MEHMET ŞİRİN TEKİN’İ UNUTMAYACAĞIZ!
Ülkemiz 12 Eylül sonrası, çok daha yoğun bir şekilde gerici, şoven düşüncenin etkisine girdi. Neler olduğunu çoğumuz yaşayıp gördük. Birçoğumuz ise, daha yeni yeni olayın özünü kavrayabiliyoruz. Artık 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlük yüzünü maskeleyemiyor. Halkın gözünde teşhir olmaktan kurtulamıyor. Kurtulamayacak da!
İşte Mehmet Şirin Tekin’in ölümü. 12 Eylül gericiliğinin üniversitedeki en uç örneği. Üniversitedeki sivil gerici faşist eğilimlerin ortaya koyduğu acı bir gerçek.
Evet, Mehmet Şirin Tekin, 3 Mayıs Dünya Türkçüler Günü’n-de sırf oruç tutmadığı bahanesiyle katledildi. Oruç tutmamak gibi olayın dinsel nedeni de olsa, asıl nedenin bu olmadığı da bir gerçektir. Asıl neden 12 Eylül’ün üniversitelere soktuğu, geliştirmeye çalıştığı faşist eğilimlerdir.
Bu faşist dalga hâlâ devam ediyor. Hem de demokrasi havariliğine karşın. 12 Eylül, suçu kanıtlanmamış, 18 yaşını dahi doldurmayan bir insanı idam edebilmişti. Aynı kafa, yine suçsuz bir insanı öldürenlere beraat kararı verebiliyor. Çünkü arada insana bakış açısının farklılığı vardır. Birinde yargılanan, dünyayı değiştirmeyi hedefleyen, insanlar arasında özgürlük, eşitlik, kardeşlik duygularının egemen olması için çabalayan, bu düşüncesi için canını vermeye hazır bir insan. Diğerinde ise, insanlar arasında baskı ve zulmün felsefesini uygulayan, cinayet işleyen var.
Mehmet Şirin Tekin’i öldürenler beraat etti. İşte adalet! Van Sulh Ceza Mahkemesinde görülen davada 100 Yıl Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğrencisi Halil İbrahim beraat, Ferruh Bostancı, Arif Sebner 24.000 TL para cezası, firar durumunda bulunan Adnan Sayın hakkında ise gıyabi tutuklama karan alınır. İşte gerçek! Sonuçta bir insanın ölümü, bir cinayet var iken bu kararlar alınabiliyor. Belki de Adnan Sayın da firar durumunda olmasa onun da beraatına karar verilirdi.
Ama bizler olayı unutmuş değiliz. Sizler olayı öylece geçiştirseniz de, bu olayın sorumluluğundan kurtulamazsınız. Mahkemeleriniz ne tavırla ortaya çıkarsa çıksın, ne kararlar alırsa alsın. Gerçek yüzünüzü bizler biliyoruz. Bu cinayetin hesabım vermekten kurtulamazsınız. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
… Mehmet Şirin Tekin! Seni unutmayacağız!
Cumhuriyet Üniversitesi’nden Bir Grup Devrimci Öğrenci
NAMIK KUYUMCU’NUN ŞİİR KİTABI YAYINLANDI
Namık KUYUMCU’nun ilk şiir kitabı olan “TALAN BİR ÖMRÜN ORTASINDA” yayınlandı. Namık KUYUMCU şiirdeki yetkinliğini, özellikle, politik nedenlerden dolayı cezaevinde kaldığı altı yıl boyunca geliştirdi, ilerletti. Yaşamın çok yönlü gerçeklerini, sabırlı ve inatçı bir tutumla, imgelerin ince nakışlı örüntülerinden başarılı bir biçimde yansıttı. Madde-duygu ilişkisinde, duyguların anlatımını yaparken, maddeye ustaca işlerlik kazandırdı; sevginin, hüznün, heyecan ve özlemin türlü kaprislerini ağaçlara, denizlere, aynalara hiç yorulmadan çektirmesinin bildi. <iç dünyanın türlü güzellik ve zenginliklerini, dışarıdakilerle el ele verdirdi. Devrimci sanat cephesinin yeni kavgacısına, giriştiği savaşta başarılar diliyoruz.
“İŞKENCE BİLGİ FORMU”
İHD İstanbul Şubesi bünyesinde oluşturulan, ‘İŞKENCEYE KARŞI ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERİ VE UYGULAMALARI İZLEME KOMİSYONU’, Türkiye’nin de altına imza koyarak taraf olduğu işkencenin önlenmesine yönelik uluslararası antlaşmaların, bu arada geçtiğimiz yıl imzalanan Birleşmiş Milletler ‘İşkence ve Başka Zalimce, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Davranış veya Cezaya Karşı Sözleşme’nin gereklerinin yapılıp yapılmadığını, uygulanıp, uygulanmadığını araştırma maksadıyla oluşturulan “İŞKENCE BİLGİ FORMU “nu hazırlamış bulunmaktadır. Form, işkence görenlerin kendilerine ilişkin soruların yanı sıra, nerede ve ne zaman, nasıl, hangi yöntemlerle işkence yapıldığını, biliniyorsa işkencecilerin kimliğine, şimdi ne iş yaptıklarına, işkence yapıldığını gösteren bir belgenin olup olmadığına ilişkin soruları içeriyor.
Form, işkence görenlerce doldurulacak. Kendi koydukları yasaları işlerine gelmediği zaman pervasızca çiğneyebilenlerin, yaptırım gücü olmayan ya da zayıf olan uluslararası sözleşmelere başvuracaklarını tahmin etmek zor değil. Ancak, her türlü baskı ve saldırıyı geriletmede olduğu gibi işkencelerin de kitlelerin zorlu mücadeleleriyle önlenebileceğinin ayrımında olarak ‘İşkence Bilgi Formu’nu işkence gören herkesin doldurmasının önemi büyüktür.
‘İşkence Bilgi Formu’ kampanyasının başarılı olmasını diliyoruz. Formun isteneceği adres: İHD İSTANBUL ŞUBESİ İZLEME KOMİSYONU Asmalı Mescit Cad. Curnal Sok. No: 4/4 80050 Tünel/İSTANBUL
PERDECİ HAYKIRDI: Geliyorlar…
PERDECİ – Mehmet ESATOĞLU
Güneşin canı mı sıkılıyordu ne, azıcık eğildi, olmadı. Bir kez daha denedi. Yine olmadı. Üçüncüde kan, ter içinde ışıklarından birinin ucunu onların prova yaptığı odaya yollamayı başardı. Gün ışığı ateş yanaklı kızın ayakucunun az ilerisine düştü. Aktör babanın ara verelimiyle oyuncular sessiz kalmıştı ki, ateş yanaklı kız kendi kendine birden coştu: “Kış yapmayı unuttu kış bu yıl İstanbul’da.” Bu sözcük bir kıvılcım gibi doğaçlama hastası bir başka oyuncunun yüreğini ateşledi; ateşler yangın halini alınca ilkçağ oyunları gibi metinsiz- kendiliğinden bir gösteri başladı prova sahnesinde.
KORO- Hey… Hey… Kıştan önce Tam da kışın başında Altın saçlı kız Ne der?
ALTIN SAÇLI KIZ- Bu gece, 21 Aralık, geceyle gündüz denkleşti. Ne gece gündüze üstün; ne de gündüz geceye. Bence baharın ucu göründü.
Oysa her mevsimin yeni yıkımlara gebe olduğu bu ülkede mevsim başı kara düşler gören bir koro: başlar uğuldamaya kış göründü… Kış göründü… Kış göründü. Acımasız bir rüzgârla koşuşma başlar. Telaşla koşuşanlar kimi zaman altın saçlı kıza da çarparak korunmaya çalışırlar kışla gelen yıkım rüzgârlarından. Altın saçlı kız bu karamsar selin ortasından biraz yükselir yukarılara doğru. Gökkuşağının kıyısına kadar. Gülümser oradan ve umutla seslenir tüm insanlara:
Baharın ucu göründü…
Baharın ucu göründüüü…
Kalabalıktan kimileri gülücük yollar ona; kimi taş fırlatır, kimi de aldırış etmez. O, yine de değişen mevsimlerin yeni mutluluklara gebe olacağı günlerin duygusuyla gökkuşağının kıyısından haykırır. Bu haykırış, kış rüzgârlarının kalabalığa saldırısını azaltmaz gerçi. Ama yine de kimilerine kış rüzgârının uğultusu içinde ılık bir papatya kokusu taşır.
KALABALIĞIN DOĞAYA YAKARIŞI
– Doğa ana güneş var
– Doğa ana doyur bizi
– Doğa ana onar bizi
– Doğa ana yeni bir insan var içimde
Altın saçlı kızın gözleri nemlenir bu yakarışa, der ki: Bu yakarış, kalmalı artık çağlar ötesinde. Çünkü insanoğlu yaşamak için verdi el ele. Üredi-üretti el ele. Bölüştü el ele. Geçti zaman, döndü devran el ele, kaldı çoook eskilerde. Öyle bir vakte erişti ki zaman, her yan zincir şakırtıları, zincir şakırtıları. Bir avuç mutluluk uğruna zincirlendi çoğunluk.
Kış yapmayı unutmuş bir İstanbul günü oyuncular ısıtmadan yoksun prova odasında güneşin yaptığı şakayla işte böyle coştular ve anlattılar çok eski ve çok yeni bir öyküyü.
Doğaçlama oyun sıcak çayların prova odasına antresiyle kesildi. Oyuncular tepsinin etrafına koştular. İki çay kırmızısı da Aktör Baba ile Perdeci’nin önüne kondu saygıyla.
Prova odasını çay şıngırtıları ve 70 doğumluların cıvıltıları kaplamışken kenardan küçücük bir kız sahneye çıkmak için mızırdanıp duruyordu. Provanın başından beri Perdeci durumu fark etti, küçük kızı yanına çağırdı, konuştular, bir süre. KUÇUK Kız sahneye çıkmak için önünde hiçbir engel görmüyordu ve henüz 74 doğumluydu. Perdeci küçük kıza acele etmemesini öğütledi, sonra kara saçlı görkemli kadının verdiği kara deftere şu satırları yazdı:
Ana rahmine düştüğün gece
Kapkaranlık taş duvar
arasındaydı
Sen daha yokken dünyayı
kucaklayanlar
Napalm bombası Vietnam’da
Savurdu toprağı yukarılara
Kim bilir belki güneşi
balçıklamaya
Taş duvarın içindekiler ve
dışındakiler
Önlerinde biriken kan denizinin
ufkunda
Doğacak kızıl bir güneşi
gözlüyorlardı
Bombanın güneşe doğru
savurduğu
Topraklar ve balçıklar
Güneşin çok uzağından
dökülürken
Savruldukları yere,
Toz bulutunun ardında
Para dağının devleri göründüler
Tırnakları kan içinde.
Taş duvar arasına düşmeden
önce, onlar
68’lerde, sarsıyorlardı her
yanını
Köhnemiş dünyanın
Bazen delicesine, bazen durgun
Güneş gözlü, nasır elliler de
katıldı
Kimi zaman bu koroya
Ama nedense hep birlikte
sallayamadılar
Hep birlik haykırmak istediler
Balyozlar indi tepelerine
Gençliklerinin yirmiyle otuzunu
Taş duvar arasında yaşadıkları
Bir gece, düştün sen
Belki de ana rahmine
Belki tahliye olduğum gün
İlk çığlığın yayıldı gökyüzüne
Şimdi bunca öyküden sonra
Sen, evet sen
Bütün sabırsızlığınla
Geliyorsun deli deli akan bir su gibi
Maviliğin ucundaki güneşi kucaklamaya
Prova bitti az sonra. Aktör baba, gördüğü hataları başladı anlatmaya. Perdeci, Aktör Baba ve oyuncular provaya ve söyleşmeye doyamadan çıktılar yürüdüler minibüslerle dolu caddeye. Tıkış tıkış bir minibüs sonrası iskelede pencerelerden içeri sızmaya meraklı güneşle yüz yüze geldiler. Çiçek satan ince boyunlu kız, gazete toplayan çocuk, jeton satan kadının ortasından geçerek metal engelleri metal yuvarlaklarla açarak boşalmakta olan gemiye yöneldiler. Kapılar henüz açılmamıştı ve yanaşan gemiden inenler varışın rahatlığıyla ağır ağır çıkışa ilerliyorlardı. Yüzü, kış ortası güneş ve ter görmüş bir iskele görevlisi, bahar gevşekliğiyle kapıya yanaştı. Birinci kapıyı ardına kadar açtı, ikinci kapıyı aralarken nedense yarım bıraktı. Kapının ardında gemiye binmek üzere birikmişler bu tek kişinin çıkabileceği aralıktan itişe kakışa geçmeye başladılar. Perdeci ve Aktör Baba bir an duralayıp bu anlamsız tepişmeye bakarken gencecik biri kapının kanadına yapışıp açıverdi kapıyı ardına kadar. Kapı önünde itiş kakış bir anda bitiverdi…
Gencecik, kapıda itişip kakışanlara yarı öfkeli bir bakış atarken arkadan zayıf bir ses “hay Allah ben de bozuk zannetmiştim” diyerek başını hayıflı hayıflı salladı. Gencecik, öfkesi boğazında kalmış bakınırken Perdeci ile göz göze geldi; “Herkes, geçmeyi düşünüyor ama geçemiyor. Hâlbuki çözüm kapıyı köküne kadar açabilmekte” Perdeci, Gencecik’in yüzüne baktı. Bir an duraladı, “Kaç doğumlusun” dedi. Gencecik pek bir şey anlamadı bu sorudan, “yetmiş” dedi.
Gemi, Marmara’ya açıldı. Ardında iskeleyi ve beyaz köpükleri bırakarak. On yılda bir kışlasıyla göz göze geldi Perdeci. Yüreğinde tuhaf bir hüzün duydu. Dudaklarının arasından GELİYORLAR sözcüğü yavaşça süzüldü, açık camdan çıkarak su üstünde bir süre uçtu. Malum kışlanın parmaklıklarından içeri girip yakın zamana dek idam saatini gözlemişlerin koğuşunun duvarına çarparak dağıldı dört bir yana.
Kızkulesi’nin açığındayken Aktör Baba, çaycının tepsisinden aldığı üçüncü çayı Gencecik’e uzatıverdi. Kapıyı bozuk zannederek hayıflanan adam bu kendiliğindenci dostluktan huzursuzlandı. Aktör Baba’ya “Teşvik etmeyin beyefendi” dedi, “Yazıktır bu gençlere.” Aktör Baba, sıcak çayla gençliği önce “Teşvik ve yazık etme” arasındaki düşünceye muzip bir anlamazlıkla bakarken Gencecik “Kapı öyle mi kalsaydı?” diye sordu. “Kalmasın” dedi adam. “Öyle kalmasını hiç kimse istemez ama ya iskele görevlisiyle birbirinize girseydiniz? “Doğrusu ben, kılımı bile kıpırdatmazdım.” Perdeci dayanamadı, “Kapının ardında siz de itiş kakış içindeydiniz.” “Evet” dedi adam “ben de. Düşündüm ki belki de memurun bir bildiği var ve böylece…” Perdeci atıldı; “Böylece, kendinizi ikna ederek siz de seyirci kaldınız itişe ve de kakışa, öyle değil mi?” Adam sustu bir an, ama içinden konuştu, hem de şöyle:
Ben de, ben de bazen
Tutuşuyorum müdahaleye
Bazen bir gazete başlığı
Bazen yanı başında bir olay
Tam davranacakken
Bir el tutuyor sanki beni
Biraz el tutuyor sanki beni
Biraz daha beklemeli mi?
Biraz daha
Derken öfke uçuyor
İçimi dolduruyor
Kuştüyü bir ferahlık
Tepkisizleşiyorum
Evde, sokakta, işte
Böyle mi olacaktı
Kadere bak kadere
Perdeci, muzip bir ifadeyle adama sokuldu. İçinden geçenleri okurcasına “Gazeteye ilan verin” dedi. Adam da kısık bir sesle sordu: “Ne diye?” Perdeci, “Şöyle bir ilan: Tepkilerimi yitirdim, imza: Her şeyin farkında bir adam.” Adam acı bir gülümseyişle, “İyi ama, hiç olmazsa farkında.” “Öyle düşünme” dedi Perdeci. “Bence, senin durumun daha trajik. Ama şimdi de koşullarım diyeceksin. Bırak örgütlü tepkiyi bireysel tepkilerini bile yitirmiş durumdasın. Bence gazete ilam gülmece değil, gerçekten gerekli. Hatta ilerde yeni bir ilan daha gerekebilir: İnsanlığımı yitirdim: İmza, yine aynı adam.
İnsan nasıl insan oldu, bilir misin? Ellerini ve aklını kullanarak. Bence çağdaş insan, insanlığa yine elleri ve aklıyla örgütlenerek ve değiştirerek ulaşacak. Bizde de bu gelenek, gelişiyordu ki bir korku virüsü attılar ortaya, suspus oldu ortalık. Bu korkuyla kimileri en sıradan hakkını bile arayamaz oldu. Kapının ardında birini ezdi millet ama kapıyı kimsecikler kucaklayamadı. Şimdi Yeni bir dönem başladı ve onlar bu anlamsız yıvışık suskunluğu parçalamasına GELİYORLAR. Üniversite bahçelerinden, fabrika avlularından.” Adam Gencecik’in yüzüne endişe ile baktı.
Aktör Baba dışarıda Mart Güneşini kaçırıyoruz telaşıyla Perdeci’nin koluna yapıştı. Malum kapı olayı yüzünden kendini yarı ahbap hisseden Gencecik, o da takıldı peşlerine. Geminin arka güvertesine yürüdüler. Güneş, tepedeki maviliğin bir ucundan suyun üzerine yayılıyordu, mavi bir sessizlikte beyaz köpüklerin türküsünü dinlediler bir süre. Güvertenin kenarında bir adam, elindeki simitten parçalar koparıp geminin ardından uçan martılara fırlatıyordu. Martılar simit parçalarını suya düşmeden kaptıkça çığlıklar atıyorlardı. Bu çığlıklara Gencecik’in çığlıkları da karıştı. Gencecik, gülüşünün tam ortasında birden sustu. Perdeci ve Aktör Baha’ya: “Ne görkemli değil mi? Güneş, çığlık atan martılar ve şu maviden çıldıran deniz. Oysa geçen hafta üniversite bahçesinde ağzında sigara, adamın biri belki görmüşsünüzdür gazetede resmini ölüm yağdırıyordu üzerimize. Ve belki de ben…” Ortalığı yeniden Martıların çığlıkları kapladı. Aktör Baba Gencecik’in saçını okşadı usulca. 70’lerde kurşunlanmış onca gencecik aşkına.
Perdeci gözünü alamıyordu denizden. Maviliğin üzerindeki pırıltılar kalabalıkları anımsatıyordu. Dalgalanan insan yığınlarının sesleri geliyordu kulaklarına. Geminin makine sesleri bu duyguyu daha da yoğunlaştırırken bir alan geldi gözlerinin önüne. Bir grup insan kafalarına ve gövdelerine iki renkli kumaşlar sarmış ellerinde yine aynı renkten bezleri havada sallıyor ve garip uğultular çıkarıyorlardı. Seviniyorlar mıydı, sarhoş muydular belli değil. Caddelerin kenarlarında kimileri bu coşkudan etkileniyor, kimileri de boş gözlerle bakıyorlardı bu insanlara. Bu insan kümesinin karşısında başka bir grup ise adeta Ortaçağ giysileriyle kuşanmışlardı. Zaman zaman dudaklarından mırıltılar yükseliyordu gök boşluğuna. Bu sesler, giderek birbirine karışırken kara çarşaftan yapılmış bir top atıldı ortaya birinciler topu tekmelemeye ve maç yapmaya, diğerleri ise ellerine geçirdikleri an başlarının üzerine koymaya kalkıştılar. Perdeci, bu iki renk giysili kalabalıkla Ortaçağ giysili kalabalığın uyumuna uzun süre bakakaldı.
Kalabalık bu acayip oyunu oynarken birdenbire ağır ağır ilerleyen bir otobüse doğru koşmaya başladılar. Büyük bir hırsla otobüsün camlarına ve kaportasına vurarak: Yürü… Yürü diyoruz… Geç kalıyoruz. Finalde milli duygular şahlanacak… Şoför, ayağını frenden bir türlü çekmiyordu. Bağırıyordu kalabalık: Çabuk ol… On beş dakika kaldı… Ezeceğiz gâvuru… Tak vitese… Haydi tak… Allah Allah…Şak şak şak… Bom bom bom… Tak vitese, tak… Haydi tak…
Gemi, iskeleye yanaşana dek kurtulamadı bu kâbustan. Aktör Baba yüzüne bakarken kendine geldi “Güneş altında kabus gördüm” dedi. Aktör Baba, “Abarttın yine, huyundur” la yanıtladı.
Perdeci akşam tiyatroda, gündüz ayaküstü gördüğü kâbusun etkisiyle huzursuz dolanıyordu. O gece, oyuna hiç kimsenin gelmeyeceğini düşünüyordu. Çünkü o gece televizyonda milli duygular baş yöneticinin amigoluğunda şahlanacaktı. Sevinmeyi ancak sünnetinde-gelinliğinde görmüş insanlar ülkesinde sokaklar dolup taşacaktı; deşarj ve eğlence uğruna.
Akşam oyuna yarım saat kala üçer beşer tiyatroya gelenleri gören Perdeci önce saygıyla selamladı onları, sonra son hızla kulise daldı ve haykırdı: GELİYORLAR.
İstanbul’da amatör tiyatro topluluklarının 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü dolayısıyla hazırladığı ve 23 amatör topluluğun imzaladığı bildiri:
Bir sevinçtir bahar, bir umut… Biliyoruz ki, daldaki çiçek söz verdiği gibi meyvesini verecek.
Bir sevinçtir 27 Mart, bir şenlik… Biliyoruz ki, direnci yüreğinin en derin yerinde saklayanlar, umudu yeşerttikleri sahnelerde bu şenliği yaşayacaklar.
Bir kez daha 27 Mart, bir kez daha şenlik…
Umudu sahnede yeşertenlerden bir kez daha merhaba!
Buradan çıktığımızda, bizi, özlemini duyduğumuz bahar karşılamayacak.
Biliyoruz ki, dışarıda karanlık, dışarıda direncimizin sınandığı baskı, dışarıda kan-can pahasına yürütülen bir kavga var.
Bahara dair ne varsa repliklerimizde gizli bizim.
Güzele dair ne varsa yüreğimizde. Biz, repliklerimizi beyninizin imbiğinden geçirdik, yüreğimizi acılardan.
Dün de bu kavganın içindeydik, bugün de.
Kim alıkoyabilir bizi bu kavgadan?
Geçtiğimiz yıl, ondan önceki yıl ve daha önceki yıllar söyledik, tekrar söylüyoruz:
“Amatör adını, bilmezliğin, acemiliğin sırasına yazanlar, enerjimizi, yaratıcılığımızı resmi kuytularda nasıl özgürce tüketebileceğimizi önerenler; şöyle bilinsin ki bizi görmek istediğiniz, bizi bizden sonra geleceklere anlatılmak üzere birer anı haline getirebileceğiniz yerlerde olmadık, olmayacağız! …”
Işıklarımızı yaşama yönelttik, onu daha iyi kavramak için. Oyunlarımız insana dair, onu değiştirmek, dönüştürmek için.
Umudumuz yarında, umudunuz baharda…
BAHARA İNANAN TÜM AMATÖR TİYATROCULARDAN BİR KEZ DAHA MERHABA!
İSTANBUL AMATÖR TİYATRO TOPLULUKLARI
“Alevilik Olayı” Üstüne
Atilla Tütüncü
Cemal Şener’in “Alevilik Olayı -Toplumsal Bir Başkaldırının Kısa Tarihçesi-” adlı kitabını aldığım gün okumaya başladım ve o gece bitirmeden bırakamadım.
Araştırmacı, Şener’i daha önce, “Çerkez Ethem Olayı” adlı araştırma kitabı ile tanımıştım. O kitabı gibi bu yeni kitabı da ülkemizde tabu sayılan bir konu üstüne nesnel ve cesaretle yaklaşılmış bir inceleme olduğunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim.
Kurtuluş Savaşında “Çerkez Ethem Olayı” gibi ülkemiz toplumsal gerçeğinin bir parçası olan Alevilik Sorunu da oldukça isabetli seçilmiş inceleme konusudur.
Ülkemizin sosyo-ekonomik sorunları üstüne, geçmişte ve günümüzde birçok şey yazıldı, çizildi. Fakat somut sorunlar üstüne fikir üretimi kanımca yeterli olmadı. Bu sorunlardan en önemlilerinden birisi de Alevilik sorunudur. Ülke nüfusumuzun % 25’inden fazla bir sayıya sahiptir. Ayrıca Aleviler ülkemizdeki her türlü ilerici demokratik hareketlerin en doğal desteği olmuşlardır. Buna rağmen Alevilik sorunu bugüne kadar ciddi bir şekilde ele alınmamıştır.
Ama Şener’in bu kitabından sonra bu sorun etrafında da tartışmalar olacağına ve araştırmalar yapılacağına dair inancımı yineliyorum.
Kitabın içeriğine gelince, bu konu oldukça kapsamlı ve yoğun bir konu. Araştırma daha derinleşebilirdi. Kitap konu başlıkları itibariyle güzel tasnif edilmiş. Ama konular çok kısa geçilmiş. Okuyucu o başlıklar altında ister istemez daha doyurucu bilgi bekliyor. O zaman daha doyurucu olabilirdi. Bir de Alevilik olayının sınıf piramidindeki yeri yeterince vurgulanmamış gibi geldi bana. Olayın bu yanı göz ardı edilmemelidir. Bu eksiklikler yeni araştırmalarla giderilebilinir.
Kitabın bence can alıcı yanı ise, ülkemizin çok önemli bir sorununun bu araştırma ile gündeme gelmesidir. Ayrıca araştırmada olaya genelinde nesnel bir perspektifle bakılmasıdır.
Ben kendi hesabıma İslamiyet içindeki, “hilafet sorunu”nu ilk defa bu araştırma ile berrak bir şekilde öğrendim. Halifeler dönemi, Emeviler, Abbasiler, İmamlar dönemi, Şiilik olayı ve Alevilik ile ilişkisi bugüne kadar bana hep bulmaca gibi gelirdi. Bu kitap ile bu olaylar benim açımdan anlaşılabilir duruma geldi.
Gene, Bektaşilik, Babailik, Yeniçeri ocağı, Alevilik ve Kürtlük sorununun ilişkisini vs. bu araştırma ile öğrendim dersem, beni bağışlayın.
Araştırmacı Şener’in, Alevilik sorunu çerçevesinde düşündürücü ve tabuları yıkıcı gözlemleri de var.
Anadolu Aleviliği ve kaynaklan, Alevilik-laiklik ilişkisi gibi konularda ileri sürülen ilginç varsayım ve gözlemler var.
Ülkemizin demokratikleşmesinin önünde bir dizi çözülmesi gereken sorun var. Bu araştırma, ezilen mezhep veya azınlık mezhep/mezhepler sorununu batı ve İran örneği ile çarpıcı bir şekilde önümüze koyuyor.
Kısacası, “Alevilik Olayı” adlı kitap soruna getirdiği yeni bilgi ve gözlemlerle yüklü, keyifle okunması gereken bir çalışma. Daha doyurucu ürünlerin verilmesi dileği ile…
27 Mart Bizim…
Dünya tiyatrolar günü, Ortaköy Kültür Merkezi, İstanbul Üniversiteleri tiyatro birimleri, BİLSAK ve Atatürk Kültür Merkezi’nde Amatör tiyatroların katılımıyla coşkuyla kutlandı.
Yıllardır yığınlara “bedava tiyatro günü” olarak belirtilmeye çalışılan 27 Mart DÜNYA TİYATROLAR GÜNÜ bu yıl da amatörlerin öncülüğünde değişik üretim birimlerinde kutlandı. Geçtiğimiz ay Ozan Hasan Hüseyin’in anısına yapılan gece bahane edilerek kapatılan ve kamuoyunun baskısı sonucu, yeniden açılan Ortaköy Kültür Merkezi’nde önce fuaye’de müzik dinletileri ile başlayan ve yirmi üç topluluğun katılımıyla gerçekleşen 27 Mart gününde ikinci olarak, Birim Oyuncuları, Emek Oyuncuları, Genç Oyuncular, Ekim Sahnesi ve İstanbul Sahnesi’nin katıldığı “Amatör tiyatroların işlevi ve birliğini” konu alan bir panel yer aldı. Panel sonrası Aslı-Erhan’ın müzik dinletisinden sonra OKM tiyatro atölyesinin, Fatih Halkevi’nin, DEMKAD’ın, Genç Oyuncular’ın, Emek Oyuncuları’nın, Petrol-İş’in ve Yapı Bölge Oyuncuları’nın gösterileri ilgiyle izlendi.
‘Yusuf Doğar’ Resim Sergisine Saldırı
Yusuf Doğar’ın Beyoğlu Sanat Galerisi’nde açtığı resim sergisi geçtiğimiz günlerde gece yarısı zabıtaca basıldı. Resimler dışarı atıldıktan sonra kapı kilitlendi. Saldırı, çevrede toplanan halktan ve devrimci-demokratlardan büyük tepki gördü. Tepkilerin büyümesi üzerine zabıta geri adım atmak zorunda kaldı. Olay yerinde toplanan halkın ve demokratların aktif müdahaleleri sonucunda sergi yeniden açıldı. Baskınla ilgili, Yusuf Doğar’la yaptığımız röportajı sunuyoruz.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Serginize zabıta tarafından bir müdahale olduğunu öğrendik, olay nasıl gelişti.
YUSUF DOĞAR: 20 Mart’ta saat 17.00’de Beyoğlu Sanat Galerisi’nde sergimizi açtık. Kalabalık toplandı. Zabıtalar geldi. Kalabalık içinde o anda müdahaleye cesaret edemediler. Ertesi gün geldiğimizde ise resimleri indirmişler, toptan caddeye yığmışlar, yerlerine başka resimler asmışlar, sanki benim sergim hiç açılmamış gibi bir görüntü vermeye çalışmışlardı. Biz geldiğimizde halk da toplandı. Zabıtaların yaptıklarını halka anlattık. Basından ve derneklerden gelenler de oldu. Olanları herkese anlattık. Büyük tepki oluştu. Geç saatlere kadar zabıtalarla boğuştuk. Bu sefer baktılar ki durum kendi aleyhlerine gelişiyor, sergi yerini terk etmek zorunda kaldılar. Daha sonra sergi tekrar açıldı.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Bu müdahaleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
YUSUF DOĞAR: Sergiyi gece basmaları ve tabloları dışarı atmaları kendilerinin bile kendi yaptıklarından utandıklarını gösteriyor. Seçim yasaklarını gerekçe gösteriyorlar. Oysa seçim yasaklan siyasi partiler için ve diğer kamu kuruluşları için geçerlidir. Söz konusu yasaklar serbest çalışan sanatçıları bağlamaz.
Halk zaten onların gerici yüzlerini görüyor: Bizim yaptığımız resim çalışmalarını ve sergimizi kendi mücadeleleriyle özdeşleştiriyorlar. Kendi katılımları sonucunda mücadele ile sergiyi yeniden açmamız onları sevindirdi. Gazetelerden okuyan insanlar, çalışan memurlar geliyorlar tepkilerini dile getiriyorlar. En sonunda, gelen tepkiler karşısında zabıtalar da geri adım atmak zorunda kaldılar.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Serginize yapılan bu müdahaleyi zabıtaların işi olarak düşünmek doğru mu?
YUSUF DOĞAR: Aslında sergiye yapılan saldırının esas sorumlusunun zabıta olduğunu sanmıyorum. Saldırı, zabıtayı, hatta belediye başkanını da aşmıştır. Bu olayı gerici güçlerin yarattığını sanıyorum. Zabıta, bu saldırıda kullanılmıştır. Zaten sonradan geri çekilmesinden de bu anlaşılıyor.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Devrimci basma, bu arada ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’na, bu tip saldırılar, devrimci sanatçılar ve ürünleri üzerindeki baskı ve engellemeler karşısında, sizce neler düşüyor, neler önerirsiniz?
YUSUF DOĞAR: Devrimci- demokrat kesim böylesi durumlar karşısında genellikle hazırlıksız… Çünkü alan hep burjuva kesime kalmıştır. Sanılıyor ki yalnızca bunlar sanat yapıyor.
Gericilik gerçek anlamdaki sanat gücünden yoksun. Sanat alanında devrimci çıkışlarla da karşılaştıklarında, baskı ve şiddet kullanarak bunu alt etmeye çalışıyorlar. Devrimci basın, toplumsal gerçekçi, demokratik sanata, kültüre sahip çıkmalı. Devrimci kültür ve sanatı hedef alan saldırıları yoğun biçimde teşhir etmelidir. Engellemeler bitmez. Onun için bunun karşısına nasıl çıkılacağı, planlı şekilde ele alınmalı, hazırlıklı olmalıyız.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Diğer sanatçılardan tepki geldi mi?
YUSUF DOĞAR: Gariptir ki kendisine ‘sanatçıyım’ diyerek mangalda laf bırakmayanlar, bu olayda destek çıkmadılar. Çünkü onlar, bağlı oldukları sınıfın ideolojisi doğrultusunda sanat çalışması yapan burjuva sanatçılardır. Bize esas destek, halkımızdan ve devrimci kamuoyundan geldi. Burjuva sanatçılar tamamen biçimle ilgileniyorlar; bu nedenle de saldırılar karşısında duyarsız kalıyorlar. Halkımız, kendi sorunlarının ve siyasal gerçeklerin ilk kez korkmadan resmedilmesini ve kendi mücadelesini gördüğü için, saldırı karşısında daha bir duyarlı davrandı. Demokrat insanlardan bazıları imza kampanyası düşünüyorlar. Sergimize yabancılar da çok rağbet etti. Resimlerin afişlerini istiyorlar, afişleri yeniden bastırmak zorunda kaldık. Yabancılar, resimleri bizim kadar araştırıp incelemişler. Sanatın Evrenselliği de bu. Dil bakımından insanlar arasında iletişim kurmak…
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Son olarak söylemek istedikleriniz…
YUSUF DOĞAR: Sanat yalnızca burjuvaların elinde kalan bir alan olmamalı. Onun için kitleleri harekete geçirecek, kuvvetli bir kurumdur. Bu nedenle devrimci kültür sanatı var gücümüzle destekleyelim, kitlelerle iletişim kuralım, kamuoyu oluşturalım. Devlete bağlı sözde sanatın gerici yüzün açığa çıkaralım.
Örgütsüz Bir Potansiyel Olan Sağlık Emekçileri; Hemşireler – Ebeler
(Genel Adı ile Hemşirelik Sorunu)
Günümüzde emekçi sınıflar üzerinde yoğunlaşan azgın sömürü ve baskıcı uygulamalar diğer sağlık emekçileri ile birlikte, özelde biz hemşireler üzerinde daha da artmaktadır. Öteden beri var olan sorunlarımız çözümlenemediği gibi aksine, günden güne yeni sorunlar eklenmektedir. Ülke genelinde geniş bir potansiyeli olan sağlık emekçileri, şimdiye kadar ekonomik, demokratik örgütlenmeye girememiş dağınık yapısı ile sadece yoğun olduğu bölgelerde görsel olarak var olan Türk Hemşireler Derneği ve Ebeler Derneği’ne de aktif olarak sahip çıkamamıştır.
Biz hemşireler, mevcut burjuva eğitim sistemince kişiliğimizin tam da oluşum döneminde sağlık liselerine alınıp, düzene uygun olarak yetiştirilmeye çalışılıyoruz. Üzerimizdeki baskılar, yatılı okuldaki rahibe disiplini ile geçirdiğimiz öğrencilik yıllarımızdan bugüne uzanır.
Bugün sorunlarımızın başında hemşireliğin kadın mesleği olmasının getirdiği en büyük sorun, hemşirenin hem evinde hem işinde anne olmanın getirdiği sorumlulukların da bulunduğunu belirtmek isteriz. Bu sorunları örnekleri ile açmak gerekirse; gebelik, çocuk doğurma, çocuk bakımı, kreş ve yuva sorunu bütün çalışan kadınlar gibi biz hemşirelerinde sosyal sorunudur. Çalışma saatlerinin düzensizliği, çocuklu annenin gece çalışmak zorunda kalması hem iş yerindeki verimi düşürmekte hem de çocuğun yetişmesi üzerine olumsuz etkisi olmaktadır. Kapitalist sistemde bütün sorunlara yaklaşıldığı şekilde yetkililer tarafından bu sorunumuza da kaderci yaklaşılmakta ve yetkililerce “çocuk doğurmak isteyen işten ayrılsın” gibi karşı çıkmalarla insan yaşamının en doğal ürünlerine bile karşı çıkılabilmektedir.
Kadın emekçilerin yoğun çalıştığı diğer iş kollarında, işçi statüsü gereğince çalışmaları (vardiyalar, fazla mesailer, hafta sonu çalışmaları) Çift saat ücretine hatta sendikalı işyerlerinde üç veya dört katı saat ücretine tabii tutulabilirken nispi olan bu haklar dahi hemşirelerde saat başına sadece 98 TL.dır. Bunun dışında hiçbir yan geliri olmayan (98 TL’ye kadar yan gelirse?) biz hemşireler de işçilerden hiçbir farkımız olmadığı işçi statüsüne sahip olmak ve sendikalaşmak istiyoruz.
Kadını bir meta gibi değerlendiren emperyalist kapitalist düşünce ile her türden feodal gericilik ve onların sinema, tiyatro, televizyon ve en başta boyalı basını gün geçmiyor ki yeni bir uydurmaca hemşire haberi, (hemşire skandalı) yayınlamasın, sokak kadınlarına takılmış hemşire kepiyle meslek onurumuzu, saygınlığımızı ayaklar altına alınmasın. Buna karşın devrimci demokrat hemşirelerle birlikte, bütün hemşire arkadaşlarımızı da mesleki onurumuza yapılan uydurmaca haberlere karşı aynı duyarlılıkta mücadeleye çağırıyoruz.
Hemşirelik mesleği yatılı okuma, ardından mecburi hizmet zorunluluğu getiren bir meslektir. Biz hemşirelerin büyük bir kısmı emekçi, kırsal kesimden gelmekteyiz. Ailemizden ayrı meslek hayatımıza atıldığımız için barınma, beslenme vs. sorunlar meslek hayatımızda karşılaştığımız ilk zorluklardır. Yetersiz ve sağlıksız lojmanlarda kalmaktayız. İşin diğer yanı da lojmandan atılma, çıkarılma korkusuyla karşı karşıyayız. İdare ve polis baskısı birtakım arkadaşlarımızın lojmandan çıkarılmasına neden oluyorlar. Başımızdaki yetkililer, bu ve buna benzer sorunlarımıza “ne yaparsanız yapın” gibi baştan savmaca cevaplar getiriyorlardı. Lojmanlarda, arabesk kültür giderek yaygınlaşmakta, insanların beyinleri uyuşturulup kendi sorunlarına bile sahip çıkmaktan alıkoyulmaktadır. Buna karşı devrimci demokrat hemşireler, lojmanları terk etmeye hatta meslekten ayrılmaya ya da uzaklaştırılmaya zorlanmaktadır. Bir kısım arkadaşlar ise kliniklerin içinde hasta odalarının birini lojman olarak kullanmaktadırlar. Gece gündüz hastalarla aynı ortamı paylaşıp yaşamaktadırlar. İnsan olmanın getirdiği kendine özgü ortamlar yaratma isteği engellenmekte ve ayrı bir psikolojik ortam yaratılmakta. Bu insanlar zaman zaman izinli saatlerinde dahi, orada yaşadıkları için nöbetlere çağrılıp çalıştırılmaktadır. Bütün bu saydığımız sorunlarımız ve diğerlerini dile getirmek için bütün sağlık emekçileri ile birlikte örgütlenmek istiyoruz. Ancak gerici yasalar bizi memur safsatalarıyla ne mesleki örgütlenmemize ne siyasal ne de sendikal örgütlenmemize izin verilmemektedir. Bizler devrimci demokrat hemşireler olarak, işçi statüsüne geçmeyi ve sınıf sendikaları içinde haklarımızı almayı istiyoruz. Unutmayalım ki kurtuluşumuz sadece ve sadece kendi ellerimiz-dedir. Mücadelemiz emekçi halkımızın, devrimci mücadelesiyle sürecektir. Bütün hemşire arkadaşlarımızın sorunlarımızın çözümlenmesi ve taleplerimizin gerçekleştirilmesi yönünde birlikte mücadeleye çağırıyoruz.
Çapa Hastanesi’nden Bir Grup Hemşire
Devrim Şehitlerini Anma Gecesi
Nizamettin Ariç
Mehmet Erdoğmuş
İspanyol Müzik ve Dans Grubu
Danimarka Müzik Grubu “Savage Rose”
Kosova-Alman-Şili-Afrika Müzik Grupları
Azeri-Silifke-Diyarbakır Folklor Ekipleri
Koro, Dia Gösterisi, Çocuk Folkloru
Tarih : 6 Mayıs 89 Saat : 15.00
Yer : Duisburg (Hamborn)
Rhein-Ruhr-Hallee (ALMANYA.)