İşçi Sınıfı Hareketi, Sendikalar ve Sendikal Mücadele-2 Türkiye İşçi Sınıfı Hareketi ve Sendikal Hareket

1. İŞÇİ SINIFI HAREKETİNİN TARİHİNE BAKIŞ AÇISI ÜZERİNE
İlerici, sol kamuoyunda genel olarak egemen olduğu söylenebilecek bir düşünceye değinerek başlayalım. Genel olarak kamuoyunda ve sol ve devrimci çevrelerde, işçi sınıfı hareketi ve sendikal hareketin tarihinin özgürlük ve demokrasi mücadelesi açısından çok cılız olduğu düşünülür. Genellikle, Türkiye işçi sınıfının özgürlük ve demokrasi talep ve geleneklerine fazlaca sahip olmadığı düşünce ve inancı yaygındır. Özellikle yenilgi ve gericilik yıllarında, bu tür düşünce ve inançların yenilenip tazelenmesi, yeni teorik malzemelerle geliştirilip yaygınlaştırılması, Türkiye’de gelenek halindedir.
Liberal, burjuva reformist aydınlar, tarihçiler, sendikal uzmanları, yenilgi ve gericilik yıllarında “arayışçılık”ta atılım yaparlar, “yeni” araştırma, inceleme ve tarih “çalışmalarına” yönelirler: işçi sınıfının nasıl Marks ve Le-nin zamanındaki işçi sınıfı olmaktan çıktığı ve tarihsel rolü ve işlevini yitirdiği bir araştırma alanıysa, bir diğer önemli araştırma alanını da, işçi sınıfının ne denli “çaresiz”, “demokrasiye sahip çıkmaktan ne denli uzak”, “mücadele ve atılım dinamiklerinden ne denli yoksun olduğu”nun “kanıtlanması” oluşturur. Revizyonist reformist akımların yanısıra yenilgi ve gericilik yıllarında yeni atılımlar yapan inkarcı tasfiyecilik akımları, ikisi bir arada, işçi sınıfına inançsızlığı, güvensizliği ve sınıfın devrimci dinamiklerinin baltalanmasını geliştirmek üzere bu inanç ve düşüncelere dört elle sarılırlar. Faşizmin her azgınlaşmasının ardından tek yanlı yaklaşımlarla bu düşünce ve inançları “teori” düzeyine yükselterek bu temelde “yeni çizgiler” geliştirmeye çalışırlar.
1971 devrimci hareketinin yanısıra 80 EylüPünde yenilgiye uğrayan devrimci işçi ve halk hareketinin bastırılmasının ardından ortaya çıkıp gelişen inançsızlıklar, eski konumundan burjuva ve gerici platformlara savrulmalar, işçi sınıfının demokrasi ve özgürlük mücadelesi geleneğinin ve potansiyelinin, onun devrimci dinamiklerinin “zayıflığı”, hatta daha da ileri gidilerek “yokluğu” ile izaha çalışılıyor.
Bütün bu “düşünce” ve “açıklamalar” aslında gericiliğin ideolojik ve siyasal saldırıları karşısında mücadele gücünü ve inancını yitirmiş, arkasını burjuvaziye yaslamış aristokrat aydının düşünce ve açıklamalarıdır. Türkiye toplumunun gelişme dinamikleriyle uygun bir tutum benimsemesi olanaksız olan bu tür düşünce ve açıklamalar, proletarya ve halktan koparak toplumsal dinamiklerin merkezine gerici egemen sınıfları alırlar ve proletaryanın tarihsel mücadelelerini ve devrimci rolünü kavrayamazlar.
Türkiye sınıf mücadelesi tarihine bakıldığında, bu tutumun Türkiye aydınların, sözde “devrimci” sendikacıların, yine sözde ilerici ve “sosyalist” bilim adamlarının teori ve pratiklerinde tümüyle gelenekselleştiği söylenebilir.
Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde demokrasi mücadelesi, bu çevrelere göre yok gibidir. Onlara göre, işçi sınıfı hemen hiçbir demokratik hak ve özgürlükler için mücadele etmemiş, var olan demokratik hak ve özgürlük kırıntıları burjuvazi ve gericilik tarafından “Yasalarla” verilmiş; gerek görüldüğünde ise yine burjuvazi ve gericilik tarafından geri alınmıştır. Bu çevreler 1961 Anayasası ile işçi sınıfı ve halka özgürlükler burjuvazi tarafından “verildiği, bunlar işçi ve emekçilerin mücadelesi ile elde edilmediği için burjuvazi ve generallerince kolaylıkla geri alınmıştır! Onlara göre aynı şey Türkiye tarihinde sürekli görüle-gelmiş, demokrasi ve özgürlükler Kemalistlerce “verilmiş” ya da Kemalist devletle ve işbirliği ile elde edilebilmiştir! Bu, bütün zamanlar için, geçerlidir, şimdi de yine böyle olabilir! Faşizmin azgınlaştığı, proletarya ve halktan kopmayan, hatta ona düşmanlaşmanın geliştiği her dönemde atılım yapan inançsızlığın açıklaması olan “düşüncelerin” tüm içeriği budur.
Türkiye proletaryası ve emekçi halkın hiçbir zaman demokrasiyi yaşamadığı bir gerçektir. İşçi ve emekçilerin mücadelesi burjuva demokrasisi ve özgürlüklerini elde edecek düzeye bile ulaşamadı. Türkiye proletaryasının mücadele ve tecrübesi, batının ileri proletaryasının konum, demokrasi tecrübesi ve mücadelesinden bu anlamda ayrılmaktadır ve ondan geridir.
Ancak açıktır ki tüm ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de elde edilmiş tüm özgürlüklerin, fiilen var olan ve kullanılan tüm hakların temelinde işçi sınıfının, emekçilerin, gençliğin mücadelesi yatar. Egemen sınıflar ve devlet tarafından, zorda kalınmadan bahşedilmiş hiçbir hak ve özgürlük kırıntısı yoktur. Bu gerçeğin reddedilmesi, ancak burjuvazi ve faşizmin egemenliğini sürdürmesine yardımcı olmak anlamına gelebilir. İleri sürülen, Türkiye proletaryasının demokrasi ve özgürlük mücadelesi vermediği ya da bu yönüyle mücadele geleneğine sahip olmadığıdır. Bu, doğru kabul edilebilir mi? Daha ileri durumda olan Batı proletaryasıyla farkları koyulduktan sonra, böylesi görüşlerin yanlışlığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Zaten bilindiği gibi, sosyal, ekonomik ve tarihsel nedenlerden ötürü Türkiye proletaryası tarihsel bakımdan geç oluşmuş, genç bir proletaryadır. Fakat, şu ya da bu şekilde bir asrı aşan süreden beri gitgide daha büyüyen ve etkin bir şekil alan mücadeleyle demokrasi ve özgürlük mücadelesinin içindedir. Bu durumda bu mücadeleleri tek tek saymaya gerek yok. Bunların örnekleri çeşitli yerlerde söz konusu edildi. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca birçok kereler işçi sınıfının siyasal mücadele yapılanma ve örgütlenme özgürlüklerine keskin sınırlamalar konulmuş, küçük bir kıpırdanma bile kanla ezilmeye çalışılmış; düzen partileri, faşistler ve revizyonistler kısacası tüm burjuva akımlar, işçi sınıfının mücadelesi konusunda gerici strateji ve politikalar oluşturmuş; bu konular, gericiliğin ve onların siyasi akımların bellibaşlı mücadele alanı haline gelebilmişse; bunun nedeni, sınıfın demokrasi ve özgürlük kavgasında işgal ettiği konumun, sahip olduğu birikimin egemen sınıflar üzerindeki çeşitli baskılarının bir sonucudur. Bu inkâr edilemez.
61 Anayasası’nda belirtilen kısmi demokratik hak ve özgürlükler ile 1963 İş Yasası’nda belirtilen kimi hak ve özgürlük kırıntılarının, çoğu zaman egemen sınıfların ve orduda yer alan “ilerici aydın” unsurlarla diğer aydın Anayasa yapıcılarının bir armağanı olduğu iddia edilebiliyor. Ayrıca, CHP’nin ve 27 Mayıs darbesini düzenleyenlerin de demokratik hak ve özgürlükleri bahşettiği savunulabiliyor.
Gerçeklere baktığımızda bunun doğru olmadığı görülüyor. Egemen sınıflar ve faşizmin sendikal haklan yok etmelerine rağmen, grev gibi haklar olmamasına karşın işçilerin, 61 Anayasası’ndan önce Türk-lş türünden bir sendikaya yönelmesi yine bu görüşü yalanlamaktadır. Ayrıca, Bayar-Menderes faşizminin, ismet Paşacı rejim karşısında yaptığı “muhalefet”in, çeşitli göz boyayıcı davranış ve sözlerinde işçilerin “sendikal sorunlarına” çok çok yer verme gereksiniminde olması ve yine her türden faşist ve gerici partilerin “işçi birlikleri” ya da “işçi büroları” vb. kurma ihtiyacını hissetmesi bilinen olaylardandır. Cumhuriyet tarihi sürecinde sınıfın bazen girdiği, ister yasal isterse yasadışı mücadele ve örgütlenmeler, işçi sınıfının giderek güçlenen mücadele eğilimini ve birikimini ortaya koyuyordu. Egemen sınıflar bunu anlamıştı. Artık 1960’a doğru ve ’60’larda Türkiye işçi sınıfının hiçbir politik hesabın içerisinde yer almaması düşünülmezdi. Yine 61 Anayasası’nda bazı hak ve özgürlüklere yer verilmesi, gericiliğin ve çeşitli türden savunucularının isteklerine karşın işçilerin, emekçilerin, karşı devrimcilerin arasındaki çelişkileri, mücadeleleri sonucunda daha da keskinleştirmesi ve karşı devrim cephesinde bazı gedikler açması sonucunda ortaya çıktı. Emekçilerin mücadelesi ve demokratik talepleri, gericiliğin ve burjuvazinin savunucuları tarafından budandı ve mümkün olduğu kadar kullanılmaz hale gelecek şekilde yasalaştırıldı. 61 Anayasası’nda da belirtilen, işçi sınıfı ve emekçilerin yasa sınırlarını zorlayarak kullandıkları özgürlükler, faşist diktatörlüğün kurumlarıyla kitlelerin verdiği mücadelelerinin ürünü olarak ortaya çıktı.
Kemalist gelenekten gelen ya da onun etkisi altında bir kısım aydın “sosyalist” çeşitli ideologlar şu tür düşünceler ileri sürdüler: İkinci Dünya Savaşı sonrası toplumsal ve politik konjonktüre! durum Türkiye’yi “demokrasiye yöneltiyordu”; devletin “demokrasi yönelişi” işçi ve emekçi kitlelerin birtakım “yasal” haklar kazanmasına yol açıyordu; fakat işçi sınıfı ve halk politik geçmiş ve kültürden yoksun olduğu için bu hakları kullanamıyordu. Bir noktada duramayıp daha ileri gidenler emekçi kitlelerin, “devletin demokratik yönelişine” karşı çıkıp gerici bir direniş içine girdiği düşüncesini savunmaya varıyordu. Bu düşünceler asker-sivil “aydın” kesimlerin bir bölümünün teorik araştırmalarının ana temasını oluşturuyordu. Bu görüşlerde doğruluk payı var mıdır?
Bu görüşlerin de ülkenin somut tarihsel gelişimi, yaşanan olaylar ve Marksizm’in sınıf mücadelesi ve tarihe bakışıyla herhangi bir ilgisinin olmadığı açıktır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist burjuvazi kendi kampını “Hürriyet ve demokrasi” kampı olarak ilan etti. Bu, kuşkusuz Türkiye gericiliğinin tutumunda da bazı politik değişikliklere yol açtı. Ancak savaş sonrası süreç, Türk devleti ve egemen sınıflarının “demokrasi”ye yönelmesi süreci değil, tam tersine çeşitli biçimsel “değişikliklerle” emperyalizme daha da yakınlaşması ve topyekûn gericileşmesinde bir aşama oldu. Savaş sonrasında emperyalist burjuvazinin taktiğindeki değişikliklerin ardında yatan, uluslararası işçi sınıfı hareketinin gelişmesi ve sosyalizmin tek bir ülke ile sınırlı kalmaktan çıkıp bir sisteme dönüşmesidir. Savaş sonrası emperyalist taktiklerde görülen değişiklikler, stratejik gerilemeyi durdurmanın, dünya çapında özgürlük, demokrasi, sosyalizme hızla yönelişi engellemenin, “yeni” taktikleri geliştirmenin adımıdır. “Demokratik” değil karşı-devrimci nitelikli değişiklerdir.
1946’larda Türkiye gericiliğinde ortaya çıkan değişiklik eğilimleri dünya çapındaki bu karşı-devrimci değişikliklerle yakından ilişkilidir. Bu eğilim, Bayar-Menderes faşist diktatörlüğüne yol açmıştır. Sözü edilen politik gelişmenin, işçi sınıfı ve emekçi halkın demokrasi ve özgürlük talepleri yönünde bir gelişme olmadığı ortadadır.
Uluslararası karşı-devrimin, emperyalistlerin ve yerli egemen sınıfların içinde ortaya çıkan çeşitli eğilimler, yol açtıkları çelişme ve çatışma faktörleri, yanı sıra, uluslararası proletarya ve halkların emperyalizme vurduğu darbelerin neden olduğu gerilemeler ve değişiklikler, çeşitli ülkelerde özgürlük demokrasi ve sosyalizm mücadelesi yürüten sınıflar açısından doğrudan ya da dolaylı yedek olabilir. Türkiye’de işçi sınıfı ve halkın, genel olarak Cumhuriyet döneminde görece durgun seyreden mücadelesinin 50 ve 60’h yıllarda belirli bir sıçrama göstermesinde uluslararası alanda meydana gelen değişiklikler, sadece bu yönüyle ve bu kadar rol oynamıştır. Kısacası 61 anayasası ve iş yasası gibi yasalarla “verilen” demokratik hakların ele geçirilmesinde, emperyalizmin “hür dünya” aldatmacası ve “demokrasi” havariliğinin Türkiye egemen sınıflarının taktiklerine yansımasının rolü, yalnızca konjonktüredir. Emperyalistlerin demagojileri ve taktik değişikleri değil, işçi sınıfının, halkın ve gençliğin tepkileri ve mücadelesinden büyüme, Türkiye’de egemen sınıfların tak-tiklerindeki “değişiklikler”in ardında yatan esas nedendir. Mücadelelerinin tüm geriliğine rağmen kitleler, demokratik haklan mücadeleleriyle kazanmış, yasal haklarını fiilen ve yasa sınırlarını zorlayarak kullanmışlardır. Emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin “liberalliği”, “demokratlığı” üzerine fikirler geliştirilmeden, son tahlilde bu noktaya varılmadan aksini savunmak olanaksızdır.
Türkiye’de demokratik hak ve özgürlüklerin belirli bir kısmının sınırlı da olsa elde edilmesinin birbiriyle bağlantılı iki esas dayanağı vardır: birincisi ve temel olanı işçi sınıfı, halk ve gençliğin mücadelesi ve ikincisi, uluslararası proletarya ve halkların emperyalizme indirdiği darbeler.
1971 ve ’80 darbelerinin, özellikle ikincisinin geçici başarılar kazanması, elde edilen ve kullanılan hak ve özgürlükleri rafa kaldırmaları, genellikle, “işçi sınıfının özgürlüklere sahip çıkmaması”, çünkü zaten bunları “mücadele ile elde etmemiş olması”yla açıklanmaya çalışılıyor. Bu görüş de doğru değildir. Daha öncesi bir yana bırakılsa bile, ’60’lardari ’80’e yirmi yıllık süreçte işçi sınıfı emekçi halk ve gençliğin giderek gelişen ve etkinleşen bir mücadele ile “anayasal haklan” kullandı, “anayasal sınırları” ve yasal olanları sübjektif etkenin olumsuzluğuna karşın fiili olarak zorladı. Ayrıca burjuvazi ve faşizmin “anayasal” hak ve özgürlük kırıntılarını tümüyle ortadan kaldırmak için son yirmi yılda iki kez askeri darbeye başvurmak zorunda kalması bile, kendi başına işçi sınıfı ve halkın özgürlük ve demokrasi mücadelesi geleneğinin olmadığı, böyle bir potansiyel taşımadığı şeklindeki tüm açık ve dolaylı iddiaları yalanlıyor. İşçi sınıfı 61 anayasasıyla “verilen” hakları kazanmak için mücadele vermemişse onları kullanması zaten mümkün olmazdı. Gericilik ve burjuvazi bu hakların “garantisi” 61 anayasasını rafa kaldırmak için iki kez askeri darbeye başvurmaksızın bir anda bu çerçevede gelişen toplumsal çatışmaya son verebilirdi. Ulusları durum, dünya demokratik kamuoyunun varlığı ve faşizme karşı yürüttüğü muhalefet Türkiye’deki gelişmelerde belirli bir rol oynamasına karşın Türk egemen sınıfları ve faşizmi çıkmaza sokan temel etkenin işçi sınıfı, halk ve gençliğin mücadelesi olduğu açıktır. 12 Eylül askeri darbesinden kısa bir süre sonra faşizmin “parlamenter” ve “demokratik” maskeleri gereksinmesi ne anlama gelir? Bu, yalnızca burjuvazi ve faşist gericiliğin, generallerin “iradesi” ile açıklanabilir mi? Eylül darbesinin başarı kazandığı, işçi ve halk muhalefetini geriye ittiği, sosyalist, devrimci, demokrat parti ve örgütleri ezdiği biliniyor. Ancak buradan hareketle, emperyalizm ve burjuvazinin sınıf karşıtlarının baskısından bağımsız olarak kendi “iradesi” ile taktik değişikliklerine gidebileceği ve gittiği çıkarmak sofizmdir. Tekelci burjuvazi ve faşist gericiliğin çağımızda “tek şef rejimi”ne eğilim göstermesi, ülkelerin ekonomik ve toplumsal gelişmişlik düzeyinden bağımsız olarak bu eğilim yönünde tutumlar geliştirmeye yönelmesi açık bir gerçektir. Oysa askeri cuntanın “parlamenter” maske takınmaya ve “demokratik” görünüm vermeye yöneldiği görülüyor. Burjuvazi ve faşizmi bu tür bir taktik izlemek zorunda bırakan çok etken sayılabilir. Ancak gericiliğin bu yöneliminin başlıca zorlayıcı etkeni, ’82’den itibaren onu demokrasi güldürüsünü sahnelemeye iten temel neden, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıfların mücadelelerinin oluşturduğu baskı, sınıfın ve genel olarak emekçilerin hoşnutsuzlukları, demokrasi ve özgürlük mücadelesi potansiyelleri ve bunların yol açtığı “sosyal patlama” tehdididir. Darbeciler yönetime el koydukları ilk gün “demokrasi programı” ilanı ihtiyacı duy-muşlarsa, bunun esas nedeni, burjuvazi ve egemen sınıfların parlamentoya tutkuları değil, “Demokrasi” eğilimleri hiç değildir. Asıl neden birinci olarak işçi sınıfı ve emekçilerin terör rejimine duydukları tepki, hoşnutsuzluk ve yarattıkları ayaklanma korkusu, ikinci olarak demokratik dünya kamuoyundan duyulan ürküntüdür. Bu asıl etkenler üzerinde önemle durulmazsa burjuvazi ve faşizmin “tek şef rejimi” yönündeki eğiliminin ciddi hiçbir engeli yok demektir. Her şey bir yana sınıfın yüz yıllık tarihi bir dönemi kapsayan mücadeleleri bile gericilik ve faşizm karşısında başlı başına bir engel oluşturuyordu.

2- İŞÇİ SINIFININ 1960 ÖNCESİ TARİHİ DE BİR MÜCADELE TARİHİDİR.
Önemli bir demagoji konusunu oluşturduğu için işçi sınıfının 19.yy. sonları ve 20.yy. başlarındaki mücadelelerinden de söz edilmeli. Söz edilmeli çünkü, burjuvazi ve Kemalist devlete yakıştırılan “ilericilik”, “sınıflar-üstülük” sıfatları, bu mücadeleler ve sonuçlarının inkarı temelinde şekilleniyor.
Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihi 1870’lere kadar uzanıyor. 1871’de İstanbul Amele-perver Cemiyeti’nin kurulması ve 1872 İstanbul Tersane işçilerinin grevi sınıfın mücadelesinin ilk belirtileri olarak gösterilebilir. Bu yıllardan başlayarak işçi sınıfı sürekli örgütlenme ve mücadele yönelimi içinde olmuştur. Sınıfın sendikal hareketinin yanı sıra, işçiler içinde henüz sosyalist olmayan ya da görünümde sosyalist siyasal örgütlenmeler de bu yıllardan itibaren görülmeye başlamıştır. Bu gelişmeler, Paris Komünü’nün Türkiye işçi sınıfının üzerinde belirli etkiler bıraktığını göstermektedir.
İşçi sınıfının bu ilk örgütlenme girişimleri ve grev eylemleri monarşist diktatörlüğün baskı ve terörüyle karşılaştı. Selanik ve İstanbul’daki sendikal örgütlenme ve grevler ezildi.
Monarşist terör karşısında mücadeleye atılmaktan geri durmayan işçi sınıfı, kendiliğinden bir sınıf olarak monarşi ve Batı sermayesine karşı savaşmaya devam etti ve 1908’lerde peş peşe grevler yaptı, sendikal ve siyasi örgütlenme girişimlerinde bulundu. Bu işçi sınıfının henüz kendiliğinden sınıf olmasında bir aşamaydı.
İşçi sınıfının özellikle İstanbul’da başlattığı grev dalgası 1908 devriminin hazırlanması ve başarıya ulaşmasında büyük rol oynadı. İttihat ve Terakki Cemiyeti işçi sınıfının gücünden yararlanabilme için onun taleplerini programına aldı, fakat iktidar olur olmaz sendikaları ve grevleri yasaklamaktan geri durmadı.
İşçi sınıfı ulusal savaş yıllarında da anti-emperyalist grev ve direnişlerle sendikal ve anti-emperyalist mücadelenin içinde bir sınıf olarak yerini aldı. Sosyalizmin küçük burjuva biçimiyle birlikte proleter sosyalizmiyle, ilk defa bu dönemde karşı karşıya gelen işçi sınıfı enternasyonalist mücadeleye katıldı.
Şirket-i Hayriye, Haliç, Tünel, Seyr-ü Sefain, Havagazı, Tramvay, Şark Demiryolu işçilerinin grevleri, sendikal taleplerinin yanı sıra, güçlü anti-emperyalist eylemlerdir. Emperyalist işgal koşullarında işbirlikçi İstanbul hükümetine ve emperyalizme karşı ulusal savaşa sadece grev ve gösterilerle katılmakla kalmayan işçi sınıfı, silahlı savaşa da katıldı. Proletarya gizli ya da yarı gizli sosyalist gruplar içinde kitlesel olarak örgütlenmeye ilk kez bu dönemde yöneldi. Bolşevizm’e ve enternasyonalist mücadeleye açık bir eğilim gösterdi ve savaş boyunca İstanbul, Ankara ve diğer bölgelerde 100.000’lik bir kitleyle sendikal bir örgütlenme yarattı, genel grevi gündeme getirdi ve 1 Mayıs’ı kitlesel olarak kutladı. İşçi sınıfı artık toplumda gelişen, büyüyen ve toplumun geleceğinde söz sahibi olan nitelik ve niceliğe sahip olan bir sınıf özelliğini kazandı.
Kemalist burjuvazi ve hükümet, hemen savaşın ardından işçi sınıfına ve ulusal kurtuluş savaşı sırasında işçi sınıfının elde ettiği kazançlara karşı saldırıya geçti. 1923’te I Mayıs kutlamaları yasaklanarak tutuklamalara girişildi, fakat bu saldırılar karşısında işçi sınıfı gerilemedi. Kemalist rejim kuşkusuz sınıfın kazançlarını bir çırpıda ortadan kaldıramazdı. İşçiler, demiryolu, liman, tramvay, Ereğli kömür, tütün işçileri ülkenin belli başlı bölgelerinde grevlere çıktılar. Yanı sıra bu dönemde bir çok küçük grev de görüldü. 1925’te Takrir-i Sükûn yasasıyla sendika, dernek kurma, grev hakkı yasaklandı. Buna rağmen, önemlisi Adana-Nusaybin demiryolu işçilerininki olmak üzere işçiler birçok işkolunda greve çıktılar. 1928’de tramvay işçileri greve gitti. Yine bu dönemde işçi sınıfı saflarında görmezden gelinemeyecek bir yeraltı örgütlenmesi eğiliminin varlığı hissedildi.
1930’lu yıllar Kemalist burjuvazi ve hükümetin sınıfa karşı saldırılarını yoğunlaştırdığı yıllar oldu. 1928’de gerçekten de oldukça zayıf ve dağınık olan işçi dernekleri ve sendikal örgütlenmeler yasaklanıp kapatıldı. 1933’de sınıfın sendikal ve siyasal örgütlenmesi ağır suç sayıldı ve cezaları olağanüstü ağırlaştırıldı. Tatil-i Eşgal yasasıyla ise 1935’te sendika, örgütlenme, dernek kurma hakkı tümüyle yasaklandı.
Sendikal örgütlenmenin ağır cezalarla yasaklandığı bu dönemde önemli grev ve direnişler görülmedi. Kemalist despotik diktatörlük faşistleşme yıllarında işçi sınıfını dizginsiz bir sömürü ve olağanüstü bir baskı altına aldı; sınıfın, talepleri doğrultusundaki en küçük eylemleri açık terörle ezilirken sendikal ve siyasal örgütlenme girişimleri azgın bir polis takibinin konusu oldu. Bu politika, 30’lu yıllar ve 40’ların ilk yarısında Türkiye’de kapitalizmin ve burjuvazinin hızla palazlanması ve hızlı bir tekelleşmenin unsuruydu.
40’lı yılların ikinci yarısı sınıfın sendikal hareketinde yeni kaynaşma ve hareketlenmenin başlangıcıdır. Grev ve etkili işçi eylemleri ağır teröre bağlı olarak ortaya çıkmış olmasa bile sendikal örgütlenme hakkı talebi güç kazandı, işçilerin dernek ve sendikal örgütlenmeleri yayılma gösterdi. Hükümet ve yardım etme durumunda olan muhalefet partilerinin, İşçi Birlikleri, İşçi Büroları vb. örgütlenmeleri sınıfı artık oyalayamaz olmuştu. Partilerin kurduğu çeşitli türden naylon örgütler itibar görmüyordu. Bu koşullar 1947’de grev hakkından arındırılmış biçimiyle de olsa sendikal örgütlenme hakkının zorunlu olarak serbest bırakılmasına götürdü.
Hemen bununla birlikte tüm sanayi kollarında sendikalaşma hareketi hızla yayılmaya başladı. Bu hareketin önemli özelliği kendiliğinden karakterde oluşuydu. Bundan yararlanan burjuva gerici, faşist partiler bir yandan hareketi sabote etmeye, diğer yandan da yozlaştırıp kendi etkileri altına almaya çalıştılar. Bu dönemde yoğun bir şekilde aydınlar, tarih yazıcıları, işçi aristokratları ve bürokratları anlaşma ve birlik halinde işçi hareketine el attılar; bu hareketi çeşitli burjuva partilerinin ve genel olarak burjuva kampın denetimi altına alma faaliyetini örgütlemeye giriştiler. İşçi sınıfı safları faşist ve gerici burjuva fraksiyonların başlıca çalışma ve kendi aralarında çatışma alanı haline geldi. Burjuva partileri aldatıcı vaatlerle sınıfı oyalamaya çalışırken sınıfın grev hakkı ve siyasal örgütlenme özgürlüğünü tanımaktan kaçındılar ve bu amaçla teröre başvurdular.
40’lı ve 50’li yıllar işçi sınıfının grev hakkı talebini öne sürdüğü yıllar oldu. Ancak küçük ve kısmi bazı eylemler dışında kendiliğinden hareketin direnişe dönüşmesi gerçekleşmedi, faşist diktatörlük ve hükümetlerce bu yöneliş bastırıldı. Mensucat işçilerin grev hakkı talebiyle düzenlediği gösteriler hükümet ve burjuva partilerinin doğrudan de\ reye girmesi ve büyük baskılarla önlenmeye çalışıldı ve siyasi polis, sınıf üzerinde yoğun bir terör estirmeye girişti. Bu durum kapitalizmin palazlanmasına bağlı olarak ortaya çıkmaya başlayan işçi aristokrasisinin, sendika ağası kliklerin, burjuva partisinin farklı fraksiyonlarını teşkil etmek ü/ere onun denetimi altına girmesinin bir nedenini oluşturdu
İşçilerin içinde örgütlendiği sendikaların daha başından burjuva ideolojisinin ve burjuvazinin çeşitli partilerinin etkisi altında olması, onların naylon burjuva örgütler oldukları anlamına gelmez. Daha 40’lı yılların sonlarından itibaren sınıfın görece yasa dışı faaliyet ve komiteleşmelere, daha çok ise yasal eylemlere dayanan çok sayıda sendikal örgüt doğdu. İşçiler bu örgütleri kendi eylemleriyle ve esas olarak kendiliğinden oluşturdular. 1952’de Türk İş’le birleşen ya da ona bağlanan pek çok yerel sendikal örgüt böyle ortaya çıktı. Türk İş’in gerici sendikal kliklerin ve burjuva partisinin çeşitli fraksiyonlarının etkinliğinde şekillenmesi, bir yönüyle hareketin kendiliğindenci karakterinden ve burjuva partisine alternatif devrimci bir öncüye sahip olmamasından kaynaklandı. Türk İş burjuva düzen partisinin fraksiyonlarının ve onların uzantısı sendika bürokratlarının etkinliğinde örgütlendi; ama bu^bağlı yerel sendikaların çoğu yerde ve esas olarak bizzat işçiler tarafından oluşturulduğu koşullarda gerçekleşti. Bu gerçekler yadsınarak sendikal hakların burjuvazi tarafından “verildiği”ni iddia etmek ya da sendikaların burjuva partilerin ve sendika ağalarının etkinliğinde doğmasından hareketle işçilerin sendikal talepler ve özgürlük için mücadele etmediği, mücadele tarihinin olmadığını ileri sürmek, burjuvazi ve faşist gericiliği güçlendirmekten başka bir anlama gelmez.
Görüldüğü gibi ’30’lu yıllar ve ’40’ların ilk yarısı işçi sınıfının grev ve sendikal örgütlenme mücadelesinde düşüş yıllarıdır. Ama bunun nedeni sınıfın mücadele ve özgürlük taleplerine sahip olmaması değildir.
Hareketin düşme göstermesinin bir nedeni, devletin işçi ve emekçi sınıflar üzerinde yoğun olarak uyguladığı terör ve faşist saldırıyla mücadeleyi geriletmesidir. Bu yıllarda Türkiye hemen tümüyle sıkıyönetim altındaydı ve tekelci devlet kapitalizmi bu açık ve dizginsiz terörle palazlandı.
Proletaryanın devrimci bir öncüye sahip olmaması ise hareketin düşüşünün bir başka nedenidir. Bu dönemde işçi sınıfının güçlerini sürekli olarak ve yoğun biçimde tahrip eden Şefik Hüsnü TKP’sinin Kemalizm kuyrukçusu sağ oportünist politikası, tarihsel işlevini yerine getirdi. TKP’nin oportünizmi bu dönemde tam bir ihanet düzeyine vardı. Ulusal savaş sonrasında TKP’nin sınıfa sendikal ve siyasal özgürlükleri Kemalist burjuvaziden beklemeyi öneren çizgisi, bu dönemde burjuvazinin izni olmadan işçi hareketinin gelişmeyeceği düşüncesinden temellenen icazetçi bir çizgiye dönüştü. Bu çizgi işçi sınıfının sosyalizme, kendi gücü ve eylemlerine duyduğu umudu sürekli sarsıcı ve onu burjuvaziye bağlayıcı bir rol oynadı. TKP daha 20’li yılların ortalarında kendini feshetme derecesine varan tasfiyeci yüz karası bir ihanet içine girmişti. Diğer yandan sözde ilerici burjuva aydınların ve yine sözde “devrimci” Kemalist çevrelerin geleneksel devletçi ve burjuvaziyle birleşmeci teori ve tutumları da işçi hareketinin gelişmesini engelleyen ve düşüşe neden olan bir faktördü.
Bu çevreler Kemalizm’in kaynaşmış bir ulus olarak ülkenin ve milli ekonominin gelişmesi teorisini daha da sistemlileştirerek işlediler: “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir toplum” demagojisi yaygınlaştırıldı. Bu teorilerin işçi sınıfının ileri kesimlerini, özellikle, devrimci bir öncüden yoksunluk koşullarında etkilemesi doğaldı. İleri işçiler sendikal ve özgürlük taleplerini öne sürmekten geri durmadılar, ancak bu teorilerden etkilenerek siyasal mücadelede bulanıklık ve perspektif yoksunluğuna düştüler. İşçi sınıfının tarihinin ortaya koyduğu yasa dışı örgütlenme, mücadele deneyleri, emperyalist işgale ve sultanlığa karşı mücadelenin yeraltı tecrübeleri küllendirildi. İşçi sınıfı, burjuva ideolojisi ve siyasetine tabi kılınmaya ve onun eklentisi haline getirilmeye çalışıldı.
Nedenler sadece bunlardan ibaret değildir. Sınıf kendi mücadele tarihinin tecrübeleriyle eğitimden geçmediği gibi, tarih içinde edindiği kendiliğindenci çarpık bilinç de hareketin gelişimini etkileyen önemli faktörler arasındaydı. Öte yandan kapitalizmin palazlandığı bir dönemde köylülükten yeni katılmalarla sınıfın saflarının kabarması, sınıf saflarında geleneksel ideoloji ve dar görüş açısının zeminini genişletti, zaten gelenekselleşmiş devrimci tutumlara sahip olmayan sınıf hareketi bu durumdan oldukça etkilendi.
İşçi hareketinin 1870’lerden 1940’lara taşıdığı zaaflar hareketin geleceğini de etkiledi. Bu zaaflar sendikaların işçi sınıfının direniş merkezleri ve gerçek militan mücadele örgütleri olarak doğmasını ve gelişmesini olumsuz yönde etkiledi ve zayıflattı. Ama diğer yandan işçi hareketi tarihindeki mücadeleler proletaryaya bazı hak ve özgürlükleri tanımada burjuvaziyi zorladı. ’50’li yıllarda proletaryanın yayılma gösteren sendikal özgürlük ve grev hakkı talepleri sınıfın tarihindeki mücadelelerin oluşturduğu birikim üzerinde yükseldi ve bu talepler sınıf hareketini geliştiren özellikler kazandı.
Özetle ’61 Anayasası’nda yazılı hak ve özgürlükler sınıfın mücadelesinin ürünüdür ve sınıfın kazanımlarının ifadesidir. Bunların eğreti oluşu ve faşist kurumları yıkmak üzere derinlemesine yerleşmemesi ise, proletarya eyleminin zaaflarının, geriliğinin ve olumsuz özelliklerinin sonucudur.

3- İŞÇİ SINIFININ 12 EYLÜL DARBESİ VE YENİLGİ TEORİSİ
Eylül darbesinin başarısı, işçi sınıfının tarihine, dinamiklerine ve devrimci rolüne yeni saldırılara zemin oluşturdu. Oysa bu başarının sorumlusu diye suçlanacak olan işçi sınıfı mıdır? Askeri darbelere karşı sınıfın eylemsiz kalışı ve direnişe geçmemesi gerekçe gösterilerek sınıf suçlanıyor ve bu suçlama sınıfın tarihinin inkârına dayandırılıyor.
Yaşanan iki darbenin ve Eylül’ün başarıya ulaşmasının, mı finona karşı eylemsizliğinin nedeni, işçi sınıfının hak ve özgürlüklerinin baskı karşısında “kayıtsızlığı” değildir. İşçi sınıfı, tarihi boyunca hak ve özgürlükleri için şöyle ya da böyle mücadele etti. Askeri darbe gerçekliğinde sınıfın ileri kesimleri, bu darbenin sömürü ve zulmün yoğunlaşmasına yol açacağının bilincindeydi. Bunu yaşayarak da gördü. Sınıf bugünkü tutumuyla da, sınıfa karşı ve sınıf olarak demokrasi ve özgürlük mücadelesi potansiyeline, bu doğrultuda taleplere sahip olduğunu eylemleriyle gösteriyor.
Eylül darbesi başarıya ulaşmışsa, suç işçi sınıfında aranamaz. İşçi sınıfı, burjuvazi “verdiği” zaman alan ve “aldığı” zaman boyun eğen bir sınıf değildir. Sınıf hareketinin tarihi bunun kanıtıdır.
Eylül’cü generaller darbe olanağını nasıl ede ettiler ve başarıya nasıl ulaşabildiler? Şu vurgulanmalı: tüm tarihi boyunca sınıf hareketini baltalayan, onu boyun eğmeye zorlayan, zor zamanlarda ihanetlerini derinleştiren toplumsal kesimler, Kemalist devletçilik geleneğine sahip sözde aydınlar, onlardan güç alan revizyonizm ve reformculuk, onlarla kaynaşma halindeki işçi hareketi ve sendika bürokrasisidir. İşçi sınıfına inançsızlığın, Kemalist ideolojiye, revizyonizme ve burjuva devlete yamanmanın teorisini yapan, bu yolla işçi sınıfını uyuşturmaya çalışanlar da emperyalizm tarafından satın alınmış bu tabakalardır. Resmi Kemalist ideoloji ve revizyonizmden ilham alınan, işçi sınıfının özgürlük ve demokrasi mücadelesi potansiyelinin zayıflığı ve geçmişteki hak ve özgürlüklerin, mücadelenin değil, burjuvazinin “ihsanı” olduğuna, generaller dâhil, burjuvazinin bütün siyasi partilerinin “demokrasi” yolunda yürüdüğüne işçi sınıfını ikna etmeye çalışan bu tabakalara ve temsil ettikleri düşünceye göre, tarih ve siyaset, burjuvazinin ve seçkinlerin iradesine bağlı olarak gelişir. İşçi sınıfı hareketinin, özellikle sınıfın son yirmi yıllık mücadelesinin yenilgisinin nedeni “işçi sınıfının geleneksel uyuşukluğu” değil, işte bu tabakalardır.
Türkiye işçi sınıfı “uyuşuk”, “devlete tabi” bir sınıf değildir. Özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren, kendiliğinden karakterde de olsa sendikal ve sayasal talepleri olan bir sınıftır. İşçi sınıfı ne ’71 ne de ’80 darbesi döneminde generallere sığınan, taleplerinin gerçekleşmesini burjuvazi, devlet ve generallerden bekleyen bir tutumu benimsemedi. 2 Mart ve 12 Eylül darbeleri dönemlerinde sınıf harekete geçmemişse, bunun nedeni burjuvazi ve generallerden beklentiler içerisinde olması değildi. Tersi durumda 15-16 Haziranı, DGM grev ve direnişlerini, TARİŞ, 24 Aralık, 29-30 Nisan direnişlerini ve pek çok başka işçi eylemini açıklama olanağı yoktur. Ancak, burjuvazinin sınıf içindeki uzantıları ve her türden revizyonizm ve reformizmin, sınıfın demokrasi bilinç ve mücadelesini çarpıtıp kapsamını daralttığı da bir gerçektir.
Darbe dönemlerinde sınıfın her şeye rağmen eylemsizliğinin önemli bir nedeni, işçi sınıfı içinde burjuva partisi olan “ilerici, sosyalist” aydınlar ve bunların kaynaşmış olduğu işçi ve sendika aristokrasisinin açık ihanetle burjuvaziyle birleşmesi, bu güçlerin sınıfın örgütlenmesini dağıtmaya yönelmesidir. Bir başka neden, askeri darbeler sırasında sınıflar arasındaki güç ilişkilerinin hızlı ve ani değişiklikler göstermesidir. Her büyük çatışma döneminde bu güç ilişkilerinde değişikliklerin bir yönü, burjuva aydınların, sendika ağalarının, reformcu ve revizyonistlerin ihanetlerindeki yoğunlaşma; diğer bir yönü ise işçi hareketi üzerinde egemen oldukları süreçte, bu güçlerin başta sendikaları parçalayıp, örgütlülük, etki ve otoritesini büyük ölçüde aşındırmalarıdır. Bu durum faşist terörün hızla yoğunlaşması karşısında işçi sınıfını çözümsüzlüğe iten temel bir faktördür.
İşçi hareketinin büyük karşı-devrimci saldırılar karşısında direniş ve ayaklanma düzeyine ulaşması, sınıfın düzenden kopuşunu ve saflarında hoşnutsuzluğun derinleşmesini öngörür. 12 Mart ve 12 Eylül öncesinde ise henüz bu durum yoktu. Ve faşist saldırılar karşısında sınıfın harekete geçmemiş olması, onun “apayrı” “işçi sınıfı” olmasıyla değil, iktisadi, toplumsal ve siyasal koşullarla dolaysız bağlantılı olan bu durumun henüz oluşmamasıyla açıklanabilir.
Burjuva özgürlüğü ve demokrasisini yaşamış, demokrasi geleneğine sahip bir işçi sınıfı, burjuvazinin faşist saldırısı karşısında “kolayca” sessiz kalmaz. Bu açıktır. Faşizm, demokrasiyi yıkmadan işbaşına gelemez ve sınıfın demokrasi tecrübesi, burjuvazinin faşizme geçişini zorlaştırır. Onun önüne dikilen en büyük engeldir. Ama özgürlük ve demokrasiyi yaşamamış(tecrübeleri sınırlı bir işçi sınıfı ve halk, faşizm karşısında daha büyük zaaflara düşebilir. Buralarda burjuvazi yıkmak durumuyla karşı karşıya kalacağı kurumlaşmış fazla bir şey bulamayacak ve kuşkusuz işi daha kolay olacaktır. Yalnız buradan hareketle, faşizm koşullarında proletarya ve halkın gelişkin mücadeleler ve ayaklanmalara yönelmeyeceği sonucu da çıkarılamaz.
Faşizm koşullarında sınıfın harekete geçmemesinin başta gelen bir nedeni de geçmişinde partili bir mücadele geleneğinin bulunmaması, bu zaaf nedeni ile proletarya saflarındaki sınıf disiplininin zayıflığıdır, partili mücadele geleneği olmayan, düzenden henüz derinlemesine bir kopuşun gerçekleşmediği koşullarda, işçi sınıfının faşist saldırı karşısında hareketsizliğini gerekçe yaparak “uyuşukluk”, “apayrılık” teorileri geliştirmek, diğer şeylerin yanında kendiliğindenciliğe batmak, yenilgi teorileri yaratmaktır.
Sınıfın mücadele tarihi, bunun özellikle son 20-25 yılı,, burjuva, küçük burjuva ideolog ve tarihçilerinin inkarıyla yok sayılamaz. Özellikle son 20 yılın deneyleri, proletaryayı burjuvazinin ve diğer emekçi sınıfların gözünde kesin ve geri dönülmez bir biçimde fiilen kapitalizme ve faşizme karşı sonuna kadar mücadele etme potansiyeline sahip bir sınıf olarak şekillendirmiş ve proletarya, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin temel itici gücü ve önderi olduğunu eylemiyle fiilen kanıtlamıştır. Son yirmi yıllık mücadelesiyle Türkiye proletaryası kendisi için sınıf olma sürecindedir.

4- İŞÇİ SINIFININ SON YİRMİ YILLIK MÜCADELESİ VE DÖNEMİN AYIRDEDİCİ ÖZELLİĞİ:
1960-80 yıllarındaki işçi mücadeleleri, sınıfın yeni bir yaşama uyanışıydı. Proletarya, deneyimiyle sınıf gücünü, toplumsal ve siyasal mücadelede kendi rolü ve önemini kavrama yoluna girerken sosyalizm ve Marksist-Leninist düşüncelerle yığınsal olarak yüz yüze geldi. Sendikal örgütlenmesi yaygınlaştı, sendikal mücadelesi gelişip güçlendi.
Ancak bu dönemin işçi hareketinin önemli zaafları da vardı. Proletaryaya dayatılan sosyalizm adına parlamentarizm ve burjuva sosyalizmi, sınıf sendikacılığı adına da revizyonist ve reformcu sendikacılıktı. Ve işçi sınıfı hareketinin iktidar hedefine yönelik gerçek bir siyasal mücadeleye atılması sürekli baltalandı. Sonraki yıllarda işçi hareketinin yenilgilerden kaçınamaması, onun bu yirmi yıllık dönemde revizyonizm ve reformculuğun etkilerinden arınamamasına bağlıdır.
Türkiye proletaryasının tarihsel “uzlaşma geleneğinden, “devletçi ideolojinin ve “devlet-millet bütünlüğü” geleneğinin “gücü”nden, Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal açıdan klasik sınıflı toplumlardan “farklılığından, bu temeldeki ideolojik şekillenişinin egemen burjuvazi ve devlete bağımlılık biçiminde oluştuğundan söz edile-gelir. Bunlardan çıkarılan sonuç Türkiye proletaryasının batı proletaryasından ve geri uluslarınkinden sınıf özellikleri ve mücadelesiyle “apayrı” bir “sınıf” olduğudur.
Açıktır ki, gelenekler, kuşaktan kuşağa aydınlar tarafından üretilen kültür ve ideoloji öğelerince aktarılır. İşçi sınıfı ideolojisinin işçi sınıfı içinde doğmadığı bilinir. Sınıfın ideolojisinin aydınlar içinde doğduğu gerçeği bir yana bırakılırsa kapitalist toplumun ideolojisi burjuva, küçük burjuva aydınlar, burjuva ideologlar, iktisatçılar, tarihçiler, sanat ve kültür adamları tarafından, sınıf çıkarlarının ideoloji düzeyinde ifadesi olarak kurulup geliştirilir, sistem haline getirip temellendirilir. Türkiye’de kapitalizmin ve burjuvaziyle proletarya arasındaki mücadelenin tarihi, burjuva ideolojisinin işçi sınıfına ilişkin yönünün çeşitli renklerle boyanan kuruluş ve gelişme örnekleriyle doludur. Sözde “ilerici, sosyalist” aydınlar, ideologlar, araştırmacı, tarihçi ve iktisatçılar, burjuva ideolojik kurgulamalara bağlı olarak işçi sınıfına devrim ve sosyalizm adına “Kemalist devletin ilericiliği ve desteklenmesi gereği”,”Türkiye toplumunun sınıf sizliği, “sınıflar-üstü devletin demokrasi ve özgürlüğün teminatı oluşu” vb. üzerine teoriler aktardılar. Proletaryayı ve ona dışarıdan sosyalist bilinci aktaracak “ilerici aydın tabaka”yı sürekli olarak burjuva dünya görüşünün, uzlaşmacılığın, reformculuğun sınırları içinde tutmaya uğraştılar.
Revizyonist, reformcu bu burjuva aydınların proletaryaya ilişkin geliştirdiği, batı proletaryasından ve devrimci halklardan, onların sınıf özellikleri, gelenekleri, demokrasi ve özgürlük potansiyellerinden “farklılık” teorileri, özünde proletaryayı burjuvazi ile birleştirmenin, onun emperyalizme, burjuvazinin ve toprak ağalarının düzenine bağlamanın teorileridir. Proletaryanın sosyalist sınıf bilincine varmasını önlemenin teorileridir. Bu güçler, altmış yıllık entelektüel üretimleri, ideolojik-kültürel çalışmalarıyla sınıfın saflarındaki aristokrat ve bürokrat küçük burjuva katmanlara epey ince işlenmiş, yoz “sosyalizm” teorileri sundular. Küçük burjuva aydınlar, ideolog ve tarihçiler ve süreçte proletarya içindeki küçük burjuva katmanla sınıfsal olarak bütünleştiler. Oluşturdukları bölünmüş farklı fraksiyonlara rağmen, tümü, proletarya içindeki burjuva partisinin fraksiyonlarıdırlar. Bunların tümü proletarya hareketini özellikle son 20-25 yıllık mücadelede sürekli olarak baltaladılar. Proletarya hareketini ve sınıf mücadelesinin her önemli dönüm noktasında ihanetlerini derinleştirerek proletaryayı, burjuvazi, gericilik ve faşizme karşı harekete geçemez hale soktular, açıktan açığa faşizmin saflarına geçtiler. 12 Eylül’de proletaryanın harekete geçemeden yenilgiye uğraması gerçeğinin temeli buradadır.
Sınıf olarak Türkiye proletaryasının batılı proletarya ve geri ülkeler proletaryasından bir “farkı” yoktur. Türkiye’de olup bitenler esasta ne batıda ne de geri ülkelerde olanlardan farklıdır. Türkiye’de Kemalist ve sosyal demokrat reformizmle altmış yıllık TKP revizyonizminin yıkıcı faaliyetleri ve sonuçları ile uluslararası işçi hareketine 30 yıldan aşkın süredir egemen olan revizyonizmin vurduğu darbenin, yol açtığı tahribat arasında özünde bir fark yoktur. Ülkede kapitalizmin, işçi sınıfı ve tarihinin gelişmesinin “özgünlüklerinin, toplumsal ve tarihsel devletçi despotik geleneklerin, tarihsel özgürlüksüzlüklerin, proletarya hareketi üzerinde “özgün” etkilerinin olacağı, ama bu etkilerin, toplumsal gelişmeyi, tarihin ve sınıf mücadelesinin dinamiklerini asla tersine çeviremeyeceği ortadadır. Türkiye proletaryasının bütün tarihi bunun kanıtıdır.
Proletarya son 20 yıllık uyanışı sürecinde yalnızca kapitalizme ve burjuvaziye karşı mücadeleye girmekle kalmadı; 20. yy. başlarında girdiği manevi ve düşünsel süreçte önemli yeni adımlar attı.
Proletarya, sosyalist düşüncelerle ellili yılların sonlarında ve özellikle altmışların ikinci yarısından sonra kitlesel olarak yüz yüze geldi. Bu dönemde mücadeleyle genişletilen fiili özgürlük koşullarında Marksist-Leninist klasikler yaygın olarak Türkçeleştirildiler. Proletarya ve aydınların en ileri ve dinamik unsurlarının düşünsel yaşamında belirgin ve kitlesel değişiklikler yaşandı. İşçi sınıfı ve genç aydınlar arasında sosyalizm ve Marksist düşünceler yayıldı. Bununla birlikte işçi sınıfı ve aydınların saflarında yayılan “sosyalizm” düşünceleri proleter sosyalizmin düşünceleri değildi. TİP-Aydınlık (Kıvılcımlı, M. Belli, D. Perinçek’i kapsamak üzere) çevrelerinin geliştirdiği burjuva “sosyalizmi”, geleneksel aydın çevrelerde ve sendika bürokrasisi içinde yayıldı. Bu “sosyalizm”in temel özelliği reformizm ve parlamentarizmdi. Elli yıllık TKP oportünist reformizminin ve Kemalist devletçiliğin mirasçısı tüm kanatları ile bu akımdı. Bu akımlar sınıf uzlaşmacılığı geleneğinin temsilcisiydiler ve sınıf hareketi ve sendikal hareket üzerinde etkili de oldular.
Bu dönemde farklı bir gelişme de gözlendi. Aydınların, burjuva sosyalizminin, işçi aristokrasisi ve bürokrasisinin gelenekselleşmiş reformcu, revizyonist sınıf işbirliği konum ve çizgisi karşısında genç aydınlar içinde “sosyalizm”, çelişmeli ideolojik karakteri ve radikal mücadele biçimiyle gelişti. Küçük burjuva devrimci sosyalizmi olarak tanımlanabilecek bu akım, kapitalist sömürü düzeni ve burjuva toplumun genel ve köklü bir inkârı üzerinde temellenmiyordu. Tutarlı anti-emperyalist ve anti-faşist ve demokratik halkçı bir muhtevası vardı. Başlıca Üniversiteli aydın gençlerin temsil ettiği bu akım ve onun çeşitli siyasal hareketleri uluslararası Sovyet revizyonizminden etkilenerek şekillenmekle birlikte çeşitli yönleriyle ona muhalefet ediyor ve Ş. Hüsnü TKP’sinin ve reformist gelenekselci aydın ve aristokrasinin uzlaşmacılığına karşı devrimci ve uzlaşmaz bir tutumu temsil ediyorlardı. Devrimci küçük burjuva sosyalizmi, gençlik hareketi içinde şekillenen THKO, THKP-C, TKP ML gibi örgütlerde temsil ediliyor, solcu siyasal çizgiler geliştiriyor ve işçi hareketinin dışında özellikle öğrenci gençlik üzerinde etkili oluyordu. Ama bu akımlar, uzlaşmaz militan konumları, mücadeleleri ve halka yakınlıklarıyla ileri işçiler ve emekçiler arasında da belirli prestij ve sempati yaratmayı başardılar.
12 Mart’a gelindiğinde sınıfın ve gençliğin mücadelesi o döneme dek görülmemiş boyutlara ulaşmasına karşın bu “sosyalist” hareketten Marksist bir hareket doğmadı. Darbeyle birlikte sınıfın sendikal hareketi de geriletildi. Darbe öncesinin reformist revizyonist akımlarından Marksist-Leninist bir hareket doğması olanaksızdı. Birkaç yıl içinde yeniden yükselişe geçen işçi hareketi, önüne, ’71 öncesinin revizyonist reformcu “sosyalizm”i, darbe dönemi boyunca daha da sistemleştirdiği bir sınıf işbirliği programı koydu. Bu akım farklı fraksiyonlara bölünmüş olsa bile onun ana revizyonist mihrakını oluşturan TKP, 74-80 arası gelişen işçi hareketi üzerinde ağır sonuçlara yol açan ve Eylül yenilgisinde temel rolü oynayan bir etki sağladı. Bu revizyonist akım “ilerici sosyalist” aydın tabakayla Sendika aristokrat ve bürokratlarının önemli bir kesimi ile, burjuva, Kemalist-devletçi entelektüel birikim ve revizyonist ideoloji temelinde belirli kitlesel birleşmeyi başardı. Bu çevrelerde kitleselleşmenin burjuva “sosyalizmi” ve parlamentarizminden proleter sosyalist bir akım doğamayacağı açıktı. İşçi sınıfı ile belirli bağlara sahip olmasına karşın bu akım ideolojisiyle uluslararası revizyonizmin bir uzantısıydı. Revizyonizmde Marksizm’in doğamayacağı kuşkusuzdu. Diğer yandan sınıf işbirlikçisi konum ve işlevleriyle siyasal ve örgütsel özellikleriyle bu akımın siyasal hareketleri, proletarya ve halktan kopuktu ve burjuvazi ve gericilikle sınıfsal ve siyasal kaynaşma içindeydi, Kemalist aydının seçkinci, bürokratik devletçi birikim ve geleneğinin mirasçısıydılar.
Böyle bir platformdan değil sosyalizm, devrimci bir akım, tavır ve konum bile yaratılamazdı.
Marksizm adına ortaya atılmış orijinal “ATÜT”, “üretici güçler” teorileri, Kemalist ve onun etkisinde şekillenen tarih, devlet, ordu ve toplum teorileri, uluslararası revizyonizmle kaynaşmanın temelini teşkil ediyor, öte yandan burjuvaziyle de “bağlaşma”, emperyalizmle uzlaşma ve egemen ekonomik siyasal sistemin restorasyonu ve güçlendirilmesinin teorileri oluyordu. Siyasal parlamentarizm ve legalizm teori ve taktikleri bu teorik temel üzerinde yükselmişti. Bu teorik birikim ve burjuvazi ve devletle uzlaşma temelinde inşa olan siyasal ve örgütsel geleneksel platform, özellikle son 20-25 yılın işçi hareketini ve uyanış içine giren aydınları derinden etkileyerek gerçek bir uyanışı sabote etti. Tüm burjuva ve küçük burjuva akımlar TKP, TİP, TSİP, TKİP”den Kıvılcımlı ve Belli’ye dek çeşitli mihraklarıyla içlerinde farklılaşan fraksiyonlar oluştursalar da proletarya içindeki burjuvazi partisidirler. Kemalist “aydınlar”, kadrocular, Hüsnüler, K.Tahir’ler, Kıvılcımlılar, Ecevitler, onların “özgün”, “ulusal” teorilerinin atalarıdır. İşçi sınıfının tarihsel rolü ve dinamiklerini yadsımak için bu teori ve akımlar tarihi ve toplumsal dinamikleri, burjuvazinin ve burjuva aydın tabakanın tarihi ve dinamikleri olarak ortaya koyuyorlar. Öte yandan toplumun en devrimci sınıfı olduğunu pratikte kanıtlama yoluna giren proletaryayı düzene entegre etme ve yenilgiden yenilgiye yöneltme faaliyetlerini sürdürüyorlar. Bu pratiğin teorilerini her önemli dönüm noktasında yeniden geliştirerek.
Eylül’ün gericilik yılları bu teorilerin de yenilenme yıllarıydı. 12 Eylül rejiminin legalitesi, yenilgi sonrası umutsuzluğa düşmüş geniş bir eski “devrimci” kitlenin varlığı, uluslararası revizyonizmin “yeni platform”u, bu akımların Eylül darbesinden sonra proletarya, sosyalizm ve Marksizm’e karşı yeni saldırılara girişmelerinin zeminini genişletti. Orijinal “yeni” “sosyalizm” teorileriyle proletarya hareketi saptırılmaya girişildi.
Proletarya içindeki burjuva partisi ve fraksiyonları, işçi hareketinin büyümesinin ve burjuvazinin taktiğindeki değişikliklere bağlı olarak gelişen bir ideolojik eğilim oluşturmak üzere serpilme imkânı buldu. Bunlar hareketin bağımsız bir sınıf hareketine dönüşmesini, Marksizm’le işçi hareketinin birleşmesini sistemli bir biçimde baltalamakla kalmadılar; proletaryanın son 20-25 yıllık hareketinde reformcu dalgalanmalara da yol açtılar.
’60’lı yılların ikinci yarısında işçi hareketi tüm tarihin zirvesine çıktı: 15-16 Haziran direnişi. Bu dönem sınıfın yolunu kesmek üzere revizyonizmin reformcu yolunun alternatif olarak propaganda edildiği dönemdi ama aynı zamanda proletarya, halk ve gençliğin devrimci hareketinde yeni olay ve olgulara yol açan bir dönem de oldu.
’68 gençlik hareketi cumhuriyet tarihinin en kitlesel ve radikal anti-emperyalist ve anti-faşist hareketiydi. Mücadeleye atılan gençliğin ileriye en açık kesimi, revizyonizmin reformcu barikatlarına çarptı. Bu, gençliğin revizyonizmin sınıf işbirliği ve uzlaşmacı yolundan kopuşuna yol açtı. Uluslararası revizyonizmin ideolojik olarak etkilediği devrimci gençlik, bu etkiye rağmen revizyonizmin reformcu, devletçi ve yasalcı yoluna tarihsel bir darbe vurdu. Bu gençlik hareketi, revizyonist ihanetle anlaşmaya, halktan kopuk ve yozlaşmış üst tabaka aydının tutumuna karşı devrimci bir tepki olarak doğan THKO, THKP-C, TKP/ ML gibi hareketlerin dayanağı ve temelini oluşturdu. Bu hareketler uluslararası revizyonizmin etkisine rağmen, Osmanlıcı ve Kemalist aydının devletçi ve uzlaşmacı konumundan uzaklaşmanın, onların sınıf işbirlikçisi “özgün” teorilerinden kopmanın da ifadesiydiler. Eklektik ulusal ve toplumsal tarih görüşlerine rağmen THKO, THKP-C ve TKP/ML gibi akımlar, Çerkez Ethem-Yeşil ordu geleneğinin ve halkçı teorilerin mirasçısıydılar. Bu yönelimleri revizyonist ideoloji ile çelişki oluşturmasına, bu nedenle de çelişik bir görünüm arz etmelerine karşın bu gelişme yine de revizyonizmin reformist yolundan kopuşun önemli bir adamıydı. Devrimci konumda tutunmanın dayanağı bu adım oldu. İçinden geldikleri emekçi sınıfların özlemleriyle devrimci biçimde birleşmeleri sömürü ve baskıyı kendi üzerlerinde de hissetmeleri, devrimci konumlarının diğer bir kaynağıydı.
’71 devrimciliği 12 Mart darbesiyle yenilgiye uğradı. Fakat proletarya, halk ve gençlik saflarında ciddi sempati ve etki yarattı, uzlaşmaz devrimci bir platform sundu, devrimci bakış açısı ve konumun, platformun yolunu açmayı başardı.
Revizyonist ihanetin güçlenmesinin yanı sıra proletaryanın bağımsız sosyalist hareketinin, Marksizm’in doğmasının koşulları da ’60’h yıllarda genişledi. Bu yöndeki gelişmenin ilk adımı Marksist klasiklerin yayılması, ikinci adımı ise revizyonizmin reformcu yoluna tepki olarak doğan ’68 Hareketi ve onun üzerinde şekillenen ’71 devrimci hareketinin tutarlı devrimci-demokrat hareketin doğuşu idi. ’60’lı yılların devrim ve sosyalizm mücadelesine damgasını vuran başlıca iki olayı bu olgulardır. Ancak revizyonizmi reformcu yolundan kopuşa götüren ve proletaryanın tarihsel devrimci rolünü genç aydınların gündemine sokan, sınıfın ve gençliğin kendiliğinden hareketindeki sıçrama, grevler direnişler, işgaller ve önemlisi 15-16 Haziran’dır. Sınıf, o yıllardaki hareketiyle yeni uyanış ve yönelişiyle sınıf mücadelesinde temel bir güç olduğunu kanıtlamıştı.
Revizyonizm 12 Mart’tan güçlenerek çıktı, ama diğer yandan ilk belirtileriyle Marksizm’e yönelişte kendini gösteriyordu. ’71 hareketinin işçi, halk, gençlik kitlelerin üzerinde yarattığı sempati ve sınıf hareketindeki canlanma, Marksizm-Leninizm’in yayılmasının elverişli koşullarını hazırlamıştı. 50 yıllık revizyonizmin ve ’71 devrimciliğinin Marksist eleştirisi eğilimi ’71’in devrimci-demokrasi hareketinin saflarında güç kazandı. Yeniden toparlanan THKO, ’71 devrimciliğini eleştirip uluslararası Marksist hareketin genel çizgisini benimsedi. THKP-C ve TKP/ML saflarında da aynı yönde gelişmeler görüldü. Teori ve pratiğiyle küçük burjuva teori ve pratiği yadsıyarak ama devrimci konum ve mücadele mirasına sahip çıkarak Marksizm-Leninizm’e varma dinamikleri, bu hareketlerin saflarında barınıyordu; Marksizm-Leninizm ancak bu güçlere dayanarak bu saflardan doğabilirdi. Teori ve pratikleriyle halktan kopmuş ve yozlaşmış revizyonist ve reformist hareketler böylesi devrimci dinamiklere sahip değillerdi ve olamazlardı. 75-80 yılları teorik ve pratik birçok cephede revizyonizme ve revizyonizmin reformcu platformuna karşı mücadele yılları oldu. Proletaryanın ve proleter devrimin teori ve taktiği sınıfın siyasal öncüsünün önceli olan devrimci-demokrasi hareketindeki dönüşmeye bağlı olarak ortaya konuldu. Yeniden ele alınıp gözden geçirilmesi gereken noktaları da içermesine karşın, proletarya, esas olarak Marksist-Leninist bir programa sahip oldu. Ülkede Marksist proletarya partisinin inşası, o zaman görülemeyen ve bünyesinde yaşayan zaaflarla birlikte, çok yönlü ve cepheli zorlu mücadeleler içersinde gerçekleşti.
Proletarya partisinin inşası süreci içte ve dışta revizyonizme ve reformculuğa karşı çok cepheli bir mücadele süreciydi. Bu süreçte ülke içinde revizyonizmin ve reformizmin saldırıları yoğunlaştıkça Marksist hareketin gelişmesinde reformist ve revizyonist hareketlerin yol açtığı ciddi ideolojik ve siyasal yalpalamalar ortaya çıktı. Bu mücadelelerde revizyonist etkilemeler ve ideolojik ve siyasal yalpalanmalar görülse de, sonuçta Marksizm-Leninizm zafer kazandı. Türkiye’de Marksizm’in yeniden doğuşu bünyede taşınan ciddi zaaflarla bir arada gerçekleşti. Revizyonizm ve reformizme karşı kazanılan teorik başarılar, gerçek Leninist militan tipinin ve Leninist öncünün inşasının pratik siyasal ve örgütsel sorunlarının çözümünde köklü bir tarzda kazanılamadı. Örgütsel hatalar ve örgütsel inşa sürecindeki ideolojik-teorik ve siyasal yalpalamalar sınıfla bağları güçlendirme, sınıfın bağrında örgütlenme, sınıfı kazanma ve sınıf sendikacılığını sendikal harekete egemen kılma perspektif ve hedeflerini zaafa uğratıcı rol oynadı. ’81 öncesi, zaafların kaynaklarıyla ilgili ipuçları yakalanmıştı ve darbe öncesinde olduğu gibi sonrasında da devrimci konumda duruş korundu. Ancak Eylül darbesi Marksist hareketi sınıfla henüz sağlam, geniş ve kalıcı bağlara sahip olmadığı ve inşa sürecinden kalan ve özellikle elli yıllık revizyonizmin “özgün ulusal teorileri”nin ve uzlaşmacı tarihsel aydın konumunun yarattığı geleneklerin etkilerinden kaynaklanan tümüyle giderilememiş bünyesel zaaflara sahiplik koşullarında yakaladı. Bu durum ağır darbelere yol açtığı gibi işçi ve sendikal hareketin geleceğini de etkiledi.

5. MARKSİST HAREKET VE ERTELENEMEZ BİR GÖREV
Bu bölümde, bazı yanlarıyla, işçi hareketinin tarihine, son 20-25 yıllık dönemin mücadelelerine, revizyonist reformcu uzlaşma çizgisi ile devrimci mücadele çizgisi ve 75 sonrası revizyonizmin reformcu çizgisiyle Marksist devrimci çizgi arasındaki mücadelelere değinildi. Bu mücadeleler, konumuzun kendisini oluşturmuyor, ancak işçi hareketine ve sendikal harekete yaklaşım açısından temel bir önemi vardır. Eğer revizyonizm ve reformizme karşı mücadelede tam bir zafer kazanılacaksa, işçi sınıfı ile sağlam ve kitlesel olarak bağlar kurma yolunda ilerlenecekse, işçi sınıfının, tarihi devrimci rolünün farkına varmasının tüm engelleri yıkılmak zorundadır. Proletaryanın, tarihi devrimci rolünün farkına varması, Marksist-Leninistlerin, Marksist hareketin revizyonizme ve reformizme karşı çok yönlü ideolojik siyasal, örgütsel teorik ve pratik mücadeleyi enerji, uyanıklık, özveri ve gelişkin bir teorik-pratik kapasite ile sürdürmesine bağlıdır. Bu mücadelenin bir yönü, uluslararası revizyonizmin sapkın, yoz teori ve pratiğine karşı mücadeledir. Diğer yönü ise, revizyonist, reformist ve Kemalist-devletçi aydınların yarattıkları “özgün” “tarih” ve “devrim” teori ve pratiğine, bunun sosyalizm ve devrim adına tarih içinde oluşturduğu anlayış ve geleneklere, bakış açısı ve alışkanlıklarıyla halktan kopmuş aydın konumuna, uzun tarihsel dönemin şekillendirdiği proletaryaya yabancı “militan tipi” özelliklerine, örgüt, yaşantı, çalışma ve ilişki tarzı anlayışlarına karşı teorik ve pratik, ideolojik, siyasal ve örgütsel mücadeledir.
Bu mücadelede Marksist hareketin içine düştüğü zaaf ve yanılgılar, yalnızca Leninist militan tipinin, örgüt ve çalışma tarzının geliştirilmesi ve Leninist örgütün inşasını zayıflatıp kösteklemekle kalmadı. Bunlar, revizyonizm ve reformculuğun yıkıcı baskısı altında olan kendiliğinden işçi hareketinin gelişimini ve işçi sınıfının sosyalizm mücadelesine kazanılmasını da büyük ölçüde zaafa uğrattı. Ancak Marksist-hareketin yanılgılarının, bir dönem içine düşülen ideolojik yalpalamaların etkileri bir yana bırakılırsa, genel teori ve taktik ilkelerinin, genel bakış açı.sı ve perspektifinin taşıdığı zaaf ve hatalardan doğmadığının altı çizilmelidir. Bu yanılgılar, esas olarak, bu bölümde vurgulanan “özgün ulusal” işçi sınıfı, “tarih”, “toplum” ve “ordu” vb. teorilerine, bu teorilere dayanan siyasal sınıf işbirliği ve örgütsel reformizmini ve legalizmin etkilerine, bu teorik siyasal ve örgütsel çizgilerin var ettiği sınıf konumuna, “militan tipi” özelliklerine, alışkanlıklarına, legalist örgüt ve çalışma tarzı geleneklerinin etki ve kalıntılarına, günlük toplumsal ve siyasal yaşamda kurulan ilişkiler üzerindeki etkilerine karşı çok yönlü mücadele düşülen hata ve zaaflardan doğdu. Tüm bu geleneksel teorik, siyasal ve örgütsel çizgi ve konumla hesaplaşma mücadelesi, esas olarak teorik bir mücadele olarak yaşandı. Bu mücadelenin, Marksist hareketin ve Marksistlerin içte ve dışta sürdüreceği günlük-pratik siyasal ve örgütsel bir mücadele olarak derinlemesine yaşanmaması, zaaf ve yanılgılara kaynaklık etti. Bu durum, Marksistlerin ve Marksist hareketin pratik dönüşümü ve arınmasını baltaladığı gibi, onların proletaryaya yaklaşmalarını da olumsuz etkiledi, proletarya saflarına yayılmayı yavaşlatıcı rol oynadı. Bu nedenle, ileri işçiler üzerinde revizyonizm ve geleneksel reformcu teori ve çizgilerin yarattığı etkilerin giderilip yıkılması mücadelesi zayıf kaldı. Marksist hareketin kendisinin ve mücadelesinin bu çelişik gelişimi, işçi sınıfının sendikal hareketinin gelişimini de önemli ölçüde baltaladı.
Marksist hareketin ve gelişmesinin bazı sorunlarına niçin değinildi?
Kemalist aydınların, reformcu tarihçilerin, revizyonist ve reformist akımların tüm Cumhuriyet tarihi sürecince yarattığı teorik birikim ve gelenek haline gelmek üzere, devrimin her dönemde ileri insan gücü üzerinde etkili kıldıkları reformcu, proletarya ve halktan yabancılaştırıcı konum, anlayış, yaşam, çalışma ve ilişki tarzı, sadece Marksist hareketi, onun militan tipini örgüt ve çalışma tarzını etkilemekle kalmadı; ama proletarya kitlelerini, proletaryanın sendikal hareketini ve proletarya saflarında sınıf sendikacılığı akımını da önemli ölçüde etkiledi, etkilemektedir. Bu geleneksel reformist, Kemalist-devletçi aydın teorileri, bu birikimin şekillendirdiği “militan tipi”, “Kemalist devrimci tipi”, uluslararası revizyonizmin yozlaşmış teorilerinin işçi kitleleri ve ileri işçiler üzerinde etkinlik sağlamasının da dayanağını oluşturmaktadır. Revizyonizmin teorik alanda mahkûm edilmesi ve ilke sorunlarında yüzünün açığa çıkarılması gereklidir ve bu yapılmıştır, ama yeterli değildir. Geleneksel “orijinal ulusal” teori ve pratik siyasal ve örgütsel uzlaşmacı konum vb.nin yarattığı tahribat ve bugün varlığını sürdüren kalıntılarıyla ciddi bir hesaplaşmaya girişilmeden, proletaryanın reformcu sınıf işbirlikçi çizginin etkisinden, sendikaların burjuva sendikacılık akımlarının denetiminden, Marksist hareketin tüm reformcu ve proletaryaya yabancı ideolojilerin baskısından kurtulması olanaklı değildir.
Türkiye proletaryası revizyonizme, onun uluslararası mihraklarına sempati duymamaktadır. Revizyonizm ve onun reformcu yolu, proletarya üzerindeki etkinliğini, doğrudan değil, burjuva aydınlarının, Kemalist tarihçilerin ve geleneksel “Kemalist-CHP devrimciliğinin” yarattığı teorik bakış açısı ve pratik siyasal, örgütsel konumla birleşerek gerçekleştirmektedir. Ş. Hüsnü TKP’sinin Kemalizm kuyrukçusu, oportünist ve legalist geleneğinin etkinliğinin burada yattığı kuşkusuzdur. Revizyonist ideoloji, bu “özgün” teori ve tahripkâr gelenekle kaynaşmıştır. TKP çizgisi böyle ortaya çıkmıştır. Böylelikle revizyonizmin reformcu yolu işçi ve sendikal harekete damgasını basabilmiştir.
Burjuva, Kemalist-devletçi aydınlar, revizyonistler ve reformistler, Türkiye toplumunun, proletarya ve halkının tarihsel “uyuşukluğu”, anti-emperyalizm, demokrasi ve özgürlük adına ne kazanılmışsa, tümünün burjuvazi ve asker-sivil bürokrasi tarafından “verildiği” üzerine teoriler geliştiriyor, bu teorilerini, devlet olanaklarıyla da desteklenerek propaganda edip yaygınlaştırıyor ve bu teorilerin işçi ve emekçiler üzerindeki etkilerini yeniden toparlayarak, geri dönüp, teorilerinin doğruluğunun kanıtları olarak gösteriyorlar. Revizyonist teori ve ideoloji, etkinliğini bu totolojik “devri daim” içinde sağlıyor.
Sınıfın sendikal hareketindeki tıkanma ve çözümsüzlükler, işte bu teori, anlayış, çizgi ve ilişkilerden kaynaklanarak oluşmaktadır. Sendika ağalan, demagojik tüm malzemelerini, burjuva aydın, tarihçi ve bilim adamlarının entelektüel üretimlerinden, toplumsal siyasal yaşamda bu teorilerin şekillendirdiği ilişki ve alışkanlıkların gücünden alıyorlar.
Türk-İş’in ağalarının “milli ekonomiyi koruma” türünden “birlik” anlayışını, onun şekillendirdiği reformcu siyasal-örgütsel “işçi” tavır ve eylemini besleyip geliştiren kaynak, kadroculardan A. Işıklı’ya, K. Tahir’e, S. Divitçioğlu’na, K. Boratav’a, hatta Ecevit’e dek burjuva devletçi aydınların toplumun manevi yaşamında yarattığı birikim ve bu birikimin dayandığı ve yaydığı tahribattır. Bu durum, yaklaşık çizgilerle reformcu revizyonist sendikal akımlar için de geçerlidir. Burjuva aydınlar, reformistler, revizyonistler ve hür türden sendika ağası klikler, işbirliği halinde, işçi sınıfının, kendi ve uluslararası mücadelenin tarihi tecrübeleriyle eğitilmesini önlemeye çalışıyorlar. İşçi sınıfını, kendilerinin çıkarları, “tecrübeleri” ve teorileri temelinde eğitip biçimlendirmenin ve sınıf işbirliği kalıbına dökmenin “mücadelesi” içindeler.
Marksistlerin ve Marksist hareketin önüne tüm bu nedenlerle yeni bir mücadele alanı daha açılıyor. Sınıf üzerindeki revizyonizmin, reformculuğun, gerici sendikal akımların ve sendika ağalarının, kısacası sınıf içindeki burjuva partisi ve fraksiyonlarının etkilerini yıkma mücadelesinin önemli bir yönü bu: Revizyonizme ve onun Marksizm-Leninizm’in sendikal çizgisinde yarattığı tahribata karşı teorik ve ideolojik mücadelenin yanı sıra, burjuva aydınların tarihsel ürünü “özgün” teorilere ve vardıkları sonuçlara karşı köklü ve uzlaşmaz teorik ve ideolojik mücadele… Bu mücadele verilmeden ve Marksizm-Leninizm’in revizyonizm ve reformculuğa karşı ideolojik mücadelesinin önem taşıyan ayrılmaz bir parçası haline getirilmeden, sınıf içindeki burjuva partisini temsil eden sendika ağası klikler ve gerici sendikal akımlar tasfiye edilemez. Proletarya içindeki, sendikalardaki burjuva partisi tasfiye edilmeden ise, proletaryanın devrimci eylem ve örgütlenmelere geçişi başarılamaz ve sınıf sendikacılığı hareketinin geniş işçi yığınlarıyla birleşmesi, sınıfın sendikal eylemine egemen olması sağlanamaz. Marksist-Leninistler ve Marksist-Leninist hareket, sınıf içindeki burjuva partisini yıkmak için, aydınların, tarihçilerin, sendikal “uzmanların”, revizyonist ve reformcu akımların yarattığı entelektüel reformist birikimi, onun reformist, legalist sonuçlarını bertaraf etmek ve sınıfın saflarından silmek zorundadır. İşçi sınıfının tarihiyle ve eyleminin deney ve tecrübeleriyle eğitimi, başka herhangi bir yoldan gerçekleştirilemez.

Nisan 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑