Haberler-Mektuplar

Bitmek ya da bitmemek
Perdeci – Mehmet ESATOĞLU

Mart’a doğru bir akşam. Arı kovanı gibi bir kulis. Oyuncular soyunma odasında, kimi giyiniyor, kimi makyajda, kimi de kendi âlemine dalmış, az sonra çalacak üçüncü zili bekliyor.
Perdeci bütün işlerini önceden bitirmişliğin rahatlığıyla gözünü deliğe uydurmuş, karşıda oturanlara bakıyordu. Bunun adı, kulisten seyirci dikizlemek. Tiyatroya gelen izleyicinin hiç bilmediği bir yandır bu. İzleyici sahnede yeniden üretilecek bir olayı “dikizlemeye” gelir de ava giden avlanır misali dikizlenir, görmediği gözler tarafından.
Kiminin derdi; ahbap var mı,.kimininki hasılat, kimi de az sonra karşılaşacağı kitleyi tanımak… Perdeci, delikten gözüyle okşardı adeta gelenleri. “Vaktim yokçular”a karşı bir kültür olayına zaman ayıranlara müthiş saygı duyardı. Özellikle, tiyatroda izleyiciyle sürtüşen çalışanlara bıkmadan usanmadan anlatmaya çalışırdı, önce saygı duymayı. O da bu geleneği programcı Onnik Efendi’den öğrenmişti. Onnik Efendi, sahnede üretilen emeğin bir anıtıydı adeta. Yönetmen bile izleyicinin gerçek tepkilerini ona sorarak öğrenirdi.
Perdeci birinci zili vermeden önce, son kez delikten bakarken dördüncü sıranın ortasında gördü onu. Kulise seslendi: “Aktör baba senin yeğen gelmiş.” Aktör baba, parmağının ucunda dört numara fondöten ile duraladı, “Biliyorum, davetiye yollamıştım da..” diye yanıtladı. Perdeci, soyunma odasının aynasında Aktör Babanın gözlerini arayarak “Eskiden davetiye filan beklemez, provalara bile gelir, bizlerle ateşli tanışmalar yapardı…” diyecek oldu. Aktör Baba “Çalışıyor…” diye homurdandı. Az sonra perde açıldı ve oyuncular başladılar bir şarkı söylemeye:

Bir zamanlar Paris’te
Çanlar çaldı aniden,
Hep yönetilenler çağlar boyu
El koydular; yönetmeye
yumrukla, tüfekle
Beğenmediler eskiyi
Kaldırdılar yönetmeyi, yönetilmeyi
Karar verdiler ama hep beraber
Nasıl yaratmışlarsa hep birden
Mezarlık duvarlarında can verene dek…
Onlar öldü 1800’lerde
Ama bitmedi hikaye
Sürdü geldi bugünlere.

Oyun bitimi kuliste çay bardakları sakırdarken elinde bir kutu pastayla kulise daldı Aktör Baba’nın yeğeni. “Geçmiş olsun kerizler! Gene üç otuza attırıyorsunuz oyunları.” Pasta dilimlenirken, oyun sonrası sohbeti koyulaştı. “Patron be,” dedi yeğen, “Altı bin lira çok değil mi? Yani halk… bir aile… yirmi dört bin, olacak şey değil.” Kuliste bir an sessizlik oldu. Aktör Baba sessizliğin bir yerinde dayanamadı, “Geçende de senin gibi durum bilmez biri attı onaya böyle bir soru. Mahpus görmüş bir yönetmen şöyle yanıtladı: Tiyatro-sinema-kitap pahalı değil, asgari ücret çok ucuz.”
Oyuncular, otobüs vapur saati hesaplarıyla çıkmaya başladılar birer ikişer tiyatrodan. Bahara göz kırpan bir Şubat akşamı karşılıyordu insanları kapıda. Aktör Baba, yeğeni ve Perdeci yürüyorlardı Beyoğlu’nda. Yeğenin birkaç kadeh ısmarlama ısrarıyla daldılar köhne sokaklara. Paçanga böreği kokan bir Rum meyhanesinde camın kenarına oturdular. Kasanın yanından “Nerelerdesiniz” ile kopup geldi güleç yüzlü bir garson. Siparişlerini pek dinlemeden kendi zevkine uygun masayı bir güzel donattı. Perdeci ve Aktör Baba dudak ucu gülücükle onayladılar.
Aktör Baba ikinci kadehi yudumlarken sitemkar baktı yeğenine. “Ne o, eleştirmedin o’yunu?” Yeğen, dakikalardır bekliyordu bu soruyu. Önce yutkundu, “Fena değil, diyeceğim, bozulacaksınız ikiniz de. Ama nasıl anlatsam; sarmadı beni.” Aktör Baba buruk baktı Perdeci’ye. Perdeci, ortalığı neşelendirmek yerine sulandırdı. “Garson, yeğenime bir sarma.” Yeğen, “Lütfen alay etmeyin, beni artık sarmıyor bu tür oyunlar. Ne yapıyor bu adamlar diye sorup durdum kendime oyun boyu. Sahnede anlattığınız o altın çağa inanıyor musunuz hâlâ?” Perdeci, “Sizin firmada verilen yedi yüz elli bin liraya karşılık düşünce bazında beklentiler de mi var?” “Bırak”, dedi yeğen, “..yedi yüz elliyi. Bunca olandan sonra hâlâ altın çağdan bahsetmek kusura bakmayın ama bana artık komik geliyor.”
Hafif bir uğultu ve ne idüğü belirsiz bir müzik vardı meyhanede. Bir ara bu sesler egemen oldu masanın havasına. Aktör Baba ve Perdeci ellerinde büyümüş bir çocuğun böyle konuşması karşısında bir an duraladılar. Belki, malanın ortasında midye dolması bütün diğer mezeleri kenara itmese bu sessizlik sürüp gidecekti. Midyecinin “Hayırlı akşamlar”ıyla ona döndüler. Perdeci, “Ressam mısın sen” diye sordu midyeciye. Midyeci, “Olacaktım ama kâğıt bulamadım, malumunuz bizim gençliğimiz harp zamanı-darp zamanı…” Aktör Baba ilk dolmayı özenle açtı, “Aman çocuklar,” dedi, “Ne tuz, ne karabiber, her şeyi karar”. İhtiyar usta altında kalmadı bu övgünün: “Tıpkı senin sahnede oynayışın gibi”yi patlattı. Yeğen şaşırdı, “Siz tiyatroya gider misiniz?” Midyeci, “Şiir bilem okurum, midyelerimin güzel oluşunun sırrı bundadır. Bence, sanattan nasibini almamış adamın yapacağı hiçbir işten hayır gelmez.” Midyeci, bir göz müsaadesiyle masadaki rakıdan kadehe bir parça doldurdu ve “Oyunculuk sanatının ilerlemesi için ölesiye didinenlere!” Aktör Baba ekledi “Ve de taviz vermeyenlere…” “Bazen,” dedi midyeci, “Bu sokaklarda olmamaya karar veriyorum. Sanki masalarda muhabbetler bozuldu. Paradan başka muhabbet yok. Çok mu karardı dünya, yoksa bana mı öyle geliyor.” Bu lafın üstüne Aktör Baba önündeki sütunu perdeleyerek küçük bir gösteriye başladı:

Memleketin birinde
Çalarken despot çanları
Tıkıvermişler gençleri
Koca koca mahpushanelere
Bir nesli yok etmek üzere…
Ancak akıllı bir yönetici
İnce bir şarlatanlıkla
Kokain koklatır gibi
Koklatmış bankınotları
Dışarıda kalanlara
Korkmayın demiş
Bu para denen nesne
Biraz alın teri koksa da
Tıkayın burnunuzu
Hayat yaşamaya değer.

Yeğen dayanamadı, kesti gösteriyi, “İçtiniz, Saçmalıyorsunuz. O kadar basit değil. Bir zamanlar coşkuyla seyrederdim sahnenizi, ama şimdi: şimdi biraz kerizlikmiş gibi geliyor bana. Yanı sen, Aktör Baba, aktörsün değil mi? Doğruları söylemeye çalışırsın yıllardır. Peki, ne oldu? Ne elde ettin? Senin kadar emek harcamışlara ayda milyon veriyor tiyatrosunda bu devlet. Peki, ya sen? Ayrıca, senin yanında gibi görünenler de seni pek iplemiyor. Ellerinde bir olanak olsa, onlar ela vitrindekilere sunuyorlar. Yani biraz haybeye uğranmıyor musunuz? Hem de bütün ‘Yetkili’ çanların ‘Devrim bitti’ diye çaldığı şu günlerde, siz hangi denize kürek çekiyorsunuz?”
Masada soğuk bir rüzgâr esti. Aktör Baba. “Seni Fransız devrimcisi Marat gibi yanıtlayacağım: Ben yine de devrimden yanayım, her zaman devrim… Söylediklerine gelince, evet doğrular, savundum. Şu senin yaşadık gördük diye ileri sürdüğün koşullara rağmen. Bana söylememek ve susmak aykırı görünüyor. Konuşmanın bir bedeli var ve ben de bu bedelleri biliyorum. Başlangıçta çok net bilmesem de yaşam, süreçte çok net öğretiyor. Başka bir seçeneği de yanı sıra sunarak. Susmak, hatta övmek bu kanlı kargaşayı… İşte bunu ilk fark ettikleri an, küçük fırsatlar atıyorlar önüne. Tıpkı bir zamanlar Almanya’da olduğu gibi. Orada da işlerin ‘iyi’ gittiği ve gitmediği dönemler olmuştur. Hikâyemiz, işlerin kötü gittiği bir döneme ait. İşte tam da böylesi bir dönemde Hitler kapıyı çalmış, ama çok şükür Hitler’e karşı olanlar da var. Derken zaman içinde baskı ağırlaşmaya başlayınca karşı olan saflarda bir dalgalanma olmuş. Kimileri önceleri sesi soluğu kesmiş, sonra da övmeye başlamışlar Hitler rejimini. Zamanın büyük oyuncularından Henrich George da boyun eğenler arasında. Derken bir gün SA çeteleri dönemin bir başka ünlü oyuncusu Hans Otto’yu muhalif olduğu gerekçesiyle kaçırırlar. Dayağın ve işkencenin ucu kaçınca tıpkı birileri gibi koca aktörü getirip hastaneye atıp kaçarlar. Öldü mü, kaldı mı belli olmaz. Henrich George da sever dostunu, ama gidip hastanede ziyaret bile edemez. Aynı günlerde proleter devrimci yazarlar bir mektup yayınlarlar:
“Oyuncu Henrich George’a Açık Mektup.
Size bir soru yöneltmek zorundayım. Söyleyebilir misiniz bize, Devlet Tiyatrosu’ndan meslektaşınız Hans Otto nerde?
SA-Çeteleri’nce kaçırıldığını, bir süre hapsedildiğini ve daha sonra aldığı ölümcül yaralar dolayısıyla bir hastaneye götürülüp bırakıldığım işittik. Birkaçımız onun hastanede öldüğünden bile kuşkulanıyor. Gidip bir bakamaz mısınız ona?
Bugünkü düzene karşı koyma konusunda hiçbir kuşkuyu üzerinize çekmediğinizi de işittik. Bizim gibi komünistlerle uzun süre birlikte çalışmanızın bir yanılgı olduğunu hemencek kabullenmiş olmalısınız. Tümüyle boyundurukları altına girdiğinizden, bir zamanlar sizin de kötücül saydığınız düşmanlarımızın en tafralı övgülerini topluyor olmalısınız. Otto’yu arayabileceğinizi varsayabiliriz.
Biliyorsunuz, sıradan bir insan değil söz konusu ettiğimiz kişi. Gerçek oyunculuk sanatının uygulanabilmesi için nelerin gerektiğini araştıran, bu konuda ölesiye didinen kişilerdendi o. Düşündükleri gelişigüzel şeyler değildi; büyü bir oyun sanatının, kültürlü bir halkın onur duyacağı bir tiyatronun oluşabilmesi için bütün toplumsal ilişkilerin kökünden değişmesi gerektiği sonucuna varmış; düşünceleriyle, bunu amaçlayan bilgileri geliştirmeye yönelmişti. Sıradan kişiler karşı çıkabilirler ona, bir oyuncunun tiyatro yapabilmesi için bunca şeyin gerekmediğini savunabilirler. Bu iş için yalnızca yeteneğin gerektiğini söyleyebilirler. Ama uğraş arkadaşınız Otto’nun oyunculuk anlayışı bambaşkaydı: Ona göre salt yetenekle iş bitmiyordu. Yetenek kolayca satın alınabilirdi, çantada keklikti onca; her ödeme gücü olana kiralanabilir, her istenen amacın buyruğuna yanıt getirebilirdi yetenek, en kirli amaçların bile.
Böylesine yeteneklerin birdenbire yalan söylemeye başlamasına ne gerek var: Kolayca kandırılabilir böyleleri; gördükleri eğitimle, aldıkları bilgiyle, edindikleri sorum duygusuyla hiç de bağdaşmayacak amaçlar için kullanılabilirler. Siz de yeteneklisiniz, ama yeteneğiniz sizi kirli amaçlardan korumaya yetmiyor; önünüze yerleştirilmiş kanlı sıralardan alkış toplamanıza da köstek vurmuyor.”
“Böyle sürüp gider mektup. Günün birinde Hitler rejiminin de son bulacağı ve dünyanın değişebileceği saptamasıyla son bulur, hem de 30’lu yıllarda…”
Perdecinin “Hadi kalkalım”ıyla yürüdüler, Beyoğlu’nun sönmek bilmez yılbaşı ışıklarının altında. Midyeci “gene işi politikaya döktünüz” diye takılırken, Aktör Baba yapay bir kızgınlıkla, “Şu caddeye bak, midyeci” dedi “ve bana politik olamayan bir şey göster.” Midyeci baktı, baktı “Şu ışıklar, bak Beyoğlu’nu nasıl da ışıl ışıl yaptı. Bu yüzden ben de bu seçimlerde oyumu…” diyemeden Perdeci’yle Aktör Baba bastılar kahkahayı. Yeğen izin isteyip bir taksiye atladı. Midyeci ara sokaklardan birinde kayboldu.
Gece yarısı Fındıklı parkında oturmuş denizi seyrediyorlardı. Perdeci, “Çocuğun canını sıktık” dedi, Aktör Baba yanıt vermedi. Ayağa kalktı, suyun kenarına geldi. Perdeciye döndü, “Bir gece yine bu parktayım. Baktım adamın biri elindeki ekmeği denize batırıp yiyor. Ne o dedim baba, denizi katık etmişsin, ne zamana kadar? Adam yüzüme şöyle bir baktı. Katığım bitinceye kadar, dedi. Devrim bizler için biraz böyle. Deniz biter mi hiç?” Bu lafa ikisi de acı acı gülmeye koyuldular. Gürültüleri giderek yükselmeye başladı. Derken civarın bekçisi göründü karanlığın bir ucundan. Ağır ağır yanlarına yaklaştı. Perdeci, “Yahu bekçi baba”, dedi, “Devrimler çağı bitti mi?” Bekçi anlayamadı ne sorduğunu -ne anladıysa- “Valla bilemem beyim,” dedi, “Biz ne olur ne olmaz diye bekliyoruz.”


17 Yıldır Kızıldere’nin Sordurduğu Soru: Devrim mi, Reform mu?

68’lerde doruğuna çıkan gençliğin mücadelesinin görkemli yükselişi… İşçi sınıfının yasal mücadele ve örgütlenmesinin hızlanması… Buna paralel olarak yasadışı grev, fabrika işgali ve çeşitti eylemlerin boy göstermesi… Marksizm’in özellikle gençlik ve ileri bir kısım işçi ve aydın arasında hızla yayılması. DİSK, Fikir Kulüpleri Federasyonu, Dev-Genç… Dev-Genç’in olağanüstü boyutlara ulaman örgütlenmesi ve etkisi… Anti-emperyalist ve anti-Amerikan kitle gösterilerinin yoğunlaşması… 6. Filo askerlerinin dövülüp denize atılmasının ardından polisin öğrenci yurdunda Vedat Demircioğlu’nu döve döve öldürmesi. MHP’li faşist milislerin örgütlenerek devrimcilere saldırmaya başlaması… Vedat Demircioğlu, Tavlan Özgür, Battal Mehetoğlu ve Mehmet Cantekin’in ardı ardına öldürülmesi… Karılı Pazar… Ve yasal bir protesto olarak başlayan, giderek bir ayaklanma eğilimi içine giren şanlı 15-16 Haziran işçi Direnişi… Bu büyük direnişin devlet ve reformcu sendika yöneticilerinin işbirliğiyle durdurulması…
Devrimci faşist saldırılara karşı savunma gereksinimiyle hızla silahlanmaya başlıyor. Buna, polisin keyfî ve saldırgan tutumuna karşı tedbir almayı da eklemek gerek. Ancak silahlanmanın yalnızca bunlardan kaynaklandığını sanmak saflık olur. Bu ‘saflığı’ yasal saksılarda büyümeye alışmış reformist ve revizyonist adı verilen bitkiler yapıyor. Devrimciler bir yandan Latin Amerika pratiğinden etkilenerek, diğer yandan ideolojik açıdan, özellikle modern revizyonizmin şiddet ve şiddete dayanan devrim fikrini reddetmesine duydukları tepkiyle silahlı mücadele fikrini savurup silahlanmaya yöneliyorlar. Türkiye tarihinde ilk olarak iktidarı ele geçirme düşüncesiyle harekete geçen devrimcilerin bunu, gül demetleriyle ya da egemen sınıfların bir kesimine çağrılarda bulunarak yapmaları beklenemezdi. İllegal örgütler ortaya çıkmaya başlıyor. Deniz Gezmiş ve Hüseyin İnan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusunu, bir süre sonra Mahir Cayan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi’ni oluşturuyor. Bu örgütler büyük bir tutku ve inançla eylemlere başlıyorlar. Bankalar soyuluyor, işverenler kaçırılıyor, polis ve Amerikan emperyalizmi bağlantılı hedefler silahlı saldırılara uğruyorlar. Türkiye, tarihinde karşı karşıya kalmadığı bir bunalımın içinde kıvranıyor.
Bu noktadan sonra her şey “ilk”tir Türkiye’de… M. Suphi’nin girişimi bir yana iktidarı ele geçirmeyi hedef alan illegal mücadeleci bir örgüt, (ya da örgütler) “ilk”tir.. İktidara karşı aleni bir savaş, “ilk”tir… Silahlı mücadele zaten “ilk”tir… Reformculuğun radikal bir tarzda ve fiili olarak reddi, “ilk”tir.. Devrim için dağlara çıkılıyor, şehir gerillası başlatılıp çatışmalarda ölünüyor, “ilk”tir. Deniz Gezmiş çatışmada yakalanıyor, mesleği sorulduğunda “Devrimcilik!” diye yanıtlıyor, “ilk”tir.
Eh nihayet ekonomik ve politik tıkanıklığın yanı sıra işçi ve öğrenci mücadelesinin ulaştığı boyut karşısında dehşete kapılan burjuvazi devrim korkusuyla 12 Mart askeri faşist darbesini tezgahlıyor, bu da ilk’tir… Zayıflığına, tecrübesizliğine, eksik ve hatalarına rağmen devrim ilk kez karşıdevrimle boğaz boğaza geliyor… Devrim, Türkiye devrimci hareketinin 50 yıldır sırtında taşıdığı reformizm ve revizyonizm kamburunu sırtından atmaya, kendi ayaklan üstünde durmaya çalışıyor. Bu kamburu atıp atamadığı ya da yeni kamburlar edinip edinmediği ayrı bir tartışma ama hiç değilse kendi ayaklan üstünde durmayı öğrenmeye başlıyor bu sınavla…
12 Mart yarı-askeri faşist darbesinin yaptığı ilk iş, Anayasa’yı askıya almak, parlamentoyu Genelkurmay’ın vesayeti altına sokmak oluyor. Dernekler kapatılıyor, sendikaların eylemleri yasaklanıyor. Ve devrimci avı başlıyor. Bu arada on binlerce ilerici ve aydın da bu avdan nasibini alıyor. Hapishaneler ağzına kadar doluyor. Mahkemeler idam kararlarını sıralamaya başlıyor. Sıranın başında Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan var.
71 Devrimciliğinin coşkulu tutkusu ve devrime bağlılığı sınır tanımıyor. Kendileri Maltepe Askeri Cezaevinde tutuklu oldukları halde, devrimci birtakım görevin yanı sıra devrimin prestiji haline geldiklerine inandıkları THKO’lu üç önderin kaçırılmasının hayalini kurmaya başlıyorlar. Hayalin bir kısmı gerçek oluyor: THKP/C’den Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz, THKO’dan Cihan Alptekin ve Ömer Ayna 29 Kasım 1971 akşamı kazdıkları tünelden firar ediyorlar. Bundan sonrası uzun ve zorlu bir maratondur. Bu maratonun sonuna doğru, coşkulu devrimciler, hayallerinin bir bölümünü daha gerçekleştiriyorlar. Ünye’de Nato’ya bağlı radar üssünden üç İngiliz teknisyen kaçırılıyor rehin olarak. Karşılığında Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un serbest bırakılmasını istiyorlar.
Gerisi biliniyor… İngiliz rehinelerle birlikte Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Saffet Alp, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Nihat Yılmaz, Hüdai Arıkan, Sinan Kazım Özüdoğru ve Sabahattin Kurt tanksavarlarla açılan ateş sonucu öldürülüyor. Niksar’ın Kızıldere Köyü muhtarının evinde… Bir süre sonra da Deniz, Hüseyin ve Yusuf idam ediliyor. Ama ne Kızıldere Katliamı Kızıldere şehitlerini unutturabiliyor, ne de idamlar Deniz’leri… Tersine, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen, on binlerce insan en azından Kızıldere şehitlerinin insani tavrı karşısında saygı duymadan edemiyor. Devrimci mirasın en küçük kırıntısının bile heder edilmemesinden yana olan Marksistler açısından ise Kızıldere’de şehit edilenlerin tavrı öğrenci derslerle doludur.
Özellikle, devrimci dayanışmanın yerine bireyciliğin, işçi sınıfı ve halkın sorunları karşısında sorumluluk duyarak ona uygun davranmanın yerine ‘banane’ciliğin, fedakârlık yerine bencilliğin, zor ve doğru olanın yerine kolay ve risk gerektirmeyen, dahası ece-, men sınıfların kabul edebileceği “çözümlerin” empoze edilmeye çalışıldığı günümüzde, Kızıldere’de şehit olanların tutumu ve o tutumu almalarına yol açan devrimci coşkulan, devrimci sorumlulukları ve devrimci hümanizmleri sahip çıkılacak, örnek alınacak niteliktedir.
Şiddet ve silahın devrimdeki rolünü reddeden, fedakârlık ve zorluları göze alamayan, her zaman ancak burjuvazi tarafından kabul edilebilir mücadele biçimlerini uygulayan ve önerenlerden günümüze ne kaldı? Günümüzde bu görüşleri savunmakta olanlardan geriye ne kalacak? Yalnızca rezil bir teslimiyet, sarsak ve karikatürize bir mücadele oyunu., yani düzenle entegrasyon…
Öte yanda ise diri ve mücadeleci bir geleneğin diri ve kabına sığmaz mirasçıları… Dik başlı ve atılıma açık… Devrim, aynı ruhla hareket eden sosyalist işçilerin eseri olabilir. Sosyalizmi, amaçlarını ve nasıl gerçekleşebileceğini bilen ve bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan işçilerin…

Mart 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑