Avustralya’da Yılmaz Güney ve A.Kadir Konuk’la Dayanışma Gecesi yapıldı.
Ekim 1988 günü Avustralya Türkiyeli İşçiler Birliği, Melbourne’da Yılmaz Güney’i anmak ve A.Kadir Konuk’la dayanışmak amacıyla bir gece düzenledi.
Ayrıca Yılmaz Güney üzerine İsviçreli bir yönetmenin hazırladığı bir belgesel film gösterildi. Geceyi 300 kişi izledi. Gecede kitleye bir kısım işçilerin kendi evlerinde hazırladıkları yiyecekler ve A. Kadir Konuk’un kitapları satıldı. Gecenin gelirini A. Kadir Konuk’un tedavisinde kullanılmak üzere kendisine gönderilmesi kararlaştırıldı.
Danimarka Yazarlar Birliği’nden A.Kadir KONUK İçin Protesto
Bay Başbakan,
Danimarka Yazarlar Birliği, Konya cezaevinde tutulan yazar Abdülkadir Konuk’un cezaevi koşullarını protesto etmek üzere açlık grevine başladığını haber almış bulunuyor.
D. Y. Birliği Konuk’un sağlığından derin endişe duymakta ve onun bağımsız olması olanaksız askeri mahkeme tarafından çarptırıldığı ölüm cezası tehdidi altında uzun yıllar bekletilme işkencesine maruz bırakılmasından dehşete düşmektedir.
D. Y. Birliği, Konuk’un cezaevi koşullarının iyileştirilmesi ve onun sağlık durumu açısından derhal salıverilmesi için acilen harekete geçmenizi nezaketle rica eder.
Hanz Hansen Danimarka Yazarlar Birliği Başkanı
Ne Zaman Selamlayacağız Baharı?
Perdeci: Mehmet ESATOĞLU
“Küçük dev adam” elinde oyuncak misali iki yüz yirmi volt oynadıkça perdeci, biraz hayranlık birazda korkuyla seyrederdi onu tiyatroda. “Küçük dev adam” kısa boylu huyu ve tavrı proleterliğin ince nakışlarıyla örülü, garip biriydi. Perdecinin yanında yetişmiş olduğu söylense de onun görkemli yanlarını daha çok yaşamın acıları törpülemişti. “Küçük dev adam” yılbaşına doğru akan günlerin birinde ertesi günkü gösteri için ışıkları elden geçiriyordu. Voltaj ve kablo ile boğuşurken bir yandan da kırmızı şarap yudumluyordu şişeden. (Tiyatroda hazırlık zamanı içilen yudumların tadı başkadır. -Bunu hangi alkol düşkünü yazdı buraya). Perdeci oyun öncesi tiyatroya alkollü gelenlere verilen yarı-şaka, yarı-ciddi cezaları onaylarsa da, ön hazırlık anlarında teknik ekibin içtiği birkaç yuduma hoşgörüyle bakardı.
İş bitimi kulisteki elektrik sobasının başında kırmızı şaraplı sohbetin bir yerinde telefon çaldı. Alo diyemeden kalk dedi, doğanın sevgi dolu kızı: Bak, kar yağıyor. Perdeci pencereye yaklaştı, tülü kaldırdı, kışın ilk karını gördü. Fısıltıyla ne zaman selamlayacağız baharı diye sordu. Yanıt beklemeden her yılkı şiirini patlattı:
Eşini gaip eylemiş bir kuş gibi kar Geçen eyyam nevbaharı arar
“Küçük dev adam” bize de şiir baba diye bağırdı. Perdeci tam başka bir şiire davranırken ahizenin ucundan aniden gelen şiiri odadakilere aktarmaya başladı.
“Kumsaldaki yalnızlığa dökülünce zaman
Çiçek açar anılarım erken gelen baharda
Ay doğar denizlerin içine
Çağıldar hüznün”
Büfeci çocuk coşkulandı şiirden ve selamladı. Renoir tablosundaki altın saçlı kızı.
Hava kararmaya yüz tutmuştu. “Küçük dev adam” büfeci çocukla birlikte çıktılar tiyatrodan. Perdeci pencereden onların karda yürüyüşlerini seyretti bir süre. Odadan çıkmak üzereyken gözü takvime ilişti yılbaşına çok az bir sürenin kaldığını fark etti. Kenardaki yıllanmış koltuk onu bir anda çekti. Eski anılar kafasında üşüşmeye başladı. Anılar rüzgârı onu seksen birlere sürüklüyordu.
Seksenden seksen bire giden günlerin birinde saçları Karadeniz kokan birini anımsadı. Fatsa’dan gelmişti. Fatsa’da coşku günlerinin geçici duraklayışının yankısı henüz dinmişti. Fatsalı adeta sığındığı işçi yatakhanesinde, işçi Yusuf’un sazına hasretle bakıyordu. Çünkü ilk günler dokundurtmuyordu Yusuf. Yusuf sazı yeni öğreniyordu. Ve bu öğrenme azami yatakhanede diğer vardiya işçilerini uyutmuyordu. Fatsalı biraz da saza yanaşmak bahanesiyle öğretmen oldu işçi Yusuf’a: Zaman içinde Fatsalı Yusuf ve saz yumak oldular. Karanlık günlere rağmen Aralık’tan Ocak’a geçen geceyi yatakhanede kırmızı şarap (Marmara) tütün ve türkü ile selamlamaya karar kıldılar.
Fatsalı birkaç hafta önce Karadeniz dağlarında gezerken ovadaki kuşlar kan revan öterken düşlerinde vuruyordu sazın tellerine. Doruklarda bir kış rüzgârı haberliyordu coşku günlerinin geride kalışını. Amasya’da dağların tam ortasında bir cezaevinde volta vuruyordu mangal yürekli Fatsalılar. Fatsalının karısı belki bininci kez basılan evdeki postal çamurlarını temizlerken Fatsalı İstanbul’da pürtelaş dolanıyordu. Derken hemşerilik, onu yeniden nabzın attığı bir yere, sıcacık işçi yatakhanesine getirdi. Karadeniz dağları ne denli ıssızsa işçi yatakhanesi de o denli cıvıl cıvıldı. Ve güleç gözlüler dışarıda kopan “fırtınaya” inat “bayram benim neyime”yi bir yana bırakmış morallerini diri tutmaya çalışıyorlardı. Omuzu kalabalıklara ve patronlara inat.
Perdeci sekseni, seksen bir’e bağlayan gece tiyatrocu dostlarının ısrarı ile bir arkadaş evindeydi. İçtiği her yudumda biraz daha geriliyordu. Kıvır saçlı yarı yumruklar ve tekmeler altında dokuzuncu gününü dolduruyordu. Karşısında koltuğa yayılmış anlamsız bir sohbet, gâh müşteri gah izleyici diyerek tiyatrosunun son durumunu ağzında gevelerken perdeci bir an boğulduğunu hissetti. Belli belirsiz bir “haklısın”dan sonra ayağa kalktı. Herkes kendi havasındaydı. Perdeci kapıyı açtığından usul olsun diye kalabalığa haydi eyvallah yolladı. Kapıdan çıktığında fırtınaya tutulmuşçasına sallandı. Çok mu içtim diye düşünürken kapıda yüzüne tipi çarptı. Ayılmadı. Yürüdü bir süre. Yol boyu düşler peydah oldu civarında. Tipi şiddetleniyordu. Taksim parkında kimsecikler yoktu. Kibritçi kız misali kibrit yakmak geldi içinden. Ceplerini aradı bulamadı. Ararken plastik çakmak geldi eline. Ateşlediğinde nar-kın ortasında elinde meşale hürriyet heykel; gibiydi. Tipinin ortasında bir süre öylece durdu, sonra kenardaki bankın üzerinde birini fark etti yaklaştı. Bir kabustaymışçasına fısıldadı: Ekrem, Ekrem seni buraya mı attılar? Çakmak birden söndü. Perdeci yeniden ateşledi, ancak bankın üstünde kimsecikler yoktu. Ürktü. Parkın sessizliğinden bir anda kurtulmak için hızlı hızlı yürüyerek meydana çıktı. Çakmağını bir kez daha ateşledi. Çatının tam ortasında onu gördü. Bir Rönesans resmi misali yüzünde buruk bir gülümseyişle duruyordu. Biliyor musun? dedi seni darağacına çektikleri sabahın ikindisinde hastanenin bahçesine yazdılar adını. Çakmağın metali parmağını yakıyordu, rüzgârla söndü çakmak. İnşaatın önüne yığılı kumların kenarında beliren inşaat çavuşu, “kiminle gonuşuyon hemşerim?” demese sürdürecekti çatıya asılı iş makinesiyle hasbıhali.
Perdeci başını indirdi çavuş tam yanı başındaydı. Suskun öylece durdu. Bu anlamsız sessizliği çavuşun cebinden çıkardığı düdük bozdu. Düdük üçüncü kez öttüğünde koşmaya başladı perdeci. Koştukça kulağında bitmez tükenmez dürt sesi yankılanıyordu. Bu, nefes nefeseyi mavi bir ışık kesiverdi. Mavi ışık ağır ağır yanaştı. Kısa bir ön-incelemeden sonra kasklı bir minibüsten kafayı uzatarak: (Doğu kokan bir şive ile) Ne dolanıyon gece vakti, haydi bakalım evine dedi ve mavi ışık hızla uzaklaşıverdi. Perdeci son sözleri yineledi: Haydi bakalım evine.
Perdeci evine gidemiyordu. Her an bekliyordu kıvır kıvır saçlarından sürükleyecek getireceklerdi eve ve altüst edeceklerdi özel her bir şeyi. Dokuz gündür kendisini bu manzaraya hazırlamasına karşın inanılmaz bir biçimde kaslarını denetleyemediğini görüyordu. Kafasında bu düşüncelerle dolandı durdu günlerce. İşte yine akşam olmuştu olmasına ama bu akşam yılbaşıydı ve nedense herkes eğlenmeye koşuluydu. Bütün bir yıl ne olur ne olmaz akçeler alkol ve yiyeceğe yatırılıyor, sistemin insanlara tanıdığı “felekten bir gece çalma” gerçekleştiriliyordu. Düzenlenmiş eğlenceler yerine kendiliğinden cümbüşleri seven perdeci, bu karanlık kış gecesinde gerçek cümbüşleri özlüyordu.
Dar bir sokağa girdi. Bir pencereden başına arabesk ve kuruyemiş kabukları döküldü. Saklayan avuç sesine kentin bir başka yerindeki çığlıklar karıştı. Bu, iki ayrı sesi aynı anda duyabilen kulaklarına sözdü ağız dolusu. İnsanlara bulaşma huyu depreşti. Saat sordu adamın birine. Adam daha var dedi on ikiye. Perdeci hayır diye haykırdı birden. Ben on ikiyi şimdi istiyorum. Yalnız seksenin on ikisini değil, seksen birin, seksen ikinin hatta doksanın. Yeter artık geçsin bu günler. Saati sorduğu adam pek bir şey anlayamadı. Perdeciye şekersiz kahve öğütledi.
Tipi arada bir hafifliyordu. Üzerine çamurlu su püskürten bir arabanın farından ileriki telefon kulübesini gördü. Numaraları bir solukta çevirdi. Ve kara saçlı görkemli kadının sesini dinledi bir Vivaldi dinler gibi. Kulübeden tam çıkarken eski bir dosta rastladı. Soğuk gecede onun sımsıcak ellerinde yaşayan yenilenen yaşamı duydu. Eski dost perdecinin gözlerinde paniği görünce; “Ne o hoca, bu ne şiddet ne celal” diye takıldı. Perdeci bir şey söyleyecekken sustu. Peki ya sen diye yüzüne baktı. Ben dedi eski dost sizinkilerin yöntemini kullanıyorum. Bilir misin kaçak olmak, mahkûm olmak birer objektif durum olmanın yanı sıra birer de ruh halidir. Ben kaçaklığa konsantre olacağıma özgürlüğe konsantre oluyorum. Perdeci bütün olumsuzluklara rağmen yöntem bulup direnenlerin varlığını hissetmenin keyfini yaşadı bir an. Göz göze geldiler. Gülmeye başladılar, katıla katıla gülüyorlardı. Nedenini ikisi de bilmiyordu.
Dolmabahçe’ye doğru yürümeye başladılar. Dudaklarında eski bir marşı eksik etmeden. Giderek sesleri yayıldı, yayıldı ve İstanbul’un kaldırımlarından milyon anı dile gelip onlarla müziğe karıştılar.
Beşiktaş civarında yeni yıl gecekondu tepelerinin orta yerindeki sıcak işçi yatakhanesinde selamlamaya karar kıldılar. Bir yaz güneşi gibi soğuğun tadını çıkara çakara vardılar yatakhaneye. Yatakhanede Fatsalı belki onuncu kez yinelediği bir türküyü yineden söylemeğe hazırlanıyordu. Kapıyı tıklattılar. Türkü kesildi, kapı tedirgin açıldı. Bir ooo haykırışı tedirginliği boğdu. Buyur edildiler başköşeye kırmızı şarapla birlikte. Yusuf ayakta gülümser bir yüzle gelenlere bakıyordu. Neden sonra toparlanıp saz çalmak istedi kotaramadı. Soluk soluğa bir telaşla; arkadaşlar, dedi, bu gece programda türkü, tütün ve kırmızı şarap vardı. Şimdiyse gecenin sürprizi, tiyatro emekçisi bir ağabeyimizle yüzyılımızın en umutlu arkadaşlarımızdan biri aramızda. Şimdi biz kimi enayiler gibi yeni yıl mesajını kime okutacağız diye kara kara düşünmüyoruz. Biz, yeni yıl mesajını dünyayı değiştirmeye en kararlı olanların okumasını istiyoruz. Hoş geldiniz dostlar hoş geldiniz.
(Perdeci ve eski dostunun yanaklarına al bastığının resmidir)
Fatsalı yeni gelenlerin onuruna vurmaya başladı sazının tellerine. Coşku doruğa varmıştı. Saatler yirmi dört vururken saz bir an sustu. Ramazan ustabaşı ayağa kalktı: güle güle kanlı seksen güle güle dedi. Şimdi git ama unutma ki seni hep acıların ilk satırına yazacağız.
Yeni yılın ilk saatlerinde Fatsalı saz çalmaktan yorulan parmaklarını ovarken Yusuf’la aniden işaretleştiler. Fatsalı perdeciye bakarak efendim dedi, biz Anadolu’nun orta yerinde gösteri sanatlarından mahrum kalmış bir milletin çocukları olarak perdeci ağabeyimizden de bir hüner göstermesini rica ediyoruz. Perdeci yahu ben oyuncu değilim dediyse de dinletemedi. Kulis tozu yutmuş biri olarak alkışlarla ortaya getirildi. Perdeci öne birkaç adım attı, derin bir soluk aldı.
(Perdecinin seksen birin ilk saatlerinde Galileo Galilei oluğudur),
“Yeni bir çağ başlıyor. Yüzyıldır bir şeyler bekliyor gibiydi insanlık”. “Böylece gelmiş ama böyle gitmez” deniyor şimdi.
Bence gemilerle başladı bu iş. Öteden beri insanlar hep kıyı kıyı gitmişler, derken bir gün, veryansın etmişler, bırakıp kıyıları açılmışlar büyük denizlere.
Sonra bir haber yayılmış eski dünyamıza: Yeni dünyalar bulundu. Şimdi gülüyoruz, “korktuğumuz okyanus küçücük bir gölmüş meğer” diyoruz? Her şeyin nedenini öğrenmek istiyoruz. Gün geçmiyor ki yeni bir şeyler bulunmasın? Siena’da görmüştüm bir gün -çok gençtim daha- yapı ustaları tartışıyorlardı, Koca bir granit parçasını kaldırmaları gerekiyordu. Zorlanıyorlardı. İçlerinden biri işi kolaylaştırmak için makaralarla iplerin değişik bir biçimde düzenlenmesini öneriyordu. Beş dakika tartıştılar ve hemen oracıkta bin yıldır kullanılan yöntemi bırakıp yenisine geçtiler. Yeni bir çağa girdiğimizi ilk o zaman anladım işte. (Ranzalardan alkışlar) Eski kitaplarda yazılanlar yetmiyor artık? Bin yıldır tahtında oturan hariç yerini kuşkuya bıraktı şimdi. “Güzel’ diyoruz, kitaplar öyle yazıyor ama bir de biz görelim. Bakalım yazılanlar doğru mu?
Perdeci: Bu “gibi yaptığım” kişi Galileo Galilei’dir. Brencht usta bize onu ortaçağın orta yerinde dünya dönüyor derken işte böyle tasvir eder. Galileo, orta çağın karanlığında bile dehşetli umutludur. Umudu, bir gün gerçekler elbet anlaşılacak diye ne idüğü belirsiz bir umut da değildir. O, aklın zaferini, düşünen insanın zaferinde görür. Bize gelince; dünün yığınsal kitle gösterilerini anımsayıp bugün içinde bulunduğumuz duruma dudak büküyor kimileri. “Sosyalizm artık öldü” diyor. Biz ise hâla yaşıyor diyoruz. Siz “dönmüyor” deseniz de biz “yaşıyor”dan yanayız.
Hanbetlerle, türkülerle gecenin bir yarısı olmuştu.
Yatakhaneden çıkarken gün ışıyordu. Perdeci ve eski dostu yürüyorlardı. Bak dedi eski dost: Seksen bir başlıyor. Bana öyle geliyor ki, seksenle başlayan kıyım, suskunluk buldukça azacak. Sıkı dur bu kez dalga sıkı geliyor.
Perdeci bütün bunları anımsarken elindeki takvimde seksen sekiz yazıyordu. Önce gülümsedi sonra tarihe göz kırptı. Pencereden takvim yaprağını rüzgâra bıraktı. Yaprak havada dönüyordu, dönüyordu, dönüyordu…
Sanat ve Edebiyat:
Vahdet ATEŞ
İnsanın doğa üzerindeki ayırt edici özelliği, varlığının bir etkinlik, ereğe sahip bir dönüştürücülük olarak gelişmesidir. “Dünyanın insanileştirilmesi” de denilen bu çabayı, bir benimseme, kendini kılma, egemenlik altına alma olarak da tanımlayabiliyoruz.
Modern sınıflı toplumda, insanı tarih içindeki bu çizgisi, sınıfların toplumsal egemenlik için mücadelesi olarak görüyor. Her sınıf, kendi varoluşunun temel ifadesini, egemen sınıf olarak örgütlenme mücadelesinde buluyor. Böylece, doğada “kendisi için” olmaya kalkışmadıkça doğanın bir parçası olarak kalan o kimliksiz yaratığa, sınıflı toplumda “kendisi için bir sınıf” karşılık düşüyor.
Maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimi, genel bir “kendisi için insan” tanımı yapabilmemizin koşulunu sağlayabilirken, “kendisi için sınıfı tanımlayabilmemizin ölçütünü bundan ötede, “politik üretim” içinde aramamız gerekiyor. Anlaşılıyor ki, politik mücadele, sınıfların temel varlık biçimi, varoluş tarzı olarak, diğer bütün etkinliklerini kapsıyor, belirliyor ve yönlendiriyor. Çünkü her sınıf, ancak bu yoldan toplumsal hayatı “kendinin kılma”, benimseme ve egemenliği altında yeniden üretebilme yolunu bulabiliyor.
Eğer sanat ve edebiyat, dünyayı benimsemenin özel tarzda örgütlenmiş bir yolu, dünyayı yorumlamak ve değiştirmek için özel bir etkinlik olarak tanımlanırsa, onda bir tür “iktidar” içeriği buluruz. Bu soyut “iktidar” kavramı, gerçekliğini-somutluğunu, ancak ve yalnızca toplumsal hayatın diğer bütün bağıntılarıyla olan ilişkisinde ele verir; böylece büyük sınıflar kavgası içinde bir anlam kazanır, onun bir yanı olarak varlık bulur.
Egemenlik veya iktidar kavramlarını, politik mücadele ve politik örgüt kavramlarından ayrı düşünemediğimiz ölçüde, kültür ve politika arasında, daha özel olarak sanat ve edebiyat ile politika arasında, dolaysız, onun egemenliğinin bir öğesidir ve egemen sınıf olma savaşı içinde üretilmiştir. Sınıfın egemenliği, onun kültürünün çağın egemen kültürü olmasına yol açar. Bundan şu temel sonucu çıkarabiliriz: örgütsüz politikanın olanaksızlığı bağlamında, politik örgütten yoksun sınıf, kültürel üretim gücünden ve olanağından yoksun sınıftır.
Kural olarak sosyalist kültürün ancak sosyalist toplumsal kuruluş koşullarında mümkün olduğunu biliyoruz. Ne var ki, işçi sınıfı, kapitalizm koşullarında da, sınıf mücadelesi içinde sosyalist kültünü bazı temel kurucu öğelerini yaratabilir. Bunun olmazsa olmaz koşulu, iktidar için Mücadele ediyor olmaktır: daha açık bir deyişle, “egemen sınıf olarak örgütlenme” savaşı içinde bulunmaktır. Demek ki, sınıfın kendiliğinden eylemliliği (ekonomik-sendikal mücadelesi) içinde türemiş öğeler, sosyalist kültürün yalnızca zayıf ve ilkel biçimlerinin kendilerinde belirebileceği oluşumlar olarak görülebilir. Bunlar, politik eylemlilik içinde ve politik örgütlenme etkinliği boyutunda yeniden üretilip dönüştürüldüklerinde sosyalist kültürün öğeleri olma değerine yükselebilirler.
Çoğu kez sanıldığının aksine, Marksizm, sanat ve edebiyatı, ekonomik temelin doğrudan bir yansıması, ekonomik hayatın bir uzantısı olarak değil, toplumsal hayatın sosyo-politik ilişkiler içinde yeniden üretilmiş sonuçlarından biri olarak görür. Toplumun her hücresine sinmiş ve onun hareketinin nedeni ve kendisini ortaya koyuş biçimi haline gelmiş olan sınıflar mücadelesi, böylece sanat ve edebiyatın da hem içeriğidir hem de üzerinde gerçekleştirdiği alandır.
Bu fikir kabaca anlaşıldığında ortaya “slogancı sanat” denilen eğilim ortaya çıkar. Oysa “parti edebiyatı” kavramı, bu oluşumun iki bakımdan açıklanmasını içerir: Birincisi, sanat ve edebiyatın, gerçekte ne biçim altında ortaya çıkarsa çıksın, eninde sonunda politik bir kimliğe ve politik bir etkiye sahip olacağını anlatır. İkincisi, sanat ve edebiyatın, ancak bu kimliğinin açıkça bilincine varıldığında, bir dönüştürme ve kendinin kılma değeri kazanabileceğine bir vurgudur. Başka bir deyişle, “parti edebiyatı” kavramı, dünyayı “kendini kılma”nın başlıca yolu olan politik eylemin, dünyayı benimseme ve egemenlik altında değiştirmenin başka yollarını da içerdiğini ve içermesi gerektiğini anlatır. Bu bütünsel bakış açısı, işçi sınıfının “kendisi için bir sınıf” olma konumuna, dünyayı kendisi için bir dünya kılma savaşı içinde ulaşacağı düşüncesinden kaynaklanır.
Bu bütünsel bakış açısı, aynı zamanda bütünleştirici bir bakış açısıdır.
Tarihi bakımdan insanoğlunun politik eylemi ve politik örgütlenmesi, uygar toplumun bir fonksiyonu olarak ortaya çıkmıştır ve toplumsal işbölümünün gelişmiş ve klasik biçimini kazanmış düzeyine karşılık düşmüştür. Bu bakımdan toplumsal işbölümünün diğer düzeylerine ve alanlarına göre daha karmaşık ve zengin bir içeriğe sahiptir. Bu haliyle politik etkinlik, toplumsal hareketliliğin bütün öğelerini, bütün toplumsal varlık biçimlerini belli bir sınıfın tarihsel ve güncel çıkarlarını birleştirme, düzenleme ve yönetme işlevini yerine getirir. Yani, bir bütünlemenin sonucu olduğu kadar bütünleyici bir eylemin de başlangıcında durur. Şöyle de söyleyebiliriz: İşçi sınıfı bakımından politik eylem, ye da aynı anlama gelmek üzere “egemen sınıf olarak örgütlenme” mücadelesi, belli bir sınıf eliyle belli bir biçimde bütünsel kılınmış hayatı parçalayıp dağıtarak, kendi eliyle yeni ve daha ileri bir bütünlüğe kavuşturma kavgasıdır özünde. Toplum, bütün kurumları ve bütün unsurlarıyla bir yeniden kuruluş ihtiyacıyla sarsılmaya başladığında, eski toplumun bağrında kendini ortaya koymuş ileri ve yeni unsurlar, çoğu kez birbirinden kopuk ve kopukluğu yüzünden de eski -geçmişte olan-toplumun sistemi tarafından belirlenmiş, orada içerilmiş ve onun birer öğesi olarak hareket etmekteyken, artık bir başka tarzda örgütlenme ve daha yüksek bir bütünlüğün öğesi olarak birleşme ihtiyacını dayatırlar. Devrimci politik eylem, bu ihtiyaca verilmiş bir cevaptır. Sanat ve edebiyata da bu açıdan bakılmalı.
Sanat ve edebiyat, yeni ve ileri olmakla birlikte, eski toplumun bir öğesi, eski toplumun egemen güçlerinin sistem içinde tuttukları bir parçası durumunda olabilir. Gerçekte bir karşıt sistemin oluşumuna katılmadıkça ve bunun en somut, en dolaysız ifadesi olan devrimci politik eylemin kapsamı içinde yer almadıkça, sanatçının, edebiyatçının öznel niyetlerinden, özgürlük duygusundan bağımsız olarak, egemen sistemin bir parçası, egemen sınıfların politik eylemin kendini bilmez bir aracı olacaktır.
Sanatçı, birey olarak, genellikle toplumun en ileri güçlerinin, en hareketli ve yaratıcı etkinliğinin ürünüdür. Soyut olarak sanatçı, geçmekte olan toplumun doğası ile çatışma halindedir. Yıkıcı ve yaratıcı gücünü, ancak ve yalnızca bu gücün gerçek temsilcisi ve kaynağı olan ileri sınıfın eylemiyle birleşerek “sahici” kılabilir.
Toplumcu Gerçekçi Şiir Üzerine Değinmeler
Namık KUYUMCU
Şiir tekniğini çok iyi bilmenin, tek başına iyi şiir yazmaya yetmeyeceğini biliriz. Dünyaya, olaylara ve insanlara doğru ve sağlıklı bir bakış açısıyla bakamamak ya da bu bakış yanlışı yanlış algılamak, şiirimizin eksik yaşamlarından birisi. Nesnel gerçekliği şiirinde yeniden yaratma ve yansıtma görevi de olan şairin kimliği; tarihsel ilişkilere bakış, yorumlayış ve çözüşte ifadesini buluyor.
Diğer bir eksiğimiz de; sağlıklı bir bakış açısı kaygısıyla yazılmış da olsa, buna bir de “anlaşılabilirlik”in yanlış kavranılmasını da eklediğimizde, özgünlüğü olmayan, kuru, alışageldik savsözlerine arasında boğulmuş şiirler…
1980 Eylül’ünü son gelişmelerin bir başlangıcı noktası alırsak; toplumsal/siyasal/kültürel açıdan her kesim değişik ölçülerde etkilenmiş durumda. Yüzlercesinin ilk elden ve hemencecik, duygusal-düşünsel etkilenimlerini, anlık durumlarını, bunalımlarını, öfke, korku, kaçış ve yılgınlıklarını şiirle anlatabilecekleri yanılsamasına kapılarak bir şeyler karalamaları, şiir adına önemli bir enflasyona ulaşmış durumda. Bu, toplumun, bireyin-bilincin gelişimindeki karmaşık bir yoğrulma sürecidir; kaçınılmaz. Kendi yolundan emin, sorgulayıcı-kalıcı niteliksel bir düzeyi tutturmuş şiirler yine süreç içinde hak ettikleri yerleri alacaklardır.
Şiirimizdeki bir başka sorun da “toplumcu gerçekçi” argüman karışıklığı.. Bazı dergilerde gruplaşmış, ya da tek başına bir yerlere varmaya çalışan şairlerin kendilerini bu çizgide görmelerine rağmen; gerek kuramsal düzlemdeki tartışmalarda, gerekse pratik üretimlerde pek çok farklılıklar olduğu ortada. Yer yer bu tartışmaların, ağır suçlamalar biçimine dönüştüğü görülmekteyse de, sonuçta -daha sağlıklı ve amacına hizmet eden araç ve yöntemlerin sistematize edilmesi kaydıyla- şimdilerde olduğundan daha iyi yerlere varmaya hizmet edeceğine inanıyorum. Kuşkusuz “toplumcu gerekçilik” hiç kimsenin tekelinde değildir. Ve hiç kimse tarafından binlerine “paye” olarak verilemez. O, yukarıda da bahsettiğimiz gibi tarihsel/toplumsal ilişkilere bakış, yorumlayış ve çözüşte ifadesini bulan ve şairin kendi özgünlüğünü yakalayabildiği, biçim-biçimsellikte, içerik ve işlevselliğin bütünleştirilebildiği bir hak edilmişlik. Dünden bugüne ve bugünden yarma değişmez reçeteleri yazılamaz. Yaşantının kendi karmaşık dinamizmine bağlı olarak, doğal bir başkalaşım-dönüşüm yaşar. Çünkü sarsılarak ve sarsarak gelişen insanların nesnel gerçekleri, yaratış ve yansıtışlarının, çağımızda en gelişmiş en devrimci ve dönüştürücü, en uyarıcı ve kalıcı olanakları bulunan tarzdır “toplumcu gerçekçilik”.
Maksim Gorki 1934 yılında Sovyet Yazarlar Birliği 1. Kongresinde bu bağlamda yaptığı konuşmada şöyle demiştir: “Toplumcu gerçekçilik, eylem olarak varoluşu, yaratıcı etkinlik olarak varoluşu onaylar; şöyle ki: Gerek, doğa güçlerini yenmek için, gerekse uzun ve sağlıklı bir yaşam için ve insanın sürekli artan gereksinmelerine uygun olarak, bir aile gibi birleşmiş insanlığın güzel yurduna dönüştürmek istediği bir yeryüzünde yaşamanın o büyük mutluluğu için, onun en değerli bireysel yetilerinin sürekli geliştirilmesini amaçlayan yaratıcı etkinlik olarak varoluşu onaylar toplumcu gerçekçilik…”
Bu tanımlamadaki genel doğruya katılmamak mümkün değil. Bu zengin ve geniş tanımlamayı bir reçete gibi algılamak da öyle. Ki, o günden bugüne, daha da zenginleştirecek nitelikte pek çok şey yaşandı ve üretildi ve yaşanıyor da.
Toplumcu gerçekçi işlevle yazılan birçok şiire, bir de “anlaşılmazlık” eleştirisi yükleniyor. Toplumcu gerçekçi şiirin, dünyayı değiştirme iddiasında olan sınıfın ve diğer emekçi katmanların, sanatsal bir söylem aktarı aracı olmak zorunluluğuna getirilerek, “işçi sınıfı ve emekçilerin istediği dünyayı ve diğer özlemlerini vermekse asıl olan, o zaman onların anlayacağı dilde, düzeyde yazılması gerekir…” vb. deniyor.
Elbette; “Toplumcu gerçekçiliğin, dünyanın gelişkin ülkelerinin ulusal edebiyat sanatlarındaki en yeni evrensel ortak yan olarak dayandığı nesnel tarihsel temel, işçi sınıfı ve öteki emekçilerin, sömürüye ve başka toplumsal baskı biçimlerine karşı, 19.yüzyıl bitimi ile 20. yüzyıl başlangıcında gelişen mücadeleleri olmuştur. Bu edebiyatın oluşumunu belirleyen önemli etkende, toplumcu dünya görüşü ve özellikle tarihsel maddecilik ile bilimsel toplumculuğun fikirleridir. Gene emekçi sınıf mücadelesi toprağında oluşmuş olan bu fikirler, işçi sınıfının özgürlük hareketinin dünya tarihindeki önemini açıklamışlar, bu hareketin, emekçilerin binlerce yıllık mücadelesinin sonucunu ve toplumun temel toplumcu dönüşüme ilişkin görevleri taşıdığını göstermişlerdir…” (1)
Ama, “toplumcu gerçekçi sanat -edebiyat NK- salt işçi sınıfının mücadelesinin bilimsel toplumcu fikirler açısından yansıtılmasına indirgenemez… Her hakiki sanat yaratışı gibi toplumcu gerçekçi sanat da yaşamı yalnızca yansıtıp açıklamakla kalmaz, fakat yaşamın değiştirilmesine de sanatın kendine özgü tarzları içinde katkı sağlar.” (2)
Şiirde “kendine özgü tarzlar içinde”-ve en çok imge girer herhalde. Kolay anlaşılabilirlik adına gönderme yapılan eleştiriler de imge bağlamında boyutlanıyor. İmgenin kavramsal içeriğinden, kullanım biçimine dek… Yazıda amacım “Amerika’yı yeniden keşfetmek” değil. Bu nedenle imgeden ne anladığımı anlatacak değilim. Ama şiirde çağrışım, etkileşim, yaratım konusunda en olanaklısının imge sanatı olduğunu belirtmeliyim. Bilinçli kullanılan bir imge, okurda çeşitli çağrışımlar yaratır ve bilinçli kullanıldıysa, bunlar, bir şiir özelinde birbirleriyle ilişkilidir. Okuru bütünsellikten koparmaz tersine, kendi içinde ne kadar yüksek boyutta verile-bilmişse, o kadar duygu, coşku, düşünce zenginliği-birliği yaratır.
“Bir imge bir çok sözcükten oluşabilir, bir şiirin tümü, hatta uzun bir şiir bile olabilir. O zaman, gerçeğin gereklerinin egemenliği altına girer zaman ve sürede evrimlenir, aralıksız bir izlemi, sürekli bir eylem yaratır…” (3)
“Örneğin çok yalın, bir örnek alalım: Masa. Ama masa sadece masa mıdır? İlkin bu masanın bir ağacı vardır, bu ağacın kesildiği bir orman, çırılçıplak ya da çiçek açmış ağaçlar, kesici, oduncu vardır, başka işçiler vardır. Biraz daha uzak ilişki olarak tekne vardır, kürek vardır, hatta istersek Argonotlarla bile ilişki kurabiliriz.” (4)
Yine, imgenin şiirde olduğu kadar, sıradan günlük yaşamda da karşımıza çıkardığı etki gücüne, şiirle ilgili çoğumuzun bildiği ilginç bir örnekle devam edelim: “New York’un Brooklyn köprüsünde dilenen kör bir dilenci varmış, köprüden gelip geçenlerden biri adamcağıza günlük kazancının ne kadar olduğunu sormuş. Dilenci iki dolara zar zor ulaştığını söylemiş. Yabancı bunun üzerine kör dilencinin göğsünde taşıdığı ve sakatlığını belirten tabelayı almış, tersine çevirip üzerine bir şeyler yazdıktan sonra tekrar dilencinin boynuna asmış ve şöyle demiş: ‘tabelaya gelirinizi artıracak bir yazı yazdım, bir ay sonra uğradığımda sonucu söylersiniz bana’. Dediği gibi bir ay sonra gelmiş. ‘Bayım size nasıl teşekkür etsem acaba?’ demiş dilenci. ‘Şimdi günde on-on beş dolar kadar topluyorum. Olağanüstü bir şey. Tabelaya ne yazdınız da bu kadar vermelerini sağladınız?’ ‘Çok basit’ diye yanıtlamış adam, tabelanızda ‘doğuştan kör’ diye yazıyordu, onun yerine ‘bahar geliyor ama ben görmeyeceğim’ diye yazdım.” (5)
Bu değinmeler ve bunları temellendi-ren alıntılardan sonra şuraya gelmek istiyorum: Şiir bir imge sanatıdır. Şiir’i daha yetkin ve zengin verebilmenin en geniş alanıdır imge. Sanat; kabul edildiği üzere, “nesnel gerçekliğin insan bilincinde estetiksel imgeler halinde yansıması ise ve imge de; “nesnel gerçekliğin zihinsel tasarımı ise şiirimizde, hem de en çok toplumcu gerçekçi şiirimizde nesnel gerçekliğin bire-bir karşılığını aramak da ne oluyor? Sanatta -şiir de- sonuç olarak anlaşılmazlığı kucaklayan -çıkış amacı iyi niyetli de olsa-seçkinliği -elitizmi- eleştirme hakkımız da saklı olmak kaydıyla, toplumcu gerçekçi şiiri “anlaşılabilirlik” adına düzeysizliğe indirgeyen popülizme -herkes tarafından anlaşılmak anlamında- dur demek gerekiyor!
Toplumcu gerçekçi sanat; yeni ve güzel bir yaşamın gerçekleştirilebilmesini savlar… Övgü, yergi ve eleştirel yaklaşımlarıyla. Ama o hiç bir zaman “kendi kendisinin farkında olmayan” -birey ve sınıf olarak- duyarlı olmayan, okumayan, araştırmayan, düşünmeyen, öğrenmeyenin anlamasını savlamaz. Okumak ve anlamak da bir üretim sürecidir çünkü. Okuruna-alıcısına mal olmuş bir sanatsal üretim, okurun-alıcının bilgi birikimi, algılama ve beğeni düzeyinin gelişmişliğince yeniden yaratılır, çoğaltılır. Söz konusu şiir olduğuna göre; fabrikada çalışan bir işçi ya da emekçi, kendi sınıfının sorunlarını işleyen bir şiiri ancak, okur-alıcı düzeyindeki yetkinliğince anlayacaktır. Ya da anlamayacaktır.
Sınıflardan ve katmanlardan oluşan bir toplum olduğumuz giz olmaktan çıktı artık herkes için. Böyleyken, bunca sınıf ve katmanların var olduğu ortadayken ve bunların ekonomik/sosyal/kültürel farklılıkları bilinirken, ne adına ve nasıl çoğunluk tarafından anlaşılmasını bekleriz toplumcu gerçekçi şiirimizin? Hem de işçi ve emekçilerin, diğer kesimlere göre daha çok anlayamamasının yapısal-kurumsal koşullarının hazırlandığı bir ülkede? Toplumcu gerçekçi şiirimiz, işçi ve emekçilerin anlayabilmesi görevini; onların bilgi birikimlerini ve beğeni düzeylerini yükseltmek bağlamında ele alınır. Bu da dünden bugüne, bugünden yarma verilen ve verilecek olan toplumsal, yani sosyalizm mücadelesini içeren bir sorunlardır karşımızda. Yazılan şiirse eğer, çoğunluk tarafından, varsın bugün anlaşılmasın. Fakat anlaşılabilmesinin koşulları için mücadele edilsin…
Marx; 1844 Felsefe ve Ekonomi El Yazmalarında; “…Eğer sanattan zevk almak istiyorsanız, sanattan anlayacak biçimde yetişmeniz gerekir; öbür insanları etkilemek istiyorsanız, onlar üzerinde gerçekten uyarıcı, geliştirici bir etki yaratabilecek durumda olmalısınız…” der.
Sözü tekrarlama pahasına; “zevk alma” edimi anlamak ile örtüşüyor. Anlamak da belirli bir bilinç beğeniyle…
Bugünkü toplumcu gerçekçi şiirimizdeki -ki gelişmiş evresindedir- daha yetkin bir düzeyde verme çabasının -ki arayışları da kaçınılmaz- yöntem ve araçlarına sabırlı bir saygı gerekiyor. Kendi yolunu bulmada sancılı bir süreç yaşanmaktadır. Yarına kalıcılığı sağlamakta asıl olan; geriletici, yıpratıcı yaklaşımlardan öte, omuz vermek olmalıdır.
Gelişmekte olan toplumcu gerçekçi şiirimizde; “yeni” – “eski” ayrımıyla körüklenen zorlama yaş-kuşak başkalığı yerine, şiir işçiliğinde, yaşlı ve genç olanların sağlıklı ilişkileri üzerine düşünmek gerekir. Deneyim, birikim, yetenek ve yaratıcılık arasındaki güç birliğinin verimliliğini kim yadsıyabilir ki? Belirli bir dünya görüşünü sahiplenenler arasında da, elbette, sanatsal yaratımı birbirlerinden başka biçimlerde alanlar olacaktır. Ama belirli bir ortaklığı paylaşımı olanlar neredeler? Kimisi; “anlaşılmak” istasyonundan kalkan popülizm treninde… Kimisi de; “yeni”lik istasyonundan kalkan kayboluş treninde. Kısacası çoğumuz yanlış istasyonlardan kalkan yanlış trenlerdeyiz. Bu güruhta, “toplumcu gerçekçi” şiir savları, en fazla, bir iyi niyet olmanın ötesine gitmiyor.
Dipnotlar:
(1) Edebiyat Bilimi. Gennady N. Pospelov. Cilt 1. Sf:306.
(2) a.g.y. Sf:307
(3) Ozan ve Gölgesi, Sanat ve Yazın Üzerine Yazılar-Paul Eluard.
(4) Yannis Ritsos’la İki Gün Daha, Ö. İnce. Gösteri Dergisi. Ocak 1982, Sayı:2
(5) Şiir ve Gerçeklik: Ö. İnce, Sf: 11-12.
1980 Sonrası Türk Sineması: Kimi Yönetmenler Kimi Filmler
Cihan ALTINAY
1980 sonrası sinemamızın sürece uzun bir durgunluk yaşamasının nedenlerini belirleyip, tartışmaya açmak Türk Sinemasının dinamizm kazanmasını sağlayacak etkenlerden biridir. Soruna derinlik kazandırmak gerekiyor. Yani genel saplama ve değerlendirmelere ek olarak yönetmen ve filmler üzerinde durmak.
Nedenler birbirine bağıntılı. Bu yüzden madde ya da başlık kullanmaktan yana değiliz. Eylülün oluşturduğu siyasal ve sosyal atmosferin uyuşturuculuğu solunum yollarındaki rahatsızlıktan tümüyle hiç bir dönem kurtulamayan sinemamızı çabuk etkiledi. Nitelikli ve önemli filmler açısından sinema tarihimizin 1970-1980 dönemine damgasını vuran bazı yönetmenlerimizin kendiliğinden ya da zor yoluyla gündeme gelen suskunlukları, hastalığın etkisini artırıcı rol oynadı. 1970-80 döneminin sert siyasal konulu ve bildirili filmlerine imzalarını atan kimi sinemacılarımız -eleştirmenlerimizin dördüncü beşinci sınıf Yılmaz Güney kopyası bu filmlere övgülerini hatırlamaları da gerekiyor- “sıradan” filmlere yönelimlerini sinemalarında önemli değişiklik olarak belirttiler. Ancak değişen kopyası oldukları yönetmenlerdir. Sorunun sosyal siyasal konulu filmler yapıp yapmamak olduğu garip saptaması, bu sinemacılarımızı kendilerince “tehlikesiz” filmler çekmeye yöneltti. Sonuçta kaçınılmaz olarak ortaya birbirinin tekrarı kalitesiz filmler çıktı.
Bu durumun genellikle göstermesi ve düşüncede egemenliği şu belirlemeye götürüyor: Sinemamız ülkenin genel siyasal durumunu aşırı bağımlılık içinde. “Aşırılık” otokontrolü güçlendiriyor. “Kendi kendinden korkar hale gelen” yönetmen estetikten de uzaklaşıyor. “Ciddi film” yapma kaygısını da taşıyan sinemacılarımız sorunu çözebilecek kavrayış ve derinlikten yoksunlukları nedeniyle “otokontrol” -ya da başka bir deyişle “siyasal yapı”- ile “ciddi film” çatışması arasında boğuluyorlar. Kadın somu ve sıradan aşklar kümesinden ayrıştırılabilecek filmlerin sayısındaki azlığın nedeni budur.
Bir üçgen prizmaya dönüşen sorunun bir yüzünü de izleyici oluşturmakta. Etkilenmeye açıklıkları öznel beğeni ve seçimi tümüyle yok etti. Film eleştirileri ve reklam kampanyalarına prim veren kütleye dönüştüler. Reklam etkisine en somut örnekler “Su da Yanar” ve “Kadının Adı Yok” filmleri oldu. izleyicinin yapısını oluşturan faktörü Eylül’ün “yeni insan yaratımı” politikasında aramak gerekir. Olay, beklentinin üstünde sonuç veren bu politikanın sinema seyircisi insana yansımasıdır. Bu durum istemeden de olsa sinema eleştirmenlerine de yaradı. İzleyicinin, özellikle de genç izleyicinin yakın dönem sinemamızdan ve kaliteli ürünlerden bihaber oluşlarını, depolitizasyonun etkisiyle bilgisiz ve niteliksiz yığınlara dönüşümlerini saptayarak, onları hiç bir dönemde olmadığı kadar yönlendirme başarısı elde ettiler. Uzakdoğulu bir önderin deyimiyle “boş beyaz bir kâğıda benzeyen insanlar”ı doldurmaya çalıştılar. İzleyici “güzel-iyi-kötü” gibi ölçüleri filmi izlemeden edindi. Ancak bu durumun sorumlusu eleştirmenden çok izleyicidir. Sinema yazarlarımızı ilgilendiren boyut birbirine eşdeğer filmlere ilişkin farklı değerlendirmeleri içeren yazılarıdır. Beğeni ve ölçünün kıyısından bile bulaşamadığı bu yazılara neyin temel olduğu sorudur. Kimi ilişki veya ilişkisizliklerin katkı oluşturduğu belli oranda yanıt oluyor. Çaresizliğin ve zorunluluğun dayatması yazılarla yol açan filmler de oluyor; “Anayurt Oteli” gibi.
Bu noktada sorunu biraz daha aşağı taşımak gerekiyor. Bazı yönetmenler ve filmler üzerinde durmak. 1980 sonrası sinemamızda seyirci potansiyeli ve ticari başarının en fazla olduğu filmlere imzasını bir eski yönetmen, Atıf Yılmaz attı. Fazla izleyici ve iyi kazanca en çok övgüyü de katmak zorunluluk oluyor. Atıf Yılmaz film çekiminde nicelik olarak elde ettiği başarıyı yazık ki, nitelikli sinema yapmaya taşıyamadı. Sinematografisi her döneme uyumun kanıtı olan yönetmen kadın konulu filmlere gömüldü ve çıkamadı. Feminizm etiketli filmlerin bu dönem sinemasında sayıca fazlalık arz etmesine karşın en başarılı filmi 1979 yılında yaptığı “Selvi Boylum Al Yazmalım”la düşünsel koşutluk gösteren “Mine” filmi oldu. Kadının dramını diğer filmlerin tersine toplumdan soyutlamadan ve bir bütünlük içinde verdiği Mine filmi gerek sinemamızın gerekse Atıf Yılmaz Sinemasının önemli ve üzerinde durulması gereken filmlerindendir. Ancak yönetmenin Mine dışında kayda değer film yapamaması ve bütünlüklü olarak önem arz edememesi düşündürücü olmalıdır. Bunda en önemli nedenin yönetmenin uzun sinema deneyimine ve birikimine karşı sorunsuzluk ve koşullara entegrasyonu olduğunu belirtip bu konuyu ayrı bir yazıda derinleştirmek üzere kapatıyorum.
Bu dönemin ilginç bir yanı sinemamıza çok sayıda yeni yönetmenin girmesidir. Ancak bu “ilk filmler” bir kaçı dışında sinemamıza soluk kazandıracak niteliklerden yoksun gözüktüler. Dikkati çeken, sinema yazarlarımızın yeni yönetmen ürünlerine de ölçüsüz değerlendirmeleri olup. Uzun süre sonra bir ilk olmanın ötesinde özelliğe sahip olmayan “Çark”la Sayın Hüryılmaz’a “sinemaya hoş geldin” mesajları verilirken Nisan Akman kayıtsızlık “darbe”sine maruz kaldı.
Sinan Çetin’in üzerinde durmak gerekiyor bir de. Ve yine eleştirmenlerimizi katarak. “Prenses” filmiyle yoğun tepkilere hedef oldu. Oysaki gerek Prenses gerekse sonrasında çektiği “Gökyüzü” kesinlikle önceki filmlerinden örneğin “Çirkinler de Sever”, “Çiçek Abbas”, “14 Numara”dan düzey olarak geri filmler değildir. Bütünlüklü olarak ortalamanın çok altında bir sinemacı olan ve filmlerinde hiç bir önemsenmeyi gerektirmeyen Sinan Çetin’in, sosyal içeriği nedeniyle ilk filmlerine övgüler düzülmesi en azından izleyici bazında düşünce yoğunluğuna yol açmalıdır. Sinan Çetin’in “düşünsel kıvraklığı” olayın başka bir boyutunu oluşturmakta.
Çok sözü edilen bir kaç film var. “Hakkâri’de Bir Mevsim”, “Muhsin Bey” gibi. Genellikle bu filmlerin değerlendirmelerinde “tek seslilik” hâkimdi. Kısa da olsa değineceğim.
Yavuz Tuğrul’un “Muhsin Bey”ini Şener Şen’in oyunu dışında övgüleri ve ödülleriyle tartışmaya açmak gerektiği kanısındayım. “Muhsin Bey”in, Atıf Yılmaz’ın 1966 yılında yaptığı “Ah Güzel İstanbul” filmiyle yapılacak bir karşılaştırmasının boyutları konu, tipler, dahası anlatım ve yaklaşıma dek uzatıldığında ilginç bulgularla karşılaşılacağını söyleyebilirim.
“Hakkâri’de Bir Mevsim”e bir de kuşkucu pencereden bakılmalı. “Köy konulu filmler içinde başyapıt”(!) olmanın filmsel koşulu yakın ve uzak çekim folklorik görüntüler ve güzel doğa resimleri ise sinemamızda “Hakkâri’de Bir Mevsim” düzeyinde film sayısı oldukça fazladır. Parantez içerisinde ve ayrıntıda bir soru genelde oymadığı her filmde çok iyi oyun çıkaran Genco Erkal’ın bu filmde hem oyuncu olarak hem de canlandırdığı aydın tipinin kırsal yörede çak ıssızlığını yaratmamadaki başarısızlığıdır. Yanıt oyuncuda değil yönetmen de ve filmindedir.
1980 sonrası Türk Sinemasında Yılmaz Güney’den sonra en önemli yönetmen Ömer Kavur’dur. Sinemacı kimliği edinme çabasında oldukça yol kat eden yönetmenin 80 öncesi yaptığı ilk filmi “Yatık Emine” ve “Yusuf ile Kenan” gelişiminde işlevsel ve haberci filmlerdir. Alıcısını sinemamızın sıkıntılı alanlarından kasaba ve kente çeviren yönetmen daha çok kültürel konular etrafında dolanır. Yerli sinema çerçevesinde başarılı sayılabilecek polisiye film “Körebe”de bile bunu görmek mümkün.
Değeri henüz anlaşılmayan “Kırık Bir Aşk Hikâyesi” filmiyle gelişimini sürdüren Ömer Kavur’un “Anayurt Oteli”yle yaptığı patlama dilsizleri dillendirecek kadar etkili olmuştur. Bu filmin yönetmenin sinemasında önemli zirvelerinden olduğu tartışılmaz. Son film “Gece Yolculuğu”, “Anayurt Oteli” dışındaki filmlerinin akıbetine uğramış; “okyanusun ıssız dalgasına düşmüş bir kibrit çöpü” durumundadır. Ancak bu film Ömer Kavur’un sinemasında “Anayurt Oteli”nden sonra sıçramalı bir gerileme değildir. Mesaj vermeyi zorunluluk olarak algılamayan Ömer Kavur, filmlerinde siyasal ve toplumsal görüntüleri fonda tutarak kültürel sorunları ön plana çıkarmanın denge oluşturulabildiğinde, toplumsal sorun niteliğindeki hemen her konuya ilişkin söz söylenebileceğini de göstermektedir. Yalnızca sıradan konulan işleme ya da salt siyasal bildirilerin tutsağı olma durumundaki sinemacılarımız Akad, Güney ve Kavur sinemalarını inceleyip kavramak durumundalar.
Geldiği noktada sinemamızın dinamiklerinden biri olan Ömer Kavur sineması “Anayurt Oteli”yle sınırlı kalmadan üzerine kafa yorulmayı beklemektedir.
Son olarak ilk filme değineceğim. Şerif Gören’in payını yadsımadan ancak onu çok aştığı gerçeğinden hareketle Yılmaz Güney’e mal edilebilecek “Yol” filmi kuşku yok ki tüm sanat dallarımız dâhil, bir olaydır. Atilla Dorsay’ın yerinde deyimiyle “başyapıt” niteliğindeki bu film Türk Sinemasının Avrupa Sinemaları çapında olduğunun kanıtıdır. Her tür olanaksızlığa karşın sanatçılarımızın yaratıcılığı ve öneminin sembolü olmasının yanında komplekse inen bir darbedir de. Kare kare, sözcük sözcük izlemek tartışmak ve anlamak. Yeniden anlamak. Mehmet Fuad’a karısının “Bir Gün Tek Başına”yı okuduktan sonra “Artık ne okuyabilirim ki…” demesi geliyor akla bu film sonrası. “Artık ne izlenebilir ki…” Hem hiç bir şeyin yazılamayacağı, hem de çok şeyin yazılabileceği bir film. Bu filmle ilgili bu sayfalarda buluşmayı diliyorum.
Ve “Duvar”. Güney’in sürgündeki filmi. Siyasal bildirilerin tutsağı olmakla, aşırı sertliğe düşmekle dahası gayri insanilikle suçlanan film. Başka bir deyişle zorbalara daha yumuşak bakmayı beceremeyen, siyasal rejime hoşgörüyle bakamayan, yaşanan gerçeklikleri değiştirmeyen bir film. Evlenmeye hazırlanırken idam edilen adam ve kadının anlatıldığı bölüm dışında sertlikle eleştirilmesinin tek açıklaması eleştirenlerin Türkiye gerçekliklerinden uzaklıklarıdır. Aydınımız dâhil insanlarımız çok şeyi yaşayarak öğreniyor. İlhan Selçuk ve Emin Galip Sandalcı’nın işkence cezaevleri konusunda diğer yazar-çizer takımından çok daha duyarlı olmalarının nedeni budur. Cezaevinde olmak; cezaevinde “suçu kimsesizlik, sahipsizlik” olan çocuk olmak. Okuyarak anlaşılmıyor. Kaldı ki okuduğunu anlamayan okumadan yazan aydınları alan bir ülkede yaşıyoruz. 11 Eylül 1987 tarihli Güneş Gazetesinde Sayın Burçak Evren’in Yılmaz Güney’le ilgili olarak “…1961’de yazdığı bir öykü yüzünden tutuklandı. Cezaevindeki yaşantısını Boynu Bükük Ödüller yapıtında dile getirerek Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandı.” diye yazabildiği bir ülkede yaşıyoruz; Yılmaz Güney’in köy konulu romanı Boynu Bükük Ödüller’in konusunun bir sinema yazarı tarafından değiştirilerek cezaevi anısı yapılabildiği bir ülkede. Film 1985’de tepki görüyor. 1989’a geliyoruz. Yaklaşık dört yıl geçiyor. Demokratikleşmede (!) aşamalar kaydediyoruz. Filme tepki duyan batılılar bugün cezaevlerimizdeki koşulları şaşkınlıkla karşılıyorlar. Filme tepki duyan aydınımız cezaevlerinde yaşam koşullarının tümüyle insanlık dışı olduğunu belirtiyor. Bir halk sözü geliyor aklıma: “Kimisi geç anlar”. Dilerim hiç değilse böyle olur. Ek olarak Yılmaz Güney filmlerinin şarap gibi de bir özelliği var. Bugün izlenmeli, yarın izlenmeli, uzun yıllar sonra izlenmeli. Ne zaman izlenirse izlensin değerinden bir şey yitirmeyecektir.
NOT: Bu yazı Antalya Film Festivalinden önce yazılmıştır. Buna karşın “Gece Yolculuğu” filmi konusundaki sinema yazarlarına yönelik eleştiriler geçerliliğini korumaktadır.
Baskı ve Zulmün Resmedildiği İki Sergi
Yusuf DOĞAR
Sergiler sanat çalışanının yaşamak istediği coşkudur. Açılan kapanan birçok sergiden bazısı sadece biyografilerde yar alır geçer, bazısı da kitleyle o denli iletişim kurar ki yıllar yılı iz bırakıp. Son yıllarda özel galerilerin çoğalması, sergi sayısını da arttırıyor. Köftecinin müşteriye acele köfte yetiştirmesi misali alelacele sergiler düzenleniyor. Sırf koleksiyonculara, satışa yönelik çalışan özel galerilerin yerleri de bu özelliklerine uygun oluyor. Yerleri bulunsa da bazılarını açık bulmak zor.
İzleyici yokluğundan olsa gerek açılışın dışında kapalı kalıyorlar herhalde. Böylece her galeri kendi kapalı çevresini oluşturuyor ve halkla iletişim kuramıyor.
İşte bu kaygılı sergi yoğunluğu içerisinde iki sergi var ki bunlardan bahsetmeden geçmek olmayacak. Konuları aynı fakat anlatım dilleri farklı iki sergi… Aralık ayında birbirlerinden habersiz gerçekleştirilen bu sergiler, duygu düşünce yoğunluğu olarak birbirlerini tamamlayan resimsel sürecin iki ucu şeklinde bize uzanan çalışmalar oldular.
Bunlardan ilki, Türkiye’de toplumsal gerçekçi resmin öncülerinden figüratif anlatımcı Neşet Günal’ın… Diğeri ise toplumsal sorunları soyutlayıcı anlatımla tuvale aktaran İbrahim Çiftçioğlu’nun sergisi.
Neşet Günal (1923, Nevşehir), içlerinde doğup büyüdüğü ve yaşadığı ezilmiş yoksul insanların dramını yıllardır tuvallerine aktaran bir sanat çalışanı. Duyduğu kini, öfkeyi tuvallerdeki insanlara aktarmıştır. İnsanların bakışları, izleyeni delerek, duygusuna, düşüncesine ortak edecek gerilimdedir. Çıplak ayaklı, yırtık elbiseli insanlar, öfkeyle sıkılmış yumruklar tüm resminin ortak özellikleridir. Tüm görkemiyle anıtlaşan insanları, doğanın üzerindeki yoğun perspektifiyle, derdine sizi de ortak etmesini bilir. Çorak topraklar, toprak evler, bulutlarla bezenmiş gökyüzü, ezilen öfkeli insanlara daha da gerilimli bir hava vermekte, tuvali yırtıp çıkacak dinamik bir yapıya büründürmektedir.
Neşet Günal’ın yeni sergisinin konusu: Korkuluklar. Kendisinin de ifade ettiği gibi sergisindeki korkuluklar genelde insanlar ve özelde de kendi üzerinde hissettiği baskı ve zorun birer simgesi olarak yer almaktadır. Bu çalışmaları da, diğer çalışmaları gibi toplumsal gerçeği dile getiren bir anlatım aracıdırlar. Neşet Günal, resmin böyle bir görevi yerine getirmesi gerektiğini savunmaktadır.
Korkulukların yer aldığı büyük boyutlarda yağlıboya çalışmalarını kapsıyor bu sergisi. Çalışmalarında figür çizgisi sınırı, ışık gölge yansımasıyla dramatik bir havada belirginliğini daha da koruyor. Yine gökyüzü, gerilimi artıran renk çalışması ve çorak topraklar çalışmalarında yer almaktadır. İnsanlara korku salma aracı olarak koyduğu korkuluklar, çorak Anadolu toprağı üzerinde yükseliyor ve çevresinde korkulu gözlerle çocuklar ve kadınlar yer alıyor. İçi boş giysilerden oluşmuş ya da içi saman doldurularak insan şekline sokulmuş korkulukların birer kof oluşum olduğu görülüyor. Bunların ölü hayvan iskeletletinden kuru ağaç dallarından yapıldığı vurgulanıyor. Böylece aslında azametli görünümüne rağmen onlardan korkulmaması gerektiği resimde ayrıca verilmeye çalışılıyor…
1970’lerde devrimci mücadelede yer alan ve 12 Eylül’ün baskı ve zulmüne uğrayan İbrahim Çiftçioğlu (1952, Çorum) bu yaşanmışlığı yeni çalışmalarında yansıtıyor. Büyük boyutlardaki yağlı boya çalışmaları, kendisinin deyimiyle bir bakıma otobiyografik özellikler taşıyor. “‘Onların yaşantımdan damıtılmış özler içerdiğini söyleyebilirim. Öznelden hareketim genelledir, yeresle ve evrensel toplumsal güncel yaşanmışlık resmimin temel yanını oluşturur. Resimlerim belirli bir yaşanmışlığın, algılamanın bilinç ve yüreğin imbiğinden geçerek neredeyse imgelere dönüşmüş yaşanmışlığın denkliğini görür ve kazanır. Resmimdeki her unsur düşünce ve duyarlılığımı taşıyan bir işlev üstlenir. Resimlerinin nasıl olması gerektiğini şöyle açıklıyor Çiftçioğlu; “Resimlerimde anlatıcı bir tavra ulaşmak islerim. Resimlerimin anımsanması gereken bir olgu gibi sessiz fakat kavrayıp yakalayan bir etki bırakmasını isterim. Bu tavrı bir düşünceyi, bir sorunu, bir protestoyu, bir hüznü, huzuru ya da tedirginliği, bireysel ve sosyal yaşanmışlığı üretir benim resmim.”
Böyle tanımladığı resim çalışmalarında cezaevini, işkenceyi yansıtmak istiyor Çiftçioğlu. Cezaevi birbirini kesen çizgilerle, işkence ise bantla simgeleşiyor. Diğer bir çalışmasında ise bant, düşüncenin engellenmesini simgeliyor. Yine işkenceyi, yüzeysel hale getirdiği figürlerdeki boya dokularıyla anlatmaya çalışıyor. Bazı çalışmalarında pop-artçıların yaptığı gibi gözüm retinası üzerinde şok etkisi yapacak renk ve şekilleri görmek mümkün.
Figürler soyutlanarak karşımıza çıkmakla iki’ boyuta inerek. Gerilimi sağlama görevini renklere veriyor. Ama iki boyutlu renkler anlatılmak isleneni tam olarak verebiliyor mu? Kendisi açıklamasaydı madalya TAKILAN kişinin pişmanlık dilekçesi vermiş kişi olduğunu bilemeyecektim. Derece almış bir sporcu olarak algılanabilir. Ya da Filistin askısı dediği çalışmanın yol olarak algılanabileceği gibi salı özünde koparılmış biçimden hareket edemeyiz. Biçimi özünden koparmadan, özün bizi hareketlendirme yollarını ve araçlarını birlikte ele almak zorundayız. Resim elektrik devresini tamamlayan bir unsurdur. Eğer görev yapamazsa bizi o devreye sokamaz. Resim çalışmasının toplumsal yaşanmışlığı aktarabilmek ve belirli bir mesajı verebilmek için, izleyicinin alış gücünü harekete geçirebilecek yeterlikte olması gerekir, yoksa bireysellik aşamasında kalan bir algılama ve onun yansıması olarak kalacaktır. Bu nedenle toplumsal gerçekleri yansıtan sanat çalışanlarının işi zor. Hem toplumsal mesaj verecek, hem toplumun sanat izleme düzeyini yükseltecek, hem de dilini anlatacak…
Bu kaygıları, Çiftçioğlu’nun da taşıdığı, son çalışmalarında kendini gösteriyor. Bu çalışmalarında, yapıştırdığı beze verdiği kıvrımlarla iki boyuttan kurtulma çabasında kabartmalı figürler uzakta asılı duygusunu veriyor. Rölyef etkisini de veren bu son çalışmalar belki de tuval dışına çıkmanın ön çalışmaları olacak.
Diyarbakır 1 No’lu Cezaevinden
1960 Kayseri-Sarız doğumluyum. Devrimciliğe çocuk denilebilecek yaşta ilgi duydum. 1978 yılında Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği kurucu üyesiydim. 1981 Haziran’ında tutuklandım. Kayseri, Konya, Malatya, Elazığ ve Diyarbakır askerî cezaevlerinde yattım. 24 yıl 2 ay ceza aldım. Dosyam hâlâ Askerî Yargıtay ‘da.
Özgürlük Dünyası’na
Yayın hayatınıza dört ay önce başlamış olmanıza rağmen, çıkan ilk iki sayınızı şimdilerde okuma imkânı buldum. Adalet Bakanlığı’nın hazırlamış olduğu ve cezaevlerindeki siyasi mahkumların yaklaşık kırk günlere varan süresiz açlık grevleri ve ölüm oruçları direnişleriyle bütün ülke ve dünya kamuoyunda bir rezalet olarak teşhir edilmiş olan meşhur 1 Ağustos Genelgesi”nden dolayı derginizin ilk sayılarını alamamıştım. İnsan onuru ve kişiliğiyle uyuşmayan bir utanç belgesi ve yüz karası olan bu belgenin, diğer bütün cezaevlerinde olduğu gibi Diyarbakır 1 No’lu Cezaevinde de uygulamaya konulmak istenmesinden sonra bayilerden cezaevi idaresine kadar gelmiş olan derginiz ve daha başka yayınlar, gerisin geriye bayilere iade edilmiştir. Çünkü sözüm ona uluslararası insan hak ve özgürlükleri beyannamesine uygun hazırlanmış olan “1 Ağustos Genelgesi” kendi antidemokratik, baskıca ’82 Anayasası’nı bile tanımayıp insanlara okumayı yasak ediyordu. Genelgenin hazırlandığı ayda itibaren cezaevlerindeki idareciler harekete geçirildi. İlk mermiyi onlar göndermişti. Şimdi oruç eylemi sırası biz mahkumlara gelmişti. Ak koyun kara koyun dar geçitte belli olacaktı
(…)
Ertesi gün, haklarımızın gaspını, yapılan işkence sürgünü protesto etmek amacıyla ve “1 Ağustos Genelgesi”ni geri çekilmesi, eski haklarımızın iadesi istemiyle süresiz açlık grevini başlattık. Direnişimiz, bizden önce başlayan diğer cezaevlerindeki direnişlerle birleşirken, cezaevleri katılımı yaygınlık kazandı. Ve direniş ülke çapında genel bir direnişe dönüştü. Dışarıdan devrimci, demokrat, ilerici, aydın, bilim adamları, siyasetçiler, yazarlar, sanatçılar, gençlik ve daha da anlamlısı işçi sendikalarının yakın ve aktif desteği, bir çığ gibi büyüdü. Bütün demokratik kitle örgütleri üzerlerine düşen sorumluluklarının bilincindeydiler. Bu arada basının utanmazlığı da suskunluğu dikkate değer noktalardandı. O kan kustuğumuz gecelerin yemek vakitlerinde lokmalarını nasıl rahat yiyebildiler! Vicdanlarında hiç mi bir his uyanmadı? Amerika’daki yılın en çirkin kravatı seçimine manşet atanlar; kurbağa yarıştıran silik ve aylak insanlara gazetelerde yer verenler, emperyalist iki süper devlet yılda yüz elliden fazla balina öldürülürken, onların sözde merhamet duygularıyla iki balinayı kurtarma sahtekârlıklarını geniş geniş yazanlar için iki bin mahkumun insanca yaşam uğruna ölümle yüz yüze olmalarının hiçbir haber değeri yok muydu? İnsan ancak böylesi zamanlarda insanlığından utanır. Basının bu tiksindirici tavrı içerisinde Cumhuriyet Gazetesi’nin duymuş olduğu sorumluluk bizleri mutlu etmiştir.
Dikkate değer bir ikinci nokta ise, reformist SHP’nin tavrıydı. Politize olmuş insanlardan yediden yetmişe herkes harekete geçmişken, ülkenin dört bir yanında insanlığa çağrılar yapılırken ve gençler cop darbelerine korkusuzca göğüs gererken, analarımız çığlık çığlığa kalıp, kendilerini yakarken, SHP’nin sağcı reformistleri gerçek yüzlerini göstermekten hiç endişe duymadılar. Onlar insan haklarını savunanların yanında yer alacaklarına, insan haklarını çiğnemek isteyenlere sağlam bir koltuk değneği olmaya çalıştılar. Mahkûmları “şiddet” uygulamakla suçlayarak Özal hükümetinin yavan kuru ekmeğine yağ ve bal oluyorlardı. Onlar öyle tutum takınınca, buradaki yetkililer de “Bakın, SHP bile sizi desteklemiyor, gelin vazgeçin” diyorlardı. Oysa biz SHP’ye hiçbir zaman güven duymamışızdır. Biz öncelikle kendi öz gücümüze güveniriz. Ve ayrıca nerede olursa olsun. SHP’de de olsa gerçek ilerici, devrimci ve demokrat insanlara güvenmişizdir. Direnişimiz boyunca halkımızın “kendine insanım diyen herkesi cezaevlerindeki sese kulak vermeye çağırmaları” karşısında suskun kalan. SHP’deki, iktidarla uzlaşma ruhuyla dolu sağcı reformistlerin bu tavrını halkımız anlamakta zorlanmayacaktır. Bu cezaevinde üç yüze yakın bir kitleyle başlattığımız süresiz açlık grevinin yirmi yedinci gününde, yüz otuz kadar tutuklu, haklarımızın verilmemesi halinde ileride yeniden başlamak üzere sadece açlık grevini bırakıp fiiliyatta direnişte bulunmaya devam etti. Süresiz açlık grevi içerisinde on altı kişi PKK davası sanıklarından, üç kişi TKP-ML Partizan ve bir kişi de KAWA davası sanıklarından olmak üzere toplam yirmi kişi, süresiz açlık grevini ölüm orucuna çevirdi. Kesintisiz sürdürdüğümüz süresiz açlık grevi ve ölüm orucunun otuz sekizinci gününde haklarımızın aynen eksiksiz iade edilmesiyle ve “1 Ağustos Genelgesi’nin uygulanmayacağı güvencesi ve sözü verilmesiyle deri-nişimize son verdik. Diğer cezaevlerinde süren açlık grevlerine destek için elli kişilik bir grup, yeniden açlık grevine başladı ve sürdürdü. Direnişler karşısında hükümet geri adım atmak zorunda kaldı. Haklarımızı aldık. Ancak, genelgenin uygulanmayacağı sözü ve güvencesi tek tek cezaevlerinde verilirken, kamuoyuna herhangi bir açıklamada bulunulmamıştır. Adalet Bakanı hâlâ, eski tüzük ve genelgesini yasal olmaktan çıkarmış değil. Bu haklarımızın yeni bir tüzükle yasallaşması gerekir. Bunun için, bütün demokratik kuruluş ve insan hakları savunucularının bu konuda duyarlı olacaklarını ümit ediyor ve bekliyoruz.
İşte Özgürlük Dünyası’nın ilk iki sayısını direnişimiz bittikten iki gün sonra alabildim. Hemen şunu söylemeliyim: Şöyle bir baktıktan sonra gözlerimin içi güldü. Otuz sekiz gün süren açlığımızdan sonra ilk defa yediğim üç beş kaşık yoğurt ve içtiğim bir iki bardak süt gibi geldi bana. Yüzüme kan dolar gibi oldu. Doğrusu böyle bir yayını gözleye gözleye gözümüz dört olmuştu. Siyaset koridoru dergiden geçilmiyordu (ama bu bir eleştiri değil) yalnız, yine de bir dergi olmalı diye düşünüyordum. Evet, bir dergi olmalıydı! Başta işçi sınıfı olmak üzere toplumumuzun bütün çalışan kesimlerinden, ilerici, devrimci, demokrat, aydın, bilim adamları, sanatçılar, gençler ve kadınlar vb. her sosyal kesime karşı sorumluluk gösteren ve sınıf mücadelesinin gündemini büyük bir titizlikle yakından izleyen bir yayın olmalıydı… (…) Dahası, demokrasi mücadelesini sosyalizme vardırmayı amaçlayan ve bununla yetinmeyip, oradan daha da ileri ufuklara bakan bir yayın olmalıydı. (…) işte böylesi bir yayını gözler olmuştuk. Şunu itiraf etmeliyim ki, Özgürlük Dünyası’nı kafamda tasarımladığım bir yayından daha kapsamlı ve değişik buldum. Bundan mutluluk duyuyorum. Birtakım teknik eksiklikleriniz veya yanlışlarınız olabilir. Diyalektiğin kendisi bu değil midir? Çünkü diyalektikte mutlak olan hiçbir şey yoktur. Ama şimdiden bir şeyler söylemek erken olsa gerek. Hem, her defasında daha da kusursuz olmaya önem vereceğinize de yürekten inanıyorum. Küçük de olsa size destek olabilmek, benim mutluluğum olacaktır. Kalbim sizinledir.
Selam olsun tiyatro sezonunda perdelerini açan perdecilere. Lanet olsun, soğuk havalarda tiyatrodaki rollerini yüzüstü bırakanlara. Selam olsun, kuliste “güzel olacak” diyerek inançla ve umutla sahnedeki yerlerini alan oyunculara. Selam olsun Özgürlük Dünyası’na…
O. Abbas SÖYLEMEZ/DİYARBAKIR
Özgürlük Dünyası’na Selam!
12 Eylül sonrası, yeni yeni dergilerin yayın hayatına girmesiyle birlikte, on binlerle ifade edilebilecek bir grup, “ÖZGÜRLÜK DÜNYASI” veya aynı temelde yayına girecek bu derginin bekleyişi içine girdiler. Bu beklentinin dergiye gelen (ye yayınlanan) okuyucu mektuplarının çoğunun içeriğinden de az çok anlatılacağı üzere bir hayli “sabırsızca” bir bekleyiş olduğunu da görüyoruz. Bu okuyucu kitlesi sabırsızlanmakta çok da haklıdır, Günkü “ÖZGÜRLÜK DÜNYASI” çıkaranların iradi bir tavrından kaynaklanıyor olmasa da, yayın hayatına diğer dergilerden bir hayli gecikmeyle girdi. Böyle bir gecikmeye rağmen ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nın yayınlanmasını en içten duygularla selamlıyor, 12 Eylül yılgınlığı ve karanlığının asılmasında, tasfiyeciliğin ve her türden revizyonizmin çarpık düşüncelerinin alt edilmesinde başarılı bir mücadele vereceğine inanıyor ve başarılar diliyorum.
İlk sayınızı bu güne kadar temin ve okuma imkanı bulamadım. İkinci ve üçüncü, özellilkle de üçüncü sayıdaki “içerik ve biçimdeki yeni düzenlemeyi” ifade ettiğiniz “Geçmişin yanılgıları tekrarlanmamalı” başlıklı yazıyı okuduktan sonra, düşüncelerimi, önerilerimi ve eleştirilerimi aktarmayı geciktirmemek gereğini duydum.
“Politik bir hareketin, teshir, ajitasyon ve propaganda faaliyetini, günlük pratik faaliyeti, doğrudan yönlendiren, merkezileştiren ve sonuçlarını örgütleyen temci bir araç da değildir” diyerek, ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nın yayın hayatındaki yerini ve hedeflerini belirtiyorsunuz. Bence de ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nın yayın hayatındaki yeri, hedefleri ve içeriği bu temelde olmalıdır. Yerini hedeflerini ve içeriğini bu temelde belirleyen ÖZGÜRLÜK DÜNYASI diğer yandan; ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nın yayını büyük bir sabırsızlıkla bekleyenlerin büyük bir bölümü “GEÇMİŞİN YANLIŞLARI TEKRARLANMAMALI” başlıklı yazıyı okuduktan sonra ÖZGÜRLÜK DÜN-
YASI’nın kendi beklentilerinin ötesinde Bir dergi olduğunu görecek ve kavrayacaklardır. Buna rağmen yine bir kısım insan, ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’ndan çok daha farklı bir beklenti içinde olacaktır. İşte bu noktada ÖZGÜRLÜK DÜNYASI büyük bir sorumlulukla karşı karşıyadır.
Okuyabildiğim iki sayınızdan edindiğim izlenim, ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nın bu sorumluluğu bilen bir anlayış içinde olduğudur. Öte yandan adı üzerinde “SİYASİ VE KÜLTÜRLÜ” bir dergi olan ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nın böyle bir sorumluluktan hareketle siyasi konulara ait bazı tespitlerde bulunup bulunmama gibi bir ikilem içinde olmasını da gerektirmez. Ama okuduğum her iki sayıda da yer alan ve üçüncü sayının sonuç yazısında da devam edeceğini belirttiğiniz M. Yalçıner’in “GORBACOV DEMOKRATİZMİ’NİN İÇERİĞİ VE ETKİLERİ ÜZERİNE” adlı araştırma, inceleme türündeki yazı serisi, böyle bir dergide bu kadar büyük bir yer tutmamalıydı. ÖZGÜRLÜK DÜNYASI elbette ki bu türden yazıların kitlelere ulaştırılmasında bir görev üstlenmelidir ama bu yukarıda da değindiğim gibi dergi sayfalarını ağırlıklı olarak, deyim yerindeyse işgal etmemelidir. ÖZGÜRLÜK DÜNYASI bu tür faaliyetlere öncülük etmeyi BROŞÜR, ÖZEL SAYI vb. yöntemlerle çözmelidir. Böyle bir çözüm ayın zamanda insanların elinde parça, parça izleme, okuma imkânı bırakmayan bütünlüklü bu kaynakça olmasını da sağlar.
ÖZGÜRILÜK DÜNYASI’na ilişkin ana düşüncelerimi bu biçimde kısaca özetledikten sonra, yine özet olarak, okuyabildiğim iki sayıya ilişkin diğer düşüncelerim:
Görünen odur ki, ÖZGÜRLÜK DÜNYASI bu tür bir dergicilik anlayışını hayata geçirmede epeyce zorlanmaktadır. Yine yoruluyor ki, bu türden bir dergiciliğin ülke genelinde, gerek siyasi, gerek kültürel gerekse aktüalite vb. konularda GÜNDEM yaşatmak gibi bir görevinin olduğunun bilincinde olmasına rağmen zorlanmanın ötesinde belli acemilikler de sergilemektedir.
İkinci sayıda “İŞÇİ SINIFININ GÜNDEMİ GREVLER” manşetiyle GREVLER kapak yapılarak ülke genelinde grevleri gündem oluşturmak hedeflenmektedir. Dergiyi incelediğinizde 8. Sayfadan 22. sayfaya kadar bu konu ele alınmasına rağmen bazı istatistikî bilgiler ve bazı sendikacıların düşüncelerinin dışında dergide herhangi bir şey yok gibi. Evet, bu istatistikî bilgiler ve bazı sendikacıların düşünceleri dergide yer almalı. Ama:
* Bu kadar güdükleştirilmiş “GREV hakkına” rağmen işçi sınıfı niye grevlerle gidiyor? (Bu konuda üçüncü sayıda yer alan NEVZAT ONARAN’ın ”Serbest Faiz”, ” Derinleşen Krizin Faktörü” türünden bir inceleme-araştırma türü yazı olmalıydı.)
* Birçok grev uygulamasına rağmen, sonuçlanan grevlerin sonrası işçi sınıfı ne elde etmiş? (Bu konuda elde edilen kazancın yalnızca ekonomik ve sosyal haklar konusunda olabileceği hatta bu elde edilebilenin kazanç olabileceğinin de tartışılabileceği açık. Bu nedenle GREV’in sınıfın en etkin silahlarından biri olduğunu içeren ve bu silahla tabi ki sınıf sendikacılığı anlayışı ile hem ekonomik hem siyasi kazançlar ve mevziler elde edilebileceği ülke ve dünya sınıl deneyimleri de vurgulanabilirdi).
* Böyle bir aşamada GREV kararı alan sendikaların durumları ne? (Birkaç örneklemeyle bu konuya değinilebilir hatta dergide yer alan TÜMTİS Sendikası Teşkilatlanma Sekreterinin görüşlerini açıklarken değindiği Ambarlar grevi daha detaylı ele alınabilirdi)
* Grev kararı alan sendikalarla diğer sendikaların ilişkileri ve diğer sendikaların tavırları bu sayıda yer alabilirdi.
* Her şeyden önemlisi, işçi sınıfının grevlerden beklentileri ve dayanışma ruhu ne gibi bir biçim gösteriyor vb. noktalar ele alınmalı ve de tüm bunlara bağlı olarak da şaibeli “TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİ GREV ve LOKAVT” yasası eleştiriye açılarak ülke gündemine getirilmeye çalışılmalıydı
Üçüncü sayıya gelince; Üçüncü sayı belirtmek gerekir ki ikinci sayıya göre çok daha nitelikli hazırlanmış bir dergi. Kapsam ve biçim konusunda daha da netleşen bir düşüncenin urunu olduğu ilk bakışta (kapak düzenlemesi) pek anlaşılmasa da bir bütün olarak ele alındığında açık bir şekilde görülüyor. Ama yine de yukarıda değindiğim “ilk bakışta” pek anlaşılmayan kapak düzenlenmesi bence biraz yanlış. Nedenine gelince. Bu sayıda da, ikinci sayı için geniş bir şekilde belirttiğim “Ülke genelinde GÜNDEM yaratma” anlayışının getirdiği eksiklik burada daha değişik bir biçimde yansıyor. Öncelikle belirteyim ki ülke genelinde GÜNDEM yaratma anlayışı salt ulusal sorunları ele alma biçiminde olmamaktadır, elbette, uluslararası bir sorun da ülke gündemine getirilebilir. Ama bir Arnavutluk Devriminin 44. yıldönümü ile Erdal Eren’in katledilişini 8. yılında tekrar ele alan bu yazı serisinden, Erdal Eren olayı kapak yapılmalı ve bugün hâlâ yaşanan, cezaevlerinde işkence ve zulüm, olayları ile zenginleştirilerek çok daha kapsamlı bir biçimde ele alınması, kanımca daha doğru olurdu. Ayrıca belirteyim. Sinan, Erdal ve Ercan’ın birlikte ele alınması çok güzel bir anlayış.
Her şeye rağmen, büyük bir özveri ve sorumlulukla yola çıkan bugün yaşamakla olan dergi karmaşasında yeni ve değişik bir nitelikle, 12 Eylül yılgınlığı ve karanlığını aşmada, tasfiyeciliğin ve her türden revizyonizmin alt edilmesinde, başarılı mücadeleler vermeye aday bir Özgürlük Dünyası sana selam olsun! diyerek yayın hayatınızda başarılar diliyorum.
Orhan ERDOĞAN/ANTALYA
Özgürlük Dünyası 3. Sayısı Toplatıldı
Dergimizin 3. Sayısı daha henüz baskıdan çıkar çıkmaz ivedi bir toplatma kararına muhatap oldu. Birçok ilde bayilere bile ulaşamadı.
Toplatma gerekçesi ilginç: 44. Yıldönümü’nde Arnavutluk Devrimi konulu yazımızda “suç unsuru” bulunmuş. Egemen sınıflar ve siyasi temsilcileri ASHC ile devletten devlete iyi ilişkiler geliştirmeye çalıştıklarını söylerken, bu ilişkiyi mümkün kılmak üzere ASHC’yi var eden devrime tahammül gösteremiyorlar.
Arnavutluk Devrimi’nden niçin korkuyorlar? Hitlerin faşist işgaline son veren Arnavutluk milli kurtuluş devriminden söz etmek niçin yasak konusu ediliyor? İstenilir olan ve savunulan Hitler’ci faşist işgalin devamı mıdır? Yoksa bugün Arnavutluk’ta kriz, enflasyon, hayat pahalılığı, işsizlik gibi kapitalizmin hastalıklarının izine bile rastlanmaması ve bu koşullan yaratan sosyalist devrim mi öfkeyi çeken? Emperyalizmin, burjuvazi ve gençlik karşısında sarsılmaz tutumlarla süre-giden Arnavutluk Devrimi bir gerçek ve gerçekler kendilerini ifadelendirme yolların’ yaratırlar. Gerçeklerin kendilerini ortaya koymalarının engellenmesi olanaksızdır. Arnavutluk Devrimi kendini pratik ortaya koyuşuyla konumunu egemenlerimize kabul ettirmiş durumda; ama sözünün edilmesi önlenmeye çalışılıyor.
Ve kuşkusuz bu yasakçı tutum, Türkiye’de “basın özgürlüksüzlüğü”nün doğrudan bir kanıtı ve göstergesidir, ülkemizde ne düşünmek özgür ne de basın. Egemenlerce beğenilmeyen düşünce onun basılı hale getirilmesi yasaklarla boğulmaya çalışılıyor. Toplatma kararları ve ceza davaları gündeme getiriliyor hemen yayın organlarının düşünsel olarak ehlileştirilmesi ve mali açıdan çökertilmesi hedefleniyor. Tesis edilen tek-sesli, yalnızca burjuvazinin çeşitli sözcü ve temsilcilerine söz hakkı tanıyan ve demokrasiyle en küçük bir ilişkisi olmayan siyasal rejim yasaklarla sürdürülmeye çalışılıyor. Ve bu rejime demokrasi deniyor. Bu çelişme er geç çözülecektir.
Anti-demokratik uygulamaları Özgürlük Dünyası’nın 3. sayısının toplatılmasını protesto ediyor ve demokrat olan herkesi protestoya çağıyoruz.
Basın özgürlüğüne saldırılar yalnızca dergimize yönelik değil kuşkusuz, tüm devrimci basın türlü saldırı ve yasaklamalara hedef oluyor.
Geçtiğimiz ay içinde Yeni Çözüm Dergisi’ne, basının ne denli “özgür” olduğunu gösteren saldırılar yöneltildi.
Yöne Çözüm Ankara Bürosu temsilcisi gözaltına alındı. Erdal Çayır ve üç arkadaşının gözaltına alınan “gerekçesi”, “ANAP Mamak İlçe binasının bombalanması”ydı. Önce tutuklanan “basın özgürlüğü” tanıkları 23 Aralık’ta tahliye edildiler.
Yine Yeni Çözüm Adana Bürosu temsilcisi Ökkeş Remzi Göbel gözaltına alındı. Gerçekçe, diğerlerinden daha ilginç: “Toplatılan dergi nüshalarının bayilerde bulunması”.
Yeni Çözüm temsilcisinin gözaltına alınması karşısında Ankara Valiliğine dilekçe vermek ve basın toplantısı düzenlemek isteyen derginin genel yayın yönetmeni Cafer Solgun ve dergi çalışanları, içinde DEMKAD ve TAYAD üyelerinin de bulunduğu 42 kişilik bir grupla birlikte gözaltına alındılar.
Toplumsal Kurtuluş dergisinin 16. sayısına daha henüz baskısı bitmeden el konuldu.
“Basın özgürlüğü” var olmaya devam ediyor.
Yurt Yayınlarının yayınlamış olduğu “Darağacında üç fidan” adlı kitabın tüm nüshalarına, Ankara DGM savcılığının “şifahi emri” üzerine matbaada el konuldu. Yayın evi sahibi ve matbaacı “yasa dışı yayın” bastıkları gerekçesiyle gözaltına alındılar.
Ve “basın özgürlüğü”ne basından bir saldırı:
Emeğin Bayrağı Avrupa temsilciliği adına Ali Temel’in basın açıklamasına göre, 10 Aralık 1988 tarihli Hürriyet yurt dışı baskısı, Emeğin Bayrağı’nın yeni kurulmuş bir örgüt olduğunu iddia ediyor. Savcılar gerekçe kıtlığı çekince, devrimci dergilerin örgüt ya da örgüt dergileri olduğu ileri sürüyorlar. Hürriyet yurtdışı haberler müdürlüğü de buna -hiçbir delil göstermeden- zemin hazırlamaya girişiyor. “Basın özgürlüksüzlüğü’nün basın içinde de taraftarları olduğu açık.
Devrimci yayın organlarına yönelik tüm saldırıları protesto ediyoruz.
Türkiye Proletaryasının ilk önderi: MUSTAFA SUPHİ
“Siyah gece
“Beyaz kar
“Rüzgâr
“Rüzgâr
Trabzon’dan bir motor açılıyor.
Sa-hil-de ka-la-ba-lık!
Motoru taşlıyorlar.
Son perdeye başlıyorlar!
Burjuva Kemalin omzuna binmiş.
Kemal Kumandanın kordununa
Kumandan kâhyanın cebine inmiş
Kâhya adamlarının donuna
Uluyorlar
Hav., hav., hak., tü
Yoldaş unutma bunu
Burjuvazi
ne zaman aldatsa bizi
böyle haykırır:
hav., hav., hak., tü
Gördün mü ikinci motoru?
İçinde kim var?
Arkalarından gidiyorlar.
İkinci motor birinciye yetişti
Bordaları bitişti
Motorlar sarsılıyor
Dalgalar sallıyor
Sallıyor dalgalar.
Hayır
iki motorda iki sınıf çarpışıyor.
Biz Onlar!
Biz silâhsız Onlar kamalı
tırnaklarımız
Kavga son nefese kadar
Kavga
Dişlerimiz ellerimi kemiriyor
Kamanın ucu giriyor
girdi…
Yoldaşlar, ey!
artık lüzum yok fazla söze:
Bakın göz göze.
Karadeniz
On beş kere açtı göğsünü,
On beş kere örtüldü.
On beşlerin hepsi
Bir komünist gibi öldü.
Okuyucularımıza
Avrupa’dan abone talebinde bulunan okuyucularımızın bu isteklerini Avrupa temsilciliğimize iletmelerini rica ediyoruz.
Yurt Dışı Adresi:
Postfach 102704, 2800 Bremen/BRD Tel: 0421-502455
Banka Hesap No: Giro-Kt.Nr: 12186458 Sparkasse in Bremen/BRD, veya: BLZ: 290 501 01
Postgiroamt-Hamburg, Konto-Nr: 1812 34-205
Ayrıca, yurt dışı ve yurt içi abone istekleri açık adresle birlikte banka dekontunun fotokopisi gönderildiği takdirde karşılanabilecektir. Teşekkür ederiz.
Yurt içi Hesap Numarası: Havva Aydınoğlu: Türkiye İş Bankası Cağaloğlu Şb./ No: 143254 Döviz Tevdiat Hesabı: Havva Aydınoğlu Türkiye İş Bankası Cağaloğlu Şb./ No: 30.1200-1660
Ocak-Şubat 1989