devrimi’ni zafere ulaştıran, sosyalist inşayı başarıya götüren ve son yüzyılda insanlığın ilerleyişinden bütün olumlu adımlara damgasını basan Leninist parti, revizyonistlerin bütün karalamaları ve burjuvazinin saldırılarına rağmen, dünyanın birçok ülkesinde ayaktadır, Ekim Devrimi’nin açtığı yolda işçi sınıfına önderlik etmenin çabası içindedir. Yeni sosyalist devrimler de bugünkü genç Leninist partilerin eseri olacaktır.
Ekim Devrimi ulusal sorunun devrimci bir biçimde çözümünün ilanıydı
Ekim. Devrimi öncesinin Rusya’sı, sayısız ulus ve milliyetin büyük Rus şovenizmi altında ezildiği bir uluslar hapishanesiydi. Azınlık ulus ve milliyetler bir yandan Rus baskısı altında ezilirken, bir yandan da küçük çıkarlar uğruna, ya da Çarlığın kışkırtmalarıyla birbirlerini boğazlıyorlardı. Ermeni’sinden Azerisine, Gürcü’sünden Kazağına, Ukraynalısından Tatarına… hepsi birden Rus’a düşmandı.
Evet. Ekim Devrimi’nden çok önce, daha kapitalizmin, şafağında uluslar ortaya çıkmış ve kapitalizmin elverdiği ölçüde ulusal devletler doğmuştu; ama bu ulusal devletlerin, daha doğrusu tek ulusa dayalı, ulusal sorunun olmadığı devletlerin varlığı, Batı ve Orta Avrupa ile sınırlıydı. Ulusal uyanışın nispeten daha geç bir döneme rastladığı Avrupa’nın doğusu ise; Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının egemenliği altındaydı. Pek çok ezilen ulus ve milliyetin başkaldırıları bu köhnemiş imparatorluk tarafından kanla boğuluyor ya da kimi tavizlerle geçiştiriliyordu. Dahası; Asya ve Afrika’daki sayısız ulus, daha ulusal uyanışlarının başlangıcında, bu halkları uygarlaştıracaklarını iddia eden İngiliz, Fransız, Alman, Amerikan, Japon, Hollanda, Belçika vb. emperyalist ülkelerce sömürgeleştirilmişlerdi. Emperyalistler ulusal ayaklanmaları kan ve entrika ile bastırıyorlardı. Ulus, kapitalizmin çocuğu olarak doğmuştu ama artık kapitalistlerce meşru bir çocuk olarak görülmüyordu. Burjuvazi “ulus bayrağını geminin bordasından denize atmış”tı.
Ulusal uyanış ve başkaldırılara karşı en zalimce davrananların başında ise, feodal-emperyalist Çarlık geliyordu. Polonya’dan Bering Boğazı’na Kuzey Denizi’nden Kara Deniz’e kadar yayılan geniş imparatorluk topraklarında sayısız ulus ve milliyet, öteki alanların yanı sıra ulusal olarak da baskı altında tutuluyor, eziliyordu. Çoğunluğu geri bir toplumsal gelişme düzeyinde olan bu topluluklar, bazen çarlıkla, çoğunlukla da, basit çıkarlar ya da Çarlığın kışkırtmalarıyla, birbirleriyle, çatışma içinde yaşıyorlardı.
Ekim Devrimi Rus işçi sınıfı içinde olduğu gibi bu ezilen ulus ve milliyetlerin işçi sınıfları içinde de mayalanmış, ulusal kurtuluş ile Sosyal kurtuluş bu uluslar için içice geçmiş olarak tarih sahnesine çıkmıştır.
Proleter devrimi ile ulusal sorun arasındaki ilişki sorunu, Bolşevikler ile Troçkistler, Menşevikler, Bundcular, Buharinciler arasında başlıca ayrılıklardan biriydi. Bolşeviklerin önderliğindeki Ekim Devrimi ulusal sorunun Bolşevik tarzda çözümünü de uygulamaya soktu: Devrim Hükümeti, Rusya’daki bütün ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, ayrılıp kendi devletlerini kurma hakkı da dahil olmak üzere tanıdığını açıkladı. Bu dünya tarihinde ilk kez oluyordu: İktidarı ele geçiren bir sınıf kendi egemenliği altındaki halkları kendi devletlerini kurup kurmamada serbest bırakıyordu. Ezilen ulus ve milliyetlerin yanıtı da devrimci tarzda oldu: Ayrılmak yerine eşit ulusların ortak federatif cumhuriyetini tercih ettiler ve SSCB eşit ulusların ortak federasyonu olarak doğup şekillendi. Bu, ne ezen ne ezilen ulusun olduğu çok uluslu bir devletti. Sürekli birbirleriyle kavga eden, suyu, toprağı, yolu aralarında bölüşmek, daha doğrusu tam bir ulusal ilham ve öne sürdüğü çözümle, aralarındaki anlamsız çatışmaya son vererek, güçlerini birleştirip doğaya ve emperyalizme karşı birlikte savaşmaya koyuldular. Ekim Devrimi çok kısa bir sürede, Çarlığın uluslar hapishanesi olan Rusya’sını, bir özgür uluslar ülkesi haline getirmeyi başardı. Bu da açıkça gösterdi ki, burjuva milliyetçilerinin iddialarının aksine, ulusların çıkarları ebediyen birbiriyle uzlaşmaz değil, tersine ulusal dar görüşlülük aşıldığında bütün ulusların kardeşçe bir arada yaşamaması için bir neden yoktur. Çünkü birleştiklerinde doğa güçlerine ve sömürüye karşı daha kolay savaşabiliyorlardı. SB halkları Ekim Devrimi’ni izleyen 30 yılı aşkın bir süre boyunca bunu kanıtladılar: Ulusların dayanışma ve yardımlaşma sonucu, daha tarım ve hayvancılıkla uğraşan pek çok topluluk 10-15 yıl içinde modern sanayi toplumu biçimine dönüştü. Avrupa’nın en geri ülkesi Rusya, dünyanın belli başlı sanayi ülkelerinden biri haline geldi. Her ulustan dünya ölçüsünde bilim adamı, sanatçılar ve teknisyenler yetişti. Uluslar kardeşçe dayanışma ve yardımlaşma içinde sosyalizmin inşası için büyük özveriyle çalıştılar. Ulusların ilerlemeleri ve kardeşçe kaynaşmaları SBKP’nin Kruşçecilerin eline geçmesine kadar sürdü. Revizyonistler bir yandan büyük Rus şovenizmini kışkırtırken bir yandan da uluslar arasındaki ayrılıkları körüklemeye yöneldiler. Rus olmayan, ulusların dillerinin ve kültürlerinin serbestçe gelişmesini engelleyecek önlemler aldılar. Merkezi Planı işlemez hale getirerek işletmeleri kar esasına yönelik çalıştırmaya giriştiler, bölgeler arasındaki ekonomik gelişmişlik farklarını artırdılar, ulusları birbiriyle rekabete sokarak eski ulusal bencilliği ve çatışmaları kışkırttılar. Nasıl ki; bireysel rekabeti kışkırtarak “yeni insan”ın yaratılmasını baltaladılarsa, ulusal rekabeti de kışkırtarak ulusların kaynaşmasını önlediler, ulusal çatışmaların yolunu açtılar.
İşte bugün, SB’ni saran ulusal ayaklanma ve başkaldırıların altında yatan bu revizyonist politikalardır. Ama revizyonistler her zaman yaptıkları gibi bugün olanlardan Stalin’i suçlamayı, daha doğrusu Ekim Devrimi’nin getirdiği çözümün geçersizliğini kanıtlamayı daha ticari buluyorlar. Ulusal duygularla oynamak çoğu zaman oynayanlara da zarar vermiştir. Bu sefer de öyle olacağa benzemektedir. Revizyonistler sosyalizmi yıkmak için uluslarla oynadılar ama bugün ulusal mücadele yangını kendi eteklerini tutuşturmaktadır. Çünkü o uluslar şimdi “özgürlük” de istiyorlar. Sorun, Lenin ve Stalin’in getirdiği çözümleri kötüleyerek çözülecek gibi de görünmüyor. Dahası bu konuda Lenin ve Stalin’in suçlanması, sadece bilinçli proletaryayı değil, bizzat bütün tarihlerinin en özgür ve mutlu dönemlerinin Stalin dönemi olduğunu bilen Sovyet halklarını da ikna edici olmayacaktır. Beyaz ordu artıkları ve Hitler işbirlikçisi kimi soylu kalıntıları bugün revizyonistlerle ittifak içinde Stalin’i suçlasalar da bu, o; tarihlerindeki tek özgür dönemi yaşayan halklar için geçerli değildir.
Ekim Devrimi sadece SB’ndeki ulusları özgürleştirmede aynı zamanda emperyalizme karşı mücadele eden sömürge ve yarı sömürge uluslar içinde ilham kaynağı oldu. Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Afgan Kurtuluş Mücadelesi Ekim Devrimi’nin dolaysız desteğini alırken, Ekim Devrimi’nin yarattığı SSCB’de Lenin ve Stalin döneminde sömürgeciliğe karşı mücadele eden halkları maddi ve manevi her bakımdan destekledi.
Her geçen gün daha çok doğrulamaktadır ki; bugün, Ekim Devrimi’nden 72 yıl sonra da, ulusal sorunun çözümü Ekim Devrimi’nin yolundan geçmektedir. UKKTH’nı savunmak, ulusların dostluğu ve kardeşliğinin temeli olan sosyalizme yönelik, proleter enternasyonalizminden ayrılmamak. Sosyalizm mücadelesinden ayrı, kendi başına ulusal sorun çözümlerinin varacağı yer hep, ulusal baskı ya da dar görüşlülük olacaktır. Ekim Devrimi’nin deneyi ve sonraki yaşananlar bunu gösteriyor.
Ekim Devrimi kadın sorununun da radikal çözümünün başlangıcıydı:
İnsan nüfusunun yarısını oluşturan kadınlar anaerkil ailenin çözülmesinden bu yana ezilen bir cins olmuşlardı. Ataerkil aileye dayalı toplumların uzun tarihsel gelişimleri içinde; gelenekler, görenekler, dinsel dogma ve değerler, yazılı hukuk vb. tümüyle erkek merkezci bir bakış açısıyla biçimlenmiş, sanki kadını köleleştirmek İçin özel olarak hazırlanmış değerler topluluğu niteliğini kazanmışlardır. Bu yüzdendir ki, ataerkil aileye dayalı toplulukların tarihi boyunca kadın (topluluktan topluluğa ya da çağdan çağa nispi farklar gözükse de), topluluk içinde ikinci sınıf insan oldu.
Kapitalizmin ortaya çıkması ve ucuz kadın emeğine ihtiyacı, kadının evin dışına çıkmasına yardım etti, ama onu ev köleliğinden kurtarmadan. Ek olarak kadını bir de ücretli köleler sınıfına kattı.
Kapitalizm gerçi kadın üstündeki sömürüyü daha da artırdı; ama kadının erkek cinsi karşısında özgürlüğü için mücadelesinin koşulları da buradan kaynaklandı.
Kadınların önemli ölçüde yer aldığı ilk büyük toplumsal olay 1789 Fransız Devrimiydi. Kadınlar devrime yığın olarak katılırken, aynı zamanda da en radikal devrimciler olarak tutum aldılar. Sonraki yıllarda da kadınların toplumsal olaylara katılış ve erkeklerle eşit haklara sahip olma mücadelesi sürdü. Gerçekte kadınları mutfaktan çıkartmaya hiç de niyeti olmayan burjuvazi,  için kadınlara eşit hak tanınması biçimsel kimi çıkışların ötesine geçmedi. Artık burjuvazinin hizmetine giren din, sadece yeni efendisinin çıkarları elverdiği ölçüde kadının toplumsal statüsünü yükseltti. Gelenek ve göreneklerse çok yavaş ve daha çok da özde değil biçimsel olarak değiştiler. Kadın-erkek eşitliğinde bütün gösterişli çıkışlarına karşın, en gelişmiş burjuva toplumlarında bile kadın, bir süs, erkeğin mülkü olmanın ötesine geçmedi. İlk kez Ekim Devrimi’yledir ki; ortak aşevleri, kreşler, bakim yurtları açılarak, kadın karşısında erkeği üstün hale getiren eski hukukun kadın aleyhine bütün maddeleri iptal edilerek, eski değerlere, kadının ilerlemesini önleyen geleneklere karşı kültürel düzeyde de tavır alınarak; en önemlisi de, kadınların ekonomi, siyaset, sanat ve benzeri yaşamın her alanına aktif katılımı için partiye proletarya devletinin özel bir çaba içinde olmaması kadınların on bin yıllık köleliğine son verdi ve onlara erkeklerle gerçekten eşit olabilecekleri olanakları ancak sosyalizmin verebileceğini ortaya koydu.
Bin yıllardır ev ekonomisinin dışına çıkmamış kadınlar, Ekim Devrimi’nin getirdiği yeni toplumsal düzende; sanayinin bütün kollarında, bilimden tekniğe, ekonomiden sanata, politikaya, yaşamın her alanında erkek hemcinslerinden hiç de geri kalmadıklarını gösterdiler. Bir kaç yıl gibi kısa bir süre içinde, Sovyet kadınları; feodal gelenek ve göreneğin, kapitalist ücret köleliğinin karanlığından, kurtulup sosyalizmin önlerine serdiği yeteneklerini sınırsız geliştirme olanağı karşısında coşkuyla örgütlenip sosyalizmin inşası için var güçleriyle savaşırken, kendi özgürlüklerinin temelini ve garantisini de kurduklarının bilincindeydiler.
İşte insanlığın bu en eski, çözülemez, böyle gelmiş böyle gider sanılan, en ileri burjuva düşünürlerin bile var olan köleliği perçinleyen sözler etme ötesinde bir şey yapmadıkları bu sorunu da Ekim Devrimi çözüm yoluna sokmuştu. Revizyonistlerin, SB ve öteki eski halk demokrasisi ülkelerinde geriye dönüşü başarmaları öncesinde, bu ülkelerdeki kadınlar, bugünkü Arnavutluk kadınları gibi yeteneklerini sonsuzca geliştirme olanaklarına da sahipken yaşamın bütün alanlarında toplumsal faaliyete aktif olarak katılıyordu. Bütün dünya kadınları da sosyalizmin bu alandaki başarılarını ilgiyle izliyorlardı. Kapitalist ülkelerde bile kadınlar artık feminizme değil sosyalizme ilgi duyuyorlardı. Ne var ki revizyonistler, Ekim Devrimi’nin bu alanda da miraslarını yok ettiler. Gorbaçov açıkça burjuva ahlakçılarına taş çıkarırcasına, Sovyet kadınını ev kadını olmaya çağırdı. Ama bütün dünyanın kadın emekçileri ve gerçek M-L’ler Ekim Devrimi’nin gösterdiği yolda yürümeyi sürdürüyorlar. Emekçi kadınlar, kadının kurtuluşu ile sosyalizmin yakın ilgisini son 72 yılda yaşananlardan sonra daha iyi görüyorlar.
Ekim Devrimi insanlığın gerçek aydınlanma çağının ilanıydı
Ekim Devrimi öncesinde insanlığın iki “aydınlanma” dönemi yaşadığı bilinir. Bunlardan ilki Antikçağ’da, sofistlerle başlayan, ikincisi ise: 17. yy. Fransız materyalizmi temelinde yükselen “aydınlanmadır. Her ikisinin de ortak özelliği, yerleşik değerlerden ve otoritelerin doğruluğundan kuşkulanarak, aklı kılavuz alarak “gerçeği” aramadır. Her iki çağda da “aydınlanmacılar” bilgi birikimlerinin yanı sıra temsil ettikleri sınıfların çıkarları öyle gerektirdiği için yeniyi kurmakta başarısızlığa uğradılar ve büyük umutlarla ortaya çıkan “aydınlanma”cılar bir süre sonra kendileri “aydınlanma”ya ihtiyaç duyar hale geldiler. Diyalektik Materyalist bir dünya görüşüne sahip olan proletarya için ise; toplumsal gelişmenin sınırlandırılması yeninin getireceklerinden korkmak gibi bir sorun yoktu ve Ekim Devrimi gerçekten radikal bir devrim olarak eskiyi, bütün ekşimiş değerleriyle mezara gömmekte asla tereddüt etmedi. Yeninin kuruluşuna yığınlar dolaysız olarak katıldılar; dünyayı değiştirirken kendilerini de değiştirdiler, kendileri değiştikçe doğayı değiştirmede daha başarılı oldular. Başka bir söyleyişle: yığınlar sosyalizmi inşa ettikleri ölçüde sosyalist toplumun insanı, “Yeni İnsan”ın (New Man) özelliklerini kazandılar. Bu yüzdendir ki: burjuva toplumun bireyleri için başarılması için imkânsız görülen işleri sosyalist toplumun insanları başarabilmişlerdir. “Ve Çeliğe Su Verildi”, “Çimento”, “Yaşam Yolu”, “Durgun Don”, “Don Kıyısında Hasat”, “Fırtına”, “Paris Düşerken” vb. sosyalizmin kuruluş yıllarından söz eden sayısız yapıtta anlatımını bulan işleri kapitalist toplumun, kendi bireysel çıkarından başka her şeye kör, paragöz insanı başarabilir miydi?
Burada; sözü edilen kişiler kahramanlardır, gerçek kişiler böyle miydi, diye sorulabilir? Evet, sözü edilenler roman kahramanlarıdır, ama biraz tarih bilenler şunu da teslim edecektir: Ekim Devrimi’nden sonraki 30 yıl içinde yapılanları ancak sözü edilen romanlardaki gibi insanlar başarabilirlerdi, gerçekte öyledir. Daha doğrusu romanlar, her zaman olduğu gibi gerçeği yansıtmakta yetersiz bile kalmışlardır: Çünkü onlar, ister istemez sosyalist insanın güçlüklerinin ve başarılarının bazı örneklerini’ yansıtabilmişlerdir. Eğer “sosyalist insan” en azından dönemi yansıtan roman kahramanları kadar, Avrupa’nın en geri ülkesinde sosyalizm inşa edilemezdi. Eğer Sovyet emekçi sınıfları, tarihte görülmemiş bir özveri ve bilinçle dünyayı değiştirmeye soyunmasaydı; birkaç on yıl içinde, SB, dünyanın en büyük sanayi ülkelerinden biri, dünyanın en büyük ağır sanayi ve makina komplekslerine, en uzun demir yolu ve en büyük barajlarına sahip bir ülke haline gelemezdi, burjuva ekonomicilerinin gerçekleşmesi hayal dediği 5 yıllık planlar 4 yılda tamamlanamaz, üretim her beş yılda ikiye katlanamaz, Hitler orduları yenilgiye uğratılamazdı.
Yukarıda bir kaçının sözünü ettiğimiz ve böyle bir yazı içinde değinilemeyecek kadar çok başarıları kim gerçekleştirdi? Bunlar uzaydan ya da bugün revizyonistlerimizin hayranlık duydukları her hangi bir liberal kapitalist toplumdan gelmemiştiler. Bunlar; Ekim Devrimi öncesi, sarhoşluk, tembellik, hırsızlık, kavga, pislik gibi her tür toplum dışı alışkanlık ve eğilimlerin kol gezdiği konusunda sosyal bilimcilerin hem fikir olduğu Rusya halklarının insanlarıydı. Ekim Devrimi sanki sihirli bir değnek dokundurarak, çürüme ve ahlaki yozlaşmanın bütün alametlerini gösteren bu toplumu, tarihin gördüğü en dinamik topluma dönüştürdü. Sovyet emekçileri saflarından sadece on-binlerce iş kahramanı, binlerce teknik adam, binlerce politik önder çıkarmakla kalmadı, tarih boyunca egemen mülk sahibi sınıfların tekelinde olan bilim ve sanatın her dalında binlerce yetenekli insan çıkarmasını da başardı. Hastalıklı bir topluluk olan Rus toplumu bir kaç on yıl içinde bütün uygar halkların en önüne geçti. Bu saydığımız nedenlerden dolayıdır ki; Ekim Devrimi’nin açtığı çağa, aynı zamanda gerçek aydınlanma çağı da diyoruz. Çünkü burjuva tarihçilerinin öne sürdüğü önceki iki aydınlanmanın başarısı hiçbir zaman dar bir entelektüel çevreyi aşmadığı gibi, eskiye yönelik eleştirileri de, savundukları sınıfların dünya görüşleriyle sınırlı kaldığından parlayıp sönen aydınlıklar olmuşlardı. Ekim Devrimi ise; gerek ideolojik temeli gerekse toplumsal bakımdan insanlığın ilk gerçek aydınlanması olmuştur.
SB ve diğer eski sosyalist ülkelerde iktidarı gasp eden revizyonistler, insanlığın bu ilk gerçek aydınlanmasını da geri çevirdiler, “Yeni İnsan”ı yaratmak için girişilen bütün çabaları da tersine çevirdiler: Ekonomik alanda nasıl kapitalist ilişkileri inşa ettilerse, sosyal alanda da Adam Smith’in paragöz insanına döndüler ve sonuç olarak da bugünkü toplumsal yapıya ulaştılar. Kendi ifadelerine göre bugün, SB’nin (diğer eski halk demokrasisi ülkelerinde de benzer bir durumun olduğu biliniyor) ekonominin çökmesinin bir nedeni de, işçiler içinde yozlaşma, hırsızlık, tembellik, alkolizme düşme rüşvet, işten kaytarma gibi ahlaki yozlukların yaygınlaşması, bunların kronik bir hal almasıymış. Biraz yakından bakılırsa; bütün bu toplumsal hastalıkların Ekim Devrimi öncesi Rusya’sında, ya da bugün herhangi bir kapitalist ülkede sözü edilen şeyler olduğu görülür. Bundan da pek açık biçimde çıkan, ekonomideki kapitalist uygulamaların, emekçinin kendi emeğine yabancılaşmasını getirdiğini, bunun da insanları ahlaki bunalımlara ittiği gerçeğidir. İşçiler hizmet ettikleri düzenin kendilerinin değil de kendileriyle çıkarları taban tabana zıt bir sınıfın düzeni olduğunu düşünüyorlarsa, elbette çalışmada isteksiz olacaklar, yaşamlarını daha iyi sürdürmek için çalışmayı değil de yönetici sınıf ideolojisinin onu çektiği bataklığa yöneleceklerdir. Ne var ki, revizyonistlerin gerçeğin bu yanını görmeleri beklenemez. Onlara göre İşçileri tembelliğe iten eski sosyalist toplumdan kalan kimi değer ve uygulamalardır. Bu yüzden de üretimi artırmak için (insanların ne olup olmayacağı onları hiç ilgilendirmiyor) kar esası kışkırtılmak prim sistemi esas alınmalı, işten atılanların oluşturduğu bir işsizler ordusu ile işi olanlar rekabete sokulmalı, toprağın mülkiyeti belirli kişilere devredilmeli, kısaca işletmeler tipik kapitalist zihniyete göre işleyen kurumlar olmalıdır. Bunun anlamı, sosyalizmin bu ülkelerde kalan biçimsel son kalıntılarının da kaldırılması olacaktır.
Bütün bu önlemler toplumsal hastalıkları daha da derinleştirecektir; ama revizyonistleri ilgilendiren aslında hastalıklar değil kardır. Bu yolla karı bir süre için ve bir miktar artırabilirler ama nereye kadar? Çünkü bu uygulamalar, proletaryaya sosyalizmin, gerçek sosyalizmin ne olduğunu daha iyi anlatacaktır. Revizyonistler içinse asla bir çözüm olmayacaktır. İnsanlık Ekim Devrimiyle bir kez ve kısa bir süre için de olsa aydınlığın ışığını görmüştür, bunun revizyonistlerce gölgelenmiş olması “Yeni İnsan”ı yok edemedi. Dünyanın her yanındaki M-L partiler, bilinçli proletarya ve sosyalist Arnavutluk insanlığın gerçek aydınlanması ve onun ürünü “Yeni İnsan”ı bir miras olarak taşıyorlar.
Ekim Devrimi’nin 72. yıldönümünde, bütün yukarda söylediklerimizden sonra anlaşılabileceği gibi, belki içimiz buruk ama asla umutsuz değiliz. Çünkü, revizyonist ve burjuva ideologların iddia ettikleri gibi bugün, perestroykalarla ayağa kaldırılmak istenen, bunalımda olan sosyalizm değil, sosyalist biçimler arkasında gizlenmeye çalışan bir kapitalizmdir. Bu yüzden de kriz kapitalizmin krizidir. Krize çözümler de kapitalist platformda kaldıkça gelip geçici olacaktır. Çünkü kapitalizm çürümek ve yok olmaya mahkûm olmak gibi tarihsel bir kararın damgasını taşımaktadır. Revizyonist destekli kurtuluş reçeteleri de, ancak aydın çevrelerde kafa karışıklığı yaratacak (o da sadece bazı zamanlarda); ama proletarya ve gerçek Marksist-Leninistler Ekim Devrimi’nin açtığı yolda çabalarını var güçleriyle sürdüreceklerdir. Haklıdan, doğrudan, yeniden ve insan toplumunun geleceğinden yana olmanın verdiği bir direnç ve kararlılıkla…

Kasım 1989

‘80’lerde Türk-İş

2.10-Sermayenin Örgütsel Birliğine Destek

Burjuvazi, sermayenin “fiili” birliğini sağlamak için kamu ve özel sektörün mesleki ve sendikal örgütlerinde bütünlüğünü/birliğini savuna-geldiği bilinmektedir. Böylece işçi-işveren ilişkilerinde ülke düzeyinde her politikanın ‘belirlenmesi’ ve ‘uygulamasında’ yaşanılan ‘eksikliklerin’ hiç yaşanmaması hedeflenmektedir.
O sebeple, özel sektörün sendikal örgütü TİSK-‘birlik’ konusundaki istemini “80’li yıllarda daha çok gündeme getirir. TİSK Başkanı Halit Narin, sendikanın 15. Genel Kurulunda (17-18 Aralık 1983-Ankara), işverenlerin kamu ve özel sektörü ayrımın yanlış olduğunu vurgulayarak bunu gidermenin yolu; suni ayrıma son vererek ‘bütünlüğü sağlamaktır’ diye konuşur.
‘60’lı yıllarda sermaye birikimin gelişmesine bağlı olarak, geçmişte dernekler biçiminde örgütlenen her işkolunda özel sektör işverenleri (sınıfsal planda tekelci burjuvazi), 1963 yılında çıkarılan 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile sendikal örgütlenmeye giderler. Böyle bir gelişmenin sonunda, ülke düzeyinde merkezi işveren sendikal örgütü TİSK kurulur.
Kamu sektörü işverenleri ise ’80’li yıllarda örgütlenirler; 1986 yılı şubatında TÜHİS (Türkiye Maden Enerji ve Hizmet Sektörü İşverenler Sendikası) ve Kamu-İş (Kamu İşletmeleri İşveren Sendikası) kurulur. TÜHİS’in 65, Kamu-İş’in 102 ve bir diğer kamu işveren sendikası Türk Kamu-Sen’in (Türkiye Maden, Enerji ve Hizmet Sektörü İşverenleri Sendikası) 100 üyesi vardır. Böylece kamu sektörü bütün olarak sendikal kapsama alınır.
Sonradan bu kamu işveren sendikaları TİSK’e üye olur ve hatta Karabük ve İskenderun Demir Çelik Fabrikaları işletmesi de doğrudan özel sektörün bir sendikal örgütü MESS’e üye olmak kaydıyla, TİSK’in örgütsel çeperine katılır.
Bu oluşumla, ’80 sonrası ekonomik ve siyasi yapılanımda artan tekelleşmeye bağlı olarak, işçi sınıfına karşı tekelci sermayenin açıktan cephesel birliği netlik kazanmış olur.
Çalışma açısından önemli olan sermayenin anlatılan bu birliğine karşı Türk-İş yönetimin izlediği politikanın ne olduğudur?
TİSK’in 15. Genel Kurulu’nda ele alınan çalışma mevzuatındaki eksikliklerden bir tanesi de, kamu ve özel sektör işverenlerinin örgütsel birliğidir. Aynı genel kurula sendikal bürokratları temsilen katılan ve konuşan Şevket Yılmaz; check-off sisteminin kaldırılması hariç, işverenlerin bütün istemlerinin gerçekleştirilmesi taraftan olduğunu söyler. Böylece Şevket Yılmaz şahsında temsil ettiği anlayış ve örgütsel yapının, kamu ve özel sektör işverenlerin örgütsel birliğine taraftar olduğunu öğreniyoruz. Bununla hem kamu işverenlerin sendikal örgütlenmesine hem de TİSK’e katılmalarına “evet” demiş oluyor, Şevket Yılmaz.
Bu anlamda; kamu işveren sendikaların TİSK’ e katılmaları sebebiyle, bir milyona yakın kamu işçisi için bir anda yine işçilerden alınan vergilerin kaynağını oluşturduğu milyarlarca paranın lokavt fonuna akmasına ve greve çıkan işçiye karşı kullanılmasına da “evet” demiş oluyorlar. Hatta Şevket Yılmaz yaptığı bir konuşmada, kamu işveren sendikaların TİSK’e katılmasını olumlu bulur; çünkü “en azından yaşantısında bir defa bile fabrika kapısından içeri girmemiş insanlardan kurtulmuş oluyoruz” diye, sevinçle açıklar.
Sermayenin cephesel birliğini bu biçime değerlendiren bir sendikal anlayışın, işçi sınıfın “içinde” ama ona karşı sermayeden yana tavır almış olduğunu anlamak için hiç mi hiç “mahir” olmaya gerek yoktur; her şey ortada…
Sermayenin kökeni açısından kamu ve özel sektör ayrımına karşın, yaratılan bu cephesel birlik; işçi sınıfın gelişen ekmek ve özgürlük mücadelesine karşı, sermayenin kendi etkin konumunu daha da pekiştirmenin karşı bir aracı olarak gündeme gelir. Buna Türk-İş Başkanı şahsında sendikal bürokratlar “evet” demiş olmakla; esasta sahip oldukları işlevleri sermayenin denetimi ve güdümünde, işçilere karşı olduklarını ifşa etmiş oluyorlar. Gerçekleşen de budur.
2. 11- Toplu iş sözleşmesi politikası
’80 sonrasında çalışma hayatının yeniden düzenlenmesinde, YHK vasıtasıyla zorunlu tahkimi öngören bir “toplu pazarlık sistemi” benimsenir. Bu oluşum, esasta doğrudan kendi konumuyla ilgili konuları gündeme getirme ve diğerlerini “yasak-savma” yöntemiyle savsaklama, Türk-İş yönetimi şahsında sendikal bürokratların belirgin politikasıdır.
Yeni düzenlemenin gereği olarak hazırlanan yasaların yürürlüğe girdiği 1984 yılı ve sonrasında da Türk-İş yönetimi; toplu sözleşmelerde geçmişten gelen hâkim anlayışıyla hareket eder ve yukarıdan üst-düzey ilişkileri çerçevesinde görüşmeler yapma ve toplu sözleşmeleri bağıtlama gayretleri beklentilerini “cevaplar” düzeyde olmaz. Ayrıca sendikal bürokratlar, varolan haliyle de grev uygulamasına yaraşmazlar ve hatta greve çıkmayı “enayilik” olarak görürler. Bununla sendikal bürokratlar, grevin ne kadar “uygulanırlığı” ya da “uygulanmazlığı” konusunun yaşamda gösterilmesi taraftarı olmazlar.
Sonuçta: Burjuvazinin ücret politikasına uygun belirlediği artışlar ve diğer haklar zorunlu tahkim aracı YHK tarafından bağıtlanan toplu sözleşmelerde yer alır.
Bu anlamda her bir sözleşme, yeni bir  “satış” sözleşmesi olarak gündeme gelir…
Bunun sonucu olarak, ’84 öncesinde olduğu gibi sonrasında da hem ulusal gelirde ücretlilerin payı azaldı ve hem de ücretlerin alım-gücü sürekli düştü.
Bütün bunları yaşayan sendikalı işçilerde önceleri varolan, Eylül Karaçalma Kampanyası uygulamalarında “kaybetmiş olduğumuz hakları, yeniden başlayan toplu pazarlık düzeninde alabiliriz” düşüncesi yerini yavaş yavaş “alamıyoruz’a” bırakır.
Bu dinamik temelinde; Netaş, Kazlıçeşme ve Topkapı Ambarlar vs. yaşanılan grevler ve yasal meşruluğu olmadığı halde, toplumsal meşruluğun ürünü olarak yaşama ortamı bulan ve artan “grev dışı eylemler” sendikal bürokratların tüm engellemelerine karşın yaşanır…
Bu süreç; sınıfın yükselen mücadelesinin dinamiği olur ve ’89-Bahar eylemlerine gelinir. Sonrası gelişmeyi yaşıyoruz…
Türk-İş bürokratlarının işçileri ve gücünü dikkate almadan üst-düzey ilişkileriyle toplu sözleşmeleri bağıtlama politikası, ’80’lerde yaşama ortamı bulamaz. Çünkü bu yıllarda sermayenin belirlediği yeniden birikim politikası sebebiyle, geçmişte izlediği toplu sözleşme bağıtlama politikasını değiştirir ve özellikle sendikasızlaştırma politikasını izler.
İşçilerin bütünsel gücü ve çıkışı, yarınlara şenlikli yürümenin dinamiğini oluşturuyor.
2. 12- Grev tartışması
Yeniden yasal düzenlemede hak grevi yasaklanarak kısıtlı koşullarda yalnızca menfaat uyuşmazlığı halinde öngörülen grev, sendikal bürokratlar tarafından başlangıçta uygulanamaz ve toplu iş sözleşmesinde etkili olmayan bir mücadele biçimi olarak değerlendirilir.
Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri Kaya Özdemir, 1985 Eylül’ünde yapılan Gıda Sanayi İşverenleri Sendikası’nın bir seminerinde, bu kanunlarla “grev yapılamaz” diyerek, şöyle devam eder: “Yapma cesareti bulan insan, çok büyük kahramandır. Ben kendimde bu kahramanlığı göremiyorum. Öylesine ustaca düzenlenmiş ki, uluslararası normlara aykırı düştüğünü söyleyemiyoruz. Böyle gitmez. Vallahi gitmez, billahi gitmez. Ben samimi söylüyorum gitmez. Sendikaları aslan terbiyecisi gibi terbiye etmeye kalkarsanız, billahi gitmez”. Arkasından işkolu düzeyinde yüzde 10 barajını getirenden Allah razı olsun diye ekler. Daha sonra konuşan Şevket Yılmaz da aynı görüşleri paylaştığını söyler. (97)
Aynı Türk-İş’li bürokratların, çalışma hayatıyla ilgili yasaların kabulünde tavrı biliniyor (Özgürlük Dünyası, sy:11). Ayrıca 1983 Aralık ayında TİSK’in 15. Genel Kuruluna katılan Şevket Yılmaz, yaptığı konuşmada, Halit Narin’in ileri sürdüğü önerilere “evet” der; bunlardan birisi de grev ile ilgili olandır. Grevlerin 60 günden fazla sürmesinin önlenmesi ve bu sürenin aşılması halinde toplu iş sözleşmesinin direkt YHK tarafından bağıtlanması ve grev süresince sendikaların işçiye zorunlu olarak yardım etmesidir (Özgürlük Dünyası, sy:12). Böylece grevlerin en fazla 60 gün olması ve devamında YHK’nın zorunlu olarak girmesi öngörülür. Ayrıca sendikaların maddi imkânlarıyla grev süresi ve katılımı arasında zorunlu kılınmak istenilen ilişkiyle, grevin uygulanmaması savunulur.
Mevzuatta kısıtlı koşullarda uygulanması öngörülen grevin daha da kısıtlanması taraftarıdır, Şevket Yılmaz şahsında sendikal bürokratlar. Çünkü her eylemin varlıklarının temelindeki çivilerden bir ya da birkaçının sökülmesi olduğunu biliyorlar.
2822 sayılı Grev, Lokavt va Toplu Pazarlık kanunun kabulünden iki yılı aşkın sürenin sonrasında, Türk-İş yönetiminin ortak görüşü olarak değerlendirebilecek düşünce, Türk-İş’e bağlı sendikalar tarafından da paylaşılır. Gerçi bu düşüncelerini ’85’lerde biraz da “şaşkınlıkla” ifade ederler. Önceden yasaların hazırlandığı sırada yasada öngörülen grevin nasıl uygulanacağı bilinmiyormuş gibi.
Sendikal bürokratlar, grevsiz toplu iş sözleşmesi imzalamayı esas alan bir faaliyet içinde bulunurlar. Fakat sınıfın tabanından artan mücadeleci potansiyelin ve sendikal örgütlenmenin şube düzeyinde devrimci ve demokratların etkinliğiyle, tüm kısıtlı uygulama koşullarına karşın, grev silahına sahip çıkılır. Grev mücadelesinde, ’87 yılı bir dönüm noktası olur; özellikle Netaş, Kazlıçeşme ve Topkapı Ambarlar grevlerinin başarılı birer sınav olmasıyla, grev sermayeye karşı etkin bir şekilde kullanılan bir mücadele biçimi oldu.
Böylece sendikal bürokratların maskesi düşer.
Bu sürecin yaşandığı dönemde Türk-İş yönetimi zirve yapmak için ANAP hükümeti peşinde koşturur ve ‘dağ fare doğurdu’ misali zirveler sonuçsuz kalır.
İşçi sınıfı sendikasından aylık nakdi yardımı ya hiç almadan ya da cüzi bir miktar alarak yasalara karşı grev mücadelesinin sahiplenme bilinciyle davranır, ekmek ve özgürlük mücadelesi bütünlüğünden esasta ekmek mücadelesi ön plana çıkar.
Böylece sendikal bürokratların ‘grev yapılamaz’ ya da ‘yapan kahramandır’ gibi düşüncelerinin sermayeye hizmette kusur etmeme anlayışının ürünü olduğu, sınıfın mücadeleyi sahiplenmesiyle bir kere daha anlaşılır.
2.13- Sendikal demokrasi
Sendikal örgütlenme içinde yaşama hakkı bulan “demokrasi’ var olduğu ekonomik ve siyasi yapılanımdan soyutlanamaz. Yani bir örgütsel yapılanımda taraf olan kişilerin/tabanın iradesinin ve örgütsel yapıya hâkim işleyişlerin bir bütün olarak hayat bulan “demokrasi”, temelinde var olan siyasal rejimden dışlanamaz.
Bu anlamda işçilerin kitlesel örgütleri sendikalar, iradesinin örgütsel yapıya yönlendirilmesinin mekanizması olan sendikal demokrasi, esasında emeğe dayanan ekonomik ve siyasi bir yapılanımda yaşama hakkı bulur. Öncesinde filizlenmesinin mücadelesi verilir. Günümüzde “demokrasi”, belli sürelerle yapılan seçimlere, emekçi halkın kısıtlı halde “seçilme” ve esas olarak “seçme” hakkıyla katılımıdır. Bu yeterli değildir. Çünkü seçme hakkı kadar, seçilme hakkının da olması ve seçtiğini denetleyebilme ve hatta geri alabilme hakkının dahi bulunması, yani tabanın “aktif bir biçimde söz ve karar sahibi” olması halinde, gerçek anlamda demokrasinin varlığından açık bir anlatımla emeğe dayanan bir siyasi yapılanımdan söz edebiliriz. Aksi halde söz edilemez. Bu ise, emeği en kutsal değer olarak gören işçi demokrasisidir.
Onun için ” seçme” ve kısıtlı halde “seçilme” hakkının varlığı, siyasal rejimi, emeği en kutsal değer olarak değerlendiren demokrasi diye nitelendirme sebebi olamaz. Günümüzde sendikal örgütlenmeler belirtilen anlamda “seçme” ve “seçilme” hakkının varlığı da, sendikal demokrasinin kıstası olamaz. Çünkü bu, tam anlamda örgütsel tabanın ortak iradesinin örgütsel yapıya yansıma mekanizması değildir.
Değildir; çünkü sendikacıların sermayenin denetiminde ve güdümünde, resmi ideoloji doğrultusundaki faaliyeti varlık koşulu sayması, toplumsal iradenin örgütsel yapıya yansıması önünde esasta bir engeldir. Peki, bugün sendikalarda yaşanan farklı mı? Hiç de değil…
Türk-İş özgülünde “sendikal demokrasi”: 1979 yılının 16-22 Nisan tarihlerinde Ankara’da yapılan 11. Genel Kurula,11. Genel Kurul Çalışmaları adlı Türk-İş yayınında 312 delegenin katıldığı yazıldığı halde, Toleyis’ de dikkate alındığında toplam delege sayısı 313 olur.
1982 yılının 24-28 Mayıs tarihleri arasında yapılan 12. Genel Kurula ise 318 delege katılır.
11. Genel Kurula katılan delegelerden 133 tanesi 12.Genel Kurula da katılır ve bu toplamın yüzde 42’sidir. Genel Kurula katılan delege sayısı 20 ve daha fazla olan 4 sendikada (Maden Federasyonu, Tek Gıda-İş, Teksif ve Türk Metal) aynı oran ortalama yüzde 44.3 iken, 10 ve daha fazla delegesi olan toplam 8 sendikada ortalama yüzde 35.5 olup, diğer 20 sendikada ise yüzde 54’dür.
13. ve 14. Genel Kurulun hem çalışma raporunda ve hem de yayınlanan tutanağında (ki 14. Genel Kurulun tutanağı yayınlanmadı) delege isimleri yayımlanmadığı için, benzer bir çalışma yapma olanağı bulamadım.
Bu durumda, 11 ve 12. Genel Kurullar dikkate alındığında delege toplamının beşte ikisinin aynı isimlerden oluştuğu anlaşılır.
Ayrıca, hem katılan delegelerden kaçının halen bilfiil üretimle ilişkisini sürdürdüğünü bulmak hem de Türk-İş’e bağlı sendikaların yöneticilerinden yüzde kaçının değiştiği ya da değişmediğini hesaplamak için delegelerin konumlarıyla ilgili bir çalışma yapmayı düşündüğüm halde, veri yetersizliğinden dolayı yapamadım. Çünkü delegelerin konumuyla ilgili hem açıklayıcı bir not olmaması hem de o dönemlere ait Türk-İş Teşkilat Albümünü bulamamam sebebiyle, düşündüğüm çalışmayı gerçekleştiremedim.
Fakat gazeteci Rafet Ballı’nın Türk-İş’in Genel Kurula katılan delegelerin konumlarıyla ilgili yaptığı çalışmaya göre (98):
1-Türk-iş’e bağlı 33 sendikanın toplam 202 Yönetim Kurulu üyesinden yüzde 35.6’sı yani 72 tanesi değişirken, geriye kalanı değişmez aynen yerlerini korurlar.
2-Türk-iş Genel Kuruluna katılan 392 delegeden, 384’ü sendikalar tarafından seçilir ve geriye kalan 8’i doğal delegedir. (Yönetim ve denetleme kurulu üyeleridir). Seçilmiş görülen 384 delegeden yüzde 82.8’i yani 318’i fiilen profesyonel sendikacı olup, geriye kalan ise ya emekli olan ya da seçimi kaybeden profesyonel sendikacıdır; 11 sendikanın (Belediye-İş, Demiryolu-İş, Denizciler Sen, Dok Gemi-İş, Haber-İş, Hava-İş, Likat-İş, Selüloz-İş, Türk-Sen, Tes-İş ve T. Maden-İş) toplam 108 delegesinin tamamı fiilen profesyoneldir.
Bu yıllarda bir işçinin ortalama aylığı 80 bin iken, profesyonel sendikacının ki ise 300-600 bin TL arasında değişir.
Delegelerin sınıftan ve üretimden fiilen kopmuş profesyonel sendikacıların olması sebebiyle, Genel Kurul salonunda ne kadar “işçi sesinin” duyulacağını düşünmeye hiç mi hiç gerek yoktur. Yani katılanların işçi olmamasından dolayı, konuşanların da işçi olmadığı anlaşılıyor.
Türk-İş genel kurullarına katılan kadın delege hiç yoktur.
Anlaşıldığı üzere, kadınıyla ve erkeğiyle bilfiil çalışanın temsil edilmediği Türk-İş genel kurulları, bürokratların/profesyonel sendikacıların koltuk kapma ya da koltuğu koruma arenası olur.
Onun için koltuğu kopan, hiç bırakmıyor.
Türk-İş’in kurulduğu 1952 yılından 1960’a kadar, 4 genel başkan, 6 genel sekreter ve 2 genel mali sekreter görev değişikliği yaparken; sonrasında, bugün devam edenler hariç olmak üzere, 20 yılı aşkın süre içerisinde, 3 genel başkan,2 genel sekreter ve 1 tane mali sekreter görevini, daha doğrusu koltuğunu bırakır. Genel başkanlıkta 14 yıl (1960-1974) süre Seyfi Demirsoy rekoru elde tutarken, bunu 5 yılla (1974-1979) Halil Tunç izler. Yine Halil Tunç 14 yıl (1960-1974) süre ile genel sekreterlik rekoruna sahipken, O’nu 12 yıl (1974-1986) süre ile Sadık Şide takip eder. Görev süresi açısından aşılmaz rekor, 33 yılla (1953-1986) genel mali sekreterlik görevinde bulunanca Ömer Ergun’a aittir.
1966 yılı sonrasında İcra Kurulunda genel eğitim ve teşkilatlandırma sekreterlikleri görevlerine yer verilir. Bunlardan 14 yılla da (1972-1986) Kaya Özdemir genel eğitim ve 13 yılla da (1966-1979) Ethem Ezgü teşkilatlandırma sekreterliğinde rekora sahiptirler.
Türk-İş yönetiminde, bu rekorlara ek olarak bir de kendi sendikalarından görev süreleri dikkate alındığında, profesyonel sendikacı ya da sendikal bürokrat denilen bir kastın varlığından bahsetmek hiç de abartma olmayacaktır. Böyle bir işleyişin hâkim olduğu sendikal yapıda delegelerin seçilmiş olması hatırlandığında; “sendikal demokrasi” açısından seçimin fazlaca öneminin olmadığı anlaşılır. Yani seçim, demokrasi için gerekli fakat yeterli değildir.
Türk-İş genel kuruluna profesyonel sendikacı ya da sendikal bürokrat olmayan birisinin katılımının bu biçimde fiilen engelleniyor olmasının anlamı: Bu sosyal ve siyasal koşullarda, tezgâh başında çalışan bir işçinin Türk-iş’e yönetici olamayacağıdır.

3-TÜRK-İŞ/AAFLI İLİŞKİSİ
3.1-AAFLI Nedir? Ve Çalışma programı

Sosyalizmi öznelden öte gerçekleşen bir sistem olmasının İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalist mali sermaye cephesinde yarattığı korku sebebiyle, sıcak savaş yerini soğuk savaşa bırakır. Başını da dönemin galip ülkesi Amerikan emperyalizmi çeker. Bunun gereği olarak uluslararası yeniden düzenlemede başrolde oynayan ABD’nin, pazarında etkin olduğu ülkelerde kurduğu ilişki ağından birisi de sendikal alandır; bunu sendikal örgütü AFL-CIO (Amerikan işçi Federasyonu – Sanayi Örgütleri Kongresi) aracılığıyla yapar. Sadece bu örgütle sınırlı değildir; birlikte koordineli olarak İCFTU, AİD (ABD-devlet kuruluşu), o ülkedeki çalışma ataşeleri ve diğer görevlilerle (ABD’li öğretim üyeleri, yurtdışı gezileri ve eğitim çalışmaları vs.) birlikte çalışır.
Bu koordineli çalışmada, dönem dönem yaşanılan koşullara göre birisinin fonksiyonu diğerlerine göre daha fazla dönem yaşanılan koşullara göre birisinin fonksiyonu diğerlerine göre daha fazla öne çıkabilir, ya da bir yeni teşkilatlanmaya gidilebilir. Böyle bir zorunluluk sebebiyle,.sendikal alanda, Amerikan emperyalizmine karşı dünya halklarının verdiği bağımsızlık mücadelesinin yarattığı teşhire bağlı olarak bölgesel düzeyde ülkelerle yakinen ilgilenmek amacıyla, sendikal örgütü AFL-CIO bünyesinde Afrika, Latin Amerika ve Asya kıtası için üç enstitü kurar.
Kendi yayınına göre “hürriyet ve demokrasiyi sendikal hareketin varlık koşulu sayan” ya da diğer bir anlatımla sermayenin güdümünde sendikal faaliyeti esas alan AFL-CIO; 1962 yılında Hür Sendikacılığın Gelişmesi İçin Amerikan Enstitüsü (AIFLD), 1965’te Afrika-Amerikan Hür Çalışma Merkezi (AALC) ve 1968’de Asya-amerikan Hür Çalışma Enstitüsü’nü (AAFLI) kurar ve faaliyetini sürdürür. Bu, bir anlamda dünyanın kendi yapısı içinde sendikal alanda paylaşılmasıdır. Böylece Amerika’nın dış işleri ya da mali kuruluşları gibi sendikal alan açısından dünya ülkeleri ile yakinen ilgilenme sonucu faaliyetini daha düzenli yürütülmek ve etkin olabilmek amacıyla, aynı sendikal yapı içinde paylaşılması gerçekleştirilir.
Çalışması açısından AAFLI üzerinde yoğunlaşacağız.
AAFLI, “Asya’da işçilerin kuvvetli, bağımsız ve hür sendikalar kurmak ve toplumu desteklemek amacıyla” kurulduğunu açıklar. Bunun için ilişkide bulunduğu ülke ya da ülkelere “kuvvetli ve bağımsız” sendikalar kurmak adına teknik ve mali “yardımlarda” bulunur. Aslında AAFLI bu alanı, Amerikan emperyalist sermayesinin güdümü ve denetimi altına almanın doğrudan örgütlenmesi olarak gündeme gelir. Bunu, AAFLI yetkililerinin açıklaması doğrular.
AAFLI’nın faaliyetini bu enstitünün Türkiye Direktörü Riley şöyle anlatır: Enstitü “Amerikan işçi hareketi ile Asya’daki sendikalar arasındaki işbirliğini simgeler” ve işçilerin kuvvetli, bağımsız, hür sendikalar kurmaları için işçilere ve ailelerine uzmanlık, teknik ve malzeme yardımlarında bulunur. “AAFLI ve Türk-İş sendikal araştırmalar, uluslararası ilişkiler ve basınla ilişkiler gibi çeşitli çalışmalarda işbirliği yapmışlar ve bu programlarla AAFLI gayesine ulaşmayı” esas almıştır.(99)
Direktör Riley’in sözlerinin dikkatle incelenmesi halinde, işbirliği, yardım ve “hür sendikalar kurma” girişimlerinin tek amacı, belirlenen program çerçevesinde “AAFLI gayesine ulaşmayı” hedef almasıdır. Ne adına olursa olsun, diğer bir ülkede yapılan faaliyetlerin tek ve değişmez paydası. AAFLI’nın belirlediği hedef olmaktadır. Peki AAFLI’nın bu türden faaliyeti sürdürmesinde amacı nedir? Y da neden bu türden faaliyetleri sürdürmeyi esas almıştır?
AAFLI, Amerikan hükümetinin mali desteğiyle (ayrıca incelenecek, N.O.) ayakta duran vakıf statüsünde bir kuruluş olup; bu hem “Amerikan dış politikasını yürütmenin” (100) ve hem de Amerikan egemen sınıflarının çıkarlarını savunmanın aracı kuruluşudur (101) Belirlenen bu amaca uygun faaliyeti CIA güdümünde sürdürdüğü konusunda pek çok yayın vardır (102). Kısaca amacı bu biçimde formüle edilen AAFLI’nın herhangi bir ülkede (Söz konusu Türkiye) faaliyette bulunmasının ana gayesi, o ülke sendikal hareketini Amerikan mali sermayesi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek çabasında bulunmasıdır. Ki bu konuda AFL-ClO ile ilgili pek çok örnek ve belge (103) vardır. Böyle bir faaliyeti esas alan AFL-CIO enstitülerine yalnızca Amerikan hükümeti yardım etmez, aynı zamanda Amerikalı bazı ünlü sermayedarlardan ve çokuluslu şirketlerden de yardım alırlar.
Amerika’da sendikalar “ABD’nin diplomatik görevlilerinin bir parçası gibi hareket” ettiler ve sık sık bir başka ülkede, bu ülkenin sendikal hareketine önceleri açıktan zarar veren gelişmelere sebep olmaları üzerine, sonradan “biçim” değişikliğini benimsediler. Fakat bunun da yeni bir olgu olduğu söylenemez. “Bunların ortak özelliği ulusal çıkarlar ve faaliyetlerin ikili ilişkiye dayalı niteliğidir.” Bir ülkenin dış politikası kisvesi altında faaliyet sürdürülecekse, ilişkilerin ikili nitelikte geliştirilmesi son derece önemli olur.(104). Çünkü bu haliyle ilişkilere, karşılıklı çıkarları gözetme adına resmiyet kazandırılır.
AAFLI’nın ikili anlaşmalara sadık kalarak faaliyet gösterdiği ülkelerden bazıları: Filipinler, Güney Kore, Bangladeş, Tayland, Endonezya, Hindistan, Pakistan ve Türkiye, vs.
İlişkide bulunduğu ülkelerde faaliyetini sürdürürken belirlediği çalışma programı:
1- Eğitim projeleri: Bunların amacı sendikal hayatı doğrudan doğruya etkileyecek sosyal, ekonomik, teknik ve hukuki konularda işçilerin “güçlü bir sendikal anlayışı” geliştirip, savunabilecek bilgi ve tecrübeyi aktarmak olarak açıklanır. Aslında bununla, sendikal bürokratların ideolojik ve siyasi olarak yetiştirilmesi ve beslenmesi/eğitilmesi amaçlanır.
2-Toplumsal projeler: işçi klinikleri, işçi eğitim merkezleri, sendika kütüphaneleri, köy okulları ve kültür merkezleri gibi yerlerin inşa kuruluş ve çalışmalarını düzenleme gayreti gösterilir. Bununla esasta ikili ilişkilerin sadece sendikal bürokratların eğitimi ve diğer sosyal ihtiyaçlarını karşılama ile sınırlı olmadığı gösterilmeye çalışılır. Diğer bir anlatımla esas amaç daha da maskelenir.
Amerikan bölge politikasına uygun faaliyet sürdürmeyi esas alan ve burjuvazinin maddi desteğiyle yaşayan paravan örgüt AAFLI, ülkelerde yaptığı ikili anlaşmalar çerçevesinde ve toplumsal projelerle çalışmalarına devam eder.
3.2-AAFLI’nın mali kaynağı ve fonksiyonları:
AFL-ClO’nun AAFLI aracılığıyla yaptığı yardımlar, AFL-ClO’nun kasasında toplanan aidatlardan ve Amerikan devlet kuruluşu AID’den sağladığı fonlardan oluşur. Bu resmi açıklamaya ek olarak, Türk-İş yönetiminin tüm yalanlamalarına karşın CIA kaynaklarının da varlığı hatırlanmalıdır.
1985 yılında AAFLI’nın Türkiye temsilcisi Jerry G. Ballinger: “Evet, AID’den bir takım fonlar kullanıyoruz” diye konuşur ve özel şirketlerden ITT, IBM vs. AIFLD ve AALC’ye yardım yaptığını okuduğunu ama bunların AAFLI’ya yardımı olmadığını ekler (105), Üç enstitüden ikisine yardımı kabullenen AFL-CIO yönetiminin, üçüncüsüne AAFLI’ya özel şirketlerden yardım yapılmasını engelleyeceği beklenemez. Aksine yardım için teşvik eder. Sadece temsilci J. Ballinger, “itirafta” bulunmak istemez, hepsi bu.
CIA yardımı olgusunu, Amerikan Başkani Carter dönemi, CIA Başkanı Stanfield Turner (1977-1981) de doğruluyor:” 1967 yılında, ClA’nın yurt dışındaki “yararlı ve dost unsurları” desteklemek için harcadığı para yılda 10 milyon dolara yükselmişti. Bu paranın büyük bir bölümü bizim sendikalar (dikkat konumuz açısından önemli N.O.) öğrenci dernekleri, özel kuruluşlar aracılığıyla yurt dışındaki benzer kuruluşlara (yani sendikalar, dernekler vs. N.O.) aktarılıyordu. Bizim sendikalar, dernekler, bir tür paravan (lütfen dikkat, N.O.) kuruluş görevi yaparak, paranın kaynağının CIA olduğunun öğrenilmesini önlüyorlardı. Böylece bizden para alan yabancı sendika ve derneklerin “Amerikan kuklası” şeklinde anılmasını da önlüyorduk. Bu öylesine büyük bir operasyondu ki Ford, Rockfeller ve Carnegie vakfı dışında yabancılara burs veren kurumların 1963-1967 arasında harcadığı paranın üçte biri ClA’dan gitmişti.” (106).
CIA Başkanının bu açıklamalarını birinci elden bir belge olarak nitelendirmek mümkündür. Aksini iddia etmek komik olur. Buna göre:
1- ClA’nın “yararlı ve dost unsurları” desteklemek amacıyla faaliyetini sürdürdüğü,
2- Bunun için “paravan örgütleri” aracılığıyla para yardımı yaptığı,
3- Fon kaynağı CIA olan yardımın, Amerikan menşeli paravan kuruluş fonksiyonu üstlenen sendika ya da dernekler vs. tarafından yurtdışına aktarıldığı,
4- Bununla ikili ilişkiler gereği para alan örgütlerde” Amerikan kuklası” nitelendirmesinin önlendiği sonuçlarını çıkarabiliriz.
12 yıl süreyle Uç değişik ülkede çalışan CIA ajanı Philip Agee’nin yazdıktan, konuya kuşkuya yer vermeyecek bir açıklık getiriyor. ClA’nın yardım ve rehberliğim uluslararası, bölgesel ve ulusal/ülke düzeyde olduğunu yazar. Uluslararası meslek sekreterlikleri kanalıyla, CIA, iş ve işçi faaliyetlerini sürdürür. Uluslararası meslek sekreterlikleri sistemi, daha uzmanca ve çoğu kez de başarılı olduğundan, ClA’nın amaçlarına, bölgesel ve ulusal yapıda olan ICFTU’dan daha uygun düşer. (107).
Aynı kaynaktan örnek aktarım: Ekvador (108). 1961 yılı yazında Ekvador’da komünistlerin yükselen mücadelede etkinliğinin artması üzerine; birincisi, Amerikan ve Ekvador askeri güç birliği (AID’den 500 bin ve Amerikan Askeri Çevreden 1 milyon 500 bin dolar yardım) ile Sivil milis programı ve ikincisi AID, ORIT ve CIA ile birlikte yürütülen iş ve işçi programları benimsenir ve yürürlüğe konur. Bu çalışmalarla özellikle kırsal kesimin devlete bağlılığı hedeflenir. Bir yıl sonunda 1962 yılında Latin Amerika’da anti-komünist sendikalar kurmak amacıyla Hür Sendikal Kalkınma için Amerikan Enstitüsü (AIFLD) kurulur ve bunun aracılığıyla ikinci programı uygulama imkânı bulunur. Uluslararası örgütler bölümünün uzun süredir ajanlığını yapan AFL.CIO’ nun temsilcilerinden Serafino-Romual, AIFLD Yönetim Kurulu başkanlığına getirilir. Enstitünün denetimini Uluslararası Örgütler Bölümünden S. Romualdı yapar. Ve bu vakfın finansmanı vakıflardan, işyerlerinden ve AFL.ClO’dan sağlanır.
Ekvador’da faaliyet sürdüren iki ajan Víctor Contreas ve Enrigue Amador’un da yönetim kurulunda görev aldığı yeni bir sendika kurulur. Bu sendikanın ismi, Ekvador Kıyısal Bölge Ticaret Sendikaları Konfederasyonudur. (CROLLE).
Ayrıca bu ülkede 1960 Kasım’ında Uluslararası Bahçecilik, Tarım ve Müttefik İşçileri Federasyonu (IFPAAW), İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra batılı bir ülkenin haber alma servisinin yardımıyla Malaya’da komünistleri bastırmada başarılı olur. Latin Amerika’da CIA- bu sendikayı gerillaların köylerde üstlenmesini engellemek ve daha geniş alanlarda tarım reformunun gerçekleşmesinde ve kooperatiflerin kurulmasında köylü kuruluşları desteklemekte kullanılır.
Öncelikle AID’nın açtığı eğitim kurslarını devralarak, genişletilecek eğitim enstitülerinin kurulması hedeflenir. Eğitim enstitüleri, görünüşte yönetim bakımından Washington’da “AIFLD denetimi altında bulunacaksa da ‘mümkün’ olduğu kadar fazla sayıda enstitünün merkezlerin vereceği emirlere göre paralı CIA ajanlarınca yönetilmesi” planlanır.
Tüm koşulların zorluklarına karşın, çoğunlukla AIFLD şefliklerine ajan olmayan kişiler getirilse de bunlar merkezin denetimine alınırlar.
Ayrıca CIA ajanı eskisi yazar görevi gereği, sendikal faaliyette daha iyi çalışabilmek amacıyla “Gompers geleneğine” uygun sendikal anlayışın kursunu aldığını da belirtir.
Ekvador özgülünde AFL,CIO’nun Latin Amerika’da faaliyet gösteren enstitüsü AlFLD’ın faaliyetlerine yönelik bu bilgiler olgunun sadece ve sadece AIFLD ile sınırlı olduğu biçiminde yorumlanamaz. Çünkü bu tür faaliyetleri sürdüren AIFLD, AFL,CIO’ya bağlı bir enstitüdür. Diğer bir enstitü AALC’nın da benzer faaliyet içinde olduğu yazılır. Bunların üçüzlerinden AAFLI’nın benzer işlevleri üstlenmediğini iddia etmek komik olur.
Bunlara karşın, halen AAFLI ile kurulan ilişkiden, masumane bir tarzda para yardımı yapıyor ve o sebeple yararlıdır diye söz eden kişiler/sendikal bürokratlar, Amerikan menşeli “paravan” örgütlerle ilişki kuran “Amerikan Kuklası” bir sendikanın piyonlarıdır. Bir başka türlü yazım yalın gerçeği perdeler.
CIA ile Amerikan sendikal hareketi arasındaki ilişki Philip Agee’nin kitabı ve S. Turner’in 1980’lerde hazırladığı bir dizi yazı ile açıklığa kavuşmuş olmuyor. Bu gerçek, daha o yıllarda Mayıs 1967’de açıklanır.
Sendikal örgütlenmeyi sermayenin çıkarları gereği denetim altında tutmak için Amerikan hâkim sınıflarının izlediği politika hakkında:
“Şüphesiz CIA ile Amerikan sendikacılık Hareketi arasında işbirliği olmuştur… Sendikalar içinde CIA ile gizli bir biçimde çalışmak şerefli bir imtiyaz sayılır” (Victor Riesel, Mayıs 1967) ve “AFL’nin ClA’dan para aldığı ve bunu gizli harcadığı açıklanır” (Alain Guerin, Otomobil İşçileri Sendikası” (109). Yine aynı Birleşik Otomobil İşçileri Sendikasının Uluslararası İlişkiler Genel Müdürü Victor Reuther, 22 Mayıs 1966 tarihinde AFL-ClO’nun Uluslararası İlişkiler Bölümünün CIA İle ilişkide olduğunu ve AFL-CIO ile üye bazı örgütlerin, ClA’nın yaptığı operasyonlarda kendilerini kullanmalarına izin verdiğini ileri sürer (110).
Neden CIA, sendikal hareketle bu derece yakından ilgilenir?
ClA’nın Amerikan sendikal hareketi ve paravan örgütleriyle gittikleri ülkenin sendikal hareketinin eylemlerini etkilemek ve yönlendirmek amacıyla faaliyetini sürdürdüğünü görüyoruz.
Nitekim AFL-ClO’ya bağlı enstitülerin bir ülkede ClA’nın istemlerine göre üstlendikleri işlevler, fiili olarak bazen, ülke yönetimi değişikliği boyutuna kadar varır. AIFLD Müdürü William C. Doherty Harer 1969 yılında ABD Senatosunda verdiği raporda, amerikan tekelleri ile sendikal hareket arasındaki ilişkiyi şöyle açıklar: “AFL-ClO’nun örgütü yaratmaya karar vermesinden sonra sendika liderleri ile ABD’nin büyük girişimcileri (siz işveren/burjuvazi diye okuyunuz, N.O.) arasında görüşmeler yapıldı ve ortak bir yaklaşım bulduk. D. Rockfeller ve P. Grace gibi kişiler Latin Amerika’da işbirliği yapmamızdan kazanacakları birçok şeyin bulunduğuna karar verdiler.”
Enstitüyü destekleyen 95 şirket olduğu ve bunlar arasında ITT, Shell, IBM, Pan American vs. yer aldığı ayrıca 1964 yılında Brezilya’da yapılan Askeri darbede AlFLD’nın yardımcı olduğu konusunda belgeler de vardır.(111).
Amerikan sendikal hareketinin merkezi yönetimle ilişkisini açıklayan belgeler yalnızca bazı sendikacı ya da araştırmacıların bulgularıyla sınırlı değil. Bu ilişkiler Amerikan Çalışma Bakanlığı 1981 yılı raporunda da yer alır: “Bakanlığın yabancı ziyaretçilere sağladığı uzmanlık ziyaretleri ve eğitim aracılığıyla, ABD dış politikası ve uluslararası teknik işbirliği desteklendi. Uluslararası Çalışma ilişkileri Bürosu, yüksek kaliteli teknik ve uzmanlık eğitimi sağlama çabalarını sürdürerek yıl içinde yaklaşık 1100 kişinin katılımı için program düzenledi. AFL-CIO, Amerikan iş çevreleri (siz sermayedarlar olarak okuyunuz, N.O.) topluluğu ve eğitim ve öğretim kurumlarıyla yakın işbirliği sayesinde, Büro, 600 sendikacıya ve 500 teknik personele ve uzmana hizmet sundu. Bu program, Amerikan Hükümetinin dış=politika alanındaki amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştı.” (112).
Çalışma Bakanlığı raporları da, Amerikan sendikal hareketinin burjuvazi ile ortak işbirliği sayesinde programlar hazırladığı ve uyguladığını ve bunun bir amacının da, Amerikan dış politikasını desteklemek olduğunu açıklar. Hem de fazlaca dolaylı yoruma ihtiyaç duymadan.
Bir yandan bu tür sendikal çalışmanın esas alındığı Amerika’da, diğer yandan (bugün için kesin olarak yürürlükte olduğu bilinmemekle birlikte ki kaldırılmış olması için hiçbir sebep da yoktur N.O.) 1950 tarihli Yıkıcı Faaliyetleri Denetleme Kanunu ile 1954 tarihli Komünist Denetleme Kanununun hükümlerine göre, herhangi bir komünist örgütün üyesi olan kimselerin sendikalarda görev ve fonksiyon sahibi olması yasaktır. Sözü edilen komünist örgütlerden herhangi birine dâhil olan bir sendika, çalışma hayatına ilişkin konularda şikâyette bulunma yetkisini kazanamamakta ve diğer sendikaların yararlandığı bazı haklardan yararlanması da yasaklanmaktadır. (113). Hiç de şaşırtıcı değil; Amerikan sendikal hareketinin sermaye ile işbirliği aleni olarak işlerlik kazanırken, komünizmle her türlü ilişki fiilen yasaklanıyor. Bu da Amerikan sendikacılığının özünü oluşturuyor.
Böyle bir sendikal anlayışa sahip sendika ile Türk-İş de ilişki kuruyor ve anlaşma imzalıyor.
Amerikan sendikal hareketinin yurtdışı faaliyetinin finansmanı doğrudan Amerikan hükümeti ve onun CIA gibi kuruluşları ve ünlü sermayedarlar tarafından karşılanıyor. Yardım/kredi olarak verilen mali kaynağın ileride hem ekonomik, hem de siyasi çıkarlar sağlamanın garantisi olarak gündeme geldiği ve verildiği tarihi bir gerçektir.
Bu yönüyle de AAFLI’nın üstlendiği fonksiyon daha anlaşılır olur.
Diğer yandan AFL-ClO’nun AIFLD aracılığıyla, Latin Amerika’da yaptıklarının benzerini AAFLI’nın faaliyet alanı bölgesinde neden yapmasın? Çünkü benzer fonksiyonları üstlenin ve aynı kaynaklardan finanse edilen ve aynı örgüt çatısı altında bulunan bu örgütler benzer fonksiyonların ürünü olarak gündeme gelir.
3.3- Kölelik Zinciri: AAFLI
Günümüzde işveren/sermayedar ve onun devleti temsilen hükümeti bir tarafta ve karşısında işçinin var olduğu üçlü görülen ama esasında ikili ilişkiler bütününe endüstri ilişkiler denir. İkili; çünkü devletin de ekonomide önemli ağırlığı olan bir işveren/sermayedar olduğu hatırlanmalıdır.
Bu genel ilişki ağı içinde Türk-iş ve bağlı sendikaların bugünkü sendikacılık çizgisinin oluşmasında belirleyici rol üstlenen faktörlerden bir tanesi siyasi iktidara bağımlılık ilişkisi ise, diğeri ülkemizin uluslararası arenada genel konumu gereği özellikle Amerikan sendikacılığıyla doğrudan veya dolaylı kurulan bağlardır. Bu halde, Türk-İş’in sendikal politikasının bazı yönleriyle yinelendiği bu çalışmada, Amerikan patentli sendikal örgütlerle kurulan ilişkilerin incelenmesi önem kazanıyor.
Türk-İş’in ICFTU’nun Asya-Pasifik birimine üye olduğunu geçen sayıda belirtmiştim. Her konuda “Avrupalı olma özlemiyle yaşayan” TC’nin sendikal hareketinin bu üyeliğinin tesadüfî olmadığı kanısındayız. Çünkü Amerika’da aynı birim üyesidir. Böylece meselenin esası anlaşılmış oluyor.
Türkiye’de sendikacılık hareketini “denetim ve güdüm” (114) altında tutmak isteyen Amerika; soğuk savaşın sürdüğü sıra 1960 öncesinde doğrudan kendi örgütü AID’ı kullandı; 1970’lere kadar Türk-İş’in ICFKU’ya üyeliği sebebiyle aynı birimde bulunmanın sağladığı imkanları kullandı ve çok sayıda sendikacının Amerika’da eğitimi sağlandı; 1960’lar sonunda hem AFL-ClO’nun ICFTU üyeliğinden ayrılması hem de Amerikan emperyalizminin Çin Hindindeki işgali sebebiyle dünya halkları gözünde teşhir olduğu sıra, Asya kıtasını faaliyet alanı olarak kabul eden AAFLI kurulur ve birkaç yıl sonra da Türk-İş ile ikili ilişki kurar.
Şevket Yılmaz Amerikan sendikal hareketi ile kurulan ilişkiye yüzeysel bakar, Türk-İş”in kuruluşu sırasında “Amerikan sendikal hareketinden bir yetkilinin Türkiye’ye gelmesi, “Amerikan sendikacılığını benimsiyoruz anlamını taşımaz” der (115). Kurulan ilişki, şahısla sınırlandırılamaz. Çünkü Amerikan sendikal hareketi Şevket Yılmaz’ın söylediği gibi gelip-gitmeli başlangıcın devamında hem nakdi hem de ayni yardımlar yapar. Bu yardımın ne amaçla yapılmış olması önemlidir. Yani yapılanın karşılığında neyin transfer edilmiş olduğu önem kazanıyor.
Amerikan sendikal hareketinin yurtdışı ilişkisini ilk sürdüren AID’ın faaliyeti hakkında, AID-İşçi Şube Müdürü John F. Mc. Gonagle yapılan eğitim seminerlerinin yararlarını şöyle sıralar: Sendikaların daha etkili hale getirilmesi, işçi-işveren ilişkilerinin düzenlenmesi, verimliliğin arttırılması, daha iyi uluslararası ilişkilerin kurulması ve komünizme karşı yapıcı olan bir “şık” (alternatif) bulmak sayılır. Ve AID-İşçi Eğitimi Programı çerçevesinde, Türkiye’de işçi eğitimi konularından bir tanesi de “komünist kukla sendikalara karşı hür sendikalardır.” (116). AID’ın en yetkili ağzından eğitim çalışmalarının esas fonksiyonu bu biçimiyle belirlenmiş olur.
“Komünizme karşı olmak…”
Bu haliyle, Amerikan kökenli eğitim programlarının esas amacı daha iyi anlaşılır; sürdürülen soğuk savaşa ülkeler bazında aranılan destek, sendikal alanda da güçlendirilmeye çalışılır.
Amerika’nın Türk-İş’le 1952’lerde kurduğu sendikal ilişki, hem 1960 hem de 1970’lerde yeni bir biçim değişikliğiyle devam eder.
1970’ler ve 1980’lerde ilişki, AAFLI aracılığıyla sürdürülür.
AAFLI, Asya’daki ülkelerin sendikal hareketlerini Amerikan sendikacılık anlayışının güdümüne sokmak için kullanılan ve tüm parasal desteğini ABD’den alan bir örgüttür. Diğer bir anlatımla, ABD’nin Asya kıtasında pazar ilişkisi bulunan ülkelerde, işçi sınıfının kendi sınıf çıkarları doğrultusunda bilinçlenmesini engelleyen bir kurumdur.
Türk-iş ile ortaklaşa sendikal çalışmalar yapan AAFLI’nın Ankara’daki ilk direktörü Bogss’ın bir CIA ajanı olduğu Doğu Almanya’da hazırlanmış ve inanılırlığı Batıca da kabul edilen “Who’s who in CIA?” (ClA’da Kim, Kimdir? ) adlı belgesel araştırmada belirtilmekte ve kitabın 67. sayfasında bu kişi hakkında şu bilgi verilmektedir: “22 Mart 1907 doğumlu. 1957-1961 arasında Amerika’da İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nda görevli, 1961-1965 arasında ABD Dışişleri Bakanlığı’nda CIA görevlisi. Daha sonra Lapaz’da (Bolivya’nın başkenti) sosyal ataşe.” (117)
Türk-iş ile AAFLI 1973 yılı aralık ayında amacı, Türk-İş’in ve Türk işçilerinin ekonomik, sosyal, kültürel sorunlarını” uluslararası hür ve demokratik sendikacılığın temel felsefe ve prensipleri çerçevesinde çözmeye katkıda bulunmak olan “Teknik Yardım Sözleşmesi” imzalar (118). Birlikte işbirliği yapılması öngörülen konular:
1- İşçi eğitimi,
2- Yüksek seviyede sendikacılık eğitimi,
3- Mesleki eğitim,
4- İş başında eğitim,
5- Toplum kalkınması programları (rehabilitasyon, aile planlaması, işçi sağlığı vs.),
6- Kooperatifler kurulması,
7- işçi sosyal güvenlik ve işçi refahı sistemleri üzerinde çalışmalar,
8- Tarım işçileri eğitimi ve teşkilatlandırılması,
9- Toplumun ve işçi hareketinin yararlanmasını temin amacıyla Türk-İş Genel Merkezinde bir araştırma merkezi kurulması ve ekonomik doneleri muhtevi bir kütüphane teşkili,
10- Türk-İş Genel Merkezinde bir “Dış Münasebetler Dairesi” teşkili”
Belirtilen bu faaliyet alanlarında uygulanacak “uygulama projeleri” Türk-İş ile AAFLI işbirliği içinde tespit ve tayin edileceği öngörülür. Sözleşmeyi Türk-İş adına Başkan Seyfi Demirsoy ve Genel Sekreter Halil Tunç, AAFLI”yı temsilen Genel Müdür Morris Paladino imzalar.
John Kelly, “Casuslara Karşı” adlı derginin ilkbahar 1980 (C.4, sy: 2) sayısında “CIA ve Türkiye’de Emek” adlı makalesinde, AAFLI’nın Türkiye faaliyeti konusunda genel bir gözlemde bulunur; AFL-ClO’nun CIA ajanı başkan George Meony’nin Amerikanın Vietnam’daki savaşa verdiği somut desteğin bir ürünü olarak AAFLI’nın ortaya çıktığını yazar. Ve devamında AAFLI’nın kendi ve diğer yayınlar dâhil, AAFLI adına
Türkiye’de düzenlenmiş faaliyetlerin önemli olduğu yer alır ve eğitim seminerlerine katılanlar tek tek sayılır. John Kelly yazısını şöyle tamamlar: “Asıl amaç, CIA ve tekelci kapitalizmin Türkiye’deki işçi haklarına yönelik artan tehditleri nedeniyle, tüm Türk işçileri için AAFLI’nın ne olduğu ve Türkiye’deki ajanların bilinmesi yaşamsal bir önem taşımaktadır” (119).
AAFLI’nın ’80’ler sonrası, önceki yıllara nazaran sözleşme hükümlerinin geniş kapsamına göre faaliyetini daha da yoğunlaştırır. Bu yıllarda özellikle Şide’nin bakan olması sebebiyle ICFTU ile üyelik ilişkisinin askıya alınmasından meydan büyük ölçüde AAFLI’ya kalır ve sonraki yıllarda atağa kalkar.
Eylül sonrasında bazı sendikaların faaliyetlerinin durdurulduğu ve genel olarak varolan kısmi sendikal hak ve özgürlüklerin geniş ölçüde askıya alındığı dönemde AAFLI’nın faaliyetleri kesintisiz bir biçimde hızlanarak sürer. Özellikle, TRT’nin AAFLI ile ilgili haberlere tanıdığı önem dikkat çekicidir; ülkemizdeki sendikal hayatı yalnızca TRT kanalıyla izleyen bir kimse, ülkemizde bu örgütün desteği ve ilgisi dışında bir sendikal olay veya sorun bulunmadığı sonucuna (120) varabilir.
1982 yılında AAFLI Genel Direktörü Morris Paladino, Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz’la birlikte düzenlediği basın toplantısında şöyle konuşur:” Sendikal haklara sınırlama getirilen ülke yalnız Türkiye değildir. Bazı Asya ülkelerinde de sendikal haklarda bazı sınırlamalar bulunmaktadır. Bunlara katlanılmalıdır” (121). Genel direktör M.Paladino tescilli CIACIA ajanıdır. Philip Agee bu konuda şöyle yazar: Moris Paladino, Mayıs 1962’de Mexico City merkezinde ORIT okulunda genel sekreter yardımcısıdır ve ClA’nın Uluslararası Örgütler Bölümü, onun aracılığıyla ORlT’ı denetim altında bulundurmaktadır (122). Paladino 1970-1985 yılları arasında 15 yıl süreyle AAFLI Genel Direktörlüğü yapar. Paladino, ’82 Anayasasının tartışıldığı sıra “sendikal haklarda sınırlamanın” normal karşılanmasını istiyor ve o sıra Türk-İş yönetimi de “Anayasaya evet” kampanyasına katılıyor. Çakışma tesadüf hiç değil; çünkü Amerika yıllardır ektiğini biçiyor.
Güney Koreli İnsan Hakları Savunucusu Lee H. Woo, AAFLI’nın faaliyeti konusunda şöyle konuşur (29 Mayıs 1986): “AAFLI aracılığıyla, Güney Kore’de yıllardır faaliyet göstermektedir, ancak bu faaliyet işçilerin çıkarları doğrultusunda değil, onların zararınadır… AAFLI, 1979 yılında hazırladığı bir raporda, Güney Kore işçi hareketinin karşı karşıya bulunduğu 15 sorunu sıralıyordu. Bunların arasında en fazla öne çıkarılan Kuzey Kore’nin saldırı tehdidi idi. Ancak hükümetin grevleri yasaklaması bu listede yer almıyordu”(123).
Böylece de AAFLI’nın esas fonksiyonunun Amerika bölge politikasına uygun faaliyeti sürdürmek olduğu anlaşılır. Onun için sendikal haklara getirilen sınırlamaları konu yapmaz ve normal karşılanması gerektiği tavsiyesini yapar. Amerika, Eylül Kara-çalma Kampanyasını destekler; AAFLI ve ilişkide bulunduğu Türk-İş de destek verir. Amerika, Güney Kore’de Kuzey Kore tehdidini hep ileri sürerek varlığını pekiştirir ve buna AAFLI da yardımcı olur.
Yani kölelik zincirinin bir halkası: AAFLI Türk-İş yönetimi zat-ı muhteremleri AAFLI’nın faaliyetleri hakkında ne açıklama yapmayı ne de çalışma raporlarında bahsetmeyi pek sevmezler. O sebeple genel kurul çalışma raporlarının 12.’sinde AAFLI’nın sadece eğitim faaliyetlerinden,13.’sünde proje çalışmalarından bahsedilir ve 14.’sünde hiç konusu bile olmaz. Aslında hiç faaliyetinin olmadığından değil, gizlendiği için olsa gerek raporda AAFLI’nın ismi bile geçmez. Bu türden bir “es geçme” neden? Aslında araştırmalar sonucu ortaya çıkan Türk-İş’in AAFLI ile ortak faaliyetlerinin hep sürdüğüdür. Fakat bu durum, raporda belirtilmez. Yoksa bir şeyler gizlenmek mi isteniyor?
Sendikal bürokratlar, AAFLI ile yapılan ikili anlaşmalardan doğan gerçek işlevleri gün ışığına çıkarıldığında, konumlarını savunma gayreti içinde olurlar.
Türk-iş Genel Eğitim Sekreteri Kaya Özdemir, 11. Genel Kurulda (Nisan 1979) yaptığı konuşmada AAFLI ile olan ilişkiye de değinir ve şöyle devam eder: “Sermayenin çıkarına hizmet etmekle yöneticileri suçlamak CIA ajanlığı ile ya da CIA güdümünde “eğitim yapmakla suçlamak hiç bir kimseye ve kuruluşa yarar sağlamaz. “Bu konuya ‘açık ve net bir biçimde” bir daha görüşülmemek üzere sonuçlandırmak gerektiğine inanıyoruz. AAFLI ile imzalanan bu projeyi hizmet edebilecek için uyguluyoruz. Sadece ‘parası AAFLI’dan geldiği’ için bir projeye karşı çıkma mantığını şahsen kabul edemem. (124)”
Tam da sahibinin sesine uygun bir açıklama olup, benzer biçimde açıklamalar sonraki genel kurullarda pek az değil hiç gündeme gelmez. Tescilli CIA ajanlarının görev yaptığı ve faaliyetinin esas amacı Amerikan bölge politikasını etkin kılmak olan paravan örgüt AAFLI ile kurulan ilişki, işçi sınıfına ve onun mücadelesine karşıdır. Kurulan ilişkinin maddi ve sosyal imkânlarından yararlananlar ise, sermayenin çanak yalayıcısı sendikal bürokratlardır.
Yani sendikal bürokratın yararına olan, işçi sınıfının zararına olup tersinin de işçi sınıfının yararına olması anlamında, işçi sınıfı ile sendikal bürokratlar arasında konumları gereği uzlaşmaz çelişkinin varlığı, böylece bir kez daha açıklığa kavuşmuş olur.
3.4- AAFLI ile kurulan İlişki ve mevzuat
1983 Mayıs’ında Generaller Konseyi tarafından kabul edilen ve yürürlüğe konulan 2821 sayılı Sendikalar Kanununda, sendika ve konfederasyon gelirlerinin neler olduğu 40. maddede tek tek sayılır ve buna göre gelir kalemleri; üye ve dayanışma aidatı, bağışlar, eğlence ve benzeri faaliyetleri ve mal varlığı gelirleri olarak sıralanmaktadır.
Aynı maddenin diğer fıkralarında sendikanın maddi yardım ve bağış alamayacağı kurumlar da; TC devleti kuruluşları, dış kaynaklar ve diğerleri olarak sayılır. Bir sendikanın bir diğer sendikaya maddi yardımı da yasaktır. Fakat buna karşın, bugün greve çıkan işçiye yardım amacıyla, kendi aralarında para toplayan işçiler bunu sendika adına başka bir sendikaya gönderirler.
Bir sendikanın ülke dışından kaynak sağlaması istisna dışında yasaktır. Bu da yardım konusunda Bakanlar Kurulunun izni olmasıdır. Bir sendikadan bir başka sendikaya parasal yardımın yasaklandığı koşullarda, belirtilen izin ne gerekçeyle düşülmüş olabilir?
Bu özel durum sonucu, Türk-lş AAFLI kaynaklarını kullanma imkânı bulur.
Kaynağı AAFLI olan fonun kullanımı, 2821 sayılı yasanın yürürlüğe girdiği 1983 Mayısından önceki dönemde de olduğu için bu özel durumun korunmasının amaçlandığı anlaşılıyor.
Çıkar ilişkilerinin yaşamın her alanına damgasını vurduğu ülke (Amerikan emperyalizmi) neyin karşılığında Türkiye sendikal hareketine yardım yapıyor? Ayrıca bir TC kuruluşunun yardımına kesinlikle yasaklayan madde hükmüne göre, Amerikan emperyalist sermayesinin paravan örgütü AAFLI’nın yardım yapmasına TC Bakanlar Kurulu neden izin eriyor?
Türkiye’nin ekonomik ve siyasi yapılanımında Amerikan emperyalizminin bilinen etkisinden AAFLI’ya tanınan izin ya da özel ayrıcalığın sebebini anlamak hiç de zor değil.
3.5- AAFLI ve eğitim faaliyetleri
’80 sonrasında Türk-İş’in yaptığı 12,13ve14. Genel kurullarına sundukları Çalışma Raporları incelendiğinde eğitim çalışmaları başlığıyla yapılan faaliyetler anlatılır.
12. Genel Kurul Çalışma Raporunda (sf. 282-283), AAFLI ile ortak yapılan eğitim çalışmalarından bahsedilirken, diğer iki genel kurul raporlarında AAFLI’nın ismi bile geçmez.
Türk-İş ile AAFLI birlikte eğitim faaliyetlerini daha düzenli ve uzun vadeli bir planlama ile yapabilmek amacıyla, ’80 Eylül’ünden yaklaşık bir ay sonra 10-14 Ekim tarihleri arasında yapılan görüşmeler sonunda bir anlaşmaya varılır. Böylece ’70’li yıllardan beri sürmekte olan eğitim çalışmalarına yeni bir düzenleme öngörülür. Buna göre AAFLI ile ortak eğitim faaliyetleri yalnızca 1981 ve 1982 yıllarında yapıldığı sonucu çıkarılamaz. Çünkü bir sonraki yıllarda AAFLI’nın eğitim seminerlerine katılanlar var; iki, Şükran Ketenci gazete köşesinde Türk-İş eğitim çalışmalarının önemli bir bölümünün AAFLI tarafından finanse edildiğini yazar (125); üç, Alpaslan Işıklı ’86 Haziran’ında AAFLI ile birlikte TÜRK-İş’e bağlı bir sendikanın düzenlediği eğitim faaliyetine konuşmacı olarak çağırıldığını, ama katılmadığını yazar (126). Hatta A. Işıklı aynı yazısında davetin seminerden birkaç gün önce yapılmasını şaşırtıcı bulur. Çünkü herhangi bir sendikanın böyle bir faaliyette bulunması halinde 15 gün önceden güvenlik kurumlarına nüfus cüzdanı sureti vs. bildirilmesi ve ayrıca izin alınması zorunluluk olarak öngörülürken ve seminer polis teybine kaydedilirken, AAFLI’nın böyle bir faaliyette hiçbir engellemeyle karşılaşmadığını belirtir. AAFLI’ya resmi kurumlarca gösterilen bu özel ayrıcalık, Amerika ile kurulan ekonomik ve siyasi ilişkiden kaynaklanan bir devlet politikasıdır. Bunun için herhangi bir sendikanın benzer faaliyeti sıkı denetime tabi tutulurken, AAFLI’nınki de teşvik edilmiş oluyor.
Farklılığın sebebini sormaya gerek var mı?
Bütün bunlar, Türk-İş yönetiminin hazırladığı 13.ve 14. Genel kurul Çalışma Raporlarında yazılmamasına karşın Türk-İş’in AAFLI ile ortaklaşa eğitim faaliyetini sürdürdüğünü anlıyoruz.
Bu biçimde Amerikan sendikal örgütlerinin katılımıyla birlikte yapılan ya da birlikte yapılıyor görülen eğitim faaliyetinin geçmişi çok eski olup ta Türk-İş’in kurulduğu yıllara kadar uzanır. 70’li yıllar öncesinde Amerikan devlet kuruluşu tarafından sürdürülen bu ilişkiyi, sonrasında AAFLI üstlenir. Bu uzun sürede, sendikaların merkez yöneticileri özellikle ’60’lı ve 70’li yıllarda Amerika’da eğitim görmüşlerdir. Ortaklaşa yapılan eğitim seminerlerine 1972-1976 yılları arasında katılanların 1074 olan toplam sayısı, 1977-1979 döneminde 2260’a yükselir. Yıllar itibariyle katılanların sayısı sürekli artar; 1980’de 929, 1981’de 1289, 1982’de 1121, 1923’de 1280 ve 1984’de 4037’dir. (127)
Bu faaliyete katılmış olanların sayısının çok olmasından daha önemlisi, gidip Amerika’da eğitim görmüş olanların çoğunluğunun bugün sendikal harekete hâkim olmalarıdır.
Zaten uygulanan eğitim programlarının Amerika açısından başarılı sonuçlar vermediği iddia edilemez. Çünkü bu programlar giderek daha da yaygınlaştırılıyor ve eğitim seminerlerine katılanların sayısında patlamanın olduğu gözleniyor. Bu da, bir yönüyle sendikal bürokratların ekmek yedikleri ya da eğitildikleri kapıya sadakatlerinin gereği olarak, Amerika’nın “suya-sabuna dokunmadan” yardım yaptığı gülünç iddiasını çürütüyor.
Amerikan bölge politikasını programının ana gayesi kabul eden AAFLI türü paravan örgütlerle, diğer ülke sendikal hareketlerini hem güdüme hem de denetime alma amacında olan Amerikan sermayesi; yine bu kuruluşlar aracılığıyla yaptığı eğitim faaliyetleri sayesinde, Amerikan yurttaşı olmayan birisinin hem Amerika’yı hem de onunu sistemini şu ya da bu biçimde savunan “gönüllüler ordusu” yetiştirir.
Böylece faşizme ve emperyalizme karşı mücadele ruhu köreltilmeye çalışılır ve bu amaçla köle ruhlu tiplerin/sendikal bürokratların yetiştirilmesi ve onların etkin Olduğu kurumların/sendikaların faaliyet sürdürmesi hedeflenir.
3.6- AAFLI’dan nakit yardım
AAFLI aracılığıyla Amerikan sendikal hareketinin Türk-İş’e yaptığı yardımla ilgili olarak belirgin bir rakam bulamadım. Yayınlarda sadece yardım ettiği gerçeği yer alıyor.
Türk-İş’in son 14. Genel Kurul Raporunu inceledim; buna göre 116 milyon 56 bin TL olan toplam gelirin yüzde 59.7’si üyelik aidatları geliri olup banka faizi, mal varlığı ve yayın gelirleri miktarı çok küçüktür. Ne olduğu fazlaca açılmayan diğer gelirlerin payı ise yüzde 34’tür. Acaba bu son gelir kalemi dışardan sağlanan toplam yardımlar mıdır? Çünkü bir sendika açısından gelir kalemleri incelendiğinde, Diğerleri’nin anlaşılır açılımı olmaması sebebiyle bu kalemin kaynağının bütünü olmasa da önemli bir payının AAFLI’ya ait olduğunu düşünebiliriz.
AAFLI’nın yaptığı yardımlar., rakam belirlemesine, gitmeden Türk-iş yöneticilerince de zaman zaman ifade edilir. Türk-İş eğitim Sekreteri Kaya Özdemir’in Türk-İş/AAFLI ortak çalışmaları hakkında 1981 yazında yaptığı yorum şöyledir: “Türk-İş, AAFLI ile son derece yararlı hizmetleri gerçekleştirmekte, AAFLI’nın anlaşma çerçevesinde proje geliştirme çalışmalarına yardımcı olmakta, bu çalışmaları için yararlı bir biçimde geliştirmeye devam etmektedir.” (128) AAFLI’nın yardımcı olması öyle ileri noktaya götürülmekte ki 1982 yılında anayasa tartışmalarının yapıldığı sıra AAFLI Türk-İş’in yıpranmış fotokopi makinasını değiştirmekle, “İşçi liderlerinin savundukları görüşü yansıtan materyali” zamanında “siyasi liderlere ve basına” ulaştırma imkânı verdiğine 13. Genel Kurul Çalışma Raporunda yer verilir.’Koca” otuz yıllık Türk-İş bir fotokopi makinesine muhtaç ve bundan yararlanma sebebi de işçilerin herhangi bir faaliyeti olmayıp, adı geçen tartışmaların yapıldığında Türk-İş yönetiminin görüşlerinin (o dönemde kimse?) siyasi liderlere ve basına sunma imkânı vermesidir.
Bu kadar da “küçülme” olamaz demeyiniz. Oluyor.
Neden yardım?
“Görevimiz ilk önce işçi konfederasyonlarına (yani Türk-İş’e N.O.) mali yardımda bulunmak” diyen, AAFLI’nın Türkiye temsilcisi Jeryy G. Ballinger, devamında: “Biz onlara para veriyoruz ama tabi ne için kullanıldığını, o para ile ne yapıldığını öğrenme hakkımız var” der (129)
Bugün ekonomik bağımlılığın aracı ekonomik ve askeri üsler kurmanın ve işgalci askeri güç bulundurmanın aracı askeri yardımlar, emperyalist mali sermaye tarafından yapıldığı biliniyor. Yine aynı kaynak tarafından bir ülkenin sendikal hareketini “güdüme ve denetime” almak amacıyla da yardım yapılır. Emperyalist mali sermaye hangi adla ve hangi kurumuyla yardım yaparsa yapsın ortak hedefi kendi çıkarlarını maksimize etmesi ve bilfiil bunun için de çalışıyor olmasıdır. Bunu; AAFLI Türkiye temsilcisi bir yönüyle verilen kaynağın kullanımını kontrol ederek yaptıklarını söylemiş oluyor. Diğer bir anlatımla AAFLI, istenilen yönde kaynağın kullanımı için yardımda bulunuyor.   
Toparlarsak genelinde AAFLI’nın yardımları:
1- Türk-İş Araştırma Müdürlüğü idari ve personel giderlerinin bir bölümünü,
2- Türk-İş Uluslararası ilişkiler Müdürlüğü giderlerinin bir bölümünü,
3- Türk-İş Basın Merkezinde iki görevlinin giderlerinin bir bölümünü,
4- Bazı yayınların basımını,
5- Türk-iş Kadınlar Bürosunun giderlerini
6- Ve diğer bazı giderleri karşılıyor.
Yardımın nerelerde kullanıldığının kontrolüyle AAFLI; yardım yaptığı birimlerde programının özüyle çelişmeyen çalışmaların yapılmasını bilen kafaların yetiştirilmesini hedefler. Bununla daha kalıcı bir faaliyet sürdürmüş olur. Ki bunlar da sendikal bürokratlardır.
3.7- Kadın işçiler Bürosu
Türk-iş 11. Genel Kurul kararı gereğince, Genel Merkezde Genel Eğitim sekreterliğine bağlı olarak Kadın İşçiler Bürosu, 30 Mayıs 1981 tarihinde AAFLI’nın da girişimleriyle kurulur. Hâlbuki 1979 yılında ICFTU’nun benzer girişimi sonuçsuz kalmıştır. ICFTU’nun başarısız girişiminin ardından ne tür bir değişiklik oldu ki AAFLI’nın katkısıyla büro kuruldu.
Büroyla ilgili yönetmelik, 12-15 Ocak 1982 tarihlerinde yürürlüğe girer. Bu yönetmeliğe göre, Büro çalışmalarında öncelikle Türk-İş’e bağlı sendikalarda kadın üye ve temsilcilerin/yöneticilerin eğitimine öncelik verilir.
Türk-İş/AAFL Projesi çerçevesinde bu büronun bütün giderleri AAFLI tarafından karşılanır. Bu büronun eğitim faaliyetlerinden ilki, 22-25 Aralık 1981 tarihlerinde İzmir’de yapılır. Bunu 23-26 Mart 1982 tarihlerinde İstanbul Boğaziçi Üniversitesindeki seminer izler ve devamında benzer faaliyet sürdürülür.
Türk-İş 12. Genel Kurul Çalışma Raporunda (sf.285) Kadın İşçi Bürosunun kurulması ve faaliyetleri hakkında bilgi; AAFLI ile ortak projenin ürünü olduğundan hiç bahsedilmeden yer alır. Diğer, genel kurul çalışma raporlarında da benzer biçimde AAFLI’nın ismi verilmeden, yapılan seminer çalışmaları ve katılanlar hakkında bilgi verilir.
3.8- “Karşı” ses mi?
Zaman zaman sık olmamakla birlikte Türk-İş’in AAFLI ile ilişkisi, kendilerini “sosyal demokrat sendikacılar” olarak tanıtan grup tarafından eleştirilir. Bu yönde gelişmeler, 14. Genel Kurulda yalnızca Yol-İş adına konuşan bir delege tarafından gündeme getirilir. Ayrıca aynı genel kurulda dağıtılmak üzere Deri-İş’in hazırladığı metinde de AAFLI ile kurulan ilişki eleştirilir. Eleştiriler, ilişkinin “kesilmesinde” yoğunlaşır. Bu kongrede sosyal-demokratlar adına liste çıkaran Cevdet Selvi’nin dağıttığı broşürde AAFLI’nın adı bile geçmez.
Cılız çıkan bu sesin eğitim komisyonu raporu için verilen bir önergede geçen cümleler: “Eğitim çalışmaları 2 Amerikalının eline terk edilmiştir. Ancak biz bağımsız bir eğitim çalışması yaparak gerçek demokrasiye ulaşılacağı inancındayız” olur (130). Yani AAFLI’ya yönelik sosyal-demokrat eleştiri esasta “2 Amerikalı” denerek, AAFLI’nın adı bile geçmediği bir önergede somutlanır.
Sorunun özü bir ya da iki Amerikalı olarak algılanamaz ve AAFLI ile ortaklaşa kurulan ilişki bu biçimde basitleştirilemez. Çünkü bugün gelinin haliyle AAFLI’ya yönelik eleştiri, esasta sendikal bürokratların varlığına yönelmesi bir zorunluluktur. Bu sebeple, sosyal demokratların eleştirileri yüzeysel olmak zorundadır.
3.9-Türk-İş’in “Yurt sevgisi”
AAFLI ile ortak çalışma içinde bulunan Türk-İş yöneticilerinin ortak tavrı AAFLI’yı savunmaktır. Bunun adı “yurt ve millet sevgisi”dir.
1984 Haziran’ında İstanbul’da yapılan açık hava toplantısında Şevket Yılmaz şöyle konuşur: “Türk-İş onurlu mücadelesinin özünde millet sevgisi vardır. Yurt sevgisi vardır. İşçi sorunlarıyla yurt çıkarlarını bir bütün olarak görmek, değerlendirmek vardır.” (131) Bununla Başkan, AAFLI ile kurulan kölelik ilişkisini de “yurt ve millet sevgisi” gereği olarak savunur.
Yerli sermayenin “yurt sevgisi” emperyalist mail sermaye ile işbirliği yaparak, halkı birlikte sömürmektir. Türk-İş bürokratların “yurt sevgisi” ise, Amerikan sermayesinin yardımıyla faaliyetini sürdüren ve onun bölgesel politikasını faaliyet esası olarak belirleyen paravan örgüt AAFLI ile işbirliğidir.
Yani sermaye ile sendikal bürokratların, mali sermaye karşısında işbirliği yapar konumda olması anlamında; kader birliği.

4-SONUÇ
Türk-İş’in 1952 yılında kuruluş çalışmalarına Amerikan sendikal hareketi de katılır. Bu biçimde kurulan ilişki, maddi yardım ve eğitim çalışmalarıyla bugüne kadar devam eder. Bu ilişkinin bir gereği olarak Türk-İş Amerika’da hâkim sendikal anlayışı benimser, daha doğrusu benimsemek zorunda kalır.
Amerikan sendikal hareketi AFL-ClO’nun sendikal anlayışı; mevcut ekonomik ve siyasal yapılanımla bütünleşme ve Amerikan mali sermayesiyle işbirliğini savunmadır. Bu birliktelikte ClA’nın da önemli işlevler üstlendiği hatta AFL-CIO ile yakinen sıkı ilişki içinde bulunduğu konusunda pek çok belge/yayın bulunmaktadır.
AFL-CIO, hem Amerika’da sermayenin çıkarlarını koruyan/savunan hem de Amerika dışında özellikle gelişmekte olan ülkelerin sendikal hareketlerini yönlendirme faaliyeti içinde bulunan bir sendikal politikayı benimser.
İşte kısaca tanımlandığı üzere böyle bir anlayışı savunan AFL-ClO’dan Türk-İş de etkilenir ve neredeyse Amerikan sendikal anlayışın bir kopyası olur.
Aşırı merkezci ve emir-komuta ilişkisi içinde faaliyet sürdüren Türk-İş’te sosyal demokrattan faşistine kadar her türlü sınıf düşmanı sendikal anlayış bir arada bulunur. Etkin olan sendikacılar ise öz olarak, sınıftan kopmuş ve bu anlamda sınıf atlamış ve günlük belirgin bir mesaiyi (sabah 09 – akşam 17.00) uygulayan, profesyonel kişilerdir.
Böyle bir yapıda olan Türk-İş’in sendikal bürokratları, ekonomik ve sosyal konularda yaptıkları eleştirilerde gayet nazik ve kibar bir dil kullanmaya özellikle titizlik gösteriyorlar: “Kazanılmış işçi haklarının geriletilmesi süreci hızlandırılmaktadır… İşçiler, memurlar, emekliler, küçük esnaf ve aziz Türk köylüsünün sorunları göz ardı edilmektedir” (132). Böyle bir sunuşla, konuların ciddiyetini küçümseme ve özünü boşaltma gayreti göstermiş oluyorlar.
Kısaca yukarıda belirttiğim anlayışta ve yapıda olur Türk-İş yönetiminin ’80’lerde izlediği politika:
Özünde var olan “zor”un ve “sömürü”nün daha da katmerleştirilmesinin aracı, Eylül Kara-çalma Kampanyasını destekledi;
Aynı Kampanya çalışmaları uygulamalarına da ortak oldu, Genel sekreteri Sadık Şide’yi Bakan olarak verdi;
Kan ve can pahasına kazanılan ekonomik ve kısmi demokratik hakların Generaller Konseyi tarafından gaspına karşı, seyirci kalmakla zımni onay veren ve iş işten geçtikten sonra göstermelik tavır aldı;
Generaller konseyi yönetiminin uygulamalarının kalıcılaştırılmasının belgesi Anayasaya “evet” kampanyasını destekledi;
Resmi sendikasızlaştırma politikasının yasal düzenlenmesi 2821 ve 2822 sayılı yasaların esas aldığı toplu pazar(sız)lık düzenini savundu; TÜSİAD aklanırken DİSK suçlandı; ’80 sonrası yapılan genel kurullarda kişisel hesaplaşmalar yine gündem oldu;
Amerikan menşeli ve bilinen adıyla “partiler-üstü” ya da “partiler-dışı” politikayı bir tüzük maddesi olarak kabul etmiş olmasına karşın, resmi ideolojinin uygulamalarına filen destek verdi ve ’83 Kasım’da yapılan seçimlerde partiler için aday listesi belirledi;
Sınıf gücünü esas almayan bir sendikal anlayışla-hiçbir sonuç alınmayan ama her seferinde umut dağıtılan ‘zirveler’ yapıldı;
Emek-sermaye çelişmesinden emek gücü sahiplerine duyulan güvensizlik sebebiyle sermayenin güdümü esas alındı ve sermayenin örgütlü gücü TİSK’in istemleri savunuldu;
Yeni düzenleme sonrasında gündeme gelen grev tartışmasında, kısıtlı haliyle bile grevin uygulanmaması politikası resmileştirilmeye çalışıldı;
Toplu sözleşmeler, (geçmişten gelen alışkanlıklarla üst-düzey ilişkileriyle bağıtlanma politikası nedeniyle) işlerlik bulamaz ve sonuçta sözleşmelerin zorunlu tahkim aracı YHK tarafından yapılması onaylandı;
Amerikan mali sermayesinin paravan örgütü AAFLI, kurmuş olduğu ilişki sayesinde bu yıllarda faaliyetini yoğunlaştırdı;
Sınıfın artan mücadeleci potansiyelini pasifize etmek için eylem programları “benimsendi”, fakat esasta uygulanmadı;
Yine sınıfın potansiyeli sebebiyle ’87 Eylül referandumu ve sonrasında yapılan seçimler ve referandumlarda tavır belirledi ve bunu açıkladı;
Sonuç olarak Türk-İş, iktidarın nimetlerinden yararlanma ve günlük yaşamayı esas alan politikasıyla, yukarda belirttiğim biçimde yaşam hakkı buldu.
Peki, bu politikaların izlendiği süreçte işçinin içinde bulunduğu çalışma ve yaşam koşullarında ne tür değişiklikler oldu?
Yürürlükte bulunan grevler, Eylül’le birlikte kaldırıldı ve sonrasında yasaklandı;
Yasal düzenlemeyle hak grevi yasaklandı ve kısıtlı koşullarda ve menfaat uyuşmazlığı halinde grevin yapılması öngörüldü;
Sigortalının hakkı pek çok yönden kısıtlandı;
Ulusal gelirden aldığı payı yüzde 27’lerden 15’lere indi;
Ücretlerin satın-alma gücünün sürekli düşmesi, sebebiyle yoksullaşma arttı ve buna bağlı olarak mülksüzleşme hızlandı;
Sigortalının gerçek ücret endeksi azalırken kişi başına ulusal gelir endeksi arttı;
Başta DİSK olmak üzere pek çok sendika kapatıldı;
Binlercesi işkence tezgâhlarından geçti ve yargılandı;
Sigortalıya göre yüzde 260’larda olan sendikalaşma oranı yüzde 50’lere indi; işsizlik arttı;
Bağıtlanın toplu sözleşme kazanımları, beklentileri karşılar düzeyde olmadı;
Bütün bunlar sonucunda artan sömürü ve zulme rağmen resmi terörün işçiler üzerindeki yıldırıcı etkisinin kırılmasına bağlı olarak, potansiyelini eyleme dönüştürme dinamiği yaşandı yaşanıyor.
Buraya kadar ’80’li yıllarda Türk-İş’in izlediği politikanın ve işçilerin durumunu başlıklar halinde sıraladım. Dikkat edildiğinde burjuvazinin adı ‘sosyal’ olan saldırı politikasının izlendiği bu dönemde Türk-İş’in de izlediği sendikal anlayışın, işçilerin yaşadığı sorunlara ne derece çözüm getir(me)miş olduğunu anlıyoruz.
Bu da, resmi ideoloji güdümünde ve denetiminde sermayeye teslimiyettir. Diğer bir deyişle sınıfa ihanetin politikasıdır. Çünkü işçi sınıfının haklarında kayıplar hanesinin sürekli büyüdüğü yıllarda, Türk-İş yönetimi burjuvazinin saldırısını hem gizlemeye çalıştı hem de geçici olduğu propagandasını yaptı. Bu anlamda saldırıların ortağı olup, eli kanlıdır.
Hatta Eylül’den yaklaşık altı yılı aşkın bir süre sonra, ’86 Aralıkta yapılan 14. Genel Kurulda seçilen çiçeği burnunda yeni genel sekreter Emin Kul, “Silahlı Kuvvetler işçi haklarına karşı gelmiştir diye bir hükmü etmemiz mümkün değildir. Askeri yönetim diktatörlük olsun diye gelmemiştir, işçi hareketini ezmek için de gelmemiştir.” diye inciler döktürür.
Böylece sendikal bürokratların sınıfsal kaynağının ne olduğu konusu sahibinin sesinden aydınlığa kavuşmuş oluyor.
Bu anlamda işçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesi, sınıftan kopuk olan sendikal bürokratlara da karşı olmak zorundadır.
Bunun için üzerinde durulması gerekli sorular:
Sendikal demokrasi mi, sendikal bürokratlar sultası mı? Sendikal demokrasi…
Sınıfın mücadeleci potansiyeline güven mi, hükümetle zirveler mi? Sınıfa güven…
Özgürlük mü, teslimiyet mi? Özgürlük…
Örgütlenmeyi kalıcılaştırma ve yaygınlaştırma mı, içine kapanma ve sendikasızlaştırma mı? Kalıcılaştırma ve yaygınlaştırma…
Yanıtların belirtilen biçimde olması, hem sosyal hem de tarihi bir gerçektir.

KAYNAKÇA
97- Cumhuriyet,20 Eylül 1985
98- Milliyet. 30 Aralık 1980
99- Arayış Dergisi, 22 Ağustos 1981, sy: 27 sf.21
100- A. lşıklı, Gün Dergisi, Temmuz 1986, sy:16, sf.6.
101- Yıldırım Koç, Gün Dergisi, Temmuz 1986 sy.17, sf 17.
102- J. Kelly, Counte? Spy (Casuslara Karşı) dergisi,1980.C.4, sy.2, Yayınlayan Gün dergisi. Haziran 1986, sy:16, sf.8-10.
103- A. Işıklı, Gün Dergisi, Haziran 1986, sf:6-7; A. Işıklı, age, sl.192-201.
104- İsveç Sendikalar Konfederasyonu Araştırmaları,Dr. Ake Wedin, ICTFU, Aktaran Yıldırım Koç, 11. Tez Kitap Dizisi, Mayıs 1986, sy:3, sf.250.
105- Yeni Gündem,1-14 Kasım 1985, sf.13.
106- S. Turner, CIA Gizlilik ve Demokrasi, Cumhuriyet, 26-28 Ocak 1986.

107- Philip Agee, CIA Günlüğü, Çev: Mine Ciner, E yay. İstanbul, 1975, C.1, Sf. 96-101.
108- İbid,sf.231, 184, 177-178,324, 406
109- A. Işıklı, age, sf.149.
110- ABD kaynaklı yayını (aktaran) Y. Koç.
111- A. P. Jones Coldirek… ABD, 1979, sf.1039,aktaran, Y. Koç. agd, sf.252.
112- USA.., Aktaran Y. Koç, agd, sf.251.
113- A. Işıklı, age, sf.152.
114- Y. Koç, age, sf.135.
115- 2000’e Doğru, 6 Ağustos 1989.
116- Sosyal Siyasetler Konferansı, 14? Kitap, İÜİFYay. no:140, 1963, sf.41-43.
117- Yılmaz Büyükbaş, Cumhuriyet, 14 Mart 1986.
118- Resmi Gazete, 12 Aralık 1973.
119- Gün, Haziran 1986, sf.8-10.
120- A. Işıklı, Yeni Gündem, 1-15 Haziran 1985, sf.12.
121- Şükran Ketenci, Cumhuriyet, 29 Ekim 1982.
122- Philip Agee, age, sf.313.
123- Aktaran, Yıldırım Koç, age, sf.136
124- Türk-İş, 11. Genel Kurul Çalışmaları, sf. 407.
125- Cumhuriyet, 14 Kasım 1985


EK-1
Sendikal mücadele ya da sınıf sendikacılığı üzerine

Türk-İş’le ilgili yapılan araştırmanın yayınlandığı önceki sayılarda ek olarak; ‘Sendikal Bürokratlar’ üzerine Türk-İş’te Mi Birlik? konularına da açıklık getirmeye çalıştım. Bu sayıda ise adından çokça bahsedilen sınıf sendikacılığı üzerine duracağım.
Sendikaları işçilerin yalnız ve yalnızca çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmesi için ekonomik mücadeleyi esas alan örgütler olarak değerlendirme, günümüzde hâkim (burjuva) sendikal anlayıştır. Ekonomik mücadele dışında kalan siyasi mücadele ise, iktidara aday olan partilerin işi olarak gösterilir. Bu ayrımla; işçi sınıfının kitlesel örgütü sendikaların işlevleri sınırlandırılır ve sermaye ile işbirliğini savunan bir konuma düşülür.
Ekonomik ve siyasi günlük konuşulan dille ekmek ve özgürlük mücadelesinin birlikteliği dikkate alınmaz, alınmak istenmez.
Her iki mücadeleyi hem ayrıma tabi tutmanın ve birbirini dışlamanın mümkün olmadığı hem de ekonomik mücadeleyi esas ve diğerinin tali konumda olamayacağı bir sosyal gerçektir. Bunun ifadesi olarak, yalnızca ekonomik mücadelenin bir aracı/örgütü olarak görmek ve buna uygun faaliyette bulunmak esasta sendikaların faaliyetini sınırlamaktır. Bunun açılımı olarak sendikalar, ekmek ve özgürlük mücadelesinin birlikteliğinin yarattığı fonksiyonları üstlenmek zorundadır. Çünkü ekmek mücadelesinin kazanımlarının korunmasının ve geliştirilmesinin garanti supabı; özgürlük mücadelesidir. Yalnız sermayeye karşı, kendi alanında verilen ekmek mücadelesinin kalıcı başarılar sağlaması mümkün olamaz.
Ekmek mücadelesiyle kazanılan ekonomik hakların güvencesi nedir?
Yaşanılan ekonomik ve siyasi krizle birlikte artan yoksulluk ve zulümden nasıl kurtulunacak?
Soruların açılımında, peşi sıra bir soru daha akla geliyor: Sorun bataklığı mı kurutmak, yoksa bataklığın sebep olduğu sivrisinekleri mi öldürmektir. Bu soru toplumsal gerçekle ilgili olarak şöyle sorulabilir: Sorun ücretlerin düşüklüğü mü, yoksa ücretli kölelik düzeninin kendisi mi?
İşçi sınıfının daha iyi yaşamak ve çalışmak için verdiği emek (ekonomik) mücadelesi, sermayenin ekonomik ve siyasi yapılanımı yanı zulüm ve sömürü düzenine son verme özgürlük (siyasi) mücadelesi ile birleştirilmediğinde, mücadelenin kalıcı başarısından söz edilemeyeceği hem tarihi hem de sosyal bir gerçektir.
Özgürlük mücadelesi partilerin ve ekmek mücadelesi sendikaların faaliyetinin esasını oluşturur anlayışı; emeğe dayanan ekonomik ve siyasi yapılanım mücadelesinde sendikaların ve siyasi yapılanımın devamı esas alınmış olur. Çünkü üretim sahalarında işçilerin, kitlesel örgütü sendikalar aracılığıyla, ücreti artırma mücadelesi yanında özgürlük talebi içinde mücadele etmesi sosyoekonomik koşulların zorunlu dayatmasıdır.
Ekonomik mücadele, işçileri varolan ekonomik ve siyasi yapılanım içinde hükümetin sınıfa karşı davranışı konusunda eğitir. Ve bu, işçi/ emek ve işveren/sermaye arasındaki çelişkinin uyanması anlamında filizlenme halinde bilinci temsil eder; çünkü bu çerçeve çok dardır. O sebeple, bu alanda mücadele anlayışıyla işçiler sosyalist siyasal bilincini geliştiremez.
Sınıfın her eyleminin özünde, geniş anlamda bir politik yönü vardır. Çünkü sermayenin egemenliği koşullarında işçi sınıfının her eylemi iktidarın izlediği ekonomik ve siyasi politikasının teşhirini sağlar. Fakat bu noktada, politik yönün niteliği önem kazanır. İktidara karşı olma anlamında her politik yönü olan eylemin, sosyalist siyasal mücadeleden farklılığı hatırlanmalıdır. Diğer bir anlatımla iktidara karşı olan her eylem, hem sosyalist siyasal mücadeleyi içermez hem de sosyalist siyasal bilinci geliştiremez.
Peki, geliştirmesinin koşulu nedir?
Sosyalist siyasal bilincin gelişmesini esasta savunmak ve bunun için mücadele etmek zorunda olan işçi sınıfının kitlesel örgütü sendika; hem ekonomik hem de zulüm ve sömürü düzenin yıkılması mücadelesinin bütünselliğini sağlayan programı benimsemek zorundadır. Bu programın oluşumunda ve hayat bulmasında, sınıfın örgütlü gücü partisinin rolü hatırlanmalıdır.
Sendikal mücadelenin içeriği konusunda:
1- Ekmek mücadelesi: Sosyal kurtuluş mücadelesinin alternatifi konumuna konulmadan işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirilmesi yani ekonomik talepler için verilen mücadelenin önemi küçümsenemez. Aynı zamanda bununla da, siyasi/ideolojik mücadele arasında Çin Şeddi yoktur. Yani sınıfın ekmek mücadelesini sendikal mücadele açısından savunmak bir zorunluluk olup; kazanımların kalıcı olması ve daha da geliştirilmesi özgürlük mücadelesi ile bütünselliğin sağlanmasına bağlıdır. Çünkü öz olarak ekmek mücadelesinin verildiği alana sermaye hâkimdir. Bu sebeple, sermayeyi kendi alanında yenmek olası değildir.
2-özgürlük Mücadelesi: Sınıf sendikacılığı öz itibariyle özgürlük mücadelesi denilen faşizm ve sermayeye karşı sosyalizm mücadelesini savunur. Çünkü ekmek mücadelesinin başarısı, özgürlük mücadelesi bayrağının yükseklerde dalgalanmasına bağlıdır. Bu anlamda ekmek ve özgürlük mücadelesinin çakışması söz konusu olup bütünselliği vardır. Ayrıca işçilerin sınıf sendikacılığı anlayışı gereği sendikal bürokratlara karşı mücadelesi, öz olarak bürokratların varlık koşulu sermayenin ekonomik ve siyasi yapılanımına yani faşizme ve sermayeye karşı mücadele temelinde bütünsel olarak ele alınır. Alınmaması halinde, ekonomizm ya da reformizm çukuruna düşülür.
3- Sendikal Demokrasi Mücadelesi: Sendikal örgütlenmede işçi sınıfının aktif bir biçimde söz ve karar sahibi olmasına işlerlik kazandırmanın mekanizması; sendikal demokrasidir. Seçme ve kısıtlı koşullarda seçilme hakkının olması (bugün Türk-İş’te olduğu gibi) sendikal demokrasinin var olduğunun göstergesi olarak ileri sürülemez. Çünkü sendikaya yönetici olarak kimin seçileceğinden çok, “seçileceklerin, nasıl seçilecekleri ve bunların nasıl denetlenecekleri” ve gerektiğinde nasıl ve kimlerce görevlerinden alınacağı önem kazanır. Sayılan bu nitelikleriyle sendikal demokrasinin işlerlik kazanması, siyasal rejimle doğrudan ilintilidir. Yani gerçek anlamda sendikal demokrasi emeğe dayanan ekonomik ve siyasi yapılanım koşullarında işlerlik kazanır. Bu anlamda da mücadelenin bütünselliği bir zorunluluktur.
4- Sendikal Birlik Mücadelesi: Sınıfın hem ulusal hem de uluslararası planda sermayeye karşı verdiği mücadelenin başarılı olabilmesinin önemli bir koşulu da sınıfın tabandan sendikal birliğini sağlamaktır. Sendikal bürokrat akımlar, sınıfın birliğini kendi etraflarında bir birlik olarak göstermeye ve günümüzde de her muhalefeti “birlik” adına bastırmaya çalışıyorlar. Kendilerince belirledikleri ve koltuklarını esas alan anlayışa karşı verilen mücadeleyi “bölücülük” nitelendirilmesiyle bastırıyorlar.
Sendikal birlik, işçilerin herhangi bir sendikal bürokratın hareketi çatısı altında toplanması anlamında yorumlanamaz. Diğer bir anlatımla sendikal birliği olarak değerlendirilemez. Çünkü sendikal birlik sermayeye karşı verilen mücadelenin ürünü olacaktır.
Bugün, sendikal bürokratların herhangi bir sendikası ya da konfederasyonunda (örn: Türk-İş) işçilerin toplanması halinde; sendikal birlikten söz etmek mümkün mü? Hayır; çünkü bu yığınsal yani niceliksel birlik olup, niteliksel yani sendikal birlik değildir. Böyle bir yığınsal birlikten sermayenin esasta bir zararı yoktur. Hatta bu tür yığınsal birlik sonucu bir yönüyle burjuvazi ile daha kolayca anlaşma imkânı bulur.
5- Bağımsızlık Mücadelesi: İşçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesi, emperyalist mali sermayeye karşı da verilmesi zorunluluğundan emperyalizmin ekonomik ve siyasi tutsaklık zincirine karşı, her ulusun bağımsızlık mücadelesini destekler ve bu anlamda ulusların kendi geleceğini belirleme hakkının tavizsiz savunucusudur.
6- Uluslararası İşçi Birliği Mücadelesi: İşçi sınıfın sosyal kurtuluş mücadelesinin, emperyalist mali sermayenin uluslararası özelliği sebebiyle, bir de uluslararası boyutu vardır. O sebeple, sosyal kurtuluş mücadelesinin birlikteliği yaşanılan ekonomik ve siyasi koşulların nite İğinden kaynaklanır. İşte onun için “Bütün Ülkelerin İşçileri Birlesiniz” diyoruz.
Sayılan bu mücadele türlerin bütünselliği, sendikal mücadelenin esasını oluşturur. Bu oluşumun odağında; işçi sınıfının bir başka örgütlü ve önder gücü Partisi varolup, sosyal kurtuluş mücadelesinde, ana lokomotif görevini üstlenir.

EK-2
SORUŞTURMA

Türk-iş’e yönelik yaptığımız bu çalışmayla İlgili olarak aşağıda belirlediğimiz sorulara, sendikacıların verdiği cevapları yayınlıyoruz.
1. Sendikal demokrasiden ne an-layorsunuz? Türk-iş’te “sendikal demokrasi” nasıl İşlerlik kazanıyor?
2- Tûrk-lş yönetimi uygulamayacağı, ve sonuçta da uygulamadığı eylem programları kararını neden alır?
3- Türk-iş’in sendikal politikasını, işçilerin ekmek ve özgürlük mücadelesi açısından değerlerdl’rlr misiniz
Laspetkim-iş Şubesi yönetim kurulu

“İşyeri komiteleri ve sendikal demokrasi”
1- Sendikal demokrasi, işçilerin sendika yönetiminde söz ve karar sahibi olmasıdır. Bu genel kuruldan kurula delegelerin sandık başına gitmesi olmadığı gibi, salt temsilcileri seçimle belirlemek ya da toplu sözleşmelerde oylama yapmak da değildir. Kuşkusuz toplu sözleşme görüşmelerinin kapalı kapılar ardında yürütüldüğü, bir gecede bitirildiği, atama yoluyla gelen temsilcilerin işverenle işbirliği içinde olduğu, işçilerin sözleşmelerinden haberlerinin bile olmadığı, günümüzün sendikal hareketinde toplu sözleşmelerle onay, temsilcileri seçimle belirlemek de önemli. Ancak sendikal demokraside asıl olan, işçilerin sendika yönetimine katılımını, denetimi sağlayacak sendikal örgütlülüğün yaratılmasıdır. Bu da işçilerin bulundukları işyerlerinde sendikal örgütlenmenin yapı taşı olacak işyeri komitelerinin oluşturulmasıyla mümkündür, işyeri komiteleri bir yanıyla sendikal mücadeleye en geniş işçi topluluğunun katılımını, bu mücadelenin öncü işçiler tarafından yönlendirilmesini sağlayacak, sendikal mücadele ile politik mücadelenin bağlarını kuracak örgütlenmelerdir.
2- işçilere yıllardan beri oynanan bir oyun bu. işsizliğin, yoksulluğun, pahalılığın kasıp kavurduğu kitlelerde oluşan tepkiyi dizginleyebilmek amacıyla, sözler, verilir, “genel grev” laflan edilir, mitinglerden söz edilir. Sonra da işverenlerle, hükümetle uzlaşabilmenin yolları aranır. Sendikal hareketimizde devlet ve işveren güdümlü sendikacılığın temsilcisi Türk-İş, kendisine yüklenen bu işlevi, en iyi şekilde yerine getirdi. Nisan-Mayıs eylemleri pek çok sendikada yöneticilere rağmen gerçekleştirildi. Ancak bu hareketlilik toplu sözleşme dönemleri ile sınırlı kalıyor. Genel kurullara tam anlamıyla yansıyabildiği söylenemez.
Diğer yandan yönetimin eylem kararlan almasını seçilebilme hesapları da etkiliyor, örneğin Şevket Yılmaz’ın Bağımsız Çelik-İş’in gerçekleştirdiği Demir Çelik grevinde gövde gösterisi yapmasının ardında, bu sendikayı Türk-iş Genel Kurulu’nda Başkan adayı olması beklenen Türk Metal Başkanı Mustafa Özbek’e, karşı güçlendirmeye çalışması yatıyordu.
3- Türk-İş’in sendikal politikası işçi sınıfının sendikal mücadelesi önündeki büyük engellerden biridir, işçilerin yükselen tepkisi, mücadelesi bu politikada gündelik değişiklikler oluşturabilse dahi, bu yapının kırılması, sendikal anlayışın sınıf ve kitle sendikacılığı zeminine oturması mümkün görünmüyor. Oysa işçilerin sınıf ve kitle sendikacılığı zemininde oluşacak sendikal birliği gerçekleşmeden bu alandaki sorunların çözümü mümkün değil. Böylesi bir birlik ne üç beş sendikacının 1 Mayıs’larda bir araya gelmesiyle ne de aynı işkolundaki sendikaların ilkesiz birleşmeleriyle gerçekleşir. Sendikal birlik işyerlerinden başlayarak, işkolu ve giderek tüm işçileri kapsayacak sınıf ve kitle sendikacılığı mücadelesi ile gerçekleşecektir.


EK-3
SORUŞTURMA

Türk-İş’e yönelik yaptığımız bu çalışmayla ilgili olarak aşağıda belirlediğimiz sorulara, sendikacıların verdiği cevapları yaymıyoruz.
1. Sendikal demokrasiden ne anlıyorsunuz? Türk-İş’te “sendikal demokrasi” nasıl işlerlik kazanıyor?
2- Türk-İş yönetimi uygulamayacağı ve sonuçta da uygulamadığı eylem programların kararını neden alır?
3- Türk-İş’in sendikal politikasını, işçilerin ekmek ve özgürlük mücadelesi açısından değerlendirir misiniz?
Kristal-iş Gebze şubesi başkanı Cemal Simliova:

“Sınıfın birliği ve katılımcılığı”

1- Ben kişisel olarak sendikal demokrasiye iki şekilde yaklaşmak istiyorum: Birincisi, sınıf insanlarının dünya görüşü temelinde; ikincisi ise katılımcılıkla ilgili olanıdır. Sınıf içerisinde değişik düşüncelere sahip, değişik dünya görüşü olan işçilerin varlığı bir gerçektir. Kaldı ki işçileri sendikada birleştiren olay ideolojik ve siyasi bir olay da değildir. Esas neden ekonomik ve demokratik çıkar birliğidir. O nedenle sendikalarda sınıf insanlarının düşüncelerinden dolayı dışlanmaları ya da sendikal kararlarda yönetim gibi düşünmeyen insanlara söz vermeme sendikal demokrasi ile bağdaşmaz. Siyasal düşüncesi, dini inancı, milliyeti ne olursa olsun bütün işçiler düşüncesini, eleştirilerini özgürce ortaya koymalıdırlar. Bugün ülkemizde birçok sendikada hele hele otoriter bir merkeziyetçilik oluşturmaya çalışan birçok sendikada (yasalardan da yararlanarak) seçimle göreve gelen insanlar, görevlerinden alınmaktadır. Hatta yine, birçok sendikada bu doğrultuda temsilci seçimleri dahi yapılmamaktadır. İkincisine gelince, eğer bir sendikada yönetilen işçiler kendilerine yönetici olarak seçmiş olduğu insanları denetleyemiyorsa ya da yöneticiler tarafından denetim yolları kapalı tutuluyorsa, sendikal kararlarda tabandaki insanların genel düşünceleri alınmıyorsa orada sendikal demokrasi yok demektir. Çünkü sendikal politikaları hedeflemede birlikte düşünmek ve birlikte karar almak çok önemlidir. Zaten birlikte düşünmeyen ve birlikte karar almayan ilkelerin hayata geçme şansı yoktur. Sınıfın insanlarını dışlayan ama onlar adına kararlar alan ve sınıfa dayatılan düşünceler demokratik düşünce değildir. Konfederasyon olarak Türk-İş’te ve Türk-İş’e bağlı birçok sendika da sendikal demokrasinin her gün yaşayarak görmekteyiz.
2- Bugün Türk-İş sendikalı işçilerin yaklaşık yüzde 80’ini kendi bünyesinde toplamış bir konfederasyondur. Yapacağı her eylem Türkiye işçi sınıfının gündemini belirleyecektir. Kaldı ki bazı sendikacı arkadaşlar özellikle 1986’dan sonra Türk-İş’te bazı farklılıkların olduğunu söylemektedir. Ancak kişisel olarak bu farklılığa da pek katılmıyorum. Türk-İş’te değişen farklılık nedir? Eskiden konuşmuyorlarmış da, şimdi olaylar karşısında konuşuyorlarmış, mevcut sorunları iyi tespit yapıyorlarmış; eğer sendikacılık salt bu ise bugün Mustafa Özbek herkesten çok daha fazla konuşmakta, her konuşmasında da genel grevi gündeme getirmektedir. Yani diyeceğim sendikacılık salt laf değildir. Sendikacılık iş yapmaktır, icraat ortaya koymaktır. Gerçi bazı insanlar Türk-İş deyince yalnızca tepedeki 5 insanı dikkate almaktadırlar. Oysaki Türk-İş’te kararları yalnız bu 5 yönetici almamakla bunlarla birlikte 32 sendika başkanının katıldığı Başkanlar Kurulunda kararlar alınmaktadır. Türk-İş başkanlar kurulu samimi davranmamışlardır. Yemek boykotlarının bazı illerde yapılan boykotların başarılı geçmesi kendilerini korkutmuştur. Benim kafamdan bu başarıyı kendileri için bir pazarlık konusu mu yaptılar diye bir düşünce geçiyor. Çünkü birçoğunun 4 dönemleri bitmişti. Acaba bunu yeniden uzatmak mı istediler. Ya da birçoğu emekli idi; bu emekli sendikacıların bir daha seçilemeyeceklerine ilişkin yasağı kaldırmak mı istediler. Yani benim kafamda Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun tavrı sendikal hak ve özgürlüklerden çok sendikacı hak ve özgürlükleri için uğraş verdikleri kanısını uyandırmaktadır.
Kaldı ki eylem kararı alıp uygulamamak sendikaları ve dolayısı ile sendikaların asıl sahibi olan işçi sınıfını, burjuvazi karşısında bir adım daha geriye götürmektedir. Bu da sınıfın güçsüz olduğu imajının doğmasının nedeni olmaktadır. Bu bakımdan eylem kararı alınırken çok daha iyi düşünmek ve alınan her kararı şu veya bu şekilde hayata geçirmek gerekmektedir.
3- Türk-İş’in bugün izlemiş olduğu mücadele ile işçilerinin ekmeğinin büyümesi mümkün değildir. Çünkü demokrasi mücadelesine katkısı olan bir örgütün, demokrasi ile işçinin ekmeği arasında bağ oluşturmayan bir örgütün insanlara ya da sınıfın ekmeğinin büyütülmesinde bir katkısı olmaz doğrusu. Sınıf bugüne kadar okuyarak duyarak değil ama bizzat yaşayarak görmüştür ki burjuva demokrasisinin kısmi olarak işlediği dönemlerde ekmeğinin büyüdüğünü, burjuva demokrasisinin işlemediği zamanlarda ekmeğinin küçüldüğünü görmüştür. Kaldı ki Türk-İş bugüne kadar sınıfın ekonomik ve demokratik haklarına yönelik saldırılar karşısında bugün dahi sessiz kalmış, adeta siyasi iktidara destek vermektedir. Zaten Türk-İş bugünkü hantal yapısı ile bürokrat yapısı ile, sınıftan kopuk yapısı ile ne ciddi anlamda bir demokrasi mücadelesi ne de temel hak ve özgürlük mücadelesini yapabilir. Bütün bu mücadeleleri yapması için bence tabandaki insanlarla kaynaşmış ve bütünleşmiş olması gerekir. Siyasi iktidara baskı yapabilmenin koşulu da bu olacaktır sanırım.

EK-4
CIA AJANI KALEMİNDEN SENDİKAL FAALİYET

İkinci Dünya Savaşı öncesinde SBKP’nin uluslararası cepheler kanalıyla politikasını yayma ve genişletme çalışmalarını sürdürmesine karşılık, CIA da öğrenci ve gençlik faaliyetleri gibi iş ve işçi yani sendikal çalışmalara başlamıştır.
İngiliz İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TUC), Amerikan Sanayi Örgütleri Konfederasyonu (CIO) ve Sovyet İşçi Sendikaları Konfederasyonu (WFTU) 1945 yılında Paris’te kurulur: “Federasyonu anti-kapitalist propaganda için kullanmak isteyen komünist işçi sendikaları yetkilileriyle, Federasyon çalışmalarını ekonomik konularda sürdürmek için direten ‘hür dünya’ yetkilileri arasındaki anlaşmazlık, sonunda, 1949 yılında Federasyonun Marshall Planı’nı destekleyip desteklememesi sorunuyla su yüzüne” çıkar. Bu sebeple başlayan tartışma sonucu aynı yılda, WFTU’ya karşı, komünist olmayan uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) kurulur. ICFTU, Avrupa, Uzak Doğu, Afrika ve Batı Yarıküresinde komünist olmayan ulusal işçi sendikaları merkezlerini bir araya toplayan bölgesel örgütler kurar.
“Örgüt’ün (yani CIA’nın N.O.) yardım ve rehberliği üç kademede (ICFTU), bölgesel merkezler ve ulusal merkezler)” yapılır ve halen de yapılmaktadır. Uluslararası düzeyde “CIA işçi kesimi çalışmaları, hepsi de güçlü ve akıllı kişiler olan AFL Başkanı George Meany, Dış ilişkiler Şefi Jay Lavestone, Avrupa temsilcisi Irving Brown (Türk-İş’in kurulmasında ve sonrasında yoğun çalışmaları olur, N.O.) tarafından” gerçekleştirilir. Bölgesel düzeyde de CIA denetimi uygulanır. Örneğin, AFL’nin Latin Amerika temsilcisi Serfino Romualdi, Mexico City’de kurulu Amerika Devletleri Bölgesel İşçi Örgütü’nü (ORlT) yönetir. “Ulusal çapta da, CIA merkezleri özellikle geri kalmış ülkelerde ulusal işçi kuruluşlarını destekleme ve yön verme çalışmaları yaparlar”. Genel Merkezde, iş ve işçi çalışmalarının kapsamına giren “yardım, yön verme ve denetim çalışmaları” Uluslararası Örgütler Bölümü’nün iş ve işçi şubesinde toplanır.
Bu çalışmalarda görülen genel politika:
Birincisi; WFTU ile onun bölgesel ve ulusal şubeleri “Moskova’nın kolları” olarak tanımlanır.
İkincisi; merkez çalışmalarında amaç, komünistlerin ve aşırı solcuların üstünlük sağladıkları sendikaları zayıflatıp yenilgiye uğratarak, komünist olmayan bir sendika kurmak ve desteklemektir.
Üçüncüsü; ICFTU ve onun bölgesel örgütleri, “CIA etkisinde ya da denetimindeki sendikalar ve ulusal merkez birlikleri kurularak,” hem alt hem de üst düzeyde desteklenir.
Dördüncüsü; bir sanayi dalında çalışan işçilerin çıkarlarını temsil eden Uluslararası Sendika Sekreterlikleri (ITS) kanalıyla, CIA, iş ve işçi faaliyetlerini sürdürür. Bu ITS’in sistemi “daha uzmanca ve çoğu kez de başarılı olduğundan CIA’nın amaçlarına bölgesel ve ulusal yapıda olan ICFTU’dan çok daha uygun düşer. Denetim ve yön verme çalışmaları, belirli bir sanayi dalının işçilerine yönelik işçi faaliyetlerine yardımcı olmaları için başvurulan bir Sekreterlik’in yetkilileri aracılığıyla gerçekleştirilir”. Çoğu kere, ITS’ye üye bir Sekreterlik Amerikan Sanayi Sendikasından büyük mali yardım görür. “Sekreterlikteki CIA ajanları, ITS içinde Amerika’yı temsil eden Amerika işçi önderleridir”. Böylece, Amerikan Eyalet, Bölge ve Belediye Memurları Federasyonu, genel merkezi Londra’da bulunan, devlet memurlarının bağlı olduğu ITS Sekreterliği Uluslararası Kamu Hizmetleri için CIA faaliyetlerinin gerçekleştirdiği bir araçtır. (Devamında, benzer çalışmaların Uluslararası Petrol ve Kimyasal Maddeler İşçileri Federasyonu (IFPCW), Uluslararası Posta, Telgraf, Telefon işçileri (PTTI), Uluslararası Hıristiyan Ticaret Sendikaları Federasyonu (IFCTU), Uluslararası Bahçecilik, Tarım ve Müttefik İşçileri Sosyal Demokrat hareketle ilgili özel eğitim için de, İsrail Sendikalar Konfederasyonu Histadrut kullanılır.
Uluslararası ve bölgesel düzeydeki işçi eylem ajanları Washington’daki ya da Paris, Brüksel, Mexico City gibi merkezlerdeki Uluslararası Örgütler Bölümü görevlilerince yönetilir.
Uluslararası ve bölgesel düzeylerindeki durumundan dolayı ajan, genellikle örgütler içinde söz sahibidir ve geziler, eğitim, konferanslara çağrı ajan tarafından sağlandığı için sendika yetkilileri ona yakınlaşmaya çalışırlar. “Ajan da, komünist olmayan yerel sendika önderlerini avucunun içine alarak merkezle aralarında ilişki kurulmasını sağlar. Kesin ilişki kurulana kadar. Bölüm ajanının korunması için böyle bir ilişkiye üçüncü kişiler aracılığıyla geçilir.”
Milyonlarca dolarlık maliyetine karşılık, iş ve işçi çalışmalarının verimliliğinin saptanması güçtür ve tartışma konusudur. “Çalışmalar, komünist etkenleri ortadan kaldırmayı ve seminerler, konferanslar, eğitim programları düzenleyerek Batı ülkelerinin değerini öğretmeyi kapsar.”
(PHİLİP AGEE, CIA GÜNLÜĞÜ, ÇEV: MİHE ÜNER, E YAYINLARI, İSTANBUL 1975, C.1, sf. 96-101)

Kasım 1989

Sendika ağaları koltuklarını savunuyor

Geçtiğimiz haftalar, Türk-İş’e bağlı bazı sendikaların kongrelerinin yapıldığı haftalardı. Bu yüzden de sendikalar cephesinde bir yanıyla koltuk kavgası kızışırken, bir yanıyla da ağalar statükoyu korumak için aralarında işbirliği yaptılar, Türk-İş genel kurulu için hesaplarını gözden geçirdiler.
Türk-İş’e bağlı, Petrol-İş, Belediye-İş, TÜMTİS, sendikalarının genel kurulları, Harb-İş’in İstanbul Şubesi Genel Kurulu ve şimdilik “bağımsız” Otomobil-İş’in genel kurulları geçtiğimiz haftaların başlıca sendika genel kurullarıydı.
Bir kitle örgütünün genel kurulu deyince, hele bu kitle örgütü sendika gibi işçi sınıfının örgütlenme ve direnme merkezi olan bir örgütse, akla o örgütün önceki genel kuruldan bu yana bütün faaliyetinin delegelere açıkça sunulup hesap verildiği, delegelerin geçmiş faaliyetin temelinde gelecekte izlenecek çizgiyi tartışıp karara bağladıkları, salt bu nedenle bile konuların canlı tartışmalara sahne olduğu, kısacası; işçi sınıfının mücadeleciliğinin ve devrimci tutumunun salonların havasını doldurduğu bir faaliyet gelir. Ama ne yazık ki yapılan kongrelerde bu özellikleri bulmak zordu.
Bu kongrelerin ortak özelliği; biçim açısından, alışılmış; “kardeş sendikaların” çiçek-çelenkleriyle donanmış salonlarda, burjuva örgütlerinin en gelenekçisine taş çıkartacak protokol kuralları ve “misafir” sendikacıların, “tanınmış” kişilerin diplomat kibarlığı ile yaptıkları konuşmalar, en sağdaki partilerden devlet büyüklerine, en kaşarlanmış işçi düşmanları da dâhil işçi sınıfına karşı her kesimden masajların okunup rutin bir biçimde alkışlandığı ve kuralına göre, yeri geldiğinde, delegelerin (ne yazık ki çok büyük çoğunluğu için böyle) sendika ağalarının isteğine göre el kaldırıp indirdiği toplantılar olmasıydı. Yıllardır birer kongre kurdu olmuş sendika ağaları daha sendika kongresi öncesinde kongreyi salt bir seçme-seçilme faaliyetine indirgediklerinden iyi niyetli, gerçekten sınıfın iyiliğini düşünen delegeler bile bu göstermelik seçim havasından kurtulamamakta, sendikal faaliyeti kongrenin tartışma gündemine getirememektedirler.
Kongrelerin sendikal faaliyetin tartışıldığı alanlar olmaktan çıkarılması, daha kongre raporlarının hazırlanmasında başlamaktadır. Rapor sendikacılar tarafından “iyi yazmakla ünlenen” bir “uzmana” havale edilmekte ve işçilerin gözünü boyayacak ama içi kof bir kağıt yığını, rapor diye sunulmaktadır. Buna, eski yönetimi öven protokol konuşmaları ve sendika ağalarının diğer sendika ve çevrelerdeki müttefiklerinin söyledikleri eklenince delegelerin “acaba yanlış bir yere mi geldik, bu bizim sendikanın değil de başka bir sendikanın kongresi mi? ” diye sormaları pek garip karşılanamaz.
Böyle bir hazırlık dönemine, geçmişin alışkanlıkları da eklenince yapılan kongreler, bir hesap verme ve gelecekte izlenecek mücadele çizgisinin belirlendiği değil, salt “seçime” indirgenmiş toplantılar oldu. Kulisler, ayak oyunları kuşkusuz sendika ağalarının artık vazgeçemeyeceği “mücadele yöntemleri”ydi.
Ancak, yukarda sözü edilen olumsuz havanın kongrelere egemen olmasına karşın, değişen, yeni, geleceğin ipuçlarını veren kimi çıkışlar da yok değildi.
Profesyonel sendikacı olmayan delegelerin, hemen bütün kongrelerde, eski yöneticilere yönelttikleri eleştirilerin başında sendikanın, işçileri kendi sınıf çıkarlarını öğrenecek biçimde eğitmemeleri geliyordu. Birçok “devrimci siyasal grup”un bile, sendikaların işçilere siyasal bilinç vermek gibi bir görevi yoktur dediği düşünülürse, işçilerin bu isteğinin önemi daha iyi anlaşılır. Bir Tüm-tis delegesinin şakayla karışık “sendikacılar yerlerini alacağımızdan korktukları için bizi eğitmiyorlar’ demesi şaka da olsa gerçeğin önemli bir yanıydı.
Profesyonel sendikacı olmayan delegelerden gelen diğer ortak bir istek de tabanın sesinin sendika kongrelerinde ve T İ S görüşmelerinde yansıması için sendika tüzüklerinin daha demokratik bir biçime kavuşturulmasıydı. Örneğin, Belediye-İş sendikasının 143 bin üyesine karşılık, sadece 238 delegesi vardı ve bu delegelerin yaklaşık yüzde 80’i profesyonel sendikacıydı. İşçiler bunu kongrede dile getirip bugün 700 işçiye bir delege olan biçimin hiç olmazsa 200-300 işçiye bir delege olacak şekilde değiştirilmesini istediler. Haklı gerekçeler de ileri sürdüler, ama ne yöneticiler ne de profesyonel sendikacı delegeler (işlerine gelmediğinden olacak) bu isteği duymazdan geldiler. Petrol-İş kongresinde ise delegelerin işyeri temsilcilerinin atama ile değil seçimle yapılması isteğini sendika ağaları reddettiler. Ama teklifin verilmesi bile bir olumluluktu.
Sendika ağlarının iddialarının aksine, eğer inisiyatif tanınırsa, işçilerin sendikalarda olup bitene seyirci kalmadığı, sorunlarını çözmede çok kararlı davrandıklarını da TÜMTİS kongresi gösterdi. Türk-İş’teki büyük sendikalarda profesyonel sendikacı delegelerin oranı yüzde 80’lere varırken, TÜMTİS’te bu oran yüzde iki buçuktu. Tek başına bu bileşim bile kongrenin havasındaki bürokratik baskıyı azaltıcı bir rol oynuyordu. Tartışmaların daha canlı olmasında başlıca bu bileşim etkiliydi. Seçimlerde de öyle oldu, ayak, oyunlarıyla sonuç alacaklarını sananlar yanıldı. Delegelerin eski yönetimleri eleştirirken dile getirdikleri bir gerçek de sendikalarda yüzde 40’lara varan üye kayıplarıydı. Son 2 yılda Otomobil-İş 30 bin, Petrol-İş ise 15-25 bin üye kaybetmişti, delegeler sendika ağalarına bunun nedenini soruyordu, ama pek yanıt veren olmadı. Delegelerin en çok sorduğu sorulardan biri de Türk-İş’in aldığı eylem kararlarının neden yaşama geçirilmediğiydi. Sendika ağaları bunu da Şevket Yılmaz ekibini suçlayarak atlatmaya çalıştılar. Tıpkı, Petrol-İş kongresinde 1 Mayıs’la ilgili tutumu eleştirilen Petrol-İş yöneticilerinin oportünistçe bir özeleştiri ile durumu geçiştirmeleri gibi.
Belediye-İş, özellikle de Petrol-İş kongreleri “Genel Grev” tartışmalarının gündeme geldiği kongreler oldu. 2821-2822 sayılı yasanın yeniden düzenlenmesi için genel grev önerisi Türk-İş Kongresine sunulmak üzere Petrol-İş Genel Kurulu kararı haline getirildi.
Belediye-İş Kongresinde ise delegeler Güneydoğu’daki belediyelerin 18 aydır işçilere ücret ödemediğini belirterek, bunun bir genel grevle aşılması gerektiğini dile getirdiler. Ancak sendikacılar bu öneriyi “işçilere tam destek verilmesi” gibi ne idüğü belirsiz bir biçime çevirerek Genel Kurul’dan geçirdiler.
Petrol-İş kongresinde Kürt sorununun dile getirilmesi ve Güneydoğu’dan sürgün edilen delegelerce alkışlanması olumlu bir gelişmeydi. Diğer bir olumluluk ise; kongre raporu ve geçmiş faaliyetin sınıf sendikacılığı bakış açısından eleştiren bir broşürün Genel Kurulda dağıtılmasıydı. Sendika ağalarının Glasnost ve Perestroyka övgülerine muhalefetin “oy kaybederiz” kaygısıyla sessiz kalması ise kimilerinde sınıf sendikacılığı sözleri ve keskin slogancılık arkasında uzlaşmacılığın sürdüğünü gösteriyordu.
Bir süreden beri siyasal gündemin ön sırasında yer alan ulusal sorunun sendika genel kurullarında hak ettiği yeri almaması en önemli eksiklik olarak görülüyordu. Sendika raporlarında sendika ağalarının konuya yer vermeleri beklenemezdi. Ama özellikle Türk kökenli işçilerin sorunu gündeme getirmesi tarihsel bir görevdi. Gerçi Belediye-İş ve Petrol-İş kongrelerinde muhalefet delegeleri konuya değindiler, ama onlar da Kürt kökenli delegelerdi. Bu konuda daha duyarlı, olması gereken Türk kökenli delegelerin bir çıkışı olmadı.
Revizyonistlerin ağırlıkta olduğu Otomobil-İş Kongresi ise revizyonistlerin niteliklerine uygun olarak başlayıp bitti. “Çelik-İş’le birleşmek” gibi önemli bir karar bile darbeci bir biçimde, hiç tartışmaya fırsat verilmeden ve ne olduğu da pek anlaşılamadan kongreden geçirildi. Var olan sorunlar ve sendikanın içinde bulunduğu krizi çözmek için ciddi bir hazırlığı olmayan muhalefet ise revizyonist ağaların ayak oyunları karşısında pek bir varlık gösteremedi. Sadece nedenini yanlış değerlendirdiği “oy artışı” ile teselli buldu.
Türk-İş’in büyük kongresine bir ay kadar bir zaman kalırken bağlı sendikaların kongreleri de sona eriyor. Sendika ağalarının öyle derme çatma muhalefetlerle alt edilemeyeceğini, uzlaşmacı olmayan programlar etrafında sınıf içindeki tüm güçleri birleştiren bir stratejinin izlenmesi zorunluluğunu bir kez daha göstererek…

Kasım 1989

GÜNÜMÜZDE ÖĞRETMEN MÜCADELESİ VE YAKLAŞAN İstanbul Eğit-Der Kongresi

5 Kasım’da (çoğunluk sağlanamazsa 12 Kasım) Eğit-Der İstanbul Şubesinin ilk kongresi gerçekleşecek. Öğretmen mücadelesi böylece yeni bir döneme girecek, belki de yeni bir ivme kazanacak.
İstanbul öğretmenleri “Ulusal Kurtuluş Savaşı ” yıllarından bu yana gerek TÖDMF (Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu) ve TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası), gerekse TÖB-DER (Tüm öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) dönemlerinde öğretmen örgütlülüğü ve mücadelesinin önlerinde yer aldılar.
Geçmişi 12 Eylül öncelerine dayanan, fakat 12 Eylülden sonra çok daha yaygınlaşan faşist-gerici saldırılar sonucu öğretmen örgütlenmesi dağıtıldı, örgütümüz TÖB-DER kapatıldı. Bu dönemde mücadeleci birçok önder öğretmen emir komuta zinciriyle çalışan faşist askeri mahkemelerde yargılanıp onlarca yıl ceza aldılar. Binlerce öğretmen 1402 sayılı kanunla cuntacılarca hiç bir gerekçe gösterilmeden meslekten atıldılar.
Öğretmenler azgın gericilik yıllarında çok acı çektiler. Kazanımları birer birer ellerinden alınan öğretmenler örgütsüz mücadele verilemeyeceği bilinciyle 1986’dan sonra yeniden örgütlenmek için harekete geçtiler.
Eski gücünden çok gerilerde olmakla birlikte öğretmen mücadelesi bugün de vardır. Eğit-Der bu mücadelenin önemli bir parçasıdır, önderlerinden birçok zaafa rağmen bu böyledir. Birçok öğretmenin iyi niyetinden bağımsız olarak Eğit-Der programı (esasında programsızlığı) bu çalışma yöntemi ve bu örgütlenme anlayışıyla öğretmen kitlesini kucaklayamaz. Gelişme çok yavaştır, binlerce öğretmen örgütten habersizdir.
Bunun en önemli nedeni genel merkez yönetimi çoğunluğunun reformcu, yasala, icazetçi bir grubun etkinliğinde bulunmasıdır. Bu şekilde grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı alınabileceğine inanmak güçtür. Çalışma ve yaşama koşulları böyle düzelmez Hak alma mücadelesi böyle olmaz, öğretmenlerin birliği böyle sağlanmaz.
Öğretmenler mücadele açısından bugün için diğer toplumsal kesimlerin gerisindedir. Korku halen yanımızdadır. Geniş yığınlarca bu korku henüz aşılamamıştır. Cunta okulları kışlaya çevirmiştir. Okul müdürlerinin büyük çoğunluğu gerici ve muhbirdir ya da muhbirliğe zorlanmaktadır. Öğretmenler adeta kuşatılmıştır. Bu ve buna benzer daha birçok nedenle öğretmenler, bugün, örgütlenme konusunda çok istekli değil.
Eğit-Der’in prestiji henüz yüksek değil, dolayısıyla ona güvensizlik çok yaygın. Birçok eski önder, değişim, arayış ve çözümsüzlük içinde geniş öğretmen kitlesine kötü bir örnek oluşturuyor.
Bunlar yolu tıkıyor, aşılması gerekiyor. Bu koşullar nedeniyledir ki reformculuk, yasalcılık vb. gibi akımlar kolay zemin bulabiliyor. Genel durum kabaca budur. Fakat yavaş olmakla birlikte değişme eğilimleri vardır. Ama eski kitleselliğe ve kabarışa yakın bir sürede varılamayacağı da açıktır.
Genel Başkan Feyzullah Ertuğrul bir ay kadar önce Ankara’da yapılan sendikal haklar kurultayında Bakan Avni Akyol’a dönerek: “Ağzından bal damlayan Bakanım…” diye konuşabiliyor. Bu sözü eleştirmeye gerek yok. Hiç bir şey eklemeye de. Meram çok açık anlatılmıştır. Bu düşünce, öğretmenleri birleştirip örgütleyemez. Hükümet ve işverene karşı böyle mücadele edilemez. Bu, bir dil sürçmesi değil, açık bir yakarmadır. Başkan eski TÖS’çüdür. Bizce bu tavır gericilikten medet umma, her şeyi onun inisiyatifine terk etme ve boyun eğme tavrıdır. Öğretmenlere ve onların mücadelesine inanmama tavrıdır. Acıdır ama gerçektir ve mutlaka reddedilmeli, değiştirilmelidir.
Bu tutum, yasalardan yararlanma, gericileri kendi silahıyla vurma, onlar arasındaki çelişkilerden yararlanma, neticede reformlar için mücadele etmek de değildir. Tamı tamamına reformculuk ve teslimiyettir.
Kimse eski yanlış anlayışlara dönmemeli. Geçmişte örgütü bölüp ayrı merkezler oluşturanların görünen o ki bugün de acelesi var. Bu mihraklar öğretmenlere, bir metni imzalatıp daha sonra bir başka metni (üst başlığa kendi düşüncelerini yazarak) basına ilan olarak verebiliyorlar. Bu davranışın karşılığı çok ağır: en hafifiyle sahtekârlık! Ayrı bir karar mekanizması oluşturup yangından mal kaçırılırcasına imza kampanyaları açılıyor. Ne söylenebilir ki… Değişim söylemekle olmuyor, üstelik olumlu yönde de olmuyor. Demek ki yaşanması ve görünmesi gerekiyor.
Bir başka olay: İstanbul Eğit-Der’de 16 Ekim pazartesi akşamı yapılan bir toplantıya Genel Başkan Feyzullah Ertuğrul ve Genel Sayman Binali Seferoğlu da katılıyor. B. Seferoğlu, “Biz, toplu pazarlık hakkı olan, işkolu düzeyinde, Türk-İş’e bağlı, adında devrimci sözcüğü bulunmayan bir sendika kuracağız ” diyor. Bir “münasebetsiz” soruyor: “Bu sizin şahsi görüşünüz mü?” yanıt: “Evet”. Tekrar bir soru: ” Bu, sizin ekolün görüşü mü? ” Yanıt yine ” Evet”. Bu “ekol” den büyük zatlar aynı şekilde, ” EĞİT-DER’in geri bir örgüt olduğunu, cenazesini kaldırma külfetinin kendilerine kalacağını…” da söylüyorlar.
Ne hazin… Öğretmenlere yanlış perspektifler sunuluyor… Öğretmenler aldatılıyorlar… Örgütlenmeyerek örgütsüz bırakılıyorlar… Asil üye yapılmıyorlar… Ardından da bunlar söyleniyor… Buna riyakârlık ve sahtekârlık denmez de ne denir? Sınıf ve kitle sendikacılığı ama Türk-İş’te!
Hepsi bu kadar. Başka söze gerek yok…
Yukarıda belirtildi: 400 bin öğretmenin şu anda, yalnızca binlerle ifade edileni EĞİT-DER’de örgütlü. Mücadele geri, öğretmenler suskun, sorunlarını dile getirmesi gereken örgüte ilgisiz. Bu koşullarda ve şu anki gücümüzle egemen sınıflardan söke söke grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı alınabilir mi? Şartlar olgun mu? Sendika talebi bir eylem şiarı mı? Bizce hayır.
Peki, ne yapılmak isteniyor? Geriye ne kalıyor?
Geriye kalan ” bazı özel anlaşmalarla ” egemenlik odaklarının hibe ettiği muvazaalı bir ” sendika “… Evet, yapılmak istenen budur. Talep iğdiş ediliyor, tanınmaz hale getiriliyor. Yapılmak istenen, sendika değil, demekten de geri bir şeydir. Ortada gericilerle paslaşma var. EĞİT-DER’e öğretmenlerin üye olmasını bin dereden su getirip engelle, sonra da bu örgütle bir yere varılamaz, bu, geri bir örgütlenmedir diye buyur. Gel gör ki insanlar eskisi gibi kolay kandırılamıyor. EĞİT-DER’in İstanbul’da 200’ü aşkın asil (fiilen öğretmenlik yapmayan) 800 civarında ise fahri (çalışan) üyesi var. Görüldüğü gibi, çalışan öğretmenler örgüte asil üye olamıyor. Bu neden böyle? Reformist ve hatta burjuva siyasetçileri bile yasaların, öğretmenlerin kendi derneklerine üye olmasına engel hükümler taşımadığını söylüyor. Ama bugünkü yöneticiler çalışan öğretmenleri örgüte asil üye değil fahri üye yapıyorlar.
Bizler gibi 657 sayılı Devlet Personel Kanunu’na tabi PTT çalışanları ve hemşireler dernek kurdular, asıl üye olabiliyorlar. Bildiğimiz kadarıyla bu derneklere ve bunlara üye olan arkadaşlara soruşturma açılmamıştır.
Bizim örgütlenme geleneğimiz çok daha güçlü. Bu böyleyken, biz neden bu durumdayız? Gerçekte yasak bazılarının kafasının içinde, o kafalar yasak yaratmakta çok hünerli. Bu yasakları yaratmada çıkarları var, bu durum açıkça görülmeli. Bu kafaların öğretmenlere inançları yok. İç içe bir dizi mücadeleye, basitten karmaşığa, yasaldan yasalara rağmen’e, her araca başvurmaya elverişli bir zenginliğe inanılmıyor. Yoğun, direngen bir hak savaşımı düşünülmüyor. Bütün mesele bu. Hakkımızı bizim almamıza itirazları var. Çünkü yukardan birileri hak yağdıracak (!)
Her şeye karşın, bugün, çalışan öğretmenlerin EĞİT-DER’e üye olmalarında bir sakınca (yasal ya da anayasal) yok. Ve gerçekte yapılması gereken şudur: En kısa zamanda açılacak bir kampanyayla EĞİT-DER’e kitlesel bir şekilde üye olmak… Güçleri bu yönde kullanıp geniş bir ikna kampanyası ile bunu başarmak. Evet, bu, başarılabilir.
Sonuç olarak, EĞİT-DER’in kitleselleşip güçlenmesi, mücadeleci bir gelenekten gelen öğretmen arkadaşların somut, uygulanabilir özgün bir program temelinde birleşerek yönetime aday olmasına bağlıdır. Tüm duyarlı, sorumluluk bilincine sahip öğretmen arkadaşlarımızı, bu birliği oluşturup uzlaşmacılığa son vermeye çağırıyoruz. Çünkü örgütümüzün ve öğretmenlerin kazanması, günümüzde bu birlikle yakından ilişkilidir.

Kasım 1989

Sosyalizmin Sorunları: Kapitalist Restorasyon Ve Yeni Çözüm

Yeni Çözüm, Eylül sayısında “Polonya’da Kapitalist Restorasyon Süreci” başlıklı bir yazı yayınladı. Yazı şöyle başlıyor:
“Son yıllarda yaygınlaşan sosyalizmin sorunları üzerine tartışmaların Polonya’da Dayanışma’nın iktidara gelmesiyle yeni bir boyut kazanacağı hiç şüphesizdir. Tartışmaların odak noktasının da sosyalizm şartlarında kapitalist restorasyon olacağı açıktır.”
Ve Yeni Çözüm, Ekim sayısında “Sosyalizmin Sorunlarının Çözümü Sosyalizmdedir” başlıklı yazısının girişinde, sorunu Polonya’nın da ötesinde genelleştirerek görüşlerini geliştirip ayrıntılandırarak ortaya koymayı sürdürüyor, uzunca aktarıyoruz:
“Sosyalist dünyada bugün Marksist Leninist teori, ideoloji, politika, ilke, değer ve geleneklerle bağdaşmayan, Marksizm Leninizm’in önüne koyduğu yeni bir dünya hedefiyle, sınıfsız topluma ulaşma amacıyla çelişen olaylar yaşanıyor.
“Sosyalist devrimini yapmış birçok ülkenin Marksist-Leninist sağlamlıklarını, saflıklarını, yaratıcı ve devrimci ruhunu koruyamamaları, proletarya partilerinin sağa sola sapmaları sonucu sorunlar birikti ve birçok noktada sosyalizmi yıpratan tıkanıklıklar haline dönüştü. Sorun bu kadarla kalmadı. Daha kötüsü, bu çözümsüzlükler karşısında sosyalist güçlerin ve proletarya partilerinin bu tıkanıklıkları açacak formülleri ve yöntemleri, sosyalizmin dünyanın yarısına yakınında uygulanan 70 yıllık deneyimi içerisinde arayıp bulacakları yerde, daha da sağa kayarak kapitalist reçetelere yeniden başvurmakta aramalarıdır.
“Açıkçası, sosyalist dünyada, burjuva liberalizmine kapıları açan reform rüzgârları esmeye başladı. Piyasa ekonomisi, bireysel zenginleşmeye öncelik tanıma, kâr ve rekabet hırsı, maddi özendirme yöntemlerinin artışı; ‘demokratikleşme’ adına çok partililiğe, bağımsız sendikalaşmaya, burjuva parlamentarizmine dönüş yolunu açma; ‘dışa açılma’, ‘modernleşme’, ‘yeni teknolojileri getirme’ adına sosyalist ekonomiyi aç gözlü emperyalist tekellerin yatırım yapacakları kadar elverişli alanlar haline getirme çabaları, sosyalizmin tıkanıklıklarını açacak yöntemler olarak görüldü. Sosyalist değerler, ilkeler, bu kapitalist yöntemlere bulaştırıldı. Marksizm-Leninizm’in saflığı bozuldu. Sosyalist değerler yozlaşmaya, gelenekler unutulmaya başlandı. Kısacası kapitalizm bütün pisliklerini, çürüme ve kokuşmasını, bunalımının sonuçlarını bu ekonomik politik reçetelerle birlikte sosyalizme taşıdı. Ve sosyalist değerlerden çok şey alıp götüren ve liberal çözümlerde ısrarlı olundukça da götürecek olan yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma, bireysel zenginleşme hırsı, lüks yaşama tutkusu ve kapitalist değerlere özenmeye gelişti.”
Aktardığımız pasajlarda teorik yaklaşım yanlışlıkları var, yanlış saptamalarda eskiye ilişkin ısrar var; bunları eleştireceğiz, sözü edilen iki yazıda eleştireceğimiz, başlıca teorik yaklaşıma ve birbiriyle çelişen görüşlere ilişkin epey şey olacak. Ama daha başlarken temel bir olguyu belirlemeliyiz: Teorik yaklaşım zaaf ve yanlışlıkları bir yana Yeni Çözüm, “sosyalizm”in ve “sosyalist dünya”nın, doğru deyişle revizyonizm ve revizyonist dünyanın sorunları karşısında devrimci bir konumdadır ve devrimci tutum almaktadır. Arkadaşların da yazdığı gibi, burjuva liberal reform rüzgârlarının estiği, Marksizm ve sosyalizmin tüm ilke, değer, teori ve pratiklerinin saldırı konusu edildiği, Türkiye’de ve dünyada bu saldırının moda olduğu ve önemli yankılar bulduğu, hemen tüm anlı-şanlı isim ve örgütlerin karşı safta yer tuttuğu koşullarda Stalin’e sahip çıkarak Batı hayranı liberal Gorbaçov’a ve revizyonizmine yönelttiği eleştirileri nedeniyle Yeni Çözüm’ün zaaflar taşısa da devrimci olan tutumu övgüye değerdir. Kimse bu söylediklerimizden yanlış sonuçlar çıkarmasın, yalnızca bir gerçeği dile getiriyoruz. Biz devrimciyiz, çeşitli grupların devrimci konum ve tutumları bizi ancak sevindirir.
Yeni Çözüm’ü çıkaranlar devrimci bir geleneğe sahipler, ayrılıklarımız var kuşkusuz, ama bugün de devrimci bir konumdalar. Ve bugün onlar, revizyonist dünya karşısında da devrimci bir tutum alıyorlar. “Çok kanatlı-çok sesli” parti savunusuyla Marksist-Leninist parti öğretisini, çok partili, burjuva parlamentarist “sosyalizm” teziyle sosyalizm ve proletarya diktatörlüğü öğretisini, kapitalizmin yöntemleriyle sosyalizmin inşası teziyle sosyalist inşa öğretisini reddetmeleri beklenmezdi. Yeni Çözüm’le Ertuğrul Kürkçü, Nail Satlıgan, Sungur Savran, Aren, Aybar, TBKP, Kurtuluş, Emek Dünyası, TSİP vb. vb. arasında bir fark vardı: Yeni Çözüm bireyselleşmeyi, özel teşebbüsün geliştirilmesini, liberal yönelişi, revizyonizmi destekleyemezdi. Devrimci bir kişi ya da grup proletarya diktatörlüğünün reddi, Katoliklerin Polonya’da hükümet kurması, Macaristan’da parti ve cumhuriyetin adının bile değiştirilmesi, devrimin sembolü olarak kabul edile-gelen kızıl yıldızların her yerden sökülüp atılması, Imre Nagy’nin kahraman ilan edilmesi, çok partilileşme vb.ye destek veremezdi, kapitalizmi savunamazdı. Yeni Çözüm devrimci konumuna uygun davranmaktadır.
Şimdi Yeni Çözüm’ün doğrularıyla yanlışlarının ayrıştırılmasına ve eleştirilerimize geçelim.
Yeni Çözüm, “sosyalist”, doğrusu revizyonist dünyadaki aşırı bozulma ve Batı kapitalizmine, bireysel özel mülkiyete dayalı kapitalizme hızla yönelmenin açıkça görünür olan olgularından hareket ediyor. Bu olguları sıralıyor; Polonya’da Dayanışmanın burjuva liberal gericiliğini, ortaya koyduğu siyasal ve ekonomik programın liberalizmini, Sovyetler, Çin, Polonya, Macaristan’daki bireycilik ve bireysel özel mülkiyete geçişi, uygulayıcılarının artık açıktan savunduğu piyasa ekonomisini, AET’ye katılma tutumunu vb. hareket noktası ediniyor. Ve devrimci olanın eleştirmeden edemeyeceği, görmezden gelemeyeceği ve Kapitalist, burjuva karakterini teslim etmekten kaçınamayacağı bu olguları haklı ve yerinde bir tutumla eleştiri konusu ederek sorunu eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonunun genel eleştirisine bağlıyor.
Yeni Çözüm olgucu bir yaklaşımla eski sosyalist ülkelerdeki kapitalist restorasyonu geç bir tarihte, açıktan Batı kapitalizminin, bireysel özel mülkiyete dayanan kapitalizmin olgu ve görünümlerinin ayan beyan gözler önünde olduğu günümüzde başlatmaktadır. Öncesini, örneğin Polonya’da 30’u aşkın yıl önce Gomulka ile başlayan süreci, Sovyetler Birliği’nde Kruşçev ile birlikte başlayan süreci, kapitalizmin restorasyonu süreci değil ona “zemin” hazırlanması olarak değerlendirmektedir:
“… kapitalist restorasyonun iki temel alanda, üst yapı ve alt yapıda birden gerçekleştirilmesini talep eden bir programla karşı karşıya kalan Polonya sosyalizmi, sonunda ne yazık ki, kapitalist restorasyonu hareketine teslim olmuştur. Üstelik bu taleplerin gereklerini daha Dayanışma iktidara geçmeden yerine getirmeye bile başlamıştır. Polonya yönetiminin son aylarda uygulamaya soktuğu ekonomik ve siyasi kararlar Dayanışma’nın iktidara gelmesine tam anlamıyla zemin hazırlamıştır.” (Y. Çözüm, Eylül)
Arkadaşlar örneğin Polonya’nın daha önceki dönemlerini de, Gomulka ve Gierek dönemlerini de aynı şekilde değerlendiriyorlar. Restorasyonun kendisi değil, onun önünün açılması, zemininin hazırlanması olarak:
“… Gomulka’nın geriye doğru adımlar atmasıyla sorunlar bitmemiştir, tersine daha da ağırlaşmıştır.”
“Gierek döneminin başlaması ekonomizme saplanan komünist partisinin kapitalist restorasyonun önünü biraz daha düzlemesi anlamına geliyordu.” (Y. Çözüm, Eylül)
Sorun, yalnızca eski bir sürecin tartışılmasından ibaret olsa, bir tarih tartışması olarak eski sosyalist ülkelerde kapitalist restorasyonun ne zaman başladığı ve hatta hangi özellikler taşıyarak başladığı şeklinde bir içerikle sınırlı kalsa, bugünü ve önemlisi geleceği ilgilendirmese, bu tartışmayı ve eleştirilerimizi sürdürmek yanlısı olmazdık. Ancak sorun bugünü ilgilendirdiği gibi, geleceği, sorunun çözümünü, savunulması gerekli alternatifin ne ve hangisi olacağını, olması gerektiğini de ilgilendiriyor.
Yeni Çözüm’ün Gorbaçov revizyonizmi ve onun geliştirdiği kapitalizme karşı çıkmada devrimci bir konumda olduğunu belirtmiştik. Ancak “biz demiştik, arkadaşlar dediğimize geldiler” demiyoruz. Hayır, Yeni çözüm, bizim bulunduğumuz noktada değil. Revizyonizme yönelik eski eleştirilerini -geliştirip derinleştirerek- sürdürüyor, eleştirilerini geliştirmesinin faktörü eski sosyalist ülkelerdeki son gelişmelerdir, başlıca kolektif mülkiyet biçimlerine dayanan kapitalizmin, devlet kapitalizminin özel bireysel mülkiyet biçimlerine dayanan sıradan kapitalizme, Batı’da örneği görülen klasik kapitalizme dönüşmesi yönündeki gelişmelerdir, bunun siyasal-kültürel üst yapıdaki, ideolojik hayattaki liberal yansımalarıdır. Ve Y. Çözüm bu gelişmeleri de eleştiriyor. Ancak o örneğin bizim tarafımızdan “hala sosyal emperyalizm teorisinin savunulmasını anlamsız bulma”ya varıncaya kadar, eski sosyalist ülkeler gerçeğinin yorumlanmasından ve bu ülkeler gerçeğinin ve gelişme sürecinin teorik ele alınışında bizden ve doğru olduğunu düşündüğümüz yaklaşımdan uzaktadır. Yalnızca bir yönüyle öteden beri söyleye-geldiklerimizin doğrulanmakta olduğundan söz edilebilir: daha çok birlik tartışmalarındaki bir tutumdu; 80 öncesi sosyal emperyalizme karşı çıkmak anti-faşist birliğin bir koşulu olarak dayatılmıyor, emperyalizme, tekellere karşı çıkmanın yeterli olduğu, sosyal emperyalistlerin emperyalistliği, Sovyet tekellerinin kapitalist niteliği kendini açıkça ortaya koyup görünür oldukça ya da somut bir düşman olarak Türkiyeli devrimcilerin karşısına çıktıkça, emperyalizme ve tekellere karşı olanların, bunlara da karşı çıkmak durumunda olacakları söyleniyordu. Teorik bir kabul üzerinde ısrar edilmiyor, tartışmalar sürdürülmekle birlikte, sorun sosyal pratiğe, olguların açılıp serpilmesine, kendilerini belirgin biçimde ortaya koyusuna bırakılıyordu. Emperyalizme ve tekellere karşı olanların, devrimcilerin Sovyet ekonomisinin kapitalist niteliğinin teorik olarak kavradıkça ya da pratikte gördükçe, ona karşı çıkacağı varsayılıyordu. Gorbaçov’la birlikte içine girilen süreç Sovyet kapitalizminin çeşitli yönlerini yadsınamayacak olgularla ortaya koydukça, devrimciler, Yeni Çözüm, pratik bir olgu olarak kapitalizmin restorasyonunu eleştirmeye başladı. Olgular kendilerini dayatıyordu. Ve devrimcinin eleştirmek ve mücadele etmekten başka yolu yoktu.
Yeni Çözüm’ün iki zaafı, olguların bugünkü belirginliğiyle henüz ortaya çıkmadığı, sorunun görece karmaşık olduğu, teorik çözümlemenin önem kazandığı, bunun için de ideolojik saflık ve uyanıklığın belirleyici olduğu dönemde, eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonu sorununu teorik olarak çözümlemekte yetersiz kalması ve ikincisi, bu zaafının bugün de önemli ölçüde sürdüğünü göstermek üzere, kapitalist restorasyonu Gorbaçov sonrası inkar edilmeyecek kapitalist olgu ve görünümlerin ortaya çıkmasına ağlı olarak, bu olgulardan hareketle ve kuşkusuz gecikmiş bir restorasyon olarak açıklamaya yönelmesidir.
Bu zaaflara yol. açan iki teorik yanılgı şunlardır: Üst yapı ile alt yapı arasındaki ilişkiler ve ikisinin birbirinden kopmazlığı üzerine, birinden birini küçümsemenin neden olacağı olumsuz sonuçlar üzerine yazmalarına rağmen Yeni Çözüm’e yazanlar, sosyalizmde üst yapının, ideolojinin, politikanın, partinin, onun Marksist-Leninist ilke, değer ve görüşlere sahip olup olmamasının, partinin Marksist ya da revizyonist bir çizgiye sahip olmasının, üst yapının temel öğesi olan devletin bürokratik militarist bir aygıt olarak mı yoksa silahlı işçi ve köylülerin örgütlenmesi olarak mı var olduğunun önemini küçümsüyorlar. Aslında genel teorik konuşta bu sorunların önemini pek de küçümsemiyorlar; soyut olarak önemlerini vurguluyorlar, örneğin parti öğretisini hemen hemen tamamıyla doğru olarak savunuyorlar, (yeni sömürgelere özgü parti özgünleştirmesi dışında ki bunda da silahlı mücadelenin her koşulda temelliği ve Lenin’in “Bir Yoldaşa Mektup’taki genel kuramsal koyusunu savunmayı dogmatizm olarak niteleme bir yana, kökten bir yanlışlık içinde değiller), partinin tekliği ve önder rolünü önemle ortaya koyuyorlar, proletarya diktatörlüğü öğretisini kabul etmeden
Marksist olunamayacağını söylüyorlar, şunları yazıyorlar örneğin:
“Proletarya diktatörlüğü Marksizm-Leninizm’in temelini oluşturur. Marksizm-Leninizm’den bu teori çekip alındı mı Marksizm Leninizm çöker. Ve proletarya diktatörlüğünü kabul etmeyen bir ‘Marksizm’ Marksizm’den başka her şeydir. Ancak sınıflar mücadelesin kaçınılmaz olarak proletarya diktatörlüğüne kadar götürenler Marksist’tir. Dolayısıyla hem proletarya diktatörlüğünü yadsıyan, hem de sosyalistliği kimseye bırakmayanlarla tartışma, sosyalizmi sosyalizm yapacak çözümlerin tartışıldığı Marksistler arası bir tartışma değildir.” (Y. Çözüm. Ekim)
Bu pasajda söylenenlere kelimesi kelimesine katılıyoruz. Söylenenler tümüyle doğru. Ama burada söylenenleri, Gorbaçov’la O’nun revizyonist Sovyetler’ine, Polonya’ya, Macaristan’a, bu ülkelerde kapitalizmin restorasyonu tartışmalarına uygulamak gerekiyor.
Gorbaçov’un ve hele Polonyalı ve Macar revizyonistlerin proletarya diktatörlüğü konusundaki görüşleri biliniyor. Bu durumda Gorbaçov’la Polonyalı ve Macar revizyonistlerin, Çinlilerin ve diğerlerinin Marksist olmadıkları konusunda Yeni Çözüm’le anlaşma halinde olmalıyız. Onlarla tartışmanın Marksistler arası bir tartışma olmadığı ve yine onlarla sosyalist çözümlerin tartışılmayacağı konusunda da anlaşma halinde olmalıyız. Ama Yeni Çözüm’ün Eylül ve Ekim sayılarındaki anılan yazılarda Sovyetler, Polonya, Macaristan, Çin… tümü sosyalist ülkeler olarak nitelendiriliyor. Katolik başbakanlı Polonya ve Stalin’den sonra Lenin’in de Heykellerini kaldıran (bkz. Sabah, 25 Ekim 89, s.12), adından “halk” sözcüğünü bile çıkararak, ülkede kızıl yıldız bırakmayan, partinin feshedildiği Macaristan bile hala sosyalist sayılıyor. Y. Çözüm, “Polonya, Macaristan, Çin, Sovyetler Birliği, henüz hiç biri kaybedilmiş değil” diyor. Anlayabiliyoruz: Y. Çözüm restorasyonun bir günlük bir iş değil, süreç olduğu düşüncesinde, bu doğrudur da. Ama süreç bugün başlamıyor ki! Bu süreç örneğin Macaristan’da partinin feshedildiği gün başlamış kabul edilirse, bu, sonu bile başlangıç kabul etmenin çok ötesindedir. Orada süreç çoktan tamamlandı, şimdi Macaristan yeni bir süreci yaşıyor, üzerinde de süs olarak duran “sosyal”lik ve “halk” içinlik yüklerinden de kurtuluyor, O’nu artık “sosyal’li sıfatlarla tanımlamak da gerekmiyor, liberalleşiyor, revizyonizmi bile terk etme sürecinde, dolaysızca burjuvalaşıyor, batılılaşıyor. Yeni süreç, bu. Ama bu, kapitalizmin restorasyonu sürecinin devamı bir yeni süreçtir, batılılaşma, kapitalizmin özel bireysel mülkiyet temellerine oturma sürecidir. Son gelişmelerle ortaya çıkan olgular restorasyon sürecinin başlangıcını belirten olgular olarak kabul edilirse, sorun açıklanamaz olur.
Proletarya diktatörlüğü savunulmadan Marksist olunamaz doğrusu, Macaristan hala sosyalist varsayılırsa anlamsızlasın Adamlar kendileri Macaristan’ın bir proletarya diktatörlüğü devleti olmadığını açıklıyorlar ve onu çağrıştıracak en küçük bir belirti ve görüntüyü bile söküp parçalıyorlar; ülkede birden çok parti var ve bir burjuva parlamento kuruldu, partinin önder rolü reddedildi, adı komünist olan parti feshedildi, artık partiler fabrikalarda örgütlenemeyecekler, bu yasallaştırıldı. Macaristan’da hala proletarya diktatörlüğü mü var? Varsa, kim uyguluyor? Aracı olan parti yok, Sovyetlerin yerini burjuva bir parlamento almış, teorik olarak bile savunanı yok, pratikte zaten kimse savunmuyor, bu durumda proletarya diktatörlüğü kime dayanıyor? Egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya demek proletarya diktatörlüğü. Peki, proletarya egemen sınıf olarak nasıl örgütlü? Partisi bile yok. İktidar organı Sovyetler yok. Bugün Macaristan’da proletarya örgütlü bile değil, bir siyasal örgütü bile yok. Bırakalım egemen sınıf olarak örgütlenmeyi, egemen olmayan bir sınıf olarak bile örgütlü değil Macaristan işçileri. Orada proletarya diktatörlüğünden söz edilebilir mi? Macaristan’da artık proletarya diktatörlüğü teorisi çarpıtılmakla, üstü açık ya da kapalı reddedilmekle kalmıyor, iş bu noktayı aştı çoktan, tüm olguların gösterdiği gibi pratik olarak da tümüyle ortadan kaldırılmış durumda. Ve hala “Macaristan kaybedilmedi” demek doğru olur mu? Kaybedildiği demek için teorik olarak “sosyal emperyalizm” tezini kabul etmek de gerekmiyor. Olgular yeterli. Pratik bunu kanıtlıyor.
Ya Polonya… Katolik başbakanlı, çok partili, parlamentolu proletarya diktatörlüğü olur mu? Yeni Çözüm olmaz diyor: “Proletaryanın sosyalizmde iktidarı hiçbir parti ile paylaşamayacağı gerçeğine karşın çok partililiği savunmak; proletarya demokrasisine değil, burjuva demokrasisine doğru adım atmaktır.” Ama Polonya’da iş çok partililiği savunmakla da kalmıyor, çok partililik fiilen uygulanıyor ve kendisini liberal, dinci, sosyal demokrat akımları içinde barındıran bir siyasal güç olarak tanımlayan Dayanışma’nın hükümeti var Polonya’da, başında bir dinciyle. Katolik başbakanıyla Dayanışma mı uyguluyor proletarya diktatörlüğünü? Proletarya egemen sınıf olarak nerede örgütlü? Muhalefette mi? Ama muhalefette egemen sınıf olarak örgütlenilemez. Muhalefetteysen egemen değilsin demektir. Süreç mi? Henüz hükümete rağmen devlet organları egemen sınıf olarak örgütlü olan proletaryanın elinde mi? Nerede? Nerede örgütlü Polonya proletaryası? Orduda mı? Başka güç merkezlerinde mi? Bürokraside mi? Ama proletarya diktatörlüğü militarizm ve bürokrasi demek değil ki. Partisi önderliğinde, iktidarı, onun organı Sovyetlerde elinde tutan silahlı işçilerin örgütlülüğüdür proletarya diktatörlüğü. Yeni Çözüm savunduğu proletarya diktatörlüğü öğretisi uyarınca Macaristan ve Polonya’yı proletarya diktatörlüğü devleti ve dolayısıyla sosyalist ülke olarak görmemelidir, görmemesi gerekir. Aksi durumda bir çelişki ortaya çıkacaktır.
Bugün artık olgular da Macaristan ve Polonya’nın -daha henüz Sovyetler Birliği’nde işler bu ikisinde olduğu kadar olgusal olarak ayan beyan görünür olmadığından, O’nun adını anmadık- sosyalist olmadığını gösteriyor. Yeni Çözüm proletarya diktatörlüğü olmadan bu ülkelerin sosyalist olduklarını söyleyemeyecektir. Ama neden hala sosyalist diyor? Bunu açıklamak pek kolay değil.
Yeni Çözüm pek uzak olmayan bir gelecekte bu ülkelere sosyalist demekten vazgeçecektir. Onun bunu demesi için bir kaç yeni olgunun daha ortaya çıkması yetecektir. Çünkü genel yaklaşımı bunu ortaya koymaktadır. Daha uzun süre 6u ülkeleri sosyalist ülkeler olarak tanımı kendisiyle çelişmesi demek olacaktır. Yeni Çözüm, Avusturya’dan pek farklı olmayan Macaristan’a daha uzun süre sosyalist de-meye devam edemez. Etmeyecektir.
Bizim ona eleştirimiz ya da kapitalist restorasyon sorununda Yeni Çözüm’ün teorik yanılgısını sosyalist ülkelerde üst yapının, ideoloji ve politikanın, partinin rolünü, aksini yazmasına rağmen pratikte küçümsemesidir. Y. Çözüm genel olarak yazdıklarında doğru şeyler yazıyor: “Sosyalizmi yaratacak, koruyacak olan parti ve onunla bütünleşmiş kitlelerdir. Burada kültür devriminin sosyalizm koşullarında, proletarya diktatörlüğü altında insanları dönüştürmek ve yüzlerce yıllık geçmişin gerici, bireyci ve yoz ilişkilerinden, alışkanlık ve düşüncelerinden kurtarmak, kapitalizmden zorunlu miras kalan üretim ilişkilerinin yerine kolektif üretim ilişkilerini geçirip üretim güçlerini geliştirmesinin önemi ortaya çıkıyor. Burada insanları kapitalizmin hastalıklarından kurtarmanın ve yeni bir kalıba dökmenin, üretici güçleri geliştirecek dinamiğin en çok üretim ilişkileri olduğu gerçeğinin, ama her şeyden önce sosyalist insanın ve proletarya diktatörlüğünün motor gücü partinin, her dönem kitleleri bu dönüşümleri sağlayacak şekilde harekete geçirecek doğru bir politikaya sahip olmasının zorunlu olduğu anlaşılıyor.” Burada yazılanlara da tümüyle katılıyoruz. Önce aktardığımız Yeni Çözüm’ün proletarya diktatörlüğünü savunmadan Marksist olunamaz yönündeki doğru düşüncesiyle birlikte ele alındığında şu sonuca varmak mümkün arkadaşların yazdıklarından: proletarya diktatörlüğünü savunmayan ve dolayısıyla Marksist olmayan bir partinin sosyalizmin inşasında ve yeni sosyalist insanı yaratmada, sosyalist üretici güçlen geliştirmede kitleleri sürüklemesi ve sosyalizm yolunda yürümesi mümkün değildir. Parti bu amaçlara ulaşmak ve sınıfsız toplum hedefine yürümek için zorunlu olarak doğru politikalara sahip olmalıdır. Ve doğal ki en başta da proletarya diktatörlüğü öğretisini savunmalıdır.
Peki, biz neden sosyal emperyalizm teorisini savunduk, Sovyetler Birliği’ni sosyal emperyalist, kapitalist bir ülke olarak niteledik, kehanette mi bulunduk, eski sosyalist ülkelerde bugün yaşanmakta olanları artık devrimci olan hiç kimsenin reddedemeyeceği olgularla ortaya çıkan kapitalist gelişmeyi nasıl öngördük? İki basit gerçekten hareket ettik. Birincisi, doğru politikalardan sapan, proletarya diktatörlüğünü savunmayan, Marksizm’in tüm temel tez ve öğretilerini reddeden, Proletarya diktatörlüğü yerine “bütün halkın devleti”ni, “barış içinde bir arada yaşama” adına dışta emperyalizmle uzlaşma ve işbirliğini, “barış içinde yarışla dışta emperyalistlerle” rekabet ve içte “üretici güçler” teorisine uygun olarak sınıf mücadelesinden koparılmış, sosyalist amaçlarından uzaklaştırılmış bir ekonomik gelişmeyi, “barışçıl geçişle devrimlerin reddini, enternasyonalizme ihaneti vb vb. savunan partilerin Marksist olamayacakları, bu partilerin proletarya diktatörlüğünün aracı ve yönetici gücü olmalarının olanaksız olduğu ve Marksist politikalar izlenmeden işçi ve emekçi kitlelerin böyle partiler tarafından ve onlar içinde egemen sınıf olarak örgütlenemeyecekleri ve proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenemediği ülkelerin sosyalist ülkeler olarak nitelendirilmesinin olanaksızlığı düşüncelerinden hareketle teorik olarak kapitalist restorasyon görüşüne vardık. İkincisi, ekonomiye ve üretim ilişkilerine ilişkin revizyonist yaklaşımlar ve bunların uygulanmasıyla ortaya çıkan olgulardan hareketle bu ülkelerde kapitalist restorasyonun baş gösterdiğini ortaya koyduk.
Doğru politikalar izlenmeden, doğru bir ideolojik hatta sahip olmadan, sınıf çıkarlarının gerektiği yokla yürünemezdi, sınıf sosyalist inşa ve yeni insanın yaratılması yolunda harekete geçirilemezdi, proletarya diktatörlüğü öğretisi savunulup uygulanmadan ne Marksist olunabilirdi, ne sosyalizm yolunda yürünebilirdi, savunulup uygulanan proletarya diktatörlüğü olmayınca bir ülke sosyalist olamazdı. Proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi eğer teoride reddediliyorsa, pratikte sınıfın egemen sınıf olarak örgütlenmesi ve bu örgütlenmesinin sürmesi olanaksızdı ve ne birden fazla Marksizm vardı ne de proletaryanın Marksizm’den başka yol göstericisi ve sınıf çıkarlarının ifadesi. Proletarya Marksist bir parti içinde örgütlü değilse kendi diktatörlüğünü sürdüremez, partisinin önderliği olmadan diktatörlüğünü gerçekleştiremez ve sosyalizm yolunda yürüyemezdi. Doğru politikalar, Marksist politikalar proletaryanın sınıf çıkarlarını yansıtır, yanlış politikalar, revizyonist politikalar ise bu çıkarları yansıtmazdı, bu politikaların proletarya dışında başka sınıf temellerinin olması kaçınılmazdı, çünkü hiç bir politika, hiç bir ideolojik tutum maddi bir temele, bir sınıf temeline sahip olmazlık edemezdi. Ve eğer proletaryanın politikaları, Marksist politikalar, bizzat silahlı işçiler tarafından uygulanmıyorsa, iktidarda bir başka güç, bir başka sınıf var demekti. Bu sınıf hangisiydi?
Herhangi bir parti geçici olarak yanlış politikalar da uygulayabilirdi. Evet bu mümkündü. Ama birincisi, bu yanlışlık, bir “yanlışlıklar” sistem) oluşturamazdı. Sistemli bir yanlışlık, bir başka çizgi, değişik bir sınıf temeline sahip başka bir sınıf çizgisi, değişik bir ideolojik-politîk sistem demekti. Marksizm dışı bir sistem ise proletaryanın olamazdı. Sosyalist bir ideolojik-politik sistem, Marksist bir çizgi olmadan sosyalist üretim ilişkileri geliştirilemezdi, geliştirilmiş olanlar korunamazdı, yerinde bile sayamazdı, bu ilişkilerde tahribat, sosyalist ilişkilerin bozulması ve giderek parçalanıp yıkılması kaçınılmazdı.
Burada ikinci gerçeğe geliyoruz. Üretim ilişkilerine ilişkin revizyonist politikalar ve revizyonist politikaların üretim ilişkilerinde yol açtığı tahribat ve bozulmalar. Kruşçev’le birlikte sosyalist inşanın temel düzenleyicisi ve sosyalist ekonominin ayırt edici bir özelliği olan merkezi planlama işlevsizleştirildi, işletmelere özerklik tanıyarak, işletme müdürlerinin karar verme yetkileri merkezi planı ilgilendiren boyutlara taşınarak. Bu, her işletmenin kendi özgülünde ve kendi (yani yöneticilerinin) çıkarları temelinde kararlar alması, üretim sürecine gittikçe bağımsızlıkları artarak ve başka inletmelerle rekabet içinde, başkaları karşısında kendi kârlarını gerçekleştirmeye ve artırmaya yönelerek katılmaları demekti. İki anlamı vardı: işletmeler piyasaya açılıyordu, piyasa koşulları işletmelerin üretimlerini ve satışlarını önce etkiler ve giderek belirler oluyordu, bu, ürünlerin ve işgücünün metalaşması ve kâr ilkesinin düzenleyici rol oynaması anlamına geliyordu. Ve ikinci anlamı, sosyalist kolektif mülkiyetin grup mülkiyetine, “özyönetimci” ya da başka kılıflar altında sunulan ayrı ayrı işletme vb. mülkiyetine (kuşkusuz karar yetkisine sahip müdür, bürokrat, teknokrat vb mülkiyetine -önceleri zillyetliğine-) dönüştürülme yönünde bozulmasıydı. Kolektif sosyalist mülkiyetin dağıtılması politikası, yalnızca kâr ilkesi, piyasa ekonomisi ve işletme özerkliğinin geliştirilmesini öngören Liberman reformları aracılığıyla yürütülmedi; Kruşçev işbaşına geldiğinin ikinci yılı, 1957’de tarımda devlet mülkiyetini darbeleyen ve tarımı yönlendirici temel bir mekanizmadan yoksun bırakan önemli bir adım atarak sosyalist mülkiyetteki makine traktör istasyonlarını dağıttı, bu temel üretim araçlarında devlet mülkiyetine son vererek onları kolhozlara aktardı. Kolhozlar ise zaten grup mülkiyeti birimleriydi ve ekonominin genelindeki özerklik artırımı, piyasa koşulları, kâr ilkesi ve rekabet onlar açısından daha da geçerli ve etkili oldu. Maddi teşvik, primler vb. işgücünün metalaşmasında bir kaldıraç rolü oynadı.
Bu ve benzeri ekonomik politikalar ve üretim ilişkilerindeki bozulmalar kapitalist restorasyon teorisinin gelişmesinde bir diğer hareket noktası oldu.
Henüz başlarda, Gorbaçov öncesi Batı kapitalizmi yönünde ilerleme açıkça görüntüleriyle ortaya çıkmadığından, sosyalist ilişkilerin bozulmasıyla eski sosyalist ülkeler ekonomileri başlıca devlet mülkiyeti ve grup mülkiyetine dayandığından bu ülkeler açısından dana çok devletin niteliği sorunu önem kazanıyordu. Devletin ve izlenen politikaların sınıf niteliği. Proletarya diktatörlüğünü ve herhangi bir temel Marksist ilke, tez ve öğretiyi savunmayan, kâr ilkesini, piyasa ekonomisini, merkezi planlamadan uzaklaşmayı ve onun düzenleyici rolünü yok etmeyi, kolektif sosyalist mülkiyeti çözmeyi ve dağıtmayı öngörüp gerçekleştiren, Marksist olmayan bir partinin yönetimindeki, proletaryanın egemen sınıf olmaktan çıktığı bir devletin sınıf niteliği ne olabilirdi? “Revizyonizm son tahlilde burjuva ideolojisidir” tartışmaları bu temelde ortaya çıktı. Tüm bu Marksist olmayan politikalar ve Marksizm’den uzak devlet proletaryanın olamazdı, ama henüz Gorbaçov sonrası olduğu gibi açık burjuva kategori ve normlar da belirgin olarak ortaya çıkmamıştı. Proletaryanın olmayan devlet, burjuvazinindi ama henüz burjuvazi Batı burjuvazisinden farklıydı. Çünkü eski sosyalist ülkelerde kapitalizm doğal gelişme yolunu izlemiyordu, feodalizmin bağrından çıkıp gelmiyordu. Sosyalist ülkelerde, sona ermekten uzak “sosyalizm mi kapitalizm mi” çatışması sosyalizm aleyhine gelişip sonuçlanıyor ve kapitalizm, bir kez sosyalizmin inşasına girişilmiş ülkelerde yeniden ortaya çıkıyor, bir restorasyon gerçekleşiyordu. Bu sürecin özellikleri olacaktı. Sosyalist biçimler altında, sosyalizmin kalıntılarının bir süre yaşayacağı, örneğin merkezi planlamanın hemen bir gecede ortadan kalkamayacağı bir kapitalist süreçti başlayıp gelişen. Önemli ölçüde kolektif kapitalizm olarak gelişti, devlet kapitalizmi olarak var oldu. Ama mülkiyetin kolektif kapitalist karakterinden, merkezi planlamanın işlevsizleşmesine rağmen biçimsel olarak sürmesine dek uzanan sosyalizmin biçimsel kalıntıları sorunu karmaşıklaştırdı, gelişmenin ve bu ülkelerin niteliğinin kolaylıkla görülebilmesini engelledi. Bunda, revizyonizmin Demagojisi ve yarattığı ideolojik bulanıklığın da rolü oldu.
Yeni Çözüm’ün kapitalist restorasyon sorununa yaklaşımında ikinci teorik yanılgısı da bu noktadadır. Arkadaşlar kapitalizm denince yalnızca Batı türü bireysel özel mülkiyete dayalı kapitalizmi anlıyorlar, devlet kapitalizmini, bu, hele eski sosyalist ülkelerde doğal olarak kalıntı sosyalist biçimlerle bezenmiş ve üstü örtülmüşse tanımlamıyor ve kapitalist restorasyonu devlet kapitalizmine yerini bırakmak üzere sosyalist mülkiyet ilişkilerinin dağıtılmasıyla değil, açık burjuva özel bireysel mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkmasıyla başlatıyorlar.
Alt yapıda özel bireysel mülkiyet ilişkileri olgusal olarak görünür olmadan, partiyi revizyonizm ele geçirmiş olsa da, revizyonistler proletarya diktatörlüğünü savunmasa ve çok partililiğe varana dek sistemli anti-Marksist tezlerle, sosyalist mülkiyete yönelik saldırılarla Marksizm’e ve sosyalizme saldırsalar da, saldırılarda bulunanları revizyonistlikle eleştirmekle yetiniyor, ama onlara komünist, yönetimlerinde oldukları ülkelere de sosyalist demeye devam ediyorlar. Yeni Çözüm Eylül sayısında Polonyalı revizyonistler Dayanışma hükümetine, kapitalist restorasyona zemin hazırlamakla öylesine sert eleştiriliyor ki, bu revizyonistlere komünist dememek gerekiyor artık. Ama Y. Çözüm aynı yazıda sürekli “Polonyalı komünistler” öznesini ya da terminolojisini kullanıyor. Diğer şeyler bir yana, proletarya diktatörlüğünü savunmayanın Marksist olamayacağını Y. Çözüm’ün kendisi söylüyor. Marksist olmayan komünist yoktur ve olmaz kuşkusuz. Aksi halde “çok kanatlı”, partici, “çoğulcu sosyalizm’ci bizdeki sahte “birlikçiler” de komünist olmak gerekir. Onlar birden çok Marksizm yorumu olabileceğini ve bu farklı yorumu yapanların tümünün komünist olduklarını söylüyor, proletarya diktatörlüğünü reddetmelerine rağmen kendilerini komünist varsayıyorlar. Ama ne “bizimkiler” ne de Polonyalı revizyonistler komünisttirler. Yeni Çözüm genel tutumunu reddetmeden “bizimkilere” komünist diyemez, demiyor, Polonyalılara da dememelidir. Bu kendi kendini inkâr olur.
Yeni Çözüm iki hatalı teorik yaklaşımdan hareketle ortaya koyduğu kapitalist restorasyon teziyle eski sosyalist ülkeler gerçeğini açıklamakta çelişkilere düşüyor, zorlanıyor.
Y. Çözüm, “Gorbaçov’un… ekonomik, politik reformlarla kapitalist unsurları sosyalizme yamamasını, “aynı yoldan daha önce yürümeye başlayan Deng’in piyasa ekonomisi(ni) ve bireysel zenginleşmeyi toplumsal zenginleşmenin önüne koyması”nı, “Çin’in kapılarını emperyalistlere ardına kadar açması”nı olgusal olarak saptıyor ve eleştiriyor, ancak bu politikaları izleyenlerin Marksist ve komünist olmadıklarını, bu tür revizyonistlerin yönetimindeki, onların özel mülkiyetçi, piyasa ekonomisi ve kâr ilkesini yerleştirici, merkezi planlamayı yok eden, çok partili çoğulcu pratik uygulamalarıyla “sosyalizmlerinin sosyalizm olmadığını, kapitalizm olduğunu söylemiyor. Bu revizyonistlerin Marksist olmaması, başında oldukları ve kapitalizmi tüm yönleriyle ve hem de artık yasalaştırarak pratik olarak uygulamaya koydukları ülkelerin sosyalist olmaktan çıkması için daha ne gerekiyor?
Y. Çözüm, “sosyalizmin sorunları kapitalist yöntemlerle çözümlenemez” diyor, doğrudur. Ama eğer sorunların çözümünde kapitalist yöntemler kullanılıyorsa, ki kullanıldığını o da söylüyor, bu yöntemleri kullananlar kimler olabilir, sosyalistler mi revizyonist burjuvalar mı; ve kapitalist yöntemlerin, öyle arızi, yanlışlıkla gelip geçici ve belirli bir alana özgü olarak değil de genel, tüm ülke ve sektörleri kapsayan sistemli bir uygulaması söz konusuysa, bu politika ve uygulamalar hukuksal olarak kesinleştirilip yasalara bağlanmışsa bunlarla çözümlenmeye çalışılan sorunlar neyin sorunlarıdır? Sosyalizmin mi kapitalizmin mi? “… sorunların çözümünde sosyalistlerin kapitalizmden alacakları bir şey yoktur, olmamalıdır da” diyor arkadaşlar, katılıyoruz, ama ya oluyorsa? Bu durumda her şeylerini kapitalizmden alanların sosyalistliği kalır mı, bu yöntemlerin genel bir uygulama alanı haline getirilen ülkeler hala sosyalist olabilir mi? Arkadaşlar kalabileceği ve olabileceği düşüncesindeler, kapitalist restorasyonu bir süreç olarak görüyor ve henüz sonuçlanmadığını varsayıyorlar; “Marksist Leninist politikalar terk edilerek sosyalizm dışı yöntemlerle sosyalizmin sorunlarına çözüm aramak, bir ülke Marksist-Leninistlerini ancak sosyalizm imajını olumsuzlaştırmaya götürür” diyorlar. Ama revizyonistler sosyalizm “imajını” çoktan olumsuzlaştırdılar, Polonya’da işçiler Sovyetlerde tüm ulus ve milliyetler, tüm eski sosyalist ülkelerdeki emekçiler onlar sayesinde sosyalizmden nefret etmeye koyuldular, bu durum revizyonistlerin bu tahribatı Marksistlerin önüne dev bir sorun koydu, gerçek sosyalizmi yeniden işçi ve emekçilere götürmek, onları yeniden kazanmak sorununu.
Artık olan, “imajın” değil, doğrudan nesnenin olumsuzlaştırılmasıdır, sorun, olumsuzlaştırılan imaj değil, yok edilen nesne sorunudur, bu ülkelerde sosyalizmin nesnesi yok edilmiştir. Özel mülkiyetçi sosyalizm olur mu? Revizyonistler henüz şimdilik olabileceğini ve olduğunu ileri sürüyor, özel mülkiyetçi kapitalizmi bile sosyalizm olarak sunuyorlar. Macaristan ve Polonya’da bu sınır aşıldı, artık sosyalizm lafı dahi edilmiyor, artık sosyalist olunmadığı açıklanıyor. Piyasacı özel mülkiyetçi, kârı hareket ettirici dürtü olarak yerleştirilen revizyonistlerin demagojilerini açığa çıkarmak, iddialarının doğruluğunu kabullenmemek gerektiği gibi, sosyalizmle bir ilgileri kalmadığını açıklayan örneğin Macarlara zorla “hayır sosyalistsiniz” diye de ısrar etmemek gerekiyor.
Hayır, revizyonistler kapitalist yöntemlerle “sosyalizmin sorunlarını” çözmeye çalışmıyorlar. Onlar ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar. Bu yöntemleri kullanarak çözümlemeye çalıştıkları kapitalizmin sorunlarıdır ve başka türlüsü de olanaklı değildir. Aksi durumda Gorbaçov’un ve diğerlerinin masum hatalar yapmakta olduklarını düşünmek gerekecektir. Ama bu olur mu? Sorun, Stalin zamanında görülebilen örneğin pamuk fiyatının ya da un ile ekmeğin göreceli fiyatlarının yanlış saptanması gibi özel, tekil ve önemsiz, genel doğrular çerçevesinde çözümlenebilecek, düzeltilebilecek hatalar sorunu değil. Sistem sorunu. Genel bir sorun. Tüm sektörleri, tüm ülkeyi kapsıyor. Ülke ekonomisi kâr ilkesi temelinde, piyasa koşulları çerçevesinde işliyor. Revizyonizm, Kruşcev’den bu yana bunu “başardı”, bu “başarıları” “hata” olarak görülebilir mi? Y. Çözüm, “sosyalistler hatalarından kurtulmak ve eksikliklerini kapatmak için sosyalist dünyadaki tüm deneyleri, değişmeleri eleştirel bir gözle incelemelidirler” diyor. Bu, bizler için söz konusu olabilir, revizyonistler için, Gorbaçov ve Deng için değil. Ne “hata”sı? Gorbaçov ve Deng’in yaptıkları hata olarak görülebilir mi? Eğer “hata”dan söz edilecekse, onların tüm tutumları hatalıdır, hayatları, tüm uygulamaları hatadır, doğru olan bir yanları yoktur. Ve sınıfların çarpışma alanı, sınıf mücadelesi hata kabul etmez, hatalarla açıklanamaz. Her “hata”nın bir maddi temeli, sınıfsal dayanağı olması kaçınılmazdır. Özel mülkiyetçiliğin, piyasacılığın, karalığın madde temeli ise kapitalizmdir; sınıfsal dayanağı proletarya olamaz, burjuvazidir, bürokrat-teknokrat ya da sıradan burjuvazi.
Şunu söyleme sorunu tersine koymaktır: “Kapitalist dünyadan alınan yöntemlerle sosyalist ilerlemenin önündeki engellerin aşılacağı sanılırken, yeni engellerle karşılaşıldı.” Hayır, arkadaşlar, Gorbaçov ve diğerleri kapitalist yöntemleri uygulamaya koyarlark1 en, kesinlikle “sosyalist ilerlemenin önündeki engelleri” aşacaklarını sanmıyorlardı. Onlar bu derece ne, yaptığını bilmeyen, partiyi ve ülkeyi kimin için ve ne için yönettiklerini bilmeyen ve yönetime hasbelkader gelmiş mecnunlar değillerdir. Eski sosyalist ülkelerde amansız bir sınıf çatışması yaşandı ve bir taraf üstünlük sağlayarak bir yola girildi, bu yola uygun yöneticiler başa geçirildi, nesnel olarak bu olmak durumunda ve zorundaydı. Gorbaçov, Deng ve diğerlerine haksızlık yapılmamalıdır; onlar ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar, politikalarını yıllar süren sınıf mücadelesi içinde sınadılar, Deng üç kez düşüp kalktı, Gorbaçov dört başı mamur bir ekonomik-politik programla geldi ve dakika geçirmeden özel mülkiyetçi kapitalist reçetelerini uygulamaya koydu, onlar ve diğerleri, başka şeyler “sanan”lar olarak tanımlanabilir mi? Sistem onların uygulamalarına uygun koşullar sağlamasa, uygulamalarının güçlü sınıfsal dayanakları ve maddi temelleri olmasa yanlış “sanı” ve “hayalleri” kaç gün yönetimde kalabilirlerdi? Onlar kapitalizme, burjuvaziye dayandıkları, uyguladıkları kapitalist yöntemlerle onların sorunlarını çözümlemeye-çalıştıkları için yönetimdedirler ve yönetimde kalabiliyorlar.
Y. Çözüm Polonya özelinde de bu sorunu yanlış koyuyor. Dayanışmayı hükümet yapan tarihsel gelişme irdelenirken bir dizi doğru şey de söyleniyor ama kurguda aksayan bir yön var. “Gomulka başlıca üç alanda ‘reform’ yaptı. Bürokrasi yumuşatıldı; işletme müdürlerine daha çok inisiyatif tanındı; kooperatifler büyük oranda dağıtıldı. Böylece sosyalist üretim ilişkilerinin temel öğesi olan mülkiyet ilişkileri büyük bir darbe yiyordu. Gomulka dönemi, Jack Kuron’un deyimiyle bir ‘istikrar dönemi’ydi. Bu istikrar, kitlelerin kendiliğindenci, gerici özlemlerine taviz verilmesiyle, kolektif mülkiyetin kırlardan sökülüp atılmasıyla sağlanmıştı. Eğer geriye doğru atılan bir adım ileriye doğru atılacak adıma ivme kazandıracaksa, elbette geriye doğru atılan adım taktik olarak doğrudur. Aksi halde Polonya’da olduğu gibi geriye doğru atılan adımların durduğu yer Dayanışma iktidarı olur.” deniyor. Kuşkusuz doğrular var söylenenlerde. Ama merkezi planlamadan işletme müdürlerine inisiyatif tanınarak -bu piyasa koşulları, kâr ilkesi ve rekabet demektir- vazgeçilmesi ve kırlarda kolektif mülkiyetin dağıtılmasının sosyalizm çerçevesinde ele alınması özel mülkiyet ile sosyalizmin bağdaştırılabilmesi izaha muhtaç olarak kalıyor. Ve önemli bir yanlış bu anti sosyalist adımların kitlelerin kendiliğindenci gerici özlemleriyle açıklanmasıdır. Gericiliğin kaynağı kitleler değildir, olamaz, onların sınıfsal çıkarları ileriden, sosyalizmden yanadır, bilincinde olsunlar ya da olmasınlar. Onlar eğer gerici özlemlere sahipseler, bu gericilik kitleler dışında bir başka kaynağa, gerici bir kaynağa sahip olmalıdır. Burjuvazi gibi bir kaynağa. Ve zaten kendiliğindenciliğin de anlamı, proletaryanın, emekçilerin kendi sınıf çıkarlarının gerektirdiği politikaların değil, kendi dışındaki sınıflardan birinin örneğin burjuvazinin politikalarının peşinden gitmesidir. Polonya’da da bu olmuştur. Gomulka burjuva revizyonist politikalar İzlemiş, bu politikaların maddi temeli restore edilmekte olan ve edilen kapitalizm olmuş, sınıfsal dayanağını ise proletarya dışı sınıflar, sosyalizmden geri dönüş içinde burjuvalaşan işletme müdürler, teknokratlar, parti ve devlet yöneticisi bürokratlar sağlamıştır.
Burada Marksist kavramlarla geri çekilme taktiği üzerinde durmaya yer olabilir mi? Proletarya diktatörlüğünü reddeden, kolektif mülkiyete saldıran, merkezi planlamayı işlevsizleştirenlerle ‘Marksist’ler arası bir tartışma yürütülebilir mi? Gomulka’nın kolektif mülkiyetin tasfiyesine girişmesi ve kırlarda onu ortadan kaldırması, Lenin’in NEP uygulamasına benzetiliyorsa, bu açıdan bir geri adım sayılıyorsa, yanlış yapılıyor demektir. Çünkü hem NEP’in özel koşulları vardı ve hem de NEP ile kolektif mülkiyet ilişkileri tasfiye edilmedi, tersine NEP kolektif mülkiyete geçiş için uygulamaya kondu. Polonya’da atılan geri adımın içeriği sosyalizmin yok edilmesidir, merkezi planlaması ve kolektif mülkiyet ilişkileriyle. Bu adımın taktik olarak doğruluğu-yanlışlığı irdelenemez. Sorun bunun ötesindedir. Marksistlerin sosyalizm ve devrim çerçevesinde attıkları adımların taktik açıdan irdelenmesi mümkündür. Polonya’da atılan adım ise, doğruluğu-yanlışlığı değil, kapitalist karakteri saptanmalıdır. Polonya’da kapitalizmin restorasyonu Dayanışmayla değil, Gomulka ile başlamıştır, bugünkü süreç Polonya kapitalizminin batılılaşması, tüm normlarıyla ve kategorileriyle klasikleşmesi,    sıradanlaşması sürecidir. Saptanması gereken budur. Ve kolektif mülkiyet ve merkezi planlamanın tasfiyesi olgusu tespit edilirken Gomulka döneminde kapitalist restorasyon saptaması yapmamak önemli bir teorik yanılgı ve çelişme olarak ortaya çıkmaktadır.
Yeni Çözüm ile temel bir noktada anlaşıyoruz: “… kapitalist dünyanın sözcüleri, ideologları ve bu dünyayla göbek bağı olan aydın bozuntuları, sosyalizmi bir cennet sanıp hayal kırıklığına uğrayan Marksizm dönekleri, hepsi birden ‘sosyalizmin iflas ettiği’ni, ‘Marksizm’in öldüğünü’ haykırıyorlar… Oysa uygulanmayan bir Marksizm-Leninizm ölmezi” Doğru. Uygulanan Marksizm-Leninizm değil revizyonizmdi ve onun iflası Marksizm’in iflasını değil tersine gerekliliğini kanıtlar. Ve yine temel bir nokta: “Sosyalizmin, bütün eksikliklerine, hatalarına, henüz önüne koyup da çözemediği sorunların varlığına karşın, bunlar kapitalizmin yerini alacağı gerçeğini değiştirmiyor.” Sosyalizm diye eski sosyalist ülkelerin sözü edilmiyorsa, onların hatalarından ve önlerindeki sorunların çözümünden bahsedilmiyorsa, ya da böyleyse maksadından bağımsız olarak burada söylenenlere de katılıyoruz. Kuşkusuz, sosyalist ülkelerde kapitalizmin restore olmuş olması sosyalizmin kapitalizmin alternatifi ve onun yerini alacak biricik toplumsal örgütlenme olduğu gerçeğini değiştirmez, tersine çok daha yakıcı kılar. Çünkü kapitalist restorasyon sosyalistlerin, Marksistlerin suçu olmadığı gibi (uyanıklık eksikliği dışında), sosyalizme de bağlanamaz, onun bir devamı değil, alt edilmesidir. Bu gelişme, sosyalistleri daha bir uyanık olmaya, Marksizm’e sıkıca sarılmaya çağırmaktadır. Kapitalizm, proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık üzerine kurulu oldukça, yani devrilmedikçe yerini zorunlu olarak sosyalizme bırakacaktır. Eski sosyalist ülkelerdeki kapitalist restorasyonlar yalnızca tarihin ileriye gidişi içindeki geçici gerilemeler, zig-zaglardır.
Yine bir doğru: “Sosyalizm bir süreç olarak kavranmalı, Polonya’da olduğu gibi revizyonist politika sonuçları sosyalizme mal edilmemelidir.” Elbette. Ancak izlenen revizyonist politikaların Polonya’yı getirdiği nokta da doğru saptanmalı, tüm gelişmelerden sonra hala “Polonya sosyalisttir” diye ısrar edilmemelidir. Aksi durumda revizyonist politikanın sonuçları sosyalizme mal edilecektir. Bundan kaçınmanın yolu, işçilerin defalarca kendisine karşı ayaklandığı bir iktidarı proletarya diktatörlüğü ve o ülkeyi sosyalist olarak tanımlamamaktır. İşçilere, onları ayaklanmaya sevk eden toplumsal koşulların sosyalizm değil kapitalist koşullar olduğunu açıklamaktır. Yoksa işçiler sosyalizmi düşman olarak görmeye, dincilerin, liberallerin peşinden gitmeye devam edeceklerdir.
Burada arkadaşların sosyal emperyalizm teorisine ve onun savunucularına yönelttikleri eleştirilere değinmeliyiz.
Birincisi, Yeni Demokrasi o iddiada, ama biz, “proletarya ele geçirdiği tüm iktidarları birer birer yitirmiştir” düşüncesinde değiliz. Arnavutluk sosyalizmin kalesi olarak durmaktadır ve sağlamdır.
Ancak dünya üzerinde bir ya da bir kaç sosyalist ülke kalıp kalmaması olgusundan bağımsız olarak eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonunu ortaya koymak, Yeni Çözüm’ün dediği gibi, “emperyalistlerin ‘sosyalizm öldü, artık yaşamıyor’ propagandalarına objektif olarak soldan destek vermek” olamaz. Gerçek acı da olsa gerçektir ve gerçeklerin ortaya konması sosyalistleri, Marksistler’i zayıflatmaz, emperyalistlere destek veriyor duruma düşürmez, ancak güçlendirir.
Günümüzde daha kavranır olmaktadır ki, eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonu ve sosyal emperyalizm teorileri, arkadaşların dediği gibi “tepkiselliğin ürünü olan teori kalıntıları” değil tamamen bilimseldir, yeni ortaya çıkan gerçeklerle daha bir kanıtlanmaktadır ve üstelik arkadaşlar da bugün kapitalist restorasyon sürecinden söz etmektedirler ve kapitalist restorasyon teorisiyle sosyal emperyalizm teorisi arasında kopmaz bir bağ vardır. Ve kuşku yok ki, biz bu teoriyi savunmakla, “objektif olarak artık sosyalizmin yeryüzünde yaşamadığını ispat etmek çabasında” değiliz. Anlıyoruz. Yeni Çözüm bunu Yeni Demokrasi için söylüyor ancak biz de bu teoriyi savunuyoruz, yeryüzünde sosyalist olduğunu düşündüğümüz, savunduğumuz, savunacağımız bir ülke olarak Arnavutluk olduğu gibi, diğer sosyalistliği eskide kalmış ülkeleri zorla sosyalist olmaktan çıkarmak için zorlamalara başvurmuyoruz. Neden sosyalizmin yaşamadığını ispatlamaya çalışalım? Keşke başka sosyalist ülkeler olsa da, sosyalizm dünyada daha güçlü bulunsa, biz de onları savunsak. Ama kitap ve olgular bu ülkelerin sosyalist olmadığını ortaya koyuyorsa, tersi bir zorlamayla da bu ülkeleri sosyalist saymak gerçekçi ve doğru olmaz, sosyalistleri güçlendirmez, zayıflatır. Y. Çözüm şöyle yazıyor:
“Günümüzde hiçbir sosyalist ülke yoksa sosyalizm bugüne kadar insanlığa bir umut, bir kurtuluş yolu olamamış demektir. Bunlara göre Çin karşı devrimci, Sovyetler kapitalist, Küba küçük burjuvalar ülkesi vb vb. Ne kaldı geriye? Doğunun ‘özgürlük savaşçıları’, Afganistan mücahitleri, milyonlarca Kamboçyalının öldürülmesinden sorumlu Kızıl Kmerler, Batının gözdesi Dayanışma, Çin’de büyük bir sevinçle karşıladıkları burjuva talepli öğrenci ayaklanması mı?” Söyledik, sosyalist ülke olarak ‘Arnavutluk var, bir. Çin’in, Sovyetlerin ve diğerlerinin karşı devrimci ve kapitalist olduğu doğru. Sosyalizm sürecinde sosyalizme karşı olan, kapitalist yöntemler uygulayan, bu ülkeleri özel mülkiyetçiliğe yöneltenlerin karşı devrimci ve kapitalist olmalarından doğal ne var? Özel mülkiyeti kuranlara sosyalist mi diyelim? Devrimci mi diyelim?
Bu iki. Ve üçüncüsü, başkaları ne diyecekler ne derler, ama biz şimdiye dek, hiç bir zaman ve hiç bir yerde, etkisi sınırlı küçük bir grup olarak bir zamanlar faaliyet gösteren, Amerikalılar ve Afgan dinciliğinden bağımsız duran devrimci bir Afgan grubu dışında Afgan mücahitlerini örnek göstermedik. Onların Amerikan emperyalizmiyle bağlantılarını ve dinciliklerini ortaya koyduk. Hiç bir yerde hiç bir zaman Kızıl Kmerleri savunmadık, onların faşist bir çeteye dönüştüklerini belirttik. Yine Dayanışma’yı desteklediğimiz yazılarımız ya da sözlerimiz gösterilemez. Onu liberal, dinci, milliyetçi, Batı yanlısı olarak niteledik. Ve Çin’deki son ayaklanma… Arkadaşlar şöyle yazıyorlar:
“Çin’in… ‘burjuva diktatörlüğü’ altında bir ülke olarak görülmesinden sonra, yönetime karşı ayaklanmanın niteliği önemli değildir, her halükarda desteklenmelidir! Demokrasi, özgürlük vb. istemleri karşısında ‘kim için’, ‘nasıl’ sorularını sormak, bu hareketleri destekleyen ‘komünistlerimizin, ‘devrimci komünist’lerimizin aklına hiç gelmiyor! İşte bugün Çin’deki ayaklanmayı emperyalizmin yedeğine düşerek destekleyen AEP ve yandaşlarının bu tavrı…”
Başkalarının görüşleri bizi ilgilendirmiyor. Bizim Çin’deki ayaklanma üzerine düşüncelerimiz, Özgürlük Dünyasının Temmuz sayısının 44. sayfasındadır. (Devrimci komünistlerin başka yazılarına da “bakılabilir.) Burada, “kazandırılmak istenen ideolojik siyasal içeriğin ötesinde” tümcesiyle istemlerinden bağımsız tutularak, “Çin’deki ayaklanma, Çin kapitalizmine ve onun pervasız yeni liberal önlemlerle özelleştirilmesinin neden olduğu yoksullaşma ve sefaletin artışına ve genel olarak özgürlüksüzlüğe karşı kitlelerin hoşnutsuzluğunun ve tepkisinin bir ürünüdür.” denmekte, ayaklanmanın ortaya çıkış koşulları ve toplumsal muhtevası
tanımlanmaktadır. Biz hiç bir yerde hiç bir zaman bu ayaklanmayı desteklediğimizi söylemedik, yazmadık. Yalnızca bu ayaklanmanın Çin kapitalizminin çıkmazını ortaya koyduğunu söyleyerek şunları yazdık: Çin’deki olaylar zaten klasik pazar ekonomisinin dizginsizce uygulanması, işgücü dâhil her şeyin piyasada alınıp satılır olması, enflasyonu, işsizliği, krizleriyle kapitalizmin olumsuz sonuçları karşısında ortaya çıkmıştır. Ve Marksizm-Leninizm’in eskidiğini, geçersizleştiğini, sosyalizmin bir çıkmaz olduğunu değil tam tersini, revizyonist örtü altında gizlenmeye çalışılsın ya da çalışılmasın kapitalizmin devrilmesi için Marksizm-Leninizm’in yol göstericiliğinin gerekliliğini ve alternatifin sosyalizm olduğunu gösterdi…” Yani Çin’de sosyalist bir alternatif ortaya çıkmamıştı, desteklenmeye layık bir güç yoktu henüz. Ve bunları “kimin için” ve “nasıl” sorularının yanıtını arayarak yazdık. Aynı Yeni Çözüm’ün sözünü ettiği ayaklanmacıların yayınladıkları liberal bildirilerden ve “hürriyet abidesinden” hareketle istemler ve ayaklanmanın ideolojik-siyasal içeriği üzerine şunları yazdık: “Çin’deki başkaldırı homojen bir hareket oluşturmuyordu. Bir yanda enternasyonal söyleniyor, kızıl bayraklar dalgalandırılıyor, askerlere devrimci propaganda götürülüyor; diğer yanda Amerikan ‘Hürriyet Abidesi’ maketi sembol olarak kullanılıyor, sınıf mücadelesi doktrinine karşı bildiriler dağıtılıyor, Batı ‘demokrasisi’ hayranlığı, liberalizm yanlılığı ve sosyalizm karşıtlığı dile getiriliyordu.” Bizim yazıp söylediklerimiz bunlar. Ve kuşkusuz, Çin’deki ayaklanmayı destekleyerek emperyalizmin yedeğine düşme suçlamasını reddediyoruz. AEP’i de tenzih ediyoruz bundan. Yeri gelmişken bir parantez açıp belirtelim. Bizi tanımlarken “AEP yandaşı”, “AEP çizgisini izleyenler” gibi nitelemeler yerinde değildir. Kuşkusuz AEP’le biz birbirimizin yandaşıyız. Biz ne kadar AEP’in yandaşıysak, AEP de o kadar bizim yandaşımızdır, arada tek yanlı bir bağlılık, bağımlılık yoktur; bunu, birileri birilerinin “şubesi”, “şabloncusu” olarak tarif etme tutumunu benimsemediğimizi belirtmek için söylüyoruz. Biz AEP’in çizgisini izlemiyoruz. Kendi çizgimiz var ve bu çizgimiz AEP’in çizgisiyle uyum içindedir, bundan da şikâyetçi değil memnunuz, ama şurası kesin ki kendi çizgimizi izliyoruz, böyle tanımlanmak isteriz.
Çin’deki ayaklanma dolayısıyla AEP’ye ve bize (ve Emeğin Bayrağı’na) eleştiri yönelten Yeni Çözüm doğru olmayan bir tutum içindedir. AEP ve “yandaşları” diyerek işe girişiyor. “AEP’nin ve Arnavutluk çizgisinin Türkiye’deki savunucularının Çin’e ve son ayaklanmaya bakışlarını öğrenmek için, yalnızca birinin yazdıklarına bakmak yeterlidir. Çünkü üslup farklılıklarıyla hepsi yaklaşık aynı şeyleri söylüyorlar” diyor ve yalnızca Emeğin Bayrağı’ndan aktarmalar yapıyor. Herkesi aynı kefeye doldurarak, üzerine AEP çizgisinin savunucuları diye damga basmak, doğru sonuçlara yol açmıyor. Emeğin Bayrağı ile Özgürlük Dünyası bu konuda farklı tutumlar ortaya koydu çünkü. Emeğin Bayrağı ayaklanmaya destek verdi, biz bunu yapmadık, destek vermedik. Dolayısıyla Emeğin Bayrağı için söylenenleri üstümüze alınmıyoruz. Kendileri için yazılanlara ise gerek görürse Emeğin Bayrağı’ndan arkadaşlar yanıt vereceklerdir.
Tekrar sosyal emperyalizm teorisine yöneltilen eleştirilere dönelim. Y. Çözüm, “günümüzde hiç bir sosyalist ülke yoksa sosyalizm bugüne kadar insanlığa bir umut, bir kurtuluş yolu olamamış demektir.” Ve yine, “Madem 70 yıllık bir geçmişe sahip sosyalizm insanlığa ve emekçi halklara, proletaryaya bir şey veremeden yıkıldı ve yerine yeniden kapitalizm geldi ise, yarın sizin kuracağınız sosyalizmin yaşayacağının ve bir kurtuluş umudu olmasının garantisi nedir?” diyor.
Burada bir kafa karışıklığı göze çarpıyor. Y. Çözüm kendi yazılarıyla, bugün kapitalist restorasyon sürecinden söz etmektedir. Bunun anlamı, bu süreç bugün tamamlanmadıysa bile, en azından teorik olarak tamamlanabileceğinin kabul edilmesidir. Yani Y. Çözüm kapitalist restorasyon sürecinden söz etmekle, bir gün -güçlü ya da zayıf bir ihtimal olarak görüp görmedikleri ile ilgilenmiyor, bunu tartışmıyoruz- bu ülkelerin kapitalist ülkeler haline gelebileceğini reddetmiyor demektir. Peki, o gün geldiğinde -eğer gelirse, ihtimaldir- birileri çıkıp aynı soruyu kendilerine sorunca haklı mı olacak, doğru bir soru mu sormuş olacak? O zaman Y. Çözüm umutsuzluk mu yayıyor olacak, sosyalizmi bir umut ve kurtuluş yolu olmaktan çıkarmış mı olacak? Kuşkusuz bunlar doğru değildir. Lenin zamanında da sosyalist ülke yoktu önceleri, ama oldu ve sosyalizm bir umuttu. Sosyalizmi umut yapan, sosyalizmin iktidara geldiği ülkelerde iktidarda kalıp kalmamasından çok, kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlıklarının kaçınılmaz olarak sosyalizme götürecek oluşu, götürmekte olması ve sosyalizm için mücadele eden binlerce, yüz binlerce proleterin varlığıdır. Kapitalizme, sömürüye, insanların makinanın parçaları haline getirilişine, yabancılaşmaya karşı alternatif oluşudur sosyalizm. Ve sosyalizm, proletaryanın iktidara geldiği ülkelerde anti-kapitalist konumunu pratikten kanıtlayarak sömürüye ve burjuvazinin baskısına son vermiş, emekçileri makine dişlisi ya da çarkları olmaktan çıkarmış, kendileri için üreten ve kendileri yöneten insanlar haline getirmiştir. Sosyalizm yalnızca bir kurtuluş umudu olmanın ötesinde Sovyetlerde 40’a yakın yıl ve daha bir dizi ülkede fiilen gerçekleşmiş, emekçiler sosyalizmi yaşamış ve yaşatmıştır. Sosyalizm, bugün de Arnavutluk örneğiyle yaşıyor. Arnavutluk emekçilere bir örnek sunuyor.
Kuşku yok ki, bir dizi sosyalist ülkede kapitalizmin restorasyonu, sosyalizmin prestijine bir darbe vurmuştur. Hem kapitalistler hem de Marksizm dönekleri “sosyalizmin sonu yok” propagandasıyla emekçileri zehirlemeye uğraşıyorlar. Bu propagandanın etkilerini kırmaya çalışmak sosyalistlerin boynuna borçtur. Ama her şeye karşın sosyalizm bugün Arnavutluk’la ve Lenin ve Stalin’le, onların Sovyetlerinin, emekçilerin kalbinde tuttuğu yerle, bunun ötesinde kapitalist sömürü ve baskıya karşı çağrıları ve uğruna mücadele eden militanlar ve emekçilerle umuttur. Eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonu sonrasında Yeni ‘Çözüm’e yazan arkadaşların dediği gibi “günümüzde sosyalist ülke yoksa sosyalizm bugüne kadar insanlığa bir umut, bir kurtuluş yolu olamamış demektir” ya da “sosyalizm insanlığa ve emekçi halklara, proletaryaya bir şey veremeden yıkıldı ve yerine yeniden kapitalizm geldi ise, yarın sizin kuracağınız sosyalizmin yaşayacağının ve bir kurtuluş olmasının garantisi nedir” demek doğru değildir; bu sosyalizm umudunu zayıflatmaktan kaçınırken tam tersini yapmak, umutsuzluk yaymak anlamına gelir. Çünkü hiç sosyalist ülke kalmasa da sosyalizm bir umut olarak kalmaya devam eder, edecektir. Tersi, kapitalist restorasyonu, bireysel özel mülkiyet ve merkezi planlamanın yok edilmesini, sosyalizm adına umut olarak göstermek demek olur. Ve dünya üzerinde hiç bir sosyalist ülke kalmasa bile sosyalizm için mücadele durmayacak, sürecektir. Neden umudumuz kırılsın? Başarılamayanı başarmak, iktidarda kalamayan sosyalizmi yeniden iktidar yapmak için uğraşılması gerekir, bu durumda. Umutsuzlukla değil, umutla, hatalardan ders çıkararak, eski yanlışlara düşmekten kaçınarak ve daha bir uyanıklıkla, revizyonizm karşısında daha büyük bir uzlaşmazlıkla.
Tüm bunlar için gereken, revizyonizmden tam kopmak, tüm bağları atmak ve iktidara geldikten sonra -özellikle- revizyonizme hiç göz açtırmamak ve aman vermemektir. Marksizm-Leninizm’e her zamankinden daha çok sarılmaktır. Kurulacak sosyalizmin yıkılmamasının garantisi bu olacaktır.
Ve bir soruya yanıt: Sosyalizmin insanlara, emekçi halklara, proletaryaya bir şey veremeden yıkıldığını kim söylüyor? Sosyalizm, emekçileri özgür kıldı onlar on yıllarca kendi yönetimleri altında özgürce ve sömürülmeden yaşayıp çetin sınavlardan geçtiler, sosyalizm onların kalplerine kazındı. Uzun yıllar sosyalizmle, sosyalist kültürle eğitildiler; bunun için değil mi ki, Gorbaçov’a gelinceye kadar, hatta şimdi olanca liberalizmi ve Batı hayranlığına rağmen Gorbaçov bile “sosyalizm” lafları edip durdu. Hemen çıkıp biz kapitalistiz, kapitalizmi istiyoruz diyen olmadı. Şimdi Polonyalılar ve Macarlar bile kapitalizmi istiyoruz diyemiyorlar, “ne kapitalizm ne sosyalizm” diyorlar. Neden? Çünkü eski sosyalist ülkelerde emekçiler bir deneyden geçtiler, sadece Kruşçev’in, Gorbaçov’un ve diğerlerinin revizyonizmini, emek ve emekçi düşmanı uygulamalarını değil, Lenin ve Stalin’in sosyalizmini, emek kahramanlığı dönemlerini, kendileri için üretip yönettikleri dönemi de yaşadılar. Sosyalizm emekçilere çok şey verdi. Bu verdikleri proletaryanın iktidarda kalmasına yeterdi, ama yeni proletarya iktidarlarının meler yapması ve neler karşısında eskisinden daha dikkatli olması gerektiğini göstererek, yine de çok şey verdi onlara.
Ayrım gerekiyor: Lenin ve Stalin’le Kruşçev ve Gorbaçov’u, Brejnev’i, Jaruzelski’yi ve diğer revizyonistleri, Lenin ve Stalin’in sosyalizmiyle; revizyonistlerin anti-komünizmini, kapitalizmini ayırmak şarttır. İkincileri sosyalistler olarak tanımlamamak, onlardan kopmak, haklarında en küçük bir umut beslememek, sosyalizmin umut olabilmesi için, yeni kurulacak proletarya iktidarları ve sosyalist ülkelerin kaybedilmemesi için zorunludur. Garanti, en başta buradadır.
Bu noktada sosyal emperyalizm teorisine karşı çıkmaya devam eden ve kapitalist restorasyonu Kruşçev’le değil, Gorbaçov’la birlikte, Dayanışma ile birlikte başlayan ve bir ölçüde Jaruzelsky’i, Gomulka’yı, Kruşçev’i ve diğer revizyonistleri aklayan Yeni Çözüm açısından bir tehlike kapıda. Yeni Çözüm “sosyalizm” lafı ederken revizyonist politikalar uygulayan, açıktan kapitalizmi geliştirme yerine bunu “sosyal” gerekçe ve kılıflar ardına gizleyerek yapan Kruşçev, Gomulka ve Gierek gibileri komünist olarak nitelemekle kalmıyor, onlardan gelebilecek doğrulardan, “direnişler”den, onların sosyalizmi savunup düzeltebileceklerinden vb. söz açıyor, haklarında umut besliyor. Bunun nedeni, Yeni Çözüm’ün kapitalizmi yalnızca şıradan Batı kapitalizmi olarak kavrayıp Kruşçev’in, Gomulka’nın kapitalizmini kapitalizmden saymamasıdır. Arkadaşlar hem örneğin Gomulka’nın kolektif mülkiyeti dağıtan reformlarından söz ediyor hem de onun hala sosyalizm yolunda olduğunu, kapitalizmi geliştirmediğini, onun safını tutmadığını düşünüyorlar. Bu çelişkilidir ve yanlıştır. Tüm gerici revizyonist uygulamalarına karşın Dayanışma hükümetinin az öncesine kadar Polonya “komünist” partisinden umut kesmemiş durumdadırlar, onu hala komünist olarak ve sosyalizm yolunda tedbirler alıp direnecek ve direnen bir güç olarak değerlendiriyorlar. Şöyle yazıyorlar:
“Ya gelinen yoldan vazgeçilecekti ya da gelinen yerde ortaya çıkan ve kitleleri peşinden sürükleyen kapitalist restorasyon temsilcilerine boyun eğilecekti. Polonya komünist partisi hemen boyun eğmedi. Belirli oranda direndi. Jaruzelsky’nin önce başbakanlığa, sonra parti sekreterliğine seçilmesi, Polonya’daki iktidarın direnmesinin başlangıcıydı.”
Bu çok tehlikeli ve yanlış bir yaklaşımdır. Sosyalizmi, yeni kurulacak sosyalist ülkeleri, geleceklerini tehlikeye atacak bir yaklaşımdır.
Polonya partisi geldiği yolun partisiydi, revizyonist burjuvalaşmış bir partiydi. Sosyalist parti olmaktan çoktan çıkmıştı. Gomulka’nın kapitalist önlemlerinden beri. Kapitalizmi uygulayan bundan vaz mı geçecekti? Bu oyun değil ki. Aynı parti hem kapitalist önlemler alsın, kapitalizmi uygulasın hem de istediğinizde bundan vazgeçerek sosyalizmi uygulamakta karar kılsın. Bir parti kapitalizminin gücüyse kapitalizmi, sosyalizmin gücüyse sosyalizmi uygular. Canı istedikçe onu ya da bunu uygulamakta özgür değildir. Böyle bir ikilem karşısında değildir. Bunu ya da onu uygulamayı isteyemez, bu, onun sınıf temeli, dayanağı ve toplumsal koşullarıyla belirlenir. Üstelik bunu istese de yapamaz olur.
Polonya partisi kapitalist restorasyon yoluna Gomulka’yla birlikte girmişti, o, kapitalizme, o zaman boyun eğdi ve kendisi kapitalist restorasyonun temel gücü durumuna geldi. Boyun eğmesi Dayanışma karşısında başlamadı. Ve kapitalist restorasyon güçleri Dayanışma’dan ibaret değildi. En başında parti vardı. Dayanışma açık Batı yanlısı bir kapitalist güç olarak Polonya partisinden farklılaşmaktaydı.
Ve direnme… Jaruzekskyl sosyalizmde mi direndi? Bunu iddia etmek vahim bir hata olur ve sonuçları tahminlerin ötesinde olumsuzdur. Özelleştirmelerin, çoğulculuğun ve tüm kapitalist önlemlerin alıcısı ve uygulayıcısı Polonya partisi ve yöneticileri, Gierek, Kanya ve Jaruzelsky sosyalizm için direnen güçler olarak görülebilir ve gösterilebilir mi? Bu onları desteklemek, onların safını tutmak, onları hiç değilse “belirli oranda” alternatif olarak sunmak anlamına gelmez mi? Ve böylesi alternatiflerle sosyalizmin geleceği kurtarılabilir mi? Sosyalizm umut olarak görülebilir ve gösterilebilir mi? Sosyalizmi sosyalizm olmaktan çıkaran Kruşçevler, Jaruzelsky’ler ve benzerleridir. Onlar ve benzerleri hakkında, revizyonizm hakkında hiç hayal beslenmemelidir. Gereken tam bir kopuştur. Revizyonizmle tüm köprüler atılmalıdır.
Yeni Çözüm devrimci bir konumdadır. Ancak kapitalist restorasyon sorununu ele alışında, tehlikeli sonuçları olabilecek teorik yaklaşım bozuklukları ve yanlışlıklar var. Bu yaklaşım bozukluklarıyla gerçek açıklanamadığı gibi, gelecek tehlikeye atılmaktadır.
Yeni Çözüm, olguları alt alta sıralayan bundanlar sonuçlar çıkarmanın ötesine geçerek teorik yaklaşım üzerinde durmalı. Sorunun teorik ele alınışını derinleştirmeye yönelmelidir. Yeni Çözüm’ün sorunu buradadır.

Kasım 1989

Konumuz Demokrasi: 4 TBKP, Parlamentarizm Politikasıyla Sistemi Savunuyor

Yeni Açılım dergisinin 15. sayısında,Temmuz 1989,TBKP Genel Sekreteri H. Kutlu, yeni bir aydınlanma çağına girmekte olduğumuzu ve günümüzde Marksizm’in kendi aydınlarını yarattığını yazıyor.
İnsanlığın yeni bir aydınlanma çağına adım atacağından kuşku duyulmamak Proletaryanın sosyal hareketinin yeniden uç vermesi zemininde, Marksizm’in unutulan/unutturulan temel tezleri ve devrimci Marksist partiler, yeni bir aydınlanma çağının devrimci dinamiklerini oluşturuyor. Burjuva toplumu siyasetten ekonomiye, ideolojiden kültüre kadar, her alanda çözümsüzlük üretiyor, insanı ve insanın değer yargılarını çürütüyor. Yeni bir aydınlanma çağının burjuva dünyası için, değer yargıları için mezar kazıcı bir rol oynayacağı açık. İnsanlık 21. yüzyıla yeni bir aydınlanma dalgası ile giriyor. Proletarya ideolojisi ve proletarya kültürü ve değer yargıları, yeni bir aydınlanma çağına damgasını basacaktır.
Bugün sisteme artık doğrudan katılan ‘Marksist’ aydınlar, yeni bir aydınlanma çağını temsil etmiyorlar. Restorasyon dönemi aydınlarının çoğalmasını sağlıyorlar. Restorasyon döneminin eskimiş değer yargıları, eskimiş değerleri sol cepheden ve sol bir söylemle yeniden üretilip piyasaya sürülüyor. Marksizm’in ve Marksist değerlerin geçersizliği, Marksizm’in ve diyalektik materyalizmin ömrünü tamamladığı, ideolojik ve siyasal bir saldırı kampanyası eşliğinde ilan ediliyor. Artık burjuvazinin bile sahip çıkmada o denli cesaretli davranamadığı burjuva değerleri ve burjuva kurumlar, restorasyon döneminin “Marksist” aydınlarının katında, en itibarlı çağını yaşıyor! Burjuva değerleri ve siyasal kurumları, eksikleri de tamamlanarak yeniden inşa ediliyor. Burjuva değerleri ve sistemin mevcut kurumları, sosyal misyonlar yüklenerek taçlandırılıyor, Marksizm terimi de, sosyal kapitalizm ve demokratizm teorilerine insani bir renk vermek amacıyla kullanılıyor, sol cepheden gelebilecek itirazları etkisizleştirmek amacıyla tutuluyor. Kapitalizm, uygarlığın doruğu sayılıyor ve Restorasyon dönemi ‘Marksistleri’, uygarlığı kurtarmaya soyunuyor, Marksist teori kapitalist hümanizmanın hizmetine sokuluyor. Marksizm terminolojik olarak dahi arındırılıyor, sivilleştiriliyor. Yeni bir aydınlanma çağından söz eden H. Kutlu, Yeni Açılım’ın 15. sayısında yer alan ‘Süreklilik İçinde Yenilenme mi?’ başlıklı yazısında, Marksist terminolojiyi “tashih’e yönelik çabalara katkıda bulunuyor ve “askercil” terimleri atarak dilimizi “sivilleştiriyor”:” Öncelikle Marksist terminolojiye, İkinci Dünya Savaşı ile girmiş olan “‘öncü güç”, “yedek güç”, “öncü müfreze” vb. askercil terimleri atmalıyız, dilimiz sivilleşmelidir” buyuruyor. Şiddet, devrim, jakobenizm vb. gibi “askerci” terimler sadece siyasal olarak değil, tarihsel olarak da mahkum ediliyor, neredeyse sözlüklerden çıkarılıyor.
Sözlüklerden çıkarılan terimler, terimlerin ifade ettiği olguların artık yok sayıldığını gösteriyor. Devrim yok sayılıyor, kapitalist sisteme entegrasyon sağlanıyor. Reformcu bir terminoloji devrimci-radikal terminolojinin yerine ikame ediliyor. Çevrebilimsel ve demokrasi terimleri yeniden itibar kazanıyor. Yeni restorasyon döneminin yeni siyasal akımları, kapitalizmin bozduğu ekolojik dengeyi düzelterek, askeri darbe girişimlerine karşı burjuva parlamentarizmini koruyarak kapitalizmi kurtarmaya soyunuyorlar. Tarih yeni baştan ve yeni bir stilde yazılıyor. Sınıf mücadeleleri tarihi, demokrasi tarihine, tarih sınıf olgusundan, sınıf egemenliği olgusundan koparılarak, demokrasinin gelişim macerası olarak ele alınıyor, İdealizm her alana damgasını vuruyor. Sistemin var olan değerleri ve değer yargıları, hiçbir şey katılmaksızın sol terimlerle yeniden ifade ediliyor, yeniden üretiliyor.
İnsanlığın yeni bir aydınlanma çağına doğru ilerlediği açık. Günümüzde lanse edilen Marksist etiketli aydınlar kuşağının yeni bir aydınlanma çağının habercileri olmadığı da açık. En fazla, örneklerinde görüldüğü gibi, çürüyen kapitalist toplumun, burjuva-revizyonist dünyanın dışa vurmuş tortuları arasında yer alıyorlar. Restorasyon dönemi aydınları, mevcut durumu korumaya hizmet eden siyasal, kültürel ve moral değerlerin yeniden üretilmesine katılıyorlar.
Restorasyon dönemi ile gericiliğin yeni aydınlar devşirmesi, sistemin takviye güçlerinin artması anlamına geliyor.
Hatalı bir bakış açısının eleştirisi ile başlamak gerekiyor. Bunun için kısa bir açıklamaya ihtiyaç var: Restorasyon sürecinin ilerlemesinde, ekonomik ve siyasal yapının öz olarak değişmesi söz konusu değil. Restorasyon sürecinde egemen sınıf değişmiyor. Kapitalist restorasyon süreci mevcut durumun, burjuva-kapitalist sistemin kendini temelde sürdürmesi demek oluyor. Mevcut durumun kendini öz olarak sürdürmesi temelinde tarihsel gelişmenin ortaya çıkardığı yeni dinamiklerin sistemi ileriye doğru çekme çabalarını kırmak için, sistemin birtakım yeni adımlar atması ve eski sistemin kurumlarından bir bölümünün yeni sistem tarafından da dönüştürülerek kullanılması mümkün oluyor.
19. yüzyılın ilk restorasyon dönemi, bu duruma tipik bir örnek oluşturuyor.
Büyük Fransız Devrimi, Jakoben diktatörlüğü ile en üst noktaya çıktıktan sonra, inişe doğru geçiyor ve restorasyona yöneliyor. Jakoben diktatörlüğün yıkılmasından sonra Fransız Devrimi, Fransız Devrimini önlemeye, devrimin devrimci sonuçlarını, devrimci kazanımlarını törpülemeye başlıyor. Burjuvazinin devrimci diktatörlüğünün, Jakoben diktatörlüğünün tekrarlanmasının önlenmesi, Fransız burjuva demokrasisinin temel politikası oluyor. Tutuculuk devrimci gelenekle yer değiştiriyor eski düzenin kurumları değişerek yeni düzenin kurumları arasına katılıyor. Jironden döneminin arkasından, Napolyon iktidarı, restorasyona yöneliyor. Napolyon orduları, Kıta Avrupa’sına, aynı zamanda Fransız Devriminin ilerici düşüncelerinin ve kurumlarının taşıyıcısı oluyor, ama iç politikada da Napolyon dönemi, restorasyon politikasına yöneliyor. Napolyon’un düşüşü ve krallığın yeniden restore edilmesi, Kıta Avrupa’sını, 1815-1830 Restorasyon Dönemine sokuyor. Kilisenin ve büyük toprak sahiplerinin el konulan toprak mülkiyeti üzerinde, Napolyon döneminde başlamak üzere, yeniden özel büyük toprak sahipliği ekonomisi oluşmaya başlıyor. Restorasyon dönemi ile birlikte, satın alma yoluyla ve eski soyluların yeniden toprak sahibi yapılması politikasıyla, eski toprak soyluluğu, kapitalist tarım ekonomisine dâhil oluyor. Bu politika, önce devrimin el koyduğu büyük feodal toprakların, karşılığında, eski sahiplerine tazminat ödenmesi uygulaması ile birleşiyor ve sermaye birikimi sanayi burjuvazisinin gelişmesine kaynaklık ediyor.
1830 devrimleri ve Kıta Avrupa’sı çapında onu izleyen I848 devrimleri, işçi sınıfının siyasal olarak tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte, burjuvazinin devrimci dinamizmini kaybettiğinin, devrimci misyonunu tamamladığının göstergesi oluyor. Burjuvazi devrimci dinamizmini, tarihsel olarak kaybetmeden önce, kıta çapında restorasyon sürecine yöneliyor. Burjuvazi, bütün bir Avrupa gericiliğini de yanına alarak, devrimin getirdiği ilerici düşüncelere, ilerici akımlara karşı Haçlı seferine çıkıyor. Devrilen hanedanlıklar, devrimin doğurduğu siyasal kurumların yerine geçiyor. Burjuvazi mali aristokrasi ile toprak aristokrasisi ile birleşiyor ve kıta gericiliğinin de desteğini arkasına alarak hanedanlıklara sığınıyor. Radikalizm ve Avrupa enternasyonalizmi, yerini liberalizme ve milliyetçiliğe terk ediyor, burjuva düzeni istikrar arayışına yöneliyor; düzen, kurumları ve ideolojisiyle oturmaya başlıyor. Düzenin oturması süreci, barış politikası ile tamamlanıyor. Restorasyon sürecinin başlangıcından, yüzyılın ortalarına kadar dış politikada, Kıta Avrupa’sı çapında barışçıl bir dönem yaşanıyor. Barışçıl dönem iç politikada, siyasetten kültüre, eğitimden ideolojiye kadar genişleyen geniş bir alan üzerinde, koyu bir gericilikle birleşiyor. Din ve dini kurumlar, yeniden itibarlı katına oturuyor. Fransa’da eğitim, yeniden kilisenin tekeline veriliyor, Paris Üniversitesi’nin başına bir rahip getiriliyor, Voltaire ve Rousseau’nun tanrıtanımazlığı yeniden aforoza uğruyor, basına karşı sansür çalışmaya başlıyor, toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkı iyice kısıtlanıyor. Daha önemlisi, seçme ve seçilme hakkı yok sayılacak düzeyde sınırlandırılıyor. Fransız burjuvazisi ve Avrupa gericiliği, burjuva devrimciliğine reddiye diziyor, Fransız devriminin üç renkli bayrağı, devrimin sembolleri dahi, bu ret kampanyasından nasibini alıyor, Fransız devriminin üç renkli bayrağı gönderden indiriliyor.
Fransız burjuvazisi beyaz bayrak çekiyor.
Bütün bir restorasyon dönemi boyunca ve sonrasında, Fransız burjuvazisi, hep Fransız devrimini unutturmaya, Jakobenizmi tarihten silmeye uğraşıyor. Bütün oklar Jakobenizme, onun temsil ettiği ihtilalciliğe yöneltiliyor. Jakoben kurumlar tasfiyeye uğruyor.
Kapitalizm, radikal burjuva devrimciliğine saldırarak, ekonomik, toplumsal ve siyasal mekanizmalarıyla, kurumlarıyla yerine oturmaya başlıyor.
Jakoben mirası, proletarya sürdürüyor. Ekim Devrimi ve onu izleyen devrimci başkaldırılar, kapitalizmin ebediliği demagojisini yıkıyor, burjuvazinin ekonomik ve siyasal egemenliğinin sonu görünmeye başlıyor. Ekim Devriminin başlattığı süreç, yarı yolda kesiliyor ve Sovyetler Birliği’nde ve halk demokrasisi ülkelerinde, kapitalist restorasyon süreci yaşanıyor, kapitalizme geri dönüş gerçekleşiyor.
19. yüzyılın ilk Restorasyon Döneminde yaşanan süreç, 20. yüzyılın son basamağında sanki yeniden tekrarlanıyor. Batının tekelci burjuvazisi ve Doğunun revizyonist burjuvazisi, elbirliği etmişçesine, şimdi Ekim Devrimi’ne saldırıyor. Batının tekelci gericiliği, hep Ekim Devrimini yıkmaya çalıştı, doğrudan başaramadı. Burjuvazi, Jakobenizmi, tarihten çıkardığını hesap ediyor, şimdi Ekim Devrimi’ne yöneliyor. “Yeni solcu düşünce” burjuvazinin hizmetine koşuyor. Ekim Devrimi, getirdiği kurumları, ile, evrensel teorisi ile bir talihsizlik olarak yorumlanıyor.. ‘Mujik Rusya’da, sosyalist bir devrimin olanaksızlığına karar veriliyor. Ekim Devrimi, olmayan devrimler kategorisine sokuluyor. Gorbaçov’un ağzından dile getirilen “yeni düşünce” politikası, Ekim Devrimi’ni getirdikleriyle ve tüm sonuçlarıyla ortadan kaldırmaya yöneliyor.
Bugün artık Sovyet burjuvazisi, kapitalist restorasyon sürecini, her yönden tamamlamış gözüküyor. Devrimin getirdiği son siyasal biçimsel kalıntılar da sökülüp atılmış durumda. Sovyet terimi, merkezi temsili organların isimlendirilmesinde, bir dönem öncesine kadar muhafaza ediliyordu. Gorbaçov reformları ile Sovyet ve Doğu Avrupa burjuvazisi, artık, bu tip biçimsel ağırlıklardan kurtulmaya, hafiflemeye karar vermiş gözüküyor. Ekonomik liberalizm, üst yapıdaki etiketlerini gösteriyor ve siyasal liberalizm ile tamamlanıyor, parlamenter normlara dönüyor.
Parlamenter normlara dönüş, sosyalizmin ve Sovyet demokrasisinin yeni bir olgunluk ve gelişme aşaması olarak sunuluyor. İnsan haklarının ve demokratik ilkelerin, ancak parlamenter demokrasi kanallarında gerçekleşebileceği tezi, evrensel boyutlarda ele alınıyor. Parlamentarizmin devrimci ve ilericiliği yeniden keşfediliyor. Sovyet kurumları artık birer “kötülük” ve”‘yabancılaşma”‘ simgesi olarak anılıyor. Parlamenter burjuva devletinin onanması, meşru bir temele oturması için. Ekim Devrimi’nin getirdiği Sovyet kurumlarının tarihsel ve siyasal platformda ortadan kaldırılması, teorik planda mahkûm edilmesi gerekiyor. Yığınların doğrudan iktidar organları olarak şekillenen Sovyet kurumları, teorik planda, kitleleri iktidara ya-bancılaştıran kurumlar olarak mahkum ediliyor. SBKP MK Politbüro sekreterlerinden V. A. Medvedev, Dünya Solu dergisinin 2. sayısında çevrilerek verilen bir söyleşisinde, Sovyet organlarını, geçmişte emekçi kitleleri iktidara yabancılaştıran kurumlar olarak tahlil ediyor, şimdi artık bu tip “gereksiz kurumların” kaldırılmasını istiyor. Tahlilini sürdürüyor ve sosyalizmin, sadece bilimsel-teknik kazanımlar açısından değil, toplumsal yaşamdaki bir dizi örgütsel biçim açısından da, gelişmiş kapitalist ülkelerin gerisinde kaldığı saptamasını yapıyor, Batı demokrasilerinde egemen bir dizi örgütsel biçimin, sosyal sorunların çözümünde dikkate alınması gerektiği uyarısını yapıyor. Sadece merkezi düzeye sıkışıp kalmış ve isim benzerliğinin ötesinde, Sovyet kurumları ile bir ilişkisi kalmamış Yüksek Sovyet organının yerine, parlamenter kurum ve normların geçirilmesi için teorik ve siyasal çıkış yolu açılıyor.
Medvedev konuşuyor, Sovyetler Birliği’nde parlamenter kurumlar oturmaya başlıyor. H. Kutlu da, sahibinin sesi olarak Sovyet organlarına ve Sovyet demokrasisine karşı yürütülen saldırı kervanına katılma gereği duyuyor. Yeni Açılım dergisi, Temmuz-89, 15. sayısında, H. Kutlu’nun görüşlerini yayınlıyor, H. Kutlu, Sovyetler Birliği’nde demokrasinin ve insan haklarının işlememesini, klasik demokrasi dediği burjuva parlamenter sistemin kurum ve kurallarına önem verilmemesine bağlıyor: “Sosyalist ülkelerde demokrasi geliştirilemedi. Sosyalizmde de demokrasinin gereği göz ardı edildi. İnsanların aç olmaması, işsiz olmaması tam demokrasi sayıldı. Ne var ki, klasik demokrasi kuralları, temsili demokrasi göz ardı edildi.
Yönetim sorununun olduğu yerde klasik demokrasi kuralları önemliydi. Devlete karşı yurttaş haklarının hukuksal korunma biçimleri zorunluydu (…) klasik demokrasi kurum ve kurallarına önem vermemek dolaysız demokrasiyi de işlemez hale getirdi.” (H. Kutlu, Süreklilik İçinde Yenilenme Mi? Yeni Açılım,Temmuz-89,sy. 9).
H. Kutlu, “sosyalizm”‘ olarak sadece Kruşçev-Brejnev dönemlerinden değil, bütün bir Sovyetler Birliği tarihinden söz ediyor. Sosyalizmin inşa sürecinde, proletarya diktatörlüğü altında, insan haklarının ve demokrasinin mümkün olmadığına karar veriyor. Dahası sorunu evrensel düzeye çıkararak, yönetim sorununun, devletin ortadan kalkmadığı her koşulda, proletarya devletinin de ancak parlamentarizm eşliğinde sürebileceğini teorileştiriyor. Burjuva düzenini ve burjuva parlamentarizm anlayışını, burjuva ideologları bile bu denli ebedileştirme cesaretini gösteremiyorlar. Burjuvazi bile parlamentarizme bu ölçüde sarılmıyor ve siyasal istikrarının tehlikeye düştüğü koşullarda, parlamento süsünü bir kenara itebiliyor, gerektiğinde vitrin ihtiyacı duymuyor.
H. Kutlu, Sovyet ideologlarının da ilerisine geçerek, Sovyetler Birliği’ndeki ve Doğu Avrupa ülkelerindeki durumu, liberalizasyon politikasını olumlamak için, bütün bir teoriyi altüst etmeye, tersine çevirmeye yöneliyor.
Parlamentarizme dönüş politikası, sosyalizmin kendini yenilemesi, onarılması, sosyalist demokrasinin geliştirilmesi, sosyalizmin dinamizm kazanması olarak lanse ediliyor. Şimdi “parlamentolu sosyalizm” modası itibar kazanmış gibi görünüyor. Gerçekte olan, sosyalizmi kendini yenilemesi değil, diyalektik olarak öz ile biçim arasındaki uyumun gerçekleşmesidir. Kapitalist restorasyon süreci otuz yıl sonra, siyasal-hukuksal sonuçlarını tüm yönlerden veriyor ve Sovyet burjuvazisi, ekonomik liberalizasyonu, siyasal liberalizasyonla her yönden tamamlama sürecine yöneliyor, özel mülkiyetin liberal pazar ekonomisi temelinde yaygınlaştırılması, meta üretiminin ve işgücünün metaya dönüşme sürecinin hızlanması, üretim anarşisi ve ticaret özgürlüğü siyasal-hukuksal ifadesini, siyasal sistemin parlamentarizm ile takviye edilmesinde, parlamenter normlara dönüşte buluyor. Biçimsel Sovyet kurumları merkezi hiyerarşide, parlamentarizm biçimine dönüşüyor. Mevcut Sovyet kapitalizmi, siyasal liberalizasyon yoluyla, yeni bir hukuksal biçimlenmeye evriliyor. Burjuva parlamentarist kurum ve normlar, ekonomik rejimin yapı ve mekanizmaları ile uyum sağlıyor. Kapitalist öz, içinde rahatça hareket edebileceği, siyasal-hukuksal bir zırhla tamamlanıyor.
Daha önce işaret edildi. Açık bir siyasal gerçek: Kapitalizm koşullarında, burjuva yönetim biçimleri arasında, kitleleri kendine bağlama açısından en güçlü olanı ve muhalefeti sistem içinde eritmeye en yatkın olanı, burjuva parlamentarizm sistemidir. Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde, şimdi parlamentarizmin faziletleri yeniden keşfediliyor. Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyon sürecinin başlaması İle birlikte, revizyonist-bürokrat burjuvazinin açık zoru ve baskıya dayanan diktatörlüğü siyasal egemenlik biçimi olarak şekilleniyor. Bürokratik polis zorbalığı, açık diktatörlük kendi kurum ve normlarını oluşturuyor. Sosyalist demokrasinin temelini oluşturan Sovyet kurumları ortadan kaldırılıyor ve terminolojik olarak, sadece merkezi hiyerarşinin örgütlenmesinde kullanılıyor. Siyasal restorasyon süreci ile birlikte, seçim sistemi, üretim birimlerinden yerleşim birimlerine kaydırılıyor. Yüksek Sovyet’in üyeleri, üretimden kopuk ve ayrıcalıklı profesyonel politikacılara dönüştürülüyor. Üreticinin, politik karar sürecinin dışına sürülmesiyle, politik yabancılaşma hızlanıyor. Politik yabancılaşma süreci, ekonomik yabancılaşma sürecine eşlik ediyor. İşyerlerinde üreticilerin üretimi denetlemesi, yönlendirmesi, yerini, teknokratların egemenliğine bırakıyor; üreticilerin ürettikleri ürünler üzerinde denetim kurmalarının yolları tümüyle kapatılıyor. Faşist normlar, ekonomik ve politik yabancılaşma sürecine damgasını vuruyor. Restorasyon sürecinin merkezi Sovyet organının işlevi, yasama organı olarak, kendi dışında oluşturulan düşünce ve politikaları onaylamak, parafe etmek ve bu politikaların yürütücülerini seçmekten ibaret oluyor. Öyle ki, her türlü oylamada üyeler, oylarının rengini belli ederek oy kullanıyorlar, kararların tümü oybirliği ile çıkıyor. KGB ordu, bakanlıklar, sivil ve askeri yargı organları gibi, parti gibi, devletin esası demek olan bürokratik-mekanizmalar, merkezi biçimsel Sovyet organının yanında ve üzerinde yer alıyor. Merkezi Sovyet organı vitrini tamamlıyor.
Gelişme süreci içinde öz, biçimi zorluyor, biçim dar gelmeye başlıyor; şimdi vitrin değiştiriliyor ve genişleyen kapitalist-burjuva ilişkilere, burjuva toplumsal yapıya parlamenter bir biçim ve uyum sağlıyor. Sovyet kapitalizminin yeni çıkar grupları, farklı burjuva klikleri, iki adaylı seçim sistemi ile kurulan parlamento yoluyla, parti içinde kanatçılık teorisiyle sistem içinde uyum sağlamaya, çıkarlarını uyumlaştırmaya yöneliyor. Bu konuda Polonya ve Macaristan’ın SSCB’den daha ileri bir noktada bulunduğu açık. Polonya’da bugün kapitalist sistem, parlamentoda, seçim yoluyla çoğunluğu ele geçiren ve başbakanlık görevini de üstlenerek muhalefet katından iktidar katına yükselen Dayanışmacın da katılmasıyla, siyasal anlamda takviye ediliyor. Macaristan’da ise, parti içinde kanatların yanında, çok partili sisteme resmen geçilmesinin ilk adımları genişleme eğilimi taşıyor. SSCB’de çevre bölgelerde çok partililik yolunda azımsanmayacak ve artık geri dönülmeyecek bir mesafe alınmış görülüyor. Merkezi hiyerarşik örgütlenmede, bugün çok partililiğe İzin verilmiyor, ama kanalları açılmış bulunuyor. Parti İçinde kanatların, grupların, hiziplerin meşrulaştırılması, çok partililiğe gidişin yolunu açıyor. Siyasal tıkanıklık ve klikler arası siyasal farklılıkların tek parti içinde uzlaştırılamaması, bugün için kanatların meşrulaştırması ile aşılmaya çalışılıyor. Farklılaşmış çıkarlar arasında, sistem içinde, bu yolla uzlaşma zemini yaratılıyor. Tabir uygunsa, bir geçiş dönemi yaşandığından söz etmek mümkün. Bu gelişmelerle, koyu faşist rejimlerin bazı koşulların bir araya gelmesi sonucunda esnekleşme sürecine girmesi arasında bir paralellik kurulabilir. SSCB’de bugün, parti içindeki kanatların meşruiyetinin, parlamento faaliyetlerine de yansıması, böyle bir geçiş-esneklik sürecinin yeni bir ileri adımını oluşturuyor. Muhafazakâr, glasnostçu, aşırı-glasnostçu kanatlar arasındaki ayrım, yeni kapitalist politikanın uygulanmasındaki hız ayrımına dayanıyor.
Bugün Sovyetlerdeki parlamento yapısı ve parlamento üyelerinin ayrıcalıkları bakımından, burjuva siyasal sistemi, tüm özelliklerini taşıyor. Parlamento üyeleri, daha önceki görevlerinden ayrılıyorlar ve birer profesyonel siyasetçi olarak 5 yıllık bir süre için parlamentoda yer alıyorlar. Seçmenler, seçtikleri üyeleri, istedikleri zaman geri çağırma hak ve yetkisine sahip değiller. Parlamento üyeleri önemli maddi ve manevi ayrıcalıklara ve dokunulmazlık zırhına sahip. Parlamento, burjuva-kapitalist sistemdeki örneklerinde görüldüğü gibi, yığınlardan kopuk ve onun üzerinde yer alan, burjuva devletinin asma yaprağı, vitrini işlevini yerine getiriyor. Bürokratik mekanizma, KGB ve güçlü militarist kurumlar devlet demek oluyor. Şimdi bir yenilik olarak gizli oy ve iki adaylı seçim sistemi ile oluşturulan parlamento, en fazla KGB’nin faaliyetlerini belli sınırlar içinde eleştirilebilmesi ve glasnost-perestroyka politikasının hızının tartışılması özgürlüğü, yeni bir hak olarak kendini gösteriyor. Hepsi bu kadar. Üstelik bürokratik Komünist Partisi, rejimin güvenliği ve istikrar içinde yerine oturması için, işleri tümüyle gevşetmenin doğru olmayacağı kaygısından hareketle belli siyasal ayrıcalıkları elinde tutmayı sürdürüyor. Komünist Partisi’nin devlet mekanizmasında işgal ettiği yerin ve oynadığı rolün yanında, parti, gizli oy-seçim sistemine bir istisna koyarak, 750 üyenin 2250 kişilik Halk Temsilciler Meclisi’ne atama yoluyla dahil edilmesine karar veriyor.
Atamalı-seçimli parlamenter biçim, gelişen ekonomik-toplumsal yapının uyumlu bir siyasal vitrini olarak şekilleniyor.
Sosyalizmin kendini yenilemesi, sosyalist demokrasinin genişletilmesi olarak propagandası yapılan, işte bu i biçimsel uyumun sağlanması ve seçme-seçilme hakkının genişletilmesi, çok partili geçiş sürecine girilmesi ve başkanlık sistemine geçiş gibi mekanizmalarla ifadesini bulan bu uyumun gerçekleşme biçimleridir. Bu uyumun gerekleşmesini sağlayan mekanizmalar burjuva parlamenter sistemin neredeyse doğal unsurları olarak, Batı burjuva demokrasisinde geleneksel olarak uygulanıyor ve bu mekanizmaların varlığından dolayı, burjuva demokrasilerini “sosyalist” olarak nitelemek, şimdiye kadar kimsenin aklına gelmiyor
Devamında sosyalist demokrasi sorunu üzerinde duracağız. Sosyalist demokrasi burjuva demokrasisinden, hem siyasal mekanizmaları açısından, hem de tarihsel oluşumu itibariyle kat be kat üstündür, tarihsel olarak insanlığın tanıdığı en ileri demokratik biçimlendirmeyi oluşturur. Sosyalist demokrasiyi gizli oya, seçme seçilme hakkının genişletilmesine, iki adaylı seçim sistemi derecesine indirgemek çabası, sadece Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki mevcut burjuva toplumları, sosyalizm olarak aklamaya hizmet etmiyor, aynı zamanda insanın kendini aşağılamasına da işaret ediyor. Burjuva toplumunun değerlerine tapmak da bir payedir ve insan sosyalizm terimini lekelemeden, kendini aşağılamadan da burjuva toplumunun, burjuvazinin siyasal değerlerinin savunuculuğuna soyunabilir. Burjuva toplumunda, insan haklarını, insanların benimsediği değerleri savunma hakkını savunmak, demokrasinin en doğal gereğidir.Burjuva demokrasisi koşullarında, burjuva gericiliğini savunma hakkı, hiçbir yasal ve fiili kısıtlamaya tabi tutulmuyor, ödüllendiriliyor.. Sosyalizm adına sosyalizmi lekelemek de bir ödülü gerektiriyor. Revizyonist-reformist gericilik, kapitalizmi, burjuva demokrasisini ebedileştirerek, propaganda özgürlüğünü ebediyen kullanma hakkını kazanıyor. Sosyalizmin değerleri, insanlığın en ileri değerleri, gericiliğin burjuva gericiliğinin hizmetine sunuluyor. Ekonomik ve siyasal platformda, kapitalist restorasyon sürecinin her alanda genişletilerek tamamlandığı ve siyasal mekanizmanın, artık geçmişin biçimsel artıklarından da kurtulduğu koşullarda ve böyle bir maddi zemin üzerinde, teoriyi restore etme, Marksist teoriyi burjuva ideolojisine formülasyon düzeyinde de dönüştürme, burjuva ideolojisi ile değiştirme çabası, son derece açık bir biçimde sürdürülüyor. “Yeni Düşünce” olarak formüle edilen tezler demeti, teori ile siyaset arasındaki uyuma işaret ediyor, Marksist teorinin açık reddiyesini oluşturuyor. H. Kutlu, burada da iyi bir diplomat olmadığını gösteriyor veya diplomatik bir dil kullanma gereğini duymuyor, “Marksizm ve Gelecek” dergisinin Haziran 89 tarihli ilk sayısında,”Marksist olmayanların, canlı gerçekleri” kendilerinden “daha öne algıladıklarını” yazıyor. Ve” başarısızlığın nedenlerini bizzat Marksist teoride aramak gerektiğini” vaaz ediyor. Revizyonizm başarısızlığını belgeliyor, ama başarısızlığın faturasını Marksist teoriye çıkarıyor, Marksist teoriyi izleyen partilerin devrim yaptıklarını ve sosyalizmi inşa sürecini başlattıklarını, başarılı olduklarını, teoriden uzaklaşanların ise sosyalizm koşullarında kapitalist restorasyona yöneldiklerini, kapitalizm koşulları altında burjuva toplumunun, anti-komünist Avrupa komünist partileri örneklerinde görüldüğü gibi, siyasal mekanizmalarının birer dişlisi haline geldiklerini unutmuş gözüküyor. Tabi esas önemlisi, TBKP’nin gizli oy, serbest seçimler ve parlamento yoluyla bir burjuva kulübü olarak bugünkü dönemde de işlevini daha açık bir biçimde sürdürmesinin meşru ve teorik gerekçesi sunuluyor. H. Kutlu, Marksizm’e saldırı ve Marksist teorinin artık tümüyle geçersizliğini ilan etme konusunda, burjuvazinin en gerici ideologlarını Bile geride bırakıyor.
Restorasyon çağının bütün gerici merkezleri kapitalizme, burjuva ve parlamentarizmine ebedi bir ömür biçiyorlar. TBKP, sosyalizme ve sosyalist teoriye karşı açılan haçlı seferinin en militan taraflarından biri olarak, gerici burjuva parlamentarizminin önünde secdeye varıyor.
Genel bir siyasal restorasyon döneminin yaşanmasının Türkiye’de etkilerinin çok daha boyutlu olduğu anlaşılıyor. Genel restorasyon sürecinin etkileri, var olan maddi zemin aracılığı ile katlanıyor, maddi zemin genel etkilenmeleri boyutlandırıyor. Sovyetler Birliği’nde burjuva-bürokrat devlet mekanizmasının parlamentarizm aşısı ile de takviye edilmesi olgusu, Avrupa ve Ön-Asya ülkeleri arasında en çok bizde yankı buldu, reformcu aydınlar arasında sevinç dalgaları yarattı. Glasnost ve Perestroyka Döneminde uygulanan politikalar arasında, en çok parlamentarizme dönüş olgusu ilgi görüyor, tutuluyor. İlginin parlamentarizme dönüş olgusuna ve demokrasi sorununa kaymasının nedenleri arasında, Gorbaçov kliği eliyle Sovyet revizyonizminin tüm dünya gericiliğini etkileyen ‘ataklarının’ ve burjuva demokrasisinin erdemlerinde ve ebediliğinde odaklasan Avrupa merkezli geleneksel anti-Marksizm kampanyasının yoğunlaşmasının yanında, reformcu aydınlarımızın, reformcu akımların ideolojik, kültürel ve siyasal formasyonunun eski soğuk savaş döneminin anti-Sovyet dalgaları içerisinde şekillenmesidir. Soğuk savaş dalgaları içerisinde, en fazla gerici burjuva liberaldir bilinç oluşuyor ve burjuva gericiliği, komünizme ve Sovyet demokrasisi düşüncesine karşı mücadelesini, iç-politikada, burjuva liberalizmine yönelmek, liberal aydınlara başvurmak suretiyle sürdürüyor. Türk gericiliği, soğuk savaş dalgalarını kullanarak, aydının ve ‘sol’un bilincini daraltıyor. Liberal aydınların ve reformcu akımların bilincinde, çok sesli parlamentarizm ve burjuva demokrasisi, ulaşılması gereken en önemli hedef olarak kazınıyor, çok sesli parlamenterim olgusuna ebedilik atfediliyor. Daha önce yazıldı, TKP’nin burjuva demokratizmi bu bakış açısıyla birleşiyor. Burjuva demokratlarına da katılma hakkı tanıyan ve burjuva demokrasisine yönelen parlamentarizm, komünizm sayılıyor. Burjuva demokrasisi içerilmiş bugünkü parlamentarizm, reformculuğun ebedi arayışı oluyor. Arayışçılık bir kaçış ideolojisi ile çakışıyor. Reformculuk bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca devrimcilikten ve radikalizmden kaçıyor, 1971 ihtilalciliğinde yaşandığı gibi radikal çıkış, reformculuğa ürküntü veriyor, korku aşılıyor. Korku dönemleri, küçük-burjuva reformculuğunu, ilerleyen bir hızla, sistemin dişlileri arasına atıyor. Bugün küçük-burjuva reformculuğu, Gorbaçov revizyonizminin siyasal tezlerinde ve ideolojik şekillenmesinde kendi arayışını buluyor. Gorbaçov revizyonizmi, istikrar ve uyum arayışını iç-politikada çoğulculuğa yönelen burjuva parlamentarizminin normlarına dönüşte, dış-politikada ise dünyadaki mevcut dengelerin muhafaza edilmesinde, barış politikasında, devrimci şiddetin ve her türden radikalizmin teorik ve siyasal-pratik bakımdan mahkûm edilmesinde buluyor. Ülkemiz “sol” reformizmi teorik ve moral gıdasını Gorbaçov revizyonizminden, “yeni düşünce” sisteminden alıyor. “Yeni sol” reformculuk, TBKP-reformculuğu şimdi parlamentarizme bütünüyle sarılıyor; şiddete, devrime, her türlü radikal çıkışa açık ve sert tavır alıyor, devrimi çağrıştırabilecek her türlü terimi sadece sosyal yaşamdan değil, tarihten de silmek istiyor. Reformcu akımların nezdinde Gorbaçov yıldızının parlaklığının sürmesi, devrime karşı geliştirilen SBKP’nin yeni soğuk savaş-restorasyon tezleri ile reformculuğun açık yönelişleri arasındaki çok yönlü uyuma, paralelliğe dayanıyor. Sovyetler Birliği’nde parlamentarizme geri dönüş olgusu örnek verilerek, ülkemizde de parlamentarizmin kesintiye uğramaması temennisi evrensel boyutlarına oturtuluyor. Reformcu akımlar, Eylül dönemi ile birlikte kaybedip yeniden buldukları parlamentarizme, daha büyük bir iştahla sarılıyor ve mevcut sistemin, reformcu bir çıkışın katılımı ile tamamlanması talebini sürekli canlı tutmaya çalışıyorlar. Yüzyıllık demokrasi ve özgürlük tutkusu, gerici burjuva parlamentarizminin hizmetine koşuluyor. Özgürlük tutkusu ve tarihsel birikim, parlamentarizmin yüceltilmesine tahvil ediliyor. Türkiye’de sınıf mücadelesinin gelişme tarihi, parlamentarizmin gelişme tarihi olarak yeniden yazılıyor, barışçıl geçiş tezinin ideolojik platformda içselleştirilmesi için, parlamentarizm olgusu ve kültürü aşırı övgüye mazhar oluyor. M. Belge’nin “Sosyalizm Türkiye ve Gelecek” başlığını taşıyan kitabı, sol ve sağ basında ortaklaşa en çok isminden söz ettiren, övgüye değer bulunan kitapların başında yer alıyor. Büyük bir reklam kampanyası ile ve “sol” reformcuları bünyesinde toplayarak yayın hayatına başlayan ve belli misyonlar yüklendiği anlaşılan “Marksizm ve Gelecek” dergisi, ilk sayısını Haziran-89, M. Belge’nin kitabının inceleme ve eleştirisine ayırıyor. Kitap, burjuva reformcu aydınlar eliyle, sosyalizm sorunlarının tartışılmasında yeni bir boyut olarak lanse ediliyor, içeriği temelinde “solun birliği” öneriliyor. Kitabın “yeni” özelliğini ve getirdiklerini merak edenlerin yüz elli yıllık reformculuğun, felsefi idealizmin ısıtılıp yeniden piyasaya sürülmesinden başkaca “yeni” bir şeye rastlamaları mümkün olmuyor. Türkiye’de köklü parlamenter geleneğin tarihi yeniden yazılıyor, silahlı mücadelenin, radikalizmin, jakobenizmin ve Ekim Devrimi’nin getirdiği devrimci normların mahkûm edilmesi, Leninist parti teorisinin reddedilmesi temelinde parlamentarizm ve barışçıl geçiş teorisi yeni baştan üretiliyor. “Sol” un izlemesi gereken yol ye yöntem olarak yeniden öneriliyor. Çoğulculuğa dayanan bir “sosyal kapitalizm” modeli sosyalizm düzlemine çekiliyor. Tabir uygunsa Gorbaçov revizyonizminin evrensel restorasyon tezleri, ulusal reformculuğun ideolojik-siyasal bakış açısı olarak global düzeyde yeniden formüle ediliyor. M. Belge’nin eski ve yeni makalelerinin son derece ciddiye alınmasının tek ciddi nedeni, reformculuğun düzene tutunması çabasıdır. Gorbaçov tezlerinin güncelliğini koruduğu ve Eylül rejimi altında reformculuğun düzene biraz daha tutunduğu bir entegrasyon sürecinde, “Sosyalizm Türkiye ve Gelecek” kitabının politik ve kültürel perspektifi hem entegrasyon sürecine uygun düşüyor hem de reformculuğun politik yönelimine cevap veriyor. Uyum olgusu eski tezleri yeniliyor, tersi de doğru, uyum ve restorasyon süreci, eski tezlerin yeni koşullara, reformcu yönelime uyumlu hale getirilmesini sağlıyor. “Çin’in Başkanı bizim de başkanımız” diyecek kadar keskin Maocu söylemi tekrarlayanlar ve ‘halk savaşı’ teorisinin tüccarlığını yapanlar, bugün Gorbaçov-Kruşçev savunuculuğu ve devrim karşıtlığı, Jakobenizm düşmanlığı ile parlamentarizme ye burjuva demokrasisi kurumlarına daha aşırı övgüler dizmekle meşguller. TBKP’ye kadar uzanan bir siyasal zeminde, ‘sosyalist birlik’ çağrıları, reformcu grupların reformculuk temelinde ortaklığına yöneliyor. Siyasal karşıtlarını reformculukla suçlayarak, kendine devrimci misyonlar yükleyenlerin, depolitizasyon sürecinin yeni yeni kırılmaya başlandığı ’86’lı yılların başlarında, parlamentarizm savunuculuğunu sürdürdükleri anlaşılıyor. Daha 3 yıl öncesinden, ‘güç birliği’ çağrıları başlatılıyor, ‘parlamentoyu savunan kuvvetlerin Milli Uzlaşma Anayasası için güç birliği’ yapmaları isteniyor, militarist darbelerin karşısına, ‘parlamentoyu savunan kuvvetler’ çıkarılıyor. Saçak Dergisi Eylül rejimi altında, parlamentarizmin acık savunuculuğunu, TBKP platformunun oluşturulmasından da önce başlatıyor ve 1980’ler öncesinde de parlamentarizm temeline dayandırılan i ‘ulusal uzlaşma’ çizgisinin Eylül sonrasına taşıyıcılığını üstleniyor ve 1986 başlarında gölge oyunu başlatıyor, otoriter kurumlaşmanın tasfiyesi için bulduğu tek ‘çözüm’ü açıklıyor: “1980’lerde önlenememiş olan askeri müdahalenin parlamenter kurumlar üzerine düşen gölgesinin kalkması ve getirdiği otoriter kurumlaşmanın tasfiyesi için, bugün gene tek bir çözüm vardır: Parlamentoyu savunan kuvvetlerin Milli Uzlaşma Anayasası için güç birliği yapmaları…” (Saçak, sayı: 25, Şubat-86)
Ayrılıklar ayrıntılar üzerinde ve yöntem sorununda ortaya çıkıyor. Çoğulculukla tamamlanmış burjuva parlamentarizm savunuculuğu ve parlamentarizm çizgisi, ‘sol’ reformculuğu birleştiren ortak payda oluyor.
Parlamentarizm savunuculuğu ile sistem, burjuva-kapitalist siyasal örgütler sistemi savunulmuş oluyor. “Sol” reformculuk, burjuva-kapitalist örgütler sistemi içerisinde eriyor.
Yaşanmakta olan restorasyon süreci, reformculuk ve devrimcilik olgularını çok daha net bir biçimde birbirinden ayırıyor. Hem teorik, hem de siyasal-pratik düzlemde, devrimcilikle reformculuk arasındaki açı giderek açılıyor, genişliyor.
Burjuva parlamentarizmini veya proletarya demokrasisini savunmak, burjuva demokrasisi veya proletarya demokrasisi saflarında yer almak, reformculukla devrimcilik arasındaki temel ayırım noktası olarak ortaya çıkıyor.
Burjuva demokrasisi ile siyasal kazanımlar arasında bire bir ilişki kurulamaz
Demokrasi ile siyasal hakların demokratik kazanımların bir ve aynı şeyler olmadığı biliniyor. Karıştırılmaması gerekiyor.
Demokrasi devlete ilişkin, siyasal yönetim biçimine ilişkin bir sorundur; faşizm gibi veya başka bir yönetim biçimi gibi burjuva devletinin bir durumunu, bir biçimini terminolojik düzeyde ifade etmek için kullanılır. Demokratik haklar ise, burjuva devletinin durumu ve biçimiyle de bağıntılı olarak, örgütlenme hakkı gibi, toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkı gibi, grev hakkı gibi bir hakkı, bir kazanımı ifade ediyor. Demokratik-siyasal kazanımlar, sınıf mücadelesinin tarihsel yan-ürünleri olarak şekilleniyor. İki noktanın altının çizilmesinde yarar var: Birincisi, demokratik haklar ve siyasal kazanımlar devletin-egemen sınıflar bloğunun bir lütufu olarak ortaya çıkmıyor, egemen sınıfların iradesine rağmen, egemen sınıfların fiziki iradesini ifade eden ve örgütlenmiş zor demek olan devleti zorlayarak gerçekleşiyor. Dalgaların bir kara parçasını, bir kayayı oymasına benzetilebilir. Demokratik haklar, işçi sınıfı ve emekçiler açısından birer mevzi konumunda. Egemen sınıflar açısından ise düzeni sürdürmek ve yığınları sisteme bağlamak için verilen kısmı tavizler olarak işlev görüyor. İkincisi, siyasal haklar ve kazanılan mevziler burjuva devletinin demokratik biçimi ile burjuva demokrasisi ile ilgili bir olgu. Ama onun bir ürünü olmadığı biliniyor. Güçler dengesine ve somut oluşumuna bağlı olarak, faşizm dâhil burjuva devletinin demokrasi dışındaki biçimlenmeleri koşullarında da, burjuva demokrasisindeki kadar olmasa bile, demokratik kazanımlar, siyasal haklar varlığını sürdürebilir. Dünya tarihinden ve ülkemiz yakın tarihinden sayısız örnek verilebilir.
Burjuva demokrasisi ve siyasal kazanımlar arasında tam ve bire bir ilişki kurmak yanıltıcı olur.
Burjuva demokrasisi ile demokratik haklar ilişkisi çelişkili bir karakter gösterir. Gerçek demokratik hakların kalıcılığı, burjuva çerçevenin dışında ve sosyalizme bağlanarak sağlanabilir. Siyasal özgürlüklerle burjuvazinin siyasal kurumları arasında bir ayırım vardır. Burjuvazinin siyasal egemenliğini gerçekleştirmenin bir kurumu olarak parlamento ile grev, örgütlenme, gösteri hakları gibi özgürlükler iki farklı düzlemde yer alır. İki farklı düzlem, gene de, burjuva demokrasisinin çelişkili birliğini ortadan kaldırmaz. Bu çelişkili birliğin kaynağı ve sonuçları üzerinde duracağız. Şimdiden söylenmesi -gereken bu çelişkili birliğin, kapitalizm ile demokrasi arasındaki ilişkinin, hem bir uyumu, hem de bir çatışmayı bağrında taşımasıdır.
Çatışma burjuva demokrasisinin sistemin istikrarsızlık unsuruna dönüştüğü koşullarda burjuvazinin kendi siyasal iradesini olumsuzlamasında, burjuva demokrasisinin burjuvazi tarafından reddedilmesinde ifadesini bulur.
Emperyalizm evresi, tekelci kapitalizm dönemi, burjuvazinin demokrasiye en az gereksinim duyduğu bir aşamayı karakterize ediyor. Demokrasi serbest rekabete, siyasal gericilik tekele tekabül ediyor. Demokrasinin, burjuva demokrasisinin artık, burjuvaziye ait bir olgu olmaktan çıktığı açık. Burjuva demokrasisi burjuvaziye karşın, burjuvazinin kendi siyasal iradesini olumsuzlaması eğilimine karşın varlığını sürdürüyor. Burjuva demokrasisi, tıpkı burjuvazi ve kapitalizm gibi tarihi miadını doldurmuş durumda, bir çürümeyi, bir yok oluş sürecini temsil ediyor. Burjuva demokrasisinin erdemleri, artık tekelci burjuvazinin doğrudan ideologları tarafından dahi fazlaca öne çıkarılmıyor. Ancak devrime karşı bir panzehire ihtiyaç duyulduğunda ve devrimin somut bir örneği olarak SSCB’deki ve Doğu Avrupa ülkelerindeki bürokratik-revizyonist sistem sosyal-faşist siyasal şekillenmeler sosyalizm normları ile karalanmak istendiğinde, burjuva demokrasisinin erdemleri, tarihi gelenekleri ve kalıcılığı üzerine var olan teoriler sil baştan tekrarlanıyor. Revizyonizmin, tekelci burjuvazinin dolaysız ideologlarından daha dinamik ve atak olduğu görülüyor. Avrupa komünizmi ideologlarının yürüttükleri hemen hemen tek faaliyet, burjuva demokrasisinin erdemlerini övmekten ibaret. Şimdi Gorbaçovlar, Medvedevler vb. sosyalist demokrasinin geriliğini, burjuva parlamentarizminin ebediliğini ilan etmekle meşguller. Türk revizyonist gericiliğinin dergi sayfaları, sosyalist demokrasiye sövgülerle, parlamentarizme dizilen övgülerle dolu. Doğrudan burjuva ideologlarının yüzyıllardır başaramadığı işi, revizyonist teorisyenler, burjuva devletini ve burjuva demokrasisini, kurumları ve tüm aygıtları ile sınıflar olgusunun dışına çekerek, devlet ve demokrasi olgusuna sınıflar-üstü bir anlam yükleyerek başarmaya çalışıyorlar.
Devlet ve demokrasi, birbirini bütünleyen siyasal kavramlar. Siyasal olguların sınıflar gerçeğinden bağımsız olmadığı, sınıflar üstü anlamlar taşımadığı biliniyor. Konumuz devlet ve demokrasi, siyasal olguların tarihsel oluşumu, siyasal şekillenmesi değil. Burjuva demokrasisi ile bağlantısı açısından sadece şu temele işaret etmek gerekiyor: Devlet, sınıf uzlaşmazlıklarının varlığı üzerine şekillenir ve egemen olan sınıfın, siyasal egemenlik aracı olarak ortaya çıkar, uzlaşmaz sınıflar gerçeği temelinde, egemen olan sınıf kendi egemenliğini, ancak zor yoluyla sürdürebilir. Devlet zor organlarına dayanır, devlet zorun örgütlenmesidir. Devletin olduğu her yerde zor, ancak bir zorunluluktur.
Demokrasi bir devlet biçimidir, burjuva demokrasisi burjuva devletinin biçimlerinden biridir, faşizm gibi ve ya burjuva devletinin başka bir biçimi gibi, burjuva devletinin durumlarından birini oluşturur. Burjuva demokrasisi ile faşizm dâhil diğer burjuva devlet biçimleri arasındaki fark, zorun örgütlenme biçimleri arasındaki farka, şiddet yöntemleri arasındaki farka dayanır. Demokrasi ile faşizm bir hız farkına indirgenebilir, faşizm burjuva devletinin gücünün uygulama hızının artırılması, şiddet araçlarının çok yönlü ve bütün hızıyla devreye sokulması anlamına gelir. Faşizme karşı burjuva demokrasisini veya burjuva devletinin başka bir biçimini savunmak burjuva devlet gücünün daha yavaş hızda uygulanması yönünde politika belirlemek anlamına gelir. Hangi devlet biçiminin daha iyi olduğu tartışması her halükarda, bir üretim biçimi olarak kapitalizmin sürgit onanmasına ve burjuva devletinin kendini onarmasına hizmet eder. Parlamentarizm, burjuva devletinin takviye mekanizmaları arasında yer alır. Devrimi ilerletmek için var olan siyasal mevzilere dayanmak başka bir şeydir, askeri darbe olasılığını gerekçe göstererek parlamentarizm i savunmak daha başka bir şeydir. Parlamentarizm, bir kurum olarak demokratik bir siyasal mevzi konumu taşımıyor, tersine, burjuva devletinin takviye mekanizmaları arasında yer alıyor. Mutlakıyetçi feodal devletten, Batı Avrupa’da, parlamenter burjuva devlete geçişle birlikte, “siyasal özgürleşme” olgusu tarihsel bir ilerlemeye tekabül ediyor. Daha ilerisi değil. Proletaryanın tarih sahnesine çıkması ve burjuvazinin sosyal bir tehditle karşı karşıya gelmesi ve ilk proleter devriminin kapitalizm çeperini yarması sonucunda, burjuvaziyle birlikte parlamenter devlet de ilerici misyonunu tamamlıyor. Parlamentolu veya parlamentosuz, demokrasili veya demokrasisiz burjuva devleti, siyasal gericiliğin merkezi oluyor. Parlamentonun varlığı veya yokluğu, bu durumun temel özelliğini değiştirmiyor, parlamentonun varlığı, yığınlara devlet yönetimine katılıyorlarmış gibi bir izlenim vermenin ve egemen sınıflar arası bir uzlaşma zemini oluşturmanın ötesinde, başkaca bir anlam ifade etmiyor.
Emperyalizm ve proletarya devrimleri çağı, burjuva demokrasisine anti-demokratik bir karakter kazandırıyor.
Burjuva demokrasisi, tekelci kapitalizm ile birlikte uğradığı kısıtlamaları hiç hesaba katmadan, en gelişmiş ve en yetkin haliyle bile, burjuva-kapitalist ekonomik ve sosyal ilişkiler sistemini yansıtır. Kapitalizm,’ sınıflar-arası ekonomik ve sosyal eşitsizliği içerir, üretim araçları karşısındaki konumlarına ve toplumsal üretimden aldıkları paya göre toplum, proletarya ve burjuvazinin iki kutup oluşturduğu sosyal sınıflara bölünüyor. Burjuva mülkiyet tekeli ve emperyalizm dönemi ile birlikte mülkiyette tekelleşme olgusu, sınıfsal farklılaşmanın artmasının ve sınıf uzlaşmazlığının keskinleşmesinin, maddi zeminini oluşturuyor. Devletin varlığı, toplum ile devlet arasındaki temel bir ayrılığın ifadesi demek oluyor. Sosyalist devlet-sosyalist demokrasi, devletin sönüp gitmesinin bir biçimi ve aracı iken, siyasal yönetim mekanizmalarının varlığı ve sürekliliği, devletin kendini yeniden-üretmesi ile mümkündür. Devletin kendini yeniden-üretmesi, devlet ile toplum arasındaki ayrılığı artırır. Köleci ve feodal devletlere göre, burjuva devlet, kendini, daha büyük ölçüde ve daha büyük bir hızla üretir. Toplum ile devlet arasındaki temel ayrılık, burjuva devlet ile birlikte doruk noktasına çıkar. Kapitalizmde, ekonomik ilişkilerle siyasal ilişkilerin, birbirinden tamamen farklı alanlar oluşturmaları, bu ayrılığın doruk noktasına çıkmasına kaynaklık eder. Ekonomik alanla siyasal alanın birbirinden farklılaşması, kapitalizmde işgücünün meta haline dönüşmesinin sonucu olarak ortaya çıkar, işgücünün metalaşması, zoru ve siyasal alanın, ekonomik alandan ayrışmasını gerektirir. Ekonomik ve siyasal ilişkilerin birbirinden farklı alanlar oluşturacak şekilde ayrışması, toplum ile devlet arasındaki ayrılığın şekillenmesine temel oluşturur. Ekonomi ve siyasetin iki farklı alan olmaktan çıktığı sosyalizmin belli bir olgunluk aşamasında, sosyalist demokrasi, toplumun ve devletin iç-içe geçmesi sonucunu doğurur.
Burjuva mülkiyet tekeli zemininde, ekonomik ve siyasal alanların birbirinden ayrışmış olması, burjuva demokrasisini biçimsel hale getirir, burjuva demokrasisini siyasal demokrasi çerçevesinde sınırlar. Siyasal demokrasi biçimsel bir özellik gösterir. Sınıfların ekonomik eşitsizliği temeli üzerine kurulan burjuva demokrasisi, ancak, yurttaşların yasa karşısındaki biçimsel eşitliğini tanır, daha ilerisini değil. Yurttaşların yasalar karşısındaki hukuki hak eşitliği, özünde, bir eşitsizliğin ifadesini oluşturur. Burjuva demokrasisi, burjuvazinin mülkiyet tekelini korumak ve sağlamlaştırmak suretiyle, sınıflar arasındaki ekonomik eşitsizliği artırıcı bir rol oynar. Sosyal sınıflar arasındaki ekonomik eşitsizliğin artması, burjuva demokrasisinin biçimsel özelliklerini dahi törpüler. Belirleyici üretim araçları üzerinde burjuva mülkiyet tekeli ve tekelleşme olgusu, üretici sınıfın işçi sınıfı ve emekçilerin, kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde, kendi emeklerinin, emek ürünlerini ve üretim koşullarını denetleyememelerini beraberinde getirir. Bu durum, ekonomik yabancılaşmanın temelini oluşturur.
Ekonomik ve toplumsal olarak egemen olan sınıf, siyasal olarak da egemen olur, burjuvazi siyasal egemenliğini kurar. Demokrasi kavramı, burjuva demokrasisi olarak sınıfsal bir anlam kazanır. Siyaset ve karar alma süreci burjuvazinin kapalı av alanı haline dönüşür.
Burjuva demokrasisi, kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı yabancılaşmanın siyasal ifadesini oluşturur ve temsili bir özellik gösterir. Kapitalizm koşullarında en olgun biçimine ulaşan toplum-devlet ayrılığı, temsili demokrasiden daha ileri bir biçime izin vermez. Toplum-devlet ayrılığı çerçevesinde siyasal katılım olgusu, toplumun ve toplumun tek tek üyelerinin kendi adlarına sürdürdükleri bir faaliyete dönüşmez, tersine, toplum, siyasal katılımın dışına itilir. Siyasal faaliyet ve siyasal katılım, toplum adına siyasetçilerin, siyasal yetkililerin tekelinde kalır. Yurttaşlar siyasalıklarını ancak kendi siyasal iradelerini, siyasal alanın üyelerine devretmek yoluyla gerçekleştirirler. Burjuva demokrasisi, en yetkin konumunda dahi, burjuva devlet mekanizmasının yapısı gereği, milyonların toplumsal-siyasal kararlara katılımını olanaksız hale getirir.
Herkesin devlet yönetimine katılması süreci, kapitalizmi ve burjuva demokrasisini olanaksız hale getirir. Siyasal katılım mekanizmalarının gerçekleşmesi koşullarında, kapitalizm tutunamaz. Ama kapitaliniz ve burjuva demokrasisi, aynı zamanda paradoksal bir özellik gösterir. Kapitalizmin gelişmesi ve yarattığı toplumsal-siyasal koşullar, herkesin devlet yönetimine katılmasının zorunlu öncüllerini yaratır.
Burjuva demokrasisi, pasif bir karakter taşır, eksik bir demokrasidir. Burjuva demokrasisi doğrudan katılımı ve kitle demokrasisini reddetmesi ile yığınları siyasal hayatın dışına sürmesi ile tam demokrasiden ayrılır, tam demokrasiden nitelik olarak ayrılır.
Burjuva devletinin kurumları ve mekanizmaları kitleleri böler, tek tek bireylere indirger, onların bağımsız inisiyatiflerini ellerinden alır ve sonuçta siyaseti özel, uzmanlaşmış aygıtlara devreder. Ekonomik yabancılaşma siyasal ve mantıki sonucunu doğurur: Ekonomik yabancılaşma, siyasal yabancılaşma tarafından tamamlanır.
Yığınların siyaset dışına sürülmesi ve siyasal yabancılaşma, demokrasiyi anti-demokrasiye dönüştürür. Burjuva demokrasisi, anti-demokratik gerici bir karakter gösterir.
Anti-demokratik burjuva demokrasisi, demokrasinin, demokrasi fikrinin ancak bir hayale dönüşmesini ifade eder. Burjuva demokrasisinin bugün ancak bir hayali yaşayabiliyor. Gerici burjuva demokrasisinin hayali bugün gerici burjuva parlamentarizminde somutlanıyor.
Burjuva demokrasisinden geriye, bugün, bir burjuva parlamentarizminden başka bir şey kalmadığı görülüyor.
Parlamentarizm, yığınlara, devlet yönetimine katıldıkları izlenimini vermesinden dolayı, evrensel bir yanılsamayı yansıtıyor.
Parlamentarizme yöneltilen itirazın temelinde, parlamentonun temsili bir kurum olması yatmıyor. Feodal mutlakıyetçilikten temsili kurumlara yöneliş, tarihsel bir ilerlemeye dayanıyor. Temsili kurumları, proletarya diktatörlüğü altında da vazgeçilmez olduğunun bilinmesi gerekiyor. İtiraz, temelinde parlamentonun, devlet kurumları içerisinde bir vitrin olmasından kaynaklanıyor. Yaptığı yasalar üzerinde hiçbir denetim yetkisine sahip olmayan parlamento, yetkilerini yürütme organına devretmek suretiyle, özünde, sadece bir onay merkezi olma konumunda kalıyor. Ordu-polis ve bürokrasiden, mahkemelere ve cezaevlerine kadar uzanan bir dizi, bürokratik ve militarist kurum devletin temel güç organlarını oluşturuyor. Parlamento, devletin temel güç organları arasında yer almıyor. Demokrasi, her şeyden önce, temsili organların üzerinde yükseliyor. Temsili organlar olmaksızın, bir proletarya devleti düşünülemez bile. Ama parlamento, burjuva devleti için olmazsa olmaz bir kurumu değildir. Özellikle belli geri kapitalist ülkelerde, parlamentonun burjuva varlığı devleti açısından bir kural değil, daha çok bir istisna oluşturuyor. ‘Demokrasinin beşiği’ olarak anılan Batı demokrasilerinde, siyasal istikrarın gerçekleştirilmesinde artık bir işlev taşımaması koşullarında, tekelci burjuvazinin, demokratik parlamentarizmi devre dışı bırakması, temsili organlarla burjuva devleti arasındaki ilişkinin yerini ve düzeyini somutlaması açısından önem taşıyor.
Parlamento bir vitrindir ve ‘yasa yapıcı’ bir kurum olarak, burjuva diktatörlüğüne demokratik bir görünüm kazandırmak gibi, önemsiz olmayan bir işlevin taşıyıcısıdır. Asıl devlet işleri hep kulislerde görülür, devlet daireleri, bakanlıklar ve genelkurmay tarafından yürütülür… Parlamento ise, asıl devlet organları tarafından yürütülen faaliyetler açısından bir onay merkezi olmanın ötesinde bir işlev taşımaz. Parlamento, asıl devlet organları tarafından yürütülen siyasal faaliyetlerin yasallaştırılması, onlara yasal ve meşru bir görünüm kazandırılması gibi görevle yükümlüdür. Parlamento kendi çıkardığı yasaları bizzat kendisi yürütemez, yürütme organı işlevine sahip olamaz; yürütme görevini, kendi dışında ve kendi üzerinde yer alan bir organa devreder.
Burjuva demokrasisi, yasama ve yürütme görevlerinin, yasama ve yürütme organlarının birbirinden ayrılması esasına dayanır.
Burjuva devlet organlarının ikili iktidar olarak oluştuğu feodal mutlakıyetçiliğin çöküşe geçtiği evrede, kuvvetler ayrılığı ilkesi, tarihsel olarak ilerici bir işlevi yerine getiriyordu. Yasama organının, yürütme organı karşısında burjuvazinin bir iktidar merkezine dönüştüğü ve mutlakıyetçi yürütmeden bağımsızlaştığı meşruti monarşi koşullarında, kuvvetler ayrılığı ilkesi, feodal devleti zayıflatan bir rol oynuyordu. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulanması, burjuvazinin siyasal iktidarını güçlendiriyor ve burjuva demokrasisinin oturmasına hizmet ediyordu. Kuvvetler ayrılığı ilkesi bugün, siyasal egemenliği parlamentodan alıp yürütme organına devretmek suretiyle, burjuvazinin siyasal egemenliğinin gerçekleşmesine en uygun ve uyumlu siyasal hukuk teorisi oluyor. Burjuva demokrasisinin kurum ve normlarının teorik çerçevesini çizmesi açısından kuvvetler ayrılığı ilkesi, artık gerici bir nitelik taşıyor.
Burjuvazinin asıl siyasal iktidarı, devletin parlamento dışındaki iktidar organları aracılığıyla gerçeklik kazanıyor. Parlamentodaki herhangi bir iktidar değişikliği, devletin temel kurumlarını nitelik olarak etkilemiyor parlamentonun eli, temel iktidar organlarına kadar uzanamıyor. Daha önemlisi, en demokratik ortamlarda bile seçim oyunları, seçim yasasında yapılan değişiklikler ve milletvekili transferleri gibi yol ve yöntemlerle, istenmeyen güçlerin parlamentoda ‘iktidar’ olması sürekli bir biçimde engelleniyor. Daha da olmazsa, siyasal istikrarın bozulması ve burjuvazinin siyasal ve ekonomik iktidarının ‘tehlikeye’ sokulmaması için, gerektiğinde, parlamento devre-dışı bırakılıyor. Sayısız örnekleri biliniyor.
Parlamenterimin devrede olduğu dönemlerde dahi, burjuvazi, sınırlama üstüne sınırlama koyarak, yığınları, daha büyük ölçüde siyasetin, siyasete biçimsel katılımın da dışına sürüyor, Parlamento, bütünüyle burjuvazinin kapalı bir av alanı haline dönüşüyor. Geniş kitlelerin, seçtikleri parlamento üyelerini denetleme ve geri çağırma hakkına sahip olmaması, parlamento üyeliğinin maddi ve manevi ayrıcalıklarla ve dokunulmazlık zırhıyla donatılmış olması ve parlamento üyeliğinin profesyonel bir meslek statüsüne dönüşmesi, seçilen parlamenterlerin niteliğinden bağımsız olarak, bu duruma yapısal temel oluşturuyor.
Yasama ve yürütmenin birbirinden ayrılması ve iktidarın bürokratik-askeri makinayı filinde tutan yürütme gücüne aktarılmış olması, en tam burjuva demokrasilerinde bile, demokrasinin bir hayale dönüşmesinin başlıca nedeni oluyor. İktidar, yasamadan ve yığınlardan kopuk bir yürütme gücü aracılığıyla gerçekleşiyor. Yasa ve yürütme görevlerinin birbirinden ayrıldığı vs her ikisinin de doğrudan üreticiden koparıldığı burjuva demokrasisi, bir bütün olarak demokrasiyi bir hayale dönüştürür.
Parlamentarizm, burjuva demokrasisinin hayalinin somutlanması demek oluyor.
Burjuvazinin siyasal egemenliğini kurması için, bu özellikleri taşıyan parlamenterimin, kapitalizme yaraşan en uygun siyasal kılıf olduğunu söylemek gerekiyor. Lenin’in tanımıyla, “demokrasi, burjuvazinin dolaylı, ama o kadar da güvenli iktidarıdır”, “demokratik cumhuriyet, kapitalizmin olanaklı en iyi politik biçimidir. Sermaye demokratik cumhuriyette iktidarını öyle güvenli ve sağlam kurar ki, hiçbir parti, kişi ve hükümet değişikliği onu sarsamaz.” Seçimler ve seçim mekanizmaları, her 4 ya da 5 yılda “parlamentoda halkı yönetici sınıfın hangi üyesinin temsil edeceğini, ayaklar altına alacağını kararlaştırır.” Geniş kitlelerin, kapitalizmin her döneminde, burjuvaziye karşı dişe diş bir mücadele ile kazandıkları genel oy hakkı, burjuva demokrasisinin karakterini değiştirmiyor, tersine, burjuvazinin egemenlik aleti olması açısından bir işlev taşıyor. En fazla “sınıfın olgunlaşma düzeyinin” bir göstergesi oluyor. Bunun dışında farklı bir anlamı ve işlevi olmuyor.
Burjuva devrim sürecinin tamamlanmadığı, devletin daha çok burjuva demokrasisi dışındaki biçimlere büründüğü, gerici parlamentarizmin, Batı Avrupa’daki çoğulcu parlamentarizmin bir karikatürü düzeyinde şekillendiği, demokratik-siyasal kazanımların belirli dönemlerde ancak fiilen kullanılabildiği, siyasal zorun ekonomi-dışı zorla birleştiği ve ataerkil ekonomik-toplumsal ilişkiler çerçevesinde köylülüğün tümü açısından ‘siyasal özgürleşme’ sürecinin tamamlanmadığı geri kapitalist ülkelerde, gerici burjuva, burjuva-feodal devletlerin özgün siyasal süreçlerinin ve mekanizmalarının, burjuva demokrasisinin genel eğilimleri ile uyum göstermediği açık, biliniyor, üzerinde özel olarak durmak gerekmiyor, tekelci kapitalizm evresinde ve Siyasal istikrarsızlığın derinleştiği koşullarda, bir kural olarak, burjuva demokrasisinin çok yönlü sınırlamalara uğradığı da yaşanan siyasal sürecin karakteristik bir özelliğini oluşturuyor.
Geri kapitalist ülkelerdeki siyasal şekillenmeler ve emperyalizm döneminin genel eğilimleri hesaba katılmasa bile, en demokratik ve en yetkin haliyle burjuva demokrasisinin bir anti-demokrasi olduğunu, parlamentarizmin gerici anti-demokratik bir kurumlaşma olduğunu saptamak gerekiyor. Yığınları siyasal yaşamın dışına süren ve salt biçimsel-siyasal eşitliği, o da eksik bir biçimde, gerçekleştirilen burjuva demokrasisinin ilerletilmesiyle, yetkinleştirilmesiyle ortaya çıkacak şekillenme, ‘ileri demokrasi’, gene gerici burjuva demokrasisidir, gerici burjuva demokrasisinin anti-tezi ‘ileri demokrasi’ değil, sosyalist demokrasidir. Siyasal demokrasinin, aşılması, ancak, sosyalist demokrasinin gerçekleştirilmesiyle mümkün olabilir.
Biçimsel eşitliğe dayanan burjuva demokrasinin ikili karakteri, siyasal yaşama aktif olarak katılımı engellenen yığınların, siyasal demokrasinin dar sınırlarını aşmak için siyasal mücadeleye katılmasına zemin hazırlar, siyasal eşitlik bir potansiyel olarak kendisini aşma eğilimi taşır. Daha önce işaret ettik: Burjuva devletin mekanizmaları ile siyasal özgürlükler aynı düzlem içinde yer almazlar. Demokratik özgürlüklerle, burjuvazinin siyasal kurumları arasında bir ayırıma işaret etmek gerekiyor. Ama gene de bu ayırım, burjuva demokrasisinin çelişkili birliğini ortadan kaldırmıyor. Temelinde de kapitalizmin genelleşmiş meta üretimi yatıyor. Eşit hak, kapitalist sömürünün bir gerçekleşme biçimidir, ama eşit hak, aynı zamanda burjuvazinin siyasal egemenliğinin zaman zaman zorlanmasının da zeminini oluşturuyor. Sonuçta kapitalizm ile demokrasi arasındaki ilişki, hem bir uyumu, hem de bir çatışmayı barındırıyor. “Burjuvazinin egemenliğinin en uygun kılıfı, aynı zamanda bu sınıfı, siyasal garantilerinden yoksun” bırakıyor. Burjuva demokrasisi, burjuvazinin koşulsuz siyasal egemenliği önünde bir engel oluştura-biliyor. Burjuva demokrasisinin, burjuvazi için ‘istikrarsızlık’ unsuruna dönüştüğü koşullarda, burjuvazi kendi siyasal iradesini olumsuzluyor; burjuva demokrasisi, burjuvazi tarafından reddediliyor.
Sonuç olarak burjuva devletinin bir durumunu, bir biçimini ifade eden burjuva demokrasisi çoğulcu parlamentarizminden, seçim mekanizmasına, genel oy hakkına kadar uzanan kurumlar sistemine dayanıyor, örgütlenmiş zor demek olan burjuva devletin biçimsel çerçevesini çiziyor. Burjuva demokrasisini savunmak, bu kurumlar sisteminin bir unsuruna dönüşmüş olmakla siyasal eşdeğerlilik kazanıyor. Reformculuğun siyasal temeli tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Proletaryanın burjuva demokrasisini savunmak gibi bir görevinin olamayacağı açık: Tekelci burjuvazinin, burjuva demokrasisinin sınırlarını her geçen gün biraz daha daraltmaya yöneldiği, burjuva demokrasisinin artık burjuvaziye ait bir olgu olmaktan çıktığı bir ‘istikrarsızlık’ unsuruna dönüştüğü takdirde parlamentarizme dahi pek sıcak bakmadığı koşullarda, kazanılmış mevzileri savunmak, statükoyu korumak, proletaryanın temel görevi olamaz. Siyasal haklar sınıf mücadelesinin türevi olarak ortaya çıkıyor, reformlar sınıf mücadelesinin yan-ürünlerini oluşturuyor. Proletarya, ancak, kapitalizmle birlikte, burjuva demokrasisini yıkmak gibi temel bir görevle kendini yükümlü sayar. Reformlar, kazanılmış siyasal haklar, bu temel görevin gerçekleştirilmesi sürecinde, ancak proletaryanın dayanması gereken mevziler olması açısından bir işleve sahiptir. Burjuva devletinin aldığı biçimlerden bağımsız olarak, kazanılmış hakların, siyasal mevzilerin fiilen veya yasal platformda korunması, ilerletilmesi, bu çerçevede, ancak bu çerçevede bir anlam ifade ediyor.
Örgütlenme özgürlüğünün önündeki Anayasada ve TCK’de yer alan yasal ve fiili engellerin kaldırılmasının, proletaryanın dayanacağı mücadele mevzilerini artırıcı bir özellik taşıyacağı açık.
TCK’nın 141-142. maddelerinin kaldırılması, uzun bir süreden beri Türkiye’nin siyasal gündeminin üst sıralarında yer alıyor. 141-142’nin kaldırılması yönünde reformcu aydınlar ve düzen-içi reformcu akımlar, sistemli bir kampanya yürütüyor. TBKP’nin yasal olarak da siyaset sahnesinde yerini almasının, Türkiye’nin demokratik imajını düzelteceğinin propagandası yapılıyor. İmaj propagandası ile devletin temel güç odakları ikna edilmek isteniyor. Rejimin en yetkili ağızlarının resmi demeçleri ve zaman zaman yapılan gayri-resmi açıklamalar, reformculuğa güç veriyor. Siyasal faaliyet için 141-142 üzerine yapılan tartışmalar, verilen resmi demeçler, demokrasi kampanyaları, biraz da rejimin, reformcu aydınları sisteme bütünüyle bağlama politikasının bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. Gericiliğin bunda başarısız olduğu da söylenemez. Kavramların özü ve kapsamı, reformcu aydınlar eliyle daraltılıyor. Siyasal demokrasinin gerçekleşmesi ve ulusların kaderlerini tayin hakkının savunulması genel politikasının bir unsuru olarak şekillenmeyen dar bir anti-141/142 kampanyasına yöneliyor. Öyle ki, reformcu aydınlar, bir bölümüyle, TCK’nın 141 ve 142. maddelerinin öngördüğü ceza niceliğinin azaltılması, çok büyük bir bölümüyle de, bu maddelere şiddet unsurunun eklenmesi suretiyle, ilgili maddelerin sadece ihtilalci radikal siyasal hareketlere karşı kullanılması konusunda, artık gericiliğe akıl hocalığı yapmaya soyunuyorlar. Eylül rejimi amacına ulaşmış gözüküyor, en azından reformcu aydınların büyük bölümüyle rejimin hizmetine sokulması açısından…
Görünen o ki, sistem, ismine temel bir belirleyicilik atfetmeden, sistemi siyasal açıdan güçlendirecek reformcu akımlara ve örgütlenmelere karşı kapatılan kapıları, kontrollü bir biçimde biraz gevşetme ve yöneliminde. Şimdilik bir yönelimin izlerinden söz edilebilir. Yönelirimin somut bir politika düzeyine çıkması, elbette ki çok yönlü etkenlere bağlı.
Gericiliğin yukarıdan reform yönelimlerini, demokratikleşme terimi ile isimlendirme yanıltıcı olur. Yukarıdan reform yönelimleri ile ortaya çıkacak siyasi, hukuki boşluklardan, tabandan ilerleyen bir demokratikleşme hareketinin mevzi olarak yararlanması, elbette ki, bir ve aynı şey değildir. Karıştırılmaması gerekiyor. Karıştırılmaması gereken bir şey de, Avrupa demokrat ve ilerici kamuoyunun, Türkiye halkının demokrasi mücadelesine yönelik dayanışması ile Avrupa tekelci burjuvazisinin, Türk hükümetinin AT’a katılma başvurusu karşısındaki tatlı-sert tutumu… Avrupa demokrat ve ilerici kamuoyunun tepkisi, tekelci burjuva hükümetlerinin demagojik çıkışlarına zemin oluşturduğu açık. Türk reformcu akımları ve işçi aristokratları, Türkiye işçi sınıfının sosyal mücadelesinin dışında oldukları için, kendi güçsüzlüklerini Avrupa tekelci burjuvazisine atfettikleri demokrasi gücü ile tamamlamaya Avrupa’dan demokrasi ithal etmeye çalışıyorlar. AT’a katılmak için demokrasi ihtiyaç ve çağrıları, bu anlayışın sonucu olarak ortaya çıkıyor. Siyasal demokrasinin gerçekleştirilmesine yönelik mücadelenin karşısında, gericiliğin yanından yer alanlar, AT kapılarında demokrasi dilenmeye çıkıyorlar. AT’a üye devletlerin bir bölümünün, Türkiye’nin başvurusu karşısındaki kaygı ve tutumları, demokrasi kaygılarından değil, ekonomik kaygılarından kaynaklanıyor. Zaman zaman uç veren belli belirsiz insan hakları savunuculuğu gösterileri ise, Avrupa ilerici kamuoyunun tatmin edilmesi amacına hizmet ediyor. ‘Bütünleşme’ sürecine hazırlık olmak üzere Türk hükümetinin resmi-reformlara yönelme politikasının hızlanması isteniyor.
Türk gericiliği vitrini güzelleştirme politikasına yöneliyor.
Parlamento kürsüsünden yararlanma faaliyeti devrimci mücadelenin yardımcı üs noktalarından birini oluşturuyor
TBKP, güzellik vitrinindeki yerini almaya hazırlanıyor.
TBKP, siyasal demokrasiyi anti-141/142’ye indirgeyerek, barışçıl geçiş ve yoğun bir parlamentarizm propagandası yaparak, varlığını gerici parlamentarizmi korumaya adayarak, sistemin yasal bir beklentisi konumuna yükseltmek istiyor.
TBKP, parlamentarizm politikası ve parlamentarizm savunuculuğu ile sistemi savunduğunu göstermiş oluyor.
TBKP politikalarının seçimlere katılma, CHP-SHP’ye oy verme çağrılarından, tam bir parlamentarizm politikasına dönüştüğü, TBKP’nin bugünkü statüsüyle, yarı-yasal bir tarzda parlamentarizmin organik bir parçası olmaya evrildiği anlaşılıyor.
TBKP ve reformculuk, devrimin, yığın mücadelesinin karşısına parlamentarizmi çıkarıyor, devrimi ve yığın mücadelesini parlamentarizm silahı ile durdurmaya çalışıyor.
Pratiğin ortaya çıkardığı bir gerçeğin altını çizmek gerekiyor: Siyasal iktidara yönelik bir mücadelenin başarısı, siyasal iktidarın fethi ancak parlamento-dışında ve yığınların aktif örgütlü mücadelesi ile mümkün olabiliyor, istemin çerçevesinde sıradan gibi gözüken bir sistemin gerçekleşmesi bile, ancak grevlerden, direnişlere kadar uzanan bir dizi mücadelenin ürünü olabiliyor. Reformlar mücadelenin, devrimin yan-ürünleri olarak ortaya çıkıyor. Yığınların pratik içinde eğitimi, devrimin yeni mevziler kazanması açısından, toplumsal ilerleme açısından, sıradan bir işçi grevinin bile, yalnızca bir devrim döneminde değil, mücadelenin her evresinde, (sadece bir karşılaştırma yapmak açısından söylenebilir) parlamento kürsüsünü kullanarak yapılan herhangi bir çalışmadan daha önemli olduğu anlaşılıyor.
Pasif direnişlerden ayaklanmalara kadar uzanan ve evrilen yığın mücadelesi bir konumu ifade ediyor. Gelişen yığın hareketi, sistemin çerçevesinde bir dizi siyasal mevzi kazanıyor, üzerine basarak yükselebileceği yardımcı üs noktaları ediniyor; siyasal mevziler, yasal üs noktaları gelişen devrimin yan-ürünleri olarak şekilleniyor. Burjuva parlamento kürsüsü, yasal üs noktalarından en önemlisi olmasa bile, birini oluşturuyor. Parlamento kürsüsünden yararlanmak politikası başka bir konumu, özel bir sorunu ifade ediyor. Kitle mücadelesi ile parlamento kürsüsünden yararlanma faaliyeti aynı konumda, aynı düzlemde yer almıyor. Veya parlamentoda yürütülecek faaliyet, devrimcilerin en gerici kitle örgütlerinde, en gerici sendikalarda dahi çalışmaları gerektiği politikasının bir devamı olarak da şekillenmiyor. En gerici kitle örgütlerinde yürütülen bir faaliyet, gericiliği kitle örgütlerinden tecrit etmeyi, burjuvazinin kitle örgütlerindeki etkinliğini kırmayı amaçlıyor; parlamenter çalışma ise, parlamento kürsüsünden yararlanma ile sınırlı kalıyor. Burjuva parlamentosunu kalıcı bir biçimde fethetme politikası, olsa olsa reformcu yanılsamayı yansıtıyor. Proletaryanın devrimci partisi, parlamento kürsüsünden yararlanma faaliyetine, parlamento içinde organik bir çalışma yürütmek veya parlamentonun organik bir parçası olmak için, ‘parlamenter demokratik düzenin vazgeçilmez bir unsuru’ olmak için değil, parlamento kürsüsünü kullanarak sistemi teşhir etmek, siyasal gerçekleri açıklamak amacıyla başvuruyor. Parlamenter faaliyet, parlamentarizmin, çıkmasının ve çözümsüzlüğünün teşhiri amacına hizmet ediyor. Parlamenter faaliyet bir iç-savaş bir ayaklanmaya doğru gelişebilecek bir kitle mücadelesinin yardımcı üs noktalarından birini oluşturuyor.
Devrimcilikle reformculuk arasındaki ayırım burada başlıyor. Reformcu akımlar örgütlü bir güç olarak, parlamentarizmin organik bir parçası olmak suretiyle, ‘parlamenter demokratik düzenin vazgeçilmez bir unsuru’na dönüşüyorlar. Parlamentarizm savunuculuğu düzen savunuculuğu ile noktalanıyor. TBKP, bu bakış açısının bilinen tek örneği değilse bile, ülkemizin karakteristik bir örneği. Devrimci tutum, parlamenter faaliyete, siyasi kitle mücadelesinin yardımcı bir üs noktası olarak yararlanılmasını gerektiriyor. Dahası devrimci tutum, seçim dönemlerini parlamentoya daha çok üye sokmak için değil, devrimci propaganda için bir fırsat olarak değerlendirmesi ile seçimlere ve parlamentoya katılma taktiğinin doğru ve geçerli olduğu dönemlerde dahi seçimlere katılma çağrılarında oy kullanma özgürlüğüne veya parlamentonun önemine övgüler dizmekte somutlanabilecek sistemin siyasal mekanizmalarını meşrulaştıran taktikleri ve politikaları reddetmesi ile, her koşulda sisteme alternatif olarak Sovyet-halk meclisleri organlarının propagandasını çıkarması ile reformcu bakış açısından ve reformcu politikalardan nitelik olarak ayrılıyor.
Bir seçim atmosferinde ve sınıf mücadelesinin şu veya bu biçimlerde sürdüğü her dönemde, temel siyasala faaliyet olarak, sadece gerici burjuva parlamentarizmin değil, bütün kurum ve mekanizmaları ile mevcut siyasal sisteme onay veren, parlamentarizmi ‘ulusal mutabakat’ın sağlanacağı bir zemin olarak görerek allayıp-pullayan reformculuk, bugün artık burjuvazinin dolaylı değil, dolaysız yedekleri arasında yer alıyor.
Reformculuk CHP-SHP kuyrukçuluğu İle özdeşleşen kötü bir parlamentarizm geleneğini, ağırlıklı olarak TBKP kanalına akıtarak bugüne taşıyor ve pekiştiriyor. ‘Sol’ hareketin elli yıllık uzunca bir dönemine, ideolojik ve siyasal platformda parlamentarizm damgasını vuruyor.
İhtilalciliğin reformculuktan kopması ile birlikte, burjuva parlamentarizm anlayışına tepki olarak boykotçuluk anlayışı, doğuyor. Parlamentarizm anlayışının ulusal ve uluslararası platformda kökleşmesi ve devrimciliğin günümüzdeki bir ölçütü olarak propaganda edilmesi, boykotçuluğu ideolojik düzlemde gelenekleştiriyor, boykotçuluk her derdin devası olarak görülüyor. Dahası zayıf bir parlamenter geleneğe sahip olan veya ‘demokratik’ kurumlara sahip olmayan yarı- sömürge ülkeler açısından, stratejik bir politik tutum düzlemine yükseltiliyor. Boykotçuluk hastalığı, tersyüz edilmiş bir parlamentarizm anlayışını çağrıştırıyor. Oysa parlamento kürsüsünden yararlanma veya parlamentoyu boykot etme taktiği ülke tiplemelerine göre değil, çeşitli özel durumlar dışta tutulursa, temelde siyasal ve pratik bakımdan yığınların parlamenter sistemi dağıtmaya hazır olup olmadığına göre hangi taktiğin devrimin gelişmesini hızlandıracak oluşuna göre belirleniyor. Parlamenter faaliyetten yardımcı bir üs noktası olarak yararlanma anlayışı bakımından, mevcut burjuva parlamentosunun tarihsel gelişimi ve siyasal kurumlar içersinde işgal ettiği yerin özelliği veya parlamento çalışmasından yararlanacak devrimci örgütlenmenin yasal veya yasa-dışı bir konumda olup olmadığı fazlaca önemli gözükmüyor. Bolşevik partisinin Duma’ya katılma veya Duma’yı boykot taktikleri, bu duruma örnek olarak anılabilir. Çarlık Duma’sının, yapısı ve oluşumu bakımından bugünkü gerici parlamentolardan, Çarlık Rusya’sının da kapitalist gelişme açısından, örnek olması için, Türkiye gibi bir ülkeden daha geri bir konumda olduğu biliniyor. Hatta Lenin, ‘Sol Komünizm’de parlamenter faaliyetten yararlanmanın zorluğu ile, burjuva demokratik geleneklerin eskiliği arasında ters bir orantı kuruyor: “Parlamentoda grup kurmak, mücadele yürütmek zordur. Bu iş Rusya’da zordu, burjuva demokratik geleneklerin çok daha güçlü olduğu Batı Avrupa’da ve Amerika’da çok daha zordur.” (Sol Komünizm, sy. 134)
Dahası herhangi bir mücadele biçiminin, bir önkoşul olarak reddedilmesinin sosyal pratikle bağdaşamayacağı ve bunun Marksizm ile açıklanamayacağı açık. Mücadele biçimlerini ve araçlarını fetişleştirme amaçla araç arasındaki farkı kaybetme tutumu, yığınlardan kopmaya yol açıyor. Önceden de üzerinde durduk, parlamentoya katılma veya parlamentoyu boykot etme taktiği, temelde, yığınların Sovyet-halk meclisleri sistemini benimsemeye ve burjuva parlamentosunu dağıtmaya ideolojik, siyasal ve pratik bakımından hazır olup olmadığına bağlı oluyor. Lenin, parlamenter kurumları dağıtmaya gücümüzün yetmediği koşullarda, bu koşullarda, bu kurumlarda çalışmak zorunda olduğumuza işaret ediyor. Yerel yönetim organları konusu üzerinde dururken de belirttik, merkezi veya yerel halk meclislerinin örgütlenmesi sorunu, sadece niyetle veya öncünün kararlılığı ile gerçeklik kazanamıyor. Çok özel ve istisnai koşulların oluşmasının dışında, kapitalizm çerçevesinde, genel veya yerel seçimlerde siyasal boykot taktiği, halk meclisi organlarının, ikinci iktidar organları olarak, pratik bakımından örgütlenmesi durumunda gündeme geliyor.
Sovyet-halk meclisi organlarının pratik olarak örgütlenemediği, burjuva parlamentosunun, aynı zamanda siyasal olarak da miadım doldurmadığı nispeten ‘barışçıl’ dönemlerde, proletaryanın öncü müfrezesinin, siyasal gerçekleri açıklamak ve parlamentarizmle birlikte burjuva devlet mekanizmasını teşhir etmek amacıyla, parlamento kürsüsünden yardımcı bir üs noktası olarak yararlanması devrimci bir tutumdur.
Reformcu, düzen-içi parlamentarizm politikasına karşı, devrimci tutum, belli koşullarda parlamenter faaliyetten yardımcı bir üs noktası olarak yararlanma tutumu ile çelişmez, tersine gerekli kılar.
(Sürecek)

EK-1
Demokrasinin son sınırı: İşçi grevleri
Sovyetler Birliği, en yoğun olarak 1989-Temmuz’unda yaşanan, yaygın bir işçi dalgasına sahne oluyor. Cumhuriyetin dört bir yanında ortaya çıkan ulusal talepli hareketlere, şimdi, özellikle Ukrayna ve Sibirya’da yoğunlaşan sosyal bir hareketlenmeyle, uzun süre kitlevi işçi grevleri ekleniyor. Ulusal ve sosyal hareketler arasında, zamandaş bir paralellik gözleniyor.
Sovyetler burjuvazisi şimdilik, zaman zaman şiddet politikasına da dönüşme eğilimi gösteren, küçük tavizler ve tehdit gösterileriyle ulusal hareketlenmeleri durdurmaya ve işçi dalgasını yatıştırmaya çalışıyor. Yatıştırıcı politikalara rağmen ivme biraz daha yükseliyor, yaygınlık kazanıyor.
İşçi dalgası ağır çalışma ve sömürü koşullarına, uzun iş saatlerine örgütlenme özgürlüğünün yok edilmesine karşı kendiliğinden bir tepki olarak ortaya çıkıyor, yer yer ‘bütün iktidar Sovyetlere’ sloganının da devreye girmesine rağmen, doğrudan siyasal iktidar hedefine yönetmiyor, ama emek sömürüsüne karşı anti-kapitalist bir karaktere bürünüyor. Ekim Devriminin getirdiği kazanımlar, biraz naif bir biçimde de olsa, işçi sınıfı hareketinde yeniden vücut buluyor. Bürokrat burjuvazinin bütün çabasına ve polis devletinin zor politikasına karşın, sosyalizme duyulan sempatinin işçi sınıfı saflarından sökülüp anlamadığı anlaşılıyor. Sibirya maden işçilerinin greve başladıkları gün, yasadışı gerici Demokratik Birlik temsilcisinin sosyalizm aleyhtarı konuşmasına, işçiler tarafından izin verilmiyor. Grevci işçi talepleri genel özellikleri itibariyle, talepler ve eylem biçimlerinin kazandığı boyutlar açısından, doğrudan siyasal iktidar mekanizmalarına yönelmese bile, ekonomik-yerel içerikli taleplerin yanı sıra, siyasal demokrasiyi elde etme taleplerini, henüz ekonomik düzeyin sınırlarını aşamamış siyasal talepleri de içeriyor. Eşit oy hakkının genelleşmesi, örgütlenme özgürlüğünün gerçekleşmesi, seçim ilkelerinin değiştirilmesi gibi istemler, işçi eylemlerinin temel talepleri arasında yer alıyor. Ukrayna kömür işçileri, Ekim Devrimi sonrasında olduğu gibi, seçimlerin yeniden üretim birimlerine dayalı hale getirilmesini ve bunun, hazırlanmakta olan yeni Anayasa’nın bir hükmü ile güvence altına alınmasını istiyorlar. İşçi sınıfı genel örgütlenme özgürlüğü isteminin yanında, bunu gerçekleştirmenin bir yöntemi olarak, eylem içinde örgütleniyor. Kent çapında merkezileşen işçi grev komiteleri, bürokratik devlet sendikaları karşısında; bir seçenek oluşturuyor ve işyeri komiteleri olarak süreklilik kazanıyor. İşçi sınıfı, mücadele ve örgütlenme sürecinde, doğrudan demokratik uyguluyor, işçi demokrasisi üretim birimlerinde ve yerleşim merkezlerinde fiili bir geçerlilik kazanıyor. Grev-işyeri komiteleri genel ve açık işçi toplantılarında açık oyla seçiliyor ve işçi delegelerinden oluşuyor. Seçilen delegeler istenildiğinde görevlerinden geri almıyor, eylemi ve sınıfı ilgilendiren her karar, ancak genel işçi toplantılarında oylandıktan sonra fiilen yürürlüğe giriyor. Yürüyüş ve mitinglerin güvenliğinin sağlanmasından sorumlu, ileride işçi milisine geçişin nüvelerini oluşturan, yarı silahlı işçi birimleri kuruluyor. Sibirya’dan Ukrayna’daki kömür ocaklarına kadar, uzanan bir işçi dalgası, açık ki, gelecekteki büyük fırtınanın ilk adımlarını oluşturuyor. İlk adımlar işçi hareketinden, tabandan geliyor. Her gerçek ilerleme, her devrimci gelişme, ancak gerçek bir halk hareketine dayanıyor. Siyasal demokrasinin veya siyasal demokrasinin tek tek istemlerinin gerçekleşmesi dahi, ancak tabandan yükselen bir sınıf hareketinin, dipten gelen bir dalganın eseri olabiliyor.
Burjuva anlamda siyasal demokrasinin taleplerinin, tabandan yükselen bir işçi dalgasının başaracağından kuşku duyulmamalı. Bugün Gorbaçov reformlarında ifadesini bulan Sovyet burjuva gericiliği, işçi sınıfı dalgasının önünde bir dalgakıran oluşturuyor. Özgürlük çığırtkanlıklarının sınırı, işçi sınıfına, emekçilere gelince bitiyor, işçi grevleri demokrasinin son sınırını oluşturuyor. Sovyet burjuvazisi, bir bütün olarak işçi hareketi karşısında birleşiyor, işçi ve emekçi kitleler, Glasnost ve Perestroyka politikasına kazanılacak bir taban olarak değerlendiriliyor.
Yazıldı, ama yinelemekte yarar var: Gorbaçov demokratizmi, alt tabakalar içinde mayalanmayan, sosyal sınıf hareketinden gelmeyen, yukarıdan bir burjuva-revizyonist reformlar demeti demek oluyor, özellikle de ekonomi ağırlıklı bir liberalizm anlamına geliyor.
Glasnost ve Perestroyka politikası, Sovyet kapitalizmini oturtma ve reforme etme çabası olarak şekilleniyor.
İşçi grevlerinin ve ulusal hareketlenmelerin istemlerinin

EK-2
Parlamentarizm karşısında tutum
Sosyal-demokrasi, parlamentarizme (temsili meclislere katılmaya) proletaryayı aydınlatma, bilgilendirme ve eğitme aracı olarak ve onu bağımsız bir sınıf partisi halinde örgütlendirme aracı olarak, işçilerin boyunduruktan kurtuluşları uğruna siyasi savaşımın araçlarından biri olarak bakar. Bu Marksist anlayış, sosyal-demokrasiyi biryandan burjuva demokrasileri ve liberalleri parlamentarizmi, genellikle siyasal işleri yürütmenin ‘doğal’ tek normal, tek meşru yolu olarak görürler, onlar sınıf savaşanımı ve modern parlamentarizmin sınıfsal niteliğini yadsırlar. Burjuvazi, işçilerin gözlerine perde çekmek ve onların parlamentarizmin her bakımdan bir burjuva baskı aracı olduğunu görmelerini ve parlamentarizmin klasik tarihsel gerçek anlamını anlamalarım engellemek için her fırsatta ve her yola başvurarak elinden gelen her şeyi yapar. Anarşistler de parlamentarizmi belirli tarihsel anlamı içerisinde değerlendirmesini bilmezler ve genellikle bu savaşım aracını yadsırlar. İşte bu yüzdendir ki Rusya’da, sosyal-demokratlar hem anarşizme karşı, hem de elden geldiğince en kısa zamanda devrime son vermek için parlamenter alanda eski düzenle uzlaşan burjuvazinin gösterdiği çabaya karşı kararlı bir biçimde savaşıyorlar. Sosyal-demokratlar, tüm parlamenter eylemlerini bütünüyle işçi sınıfı hareketinin çıkarlarına ve proletaryanın ve proletaryanın güncel burjuva demokratik devrimdeki özel görevlerine kesinlikle bağımlı kılıyorlar.
(Lenin, 1906-Anarşizm ve Anarko-Sendikalizm, sy. 257-258)
1. Devlet sistemi olarak parlamentarizm, halk temsili yutturmacısının belirli bir gelişme aşamasında
burjuvazinin ihtiyaç duyduğu ‘demokratik’ bir iktidar biçimi haline gelmiştir; bu, yüzeysel olarak sınıfların dışında duran bir ‘halk iradesi’ örgütüymüş gibi görünen, fakat özünde egemen sermayenin elinde bir baskı ve boyunduruk altına alma aygıtı olan bir sistemdir.
2. Parlamentarizm, devlet düzeninin belirli bir biçimidir; bu yüzden ne sınıflar ne sınıf mücadelesi ne de herhangi bir devlet iktidarı tanıyan komünist toplumun biçimi asla olamaz.
3. Parlamentarizm, burjuva diktatörlüğünden proletarya diktatörlüğüne geçiş döneminde de, proleter devlet yönetimi biçimi olamaz. Sınıf mücadelesinin keskinleşmesi anında, iç savaş içinde, proletarya, kendi devlet örgütünü kesinlikle -önceki egemen sınıfların temsilcilerinin içine alınmayacağı- bir mücadele örgütü biçiminde inşa etmelidir. Bu dönemde, her türden ‘halk iradesi’ uydurmacası proletarya için zararlıdır. Proletaryanın parlamenter yoldan iktidara katılmaya ihtiyacı yoktur, bu ona zararlıdır. Proletarya diktatörlüğünün biçimi Sovyet cumhuriyetidir.
4. Burjuva devlet mekanizmasının en önemli aygıtlarından biri olan burjuva parlamentolarını, kendi başlarına kalıcı olarak fethetmek mümkün değildir, tıpkı proletaryanın burjuva devletini fethedemeyeceği gibi, Proletaryanın görevi ve onunla birlikte cumhuriyetçi veya anayasal-monarşici olmaları hiç bir şeyi değiştirmeyen parlamento kurumlarını da parçalamak, yıkmaktır.
5. Burjuvazinin komünal düzenlemeleri için de aynı şey geçerlidir. Bunları devlet organlarının karşısına koymak teorik bir yanlıştır. Gerçekte bunlar da burjuvazinin devlet mekanizmasının benzer aygıtlarıdır; bunlar devrimci proletarya tarafından ortadan kaldırılacak ve yerlerine işçi temsilcilerinin yerel Sovyetleri geçirilecektir.
6. Bunların doğal sonucu olarak, Komünizm, parlamentarizmi geleceğin toplum biçimi olarak kabul etmez. Onu, proletaryanın sınıf diktatörlüğünün biçimi olarak da yadsır. Parlamentoları sürekli biçimde fethetmeyi de kabul etmez; parlamentarizmin yıkılmasını hedef olarak alır. Bundan ötürü, ancak, onları yıkma amacı doğrultusunda burjuva devlet aygıtlarından yararlanmaktan söz edilebilir. Sorun bu biçimde ve ancak bu biçimde konabilir.
(…) 9. Proletaryanın burjuvaziye, yani onun devlet ‘iktidarına karşı en önemli mücadele yöntemi, her şeyden önce kitle eylemidir. Kitle eylemleri, bütünlüklü, disiplinli, merkezileşmiş bir Komünist Partisi’nin genel önderliği altında, proletaryanın devrimci kitle örgütleri (sendikalar, partiler, meclisler) tarafından örgütlenir ve yönetilir. İç savaş bir savaştır; bu savaşta proletarya, savaşın bütün alanlarındaki hareketleri yönetecek cesur bir siyasal komuta kadrosuna, güçlü bir siyasal genelkurmaya sahip olmak zorundadır.
(…) 10. Kitle mücadelesi, biçimleri bakımından giderek keskinleşen ve mantıki olarak kapitalist devlete karşı ayaklanmaya kadar uzanan, gitgide gelişen eylemlerden oluşan bütün bir sistemdir. İç savaşa doğru gelişen bu kitle mücadelesinde proletaryanın önder partisi kural olarak, devrimci faaliyetine yardımcı üs noktaları oluşturduğu bütün legal konumları sağlamlaştırmak ve bu konumları ana seferin, kampanyanın, kitle mücadelesinin planının emrine vermek zorundadır.
(…) 11. Bu yardımcı üs noktalarında biri de burjuva parlamentosunun kürsüsüdür. Parlamenter mücadelede yer almaya karşı kesinlikle, parlamentonun bir burjuva devlet kurumu olduğunu gerekçesi ileri sürülemez. Komünist Partisi bu kurumlara, onların içinde organik bir çalışma yürütmek için girmez, kitlelerin devlet aygıtını ve bizzat parlamentoyu parçalamalarına parlamento içinden yardımcı olmak için girer. (…)
(…) 14. Seçim kampanyası, parlamentoda mümkün olduğu kadar çok sandalye kapma anlayışı ile yürütülmemeli, kitleleri proletarya devriminin sloganlarıyla harekete geçirmeyi hedefleyerek yürütülmelidir. Seçim kampanyası bütün parti üyelerinin katılımıyla yürütülmeli ve bunda sadece partinin seçkinleri rol almamalıdır. Bu sırada yapılmakta olan bütün kitle eylemlerinden (grevler, gösteriler, askerler ve denizciler arasındaki huzursuzluklar) yararlanmak ve bunlarla yakın ilişkiye geçmek zorunludur. Bütün proleter kitle örgütlerini aktif faaliyete çekmek zorunludur.
(…) 16. Seçimlere katılmayı ve devrimci parlamentarist faaliyeti mutlak ve kategorik olarak reddeden, ilkesel ‘anti-parlamentarizm’ bu durumda parlamentonun politika yıldızlarına karşı sağlıklı bir nefrete dayanan, fakat aynı zamanda devrimci bir parlamentarizm imkânını görmeyen zayıf, çocukça, her türlü eleştiriye açık bir doktrindir. Bundan başka, bu doktrin genellikle, partinin rolü konusunda çok yanlış bir anlayışla da bağlantılıdır; bu anlayışa göre parti, işçilerin merkezi vurucu gücü değil, birbirine gevşek bağlarla bağlı gruplardan oluşan merkezsiz bir sistemdir.
(…) 19. Ancak bu sorunun görece önemsizliğini hiç bir zaman gözden ırak tutmamak gerekir. Ağırlık noktası, asıl parlamento dışında sürdürülen iktidar mücadelesinde olduğu için, proletarya diktatörlüğü ve bunun için verilen kitle mücadelesi sorununun parlamentarizmden yararlanma gibi bir özel sorunla aynı kefeye konamayacağı kendiliğinden anlaşılır.
(…) 20. Bu nedenle Komünist Enternasyonal, Komünist Partiler içinde bu doğrultuda ve sadece bu nedene dayanan bir parçalanmayı veya parçalanma girişimini ağır bir yanlış olarak gördüğünü kararlılıkla vurgular.

Kasım 1989

İngiliz demokrasisinin demokratlığı

5 Ekim 1989 günü ajanslar, Londra’da Heatrow Hava Alanı’nın yakınlarındaki polis gözaltı merkezinde Şiho İYİGÜVEN ve Doğan ARSLAN adında iki Kürt’ün, Türkiye’ye iade edilmelerini protesto etmek için kendilerini yaktıklarını, Şiho İYİGÜVEN’in öldüğünü, Doğan ARSLAN’ın ise ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldığını duyurdular.
Türkiye’den birkaç bin kilometre ötede yaşanan bu dramın anlamı, iki kişinin kendisini yakmasından çok daha derindir. Çünkü kendini intihar biçiminde açığa vuran olay sadece iki kişinin değil, sadece İngiltere’deki politik mültecilerin de değil, ama 12 Eylül’den bu yana siyasi baskılardan, ulusal baskılardan ülkeyi terk etmek zorunda kalan binlerce, on binlerce Türk ve Kürt mültecinin sorunlarının dile gelişiydi.
Avrupalı emperyalistler, kendi kamuoylarını yatıştırmak, siyasi çıkarlar sağlamak ya da Türk hükümetinden yeni tavizler koparmak istediklerinden Türkiye’deki baskıdan, terörden, işkenceden, Kürtlerin ezilmesinden söz ediyorlar, ama iş kendilerinden de bir şeyler vermeye gelince politik mültecilere karşı baskı ve zorbalıkta Türk hükümetini pek aratmıyorlar.
Şiho İYİGÜVEN ve Doğan ARSLAN’ın kendilerini yakmalarına uzanan süreç “demokrasinin beşiği” İngiltere’de politik mültecilerin nelerle, karşılaştıklarını, Home Office (İngiltere İçişleri Bakanlığı) ve hükümetin mültecilere ne gözle baktıklarını açıkça sergiliyor: 3 Mayıs 1989 ile 22 Haziran arasında 4000 dolayında Kürt İngiltere’ye sığındı. Türkiye’nin Doğusunda Kürtler üstünde nasıl bir terör estirdiğini bilmeyen kalmadığına göre; bu tür durumlardan yararlanmakla ünlenen İngiliz hükümetinin Türk hükümetinin sürdürdüğü terör ve zorla asimilasyon politikalarını bilmeyeceği düşünülemez. Ama buna rağmen İngiliz hükümeti, mültecilere olmadık güçlükler çıkarmakta, onları politik mülteci saymamakta direnmekte, mültecilere adi suçlu muamelesi, İngiltere’ye izinsiz giren kaçaklar muamelesi yapmaktadır. Nitekim sözü edilen 4000 Kürt mülteci de cezaevlerine atılmış, bitmez tükenmez sorgulamalardan geçirtilmiş, mültecilerin zaten güç olan yaşamları çekilmez hale getirilmiştir. Çıkarılan güçlükler ve hapis yetmiyormuş gibi Türkiye’ye iade de mülteciler üstünde bir baskı unsuru ve yeni ilticaları caydırmanın bir aracı olarak kullanılmış ve kullanılmaktadır.
Mayıs-Haziran ayında İngiltere’ye gelen Kürt mültecilerin ilticalarının kabulü ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi için Türkiyeli politik mültecilerin gösterileri ve yaptıkları çeşitli girişimler sonucu Kürt mültecilerin durumu nispeten iyileştirilmişse de, Türkiye’ye iadeler sürmektedir. Nitekim Şiho İYİGÜVEN ve Doğan ARSLAN’ın kendilerini yakmalarına yol açan şey de buydu. Polis, Ş.İYİGÜVEN ve D.ARSLAN’ı “ifade alacağız” diye Heatrow’daki merkeze götürmüştü. Gerçekte burası, iade edilecek mülteciler için son bekleme yeriydi ve kendini yakma olayı da burada meydana gelmişti.
Ancak, insan hakları, demokrasi gibi kavramları sadece işine geldiğinde kullanan İngiliz hükümetinin mültecilere karşı sürdürdüğü ırkçı, baskıcı, Türk hükümetinin işbirlikçisi tutumunu Ş. İYİGÜVEN’in ölümü de durduramadı. Çünkü onların tutumu mültecilerin durumları ile ilgili bilgisizlikten değil ırkçı, gerici tutumlarından kaynaklanıyordu. Bu yüzdendir ki; hükümet, 12 Ekim’de Halil GÜZEL ve Selahattin ÖZBEK’İ sınır dışı etme kararı aldı. İşkence görenleri tedavi merkezi (Medical Foundions)nin işkence raporları ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “iade edilemezler” kararına karşın, H.GÜZEL sandalyeye bağlanarak ve zor kullanılarak Türkiye’ye iade edildi. H.GÜZEL Yeşilköy’de Türk Polisi tarafından gözaltına alındı.
İngiliz hükümeti, İrlandalı kurtuluş savaşçılarına uyguladığı baskı ve terörün bir türünü de Türkiye’den giden Kürt ve Türk mültecilere uyguluyor. Ancak mülteciler de boyun eğmiyor, mücadelelerini sürdürüyorlar. Ş. İYİGÜVEN’in ölümüne neden olan İngiliz hükümetini protesto için yapılan gösteriye 3000 dolayında Kürt ve Türk ile az sayıda da olsa ilerici İngiliz’in katılması politik mülteciler için ileri bir adımdı.
Her geçen gün, “Avrupa demokrasisine sığınmanın, emperyalist burjuvazinin insan hakları savunuculuğuna inanmanın saçmalığı politik mülteciler arasında daha iyi anlaşılıyor. Bir baskıdan” kurtulmak için başka bir kapitalist ülkeye sığınmanın kurtuluş olmadığı, baskı ve zulme karşı nerede bulunuyorsak orada, hangi topraklarda yaşıyorsak o topraklarda savaşmak gerektiği giderek daha iyi anlaşılıyor. İngiltere’de son aylarda olup bitenlerin en önemli yanı da bu olsa gerekir.

Kasım 1989

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑