Tarih 17 Eylül 1989, Mardin’in Silopi ilçesi Derebaşı köyü. Gece, karanlıkta pusu kurmuş bekliyor, tepeden tırnağa silahlı “özel tim” elemanları, polis ve askerler. Yüzyıl ötesinden sürüp gelen zulüm ve esaret altında tutma politikasının kaçınılmaz karşıtı olarak, Kürt halkının bağrında doğup gelişen, ulus olma, ulusal haklarına sahip olma bilincine ve bunun ortaya çıkardığı direniş nüvelerine, uyanış ve direniş bilincine, Kürt halkının varlık ve yaşam hakkına kurulu pusular. Ve pusular can alıcı. Uç kişi öldürülüyor pusuda. Sonra yeni tim grupları yürüyor köylere. Hasan Beyan, Selim Oktay ve Hasan Adıyaman zoraki kılavuz olarak teslim alınıyor. Sonra Derebaşı halkından altısı, 2. tim tarafından alınıp götürülüyor. 18 Eylül sabahının saat yedisi. Askerler ve altı köylü, Derebaşı’na karşılık gelen tepeleri aşıyorlar. Ve iki saat sonra kurşuna diziliyor köylüler.
Ve gece haber bültenlerinde “güvenlik güçleri”nin “hainlere karşı kazandığı zafer” ilk haber olarak veriliyor. Gazeteler manşet atıyor. “9 PKK’lı delik deşik!”
Derebaşı köylüleri savcılık emriyle Silopi’ye çağrılıyor, cesetlerin teşhisi için. Bir gün önce namlu tehdidiyle rehin alınan altı kişinin cesetleridir gösterilenler. “Korkunun ecele faydası olmadığı”nı düşünen köylüler, etkili ve yetkili çevrelerin açıklamalarını yalanlayarak, ölenlerin PKK’lı değil, kendi akrabaları olduğunu açıkladılar.
Kürtlerin Yurdu’nda ilk kez olmuyor bu tür kurşuna dizmeler. Birer, beşer, onar, genç, yaşlı, çocuk ayrımı yapmaksızın, Kürt insanının, elinde kürek tarlaya veya baltayla ormana giderken, ya da koyun güderken “terörist sanılarak” kurşuna dizilmesi yeni olmuyor. Arananların yerine rehin tutulanların ya da “kılavuzluk” (!) için götürülenlerin cesetlerinin geri gönderilişi çok oldu. Burjuva mahkemelerinin küflü raflarına kaldırılan Sıddık Bilgin dosyası bunun örneklerinden biriydi. Kasaplar Deresi çöplüğüne atılarak gizlenen cinayetlerin unutulması mümkün değil. İnsan kellesi getirmenin asker için “mükâfat izni” nedeni sayıldığı Doğu’da, Kürt emekçilerinin kursuna dizilmesi için gerekçe gerekmiyor. Hem sonra gerekçe, “eli kolu uzun” devlet için sorun olabilir mi?
Şu son birkaç ay içinde Güneydoğu’da yaşananlardan rasgele alınacak birkaç örnek, devletin resmi politikasını açıkça ortaya koymaya yeterlidir. Polis ve ordu birliklerinin “üstün maharet ve cesareti”nin en çarpıcı örneği Yeşilyurt köylülerine insan dışkısı yedirme olayında görüldü. “Şerefli Türk subayı” Binbaşı Çağlayan ne denli fazla sayıda madalya ile taltif edilse hakkıdır! Havadan ve karadan kuşatmalarla Kürt köylerini kuşatmaya alan komando birliklerinin Yoncalı’da önce iki köylüyü kurşuna dizip sonra da tanınmamalarını sağlamak amacıyla cesetlerini yakmaları “çağdaş ve üstün” olmanın bir diğer göstergesi oldu. Ağaç gölgesinde uyurken kurşunlanan 10 yaşındaki çoban çocuğun tek suçu Kürt oluşu ve yurdunda yaşıyor oluşuydu.
Doğu’da hayvanlar sabıkalı, ormanlar suçlu ilan edildi. Ormanların suçu “terörist”lerin gizlenmesini kolaylaştırmaktı ve elbette cezası Türk ordusu tarafından verilecekti. Ve ateşe verildi ormanlar. Yılların deneyine sahip burjuva devleti, Dersim isyancılarını dize getirip teslim almak için 80 bin teneke gazyağı dökerek ormanları ateşe vermiş ve amacına ulaşmakta başarılı olmuştu. Aynı deneyin benzeri neden yenilenmesinde Siirt’in ormanları ateşe verildi ve ormanlarının yakılışını hoşnutsuzlukla karşılayan köylülere yetkili subaylar, “Sizin ormanlarınız mı kıymetli’, yoksa benim askerim mi?” diyebildi.
Bir yandan kurşuna dizmelerin dozu artırılırken, öte yandan sürgünlere hız verildi. Önceleri “Orman Köylerinin Korunması” maskesiyle uygulanan toplu göç ettirme politikası, sonradan açık anlamıyla yürürlüğe kondu ve yörede zulme karşı tutum alanlar tek tek ya da topluca sürgüne gönderildi. Kürt insanının yaşamının ayrılmaz parçası olan sürgünlerin boyutu, belgeli olarak gerçekleşenlerin binlerce katıydı ve bu insanlar doğup büyüdükleri yerlerden zorbaca koparılarak görüp bilmedikleri şehirlerin kuytularında sefaletin ve yeni baskıların kucağına itildi. Sürgün, Kürt emekçiler için her zaman asimile edilmenin bir yöntemi olarak uygulandı. Sürgün gözdağı vermenin etkili yollarından biriydi ve en son olarak en büyüğü 11 yaşında altı çocuk anası Ayşe Karabulut, “kocası arandığı için” sürgüne gönderildi.
Kürtlerin kendi topraklarında toplu gözaltı var, köy meydanlarında ve karakollarda toplu dayak ve işkence var, erkekleri çırılçıplak soyarak dolaştırıp aşağılama var, “Zulüm ve işkence diz boyu” denildiğinde, burjuva propaganda aygıtlarını harekete geçirerek, bu gerçekleri yalanlama yarışına giren polis şefleri, subaylar, vali ve kaymakamlar, bakan ve başbakanlar, “süper” Valileri Kozakçıoğlu’nun “bazı köylerde soruşturma tekniği gereği vatandaşları toplu olarak gözaltına alıyoruz” açıklamasıyla faka bastırıldılar. Kürt köylerinde toplu göz altıların anlamını ise bu ülkede yaşayanlar çok iyi biliyor. Kürt halkına zulmedenler, “kim köylü, kim terörist belli değil” gerekçesiyle saldırı ve katliamlarını haklı göstermeye çalışıyorlar.
İçişleri Bakanı Aksu: “Öldürülenlerin yanında kalaşnikoflar, roketatarlar ve çok sayıda patlayıcı bulundu. Sade köylülerin üzerinde bu silahların bulunması imkânsız. Öldürülenlerin hepsi teröristtir”
Derebaşı Köyü’nde göz göre göre gerçekleştirilen kurşuna dizme olayı üzerine, burjuva basın-yayın organlarında yorum ve demeçlerden geçilmiyor. Askeri yetkililerin “psikolojik dengeyi devlet güçlerinin lehine değiştirmek için askeri alanda üstünlük sağlamalarının öncelik taşıdığına inandıkları” (Erturul Ozkök-Hürriyet) açık açık yazılıyor. Askeri üstünlük sağlamış görünmek ve saldırı güçlerine moral takviyesinde bulunmak için de son günlerde yoğunlaştığı biçimiyle, rasgele insanlar kurşuna diziliyor. Ve ardından, “çıkan çatışmada… terörist ölü olarak ele geçti” açıklamaları yapılıyor.
Turgut Özal: “Köklerini kazımaya kararlıyım”
Faşist terör öyle bir düzeye ulaştı ki, Kürt köylüleri toplu olarak köylerini terke başladılar. “Ha bir it ölmüş, ha bir Kürt” diyerek, Kürt halkının onuruyla oynayan, sermayenin eli silahlı bekçileri, ırkçı ve şoven ideolojinin bağnaz ve gerici öğretilileri, Derabaşı köyünde estirdikleri terörle, tüm köy halkının köyü terk etmesine yol açtılar.
“Bölgedeki durumu görünce korktum. İrkildim” diyen, bölücü ve terörist olmayan Ankara milletvekili Tevfik Koçak’ın, “Bölgede işgal havası var” demesi, bölgeye giden “milletvekilleri”nin hemen tümünün “suçsuz köylülerin kurşuna dizildiği bölge insanına düşman gözüyle bakıldığı ve eziyet edildiği” açıklamalarının basında yer alması, TC devletinin, Doğu’daki konumunun devletin parlamentosunun üyelerince ilan edilmesi oluyor.
SHP Ankara Milletvekili: Tevfik Koçak: “Bölgede gördüklerim karşısında korktum, irkildim. Bölgede işgal havası var”
Son günlerde yoğunlaştırılan saldırıların direktifinin Genelkurmay Başkanı Torumtay tarafından verildiği, Torumtay’ın ünlü “sert” açıklamasıyla biliniyor. Tüm Kürt halkının düşman ilan edilmesi anlamına gelen açıklamasıyla Torumtay, emrindeki silahlı güçlere “ateş serbest” komutu vermiş bulunuyor. Artık normal koşullarda aldıkları maaşın on katı para alan “Rambo”ların, “bugün altınızı, yarın on altınızı” diyerek tehditler savurması ve Kürt emekçileri üzerinde silahlarının etki gücünü denemeleri işten delil. General Altay Tokat’ın “Değil insan, ot bile bilmemeli” önerisinin tepki toplaması üzerine toplu imha yerine, şimdilik üçer beşer, onar kurşuna dizme yeterli sayılıyor. Devlet, otoritesini tam tesis için rastgele insan öldürüyor ve güç gösterisine girişerek silahlı güçlerine moral takviyesi yoluna gidiyor. Kürt halkına karşı yürütülen zulüm uygulaması o denli açık ve ayyuka çıkmış bulunuyor ki, resmi ideoloji doğrultusunda yayın yapan ve tekellerin çıkarını savunan burjuva gazetelerinde bile gizlenemez biçimde yer alıyor.
Vali Kozakçtoğlu: “İki takviye tim olay yerine giderken, Derebaşı köyüne uğrar, üç kişiyi kılavuz olarak alır. Bölgede görev ifa eden güvenlik kuvvetleri yeni gelen timlerdir. Bu nedenle bölgeyi çok iyi bilmemektedirler. Bu timler üç gönüllü kılavuzla 45 dakika içinde olay yerine intikal etmiştir. Bu üç kişinin ifadeleri kamuoyuna ileride açıklanacaktır” (Üç kılavuz, ‘Süper Vali’yi beklemeden açıklamalarda bulundular).
Özal, gazetecilerin Silopi’de vahşice öldürülen 6 Kürt köylüsünün PKK’lı olup olmadığına ilişkin soruya verdiği yanıtta, “öldürülenler kesinlikle teröristtir. (…) Hem sormak lazım. 2 ile 4 arasında ne işin vardı? Söz konusu edilen saat gecenin 02-04 arasıdır!) Köyden de 7 km. uzakta. Eğer sende silah yoksa bile, silahlı adamlarla işin ne?” (23 Eylül 1989, Cumhuriyet)
Bu iki cümle her şeyi açıklamaya yetiyor. Zaten öldürülenlerin PKK’lı olup olmamasının da önemi yok. Genellikle burjuva basının yaptığı gibi,”öldürülenler PKK’lıysa mesele yok” diye geçiştirmesinin de insanilikle ilgisi yok. Şu gerçekler çok net olarak gözler önüne seriliyor: Tüm aksi iddialara rağmen bugün Kürtlerin yurdunda hiç kimse, hele belli bir saatten sonra değil bir yerden başka bir yere gitmek, burnunu evinin dışına bile çıkaramamaktadır. Çıkaranların uğradığı akıbet ortada: Vahşice öldürülmek! Hiçbir şey, hiçbir açıklama, hatta öldürülenlerden birinin babasının ifadesi bile olayların nedenini Özal’ın bu sözleri kadar açık bir biçimde anlatamaz. Olay kime karşı gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, vahim ve vahşi bir katliam boyutundadır. En vahşi savaşlarda bile elinde silahı olmayan askerlere ateş edilmez. Burada o kural da yok. Gecenin belli bir saatinden sonra evinin dışında isen öldürülürsün. Hatta çoğunlukla o da bir güvence değil, evinden alınıp şu ve ya bu nedenle, ama en önemli kısmı şüphe ve keyfilik, gözdağı, intikam, acz gibi nedenlerle öldürülen insan sayısı o kadar çok ki ve basına yansıyabilenler o kadar az ki, insan ister istemez, öldürülen Kürtlerin hepsinin bu şekilde öldürüldüğünü düşünmeden edemiyor.
“Biz Öldürmekten Zevk Alıyoruz” Bu sözleri duyduktan sonra başka türlü düşünmek olanaklı mı? Alın 25 Eylül 1989 tarihli Günaydın gazetesinde yer alan Özel Harekât Timi’nin şefiyle yapılan röportajda söylenenleri… “Biz öldürmekten zevk alıyoruz.” Bu açıklama da en az Özal’ınki kadar açıklayıcı ve net. Öyle kafa yormaya ve acaba diye sormaya yer bırakmıyor. Doğu ve Güneydoğu’ya tayin edilen güruhun direnişçilere mi yoksa bir bütün olarak Kürt halkına ve onun var olma mücadelesine karşı mı seferber edildiği çok açık. Kuşkusuz hepsi bir ve bütün. Ha onu imhaya çalışmışsın ve bu arada halkı da katletmişsin, ha doğrudan doğruya halka yönelerek birkaç düzine insan öldürmüş ve bu tutumu alışkanlık haline getirmişsin, arada bir fark var mı? Ve tüm bunlar çoğunlukla iç içe yaşanır. Halkın mı, yoksa direnişçilerin mi hedef alındığı fark etmez hale gelir. Aslında arada pek bir fark da yoktur.
Bu yüzden Türk hâkim sınıfları Kürt halkının mücadelesine karşı yetiştirdiği saldırı güçlerini paralı lejyoner ruhu ile eğitme gereksinimini duymakta ve Özel Harekât timlerini bu şekilde yetiştirmektedir. İnsan öldürmekten zevk duyan elemanlarla iş bitirmek yolunda Türk hükümeti oldukça ilerlemişe benzer. Bu yolun nerede biteceği şimdiden belki bilinmez ama açık ve kesin olan şey, benimsenen bu politikanın onur verici bir politika olmadığı ve başarı şansının ise hiç mi hiç olmadığı.
Yanlış yorumlanmaması gerekiyor. Bütün bu yapılanlar, “kötü kişilerin”, “sadist”lerin marifeti değil. Yapılanlar, devletin resmi Kürt politikasını ortaya koyuyor. Uyanan, eşitlik ve özgürlük isteyen, dili ve kültürü üzerindeki baskıların son bulmasını talep eden bir halkın haklı davasının kan ve kurşunla, dipçik ve bombayla, işkence ve katliamla bastırılmaya çalışılması ve bu halkın kölece yaşama mahkûm edilmesi isteğinin pratiğe geçirilmesidir bütün bu yapılanlar.
Devletin resmi politikasına göre; Kürt halkı, zora dayalı, zor kullanılarak sağlanan birlik içinde, ulus olma kimliğini unutarak, dili ve kültüründen vazgeçerek kalmalı, kölece boyun eğmeli, asimilasyona tabi tutuluşuna ses çıkarmaksızın, Türk ulus bütünlüğü içinde erimelidir. Kürtler ya bunu kabul etmeli veya ölümlerden ölüm beğenmeli! Tarihteki Kürt isyanlarının nasıl ezildiği hatırlanmalı, susmanın ve boyun eğmenin gerekliliği kavranmalı! Egemen olmak Türk milletinin hakkıdır ve Kürtler, yatıp kalkıp “Ne mutlu Türk’üm” diye övünmelidirler.
Eğer aksi olursa, “Türk milletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez birliğini koruyup kollamakla görevli Türk güvenlik güçleri”, bölücülere, onlara destek verenlere, yani onların ana-baba ve akrabalarına, onların mensubu bulundukları halk topluluğuna, “tarihte benzerlerinin görüldüğü gibi” ders vermeye muktedir olduğunu göstermekten geri durmayacaktır!
İşte “ata yadigârı” politikanın savunucu ve uygulayıcılarının, Türk egemen sınıflarının, generallerin, burjuva parti elebaşlarının, tekelci basının, reformist ve faşist köşe yazarlarının üzerinde birleştikleri resmi politika budur. Ve bu politikaya uygun olarak, Doğu’da ilhakçı konum devam ettirilmeye/yaşatılmaya çalışılıyor. Kürt halkının saflarında ulusal hak talepleri yaygınlaşıp, direniş ve muhalefet nüveleri geliştikçe, devletin imha politikası da sertleşiyor.
Türkiye topraklarının, hammadde kaynaklan ve insan gücünün, emperyalizme peşkeş çekilmesine dolaylı-dolaysız alkış tutanların, Kürt halkının haklı talepleri karşısında “Misak-ı Milli” teraneleriyle sözde yurtseverlik gösterilerine girişmeleri, herkesi Türk ordusu etrafında ve “milli menfaatleri için” birleşmeye çağırmaları, Doğu’da haksız konumda ve zorbaca uygulanan politikaya destek vermesi, faşizme güç şırınga etme kampanyalarının ateşli yandaşlığını elden bırakmaması ve “bölücülük” umacısına dört elle sarılarak kendi emperyalizm yandaşı ve teslimiyetçiliğini, “emperyalizm kışkırtıyor” yaygaralarıyla gizlemeye çalışmaları, fiili saldırılara eşlik ediyor.
Devletin yönetim kademelerinde bulunanlar bir yana, demokrasi sözcüğünü ağızlarına sakız eden ve insanın insan olma haklarından yana olduklarını ilan edenler, “en ileri” demokratlar bile, insanların kurşuna dizilmesi eyleminin kendisini değil, öldürülenlerin PKK’lı olup olmadıklarını tartışmanın başına alıyorlar. PKK’lı olsun olmasın, insanların neden ölümü göze aldıkları, ölümüne kavgaya kaynaklık eden davanın özü, ezilen Kürt halkının tüm haklarından yoksun olarak zulüm ve baskı altında tutuluyor olması olgusunun, Kürt emekçilerini ve gençliğini, PKK gibi Burjuva milliyetçi bir çizgide veya devrimci-proleter bir çizgide mücadeleye çeken etmenlerden olduğu gizlenmeye çalışılıyor.
isyancı ve “bölücü” Kürtlere karşı, birlik ve beraberlik çağrıları yapanlar, faşistler, reformistler, Kemalizm savunucuları, resmi-ırkçı ideolojinin öğreticileri, “insan hakları” sözcüklerini kirletmeyi elden bırakmaksızın Kürt sorununu “çözüm” tartışmaları yapıyor ve “askeri çözüm”ü, yani Kürt halkının silaha dayalı imhasını -bu üçer beşer, onar kurşuna dizerek daha az tepki toplayacak biçimde de sürdürülebilir- desteklemekten geri durmuyorlar. Tokat gibilerinin imha çığlıkları, reformist köşe yazarlarının önermelerinde destek buluyor. Bağnaz ve gericileri, azgın halk düşmanı faşistleri bir yana bırakalım, İ. Selçuk, U. Mumcu gibi yazarlar, “gerektiğinde” sözcüğüne sığınarak, askeri harekâtlara destek veriyor ve bu tutumlarını sahte bir yurtseverlik çağrısıyla maskeliyorlar. Cumhuriyet gazetesinin “en tutarlı ilericisi” olarak tanınan İ. Selçuk şöyle yazıyor:
“Eğer Güneydoğu’da iç savaş görünümü varsa, bu savaşın ölümcül ağırlığını sırtlayacak, Lozan sınırlarını korumaya çalışan görevlileri anlamak gerekir. Cumhuriyet Türkiye’sini parçalayıp bölmek isteyen düşmana karşı bütünleşmek yurtseverliktir.” (22 Eylül tarihli Cumhurivet.)
Selçuk, gayet açık bir biçimde, Doğu’da katliamlara girişenleri anlayışla karşılamak gerektiğini belirtiyor ve kendi kaderini tayin hakkına sahip bir halkın ulusal ve demokratik istemlerle zorbalığa karşı çıkışını Türkiye’nin parçalanması olarak yorumluyor ve Kürtleri, “Lozan sınırlarını” yıkmak isteyen düşmanlar olarak ilan edip, bu düşmana karşı birleşmenin yurtseverlik olacağını söylüyor. İ. Selçuk’un bıraktığı yerden bu kez kendi köşesinde Uğur Mumcu devam ediyor.
“Olayın özünü görelim. Olay 1925’te olduğu gibi, 1980’lerde de açıkça Kürt milliyetçiliğinden kaynaklanıyor.
Bugün Kürt sorununun çözümü için iki yol var, birinci çözüm, askeri çözüm.
Çünkü Türkiye, Suriye topraklarında üstlenen PKK örgütünün, fiziki saldırısı ile karşı karşıyadır Ülke topraklarını savunmak silahlı kuvvetlerimizin görevidir.” (23 Eylül, Cumhuriyet).
TC devletinin kurucularından, egemen sınıfların Kürt politikasının oluşturucularından İsmet İnönü’nün oğlu Erdal’ın başında bulunduğu partinin ve bizzat kendisinin düşüncelerini ise su sözlerde görmek mümkün oluyor. Son aylarda ve günlerde çok sayıda Kürt emekçisinin rastgele kurşuna dizilmesi üzerine düşüncesi sorulan İnönü, “Silahlı eyleme karşı sözle mücadele edemezsiniz. Silahla savunmak gerekir.” demektedir.
Erdal İnönü: “Silahlı eyleme karsı sözle mücadele edemezsiniz. Silahla savunmak gerekir.”
Kimi SHP milletvekilinin kişisel tutumuna bakıp aldanmamak gerekiyor. Kürt halkının haklarından şu ya da bu biçimde söz edenlerin bu partinin yöneticileri tarafından nasıl susturuldukları, bölücü damgasıyla korkutulmaya çalındıkları, partiden ihraç edikleri biliniyor. Seçmen oyu hesabıyla kimi zaman Kürt dili vb. konularda edilen sözler, yalnızca süs olarak kalmaktadır. SHP kendi parti yerel yöneticilerinin sürgün edilişini, işkenceye çekilişini, Kürt emekçilerinin, gençlerinin, çocukları ve kadınlarının kurşunlanmasını, yakılmasını, katledip gizlice çöplüklere atmasını üstü örtülü desteklemekten geri durmamaktadır. Suskunluğun ve sözde demeçlerle geçiştirmenin desteklemenin bir biçimi olduğunu herkes biliyor. Bir SHP ‘milletvekili’, bölgedeki izlenimlerini anlatırken, kendisinin görüp vahim olarak değerlendirdiklerini İnönü’nün de gördüğünü, ancak sessiz kaldığını belirtmezlik edemiyor.
Silopi katliamı, milli zulme, faşist ve barbarlığa karşı biriken öfkenin dışavurumunu birlikte getirdi. “Ölüm korkusunu ölüleriyle birlikte toprağa gömen” köylüler, ilçe merkezine, kaymakamlık binasına yürüyerek, zulme kinlerini dile getirdiler. 2000 kişi, “Faşizme Ölüm, Katiller Bulunsun!” diye haykırdı.
Katliama gösterilen halk tepkisi, egemen sınıfların politik sözcüleri ve çıkarlarının silahlı bekçilerinin karşı-tepkisiyle karşılandı. Devletin üst kademelerinde, Genelkurmay’da, hükümet çevrelerinde toplantılar yoğunlaştı ve demeç verme trafiği hızlandı. Bir yandan köylü yürüyüşünün “yasa dışılığı”na dikkat çekilirken, öte yandan, Türk milliyetinden emekçileri Kürt milliyetinden sınıf kardeşlerine karşı kışkırtmak ve şovenizm dalgasını kabartmak için, tüm propaganda aygıtları devreye sokularak, Kürt köylülerinin attığı anti-faşist ve zulmü protesto eden sloganlar çarpıtıldı ve yanlış aktarıldı,
Egemen sınıf sözcülerine göre, 2000 köylünün Silopi Kaymakamlığı’na yürümesi yasadışı idi. Yasalar
çiğnenmemeli, “güvenlik güçleri”nin moralini olumsuz etkileyen hareketlerden kaçınmalıydı. Devletin “âli çıkarları” için -ki bu çıkarlar tekelci burjuvazi ve toprak ağalarının çıkarlarına denk düşmektedir- beş, on kişinin ve hatta yüz ya da bin kişinin katledilmesinin karşı çıkılacak nesi vardı! Hem sonra, İçişleri Bakanı Aksu ve Süper Vali Kozakçıoğlu, öldürülenlerin “terörist olduğunu” açıklamamışlar mıydı? Devletin yetkili kişilerine mi inanılacaktı, yoksa “cahil” köylülere mi?
Süleyman Demirel “Kendine kurşun sıkana devletin kuvveti ne yapacak? Yani silahlı çatışma bu. Devlet kuvvetine ateş edenler, şehit eden kimseye herhalde kimsenin aklından merhamet geçmez. Devlet görevini yapmaya çalışıyor. Yalnız, devlet görevini yaparken elini kolunu soğutmamak lazım. Devletin bu işin hakkından gelememiş olması ıstırap vericidir. Duruma yeniden bakıp yeni tedbirler almanın zamanı gelmiştir, geçmektedir.”
(Demirel ‘yeni tedbirlerle’ daha çok baskı, daha fazla Kürt emekçi kanı dökülmesini istediğini ortaya koyuyor.)
Zulüm, Zulmedenin Sarayının Yıkılmasını Engelleyemiyor
Toplumsal süreç ve sınıf mücadeleleri tarihi sayısız kez kanıtlamıştır ki, baskı, zulüm ve işkence, mülk sahibi sıfatların egemenliğinin son bulmasını ve sömürüye dayalı düzenlerin yıkılmasını engelleyemiyor. Milyonlarla emekçiyi oluşturulan baskı gücüne dayanarak sömürenler, ezilenlerin kendi durumlarının bilincine varması ve bu durumu değiştirmek üzere harekete geçmesiyle, egemenlerin zorba silahlı gücüne karşı, emekçilerin örgütlü devrimci güç ve zorunun çıkarılmasıyla yıkılıp gitmeye mahkûmdurlar. Sömürücü egemen sınıfların çıkarına uygulanan faşist terör ve baskı, olsa olsa egemenlerin iktidarlarının ve sömürü düzeninin ömrünün uzamasına yardımcı olabilir, ama maşla, onların saltanat saraylarının yıkılmasını önleyemez.
Selim Oktay (Derebaşı Köyü halkından): “Askerleri olay yerine götürdük. Orada üç ceset vardı. Köye döndüğümüzde daha önce alınan 6 kişinin, karşı tepede elleri enselerinde bekletildiklerini gördüm. Daha sonra askerlerle birlikte tepeyi aştılar. Bir süre sonra silahla tarama sesleri duyduk.”
Bu ezen-ezilen ulus ilişkisi açısından da böyledir. Kendi iradesi dışında ve zorbaca egemen ulus iradesine tabi kılınan ulusların, ulusal hakları doğrultusunda mücadeleye atılmadı da kaçınılmazdır ve bütün dünyada yaşandı-yaşanıyor. Esaret altında tutulan ulusların eşitlik ve özgürlük talepleriyle ayağa kalkmaları, tarihin ve toplumsal gelişmenin kaçınılmaz kuralıdır ve başka toplumlarda yaşananların bizim ülkemizde gerçekleşmeyeceğini düşünenler fena halde yanılıyorlar. Ezilen, horlanan, sürülen, işkenceye çekilen, dili ve kültürü yasaklanan, varlığı inkârdan gelinen, köle statüsünde tutulmak istenen Kürt halkının eninde sonunda özgür olacağı kuskusuzdur.
Dün Kürtleri kırıma tabi tutanlar, Kürt toplumunun geri toplumsal yapısından, bu yapılardan kaynaklanan çelişkilerden yararlanabildiler ve bugün de bu çelişkileri canlı tutmaya ve mümkün olduğunca çelişkilerden yararlanmaya çalışmaktadırlar. Kürt halkının özgürlük davasının kana boğulması için “Kürt’ü Kürde kırdırmak” biçiminde ifade edilen politikaya ihtiyaç duyulmaktadır.
Hasan Adıyaman (Aynı köyden): Üçümüzü askerler aldı. Kendilerini olay yerine götürmemizi emrettiler, oraya gittiğimizde 3 ceset gördüm. Askerler cesetleri kontrol ediyorlardı. Keşif yapıyorlardı herhalde.”
Ne ki; artık eski zaman geride kaldı ve Kürt halkı arasında ulusal haklarına sahip çıkma bilinci bugün oldukça ileri düzeyde gelişmiş bulunuyor. Kürt halkının ulusal ve sosyal kurtuluşu için direnme nüveleri giderek güçlenen bir biçimde gelişme gösteriyor. Ulusal uyanış ve eşitlik talebi, özgürlük ve kurtuluş talepleri halkın saflarında daha yaygın olarak yankı buluyor. Artık, saldırıların yoğunluğu sinmeye değil, eski katliamların bıraktığı korku bulutlarının dağılıp etkisizleşmesine yol açıyor. Korkunun yerini karşı-koyuş bilinci ve tutumu alıyor. Bunun küçük ama anlamlı örnekleri ortaya çıktı. 5 bin köylünün kısa bir süre önce bir hafta süreyle karayolunu trafiğe kapatarak direnişe geçmelerinin ardından, Silopi köylülerinin kaymakamlığa yürümeleri ve devletin baskı ve katliamlarını protesto etmeleri, ulusal-demokratik talepler doğrultusunda ve siyasi bir eylem olarak, Kürt halkının bağrında biçimlenen direniş eğilimini ortaya koyuyor. Kürt işçi ve emekçileri, Kürt milliyetçi küçük-burjuva hareketi ve Kürt komünistleri, Doğu’da sürdürülen ilhakçı politikaya ve asimilasyona karşı mücadele ediyorlar. Kürt halkı özgür olmak istiyor. Bu isteğin silah zoruyla tarihe gömülmesi mümkün değildir. Tarih, zorbalığın, ezilenlerin ezenlere karşı haklı savaşlarının zaferini engelleyemeyeceğine tanıklık ediyor. Kürt halkının, baskı ve zorbalıktan arınmış bir toplumsal düzende, Türk milliyetinden emekçilerle eşit haklara sahip olarak ve özgürce ve kardeşçe bir birlik ve dayanışma içinde yaşadığı günler er geç gelecektir.
Zulüm Zulmedenlerin Yanına Kâr Kalmayacaktır
Şoven ve ırkçı ideolojinin, tüm etkilerinden sıyrılarak Kürt halkının haklı davasının yanında saf tutmak, proletaryanın devrimci kurtuluş kavgasının zafere doğru yol almasının önkoşullarından biridir.
Süre giden katliamların lafızda protestosu yetmiyor. Tüm milliyetlerden Türkiye işçi sınıfının özellikle de Türk milliyetinden işçi ve emekçilerin, komünist ve devrimcilerin Doğu’da yaşananlar karşısındaki tutumları eksiklikler taşıyor. İşçi sınıfının sınıf tavrını ortaya koyması, pratik tutumuyla, egemen ve ırkçı saldırı ve politikanın karşısına dikilmesi, toplumdaki ve üretimdeki yerinin bilinciyle, zulme son vermek üzere sesini yükseltmesi somut ve pratik bir tutum olarak yaşanmadıkça, Kürt halkı alması gerekli desteği almış sayılamaz. Kürt halkının haklı davasının hak ettiği destek, egemenlerin ulusal zulmüne karşı tutarlı bir tutum olarak yaşanmadıkça, Kürt ve Türk emekçilerinin güvene dayalı kardeşçe ve gönüllü birliği yara almaktan kurtulamaz ve bundan yalnızca emperyalistler, komprador ve tekelci burjuva ve toprak ağaları kazançlı çıkarlar.
Resmi ideolojinin devletin tüm olanaklarıyla emekçi yığınlara şırınga edilişi, gerici çabası, faşist ve
reformist partilerin ve sendika yönetim kademelerinin işçi ve emekçi düşmanı sürekli faaliyeti ve militarizmin baskı gücü işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin mevcut geri bilinciyle birleşerek tepkisizliği ve duyarsızlığı besleyebiliyor. Türkiye gericiliği bu durumdan cesaret alıyor ve saldırılarında pervasızca davranabiliyor.
Oysa ülkenin hemen her tarafında, endüstri merkezlerinde, fabrika, atölye ve sendikalarda, yerleşim alanlarında Türk ve Kürt milliyetlerinden işçi ve emekçiler bir arada bulunuyorlar ve gerici egemen sınırların saldırı ve sömürüsüne maruz kalıyorlar. Doğu’da yaşananlar, işçi ve emekçileri doğrudan ilgilendiriyor. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların sömürüden kurtuluşu davasının Kürt halkının ulusal haklarını elde etmesi ve özgür olması davasıyla doğrudan ve koparılamaz bağları vardır. Kürt halkına yönelik saldırılar karşısında aktif
tutum alınmadıkça, pratik tavır konmadıkça, egemenlerin azgın zulmünün devam edeceği bilinmelidir. Duyarsızlık bir yana bırakılmadıkça, Kürt ve Türk emekçi kardeşliği güven temelinde gerçekleşemez.
Silopi köylüleri, kendilerine yapılan saldırıları kurşuna dizilmeleri ve işkenceleri protesto etmek için yürüdüler. Ülke emekçilerinin yaygın ve etkili bir protestosuyla desteklenemedi bu eylem, Oysa olmacı gereken aksiydi ve bu olmadıkça da, sınıf, görevini yapmış sayılamaz.
Ekim 1989