Tarih sahnesine çıkmasından bu yana işçi sınıfı çeşitli mücadele aşamalarından geçti.
İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin onun varlığı ile başladığını söyleyebiliriz: Önce tek tek işçiler tek tek patronlara karşı haklarını savundular, sonra tek bir atölye ya da fabrikanın işçileri patronlarına karşı birlikte tavır aldılar, bu da yetmedi: bir yöredeki bütün fabrikaların işçileri oradaki kapitalistlere karşı durdular. Saldırı sadece kapitalistlerle de sınırlı kalmadı, burjuvazinin sahip olduğu üretim araçlarına da yöneldi. Makina kırıcılığı (ludizm) işçilerin kapitalistlere karşı öfkesinin bir ifadesi oldu. Ama işçiler kısa sürede girilen bu yolun çıkmaz olduğunu gördüler, burjuvaziye karşı bir sınıf olarak birleşmenin gereğine daha çok inanarak ilerlediler. Büyük sanayi devriminin getirdiği atılım, makinaların sanayinin her dalında yaygın kullanımı, büyük çapta meta üretimi. İşçileri sadece sayısal olarak çoğaltmakla kalmadı, onları büyük kitleler halinde yoğunlaştırdı da. Tek tek işçilerle tek tek patronlar arasındaki çatışma giderek iki sınıf arasındaki çatışmaya dönüştü.
Mücadelenin belirli bir aşamasında işçiler, burjuvaziye ‘ karşı birlikler oluşturdular. Başlangıçta bu birlikler çok şekilsiz ve süreksizdi, ama zamanla “ara sıra ortaya çıkan başkaldırılara hazırlıklı olabilmek için sürekliliği olan birlikler” kurdular. “Mücadele yer yer ayaklanma biçimine büründü”. (Marks, Engels). İngiliz işçi sınıfı tarihinde pek çarpıcı bir biçimde izlendiği gibi, bu başkaldırılarda işçiler zaman zaman başarılı da olurlar ama daha çok yenilgiyi tadarlar. Bu süreçte işçilerin en büyük kazancı durmadan büyüyen birleşmeleri, bir sınıf olarak kaynaşmaları olur. Yerel mücadeleler ulusal çapta birleşerek büyür, çatışmanın boyutu ülkenin her yanındaki işçilerle her yanındaki kapitalistlerin ayrı ayrı, çıkarları birbiriyle karşıt iki sınıf olduğu bilincinin yerleşmesinin temelini oluşturur. “Her sınıf mücadelesi politik bir mücadele” olduğundan işçi sınıfının politik mücadelesi işte bu sosyal temel üstünde yükselir.
İşçilerin ülke çapında birleşerek bir sınıf oluşturması, bir sınıf olarak burjuvazinin karşısına dikilmesi ne kolayca oldu, ne de dümdüz, hep ilerleyen bir yol izledi. “Proleterlerin sınıf olarak ve bununla birlikte politik parti olarak örgütlenmesi, her an bizzat İşçilerin kendi arasında rekabet tarafından yeniden tahrip edilir. Ama her seferinde yeniden, daha güçlü, daha sağlam ve daha etkin olarak yeniden oluşur.” (Marks, Engels)
İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin belirli bir aşamasında, tek tek işçilerin tek tek kapitalistlere değil de, bir grup işçinin bir kapitaliste karşı birlikte karşı durması aşamasında grev işçi sınıfının bir mücadele aracı olarak ortaya çıktı. O aşamadan İtibaren işçiler, üretimden gelen güçlerini kullanarak kapitalistlere istemlerini kabul ettirmeye çalıştılar. Burada da kalınmadı; grev, sınıfın burjuva sınıfından isteklerinin, elde etmenin araçlarının en önemlilerinden birisi olarak, çeşitlendi ve mücadelesinin en etkin ve sürekli araçlarından birisi oldu.
İşçi sınıfının büyük öğretmenleri Marks ve Engels, daha çalışmalarının başından itibaren, işçi sınıfının grev eyleminin sınıfın mücadelesindeki belirleyici rolünü kavradılar ve ona gereken ilgiyi gösterdiler. Engels, ilk çalışmalarından birisi olan “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” adlı yapıtında, İngiliz işçilerinin grev mücadelelerine önemli bir yer ayırarak grevlerin, İngiliz işçilerini bir sınıf olarak birleştirmesine ve onların mücadele aracı olarak rolüne dikkat çeker; grevleri, işçi sınıfının bir savaş okulu olarak niteler. Sadece grevlerin önemine dikkat çekmekle de kalmaz, grevi işçi sınıfı mücadelesi içinde yerli yerine oturtarak; daha sonra grevi işçi sınıfı mücadelesinin tek aracı olarak görecek olan anarko-sendikalistlere ve anarşistlere şimdiden (1845 de) yanıt verir gibidir. “Bu grevler kuşkusuz şimdilik ileri karakol çakışmalarıdır ve ara sıra önemli çatışmalar olsa bile; bunlar hiçbir şeyi tayin etmiyorlar, ama bunlar, proletarya ile burjuvazi arasındaki tayin edici muharebenin yaklaştığının en güvenilir kanıtlarıdır. Bunlar, işçileri artık kaçınılmaz olan büyük mücadeleye hazırlayan savaş okullarıdır: Bunlar, tek tek işkollarının büyük işçi hareketine katılmalarına ilişkin ayaklanma çağrılarıdır,” (Engels)
Engels aynı yapıtında, grev sırasında çekilen sıkıntıların işçi sınıfını nasıl bilediğini ve onun dayanma gücünü nasıl artırıp sınadığını da şöyle ifade ediyor:
“Sefaleti kendi deneyiminden tanıyan bir işçi için, karısı ve çocuğu ile buna karşı durmak, açlığı ve yoksulluğu, aylar boyunca çekmek ve bu arada sağlam ve sarsılmadan kalmak, gerçekten ufak tefek bir iş değildir. Bir Fransız devrimcisini bekleyen ölüm, kürek cezası, İngiliz işçisinin mülk sahibi sınıfın boyunduruğuna girmeyi tercih ettiği yavaştan açlıktan ölme karşısında, açlık çeken aile gündelik manzarası karşısında nedir ki? … Bir burjuvayı dize getirmek için bu kadarına katlanan kişiler, tüm burjuvazinin iktidarını devirmeye de muktedir olacaklardır.”
Marks ve Engels’in çabaları, grevlerin işçi sınıfı mücadelesindeki yerini belirlemekle kalmadı, işçi sınıfı eliyle yeni bir dünya kurma teorisi ve pratiğinin de öncüleri olarak onlar 1. Enternasyonal içindeki çabalarıyla, Enternasyonalin dikkatini işçi mücadelesine ve grevlere çektiler. Özellikle Marks, grev mücadelesinin gündelik sorunlarıyla bizzat ilgilendi; grevlere maddi ve manevi bakımdan yardım edilmesini sağladı, kendi eliyle duyurular yazdı, karşılaşılan sorunlar karşısında çözüm yolları gösterdi, her türden grev kırıcılığına karşı savaştı.
Marks ve Engels, bir yandan Enternasyonal’in dikkatini işçi sınıfının grev mücadelesine çekerken, öte yandan Bakunin ve Bakünincilerin şahsında grevlerin işçi sınıfının tek mücadele biçimi olarak öne sürülmesine de karşı çıktılar.
Sonraki yıllarda Lenin ve Bolşevikler, 2. Enternasyonalin grev mücadelesini küçümseyen oportünist çizgisine, ekonomistlerin ekonomik temelden kalkan grevi her şey sayan anlayışlarına karşı, Marks ve Engels’in devrimci çizgisinin savunucusu oldu. Kızıl Sendikalar Enternasyonali’nin kurulmasıyla öteki mücadele alanlarında olduğu gibi grev konusunda da M-L yeni bir dayanak kazandı. Ama burjuvazi var oldukça işçi sınıfının dostu postuna bürünmüş “yandaşları” da olacaktır. Bu yüzden de işçi sınıfının iki yüz yılı aşkın grev deneyimine karşın, bugün de; grevlere olmadık güçler atfeden, ya da artık önemini yitirdiğini iddia eden sendika ve siyasi odaklar var olmaya devam etmektedir. Bu nedenle de; greve katılan, birkaç grev deneyimi geçiren her İşçinin görebileceği “basit” gerçekleri yeniden yeniden gündeme getirmek kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü işçi sınıfının grev mücadelesinin önemi sadece işçi sınıfının dostlarının değil, belki onlardan da önce düşmanlarının ve burjuvazinin dikkatini çekmiştir, işçi sınıfının mücadele tarihi bunun açık kanıtlarıyla doludur. Bugün, hiç olmazsa burjuva demokrasisinin uzunca bir zamandan beri hüküm sürdüğü ülkelerde işçi sınıfının vazgeçilmez bir hakkı olarak görülen grev bu ülke burjuvalarının en demokrasi yanlısı, en devrimci oldukları 18. yüzyılda, ne olağan bir hak olarak görülüyordu ne de kullanıldığında kabul ediliyordu. Burjuvazi bir yandan feodal artıklara, soyluluğun imtiyazlarına karşı savaşırken öte yandan da grevcilere kurşun sıkmaktan çekinmiyordu. 1779-1801 yıllarında İngiliz parlamentosu, grevleri ve işçi örgütlenmelerini yasaklayarak nasıl bir demokrasi savunduğunu ortaya koydu. Ve ancak, kapitalizmin en gelişkin ülkesi (bu yüzden de işçi sınıfı hareketinin en gelişkin olduğu ülke) olan İngiltere’de grev ve sendika hakkı, artık yasaklanarak önlenemeyeceği anlaşıldıktan sonra, 1824’te yasal bir hak oldu. Ama grev hakkının yasalara geçmiş olması burjuvazinin bu hakka saygı gösterdiği anlamına gelmedi; grevlere bazen açıkça saldırdı, bazen grev kırıcıları kullandı, bazen de sınıf içindeki ajanlarını (çoğu zaman da hepsini bir arada) kullandı, Özellikle işçi sınıfı içinde işçi aristokrasisinin güçlü olduğu ülkelerde grevleri arkadan vurmak burjuvazi için daha olanaklı hale geldi. Reformcu ve revizyonist sendikacılık akımları ve burjuvaziye hizmeti iş edinmiş sendika bürokratları ve ağaları grev kırıcılığını meslek haline getirdiler. Bugün de bu görevlerini her ülkede değişik kılıklar altında ama ASK- DSF-ICFTU İçinde uluslararası bir dayanışma altında sürdürüyorlar. Bu yüzden de gerek grev alanlarında gerekse ideolojik mücadele alanında, Mars ve Engels’ten bu yana bütün gerçek Marksistlerin savuna geldiği tezleri yeniden yeniden gündeme getirmek bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Grevlerin içerikleri ve çeşitleri
“Kapitalizm, ister istemez işçilerin patronlara karşı mücadelesine yol açar ve üretim büyük çapta olunca, mücadele ister istemez grev biçimini” (Lenin) almasından bu yana işçi sınıfının mücadele deneyimi zenginleştikçe grevler de ilk biçimleri olan ekonomik biçimden taşarak zenginleştiler, çeşitlendiler. Ekonomik grevlerin yanı sıra, dayanışma grevleri, protesto grevleri, genel grevler gibi içerikleri ve amaçları, uygulandıkları yere ve zamana göre değişen grev türleri işçi sınıfının sık sık başvurduğu grev biçimleri oldular.
Grevler içerikleri, amaçları, yürütülüş biçimleri bakımından çok değişik olabilirler. Bunların bazılarını şöyle sayabiliriz. Bir bölgedeki değişik işkollarından işletmeleri kapsayan yatay grevler, bir bölgedeki bir iş kolundaki bütün işletmeleri kapsayan dikey grevler, değişik İşletmelerin bir ya da birkaç işletmedeki bir grevi desteklemek İçin giriştikleri dayanışma grevleri, belirli bir hazırlıktan sonra istençli bir biçimde ortaya konan örgütlü grevler, herhangi bir hazırlık ve plan olmadan, spontane olarak ortaya çıkan kendiliğinden grevler, kimi ekonomik kazanımlar için başvurulan ve bu muhtevada kalan ekonomik grevler, politik amaçlarla gerçekleştirilen politik grevler vb. gibi.
Sözü edilen her grev türünün kuşkusuz kendine has kimi özellikleri vardır ve başlamaları, yürütülüş biçimleri ve karşılaşılan sorunlar farklılıklar gösterir, Ama biz burada yazının bundan sonraki çerçevesi içinde söylenenlere temel olması bakımından ekonomik ve politik grevler üstünde duracağız.
Aslına bakılırsa, nasıl ki ekonomik ve siyasal mücadele birbiri ile sıkı bir ilişki İçinde ise, ekonomik ve siyasal grevler de öyle bir ilişki içindedir. Gerçek yaşamda da salt ekonomik mücadele diye bir şey yoktur, çünkü en saf, “en ilkel haliyle bile ekonomik mücadele işçiyi kapitalistle karşı karşıya getirdiği için çapından ve niteliğinden bağımsız olarak politik unsurlar” (A. S. Losovsky) içerir. Her grevin böylesi siyasal bir embriyon taşıması yanı sıra, günümüzde, devletin o görünür tarafsızlığını yitirdiği, ekonominin merkezileşerek bütün ülke, hatta dünya ölçüsünde tekellerin ortaya çıkmasıyla bir yerdeki grevin ekonominin geneline etkisinin arttığı, hükümetlerin her vesileyle grevlere müdahalesi gibi nedenler ekonomik amaçlı grevlere bile siyasal bir içerik kazandırmakta, bu müdahaleler arttığı ölçüde de grevlerin siyasal unsurları derinleşmektedir.
Yine, ekonomik grevlerin oldukları yere göre de siyasal içerikleri önem kazanır. Örneğin, çelik, enerji, yol gibi işkollarındaki ekonomik grevler tekstil, deri ve benzeri işkollarına göre siyasal İçerik kazanma şansı daha fazla işkollarıdır.
Ekonomik grevler meydana geldikleri döneme göre de farklı önem kazanırlar; refah dönemlerine göre kriz dönemlerinde, barış zamanına göre savaş zamanlarında farklı bir öneme sahip olurlar; Refah döneminde ekonomiyi fazla etkilemeyecek bir grev, kriz döneminde var olan krizi daha da derinleştirici rol oynayabilir. Ya da barış zamanı fazla önem taşımayan bir demir yolu grevi, savaş zamanı savaşın kaderini belirleyici bir rol oynayabilir. Küçük bir alanda başlayan grev, genişler ve ekonomiyi önemli ölçüde felce uğratırsa, politik bir önem kazanır. Çünkü “politika yoğunlaşmış ekonomidir.”
Genel grevler ise; dolaysız başlangıç nedeni ne olursa olsun, önderlerinin amaçları ve katılan işçilerin politik düzeylerinden bağımsız olarak politik bir nitelik taşır. Örneğin, TİS görüşmelerindeki bazı engelleri aşmak için TİSK’in inadı kırılması gerekiyor ve salt bu nedenle TÜRK-İŞ genel greve başvuracak olsa, Türk-İş ağaları ne kadar, “amacımız politik değil” diye yemin billâh etse, yapılan eylem yine de politik niteliktedir. Çünkü işçi sınıfı sınıf olarak, burjuvaziye bir isteğini kabul ettirmek için greve başvurmuştur. Sınıfın sınıfa karşı mücadelesi ise politik mücadeleden başka bir şey değildir.
Evet, bir genel grev önderlerinden ve katılan işçilerin bilinç düzeylerinden bağımsız olarak politik bir içeriğe sahiptir, ama proletarya partisinin, sınıf sendikacılığının damgasını taşımadığı sürece planlı politik mücadelenin bir aracı durumuna gelemez. Örneğin 1960- 1970’li yıllarda, İtalya ve Fransa’da revizyonist partilerin ve sendikaların örgütlediği pek çok genel grev oldu, bunlar elbette siyasal bir içerik taşıyorlardı, ama hiçbir zaman burjuvaziyi devirmenin bir aracı, sınıf mücadelesini bir üst aşamaya sıçratmanın dayanağı olmadılar.
Tarihsel olarak anarko-sendikalizm, ekonomi ile politikanın mutlak olarak ayrılması görüşü üstüne oturtulmuştu. Günümüzde, bu eğilim reformcu sendikacılık tarafından temsil edilmektedir. Ekonomik grevlere siyaset bulaştırmamak İçin reformcu sendikacılar var güçleriyle uğraşmaktadırlar, ama onlar uğraşıyor diye ekonomik grevlere siyasetin bulaşmadığı anlaşılamaz, bulaşıyor, hem de çoğu zaman ekonomik yanını örtecek kadar bulaşıyor, ama burjuva siyaset bulaşıyor. Bu yüzden de günümüzde tartışmanın odağı anarko sendikalistlerle olduğu gibi, ekonomi-siyaset ilişkisi ve salt ekonomik grevlerin saçmalığı üstüne değil de hangi politika; burjuva politikası mı, proletarya politikası mı, reformculuk mu, devrimcilik mi üstüne yoğunlaşmaktadır.
Anarko-sendikalizmin 20. yy başlarında, İtalya, Fransa, İspanya ve Latin Amerika ülkelerinde güç kazanmasının nedeni, işçilerin o günün “Marksist” partileri olan sosyal-demokrat partilerin reformizme kaymaları, işçileri burjuva politikasının batağına çekmeleriydi. Bu yüzden de işçiler, burjuva politikasına, politikasızlığı tercih ederek anarko-sendikalizmin saflarına katıldılar. Bugün, daha doğrusu son yıllarda, revizyonizmin İktidarda olduğu ülkelerde, “dayanışma” türü “bağımsız” sendikacılık eğiliminin büyük boyutlara varmış olması da benzer bir nedene dayanmaktadır: işçi sınıfından koparak bürokrat burjuvazinin karargâhına dönüşen eski komünist partiler, sendikaları da sendika bürokrasisinin birer üssüne dönüştürdü; işçiler sendikalardan uzaklaştırıldı, sendikalar işçi sınıfının çıkarlarını koruyan, sosyalizmin inşasının araçları olan örgütler değil, parti ve sendika bürokrasisinin örgütlenme ve çıkar merkezlerine dönüştüğü için artık işçiler için bir anlam ifade etmekten çıktılar. Bu yüzden de görünüşte de olsa bu revizyonist bürokrasiye karşı çıkan “bağımsız” sendikacılık işçiler İçin daha çekici gelmektedir. Bugün bizim ülkemizde de, sınıf içinde sendikaların siyasetten uzak durması, sendikaların siyasi partilerden “bağımsızlığı”nın fazla İtibar görmesinin arkasında var olan siyasi partilerin işçi sınıfına düşman politikalar izleyen burjuva partileri olması yatmaktadır, işçi sınıfının mücadele tarihi, gerçek işçi sınıfı partilerinin var olduğu koşullarda İşçilerin sendikaların politika dışında kalmasını istemeleri bir yana gündelik mücadele de bile kendi partisinin çizgisinde yürümeye özen gösterdiğini kanıtlamaktadır.
Marksist dünya görüşünü kendisine kılavuz edinen sınıf sendikacılığı işçi sınıfının mücadele tarihinden çıkardığı derslerin ışığında, politikanın ekonomiye göre önceliğinin, politik örgütün sendikalardaki önder rolünün, ekonomik mücadele ile politik mücadelenin kaynaştırılmasının zorunluluğunun bilincindedir. Ancak bu kaynaşma kendisini işçi sınıfının en keskin mücadele biçimlerinden birisi olan grevlerde ortaya koyduğu ölçüde anlamlı olacaktır. Ekonomik nedenlerle başlamış olsa da bir greve politik içerik kazandırmak için ortaya çıkan fırsatlar kaçırılır, ya da fark edilmezse sadece politik bir çıkışın gerektirdiği avantajlardan yoksun kalınmaz, ekonomik amaçların elde edilmesi de büyük ölçüde riske girer. Örneğin 1970’lerde Maden-İş Sendikası’nın MESS’e karşı. Tekstil Sendikasının Tekstil İşveren Sendikalarına karşı yürüttüğü grevler, işverenlerin “Grup Sözleşmesi”nde direnmesi üzerine siyasal bir içerik kazanmıştı. Çünkü artık sorun sözleşmenin şu ya da bu maddesinden dolayı değil, kapitalist sınıfın işçi cephesinde bir gedik açmak üzere direnmesiydi. Bu da grevi ve tabii lokavtı da sınıfın sınıfa karşı tavrına dönüştürmüştü. Kapitalistler çok bilinçli bir biçimde, burjuvazinin diğer kesimlerini ve hükümeti de yanlarına çekecek politikalar izlediler. Maden-İş ve DİSK ise; greve siyaset bulaştırmayı taktik olarak (bazı hallerde politik bir tutum alındığı halde, tutumun politik olmadığı söylenebilir) değil, gerçek anlamda olarak reddettiler. Grevimizin amacı salt ekonomiktir diye direndiler. Sanki siyasi amaçlı grev yapmak İşçi sınıfına karşı büyük bir suçmuş gibi. Oysa o aşamada yapılması gereken, grevin kazandığı politik içeriği doğru bir biçimde tespit edip, bunun nedenlerini bütün sınıfa ve demokratik kamuoyuna açıklamak, işçi sınıfının grev dışı unsurlarından başlayarak bütün ilerici çevrelere, grevde kazanımın bütün sınıf ve ilerici güçler için, kaybın ise yine aynı güçler için olduğunu vurgulayarak, mücadelenin yığın desteğini artırmak; yanı sıra grevin hedeflerini gözden geçirerek siyasal talepleri öne çıkaran yeni bir yönelişe girmek gerekirken, DİSK’Ii sendikacılar mücadeleyi ilerletmekten, yeni güçleri mücadele alanına çekmekten kaçınarak, “grevimiz ekonomik talepler içindir, hiçbir ideolojik, politik amacımız yoktur, verin hakkımızı grevi bırakalım” tavrını takınarak, işçi sınıfı cephesini zayıflatırken, burjuvazinin zaten örgütlü ve bilinçli olan cephesini cesaretlendirmiştir. Böylesi ahmakça tavır karşısında (eğer bilinçli bir ihanet yok, sadece ahmaktık sayılırsa) MESS ustaca, DİSK’in ideolojik amaçlarla grevde direndiğini iddia etmeye devam etmiş; gazetelere verdiği ilanlarla, hatta işçi evlerine gönderdiği, dergi, broşür ve özel mektuplarla geri bilinçli işçilerde grevin amaç dışı kullanıldığı konusunda kuşkular uyandırarak, işçi sınıfı cephesi içine nifak tohumları ekmeye çalışmıştır. Çünkü DİSK ve bağlı sendikalar, politik grevlere özünde karşı olduklarından, dahası o somut anda politik yanı öne çıkarmaktan şiddetle kaçındıklarından işçilerin karşısına geçip grevin neden politik bir grev olması gerektiğini, ancak politik mücadele araçlarıyla sürdürülebilir ve gerekleri yerine getirilirse başarılı olunabileceğini savunamadığı için MESS’in direnemeyeceği boyutlara varma olasılığının güçlülüğü daha iyi anlaşılır. Dahası, MESS’in greve yönelttiği “politiktir” suçlaması bu durumda MESS’in DİSK’in politik amaçlarla görüşmeleri çıkmaza ittiği iddiası grevi zayıflatan bir silah olmuştur. Eğer tavır sınıf sendikacılığının tavrı gibi olsaydı; ülkenin o andaki politik ortamı düşünüldüğünde mücadelenin MESS’in elinde patlayan bir silah olacak, burjuvazi bir daha işçi sınıfına karşı bugün de çok sık kullandığı bu silahı kullanamayacak. “Grup Sözleşmesi” de sınıfın başına bela edilemeyecekti.
12 Eylül’den sonraki ilk büyük grev olan (Kasım 1986’da başladı ve 2650 işçi katıldı) NETAŞ grevi de böyle, ekonomik nedenlerle başlayan ama PTT-Northern Telecom (Kanada firması)-Hükümet işbirliği içinde işçilerin grev cesaretini kırmak, bütün olarak sınıf için grevin çıkar yol olmadığını göstermek için özel olarak yenilmeye çalışılan ve grevin başlamasından sonra politik içerik kazanan bir grevdi. Burada da sendika bu politik içeriği görmezden gelerek, mücadelenin genişletilmesinden çekinmiş bu yüzden de istenen amaçlara ulaşılamamış, Otomobil-İş’in bütün öğünme çabalarına karşın önder işçilerin işten atılması bile önlenememiştir. Seydişehir Alüminyum, İskenderun ve Karabük Demir-Çelik fabrikalarındaki grevlerde de hükümetin grevi kırmak için çevirdiği entrikalar, bu grevlerin de siyasal içeriğini derinleştirmiştir. Ne var ki gerek Türk Metal, gerekse Çelik-İş bu siyasal içeriğin üstünü örtmeye özen göstererek, grevi “kazasız belasız” bitirmek için hükümet ve işveren sendikası TİSK’le entrika çevirmekten çekinmemişlerdir.
Sınıf sendikacılığı, mücadelesinde, ne doğrudan politik içerikli grevler örgütlenmekten, ne de ekonomik nedenlerle başlayan grevlerin siyasal bir karakter kazandığı durumda yeni sloganlarla mücadeleyi ilerletmek için gayret göstermekten geri durmaz. Ama bunu yaparken, yığınlar adına küçük bir azınlığın hareketine dönüştürmez sendikal hareketi. Bu, anarko-sendikalizmin tavrıdır: Çünkü “anarko-sendikalizm daima bir azınlık, seçkinler öğretisi olmuş, “kitleler adına hareket eden” bir azınlık olmuştur. Marksistler ise; asla kitleler adına hareket etmemiş, ama “kitlelerle birlikte” ve kitlelerin başında hareket etmeyi ilke edinmişlerdir. Sınıf sendikacılığı bu tutumuyla bir yandan anarko-sendikalizmin kitleleri küçümseyen tavrından ayrılırken, öte yandan da reformculuğun yığınları sendikal mücadelenin dışında tutan, sendikacılığı sendika ağalarının ve bürokratların diplomasi faaliyetine indirgeyen tavrından ayrılır.
Hiç kuşkusuz yukarda söylenenler daha çok grevin işçi sınıfının yasal bir hakkı olduğu, bu hakkın çok fazla kısıtlanmadığı koşullarda geçerlidir. Grevin hepten yasak olduğu ya da bizimki gibi grevin bir hak olarak tanınıp “grev düzenleyici” yasalarla kullanılır bir hak olmaktan çıkarıldığı ülkelerde ekonomik grevlerin bile kısa zamanda derin bir siyasal içerik kazanması kaçınılmaz olur. Örneğin, 12 Eylül koşullarında Cunta grevleri yasaklamışken, patronun ücretlerini ödemediğini öne sürerek bir grup işçinin greve gitmesi, grevin kendisi cuntanın emirlerini çiğnemek olacağından, eylem amaçlarından ve katılan işçilerin amaçlarından bağımsız olarak siyasal bir niteliktedir. Grevin duyulmasından hemen sonra gelen askerler tarafından işletmenin kuşatılıp, işçilerin alınıp tutuklanması buradaki siyasal içeriği fark etmeyenlere de bunu fark ettirecektir. NETAŞ, Demir Çelik, Alüminyum gibi grevlerde-ki siyasal karakterin ağırlık kazanmasının bir nedeni de elbette ülkemizdeki grev hakkının sözde hak olmasıyla da ilgilidir, işçi her yandan yasaklarla çevrili olduğundan, her an grevin ertelenmesi tehlikesi, polisin, grev tüzüğüne aykırı davranıldığı gerekçesiyle greve yeni engeller çıkarması, iş yerinde işveren lehine mülki amir ya da mahkemelerin yetki kullanması gibi durumlar işçilerle hükümeti, ya da burjuva sınıfının bütününü yüz yüze getirme olasılığı taşımaktadır. Ki; bu da grevlerin siyasal içeriklerini derinleştirici etkenlerdendir. Demek ki, bir ülke ya da işkolunda grev yasak, ya da yasağa yakın bir serbestlikte ise; o ülke ya da işkolundaki grevlerin siyasal içerikleri daha güçlü olacaktır. Sınıf sendikacılığının unutmaması gereken etkenlerden birisi de bu olsa gerekir. Çünkü bu etken var oldukça; küçük ekonomik grevlerin bile, siyasal bir içerik kazanarak büyüme, genel bir greve dönüşme olasılığı yüksek olacaktır.
Buraya kadar ekonomik içerikli grevlerdeki siyasal nüve, bu grevlerin süreç içinde kazanabilecekleri politik içerik üstünde durduk; ama bu siyasal içeriğin sınıfsal karakterine değinmedik, ya da sadece dolaylı değinmelerle yetindik. Bütün bu söylediklerimizden sonra şöyle bir soru ister istemez akla gelecektir: Bu grevlerde kendiliğinden ortaya çıkan siyasal nitelik hangi sınıfın siyasetine karşılık gelir, ya da proletarya partisinin damgasını yemeden bu siyasal içerik işçi sınıfının siyasal mücadelesinin bir parçası olabilir mi? Eğer bu soruya, mademki greve katılanlar İşçidir, öyleyse bu grevlerin İçeriğinin zenginleşerek siyasal bir nitelik kazanması da her koşul altında bu grevleri işçi sınıfının siyasal mücadelesinin bir parçası haline getirir dersek, Lenin’in ünlü yapıtı “Ne Yapmalı?”da ekonomistlere yönelttiği tüm suçlamaları hak ederiz. Çünkü gerçek hiç de bu kadar basit değildir. Bu yüzden de sorunun aydınlığa kavuşması için biraz daha ayrıntısına inmek, siyasal mücadelenin ne olup olmadığı üstünde durmak gerekir.
Engels, siyasal mücadeleyi “sınıfın sınıfa karşı mücadelesi” olarak tanımlar. Yani nerede iki sınıf karşı karşıya geliyorsa orada siyasal bir mücadele vardır, Buradan kalkarak, sınıf mücadelesinin sınıfların birbirlerini alt etme mücadelesi olduğu, bunun da siyasal iktidarı elde etmekle gerçekleşeceği gerçeğini göz önüne alırsak, siyasal mücadelenin iktidar mücadelesine eş düştüğü sonucuna varırız. Bu yüzdende siyasal mücadele deyince iktidar mücadelesinden söz edildiği bilinir. Gerçi sınıf mücadelesi dendiği zaman sınıfın ekonomik, siyasi, ideolojik alandaki mücadelesinin tümünü kastederiz ve ekonomik ve ideolojik mücadele bazen siyasal mücadelenin önüne çıkıyor olsa bile her iki alandaki mücadelenin siyasal mücadelenin başarısı için olduğu bilinir. Zaten gerçek yaşamda, birbirinden mutlak olarak, ayrılmış bir ideolojik, ekonomik ve siyasal mücadele alanları yoktur. Yürüyen bir tek mücadele vardır. O da, işçi sınıfının burjuvaziye karşı verdiği mücadeledir. Böyle ayrı ayrı mücadelelerden söz etmemizin nedeni gerçek yaşamı daha iyi kavramak için zihnimizde yaptığımız bir ayrıştırmadır.
“Sınıfın sınıfa karşı mücadelesinden” ne anlamak gerekir? Elbette ki işçi sınıfının çoğunluğunun bütün olarak burjuva sınıfından, burjuva hükümetinden istemleri için mücadelesini anlamak gerekir. Ama bundan her zaman sınıfın bütünü ya da çoğunluğunun dolaysız olarak burjuvazinin, onun hükümetinin karşısına çıktığı anlamı çıkmaz. Örneğin bir tek fabrikanın işçileri bile eğer sınıfın bütünün istemleri için bir mücadele içindeyse bu sınıfın sınıfa karşı mücadelesidir. Bir fabrikanın işçileri, bütün sınıfı ilgilendiren, örneğin; grev hakkına sınırlamalar getiren yasaların kaldırılmasını isteyerek bir eyleme başvurmuşlarsa, bu eylem sınıfın çoğunluğunu kapsamadığı halde sınıfın sınıfa karşı mücadelesi olarak değerlendirilir. Çünkü istemler sınıfın bütününün istemleridir.
Öte yandan siyasal mücadelenin, kendi başına, hangi sınıfın hangi sınıfa karşı olduğunu ya da hangi sınıfın siyaseti olduğu belirtilmeden, fazla bir anlamı da yoktur. Dahası var olan düzen sınırlarını aşmayan bir siyasal mücadele programının hangi sınıfın maddi güçleriyle yürütülürse yürütülsün burjuva siyasetinin sınırlarını aşamayacağını biliyoruz. Bu yüzden de işçi sınıfının mücadelesinin reformcu bir çerçevede siyasete çekilmesi ya da grevlerin kendiliğinden siyasal bir karakter kazanmaları mücadelenin ilerlemesi açısından fazla bir önem taşımamaktadır. Burada karşımıza “reformlar uğruna yürütülen siyasal mücadele”nin anlamı çıkar.
Gerçekte, proletaryanın devrim ve sosyalizm mücadelesinden bağımsız olarak bir “reformlar uğruna mücadele programı” yoktur. Kapitalizmi yıkma mücadelesinin yan ürünüdür reformlar. Yoksa proletarya partisi, siyasal iktidarı elde etme perspektifini bir yana bırakarak reformlar uğruna mücadele etmez, örneğin, grev hakkını sınırlayan yasaların iptal edilmesi, ya da 141-142’nin kaldırılması istemi bir reformlar uğruna mücadele değil midir denebilir. Eğer bu mücadeleler, kapitalizmi yıkma mücadelesine bağlı olarak değil de, kendi başlarına birer mücadele olarak ele alınırsa reformcu bir çizgiye düşülmüş olur ve yapılan da reformlar uğruna bir mücadele olarak kalır. Ve elbette bu platformda kalındığı sürece de burjuva siyaseti alanından çıkılmış olmaz.
Elbette, yaşam içinde de gözlüyoruz: İster partisi olsun isterse olmasın bütün kapitalist ülkelerde işçi sınıfı burjuvaziye karşı bir mücadele yürütüyor ve bu mücadele içinde de, mücadelenin boyutuna göre az ya da çok haklar elde ediyor, bunların bir bölümünü de yasalara geçirterek haklarını “garantiye” alıyor. Eğer o ülkede proletaryanın kendi devrimci partisi var ve girişilen mücadele genel, kapitalizmi yıkma mücadelesinin bir parçası olarak yürüyorsa, işçi sınıfı sosyalist bir siyasal mücadele içindedir; mücadele proletaryanın devrimci partisinin damgasını taşımayan salt reformlar uğruna bir mücadele ise, içinde bulunan siyaset burjuva siyasetidir: Tıpkı, burjuva partilerin işlerine geldiğinde, birbirleri aleyhine, işçileri kendi politikalarının aleti olarak kullandıkları gibi. Bugün Polonya, Macaristan, SB ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde yaşandığı ya da İspanya’da geçtiğimiz yıllarda, Bask’ın terör eylemlerine karşı hükümetin İspanyol işçilerini sokağa döktüğü ya da ülkemizde 15-16 Haziran’da olduğu gibi…
Bu durumda; ekonomik amaçla başlayan grevlerin bir (hükümetin müdahalesi, polisin saldırması, patronların bir sınıf tavrı takınması vb. sonucu) giderek bir politik içerik kazanmasının önemi nereden gelir? Birincisi, böyle bir durum sınıflar arası gerginliği artırarak, işçilerin kapitalistlerin ve kapitalist düzenin niteliklerini anlamalarını kolaylaştırır; ikincisi ve en önemlisi ise; proletarya partisi ve sınıf sendikacılarının bu durumda yeni sloganlar atarak mücadeleyi derinleştirip yaygınlaştırmalarını olanaklı kılar. Yukarıda sözünü ettiğimiz MESS grevlerindeki gibi bir durumda; sınıf sendikacılığı grevi mevcut biçimiyle sürdürmez: Sınıfın geri kalan unsurlarını da mücadeleye çekerek direnişçi güçlerin maddi gücünü artırırken, burjuvazi içindeki çatışmaları da derinleştirerek öne sürdüğü talepleri elde etmeyi kolaylaştırır; uzun vadede de sınıfın birliğini güçlendirici, sınıfın kaynaşmasını yükseltici, kendine güveni artırıcı bir aşamaya da ulaşırdı. Bunlara, bir savaş okulu olarak; grev içindeki taktik değişikliklerinin, saldın ve savunmanın nasıl olacağının, işçilerin kendi deneyleriyle öğrendiklerimde katmalıyız elbette.
Demek ki; “sınıfın sınıfa karşı mücadelesi” bir siyasal mücadeledir, ama proletaryanın siyasal iktidarı elde etme mücadelesine kadar genişletilmezse, bu siyasal mücadele burjuva siyaseti alanını aşamaz. Grevlerin kazandıkları siyasal içerik de bununla yakından bağlantılıdır ve siyasal nitelik kazanan grevler, proletarya partisinin kapitalizmi yok etme mücadelesinden strateji ve taktiğinin bir parçası olarak ele alınıp götürülemiyorsa, grevlerin siyasal içerik kazanmalarının, iki sınıf arasındaki çatışmanın boyutunu göstermesi ötesinde fazla bir önem yoktur.
(Sürecek)
Aralık 1989