12 Eylül 1980’den Günümüze Grevler
Yıl Grev Sayısı Katılan İşçi Kaybolan İşgünü Sayısı
1977 59 15682 1397124
1978 87 9748 426127
1979 126 21011 1147721
1980 220 84832 5408618
1981 – – –
1982 – – –
1983 – – –
1984 4 561 4967
1985 21 2410 194296
1986 21 7926 234940
1987 307 29734 1961940
1988 156 30147 1993000
Bu bölüme böyle bir tablo ile başlamak en doğrusu olacaktır. Çünkü bu tablo 1977’den günümüze işçi grevlerinin bir tablosundan ibaret değildir. Tersine, yüz yılı aşkın işçi sınıfımız mücadele tarihinden gelen ve günümüzde de varlığını sürdüren zaaflarının bir aynasıdır.
Tabloya bakınca da anlaşılacağı gibi, tablonun ilginçliği, 1980’de (sadece ilk sekiz ayda) 84.832 işçi (ki işçi sınıfı tarihimizin en yüksek greve katılan işçi sayısıdır) yasal grevlere katıldığı halde, 12 Eylül’den birkaç gün sonra hiçbir grevci kalmamış, üstelik bu üç yılı aşkın bir süre boyunca böyle sürmüştür.
Bu tabloya bakan yabancı bir “bilim adamı” iki sonuç çıkarabilir: Birincisi, Cunta’nın işçi sınıfının bütün isteklerini yerine getirdiğini bu yüzden de işçi sınıfının tam bir rehavet içinde, pek bir şikâyeti olmadan yaşayıp gittiğini, ikincisi ise, işçi sınıfı öylesine ezilmiştir ki, hiçbir greve başvuramayacak kadar baskı altına alınmıştır. Ama olayları yakından izleyenler için iki yorumun da yanlış olduğu açıktır. Çünkü sadece gerçek ücretlerde, 1977’ye göre 1983’te % 120’ye varan düşüş ile Cuntanın işçi sınıfına ne verdiğinin göstergesidir. Öte yandan Cunta, işçi sınıfı mücadelesini ezmek için özel terör kampanyaları ve katliamlar düzenlememiştir.
Yabancı bilim adamları değilse de, yerli keskin devrimcilerimiz ilginç teşhisler koydular. Kimine göre işçi sınıfımız haklarını kendisi mücadele ederek almayıp burjuvazi tarafından kendiliğinden verildiğinden, Cunta hakları gasp edince, bunlara sahip çıkmadı! Kimine göre işçi sınıfımız terörden bıktığı için huzur getiren Cuntayı destekledi, o yüzden de ses çıkarmadı Kimine göre ise, işçi sınıfı devrimci niteliklerini yitirdi, zaten bizim işçiler de aydınlar da birey olamadı, haklarını savunmayı bilmiyor, bir Avrupalı gibi kişi haklarına sahip çıkmayı öğrenmedi, bu yüzden de Cunta’nın haklarını gasp etmesi karşısında sessiz kaldı, aynı nedenlerle 1982 Anayasa oylaması da % 92 oy aldı!!! vb. vb. …
Hiç kuşkusuz bu “derin” tahliller çoğaltılabilir. Bazı iddialara bu yazı çerçevesinde (işçi sınıfının devrimciliğini koruyup korumağı gibi) yanıt vermek olanaksız. Ama şu; yaygın bir iddia olan “sınıfın haklarını kendisi kazanmadığı için sahip çıkmadığı” iddiasına değinmek gerekecek. Çünkü bu iddia, çok saçma olduğu kadar da çok yaygın rağbet görüyor.
Bir kere şu bilinmelidir ki; burjuvazinin dünyanın hiçbir ülkesinde ve tarihinin hiçbir döneminde işçi sınıfına haklar sunduğunun tek bir örneği yoktur. Eğer bunun tek bir örneği olsaydı, ikincisi, üçüncüsü… neden olmasın diye genişletip mücadelesiz hak alma iddiacılarını haklı çıkaran bir anlayışa nesnel temel bulunabilirdi. Kimi zaman burjuvazinin kendisinin kendi isteği ile hak veriyor görünmesi, tümüyle bir görünüştür. Bu, ya dünya ölçüsünde yürüyen burjuvazi ile proletarya arasındaki savaşın bir yansımasıdır, ya da yürüyen devrimci mücadelenin yan ürünleri olarak ortaya çıkar. Bizim ülkemiz işçi sınıfı açısından bakıldığında, sendikaların yasal bir statü kazanmaları ve grev hakkının fiilen ya da yasal olarak kullanılır bir duruma gelmesi, bu yazı boyunca verilmeye çalışılan seyirden de anlaşılacağı gibi, Paris Komünü, 1908 Devrimi, Kurtuluş Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı sonunda faşizmin dünya ölçüsünde yenilgiye uğratılıp demokrasi ve sosyalizm ideallerinin yükseldiği, dönemlere rastlıyor olmasıdır. 1908 ve 1923’de işçi sınıfının mücadeleye katkısı karşılığında grev ve sendika kurma hakkı kullanılmış, ama burjuvazi eline geçirdiği ilk fırsatta da bu hakları ortadan kaldırmıştır. Bu bile burjuvazinin bu hakları isteyerek değil, zorunlu kaldığı için tanımak zorunda kaldığının örneğidir. 1946’da ise; sendika, grev ve işçi düşmanlığının o yıllardaki simgesi Hitler faşizminin üstelik de savaşın sosyalist SB’nin önderliğinde zafere ulaşması sonucu, Hitler’e yakınlık duyan Türk egemen sınıfları ve hükümetlerince bile dünya ölçüsünde esen sosyalizm ve demokrasi rüzgârları kayıtsızlıkla karşılanamazdı. Bunun bir ifadesi olarak da Türk hükümet biçimsel de olsa sendika hakkını tanımak zorunda kaldı. Ama kendi çizgisinde olmayan sendikaları kapatarak… Yani 1946’daki sendikaların “serbest bırakılması” işçi sınıfının
uluslararası başarısının etkisiyledir. Yoksa Türk burjuvazisinin demokrasi aşkından değil. Kaldı ki, sendika kurma serbest olur olmaz, kendiliğinden, çok sayıda sendikanın birden ortaya çıkması da sınıfın sendikal mücadeleye kayıtsız olmadığının bir ifadesidir. 1963’te grev hakkının elde edilmesi de, ancak işçilerin çabalarıyla 1961 Anayasasını grev hakkının sokulması sonucu elde edilmiştir. Yoksa Çalışma Bakanı B. Ecevit’in bilinen demokratlığının sonucu değil.
Kaldı ki çoktan beri, işçi sınıfı hakları sorunu bir tek ülkedeki işçilerin mücadelesinin ötesindedir. Dünya ölçüsünde bir başarı bütün ülkelerdeki işçi haklarını da etkilemektedir. Bu yüzden de en geri bir kapitalist ülkede, mücadeleye henüz başlayan işçiler bile 17. yy İngiliz işçilerinin çok ilerisinde bir yerden mücadeleye başlamaktadır. Bu o ülke burjuvazisinin 17. yy İngiliz burjuvazisinden daha ilerici, daha işçi dostu olduğundan değil, artık bazı hakların dünya ölçüsünde vazgeçilmez olmasındandır. Demek ki bu baylara göre; herkes 17. yy işçilerinin başladığı yerden başlayıp gelmeli, onların katlandığı bütün sıkıntılara katlanmalı ki, haklarını korumakta dirençli olsun! Oysa aynı mantıkla gidilirse, bugünkü İngiliz işçileri içinde haklan mücadele etmeden aldıkları ve bu yüzden de dirençle korumayacakları iddia edilmelidir. Ama bunu söylemiyorlar. İşçi sınıfının mücadeleciliğine inançlarından değil de, Batı işçi sınıfını burjuva ahlakının birey hakları için mücadeleye alıştırdığı düşüncesinden dolayı söylemiyorlar. Oysa sınıfın haklarının yasallaşması ve onların savunulmasına bu yaklaşım tümüyle idealist bir dünya görüşünün ürünüdür. Gerçek ise bu bayların aradıklarından çok başka bir yerdedir.
Tekrar tabloya dönersek; grevci sayısının sıfır olduğu üç yıl nasıl açıklanabilir? Bu sorunun yanıtı aslında, yazının akışı içinde bir kaç kez değinmek zorunda kaldığımız zaafta yatmaktadır: Bu da işçi sınıfı ile onun öncüsünün birleşememiş olmasındandır. İşçi sınıfının salt sendikal mücadele alanında kalmış olması, tarihsel olarak da reformcu ve revizyonist akımların etkisinde kalması işçi sınıfımızın mücadelesini hep olumsuz etkileyen nedenler olmuştur.
Sınıfın uzun tarihi boyunca bir öncü müfrezeden yoksun olması, bu öncünün ortaya çıktığında ise henüz sınıfla birleşmesinin çok başında olması, sınıf için başlıca şu olumsuzluklara yol açmıştır:
1) Sınıfın yasa dışı mücadeleye alışık olmaması: Gerçi, 1960’lı ve 1970’li yılların sonunda yasa dışı mücadele eğilimleri artmış, pek çok işçi bu mücadelelere katılmıştır ama bu ölçüde bir deneyim, 12 Eylül’ün ağır koşullarında sınıfı yönlendirecek ölçüde bir alışkanlık olarak yerleşmemişti. Dahası yürütülen yasa dışı eylemler bunlara uygun kuramları da yaratacak bir etkinlik ve süreklilik kazanmamıştı. Öte yandan bütün burjuva sendikacılık akımları ve revizyonistler sınıf içinde yasalcılığın yüceltilmesi için var güçleriyle çalışmışlar, kazanımların yasallaştırılması mücadelesi ile yasalar çerçevesinde mücadelenin fetişleştirilmeyi birbirinin yerine geçirerek sınıfı yasalar çerçevesinde bir mücadele için koşullandırmaya çalışmışlardır.
2) İşçi sınıfının en mücadeleci bölümünü içinde toplayan DİSK’in kapatılması, Türk-İş ağalarının ise,
Cuntaya boyun eğmekten öte onunla darbe öncesinde bile işbirliği içinde olması, işçi sınıfını sendikal bakımdan bile örgütsüz bıraktı. Hiç kuşkusuz burada, TKP’nin reformcu revizyonist geleneğinin devrimci hareketleri ve ML partiyi de içine alacak biçimde etkilemesinin önemli bir rolü vardı (Hiç kuşkusuz bunda devleti sınıflar-üstü görme, faşizmi devletin dışında MHP olarak görme varsa da, bu yan konumuzu doğrudan ilgilendirmediği için burada ayrıca değinmeyeceğiz.) Çünkü, TKP geleneğinin aşılamayan, kötü bir mirası olarak işçi sınıfı içindeki siyasi çalışma sendikal çalışmaya indirgenmiş, sendikal çalışma işçi sınıfı içindeki çalışmanın bir yanı olması gerekirken bütünü olmuştur. Bu durumda, sendikal çalışmanın darbe yemesi, “yasak” edilmesi sınıf içindeki çalışmanın da tasfiyesi anlamına gelmiş, cunta koşullarına dayanamayan örgütlenmelerde nispeten kısa ya da uzun zaman da çöküntüye uğramıştır. Bu da göstermektedir ki; sınıf içindeki çalışmaya sınıfın siyasi olarak kazanılmasını, siyasal iktidarı elde edecek bir mücadeleyi yönetecek ve yürütecek örgütlenmeleri temel alan bir perspektifle yaklaşamadıkça, bu perspektifin bir uzantısı olarak sınıf sendikacılığı çizgisini geliştirmedikçe, yükseliş dönemlerinin başarılı gibi gözüken örgütlenmeleri her koşul altında mücadeleyi yürütecek örgütlenmeler olamıyorlar. Böyle bir perspektif olmadan yürütülen sendikal mücadele de burjuvazinin zoru karşısında direnemiyor.
Burada akla, 12 Eylül’den hemen sonra grevlerin sona ermesi ve üç yılı aşkın bir süreyle grevlerin görülmemesinde, 12 Eylül öncesi süren anti-faşist mücadelenin faşist devrimci çatışmasına dönüşerek sınıfın ekonomik mücadelesiyle birleşememesinin getirdiği sorunların, “can güvenliği” sorunun işçileri de etkilemesinin, uzun süren kargaşa döneminin bir devrimci atılıma yol açacağı umudunun sınıfta giderek yok olması vb. nedenlerin bir rolü yok mudur, diye düşünülebilir. Elbette vardır; ama yukarıdaki esas zaafların yanı sıra vardır. Yoksa sınıf kendi öncüsüyle birleşip bir direnme çizgisi izlemiş olmasıydı bu sayılan etkiler ya zaten hiç ortaya çıkmaz ya da çıksa bile aşılacak engellerden birisi olmanın ötesinde bir etkiye sahip olamazlardı.
Tabloya tekrar dönersek; 1984’te 4 işyerinde 561 kişinin 4947 işgünü grev yaptığını bir yana bırakırsak, İLO hesaplarına göre, greve katılan işçi sayısı ile grevde kaybolan işgünü oranı (dünya ortalamasında 6 gün olduğu halde) Türkiye’de 79 gündür. Bunun anlamı ise Türkiye’de kapitalistlerin grevler karşısında daha çok direndiğini, sadece grev koşullarını güçleştirmekle kalmayıp, aynı zamanda yadırganacak kadar direnç gösterdiğini gösterir.
Yine tabloya bakıldığında, grevlerin 1984’den itibaren hızla arttığı gözlenir. Özellikle de bunun Türk-İş ağalarının bu yasalarla grev yapılmaz dediği, patronların işçileri “greve zorlarım ha” diye tehdit ettiği, gerçekten de grev yapma koşullarının son derece güçleştirildiği koşullarda, böyle çok sayıda grevin ortaya çıkmasının, işçi sınıfımızın mücadele isteği ve düzenin bunalımının derinleşmesinden başka bir anlamı yoktur.
Kaldı ki burjuvazi, 1983’ten sonra bu yasalarla işçilerin greve cesaret edemeyeceğini, öderse de “pişman edileceğini” düşünüyor, hatta aba altından sopa gösterir gibi de yeri geldiğinde sözcüleri aracılığıyla söylüyordu. Nitekim gerek küçük işyerleri grevlerinde, gerekse NETAŞ grevinde, grevle bir yere varamayacakları konusunda, işçilerin burnunu sürtmeye çalıştı, ama bu amacına ulaşamadı. Aynı şeyler, önce Seydişehir Alüminyum, sonra da Demir Çelik grevlerinde hükümet eliyle yapıldı, binlerce işçi aylarca açlık ve sefalet içinde bekletildi, binlerce işçi ailesi açlık sınırında kaldı, ama yine de kapitalistler başarısızlığa uğradı. Hiç kuşkusuz toplu sözleşme metinlerdeki istemlerin yeterince karşılanmamış olması konumuzun dışındadır ve bu daha çok sendikaların uzlaşmacı çizgilerinden dolayı böyledir. Konumuzu ilgilendiren yanıyla, sendikaların da entrikalarına ve her fırsatta grevi satma çabalarına karşın işçiler yiğitçe direnmiş, kendilerinden sonra greve çıkacakların cesaretlerini kıracak bir dirençsizlik göstermemişlerdir. Bu da işçi sınıfının mücadelesini ileriye götürmek isteyenler için olumlu ve gözden kaçırılmaması gereken bir dayanaktır.
Öte yandan 1983’te çıkarılan grev yasasında, 12 Eylül öncesinin grev yasasının bile çok gerisine gidilerek, ancak TİS anlaşmazlığı nedeniyle ortaya çıkan grev hakkı bile büyük ölçüde sınırlarken, kapitalistler kendi aralarında daha da bütünleşerek toplu sözleşme masasına oturmaktadırlar. 1984’ten bu yana hemen bütün işkollarında grup sözleşmesi yapılmaktadır. TİSK çatısı altında toplanan kapitalistler işçilere karşı tam bir birlik içindedirler. Üstelik de yasal hiçbir temeli olmadığı halde işçileri grup sözleşmesine zorlamaktadırlar. Nitekim Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, 24.4.1986 tarihli kararında; “Yasalarda grup sözleşmesi adı altında bir sözleşme düzenlenmiş değildin Bu nedenle sendikalar, bu tür bir sözleşme yapmaya zorlanamaz. Ancak taraflar anlaştığı takdirde böyle bir sözleşme düzenlenebilir” diyerek patronların tezgâhlarını bozmak için bir dayanak da yarattığı halde Türk-İş ve bağımsız sendikalar, sözde grup sözleşmesine karşı olduklarını söylemelerine karşın, gerçekte, sürekli “grup Sözleşmeleri” ile ihanetlerini sürdürmektedirler. Bu yüzden de önümüzdeki yıllarda grevler kaçınılmaz olarak bir ya da birkaç fabrikanın işçilerini değil bütün işkolu düzeyinde gerçekleşme olasılığı taşımaktadır. Kuşkusuz bu da bir yandan TİS öncesi çalışmanın politikalarının belirlenmesinde, bir yandan da olası geniş katılımlı grevlerin ihtiyaçlarını karşılama konusunda hazırlıklı olmayı gerektirecektir.
1984’den sonra gerçekleşen kitlesel katılımlı grevlerde hükümet ve TİSK’in tutumu nedeniyle siyasal içerik kazandığı görülüyor. NETAŞ ve Seydişehir Alüminyum grevlerinde işçiler için, grevi çözüm olarak görmeyi gündemden çıkarmayı amaçlayan hükümet, çok basit nedenlerle grevleri olağanüstü uzatmıştır. Ancak grevin uzamasının işçileri yenilgiye uğratamayacağını anladığında sözleşmeyi imzalamaya yanaşmıştır. Benzer bir durum daha da açık bir biçimde, Demir Çelik grevinde yaşanmış, toplu sözleşmenin işletmeye getireceği yük sadece 550 milyar TL iken, hükümet grevi yenilgiye uğratmak için 1 trilyon 370 milyar TL zararı göze almıştır. Bunlar da gösteriyor ki; 1984 sonrası grevlerinde TİSK ve hükümet işçi istemlerinin karşılanmazlığından çok (bu yüksek enflasyon oranıyla parasal olarak ücret artışlarını geri almanın yolu bulunabilir) sınıfa karşı tutumlarından dolayı grevler uzayıp gitmektedir. Grevle hak almanın yol olmadığını kanıtlamaya çalışıyorlar. Bu yüzdendir ki, burjuvazi ve onun hükümetinin direnişini kırmak için birer birer işyerlerinde direnişlerin yetmeyeceği ancak topyekûn bir direnişle sınıfın az çok kabul edilebilir toplu sözleşmelerin yolunu açabileceği söyleniyor.
Eğer bugün bir sınıf tavrından, bir “ideolojik tavır”dan söz edilecekse bu tutum içinde olan ne yazık ki işçiler değil kapitalist sınıf ve onların hükümetidir. Bugün sendikalar, bu tavrı görmezden gelip, her şey salt ekonomik planda bir alıp vermeden ibaretmiş gibi toplu sözleşme yapıyorlar, ya da (işçileri o koşullarda ikna edemeyeceklerini anlarlarsa) greve başvuruyorlar. Grevlerde işçilerimiz, çoğu zaman sendikalara rağmen başarıyla direniyorlar, ama bu mücadele sürgit birer birer işyerleri ya da işkolları düzeyinde kaldıkça; sınıf, var olan mevzilerini de yitirecektir. Nitekim halkın yüzde 20’sinin bile desteği arkasında kalmamış bir hükümet, “düşecek mi kalacak mı” tartışmaları arasında, ancak işçi düşmanlığında sınır tanımayan kişilerin ya da kuruluşların çıkarabileceği bir grev tüzüğünü çıkarabilmişse, bu sendikaların kendisine karşı ciddi tavır alamayacaklarını bildiğinden olabilir. Gerçekten de grev hakkının kullandığı her ülkede kıyamet koparacak bir tüzük, sendikalar tarafından görmezden gelinmiş, ya da “sert” demeçlerle geçiştirilmiştir. Bunlar ve bütün diğer belirtiler, burjuvazi ve hükümetinin işçi sınıfına karşı saldırılarının süreceğini göstermektedir. Bu sınıf tavrına karşı bir başka sınıf tavrıyla çıkılmadıkça da giderek “kabul edilebilir” toplu sözleşmeler bile olanaksızlaşacaktır. Bu bir kehanet değildir. Burjuvazi ve hükümetinin izlediği politikanın doğrultusunu görmek (görünüşte bir hakkı tanımak ama sınırlamalarla bu hakkı kullanılamaz biçime getirme politikası) bunu anlamak için yeterlidir. Kısacası dönemin grevlerinin özelliği; kitlesel niteliği arttıkça büyüyen siyasal bir muhteva kazanmalarıdır. Bu siyasal nitelik hükümet ve burjuvazinin tutumundan gelen kendiliğinden bir siyasal nitelik olduğundan; ancak, devrimci bir önderlik altında sınıfın burjuvaziye karşı mücadeleye çekilmesi için nesnel bir temel yaratması nedeniyle anlamlıdır. Yok, eğer bugün olduğu gibi, burjuvazi açıkça siyasal bir tutuma girdiği halde işçiler adına sendikalar “hayır, grevimizin hiçbir ideolojik ve siyasal amacı yoktur” diye direnmeye devam ederlerse, bu kendiliğinden siyasallığın sonucunun sınıf hareketinden daha çok yenilgi, daha çok dağınıklık olması kaçınılmaz olacaktır. Çünkü az çok önem taşıyan her grev burjuvazi tarafından işçilerin “burnunu sürtmek” için bir vesile olarak kullanılırken, bu tutuma, sadece o anda grevde olan işçilerin direnmesini beklemek yersizdir. Bu yüzden de yapılması gereken burjuvazinin bu sınıf düşmanı politikasının yenilgiye uğratılması için sınıfın bütün güçleriyle burjuvazinin karşısına çıkması bir zorunluluktur. Şunun yolunda pratikte bir genel grevle burjuvazinin karşısına dikilmekten geçtiğini dünya işçi sınıfının mücadelesi göstermektedir.
1984 sonrası grevlerin bir özelliği de “bu yasalarla grev yapılmaz” diyen sendikacıların “umutlarını” boşa çıkarması ve grevleri yasalarla caydıracağını hesaplayan burjuvazinin hesaplarını bozması yanı sıra, 1960’ların sonlarındaki eylemlerde rolleri sonraki yıllarda unutulan işçi ailelerinin yeniden grev alanları ve direnişlerde bir güç olarak hesap edilmeye başlanmasıdır. 1989 Baharındaki eylemlerde, eylemin doğası gereği çok sayıda işçi eşi ve çocuğunun katılmasının yanı sıra, özellikle de Demir Çelik grevinde işçi aileleri mücadelenin dirençli olmasında önemli rol oynamıştır. Grevi destekleyen, yürüyüş, miting gibi eylemlerin yasaklanmasından sonra, artık grevin “sonuna kadar” öyle gideceği düşünüldüğü bir anda, devreye işçi aileleri girerek, okulları boykot edeceklerini ilan etmişlerdir. Karınları doymayan, aylardır sadece ölmeyecek kadar yiyecek bulabilen her yaştan çocuk ve gencin okula neyle, nasıl gidecekleri bir yana, böyle bir kararın alınması ve ilan edilmesi kamuoyu için etkileyici olduğu kadar, grevdeki işçi sayısının çok üstünde bir kitlenin de bir yanıyla grev mücadelesi içine çekilmesine yol açacağından önemi büyüktür. Bu da gösteriyor ki, değişik eylem biçimleriyle değişik emekçi kesimler grev eyleminin destekçisi durumuna gelebilirler. Yeter ki; sendikacıların ve burjuvazinin yapmaya çatıştığı gibi, grev işçilerin üretimi durdurmasından ibaret bir eylemden sayılmasın, işçilerin büyük mücadeleye hazırlandıkları savaş okulları olarak görülsün. Hem de bu kısıtlayıcı ve grevi olanaksızmış gibi gösteren yasalara rağmen bu başarılabilir.
1988-1989 DİRENİŞLERİ
1984 sonrası işçiler büyük fedakârlıklar yaparak var olan yasalara rağmen grev yapacaklarını kanıtladılar, ama bu yapılan grevler artık kaçınılmayacak grevlerdi. Yoksa “normal” koşullar altında gerçekleşen grevlerin çok üstünde grevlerin yapılabileceği ortadadır. Ne var ki, yasaların grevi korkutucu hale getirmesi ve biraz aşağıda sıralayacağımız etkenler 1988-89 yıllarını direnişler yılı haline getirdi.
Katılım açısından bakıldığında; 1988 direnişlerinde şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz.
Türk-İş’e bağlı sendikalardan 1.995.000
Hak-İş’e bağlı sendikalardan 57.199
Bağımsız sendikalardan 209.207 olmak üzere toplam 2 milyon 262 bin 446 işçi bu direnişlere katılırken, 1989’un baharındaki direnişlere, 600 bin kamu olmak üzere, 1 milyonun üzerinde işçi katılmıştır. Rakamlardan da anlaşılacağı gibi, 1988 eylemlerine sendikalı işçi sayısı kadar işçi katılmıştır. Kuşkusuz bir işçinin (bazı işyerlerinde) binden fazla direnişe katıldığı düşünülürse, bütün sendikalı işçilerin 1988’e birer kez direnişe katıldığı sonucu çıkmaz. Ama yine de katılımın çok geniş boyutlarda olduğu ülkemizdeki şimdiye kadar yapılmış en geniş direnişler olduğu gerçeği gözden kaçırılmamalıdır.
1989 baharındaki direnişlere ise, 1988’e göre daha az işçi katılmış olsa da bunlar 1988’e göre daha etkin eylemler olmuş kamuoyunun da etkisi daha fazla olmuştur.
1988-89 direnişleri genellikle etkisi kitleselliğinden gelen eylem türleri uygulanmış, hükümet, işveren, polis vb. güvenlik güçleriyle karşı karşıya gelmeyecek biçimler uygulamaya sokulmuştur. Genellikle şu eylem biçimlerinin uygulandığı görülür: İş durdurma, iş yavaşlatma, iş yerinde yemek boykotu, toplu viziteye çıkma, yürüyüş, açlık grevi, sakal bırakma, servise binmeme, vezne önünde kuyrukta Oturma, protesto telgrafı çekme, imza toplama, saç kazıtma, topluca boşanma, şapkalı, gösteri, mikrofonda susma, ailecek açlık grevi,-siyah çelenk, alkış, simitli protesto vb. gibi.
1988 ve 1989’da direnişlerin geçmiş yıllara, hatta mücadelenin çok yüksek boyutlara ulaştığı 1970 sonlarına göre bile çok yaygınlık kazandığı gözlenmektedir. Elbette bunun kendine özgü nedenleri vardır. Bu yıllardaki direnişlerin nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:
Bazı sanayi dallarında grevlerin yasak olması: 12 Eylül öncesinde de, bazı işkollarında grev yasağı vardı. Ama 1982 Anayasası sonrası getirilen grev düzenlemesiyle; 2822/29 gereğince, can ve mal kurtarma işlerinde, cenaze, su, elektrik, hava gazı, kömür, tabii gaz, petrol, banka, noterlik, itfaiye, temizlik, şehir içi, kara taşımacılığı, deniz ve havayolu taşımacılığı, aşı ve serum üretimi, hastane, klinik, eczane, eğitim, savunma iş yerlerinde çatışan toplam 562 bin sendikalı işçi için grev yasaktır. Bu, sendikalı işçilerin yaklaşık % 25’ini oluşturan bu yığın için, hiçbir şekilde grev söz konusu değildir. Öyle olunca da, bir anlaşmazlık durumunu da (ki hemen her zaman öyle olacak) sözleşme Yüksek Hakem Kurulu (YHK) tarafından sonuçlandırılmaktadır. Bu durumda bu işkollarındaki işçilerin sözleşmeleri etkilemek için “direnişten” başka bir yolları yoktur.
Dayanışma grevlerinin yasak olması: Direnişlerin bir bölümünün kaynağı da sınıfın dayanışma ihtiyacından doğmaktadır. Ülkemizde dayanışma grevleri yasaktır, ama bu sınıf için son derece değerlidir. Bu yüzden de istendiği düzeyde olmasa da başka fabrika ya da işkolundaki işçileri desteklemek için dayanışma eylemlerine başvurulduğu olmaktadır. Grevlerin siyasal niteliği ve sınıfın bilinç düzeyi yükseldikçe, dayanışma amaçlı direnişlerin sayısında da artma olacaktır.
Grev hakkının doğmasının uzun prosedürlere bağlanmış olması: 2821 ve 2822 sayılı yasalar sendikalar ile işverenler arasındaki, bir TİS süresinin bitiminden grev hakkının doğmasına kadar geçecek süreci öyle koşullara bağlamıştır ki; sendika ve kapitalist anlaşırsa, bu süreç bütün bir TİS süresini kapsayabilmekte, böylece işçiler de eski ücretleriyle bir kaç yıl daha çalışmaya zorunlu kalmaktadır. Birikmiş hakların alınması da ayrıca bir süreye yayılınca, toplu sözleşme hepten anlamsız olmaktadır. Bu durumda işçilerin TİS görüşmelerini etkilemek için çeşitli direnişlerle seslerini duyurmaktan başka yolu kalmamaktadır.
Toplu iş sözleşmesi anlaşmazlığından doğan grev dışında grev hakkının yokluğu: Grev hakkının az çok etkili olarak kullanıldığı ülkelerde işçilerin grev hakları nispeten az sınırlanmıştır ve kapitalistle işçilerin tümünü ilgilendiren bir anlaşmazlık grev hakkının dogması için yeterli olabilmektedir. Bizde ise, 1980 öncesinde, TİS’in uygulanmaması halinde doğan “hak grevi” hakkı bile bugün yoktur. Grev ancak, TİS görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlanır, eğer işkolunda ya da işyerinde grev yasağı yoksa hükümet grevi ertelememiş, bir mahkeme greve ihtiyati tedbir koymamışsa işçi greve çıkabilir. Bu durumda, eğer işveren TİS’i imzalayıp sonra da, uygulamasa, işçilerin mahkemeye başvurmaktan başka ellerinden hiçbir olanak (yasal) yoktur. Mahkemelerin nasıl işlediği düşünülürse, böyle bir durumda işçi için iki yol vardır, patronun bütün uygulamalarına boyun eğecek, ya da direnecek. Çoğu zaman değilse de sık sık bu nedenle direnişler çıkmaktadır ve 1988’deki direnişlerin bazıları bu kaynaklıdır.
Sendikaların sendika ağalarının yönetiminde olması: Sendika yönetimlerinin, burjuvaziyle işbirliğinde olan sendika ağalarınca tutuluyor olması ve kapitalistlerin, bazen sendikacılarla işbirliği içinde, bazen de onların hoş görü sınırları içinde olacağı düşüncesiyle işçi haklarına saldırması, ya da oldubittilerle işçilere sözleşme dışı yükümlülükler yüklemesi de işçilerin yaygın direniş nedenlerindendir. Bu durum, grev hakkının hak olarak uygulandığı ülkelerde bir grev vesilesi iken bizde, böyle bir hakkın olmaması, direnişlere neden olmaktadır. Öyle ki; işçiler bazen sendikaya sesini duyurmak için direnişe baş vurmak zorunda kalmaktadır.
Bunlar geçtiğimiz yıllarda gerçekleşen direnişlerin yaygın nedenleridir. Ama daha pek çok neden dolayısıyla direniş olmuştur; bundan böyle de olacaktır. Önemli olan direnişlerin vesilesinin ne olduğunu değil de onun hangi amacın bir parçası olarak uygulamaya sokulduğu, yani eyleme yön veren politikanın hangi sınıfın politikaları olduğudur. İşte, son iki yılda 3.5 milyon işçi çeşitli nedenlerle direnişlere katıldı, ama geriye kalan nedir? Evet, hükümetin ücret politikasının barajını yüzde 70’lerden yüzde 141’lere kadar çıkardılar, belki bundan daha da önemlisi, işçi sınıfının artık iflah olmaz biçimde düzene ve ANAP’a bağlandığı, bu “halkın adam olmayacağı” üstüne politika yapan eski “solcuların” derin tahlillerini iflas ettirdi, toplumun en dinamik ve direnme gücüne sahip, örgütlenmeye en yatkın sınıfı olduğunu dosta düşmana gösterdi; bunun sonucu olarak, ara sınıflar ve köylüler de kıpırdanmaya başladılar, dahası sendikal mücadele canlandı, sendikalarda sendika ağalığına karşı mücadele hem yeni bir dayanak kazandı, hem de yoğunlaştı. Elbette bunlar küçümsenecek şeyler değil, ama kimsenin başarası da değil, sınıfın kendi niteliklerinin dışa vurması. Esas görev, sınıfın kapitalizme karşı mücadeleye sokulması açısından bu eylemlerin konumu neydi ve sonradan ortaya çıkan olumlu durumdan nasıl yararlanıldı sorusuna verilecek yanıttan çıkar.
Hiç kuşkusuz hareket halindeki bir nesneyi bir yöne çevirmek duran bir nesneyi bir yöne çevirmekten çok daha kolaydır. Bu açıdan 1988-1989 direniş ve grevleri, sınıfın hareketini yükselterek onu kendi siyasi çizgisine çekmek isteyenler için çok uygun bir ortam yaratmıştır. Belirtiler bu uygun koşulların derinleşerek süreceği doğrultusundadır. Bu yüzden de geçmiş direniş ve grevlerin derslerinin özümlenmedi yenilerinin daha ileri bir çizgide gerçekleşmesinin olanaklarını sunacaktır. Yeter ki değerlendirilebilsin.
Kendiliğinden grevlerden örgütlü grevlere…
Bütün bu yazı boyunca yapılan özetlemeden ve sınıf hareketinin nispeten dönüm noktaları olarak kabul edilen aşamalarda yapılan saptamalardan da anlaşılacağı gibi, Türkiye işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışından bugüne gelişinde eylem çizgisine damgasını vuran “kendiliğinden”liktir. Bu süreç boyunca işçi sınıfımız “kendisi için” düzeyine ulaşan bir bilinçliliğe varamamıştır.
Özellikle yukarıda sözünü ettiğimiz 1989 Mart ve Nisan aylarındaki işçi eylemleri bu sorunu, eylemin “kendiliğinden mi” yoksa “bilinçli mi” olduğu tartışmasını yeniden gündeme getirdi. Bu tartışma içinde, eylemden kendine pay çıkarmak isteyen sendikacılar “nasıl kendiliğinden olur, baştan sona planladık” derken, “kendiliğindene” tapınmayı bugünlerde daha ticari bulan kimi revizyonistler ise, kendiliğinden diyenleri eleştirmek için “kendileri olmadığı için kendiliğinden diyorlar” diye kahve politikacısı üslubuyla tartışmaya katıldılar. Revizyonistlerin ve sendikacıların niyetleri ve düşünceleri ne olursa olsun, sınıf hareketinin bugünkü düzeyi açısından bazı kavram ve kafa karışıklıklarına yol açması beklenir bir şeydir. Bu yüzden de burada Marksizm-Leninizm’in kendiliğinden kavramıyla sınıf hareketinin hangi durumunu nitelediği üstünde kısaca da olsa durmak gerekecektir.
Marks’tan beri, sınıf hareketinin gelişmesinin içinden geçtiği bilinç aşamalarını tanımlamak için kullanılan “kendiliğinden” ve “kendi için” kavramları Marksizm’e Hegelcilikten aktarılmıştır. Hegel’in düşüncenin bilinç evreleri için geliştirdiği bu kavramı Marks ve Lenin diyalektik sistem içinde yeniden içeriklendirmişlerdir.
İşçi sınıfının henüz kendi gücünün, toplumsal rolü ve tarihsel misyonunu farkında olmadığı, bu haliyle
kapitalist toplumun bir sınıfı olmaktan öte bir konuma sahip olmadığı geri bilinç düzeyini kendiliğinden sınıf
ya da “kendinde sınıf” olarak tanımlıyoruz. Bu durumda işçi sınıfı en ileri hareketi ile bile burjuvazinin sistemi
içinde kalır. Ne var ki, burjuva sistemi içinde bile çelişmeleri onu burjuva sınıfının karşısına geçirir, ama
bu işçi sınıfının burjuva sisteminin karşısına geçtiği anlamına gelmez. Örneğin işçi sınıfı ücret artışı için, ya
da sendika özgürlüğü için kapitalist sınıf karşısına çıkabilir, ya da işçi grevlerine polis saldırısı ile burjuvazinin iktidarı yerine işçi sınıfının siyasal iktidarını öngörmediği için “kendiliğinden” kurtulup, “kendi için” düzeyine yükselmiş sayılmaz. Çünkü “kendi için” bilinç durumu, sınıfın kendi gücünü, burjuva sistemi içindeki yerini, tarihsel misyonunu, yani burjuva iktidarına karşı olmaktan öte, onun yerine “kendi iktidarım” geçirme amacını taşımalıdır. Eğer, “kendisi için” kavramıyla kendi iktidarını kurma bilincini eşlemezsek “kendiliğindenle “kendi için” aşamalarını ayıramamış oluruz. Bugün de yanılgıların çoğu buradan kaynaklanmakta, işçi sınıfının burjuvaziye karşı her eylemi, siyasal olduğu için artık “kendiliğinden” değil “kendi için” eylem sayılmaktadır. Oysa sınıfın her siyasal eylemi kendi için eylem değildir. Sınıf burjuva siyaset alanında kaldıkça, eylemi siyasal iktidarı hedefleyecek, bu yüzden de sınıf siyasal mücadele içinde olsa bile kendiliğinden çizgisini aşamayacaktır; Tıpkı son yıllarda olduğu gibi. Sınıfın kendi tarihsel misyonunu kavraması, onun örgüt bilincinde şekillenir. Bu yüzden de kendi sınıf partisinin çizgisini izlemeyen bir sınıfın “kendi için” bir bilinç düzeyi göstermesi da beklenemez. Demek ki ne hareketin önceden planlanmış olması, ne de burjuvaziye ya da onun hükümetine karşı olması, burjuva iktidarı yerine kendi iktidarını kurma amacıyla
özdeşleşmedikçe sınıfın bilinç düzeyi “kendisi için” bilince yükselmiş sayılmaz.
Bu belirlemenin yukarıdaki gibi ya da başka bir türlü olması çok önem taşır. Eğer sınıfın “kendiliğinden” bilinci “kendi için” bilinç düzeyi olarak görülürse hiçbir zaman burjuva dünya görüşünün ötesine geçilmesi olanaklı olamaz. Dahası son günlerin modası olduğu gibi öncü olmadan sınıfın bilincinin “kendi için” düzeyine yükseleceği, öncü çizgisinde olmadan da sosyalist bir devrimin başarılacağı vb. hayallerine zemin hazırlanır.
Son yıllardaki sınıf hareketinin yükselmesi ve buna bağlı olarak da grevlerin daha direngen, direnişlerin de daha yaygın ve çeşitçe zenginleşmiş olması son derece önemlidir. Ama bu işçi sınıfının mücadelesine önderlik edecekler için sadece bir kalkış noktası, çalışma yol ve yöntemlerini belirlemek, propaganda ve ajitasyonun doğrultusunu yönelteceklerin hedefleri tespit etmekle bir kalkış noktası, aynı zamanda bir dayanaktır. Bunca kargaşa arasında asıl görevin unutulmaması gerekir. Bu da ancak “kendiliğinden” hareket karşısında kendinden geçmemekle olanaklıdır. Küçük burjuva siyasal akımlar bilmeden, revizyonistler ise, isteyerek ve bilerek böyle bir çizgiye, kendiliğinden hareketi şaşalı sözlerle yüceltme yolunda yarışıyorlar, ama sınıf hareketi bu durumdan kurtulmadan, yani kendiliğinden bilinç durumundan kurtulmadan bir ilerleme, gerçek bir ilerleme sağlanmış olamaz. Zaten, kendiliğinden hareketin boyutlarının şu kadar yüksek, grev ve direnişlerin bu kadar yaygın olmasında devrimci siyasal grupların ya da Marksistlerin bir rolü yoktur; bu yüzden de, bundan bir öğünme payı çıkarmaları yersizdir. Burada sübjektif etkene düşen, kendi bilincini sınıfa götürmek, sınıfı kendi bilinç düzeyine yükseltmek, kendiliğinden hareketin yerine de “kendi için” hareketi geçirmektir. Yani amaç, sınıfın siyasal iktidar uğruna bir mücadeleye, kendi partisinin çizgisinde bir mücadeleye çekilmesidir.
Yukarıdan beri söylenenler göz önüne alındığında kendiliğinden hareket sınıfla kaynaşmak sayısız vesileler sunmaktadır.
* Yukarıdaki yaklaşımdan da anlaşılacağı gibi, işçi sınıfımızın tarih sahnesine çıktığından bu yana eylemine damgasını vuran kendiliğindencilik, salt ekonomik mücadelenin ya da burjuva siyaset alanının içinde kalma özelliği 12 Eylül’den sonra da sürmektedir. Ne bahar eylemlerinin doğrudan hükümeti karşısına almış görünmesi, ne yasal görünümü bozmayan “yasa dışılık” ne kitleselliği, ne de baştan sona birileri tarafından (eğer o birileri proletarya partisinin unsurları ve girilen eylem partinin iktidarı ele geçirme mücadelesinde izlediği strateji ve taktiklerin bir parçası değilse) örgütlenmiş olması eylemi “kendi için” eylem düzeyine yükseltmez.
* Gerek bu yazının 1963’ten günümüze gelen grevlerin sayılarına ilişkin söyledikleri gerekse bölümün başındaki grev tablosuna bakıldığında (hiç grev olmayan üç yıl bir yana bırakılırsa) işçi sınıfımız herhangi bir kapitalist ülkenin işçileri kadar çok greve başvurmaktadır. Üstelik de dünya ortalaması grev başına 6 gün iken bizde 79 gün gibi büyük bir rakamdır ve ayrıca grevlere getirilen sınırlama yüzünden direnişler bu hesaba dâhil değildir. Bu demektir ki; kimilerinin iddia ettiği gibi işçi sınıfımızın eylemsizliği gibi bir sorunu yoktur. Çok daha fazla grev, çok daha fazla direniş için koşullar ve nedenler vardır, ama sendikaların sınıfı eylemini engellemesi grev ve direnişlerin sayısının nispeten sınırlayan bir etken olmaktadır. Yoksa işçi sınıfımızın ulusal tarihsel vb. bir özelliği değildir az hareketlilik. Kaldı ki, yukarda belirttiğimiz gibi az hareketli de değildir. Öyleyse, ML’lere düşen kendiliğinden harekete bakıp öğünmek, ya da yakınmak değil, onu ML bir siyasi çizgiye çekerek çalışmayı yaşama geçirmektir.
* Grev Tüzüğü, sendikacıların aldığı önlemler, polisin özel önlemleri grev yerlerini grev coşkusunu yansıtan yerler olmaktan çıkarmıştır. Bu yüzden de grevler birer savaş okulu olma, işçilerin bilincinin yükseltildiği eylemler olamamaktadır. Grev coşkusu deyince akla hep 1960 sonlarının grev, direniş ve işgalleri gelmektedir. Ama 1970’li yıllarda, özellikle DİSK bürokrasisinin baskısıyla unutulan bu özellik bugün de eksikliği en çok duyulan şeydir. Hiç kuşkusuz, grev tüzüğü ya da öteki etkenler grev yerlerinin şenlendirilmesi güçleştirici engellerdir, ama 1960 sonları gibi grev alanı işyeriyle sınırlanmaz, kahveler, evler ve diğer işyerleri de “grev yeri” kapsamına alınırsa grev sınıf için işlevini yerine getirmeye başlayacaktır. Son işçi eylemleri kitlesel niteliğinden dolayı grev yerini işyeri sınırları dışına taşıran eylemler olarak görülse bile, değişik zamanlarda ortaya çıkan olanakların tümünü sınıfın kendi belleğinde taşıması, (özellikle bu bellek sık sık tahrip ediliyorsa) güçtür. Ama sınıfın en güçlü belleği de onun en bilinçli unsurlarında, öncüsündedir. Bu yüzden de öncü değişik zamanlarda ortaya çıkan mücadeleye güç katacak olanakları anımsamak, geliştirmek, ilkelliğinden arındırarak günün koşullarına uydurmak yükümlülüğünü de taşır.
* Bütün bu olumsuz öğelerin yanı sıra, bugün olup bitenlerden ders çıkarmaya çalışan ML bir odak ve devrimci grupların varlığı işçi sınıfı hareketinin bundan sonraki gelişmesi için ciddi bir dayanak ve güvencedir. Sınıf hareketinin en büyük zaafı kendiliğindenliğin aşılmasının, sınıf hareketinin reformcu ve revizyonist etkilerden arındırılmasının dayanağı da bu, ML bir odağın sınıf hareketi içinde etkinleşmesiyle olanaklı hale gelecektir.
Hiç kuşkusuz grevlerin birer savaş okulu olması ML’nin içindeki etkinliğine bağlıdır, ama ML’nin sınıf içinde başarı gösterebilmesi için de direniş alanlarının bütün güçlüklerin yenilerek sosyalizm okulları haline getirilmesiyle olanaklıdır. ML de bunu başarmanın öğretişidir.
Grevin tamamıyla başlayan, “işçi sınıfının en keskin mücadele biçimlerinden biri olarak grevler” üstüne yazımız burada sona eriyor, ama grevler üstüne söylenecek şeylerin bittiği anlamına gelmiyor bu. Tersine burada sadece bir yaklaşım ve ülkemiz işçi sınıfının grev mücadelesinin ana çizgileri bugünkü mücadelenin ihtiyaçları açısından değerlendirilmeye çalışıldı. Ayrıca, grev kırıcılığı ve grev yasalarına istenmesine karşın (yazıyı bir dergi yazısı olarak aşırı uzatacağı nedeniyle) hiç değinilemedi. Bütün bu ve başka nedenlerden dolayı dergimiz, mücadelenin pratik ihtiyaçlarını da gözeterek, grevlerin değişik yönlerini incelemeyi sürdürecektir.
Şubat 1990