’89 Ekonomik Panorama

Yıllık programlar, DPT tarafından uzun vadeli kalkınma stratejilerine uygun biçimde kabul edilen beşer yıllık kalkınma planlarının, yıllık uygulama dilimlerini belirler. Ve bütçeler, programlarda yer alan dengelere ve kabul edilen yatırımlara göre hazırlanır.
Programların uygulanırlığı konusunda genel eğilim, bunlara bir formalite olarak bakmak olduğu söylenebilir.
Programın ve bütçenin hazırlanmasında kullanılan veriler DİE tarafından toplanır. Bu verilerin güvenirliği sürekli tartışma konusu olur. Bu durum sonucu, kurum başkam Prof. Dr. Orhan Güvener “korkmadan söylüyorum, ilân ettiğimiz rakamlarda artı, eksi 15 puan hata payı olabilir” der. (1) Aynı hata payı, Batı’da “binde” ile ölçülür. Kurum yetkilisinin açıklamasına göre, DİE-TFE ’88 yılı için yüzde 75,2 olmasının anlamı yüzde 60,2 ya da yüzde 90,2 olmasıdır. Mevduat faizinin yüzde 85 olduğu koşullarda enflasyonun yüzde 60,2 olması beklenemez.
’88 yıllık programında enflasyon yüzde 33,0 olarak öngörülmüştü.
Öngörülen enflasyon oranı, rant gelirleri dışında diğer gelirlerin (işçinin ücreti, köylünün ürün fiyatı vs.) artış oranını belirlemede esas alınıyor. Bunun, enflasyona karşı mücadelenin gereği olarak yapıldığı, burjuvazi tarafından sürekli açıklanır. Uygulamada böyle bir işlevi var. Fakat gerçekleşen enflasyon oranı, program hedefinden sürekli fazla olur.
Böyle bir işleyişin ürünü olarak ’89 yılı programı yapılır ve bütçesi hazırlanır, yürürlüğe konur.

1- Büyüyemedik
DİE, makro olarak ekonominin altı, dokuz ve on iki aylık gelişmelerini değerlendirerek üç milli gelir tahmini yapar. Birinci tahmin, 88 Ağustos ayında yapılmıştı. Fakat ikinci tahmin normal olarak Kasım ayı içinde yayınlanması gerekiyordu; ama yayınlanmadı. Çünkü ikinci tahminde kalkınma hızının düşük çıkması açıklamanın geciktirilmesine neden oldu. Birinci tahminde GSMH cari fiyatlarla yüzde 72,6 artar ve sabit fiyatlarla büyümede yüzde 7,2 olarak hesaplanır. Yapılan ikinci tahminde büyüme yüzde 5,2 olarak bulunur. Ama geç açıklanan süre içinde bütçe görüşmelerinde “büyüdük ve onun için enflasyonda bu kadar artış var” tezi sürekli işlenir. Ayrıca kasımda mahalli seçimler düşünüldüğünden, ikinci tahmin açıklanmaz. Neymiş, enflasyonun (resmi rakam) yüzde 80’lerde olması büyümenin bedeliymiş. Yapılacak olan üçüncü tahminin ne olacağı şimdiden (bu çalışmanın yapıldığı sıra) bilinmese de, ikinci tahminin yüzde 5,2 olması, ’87 yılı yüzde 7,4 büyümesine göre, hayli düşük.
Aslında birinci tahmine göre hesaplanan ’89 yılı makro ekonomi dengeleri, büyümenin yüzde 7,2 değil 5,2 olmasına göre (gerçi üçüncü tahminde bunun daha da düşeceği konusunda ciddi kuşkular var) yeniden belirlenmesi ve ona uygun olarak hazırlanması gerekmektedir.
Yani, son iki yıl karşılaştırıldığında enflasyon artarken, büyüme düşmüştür. Hani enflasyon, büyümenin sonucuydu. Yaşanan ekonomik koşullarda açmazların egemen sınıflar adına mucidi ANAP hükümetinin, burjuva ekonomi politiğine bulunduğu “katkıların” balonu, çabuk sönüyor.
Nedense büyüdük nakaratı yapılırken, ne kadar kalkındığımız hiç tartışılmaz.
Ekonomide görülen “gelişmeye” karşılık, fiyatlarda görülen hızlı artış, işsizliğin büyük boyutlarda olması, gelir dağılımında emek gelirleri aleyhine hızlı bozulma, ekonomik refahın dengeli bir şekilde dağıtılmaması kalkınmanın gerçekleşmediğini ortaya koymaktadır.
’89 yılında büyüme hızı yüzde 5 ve GSMH deflatörü yani, GSMH’nın faaliyet kollan için ortak tespit edilen fiyat artış oranı yüzde 49 iken, yıl sonu itibariyle enflasyon hedefi yüzde 38 olarak öngörülmüştür.
Hedeflenen büyümenin sağlanabilmesi konusunda ciddi şüpheler vardır:
Ekonominin ve sanayinin önemli sektörü imalat sanayinin ’88’e ait gelişme rakamları, İSO’nun yaptığı bulgulardır; buna göre, imalat sanayisi ilk üç ayda yüzde + 16; ikinci üç ayda yüzde + 1,6; üçüncü ayda yüzde-5’e dördüncü üç ayda (tahmini) yüzde -6 olarak gelişme gösterir. Görüldüğü üzere üçüncü ve dördüncü üç ayda, eksi (-) büyüme sebebiyle üretim artmayıp, daralmıştır.
Büyümenin birinci tahmini hesaplanırken imalat sanayisi sektörüyle ilgili olarak dikkate alman veriler, birinci ve ikinci üç aya ait olan yüzde + 16 ve + 1,6’dır. Buna göre sanayisi sektörünün alt faaliyet kolu imalat sanayi yüzde + 10,0 büyür.
Fakat ikinci tahmin için üçüncü üç aylık yüzde -5,6 alındığında, imalat Sanayisi yıllık büyümesi yüzde + 6,0 olarak hesaplanır.
Birinci ve ikinci tahmin arasında büyük fark; yüzde 10,0’dan 6,0’a geriliyor. Aynı tahminler sanayisi için ise, yüzde 8,8’den 5,5’e iniyor.
Büyümenin 3 üncü tahmini için imalat sanayinin tahmini gelişmesi yüzde -6,0’ın dikkate alınması gerekecek; bu, hem imalat sanayi büyümesini ve dolayısıyla sanayi sektörünün de daha çok gerilemesine sebep olabilir. Bunun diğer sektörleri de etkileyeceği hatırlanırsa, ’88 yılına ait büyümenin yüzde 3’lere düşeceği beklenebilir.
’88 yılında belirtilen koşullarda kaynakları daralan gelişmeyi devralan ’89 ekonomisinin, sanayinin yüzde 6,5’i ve GSMH’nın 5,0 büyümeyi gerçekleştirmesi olası görülmemekte.
Çünkü bu büyüme hedefi, birinci tahmin çalışmalarına göre öngörülmüştür. Ama ikinci tahmini büyümede gerilemenin olduğu hesaplanıyor. Bu halde, 88’den alınan kaynaklarda o anlamda azalma olduğu ve bu sebeple sağlayacağı büyüme miktarını da etkilemesi düşünülmelidir.
Çünkü imalat sanayi örneğinde görülen gelişmenin diğer faaliyet kollarını da etkilemiş olması ve ’89’a bu koşullarda yani gerileyen bir konjonktür içinde girilmesi ve bu sebeple, bu yıl ekonominin iyi bir performans göstermeyeceği konusunda kuşkulan artırıyor.
Ayrıca ekonominin bu konjonktürden kurtulması zor görülüyor; çünkü ücretlerin ve tarım ürünleri fiyatlarının düşük tutulması ve de yatırımların artırılması gibi ekonomi politikaların izlenmesi öngörülmektedir.
Yani ’89 yılında öngörülen büyümeyi gerçekleştirmek zor; çünkü kamu sektörü yatırımları en alt düzeye indirmesi ve durgunluğun devam etmesi beklendiği (2) için özel sektöründe özellikle imalat sanayisinde yeni yatırımlara istekli olmadığı ve tarım sektörünün de yüzde 5’ler altında büyüme sağlayacağı hatırlanmalıdır.

2- Yine Enflasyon Üzerine
‘89 yılı programında öngörülen enflasyon oranı yüzde 38’dir. ANAP iktidarının bu konudaki özelliği de, gerçekleşen enflasyon oranının hedeflenenden sürekli fazla olmasıdır. Geçen ’87 ve ’88 yıllarında yüzde 20 ve 33 olarak öngörülen enflasyon oranı, sırasıyla yüzde 48,9 ve 80 olarak gerçekleşir (bunlar, resmi rakamlar).
Bu halde Özal’ın bu yıl da “ilkesizlik” yapacağı beklenilmemeli…
’87 yılının son dört ayında (Eylül – Aralık) ücretliler, perakende ya da tüketici fiyatları endeksi (TFE – DİE) artan bir trend izleyerek yüzde 2,1’den 10,8’e yükselir; ve ’88’in ilk iki ayında azalır, yüzde 6,2’ye kadar iner; fakat Mart ayında tekrar yüzde 7,0’ye çıkar. Yine aynı dönem itibariyle toptana ya da Toptan Eşya Fiyatları (TEFE-DİE) ’87 yılı kasım ayında yüzde 6,2’ye yükselirken, aralıkta yüzde 1,2’ye düşer ve geçen yılın ilk iki ayında artar ve Mart’ta yüzde 7,6’ya kadar yükselir.
Geçen yılın sonuna doğru tüketici ve toptan fiyat endeksleri azalan bir trend izler, sırasıyla yüzde 4,3 ve 3,9 olur. Her iki endekste yılsonuna göre, bu yılın ilk iki ayında artar.
Yılsonu itibariyle aylık fiyat artışlarında denetim alınıyor görülen gelişme, yılın başından itibaren bazen artan ve bazen de azalan bir gelişme gösterir.
Ocak ve şubat aylarını kapsayan ikişer aylık tüketici endeksi ’88’de yüzde 5,9’dan, ’89’da yüzde 13,2’ye çıkar; toptan fiyat endeksi benzer gelişme gösterir yüzde 5,7’den 10’a yükselir.
Ocak ve şubata aylarında 12’şer aylık tüketici endeksi geçen yılda yüzde 23,5 ve 23,4 iken, bu yılda yüzde 71 ve 69,3 olur. Yine aynı dönemler itibariyle toptan fiyat endeksi, her iki ayda sırasıyla yüzde 30,2 olarak gerçekleşirken bu yılda yüzde 69,3 e 72.5 olur.
Genel de Şubat ve Eylül ayları, giyim eşyalarındaki mevsim sonu indirimli satışlar sebebiyle, enflasyonun daha düşük çıktığı aylar olur. Ancak, bu kez şubatta ocak ayma oranla düşme olduysa da, yine de yüksektir. Bu, ’88 sonuna doğru yaşanan tırmanmanın etkisinin devamından kaynaklanmaktadır. Yani enflasyon konjonktürel olarak yükseliş çizgisine özellikle son iki yıldır yerleşmiştir. Aylık gelişmelerde böyle olduğu gibi iki ve on iki aylık dönemler itibariyle bakıldığında benzer gelişme gözleniyor.
Bu, izlenen ekonomi politikanın enflasyonu düşürme konusunda başarılı olamadığının ve bir yönüyle de olamayacağının göstergesidir.
İzlenen enflasyonist politikanın sonucu olarak, enflasyonun kurumsallaştığından söz edilebilir.
Üretimde girdi maliyetlerini etkilemesi nedeniyle, kamu kuruluşlarının zamları enflasyonu besleyen önemli bir faktördür, önemli maliyet öğelerinden biri de, ekonomide devletin etkinliği sonucu KİT ürünleri fiyatlarıdır. Bunların ar tısı fiyatları yükselten bir sebep olabilmektedir. Ayrıca bir yönüyle özel sektöre emsal oluşturuyor; yani özel sektör fiyat artışlarını da teşvik ediyor. Elde mevcut veriler, hem özel hem de kamu sektörünün hemen hemen aynı oranda zam yaptıklarını göstermektedir. Ekim ’87 ile Ekim ’88 arasında imalat sanayisi sektöründe devlet fiyatlarını yüzde 93,6 oranında, özel sektör ise yüzde 90,5 oranında artırmıştır.
Enflasyonu kurumsallaştıran temel öğeler: Yukarıda belirttiğim gibi KİT’lerin ürettiği mal ve hizmet fiyatlarının sürekli artırılması / zamlar biçimindeki fiyat politikası; “serbest” ya da “yüksek” faiz politikası ve günlük kur uygulaması denilen “gerçekçi” kambiyo kuru politikasıdır. Yani zamlar, döviz ve faiz politikalarının oluşturduğu 3’lü sarmal yapının ürünü; enflasyonun kurumsallaşmasıdır.
Şu da tartışılabilir: belirtilen politikalar, enflasyonun bir türevi mi, yoksa enflasyon bu politikaların bir türevi mi?
’80’li yıllar gösterdi ki üçlü sarmal yapı enflasyonsuz var olamaz.
Bu anlamda, enflasyon yapısal bir olgudur.
Ya da enflasyon, krizin belirgin dışa vurumudur.
Bir dönem ekonomik gelişmenin iyi olmadığı konusun da çıkışlar! yapan ve sesini yükselten, fakat somadan “dut yemiş bülbül gibi” sesi-soluğu kesilen TİSK başkanı Halit Narin ” ’89’da enflasyonun düşeceğini söylesem, sanayicilere ayıp olacak; düşmeyeceğini söylesem, hükümete ayıp olacak” diyerek, bugünkü ekonomik koşulları yorumlar. Devamında sanayici olarak her ayın sonu “bir sene kadar uzun ve bu sebeple ’89 yılında on iki sene” yaşanacağım söyler. (3)
Enflasyonu düşürücü etkisinin olacağı iddiasıyla, emisyon artışını frenlemesi anlamında iç borçlanmaya gidilir. Bunun sonucu ’84 sonrasında iç borç sürekli artar; ’87 yılı sonunda 15,8 trilyon olan borç geçen yıl içinde yüzde 57,6 artarak 24,9 trilyona yükselir.
Bu artışın yarattığı sorunları Özal’ın, yerli prenslerinden Adnan KAHVECİ şöyle açıklar: Ülkemizde enflasyonun bir nedeni de (çok değil, iki yıl öncede enflasyona karşı mücadelenin önemli bir aracıydı, bugün nedeni) “birikmiş borçların ödemek zorunda kaldığımız faizleridir” (deneme-yanılma yöntemi ve maliyeti) ve bu faizleri ödemek için “günde 1,3 milyar lira basmak zorundayız” ve bunu ’89 Ekim’ine kadar devam ettirmeye mecburuz, “o zamanda enflasyon durmaz” (4).
Bütçe açığının 4,4 trilyon olarak öngörüldüğü halde geçen yıllarda olduğu gibi yüzde 100 artmasıyla 9 trilyon olarak gerçekleşmesi ve borç ödemelerini kapsayan transfer harcamalarında bütçenin yüzde 50’si kadar olması gibi koşulların emisyonu artırıcı etkisi olacak. Bu halde izlenen açık finansman politikasını enflasyon üzerinde katalizör etkisi olacağı hatırlanmalıdır.
KAHVECİ’nin görev aldığı hükümet, bu şartlarda enflasyonun düşebileceği propagandasını yapıyor olmakla “ciddiyetlerini” itiraf etmiş oluyorlar.
Hem de bu gelişmenin salt bu yılla sınırlı kalmayacağı anlaşılıyor. Çünkü hükümet yetkilisi Elazığ’daki burjuvazinin ülke çapında merkezi örgütü TOBB’nin bölge toplantısında “1992’ye kadar sabır tavsiye ediyor” (5).
Peki iç borçlanmanın arttığı bu sürede emisyon hacmi artmadı mı? Evet, arttı; ’87 yılı sonuna göre yaklaşık yüzde 50 artarak, geçen yılda 4,5 trilyona çıkar. Ayrıca, ’88’in son dört ayında emisyon artış oranları, ’87 yılının aynı döneminden daha fazladır. Geçen yılın ocak ayında emisyon yüzde 3 daralır ve şubatta yüzde 0,2 genişler. Buna karşılık bu yıl her iki ayda da yüzde 2,8 ve 9,2 artar.
Şu biliniyor ki, emisyonda artış / genişleme fiyatlara etkisini belli bir süre sonra gösterir. Yani, gecikmeyle yansır.
Enflasyon konjonktürel olarak yükseliş çizgisine yerleşmiş durumda ve bu yüzden ’89 için açıklanan yüzde 38’lik enflasyon hedefinin üçte biri şimdiden iki ayda gitmiştir.
Diğer yandan bu yılki programda GSMH ile ilgili hesaplarında deflatörün yüzde 49’un belirlenmesinin anlamı; bu, iktidarın enflasyondaki tırmanışın süreceğini kabullenmesidir. Açık olan şu ki; iki aylık veriler enflasyonun devam edeceğini ve yüzde 49’luk deflatörü de fazlasıyla geçeceğini gösteriyor.
Yerel seçimlerin ardından nisan-mayıs aylarındaki gerçekleşmeler, bu durumu daha iyi ortaya koyacaktır.

3- Bankalar: “Enflasyon Düşmesin!”
Önümüzdeki dönemde enflasyonun “düşmesi” halinde, kredi maliyetlerinin de buna paralel olarak düşmesini, kredi kullanıcıları / sanayiciler talep edecek; çünkü kredinin kullanımından doğan faiz, 3 aylık dönemler halinde ödeniyor. Krediyi plase eden bankalar ise mevduata vadesinde faiz ödüyor; bu süre, genellikle bir yıl.
Yüksek enflasyon bankalara kâr getirir, fakat yüksek kredi faizli dış kaynak kullanımı ve geri ödemelerdeki zorlanmalar da “sanayiciye huzursuzluk” getirir. (6) Tabi ki bundan bankası olan azınlık holding grupları kastedilmiyor. Bunun sonucu olarak Akbank geçen yılda sermayesini 120 milyardan 500 milyara çıkarır ve vergi sonrası net kârı da 306 milyara yükselir.
Enflasyon oranı ola ki düşerse, para sermayesinin kullanıcısı yani krediyi alan faizinin düşmesini, diğer yandan da mevduat sahibi, faizin düşmemesini isteyecek. Yani faizin indirilmesine enflasyon engeli… Para sermayesini yatıran ile kullanan arasında, faiz konusundaki çelişki kendisini bu şekilde gösterecek. Bu anlamda faizin inmesinden dolayı arada bir fark doğacak ve bu da, para sermayesini toplayan ve plase eden bankalara ilerde ek maliyet demektir. Topladığı mevduatın maliyetini, o’nun kullanımından yani kredi faizinin geliri ile karşılaması zor olacaktır. Toplanan mevduatın plase edilememesi, bugün bankalar bu sıkıntıyı yaşıyor ve edildiğinde de geri transfer edilememeleri bankaların ve bu anlamda finans sektörünün krizini derinleştirir, aynı şekilde enflasyon oranının inmesinin de benzer sonuca sebep olacağı düşünülebilir.
’89’da enflasyon hedefi yüzde 38 iken diğer yandan mevduat faizinin yüzde 70’ler üzerinde olması hali, makro politika açısından ne denli gerçekçi?
Enflasyon oranı yüzde 30’lara ya da 40’lara inecekse (!) elinde yüzde 85’lik mevduat bulundurması banka açısından zararlı olduğu açık. Banka daha düşük maliyetli para sağlamak olanağı varken, daha önceden söz verdik diye o dönemdeki mevduata, dönemin şartlarına göre layık olduğundan daha fazla bir para vermek zorunda kalacaktır. Ve banka o gün ona o faizi verirken, o mudiinin mevduatından kâr değil, zarar edecektir. Bu halde, bankacılık sektörü geçmiş kârlı yıllara özlem mi duyacaktır?
Ayrıca imalat sanayi büyük bir finansman sıkıntısı içinde olup, iç talep de düştü ve buna bağlı olarak kapasite kullanımı da azalıyor. Ülkemiz de sanayi öz kaynaklara dayalı olarak değil de borçlanmaya dayalı olarak geliştiği için, kısıtlayıcı ekonomi politikaları döneminde sanayi finansman krizine giriyor. Finansman krizi bir süre sonra bankacılık krizini doğuracaktır. Bu halde, ’89’da bankacılık sektöründe bir kriz yaşanabilir mi?
Sektöre yönelik bu analiz bazı bankalar şahsiyetinde somutlaşacak ve krizi yaşarken, bazıları da kârlılıklarını devam ettirecekler.
Sonuç olarak; Belirtilen hallerde, yani enflasyon oranı ile mevduat faizi arasında farkın büyük olması ve plase edilen kaynakların geri ödenmemesi koşullarında, sektörün ve özelinde bazı bankaların ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalmaları şaşırtıcı olmayacaktır.

4- Bütçe: “40 Yamalı Bohça!”
‘80’ler Türkiye’sinde bütçe bir formalite gibi değerlendirilmekte…
Bu sebeple bütçe, gelir ve gideri dengeleyen bir hesap tablosu değil; Ekonominin dengelerini kuracak bir önlemler paketi olarak hazırlanır ve “Egemenlik, Kayıtsız Şartsız Milletindir”in sahnesi parlamentoda tartışılır; ama sonuç yine de bir formaliteden öte gitmez.
Bütçenin gelir kaynakları ve sağlanması, yatırım, cari ve transfer harcamalarının belirlenmesi ile ilgili tercihler belli bir hedef doğrultusunda dengelenmemiş ise, bütçeler ekonomide krizi arttırmanın aracı olabilir.
Farklı olduğunu iddia etmek ne mümkün?
’89 Bütçesi’nin de farklı özelliği olduğu iddia edilemez.
Genellikle parlamentoda konuşulan bütçelerle yıl içinde uygulanan bütçeler arasında hiçbir ilişki kalmamaktadır. Bu ülkemizde iktidarın taviz vermediği özelliğidir.
Ayrıca tüm gelir ve gider kalemlerinin bütçede şu ya da bu gerekçeyle gösterilmemesi hali de bütçenin genelliği, birliği ve halka “açıklığı” ilkeleriyle çelişmektedir. Öyle kurumlar vardır ki (örn: MİT), yaptığı harcama ve gelir kaynağı bütçede gösterilmez.
’84’lerden sonra yoğunlaşan fonların, bütçe dışında tutulması da öz olarak yine bir çelişkidir.
Bu durum bir yönüyle de işleyen burjuva çarkının, yasama ile yürütme organı arasındaki ilişkinin örneğidir.
’89 yılı için öngörülen bütçede gider 32,7 trilyon ve gelir 28,3 trilyon olup; açık 4,4 trilyondur. İlk defa olarak açık bu kadar büyük miktarda ve yüzde 13,5 oranında öngörülüyor. Gerçi bütçenin hazırlanmasında belirtilen açık oranı, ’85 sonrasında sürekli artar; 86’da yüzde 6,9 iken 88 yılında ise 10,4’e yükselir.
Yine bütçede açığın borçlanma ile karşılanacağı belirtilir.
Bir yandan borçlanmanın ekonomiye getirdiği yükü anlat; diğer taraftan yeniden borçlan ve bunu da “hesap bilirlik” olarak sun.

BÜTÇE GELİR, GİDER FARKI (1985-1989)
FARK
GELİR     GİDER     GERÇEKLEŞEN     ÖNGÖRÜLEN
1985        4467        5263        787            510
1986        7153        8311        1158            504
1987        10540        12697        2157            931
1988-(1)    17375        21473        4098            2157
1989-(2)    28256        32733        –            4477
AÇIKLAMA:     (1) Tahmini-gerçekleşme DİE
(2) Program hedefi

Tabloda görüldüğü üzere, son dört yılda bütçe açıklan programlanandan yüzde 100 daha fazladır. Benzer gelişme bu yıl da yaşanacağı için, açığın yaklaşık 9 trilyon olacağı tahmin edilebilinir ki, yüzde 50’sinin transfer harcamaları olan bütçede yaklaşık yüzde 27,5’i de açık olacaktır. Bu bütçeye “iyi” diyebilen cahil bile değildir…
Bütçe açıklarının artması sonucu, bu açığın GSMH oranı yüzde 2,8’den 5’lere yükselir.
Bütçe gelir kalemleri: Her yıl bir önceki yıla göre yüzde 50’ler üzerinde artacağı öngörülmüş ve buna uygun oranda gerçekleşen artış kaydetmiştir. Bütçe gelirleri ’86 ve ’87 yıllarında yüzde 5’ler oranında daha fazla gerçekleşirken geçen yılda ise yüzde 5,5 kadar azaldığı tahmin edilmektedir. Gelirlerin hedeflenenden fazla gerçekleşmesi üzerine yetkililer sevinerek bunu ifade ederler; “işte aldığım önlemlerin başarısı”… Aslında böyle bir artışta, enflasyonun gelir yaratıcı etkisi dikkate alınmak istenmez.
’89’da bütçe gelirleri içinde vergi kalemleri tutarı 24,4 trilyon olup, bunun yüzde 32,4’ü gelir yüzde 13,1’i de kurumlar vergisine aittir. Öyle bir mali sistem benimsenmiştir ki, istisnalar sebebiyle bazı firmalar hiç vergi vermemektedir. Aynı benzer istisna ücretli için geçerli değil! Vergi gelirlerinin GSMH’ya oranı demek olan vergi yükü, bu yıl yüzde 17,5 olarak hesaplanır; kamunun tüm gelirleri dikkate (fonlar vs.) alındığında vergi yükü 36, Te yükselmektedir. Bu halde makro olarak iç tasarrufun daha artmasından bahsedilemez; çünkü biliniyor ki, gelir dağılımı çalışan emekçi aleyhine her geçen yıl daha da bozuluyor ve vergi yükünün de bu oranda olması, geriye kalan gelir ancak marjinal yaşamaya yetecek kadardır. Onun için iç tasarrufların yüzde 35’lerin üzerine çıkacağını tahmin etmek büyük oranda zorlamayla olacaktır. Bu anlamda iç tasarrufların daha fazla olması ne mümkün ne de gerçekçidir.
Kamu’nun 58,2 trilyon lira gelirin sadece yüzde 48,6’sını bütçe geliri olarak gösterilirken, geriye kalan para ne oluyor? Kamunun gelirinin çok büyük kısmının bütçe dışına kaydırıldığı anlaşılıyor.
Vergi Gelirleri Dağılım: ’80’ler döneminde bütçede vergi gelirleri içinde dolaylı vergiler payı artan, dolaysız vergilerinki de azalan bir trend izler. Kamu gelirlerinin bütünü açısından incelendiğinde dolaylı vergilerin payının daha fazla artacağı gözlenmektedir. Burjuva ekonomi politiğin maliye politikası açısından vergi gelirlerinin belirtilen dolaylı ve dolaysız ayrımı ve topluma etkisinin farklılığı nedeniyle, dolaysız vergilerin artmasını kabul görür; çünkü tüketilen mal ve hizmetlerin vergilendirilmesi demek olan dolaylı vergiler, tüketicilerin bütününü yani emekçi halkı ve burjuvaziyi aynı oranda etkiler. Yani zengin-fakir, varlıklı-yoksul ayrımı yapmaz. Bu durumda verginin “gelir dağılımını adilleştirici” işlevini yerine getirmediği sonucu çıkar; hani ne denir! Az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınacağı söylenir. Fakat dolaylı vergilerin (örn: KDV, taşıt alım vergisi, harçlar vs.) çok kazanandan az, az kazanandan çok alımı sağlar. Bir başka anlatımla tüketime ayrılan paranın harcanması sırasında vergilendirilmesi dolaylı vergidir.
Sabancı’nın toplam geliri içinde tüketime ayırdığı miktar küçük bir tutar iken, bir Akbank’ta ya da Bossa’da çalışan işçi ise gelirinin hemen hemen tümünü ayırmak zorunda kalır ve her ikisi de aynı oranda (yüzde 10 gibi) KDV verir. Sakıp Ağa TV’ye KDV reklamı için neden çıkıyor ya da neyi meşrulaştırmanın aracı olarak reklam yapıyor?
Söylendiği gibi dolaylı verginin, gelir dağılımını adilleştirici bir yönü yok; çünkü kapitalist bir toplumda tasarruf eden kişiler esas olarak burjuvalardır. Burjuvazi de ne kadar zenginse tasarruf etme gücü o kadar fazladır. Tüketimden alınan dolaylı vergiler, gelirin tüketilen kısmına yüklenir ve tasarrufları vergiden muaf tutar; sistemin işleyişi, sermaye birikimin sağlanması ve yatırımların yapılması içindir.
İşçiler ile burjuvazi ayırt edilmeden, tüketim harcamaları yüzde 10 KDV’ye tabidir. Bu durumda işçiler gelirlerinin hepsini tükettikleri için toplam gelirinin (gelir vergisine ek olarak) yüzde 10’unu vergi olarak öderken; burjuvazi ise, toplam gelirinin yüzde 40’nı tüketiyorsa, sadece bu bölüm üzerinden yüzde 10 vergi öder. Bu halde işçi gelirinin yüzde 10’unu ve burjuvazide toplam gelirinin yüzde 4’ünü (ki, harcanabilir gelir oranının azalmasına bağlı olarak bu pay da azalır, örn: yüzde 40’ını değil de, yüzde 10’nu tüketseydi toplam gelirinin yüzde 1’ini) vergi olarak devlete verecektir. Yani, toplam gelir içinde, tüketime ayrılan kısım azaldıkça, dolaylı vergi oranının toplam gelire oranı da paralel bir gelişme gösterir ve bu anlamda ödediği vergi de azalacaktır.
Görüldüğü üzere gelir dağılımını değil “adilleştirici”, daha da bozduğu anlaşılmaktadır.
Vergi gelirleri toplamı içinde dolaylı vergilerin payı ’81’de yüzde 35,5 iken bu oran, sonrası yıllarda artarak ’87’de yüzde 50,2’ye kadar yükselir.
Aslında bütçe açıklarının giderek büyümesine sebep olan faktörler, vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin ağırlığının önemli oranda arttığı bir yapı haline dönüşmesine neden olmuştur.
Bunun gereği olarak, ’89’da dolaylı vergilerin payının yüzde 54,5’e yükselmesi öngörülmüştür.
Emek gelirleri açısından, fiili tüketim gelirinin azalmasını sağlayan bu oran ile yoksulluk daha da artacaktır.
Bütçe giderleri; yüzde 60’ları aşan artışla bütçe giderleri programlanır. ’86 ve ’87 yıllarında gerçekleşen miktarlar öngörülenlerden yüzde 14’ler kadar daha fazladır ve bu fark, ’88’de yüzde 3’e iner. Bütçe giderleri kendi içinde karşılaştırıldığında Diyanet İşleri Başkanlığı 232,6 milyar TL bütçesi ile yedi bakanlık (Çalışma ve Sosyal Güvenlik, Sanayi ve Ticaret vs.) bütçesinden daha fazla ödeneğe sahip olduğu görülmektedir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın bütçesi 32 milyar TL’dir. Ayrıca Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bütçesi ise 797 milyar olup, İçişleri Bakanlığının ise 192,3 milyardır. Bunun da adı, sosyal adaleti “sağlayacak” bir bütçe, oluyor!
Ayrıca 32,9 trilyonluk gider bütçesinin yüzde 49,8’i transfer, yüzde 12,7’si cari ve yüzde 16,2’si yatırımlara ayrılmış olup, geri kalan yüzde 21,3’ü personel giderleridir. Personel giderlerinin cari veya transfer gider olarak değerlendirilmesine bağlı olarak, bu oranlarda büyük miktarda artış olacaktır. Görüldüğü üzere bütçenin borç ödemelerine ayrılmış olmasının anlamı, hem açığın ve hem de ekonomiye yarattığı sorunlara karşın borçlanmanın yine de artacağıdır. Yatırımlara ayrılan payın düşük olmasının, büyümeye ve istihdama etkisi olumsuz yönde olacaktır. Yani büyüme öngörülenden düşük olabileceği gibi işsizlikte azalmayıp artabilecektir.
Özal döneminde uygulanan bütçelerde, gerçekleşen açıklar öngörülenden yüzde 100 daha fazla olduğu için bu yılda bütçe açığının yaklaşık 9 trilyon (gider bütçesinin yüzde 27,5’i) olacağının beklenmesi ve borç ödemelerini kapsayan transfer harcamalarının da bütçenin yaklaşık yüzde 50’si olması gibi etkenlere bağlı olarak, emisyon miktarının bir hayli artacağı (ki ’89’de yüzde 49,3 artar ve 4,4 trilyon olur) tahmin edilebilir ki yaklaşık 7 trilyon civarında olacağı beklenebilir.
Bu da enflasyonun yükselmesi demektir.
Belirtilen koşullarda ’89 Bütçesi, “kırk yamalı bohçadır…”

5- Özelleştirme: “Devlet Malı Deniz” mi?
Kamu işletmeciliğine ANAP’ın yaklaşımı, “hükümet olduğumuzdan beri KÎT’ler kâr ediyor” tâbi ki zamlar sayesinde; kârlı oldukları halde zamların yapılmasını / devamını ise “kârlar fiktif” diye açıklarlar. Bukalemun’a taş çıkartacak yaklaşım… Pek çok işlevleri üstlenen bir ekonomi politika olarak gündeme getirilen ve TELETAŞ’la başlayan özelleştirme, diğer bazı kuruluşların satışıyla güncelliğini korur.
Özal’ın özelleştirmeden sorumlu ithal prensi Cengiz İsrafil, geçen yıl içinde görevinden alınır.
Cengiz İsrafil, ABD Kongresi’nde de konu olur. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın, Teletaş’ın yabancı sermayeli ortağı Bell Ma. Co. (Belçika) şirketi ve Cengiz İsrafil ile olan ilişkisinin Kongre’de soruşturulması kabul edilir.
Geçen yıl 5 bin TL’si olarak piyasaya sürülen hisse senetleri, yakın dönemde sermaye piyasasında yarı fiyattan işlem görür. Son bir yılda dört aracı banka TEB, İktisat, Tekstil ve Vakıfbank’ın borsada işlem gören 705 bin senetten 430 binin (yüzde 61’dir) Cengiz İsrafil tarafından Belçikalı yabancı ortak (bunun payı yüzde 39) adına topladığı ve senetlerin DPT-Yabancı Sermaye Dairesi’nin izni ile yabancı sermayeli Bell şirketine devredilebileceği basında yer alır. (7) Yabancı sermaye lehine, tekelcilik güçlendirilir.
Bürokratların yabancı sermaye ile ne tür ilişki içerisinde görev yaptıklarını gösteren güzel bir örnek.
Kamu kuruluşlarının zarar edenleri halka fatura edilirken, zamlar sayesinde kârlı olanlarda özelleştirme gereği satılır.
Kime? Nasıl mı?
Bir başka örnek: (8)
Boğaziçi Hava Taşımacılığı (BHT) ESKA, NET, SİLKAR ve AER LİNGUS (İrlanda) konsorsiyumuna halktan gizli tutularak, hırsız malı misali 2 Boeing 727 yolcu uçağı, 2 Boeing 727 Kargo uçağı ve 2 DC-10 uçağı 7 milyon dolara (yaklaşık 14 milyar TL) satılır. BHT’nin yüzde 49 hissesini ve yönetimini AER LİNGUS alırken, diğer ü firma yüzde 17’şer eşit payda hisseye sahip olurlar. İlk uçağı ’88 Mayıs’ta uçan BHT’nin yedi aylık net kârı 6 milyar olup, 25 milyar mal varlığına sahiptir.
Bu haliyle BHT: “Satılmadı, hibe edildi.”
Bununla da “mülkiyeti tabana yayma” ve “iktisadi demokrasiyi gerçekleştirme” sağlanıyordu.
BHT’nin ardından USAŞ, 9 Şubat 1989’da İskandinav Hava Yolları’na halktan gizli tutularak satılır. Geçen yıl geliri 36 milyar 102 Milyon olan USAŞ’ın bilanço kârı 15 milyar 289 milyondur. Toplam özvarlıkları 33 milyar 311 milyon olan USAŞ, 27 milyar 888 milyon (14 milyon 450 bin dolara) satılır. Fakat aynı USAŞ’a ABD – Morgan Guaranty firması 1984 yılı sonu itibariyle 64 milyon dolar fiyat belirlediği hatırlandığında; USAŞ’ın da hibe edildiği anlaşılıyor.
Ve diğerleri…
Evet; “devlet malı deniz” mi?
Görüldüğü üzere özelleştirme, başlangıçtan itibaren gelişmelerin halktan gizli tutularak kamu malının yabana sermaye ve özel sektöre peşkeş çekilmesinin (iflas eden özel sektör kuruluşlarının devletleştirildiği hatırlanmalı, ör: Asil Çelik), ucuza kaynak aktarımının sağlanmasıyla tekelciliğin güçlendirilmesinin ve sermaye piyasasının geliştirilmemesinin politikası oluyor.
Ya da özelleştirmenin diğer adı yabancı sermayeyi teşvik etmek mi? Yahut devletin sanayiden çekilmesi mi?

6- Daralan İmalat Sanayi
Türkiye’de ’80’li yıllarda izlenen ekonomi politikanın sonucu, imalat sanayi dalında ekonomik “büyüklükte” ileri teknolojiye dayanan bir yatırım yapılmaz. Yapılanlar ise mevcutları büyütme ve modernleştirmedir. Buna karşın bu sanayi dalında üretim artışının esas sebebi kapasite kullanımındaki gelişmelerdir. Geçen yılın sonuna doğru, kapasite kullanım oranı yüzde 72’ye kadar geriler. Bu yıllarda üretim artışının en yüksek (1. üç ay yüzde 16,2 genişlerken) seviyesi ile üretim azalışının (3. üç ayda yüzde -5,6 azalır) birlikte yaşandığı ve bu haliyle genel dengesizliği yansıtan bir yıl olur.
Sektörler itibariyle sabit sermaye yatırımlardaki gelişme incelendiğinde, imalat sanayi dalı ’84’de yüzde 22,3 payı birinci sektör iken, bu oran yıllar itibariyle küçülerek geçen yılda yüzde 14,8’e iner; demek ki, imalat sanayi yatırımlarından bir kaçış olduğu gözleniyor.
Bu sanayi dalının üretim artışında ve kapasite kullanımdaki düşüşe bağlı olarak, ortalama büyümesi Eylül verilerine göre yıllık yüzde 6,1 tahminin, 4. üç aylık gelişmelerinde dikkate alınmasıyla yapılacak hesaplamada yüzde 3’lerin altına düşmesi bekleniyor.
Sanayide büyümenin etkenleri yeni yatarımlar ve var olan atıl kapasitenin kullanımıdır. ’80’li yıllarda modernleştirme dışında yeni yatırımlar yapılmayıp, atıl kapasite kullanımına ağırlık verilmiştir. Fakat geçen yılda imalat sanayisinde bununla ilgili gelişmelerin olumsuz olduğu görülüyor. İmalat sanayi katma değer içinde özel sektörün payı ’85 göre ’88’de yüzde 4,5 artarak 69,6’ya yükselir. Bu durumda, bu sanayi dalında büyümenin motoru özel sektör olduğu halde, onunda öngörülen gelişmeyi sağlayacak yönelim içinde olmadığı gözleniyor. Diğer yandan kamu yatırımlarının yavaşlatılması, mahalli idare / belediye yatırımlarının kısılması doğrudan ve dolaylı biçimde hem bu sanayi dalını ve hem de istihdamı daraltacak (işsizliği artıracak) önemli bir başka faktördür.
Ayrıca sabit sermaye yatırımları içinde imalat sanayi payının azalması, üretimde ve kapasite kullanımda düşüşlerin yaşanması gibi koşullarla ’89’a giren bu sanayi dalında yeni yılın “hayati önemi tevsi yatırımlarıyla” (9) geçebileceğidir.
Yıllık üretimden satışları trilyonları bulan, ülke ihracatında önemli paylan bulunan ve pek çok işçiyi istihdam eden KOÇ, Sabancı, Profilo, Eczacıbaşı, Bodur Grubu, Alarko, ENKA ve TEKFEN’in bu yıla ait yatırım programları incelendiğinde görünen “bu yılın modernizasyon ve büyüme” işlemlerine ağırlık verileceğidir. Bu önde gelen holdingler, bu yılda daha çok istihdamı geliştirici değil kısıcı yatırımlar diğer bir ifadeyle modernizasyon ve gelişme projeleri uygulayacaklardır. Bu duruma, özel sektörün genel eğilimi olarak bakılabilir.
Bu koşullarda sanayide öngörülen büyümenin (yüzde 6,5) sağlanacağı, yatırımların artacağı ve işsizliğin azalacağı beklenilmemeli; yatırımlardan vazgeçilmesinin sonucu olarak, işsizlikte artacaktır.

7- Cari İşlem “Nasıl Fazla Verdi?”
Hayali ihracat tartışmaları ve mahkemeleri açılan dosyalar sebebiyle, ’89 yılında da süreceği beklenmelidir. Bir zamanlar “hayali ihracat diye bir şey yoktur” diyen resmi ağızlar birden fikir” değiştirdiler.” Evet; soygunun bir türü hayali ihracat Özal’a karşın soruşturulmaya başlandı! Çünkü yolsuzluk kara çamur olup, boğazlarına kadar batmışlar. Belirlendiği kadarıyla 346 firmaya, hazineden ödenen 121 milyarı geri almak için kaplumbağa adımlarla maliye “harekete” geçer.
İncelenmeye alınan 346 firmadan 300’ü aşkının ne adresi belli ne de sorumluları ortadaymış. Bu halde kala kala adresi, sorumlusu belli firmalar yani İhracatçı Sermaye Şirketi diye bilinen ve toplam ihracatın büyük miktarını gerçekleştiren, “şu veya bu” şekilde hayali ihracat işine bulaşan firmalar yani dış ticarette ihracat tekelleri (Koç’un Ram’ı, ENKA ve Penta şirketleri…) ortada kalıyormuş. Bu, ihracat tekellerinin soruşturmaya uğraması basında bu şekilde ele alınır.
ENKA’nın Pazarlama Genel Müdürü Uğur Özler, hayali ihracattan “en fazla etkilenen şirketler bizim” diyerek şöyle devam eder:’ ‘Geçmişte üzerimizden (dönemin modasıydı, çünkü bununla pek çok teşvikten yararlanıyordu N.O.) ihracat yapılmıştı ve sonradan bu ihracatın hayali olduğunun yayılması üzerine, devlet bizden parayı almak istiyor.” (10)
İsmi geçen üç büyük firma yetkilileri yaptıkları açıklamada ortak istekleri: hayali ihracattan “tahsil edilen vergi iadeleri” Hazine’ye geri ödenecekse, bunlar ödeme planına bağlanarak “taksitlendirilmelidir”; gecikme faizi istenilmemelidir ve bu işlemler “TCMB’de tahakkuk etmiş, ödeme durumuna gelmiş vergi iadeleri ile kanştırılmama-lı, yani mahsup yapılmamalıdır.” (11)
Bunlardan hayali ihracatın yapıldığı ve kredi faizinin yüzde 140’lar olduğu günümüzde ucuza finansman sağlandığı gibi sonuçlar çıkarılabilir.
Villa tutkusuyla ve hayali ihracatçı olmasıyla ünlü Uğur Süzer yaptığı basın toplantısında belli itiraflarda bulunur: “Elimde gördüğünüz kablo, zil teli şekline sokulmuş altındır. Onun için normal zil telini üç sent’ten ben bunu bir dolardan ihraç ettim. Bu teli satın alanlar, pek tabi bunu zil bağlantısında kullanmayacaktır” diye uzun uzun anlatır (12); ortada yalan beyan vermekten başlayıp, devleti “kandırmaya” kadar pek çok suçun işlendiği halde zevat serbestçe dolaşır ve hatta “milli ekonomiye” bilmem ne katkısından! dolayı da ödüllendirilir.
Evet; kim için özgürlük?
Uğur Süzer’ler için…
Hayali ihracatın döviz gelirlerinde önemli bir paya sahip olduğu herkesçe bilinir ve hayali ihracatın etkisi ile ödemeler dengesi bilançosundaki gelişmelerde incelenir.
Geçen yıl için iktidar, “işte cari işlemler fazla veriyor bu önemli bir gelişmedir” diye açıklamalarda bulunur. Hatta Özal TV’de bildik konuşmalarından birisinde, iddiayı öyle bir zamanlama içinde sunar ki, değil Cumhuriyet tarihini Osmanlı dönemini de katarak “150 yıldır ilk defa cari işlemlerde bu derece olumlu gelişme oluyor ve fazla veriyor” der.
Her konuda olduğu gibi bunu da Özal yine yanlış biliyordu; çünkü Cumhuriyet tarihinde 1932-1947 yıllan arasındaki dönemde ve yakın 1973 yılında, cari işlemler fazlalık vermişti.
Aslında her geçen günün yeni bir ekonomik paketin açılabileceği sinyallerinin verildiği bugünkü koşullarda, cari işlemlerin fazla vermesinin pek fazla bir önemi yoktur. Çünkü yeni bir “önlemler” paketinin hazırlanmasının anlamı, cari işlemlerde fazlalık! veren ekonomi politikanın değiştirilmesi demektir.
Ülkenin döviz gelirleriyle giderleri arasındaki farkın kapanarak, cari işlemlerin fazla vermesi başarı gibi görünse de dışarıya kaynak aktarılmış olur; açığın anlamı ise, ülke ekonomisine yani kendi kaynaklarına ek kaynak kullanımıdır. Öz olarak dış borç ödeyebilmek için ithalatı kısma, yatırımları durdurma ve iç tüketimi daraltma cari işlemlerdeki fazlalığın kaynağıdır.
Cari işlemlerde gider kalemleri azaltılırken, gelir kalemlerinin abartılı artışı bu fazlalığın kaynağı olmaktadır.
Şöyle ki;
1- İthalat artışı sınırlı kalmış, ocak-kasım dönemi itibariyle ’87’de yüzde 23,6 oranında genişlediği halde, bu artış oranı geçen yıl yüzde 3,7 olur.
2- Yine aynı dönemde turizm giderleri ’87 yılma göre artmayıp yüzde 13,7 oranında azalır.
3- Önemli döviz kalemi ihracat, ocak-kasım dönemi itibariyle ’87 yılında yüzde 36,3 artarken, ’88’de ancak yüzde 14,8 oranında artar.
4- Turizm gelirleri aynı dönemde ’87’ye göre yüzde 43,4 artarak 2027,0 milyon dolara yükselir.
Uluslararası sermayenin ekonomik örgütü OECD’yi bile turizm gelirleri hesaplamalarında şişirme olabileceğinden kuşkuyla yaklaştığı bilinmektedir.
Turizm sektörü açısından’ Avusturya’nın, Fransa’nın, İtalya’nın ve Portekiz’in Türkiye’den üstün olduğu malum; ama sayılan ülkelerin (sırasıyla) turist başına geliri 563; 326; 570 ve 561 dolarken Türkiye’ninki ise 647 dolardır. (13) Diğer bir deyişle her bir turistten Türkiye, sayılan ülkelerden daha çok gelir elde etmektedir. Öyle ki bu fark, Fransa’ya göre yüzde 98,5 daha fazladır.
Evet, rakamlar “çağ atladığının” göstergeleri, hem de Avrupa’ya bile fark atarak!…
Yalnız gelir kalemlerinde şişirme olmayıp, bazı döviz girdileri mükerrer/ tekrardan yazılıyor. Örneğin hah. Turistlerin halı alarak bıraktıkları dövizler hem turizm gelirlerine hem de ihracat gelirlerine yazılıyor.
Başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin pek çok turistik yörelerindeki mağazalarda turistlere halı satışı yapan Net Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Besim Tibuk: “Evet, bu durumda halının hem turizm gelirine hem de ihracat gelirine girişi söz konusu olabilir” der. (14)
5- İşçi dövizleri de aynı dönemde (ocak-kasım) yüzde 15,9 artar.
Ayrıca ödemeler bilançosu açısından salt cari işlemlere bakmak yeterli değil; diğer ana kalem sermaye hareketlerine bakmak gerekir. ’87 yılı cari işlemler açığı ocak-kasım döneminde 529 milyon dolar, 2944,0 milyon dolar (kısa ve uzun vadeli anapara) dış borç ödeme rakamına eklendiğinde toplam döviz çıkışı 3473,0 milyon; aynı dönemde geçen yıl cari işlem fazlası 742 milyon dolar, 4702,0 milyon dış borç ödeme rakamından (ki bu, ’87’ye göre yüzde 35,4 daha büyüktür) düşülmesiyle, bulunan 3960,0 milyon dolardan küçük olduğu görülüyor. Yani geçen yıl bir önceki yıla göre daha fazla döviz yurtdışına çıkmıştır. Ki bu da, o derece iyi bir durum olmayıp, yurtiçi kaynakların yurtdışına transferi, işte cari işlemler fazla veriyor nakaratıyla bastırılmaktadır.
Aslında resmi ağzın “fazla veriyoruz” yoğun propagandasıyla ihracattaki olumsuz gelişme ve hayali ihracat örtbas edilmek istenmektedir.
Hayali ihracatla ilgili olarak soruşturmanın sürdürülmesi üzerine, bu kanalla gelen dövizde azalmaya sebep olacaktır. Bu, ihracat gelirini olumsuz etkiler. İhracat teşviklerinde ’89 yılı başında değişiklerin yapılmasında (ihracatçıya vergi iadesinin ’89-Ocak itibariyle kaldırılması vs.) bir diğer etkendir.
Teşviklerde değişikliğin sebebi, hayali ihracat tartışmalarıdır.
İşte, hayali ihracat soruşturmasında ihracatçı sermaye şirketlerinde etkilenmesi ve teşviklerin kademeli olarak kaldırılması ’89 yılında ihracatın duraklayacağının koşullarıdır. Bu sebeple olacak ki, yıllık programda ihracat yüzde 1,6 artarak 12,5 milyar dolar olması öngörülür. Geçen yılın ocak-kasım döneminde 10,2 milyar olan ihracatın, öngörülen 12,3 milyarı tutturması imkânsız görülüyor.
Bu yılın ihracatıyla ilgili olarak Türk Dış Tic. Der. Başkanı Mustafa Süzer, biriken belli başlı sorunların altında faaliyetlerini güçlükle yürütebilen Dış Ticaret Sermaye Şirketleri’nin, var olan teşvikler geri alındığında “hayatiyetlerini devam ettirmeleri büyük sorun” olacaktır ve bu durumda ihracatın “ciddi biçimde azalacağı kesindir” diye belirtir; ve devamında Türkiye ihracatının yansının 30 dolayında Dış Ticaret Sermaye Şirketi’nin yaptığını ve bunlarda meydana gelebilecek herhangi bir krizin imalatçı firmaları da etkileyeceğini açıklar. (15)
İhracatta beklenilebilecek gelişmeler ve tekelleşmenin boyutu, burjuvazi tarafından bu şekilde değerlendirilir.
’83 sonrası 50 milyon dolar sınırını aşan şirketlerin dış ticaret sermaye şirketi sayılması; bunlara Doğu Avrupa ülkelerinden ithalat yapma hakkının bir ayrıcalık olarak verilmesi ve geçen yılda ise Eximbank kredilerinin genellikle 100 milyon doların üzerinde ihracat yapan firmalara kullandırılması gibi koşullar, bu alandaki hem tekelleşmenin ve hem de bu firmalar arasındaki çelişkinin sebepleridir.
Tekelci dış ticaret sermaye şirketleri arasındaki çelişkinin ihracata etkisi, pazar elde etme mücadelesinde önemini hissettirir. Geçen yılda bazı malları ülkeler itibariyle ihraç fiyatları: 38 mm çapındaki ve 590 mm boyundaki flüoresan ampulleri Irak’a, 0,8 sente ve Libya’ya 15,5 dolara; buzdolabı Irak’a 183 dolara ve ABD’ye 143 dolara; renkli televizyon Irak’a 325 dolara ve İngiltere’ye 203 dolara satılır .(16) Yani sürekli TL değerini düşürmek suretiyle ihracat teşvik edilmek isteniyor ama Batı ülkeler pazarına büyük oranda fiyat kırılarak girilmekte olmanın anlamı; ihraç fiyatlarının gerilemesiyle, Türkiye’den yurtdışına ucuz emek ya da kaynak transferine olanak sağlanmasıdır. Bunun teknik anlatımı dış ticaret hadleridir ve bu sebeple olacak ki, Özal hükümeti ’85’lerden sonra ticaret hadlerinin yayımını yasaklar. (Burada Emin Çölaşan’ın son kitabı “Turgut Nereden Koşuyor”a atıf yapmak zorundayım:
Dönemin DPT Müsteşarı Özal, bir gün Maliye Müfettişi C. Tayyar Sadıklar’a yeni bir keşfini anlatır; “dört gün kapanıp çalıştım ve bir şey ortaya çıkardım… sana da anlatayım…” der ve Sadıklar da, “yeni bir keşif değil… Buna ‘ticaret hadleri’ denir. Bizim Mülkiye’nin birinci sınıfındaki der kitaplarında okutulur” diye yanıtlar, sf 57/58. İşte o zaman Müsteşar Özal bozulur! ve hükümetin başı Özal, halen ticaret hadlerine bozuktur. Bunun için “yasaklar!”
Kısaca: Geçen yılda ödemeler dengesi bilançosundaki “iyileşme” abartılmamalı; çünkü ’88 yılında ihracatta öngörülen rakama ulaşılmadığı gibi bu yılda da benzer durağan gelişmenin devam edeceği beklenilmektedir.

8- Dış Borç “Bilmecesi”
Dış ödemeler dengesi bilançosunun cari işlemlerdeki açıktan dolayı, dış borçlarda artış olduğu tezi Özal tarafından hep söylenir. Bedelsiz ithalat ve bağış, sermaye hareketleri kısmında gösterilmeyip cari işlemlere alınmamış ise cari işlemler açığından düşüp (aksine, cari işlemlere alınmış ise düşmemiz gerekmeyecek), buna döviz rezervlerindeki artış eklenmelidir.
Dış Borçlardaki Artış = Cari İşlemler Açığı
Bağış ve Bedelsiz İthalat + Döviz Rezervlerindeki Artış
1984-1987 yılları arasında cari işlemler açığı 4,9 milyar, döviz rezervlerindeki artış 1,8 milyar olup toplamı 6,7 milyar dolardır.
Aynı yıllarda toplam dış borç bakiyesindeki artış ise 19,9 milyardır (resmi rakam-askeri krediler ve döviz tevdiat hesapları hariç).
Aslında yukarıdaki tez’e göre, dış borçlarda olması gereken artış miktarı 6,7 milyar iken, 13,2 milyar daha fazla artış olduğu görülüyor.
Bir başka örnek: ’87 yılı cari işlemler açığı yaklaşık 1 milyar dolar ve yine o kadar da döviz rezervlerindeki artış eklenince, ’86 yılında 31,2 milyar olan dış borç toplamının bir yıl sonra 33,2 milyar olması gerekirken 5,1 milyar daha fazla 38,3 milyar dolardır.
Her iki durumda gösterilen fark, nereden kaynaklanıyor?
İşte dış borç “bilmecesi” bu…
Yine karşımıza hayali ihracat (’87 yılında ihracat bir önceki yıla göre yüzde 35,5 artar, bunda hayalinin katkısı hatırlanmalı) çıkıyor ve bunu diğer istatistikî verilerde olduğu gibi bilanço kalemlerinden bazılarının şişirilmesi (turizm gelirleri) ve bunlara ek olarak bazı gelir kalemlerinin çifte / mükerrer yazılması izliyor. Ve bu sebeple, dış borç toplamı, cari işlemler açığı ve döviz rezerv artışı toplamından fazla artış kaydediyor.
Cari işlemlerde iktidarın söylediği ve öyle gösterilen “olumlu” gelişme sonucu, Türkiye’nin dış piyasada riskini azalttığı tespiti yapılır; fakat dış borç faizlerinin yükselmesi belirtilen riski artırır. Ki Türkiye, dış borç taksitlerini düzenli olarak ödediği halde riskin artmasının sebebi?
Yurtiçinde kredi maliyetinin artması sebebiyle, artan kredi talebi yurtdışından karşılanmaya çalışılır. Çünkü TL’ndeki değer kaybının yüzde 50 dolayında olacağını tahmin eden işverenler, yüzde 15 faizi ekleyince kredi maliyetinin yüzde 60-70 arasında olacağını ve bunun da, yurtiçi kredilerine göre ucuz olacağı biliniyor. Ve bunun sonucu, dış mali piyasada Türkiye’ye uygulanan faiz oranı (Londra para piyasası bankalar arası-Libor’a yüzde 1,5 eklenmesiyle) yüzde 15’lere yükselir. Bu yükselme sebebiyle, belirtilen piyasada Türkiye’nin kredi riski artar. (17)

9- Ya da Eskiyen Bir “Yenisi” mi?
Genellikle her yıl bir kere ekonomik önlemler paketi açıklanırken, geçen yılda iki tane yürürlüğe konulur, tiki 4 Şubat.
TL’den kaçışı önlemek; ’87 yılında emisyon ve vadesiz mevduatta görülen hızlı artış sebebiyle M1 dar tanımlı para arzında meydana gelen genişlemeyi, geniş tanımlı para arzına M2’ye kaydırmak ve dış ticarette ihracat gelirlerini kısa zamanda tahsil etmek amacıyla, 4 Şubat 1988’de birdi-zi kararlar alınır.
Bunlar; TCMB’ye daha fazla döviz akımını sağlayacak önlemler (ihracat dövizi girişi kontrol altına alma, döviz tevdiat hesabının munzam karşılığı oranını yüzde 23’den 27’ye yükseltme vs.); ithalatı pahalandıracak, döviz talebini kısacak tedbirler (ithalat teminatlarını yüzde 7’den 25’e çıkarma); mevduat faizlerinde değişikler (mevduat faizini yüzde 65’e yükseltme) ve kredi fiyatlarını artırıcı, kredi talebini kısıcı kararlar (disponibilite oranı ve reeskont faizlerini artırma vs.) olarak sayılabilir.
Bu kararlara karşılık geçen yılda öngörülen enflasyon oranı (ki bu yüzde 35 idi) daha yılın ilk yarısında aşılmış olması üzerine, tasarrufların tekrar döviz piyasasına yönelmesine yol açtı ve bunun üzerine ekim ayının ilk yarısı içinde dolar yüzde 15 ve DM ise yüzde 19’luk prim yapar.
Yine film “başa” sarılır ve tekrar gösterilmeye başlanır. Aynı yılda ikinci bir önlemler paketi olarak 12 Ekim Kararlarıyla TL’den kaçışı önlemek, döviz piyasasına olan talebi daraltmak ve tasarruflar, bankacılık sektörüne yöneltmek amacıyla, faiz politikası yine değiştirilir; faize yüzde 85 tavanı getirilir.
Böylece bu faiz tavanıyla iktidar, o yıl ki enflasyon oranının yüzde 80’lerde olacağı haberini veriyordu. Yanılmadılar. Öyle de oldu.
Belirlenen mevduat faiz oranlan vade yapısı, enflasyonda bir yıllık süre içinde önemli bir düşme beklenmediği izlenimi veriyordu. Çünkü eğer enflasyonda kısa bir süre sonra gerileme bekleniyorsa, bir yıl vadeli mevduata ödenecek yıllık bileşik faiz oranlarından daha düşük olması gerekiyordu. Fakat faiz oranlarından daha düşük olması gerekiyordu. Fakat faiz oranlarının mevcut vade yapısı bu tür beklentiyi yansıtmamaktadır.
Önlemlerin uygulanması sonucunda, kredi faizleri artar ve bunun üzerine dış kaynak kullanımının artan maliyetinden dolayı, hem bankaların batık kredi miktarı ve hem de sanayi üzerinde etkinliği artar. Ayrıca mevduat toplayan banka bunu kredi olarak plase etmede zorlanması halinde yine dövize yönelmesi beklenir. O sebeple ki, döviz kuru suni olarak düşük tutulur.
Ekonomik krizin vardığı boyut, iktidarı yeni bir ekonomik önlemleri hazırlamaya zorlamakta; gerçi, diğer önlemlerin ne derece “başarılı” olduğunu yaşadık.
O derece “başarılı” oldular ki, yaklaşık 15 ayda üçüncüsü (mü)?
Dikiş tutmaz oldu! Sökük genişliyor.
Tekelci burjuvazi de yeni bir paketin açılacağı bekleyişi içindeler. İzlenen ekonomi politikanın öz olarak doğru olduğunu ama TL’nin aşın değer yitirmesi, faizlerin aşın yükseltilmesi gibi politikanın esasıyla ilgili olmayıp uygulamalara yönelik yanlışların giderilmesi için “yeni bir paketin hazırlanmakta” olduğunu belirtiyor, TOBB Konsey Başkanı ve Ege Böl. San. Od. Meclisi Başkanı Şinasi Ertan (18).
Daralan talebe ve sanayide durgunluğa karşın fiyatların halen artması, ihracatta beklenen performansın gerçekleşmemesi, bütçe açıklarının artması ve dış borç ödemelerin varlığı gibi koşullar; Özal’ın TV’de bilfiil anlatmadığı icraatı olup, Çağ Atlaya(maya)n Türkiye’nin ve yürürlüğe konulan önlemlerin ne kadar ilaç olduğunun göstergeleridir.
Bunlar, aynı zamanda yerel seçim sonrası yine söylenecek “olumlu” gelişmeyi sağlamak için (kaçıncı?) eski bir “yeni” önlemlerin sebebidir.
İşte ekonomi politika da gerekli önlemler (ki esas olarak zamlar) yerel seçim öncesinde uygulanmadı diye her zamanki “ağızla” ileri sürülen gerekçe asılsız; çünkü bu yılın iki aylık enflasyon oranı yüzde 13,2’dir. Ki bu, yıllık yüzde 79,2 demektir.
Ücretlilerden sermayeye kaynak aktarmanın önemli bir aracı fiyat ayarlamaları yani zamlardır. Burjuvazinin ücretlilere karşı sürekli olarak kullandığı ekonomik “silah” zamlar sonucu, pazarda satılan malın fiyatı arttığından buna karşın ücretlinin alım gücü / reel ücreti düşer.
Burjuvazinin varlık sebebi, ücretliden kaynak aktarımını sağlayacak ekonomi politikanın uygulanmasıdır.
Ki, Özal iktidarı da bunun için var…

10- Sonuç
İmalat sanayinde gerek üretim artış hızının gerekse yatırımdaki gelişmelerin ve kapasite kullanımının gerilediği, mamul mal stokların arttığı ve iç pazarın daraldığı yani gerileyen konjonktüre ek olarak ihracatta öngörülen miktara ulaşılmadığı, bütçe açığının ve gelir dağılımında adaletsizliğin arttığı ve büyümenin düştüğü koşullarda, bu yıla girilmiştir.
Ekonomide gelişmelerin gecikmeli yansıma kuralına uygun olarak, belirtilen koşulların etkisi sonucu, bu yılda ekonomik sorunların daha da artacağı beklenilebilir.
Artık uluslararası mali kuruluşlar da gelişmelerden duydukları kuşkuları ifade eder oldular. Verdikleri sermayenin transferinde karşılaşılacak sorunların varlığı, bu kuşkuların esas sebebidir. IMF, gelişmeleri endişeyle izlediğini belirtmekte ve “Türkiye Riskli” demektedir. (19)
Burada risk, verdiği veya yatırdığı sermayenin geliri ile birlikte transferinde karşılaşacak sorunun varlığı anlamındadır.
Kaygılarında “haksız” değiller; ya sermayelerini transfer edemezlerse…
Emperyalist sermaye bizim gibi ülkelere “sağımlık inek” gözüyle baktığından hep sağmak ister.
Geçen yılda her ne kadar işsizliğin azaldığı tahmin ediliyorsa da, aksine arttığı gözlenebilir. Çünkü işçi çıkarmalar ve “zorunlu” izinlerin hep artması, vardiya sayılarının azalması ve toptancı piyasasının tıkanması gibi koşullar, derinlesin krizin göstergesidir. Ayrıca protesto edilen senetlerin adet ve tutarları her yıl artar; toplam adedi ’87’de yüzde 21,4, ’88’de yüzde 4,7 ve tutarları ise aynı yıllarda yüzde 50 ve 75,8 oranında artar (20). Geçen yılda senet adeti ve tutarı artış oranların anlamı; protesto edilen senetlerin miktarının büyük olmasıdır.
İflaslar ve konkordato ilanları ekonomik yaşamın güncelleşen konularından; üçüncü sefer zıplayan çekirge Kastelli, tarihin en büyük 150 Milyarlık konkordato ilanını, tek sütuna 5 cm. boyutlarında verir. (21) Ki bu tür ilanlara göre, çok küçüktür. Yani bir şeyler gizliyor olmanın telaşı mı? Yine ANAP’ın İzmir il eski Başkanı Atilla Yurtçu (Kongreye karşın, Özal’ın direktifiyle atanır) yüksek kredi faizinin kurbanı olur; (22) İzdaş’a bağlı İzmir Demir-Çelik ve Asmaş’ta yönetim krediyi veren İş Bankası’nın eline geçer. Bir zamanlar “kartaldı”; İzmir Demir-Çelik’in bilanço karı ’87’de ’80’e göre yüzde 669,9 artarak 5 milyar 774 milyona yükseldiği halde, ’88’de yönetimde değişiklik zorunluluk olur.
Benzer gelişmelerin krizin bir sonucu olarak yaygınlaşacağı beklenilmekte…
Kısaca:
Büyümenin motoru sanayi (özellikle imalat sanayi) sektöründe üretim artışında ve kapasite kullanımında görülen olumsuz gelişmeler sebebiyle geçen yıl için öngörülen büyüme sağlanamadı, hatta azaldı. Bu yılda hedeflenen büyümenin gerçekleşebilmesi oldukça zor…
Enflasyonun kontrol altına alınabilmesi için, varoluş sebeplerinin de ortadan kaldırılması gerekir!
Sorunun özü: Sosyo-ekonomik yapısal durumla ilgili…
Türkiye’de iç borçların yıllık faiz yükü ile dış borçların faiz ve anapara ödemelerini karşılayacak dövizin satın alınması için gerekli finansman yükü hazineyi zorluyor. Bu durumda da enflasyonist politika sürekli besleniyor. Bu sebeple ’89’da enflasyon, programda belirtildiği gibi yüzde 38 değil bunu ikiye katlayacağı kesin olup daha artacağı da beklenilebilir; TÜSİAD, yüzde 65 ya da 90 olur diye tahmin ediyor.
Tekelci sermayenin ekonomik örgütü TÜSİAD bile, gelir dağılımında emek aleyhine gelişmeyi tespit ediyor. Gelir dağılımında belirtilen gelişme, özellikle 1984-1988 (yani ANAP) döneminde büyük artış göstermiştir. Emek gelirlerinin reel olarak azaldığı (GÖRECELİ YOKSULLUĞUN ARTTIĞI) bu dönemde sermaye gelirleri reel olarak (SERMAYE BİRİKİMİ) artmıştır. (23). Belirtilen kutuplaşmanın yoğunlaşmasına bağlı olarak, iç pazarın daha da daralacağı beklenebilir.
Para sermayesinin geliri faiz karşısında döviz, altın ve gayrimenkuller alternatif yatırımlar olup, faizin düşmesi halinde diğerleri tercih edileceği için (ki iktidar aynı gerekçeyle faizi yükseltir), faiz oranlarında büyük düşme hayaldir.
TCMB’nin günlük müdahaleleriyle 2000 TL altında dolaşan dolar, bugün için suni operasyonlarla aşağıda tutulmakta ve bu hazineyi ve ihracatı zorladığından ’89 için öngörülen 2200 TL değil 3000 olacağı tahmin ediliyor.
Bu yıla girilen konjonktürün piyasanın daralmasına bağlı olarak devam edeceği beklenilmekte.
Dövizin fiyatı suni önlemlerle gerçek kurun altına düşmesi, ihracatçı sermaye şirketlerin yarattığı sorunların olması ve teşviklerin kademeli olarak değiştirilmesi sonucu ihracatın öngörülen miktara yükselmesi zor görünmekte; bir yönüyle ihracat duraklayacaktır.
Yatırımın niceliği ve niteliği önemli olup, ’80’li yıllarda “imalat sanayi dalında” ekonomik büyüklükte, ileri teknolojiye dayanan yeni projelerle ilgili yatırım yapılmıyor. Yapılanlar ise mevcutları yenileştirme ve büyütmedir ki ’89’da bu türden yatırımların esas alınmış olduğundan işsizliğin artacağı beklenilmelidir.
Sonuç: Bu yıl da işlerin iyi gideceği söylenebilir mi?
Bu halde krizin daha da derinleşeceği gözleniyor!
Belirtilen gözlemi doğrulayan bir anket araştırması: Gallup Avrupa, Amerika ve diğer kıtalardan 34 ülke halkı için yaptırdığı araştırmayı, PİAR-Türkiye için yapar. Ankete göre bu yıla geçen yıldan “daha kötü” olacak diyenler yüzde 43 (aksini söyleyenlerin ki, yüzde 20) olup, bu 34 ülke içinde en yüksek oran; yine bir başka soruda grevler ele alınır, ’89’da grevlerin artacağı oranı yüzde 55 (bu, Brezilya’dan sonra ikinci) iken, azalacak diyenlerin payı yüzde 6’dır. (24)
Ekonomi politika açısından, “yeni” önlemler paketine hazırlık yapan iktidar, bunu, seçimler sonrası yürürlüğe koyduğunda “zam sağanağı” yağacak…
Geçen yıllarda Mısır, Tunus, Zaire, Sudan (’88-Aralık) ve özellikle Cezayir halkının zamlara karşı mücadelesi, meyvesini verir; iktidarlar, zamları geri almak ZORUNDA kalırlar…
Darısı basımıza… Neden Olmasın?

KAYNAKÇA:
1- Hürriyet, 3 Ocak 1980
2- TÜSİAD, 1989 Yılına Girerken Türk Ekonomisi, Ocak 1989, sf. 1.
3- Kapital Dergisi, Mart 1989
4- agd. Aralık 1988
5- İSO Dergisi, sy: 273.
6- Halit Narin (TİSK Başkanı), Kapital Dergisi, Mart 1989
7- Cumhuriyet ve Tercüman, 14 Mart 1989
8- Celal Pir, Milliyet, 7 Şubat 1989; Ekonomik Panorama, 19 Şubat 1989.
9- İbrahim Bodur (İSO Mec. Bş.), Kapital Dergisi, Mart 1989.
10- agd. Mart 1989.
11- Cumhuriyet, 12 Ocak 1989
12- Hürriyet, 4 Eylül 1989
13- Ali Rıza Kardüz, Sabah, 9 Mart 1989
14- Milliyet, 15 Mart 1989
15- İSO Dergisi, Ocak 1989
16- Prof. Dr. Cem Alpar, Ekonomik Panorama, 26 Şubat 1989
17- Hayri Çetinkaya, Hürriyet, 15 Mart 1989
18- Kapital Dergisi, Ocak 1989
19- Atilla Karaosmanoğlu (Dünya Bankası Bş. Yrd.), Milliyet, 27 Ocak 1989
20- İSO, Şubat 1989
21- Milliyet, 14 Şubat 1989
22- Kapital Dergisi, Mart 1989
23- TÜSİAD, age, sf. 2.
24- Sabah, 1 Ocak 1989.

Nisan 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑