“80-100 metrekarelik atölyelere, 12-35 yaş arası kadın-erkek 60-70 işçi sokulmuş olup, yoğun bir çalışmaya zorlanmaktadır. Sabah 8.00’de başlayan çalışma genellikle gece 22.30’a kadar kesintisiz olarak sürer. Eğer “yükleme” varsa zorunlu mesai sabaha kadar sürer. Mesaiye kalan işçiler, sabah 6.00’dan 8.00’e kadar penye yığınları içinde uyumak olanağı bulursa şanslı sayılırlar. Sabah 8.00’de hızlı çalışma temposu yeniden başlar. Sabah evinden çıkan işçi akşam hangi saatte evine gideceğini, gidip gitmeyeceğini bilmez. Bazen bu zorunlu mesainin 56 saati bulduğu olur. Çoğu atölyelerde havalandırma diye bir şey de yoktur. Kapı temiz havanın gireceği tek yerdir, ama ısıtma sistemleri olmadığı için açılan kapıdan soğuk girdiğinden kış aylarında kapı açmak da olanaksızdır. Pis bir penye kokusu çalışma ortamının doğal kokusu sayılır, idareciler ve ustabaşılar çocukları iter kakar, bazen da döverler. Kadınlar İse idareciler tarafından aşağılanmakta. 5 yıllık bir işçi bile asgari ücretten pek farklı bir ücret almamaktadır. Sigortasız İşçi çalıştırma yaygın bir uygulama olurken, sendikalaşma girişimi en hafifinden toplu işten çıkarmalarla sonuçlanmaktadır. Pek çok atölye her 4-5 ayda bir eski işçileri işten atarak yerine yeni işçiler almaktadır, vb. vb.”
Yukarıdaki, bölüm, Engelsin, “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” adlı, 1840’larda İngiliz işçilerinin çalışma koşullarını inceleyen yapıtından aktarılmadı. Hayır, 19. yüzyılda herhangi bir kapitalist ülkede bir fabrika denetçisinin yazdığı rapordan da aktarılmadı. Bu sözler, 1984’den beri İstanbul Merter’de konfeksiyon atölyelerinde çalışan bir işçiye ait ve bugün de yaşanan koşullan böyle anlatıyor. 1990 yılında, hem de İstanbul’da böylesi ilkel çalışma koşullarının ve vahşi bir sömürünün sürüp gidiyor olması şaşırtıcı olabilir, ama ne yazık ki, gerçektir: Nitekim bu yazının hazırlanması sırasında konuştuğumuz, değişik atölyelerde, değişik mesleklerde çalışan pek çok işçi çalışma koşulları için aşağı yukarı aynı şeyleri söylediler.
Merter, İstanbul’un büyük semtlerinden biri. Konfeksiyoncuların yoğunlaştığı site ise, bu semtin Çeşme ile DİSK binaları arasındaki bölümünde yer alıyor. Güngören yolundan E-5’e doğru uzanan, 1990 yılında, hem de İstanbul’da böylesi ilkel çalışma koşullarının ve vahşi bir sömürünün sürüp gidiyor olması şaşırtıcı olabilir, ama ne yazık ki, gerçektir: caddeler ve sayısız sokak içinde yer alan konfeksiyon atölyeleri, üç-dört katlı binalar olarak inşa edilmiş. Büyüklükleri birbirinden farklı olan atölyelerde, sayıları 300-400 arası değişen işçiler çalışıyor. Bölgede 400 dolayında atölye faaliyet gösteriyor ve bu atölyelerde toplam olarak 50 bin dolayında işçi çalışıyor. Deri ve kumaş konfeksiyon ürünleri üreten bu atölyelerin bazıları fason çalışırken, çoğunluğu kendi hesabına çalışıyor. Atölyelerde konfeksiyonun tamamı ihraç amacıyla üretiliyor ve ülkenin konfeksiyon ihracatında çok önemli bir yer tutuyor.
Merter’deki konfeksiyon sitesinin tarihi çok eskilere gitmiyor. Konfeksiyon atölyelerinin bölgeye gelmeye başlaması 1983 yılında olmuş. Cağaloğlu, Zeytinburnu, Şişli gibi semtlerde kurulu konfeksiyon atölyeleri 1983’den itibaren bu bölgeye taşınmaya başlamış ve bir-iki yıl içinde site bugünkü atölye yoğunluğuna ulaşmış.
Caddeler ve sokaklarda dolaşıklığında, her binada bir kaç atölyenin faaliyet gösterdiğini kapılarındaki tabelalardan hemen anlıyorsunuz. Bu isimlerin bazıları ünlü tekstil holdinglerinin uzantısı olduğunu gösteriyor, çoğunluğu ise adı sanı duyulmamış firmalar. Ama aynı caddelerde bir kaç ay sonra dolaşırsanız, büyük bir olasılıkla daha önce gördüğünüz isimlerin bazılarını bulamazsınız, onların yerini yeni tekstil ve ihracat firmalarının aldığını görürsünüz. Bu durumda aklınıza, burada daha önce faaliyet gösteren firmanın ya başka bir atölyeye taşındığı ya da iflas ettiği gelir. Evet, bazen böyle de olur: Firmanın yer değiştirip, kendisi için daha uygun bir yere taşındığı, ya da iflas ettiği olursa da genellikle bir firmanın adının ortadan kaybolmasının nedeni, sahibinin, ‘iş yok” gerekçesiyle işine son verdiği işçilere karşı yükümlülükten kurtulmak için, firmasını kapatıp bir kaç cadde ötede yeni bir adla, yeni bir atölye açması sonucudur. Bölgede bir çok işveren böyle, sürekli ad ve yer değiştirerek konfeksiyon ihracatına katkısını devam ettirmektedir.
Bu hareketlilik, sürekli işyeri değiştirme, işçiler açısından daha da büyük boyutlarda geçerlidir (nedenlerine yazının akışı içinde değineceğiz.)
Bölgede 50 bin dolayında işçi çalışıyor, bunun % 60’ının kadın olduğu söyleniyor. Çok sayıda da 12-16 yaş arasında kız ve erkek çocuk var (Söyleniş biçiminden de anlaşılacağı gibi, verdiğimiz rakamlar orada çalışan işçilerin tahminleridir. Bugüne kadar ne Çalışma Bakanlığı, ne üniversiteler, ne de sendikaların bölgede çalışan işçilerin durumuna ilişkin bir çalışması olmadığı için bölge ile ilgili her hangi bir konuda kesin rakamlar vermek olanaklı olmuyor). Erkek işçilerin yaşları 12-30 arasında değişirken, kadın işçilerin yaş sınırı daha yüksek. 30 yaşını aşkın erkek işçiler işe alınmazken, 30-40 yaşındaki kadınlar işe alınabiliyor.
Bölgede çalışan 50 bin dolayındaki işçi sürekli olarak aynı atölyelerde çalışmıyor. Tersine, çok büyük bir çoğunluk her 4-5 ayda bir işyeri değiştirmek zorunda kalmakta. Bu yüzden de bu 50 bin dolayındaki işçinin 5-10 bini sürekli iş arar durumda.
Bölgede çalışma koşulları
Bölgedeki ücret ve işyerlerindeki çalışma koşullarına geçmeden önce iş ve işsizlik konusundaki bölgenin özelliklerine kısaca da olsa değinmek gerekir:
Sitenin cadde ve sokaklarında dolaşırken bile bölgenin kendine has bir özelliği hemen dikkat çekiyor: Birçok atölyenin duvarlarında ve direklerde, işçi arayan atölyelerin “çekici” ilanlarına adım başında rastlamak olanaklı; “… atölyesinde çalışacak kadın ve erkek işçiler aranıyor. Ücret… TL, sigorta ve her tür sosyal hak sağlanacaktır.” gibi. Ama buna karşın, çay ocaklarına kümelenmiş birçok işçi de iş aramaktadır. Günlük gazetelerin ilan sayfalarında benzer bir durum var. Bu sayfalarda da, Merter’deki konfeksiyon atölyelerinin “çekici” ilanlarına sık sık rastlanır. Bir yandan yoğun bir işçi talebi varken, öte yandan sürekli işten atmalar ve işsizlerin varlığı bir çelişki gibi görünüyorsa da, biraz daha yakından bakıldığında, bu çelişkinin bu konfeksiyon atölyelerinin varlık nedeni olduğu görülür. Şöyle ki; buradaki atölyeler ya fason üretimi yapıyorlar, ya da kendi adlarına üretim yapmaktadırlar. Ve üretimin hemen tamamı ihracata yöneliktir. Örneğin bir atölye Irak’ta bir firmayla belirli miktarda bir konfeksiyon ürünü ihraç etmek için (belirli bir süre için) anlaşıyor; işi zamanında yetiştirmek için yoğun bir çalışmaya giriyor ve “cazip” koşullarla işçi aramaya başlıyor. Kısa sürede istediği işçileri buluyor, 2-3 ay içinde ihracatı karşılayacak üretimi gerçekleştiriyor; eğer bu sürede yeni ihracat bağlantıları yapmışsa, çalışma sürüyor, değilse, çeşitti bahanelerle işçilerin işine son vermeye başlıyor. İşten çıkarılanlar, yeni ihracat bağlantısı yapan başka atölyelerde iş aramaya koyuluyorlar.
İşçi talebinin yoğunluğu, ilk bakışta, işçiler için bir avantaj gibi görünüyorsa da, gerek işçilerin örgütsüzlüğü, gerekse atölyelerdeki üretim düzensizliği nedeniyle işçilerin aleyhine bir faktör olmaktadır. “Nasıl olsa başka bir atölyede iş bulurum” düşüncesi, işverenlerin işten çıkarmak için giriştiği manevralara karşı işçilerin birleşip direnmesini engellemekte, işverenin manevralarına karşı bireysel karşı çıkışlar ise başarısızlığa uğramaktadır, işverenlerin işçi çıkarmak için giriştiği manevralara tek tek karşı çıkışların başarısızlığı, potansiyel olarak birleşme eğiliminin güçlenmesini beslerken, öte yandan da bu manevralarla işçilerin başa çıkamayacağı düşüncesini de beslemektedir.
İşverenlerin işçileri işten çıkarmaya yönelik taktiklerinin bazılarına daha yakından bakıldığında, bu daha iyi anlaşılır.
İşten çıkarma için başvurulan bazı taktikler
Yukarıda, bölgedeki işten çıkarmaların nedeni olarak, atölyelerin ihracat bağlantılarındaki düzensizliği gösterdik. Ama bu, nedenlerden en yaygını olmasına karşın sadece birisidir. Bunun dışında işverenler, başka nedenlerle de sık sık işçi çıkarmaktadır: Örneğin, işçilerin işyerinde kimi yasal haklarını ya da işverenin işe alırken verdiği sözlerin uygulanmasını istediklerinde ve bu isteğin yaygınlaşması karşısında; kısmi de olsa işçilerin sendikalaşma çabalarını sezinlediğinde ya da haber aldığında; işçilerin herhangi bir sorunda birlikte davranacak kadar bir dayanışma içine girdiklerini fark ettiğinde; işçilerin aynı işyerinde 6 aylık yasal süreyi doldurarak kıdem tazminatına hak kazanacağı vb. durumlarda, toplu işten çıkarmalar gündeme gelmektedir. Ancak, işten çıkarmalar için “uygun gerekçeler” uydurulmazsa, işçilerin iş yasasından doğan haklarının “başını ağrıtacağı” olasılığından çekinen işverenler, çok zorunda kalmadıkça işçiyi çıkarmak yerine işçinin “kendi isteği ile” işten ayrıldığı görüntüsünü verecek taktikler uygulamaktadır.
İşveren, “iş yokluğu” nedeniyle işçinin iş akdini feshetmeye kalkarsa iş Yasası gereği bir takım yükümlülükleri yerine getirmek zorundadır: iş Yasası’nın 24. Maddesi bu yükümlülüğü şöyle açıklıyor: “işveren bu kanunun 13. maddesinde belirtilen şartlara uyarak işine soı, verdiği veya 16. maddenin III. bendi gereğince iş akdi feshedilen işçilerin yerine, çıkma veya çıkarma tarihinden İtibaren 6 ay içinde başka işçi alamaz.
“Bu süre İçinde işyerine ayrı, nitelikteki iş için yeniden işçi almak isteyen işveren durumu uygun araçlarla yayınlar ve işçinin kaydettirdiği adresine noter aracılığı İle duyurur. Tebliği tarihinden itibaren 15 gön İçinde İşyerine başvurmayanların bu hakkı düşer.”
Yine İş Yasasının 13. maddesine göre, işten çıkarılacak işçiye işveren işten çıkarılacağını, “İşi altı aydan az sürmüş işçi için 2 hafta, işi altı aydan 1.5 yıla kadar sürmüş İşçi İçin dört hafta, işi 1.5 yıldan üç yıla kadar sürmüş İşçi İçin altı hafta, işi üç yıldan fazla sürmüş için 8 hafta” önce bildirmek zorundadır. Ayrıca işveren, işçinin yeni iş araması için bu bildirim süresi içinde ücretli olarak izin vermek zorundadır. Bu da, İş Yasası’nın 19. maddesinde düzenlenmiş: “Madde 19- Bildirim önelleri sırasında işveren, İşçiye yeni bir iş bulması için gerekli olan iş arama süresini iş saatleri içinde ve ücret kesintisi yapmadan vermeye mecburdur. Bu iş arama izni günde iki saatten az olamaz ve işçi isterse iş arama izin saatlerini birleştirerek toplu kullanabilir. Ancak iş arama iznini toplu kullanmak isteyen işçi, bunu işten ayrılacağı günden evvelki günlere rastlatmak ve durumu işverene bildirmek zorundadır.”
Ayrıca, normal bir işten çıkma ya da çıkarılma durumlarında da işçinin çalıştırıldığı süreye ait ihbar ve aynı işyerinde 6 aydan fazla çalışması durumunda da kıdem tazminatlarının peşinen ödenmesi gerektiği yine iş Yasasının çeşitli maddelerinde hükme bağlanmıştır.
Yukarda sözünü ettiğimiz haklar işçi sınıfımızın uzun mücadeleler sonucu yasalara geçirtmeyi başardığı haklar olmasına karşın, Merter’deki atölyelerde bu hakların doğmaması için işverenler olmadık entrikalar çevirirler, bütün entrikaların boşa çıkarıldığı durumlarda ise, Çalışma Bakanlığı’nın Bölge Çalışma Müdürleri’nin yetkilileri bu uygulamaları görmezden gelir, işçilerin şikayetleri ya sumen altı edilir, ya da gelip, “her şey yasalara uygundur” yollu raporlar tutarak, işverenle kol kola çıkıp giderler, örneğin, bu yazının hazırlandığı süre içinde, Merter’deki, TARMAK Holding’e ait bir deri konfeksiyon atölyesinde, 129 işçi işten çıkarıldı, işçiler Bölge Çalışmaya başvurdular, müfettiş geldi, işçilere “hiç merak etmeyin hakkınızı alacağız” dedi, ama içeri girip işverenle konuştuktan sonra, “adam sizi işten atmamış, siz kendiniz çıkmışsınız, yapılacak bir şey yok” dedi. Oradaki 129 işçi, “hayır, biz çalışmak istiyoruz, bizi işveren attı” dediyse de, işverenin söyledikleri gerçek sayıldı, işçiler, bunun Merter’de sık sık karşılaşılan, hatta her gün karşılaşılan bir olay olduğunu ifade ediyorlar. Bu yüzden de, yasal haklarını elde etmek için uğraşı “boşa harcanmış çaba” sayıyorlar. Çünkü hak aramak için iş mahkemesine bile başvurulsa, işverenin avukatları ve ilişkileri işçilerin mahkemeyi kazanma şansını düşürdüğü gibi, bir karar için yıllarca süren mahkemelerden de bir sonuç alınamaması işçilerin yasal hakları için başvuracağı yolları kapatıyor. Benzer biçimde, HIRKAM TEKSTİL’den 20 işçi atılmış, işveren işçi alacaklarını “param yok” gerekçesiyle vermemiş (ama ha bire yeni makinalar alıyormuş), işçiler mahkemeye başvurmuş, mahkeme 6 aydır sürüp gidiyor ve ne zaman biteceği de belli değil.
Yukarıda da belirtildiği gibi, işverenler her zaman işçileri kendileri çıkarmaktan kaçınıyor. Bugüne kadar, açıkça işverenin işçinin işine son verdiği durumlarda bile işçinin ücret ve sosyal haklarını tam olarak ödediği görülmemiş, ama yine de işverenler, işçileri çıkarmak yerine, işçiyi ‘gönüllü çıkışa” zorlayan yöntemler kullanmışlar. Bu yöntemlerin yaygın olarak kullanılan bazıları şunlar:
Ücret ve zamlar.
Bu taktikle ilgili hazırlık daha işçinin İşe alınması sırasında başlıyor. “Yüksek ücret” ve “her türlü sosyal hak” vaadine aldanan işçi, işyerine baş vurduğunda işveren: “ben sana, (örneğin) 300 bin vermeyi düşünüyordum, ama belki sen daha fazlasını hak edecek bir işçisin, hele bir deneyelim, belki de 400-500 bin TL hak edersin” diyor; ve işçinin ücretini belirsiz bırakıyor. Deneme süresi deneri bu süre 1.5-3 ay kadar sürüyor ve bu süre içinde ücret, asgari ücretten, ya da işverenin uygun bulacağı bir miktar olarak harçlık biçiminde veriliyor. Eğer deneme süresi içinde ‘yükleme” biterse (Merter’de işçiler işin yoğun olduğu döneme “yükleme” diyorlar) ve işveren işçileri çıkarmayı düşünüyorsa, işçiye “deneme süresi içinde pek umduğum gibi çıkmadın, sana ancak (örneğin) 250 bin verebilirim” diyor. İşçi, elbette bu rakamı kabul etmiyor (işveren de zaten bu rakamı kabul etmeyeceğini bildiği için teklifini öyle yapıyor), işveren, “öyleyse muhasebeye git, asgari ücretten hesabını görsünler” diyor. Böylece, işçi daha deneme süresini bile bitirmeden kendini sokakta buluyor. Artık, işi yeni bir iş aramaktır.
Eğer, deneme süresi bittiği halde “yükleme” devam ediyorsa, işçi kabul edeceği bir rakamı işverenden kopararak işe devam eder. Ama bu, sorunların bittiği anlamına gelmez. İşçileri çıkışa zorlamak için işveren, bu sefer ücret zamlarını kullanır. Özellikle “yükleme” dönemlerinde ağırlaşan çalışma koşulları ve dayanılmaz bir biçimde uzayan çalışma sürelerinde işçileri çalışmaya teşvik için işveren ücretlere zam yapacağına dair “söz” verir ve el altından bu zammın yüksek olacağını yayar. Ama yükleme bitip de işçilerin işine son vereceğini hesaplamaya başlayınca zammın miktarını açıklar. Ve işçilere, “hadi yaşadınız, ücretlerinize (örneğin) % 10 zam yaptım” der. Enflasyonun % 100’lere vardığı bir ülkede % 10 zam tam bir hayal kırıklığı ve öfkedir. Daha, kendi aralarında bile bir tartışma yapmaya ihtiyaç duymadan işçilerin çoğu çıkış alırlar. Bu arada birçoğu biriken ücretinin bile tamamını alamadan çıkar, işverenin istediği de budur zaten. Bu durumda bile işçilerin bir bölümü çıkmayı istemezse, yeni bir taktik girer devreye, işçilerin ücretlerini ödememeye başlar işveren, işçiler bir bir işverenin odasına gider, ücretlerini almak için dil dökerler, ama 50-100 bin TL harçlık alanlar kendilerini şanslı sayarlar.
Servislerin kaldırılması:
Merter’de konfeksiyon sitesinde çalışan işçilerin çok büyük çoğunluğu işyerine uzak semtlerde oturduklarından işe servisle galip gitmektedirler. Hemen her işyerinin özel servisleri vardır, işveren işçileri çıkarmak istediğinde, “işten çıkmayı özendirmenin” bir yolu olarak servisleri kaldırmaktadır. Böylece işçiler, zaten çok düşük olan ücretlerinden önemli bir bölümünü de yol masraflarına ayırmakta, dahası işe 5 dakikalık gecikmede bile o günkü ücreti kesildiğinden, çalışmadan beklediği gelirden hemen hiçbir şey elinde kalmamaktadır. Bu yüzden de servisi kaldırılan işçiler kısa bir süre sonra başka işler aramaya başlamakta, “kendi isteği ile”‘işten çıkış almak zorunda kalmaktadır.
Yemeklerin kötüleştirilmek:
Normal zamanlarda bile kalite ve miktar olarak yetersiz olan yemekler, işverenin işçileri işten çıkarmayı aklına koymasından sonra iyice kötüleştirilmektedir. Yemekler hem miktar olarak azaltılmakta hem de kalitesi iyice düşürülmektedir. Bazen ve bazı işyerlerinde tatsız tuzsuz bir çorbaya kadar indirilmekte, işçiler üç öğün aynı çorbayı yemek zorunda bira: kılmaktadır. Böyle zamanlarda yemekler zamanında da verilmemekte, yemek saatleri bir-iki saat ileri kaydırılmaktadır.
Mesailerin sınırsız uzatılması:
Genellikle işten çıkarmalar “yükleme” olmadığı zamanlara rastlıyor. Bu nedenle de bu dönemlerde fazla mesainin gündeme gelmeyeceği düşünülürse de öyle olmuyor. Tersine işveren işçileri yoğun “yükleme” dönemlerinde olduğu gibi mesaiye zorluyor. Mesaiye kalmak istemeyenleri ise, çok ciddi mazeretleri olsa bile, “mesaiye kalmıyorsan yarın işe gelme” ü\ye tehdit ediyor. Sadece tehditle de kalmıyor, ertesi gün İşine son veriyor.
Baskının artırılması:
Yazının akışı içinde de söz edileceği gibi, bölgedeki işyerlerinde sömürü yoğun bir baskı altında sürdürülmektedir. İşçilerin her davranışı küçük atölye mekânı içinde işveren ve adamları tarafından sürekli kontrol altında tutulmaktadır, ama işveren işçi çıkaracağı dönemlerde işçinin gözetimini artırmakta, daha önce söz konusu olamayan davranışlar bile “sup konusu” sayılmaktadır. Böylece işçi iyice huzursuz edilerek işten çıkmaya zorlanmaktadır.
Hiç kuşkusuz işverenler, yukarda sözünü ettiğimiz, ya da bunlara benzer başka taktikleri birer birer kullanmamakta, tersine çoğu zaman hepsini bir arada kullanmaktadır, işçilerin sendika düzeyinde bile örgütsüz olduğu, dayanışma ve bir mücadele geleneğinin olmadığı koşullarda bu taktikler hemen her zaman başarıya ulaşmaktadır.
Böylece işçi bir atölyede nispeten kısa bir süre çalıştıktan sonra bir başka atölyeye geçmektedir.
Çok ağır çalışma koşutlarına karşın, ülkedeki genel işsizliğin etkisi ile olacak, bu bölgede çalışan işçiler başka sektörlerde ya da büyük fabrikalarda iş aramaya yönelmemekte, tersine aynı bölgede bir başka atölyede, “belki daha iyi koşullar elde ederim” umuduyla işe girmektedir. Başka sektörlere göre iş bulma ve işe girmenin daha kolay olduğu bu bölgeden ayrılmamaktadır. Nitekim halen burada çalışan işçilerin büyük çoğunluğunun, 1983-1984’den beri aynı işyerinde değilse de aynı bölgede çalışan işçinin geçmişte hangi işyerlerinde çalıştığı, neden işinden ayrıldığı, iyi hal belgesinin olup olmadığı vb. gibi şeylere bakmıyor. Formu, (eğer bir form doldurtuyorsa) işçinin ifadesine göre dolduruyor ve işe başlatıyor. Çünkü o anda acilen işçiye ihtiyacı vardır ve işine gelmeyen bir durum olursa zaten kolayca ondan kurtulmanın bir yolunu bulacağını biliyor. Kaldı ki, işçiyi işe alması ve işten atması kendisine hemen hemen hiçbir şeye mal olmamaktadır. TAMAM
Ücretler, fazla mesai ve ikramiyeler.
Söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, ücretler tek taraflı olarak, işveren tarafından belirlenmekte olup olabilecek en düşük düzeydedir. Atölye için hayati ihtiyaç olan bir kaç eleman dışında (ki, işveren onları bölüm şefi, ustabaşı gibi payelerle de donatarak “yönetici ve denetçi” olarak işçilerin başına dikmektedir) kalan işçiler işverenle herhangi pazarlık şansına sahip değildir. Kolay iş bulma ve görünüşteki yoğun işçi talebi, işçilere pazarlık yapma şansı tanır gibi görünüyorsa da, işçilerin örgütsüzlüğü ve aralarında dayanışma yokluğu, yukarıda da belirttiğimiz gibi işçi aleyhine bir faktör olarak işlemektedir, işçi alıp çıkarmakta ustalaşmış işverenler, işçilerin örgütsüzlüğünden, fazlaca işsiz kalmaya karşı dayanma güçlerinin olmadığından yararlanarak en sıkışık zamanlarında bile belirsiz bir ücretle işçiyi işe başlatabilmektedir.
Bu koşullarda işçi ücretleri asgari ücretle 300 bin TL arasında değişmekle birlikte, usta makineciler 400-450 bin lira gibi bölge koşullarına göre yüksek bir ücret alabilmektedir. Kadın işçilerin ücretleri ise, hemen bütün işyerlerinde aynı işi yapan erkek işçilere göre 50-100 bin TL daha düşüktür. Çocuklar için ise, işverenin “gönlünden ne koparsa” ötesinde bir ölçü yoktur.
Ücretler, yukarıda da belirttiğimiz gibi, 1.5-3 aylık deneme süresi sonucunda ve o anda “yükleme” dönemi olup olmadığına göre, ama her halükarda işveren tarafından belirlenmektedir.
Ücretlerin ödenmesinde de herhangi bir düzenlilik söz konusu değildir. Ücretler, 15 günlük ya da bir haftalık çalışma süresi sonucunda ödenmesi gerekirken işverenler, sürekli olarak, 15-20 günlük ücreti içeride tutmayı adet haline getirmiştir. İçeride kalan ücret bölümü bir yandan işverenin nakit ihtiyacı için kullanılırken, öte yandan da işçinin, özellikle “yükleme” döneminde, işi bırakmamasının sigortası olarak kullanılmaktadır.
İşverenler bazen ücretli işçilerin işte tutulması ya da işten çıkarılması için baskı olarak kullanırken, öte yandan da, aynı işi yapan (özellikle overlokçu, makineci gibi) işçiler arasında farklı ücret uygulayarak işçileri bölmenin bir aracı olarak da kullanmaktadırlar. Örneğin, aynı işi yapan makinecilerden birisine 350 bin TL verirken diğerine 400 bin TL ödemekte hiçbir sakınca görmemektedir. Neden bu fark derseniz, “işverenin canı öyle istiyor” olması ötesinde bir yanıt alamazsınız.
Ödenen ücret dışında işçi, herhangi bir sosyal hakka sahip değildir. Yakacak yardımı, çocuk yardımı, ölüm yardımı, düğün yardımı vb. gibi herhangi bir sosyal yardım uygulanmaz bölgede. Sigortalılık bile kesin ve genel bir uygulama değildir. Özellikle deneme dönemi olarak gösterilen döneminde (ki, çoğu zaman bu o işyerinde işçinin çalışacağı bütün süreyi kapsadığını yukarda belirttik) ise, işçinin sigortalı olarak gösterilmesi nadire yapılan bir uygulamadır. Genel olarak işveren, sigorta primlerini asgari ücretten öder.
Burada bir tespiti daha belirtmekte yarar var: Ücretlerin çok düşük olması nedeniyle bazı işçiler, sigorta ve vergi kesintilerinden kurtulmak için, sigorta olmamak koşuluyla işe girmektedirler ki; burada işveren çifte kâr etmektedir. Hem işçi yüksek ücret alıyor gibi gözüktüğünden yeni zam talebinde bulunamamakta, hem de işveren stopaj vergisi ve sigorta primi ödemekten kurtulmaktadır.
Ücretlerin düşüklüğü sorunu kendisini ‘fazla mesai sorununda da duyurmaktadır. Özellikle yükleme dönemlerinde akıl almaz uzunlukta zorunlu mesailer gündeme gelmektedir, iş fazla olduğunda, yeni işçiler alıp vardiya sistemine geçmek, işveren için yeni vergi, yeni sigorta primleri ve yeni işçiler demek olduğundan, işverenler, varolan işçileri daha fazla mesaiye zorlayarak sorunu çözmeyi tercih etmektedirler. Öyle ki, “yükleme” dönemleri olmasa bile zorunlu mesai 18.30-22.30 arasında hemen her zaman vardır. “Yükleme” dönemlerinde ise; akşam 18.30’dan sabah 6.00’ya kadar zorunlu mesai bütün işyerlerinde yaygın bir uygulamadır. Eğer buna dinlenme denirse, penyeler arasında ve pis havada iki saatlik uyku ve dinlenmeden sonra sabah 8.00’de “normal” mesai yeniden başlar. Bazı işyerlerinde bu sürenin arada iki kez iki saatlik dinlenme ile 56 saati bulduğu olur. Bu ağır koşullara karşın fazla mesai zammı sadece % 50’dir. Oysa İş Yasası’nın 25. Maddesinin a) fıkrası “Fazla çalışma süresi günde üç saati geçemez” derken, aynı maddenin b) fıkrası ise yıllık toplam mesaiyi “Fazla çalışma yapılacak günlerin toplamı bir yılda doksan iş gününden fazla olamaz” biçiminde sınırlar. Bu demektir ki, iş yasasının bu maddeleri Merter’deki atölyelerin her birinde günde bir kaç kez çiğnenmektedir.
İkramiye ise, bu talan ortamında zaman zaman işverenlerin işçileri aldatmak ve daha çok mesaiye zorlamak için sözünü ettiği ama hiç uygulanmayan bir şeydir.
Yemekler ve servis: Yemekler bazı işyerlerinde yemek fabrikasından gelirken, özellikle büyük işyerlerinde işyeri kendisi yapmaktadır. Ama her iki durumda da yemekler yenmeyecek kadar pis ve berbattır. Miktar olarak ve kalite olarak yapılan ağır işin gerektirdiği kaloriyi sağlamaktan uzaktır, işçiler yemekten yarı aç ve tiksintiyle kalkmaktadır.
Yemeklerin berbatlığı yanı sıra, yemekhanelerde titizlik ve ihtiyacı karşılama bakımından yetersizdir.
Yemekler, hıfzıssıhha ya da benzeri bir kuruluş tarafından kontrol edilmemektedir.
Pek çok atölyede çaylar “cam bardak kırılıyor” gerekçesiyle metal bardaklarla veriliyor.
Servis sorununa gelince, hemen bütün işyerlerinin çeşitli semtlere Servisleri vardır. 14’er kişilik minibüslere sıkış tıkış 20-25 kişi doldurulmaktadır. Ama işveren, özellikle işçi çıkarmayı düşündüğünde bu servisleri kaldırmaktan geri durmamaktadır.
Kaza ve hastalıklar:
İşçi sağlığı ve iş güvenliği üstüne yasalar yapılmış, tüzükler yayınlanmıştır, bunlar elbette yetersizdir, ama Merter’deki konfeksiyon atölyeleri için bu yetersiz yasa ve tüzüklerin bile kırıntısı yoktur. Bir işçinin çalışamayacak kadar sakatlanması söz konusu olmazsa, bir kaza olduğu bile kabul edilmez. Hastalık ise, işveren için, “işçinin işten kaytarmak için uydurduğu” bir bahanedir. Hastayım diyen olursa, hemen oradan herhangi bir ilaç bulunup verilir. Örneğin ŞAH-NUR konfeksiyon atölyesinde Hastalanan bir kadın benzer yolla “tedavi” edilmeye çalışılıyor ve kadın sabah bayılana kadar çalışmaya zorlanıyor. Yine hamile bir kadının gerçekten hasta olduğuna işveren inanmıyor ve bütün gece mesaiye zorluyor. Sonunda kadın düşüyor ve ağzından ve burnundan kan gelince hastaneye kaldırılıyor.
Ne işyerlerinin çalışmaya elverişli olup olmadığı, ne de işyerlerinin iş emniyeti, Çalışma ve Sağlık Bakanlıkları tarafından herhangi bir yolla denetlenmiyor, işçilerin sağlık kontrolü ise hiç bilinen bir şey değil.
işçilere vizite için izin bile verilmiyor. Bazı büyük işyerlerinin haftada bir şöyle bir uğrayan doktorları var, ama geri kalanlara bu bile yök. İş Yasası’nın 51. maddesinin a) fıkrası “işçinin uğradığı kaza veya tutulduğu hastalıktan ötürü işine gelemediği günler” “çalışılmış gibi sayılan günlerdendir”^demesine karşın, işveren kaza ya da hastalık nedeniyle rapor alan işçiye işe gelemediği günler için ücret ödememektedir.
Kadın işçilerin durumu:
Türkiye’deki başka işyerlerinde olduğu gibi konfeksiyon atölyelerinde de kadınlar için çalışma koşulları erkeklere göre daha ağırdır.
Farklılık daha ücretlerden başlamaktadır. Hemen bütün işyerlerinde kadınlar aynı işi yapan erkek işçiye göre 50-100 bin TL daha az ücret almaktadır, işverenlar bu durumu aynı zamanda işçileri bölmenin bir aracı olarak da kullanmaktadırlar.
200’den fazla kadının çalıştığı işyerleri olduğu halde buralarda da kreş yoktur. Kreş olmayınca, kadınlar emzikli çocuklarını da evlerinde bırakmak zorunda kalmaktadırlar.
İş Yasası’nın 70. maddesi, “Kadın işçilerin 70. madde gereğince doğumdan önce ve sonra çalışmadıkları günleri”, “çalışılmış gibi sayılan” hallerden sayarak, kadın işçilerin bu 12 haftalık dönemini ücretli izinli saymayı zorunlu kılmıştır. Ne var ki Merter’de, ne yasal doğum izni uygulanmaktadır, ne de doğum izni verilen çok kısa bir süre için ücret ödenmektedir.
Pek çok işyerinde, işveren ve yöneticilerin (müdür, işletme şefi, usta başı) erkeklere göre kadınlara karşı daha kaba davrandıkları, onları aşağılayan sıfatlar kullanarak (erkeklere karşı kullanamayacakları sözcüklerle) kadınları azarlamaları her işyerinde her günkü davranışlarıdır.
Bu kaba davranışlara çoğu durumda onlardan cinsel yönden yararlanma isteği de eşlik etmekte, bu konuda “uysal” davrananların “gözetileceği” imajı verilerek kadınlar, cinsel bakımdan da istismar edilmeye çalışılmaktadır.
İşyerinde kurallar, kadınlara karşı daha katı uygulanmakta, herhangi bir kuralı ihlal ettiklerini kabul ettikleri bir kadına karşı yöneticiler, erkeklere davranmadıkları kadar sen: davranmaktadır.
ÖR-SA gibi kimi işyerlerinde kadınlar kapalı giyinmeye (tesettüre uygun) zorlanıyor. Patraların istediği gibi giyinmeyen kadınlar işten çıkarılmakla tehdit ediliyor, tutumunda israredenler ise işten çıkarılıyor.
Çocuk işçilerin durumu: Kadınların yanısıra en çok baskı yapılan işçi grubunu çocuklar oluşturuyor.
İş yasasının 67. maddesi açıkça “15 yaşından aşağı çocukların çalışması yasaktır” dediği halde, bu konfeksiyon atölyelerinde 12-15 yaş arasında pek çok çocuk çalıştırılmaktadır. Üstelik çocuklar büyükler gibi hiç bir ayırım gözetilmeksizin fazla mesaiye zorlanmaktadır. Oysa iş Yasası’nın 69. maddesi “Sanayiye alt İşlerde 18 yaşını doldurmamış erkek çocuklarla her yaştaki kadınların gece çalıştırılmaları esas İtibarıyla yasaktır.
“Şu kadar ki, işin özelliği icabı kadın işçi çalıştırılması gereken işlerde 18 yaşını doldurmuş kadın işçilerin gece postalarında çalıştırılmalarına, Çalışma ve Sağlık Bakanlıktan ile Sanayi ve Ticaret Bakanlığının müşterek hazırlayacakları bir tüzükle gösterilecek şartlar çerçevesinde izin verilebilir” demesine karşın 18 yaşını doldurmamış binlerce kız ve erkek çocuğu gece gündüz demeden azgınca sömürülmektedir.
Çocuklar işyerlerinde sadece kendilerine verilen işlerle sınırlı bir çalışma da yapmıyorlar, işveren ve öteki yöneticilerin özel işlerine de koşturuyorlar.
Sadece azgınca sömürülmüyor çocuklar, itilip kakılıyor, dövülüyorlar da.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, ustabaşların bazıları çocukları, sigara içme gibi alışkanlıklara teşvik ediyor, bazı işyerlerinde de gece mesaisi sırasında çocuklara kumar oynatılıyor, ellerine verilen zaten az miktardaki para da ellerinden alınıyor.
Bölgede, çocuklar için belirlenmiş bir ücret yok, işveren ne verirse onunla yetiniyorlar.
İşyerlerinde uygulanan bazı baskı çeşitleri
Yazının akışı içinde işyerlerinde işin gereği sayılmayacak değişik baskı biçimlerinde söz ettik. Burada bunlara bir kaçını daha eklemek gerekiyor.
Bu baskı yöntemlerinin yaygın olanlarından birisi dinsel baskı: ÖR-SA gibi, işin dini kurallara uyulmasını, giyim kuşamının bile dinsel esaslara göre olmasını zorlayanlar olmasına karşın, bu genel bir uygulama değil. Ama bütün işyerlerinde Cuma izni olduğu bir gerçek. Cuma namazına gitmeyenler ise çalışmaya zorlanıyor. Bazı işyerleri ise, Cuma namazına gitmeyenleri mimliyor, hatta bunu işten çıkarma için gerekçe olarak kullanıyor. Örneğin, DE-HA’da kalifiye bir işçi, Çarşamba günü işbaşı yaptırılıyor, Cuma günü herkes Cuma’ya gidiyor, ama o gitmediği için aynı gün işine son veriliyor. İşten atılma gerekçesi de “Cuma’ya gitmemek” olarak kendisine bildiriliyor. Genelde işyerlerinde Cuma’ya gitme için gizli ya da açık bir baskı varsa da, DE-HA, FİBAŞ, ARMAR, ÖR-SA şirketler grubu gibi bazı işyerlerinde diğer vakit namazları için de işçiler zorlanıyor.
İşyerlerinde en yaygın baskı biçimlerinden birisi de tuvalet sorunuyla ilgili. Tuvalette çok kalındığı düşünüldüğünde, kadın erkek ayırımı yapılmaksızın ustabaşı ya da ustalar tuvalet kapılarına vuruyor, işçileri tuvalete sık gittiği ya da tuvalette çok kaldığı gerekçesiyle azarlıyorlar. Birçok işyeri baskıyı bununla da sınırlamıyor, mesai saatleri dâhilinde tuvaleti kilitliyor. Dinlenme saatinin yarısını tuvalet kuyruğunda geçirmek zorunda kalıyor işçiler. Diğer bazı işyerlerinde ise, tuvalete gitmek için ustabaşından tuvalet anahtarını almak ve bir kaç dakika içinde de tekrar teslim etmek gerekiyor. Tuvalete çok gittiği ya da “fazla” kaldığı için işten atılan işçiler var.
Bir diğer yaygın uygulama, dinlenme saatlerinde de işçilerin, dar atölye sınırının dışına çıkmasının yasaklanması. Atölyelerin, makina, hammadde ile sıkış tıkış doldurulmuşluğu, havasızlığı göz önüne alınırsa, işçilerin atölyenin dar koridor pencereleri önünde üst üste oturması dışında hava alıp dinlenecekleri pek bir yer olmadığı anlaşılır. Bu nedenle bazı atölyeler, dinlenme sırasında sitenin çeşitli yerlerindeki çay ocaklarına gitmelerine, caddede dolaşmalarına izin vermesine karşın, bazıları kesinlikle buna izin Vermemektedir.
Burada bir baskı biçimine daha değinerek bu bölümü bitirmek istiyoruz.
Dini işçileri uysallaştırmanın bir yolu olarak gören İşverenler, genelde dini eğilimin güçlenmesini destekliyorlar, ama bazen işlerine geldiğinde dine karşı tutum almaktan da çekinmiyorlar: Örneğin, bu yazının hazırlanması sırasında, ENERJİ TEKSTİL’den 70 işçi “namaza giderek üretimi düşürüyorlar” gerekçesiyle işten atıldı. Atılanların çoğu gerçekten toplu olarak namaza gidenlerdi, ama geri kalanlar namaza hiç gitmeyen kadınlar ve 12-15 yaş arası kız ve erkek çocuklardı. İşverenler, işine gelmeyince, ya da öylesi gelince, dini sonra kullanılmak üzere kenara itebiliyor demek ki.
Bölgede süren mücadele ve bazı sorunları
Bu yazının başından beri söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, sitedeki tekstil atölyelerinin bağlantılarındaki istikrarsızlık, kaçınılmaz olarak üretimde de bir düzensizlik olarak ortaya çıkmakta, bu da bir işyerinde bir işçinin uzun bir süre çalışmasını engelleyen maddi bir zemin olmaktadır. Bu maddi zeminin kaçınılmaz sonuçları diğer bazı etkenlerle birleştiğinde, 50 bin dolayındaki bir işçi kitlesinin tedricen bir atölyeden çıkıp diğerine girdiği bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Bu hareketlilik, işçilerin kendiliğinden mücadelesinin sağlayabileceği, aynı işyerinde birlikte davranma, ekonomik çıkarlar etrafında da olsa birleşme ve mücadele etme, deneyimleri biriktirme, önceden kazanılmış hak ve mevzilere dayanarak yeni hak ve mevziler elde etme gibi konularda bile bir geleneğin oluşmasını engellemiştir. Az çok birlik ve mücadele eğiliminin geliştiği her atölyede işverenler işçileri işten çıkarmanın bir yolunu bulmuş, atölyesini ciddi bir üretim kaybına uğratmadan azgın sömürüsü için “dikensiz gül bahçesine” dönüştürmeyi başarmıştır.
İşçiler, başlangıçta açıkça yapılan haksızlıklara, fiziki güç sınırlarını aşan mesailere, işyerinin ağır çalışma koşulları vb. gibi şeylere karşı, ya birer birer ya da küçük arkadaş grupları olarak karşı çıkmışlar, ama aynı atölyede aynı koşullarda çalışan işçilerin bile desteğini almayan bireysel bu başkaldırıları işverenler kolayca alt etmiştir. Son birkaç yılda ise, bireysel çıkışlar hala sürmesine karşın, eskisine göre daha ileri sayılabilecek tutumlar ortaya çıkmaya başlamış: Bir atölye işçilerinin bütününü kapsayan ortak tavır almaları, sendikalaşma girişimleri, Bölge Çalışma ve İş Mahkemesine topluca sayılacak başvurular gündeme gelmiştir. Ama bu tür girişimler de, bugüne kadar sürekli başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Birer birer atölyeler çapındaki bu girişimleri de işverenler bölmeyi, önderlik edenleri de tasfiye etmeyi başarmıştır. Ancak, daha önce de sözünü ettiğimiz, sitede iş bulma kolaylığı bir yandan işçilerde bireysel başkaldırı eğilimini beslerken, öte yandan bu başkaldırılara önderlik eden işçilerin bölgeden ayrılıp gitmelerini engellediğinden süreç İçinde mücadeleye istekli, az çok bir deneyim elde etmiş, en önemlisi de mücadelenin sorunları üstünde düşünmeye başlayan bir işçi çevresinin oluşmasına yardım etmiştir.
Öte yandan, işçilerin en doğal hakkı sayılması gereken sendikalaşma isteğini işverenler sürekli engellemiş, iş özelliklerinden de yararlanarak girişilen sendikalaşma çabaları başarısızlığa uğratılmıştır. Sendikalar Yasası, “Madde 20, on altı yaşını doldurmuş olup da bu Kanuna göre işçi sayılanlar, işçi sendikalarına üye olabilirler. On altı yaşını doldurmamış olanların üyeliği kanuni temsilcilerinin yazılı iznine bağlıdır” diyerek sendika hakkını tanırken, İş Yasası’nın 13. maddesi, işverenin sendikalaşmayı önleme girişimlerini yasaklamaktadır: ‘işçinin sendikaya üye olması, şikâyete başvurması gibi sebeplerle İşten çıkarılması hallerinde ve genel olarak hizmet akdinin fesih hakkının kötüye kullanıldığını gösteren diğer durumlarda (A) bendinde yazılı önellere ait ücretlerin üç katı tutarı tazminat olarak ödenir.” Ama Merter’de bu yasaların uygulandığı hiç görülmedi. Birçok işçi sendikalaşma girişimleri nedeniyle işten atılmasına karşın ne tazminat ödendi, ne de “üç katı”.
İşkolunda şu ya da bu biçimde gündeme girmiş dört sendika var:
Tekstil Sendikası: Türk-İş’e bağlı, çeşitli zamanlarda işçiler bölgeye gelmesi için başvurmuşlar, ama her seferinde “bölgede bir faaliyetimiz yok, sizinle ilgilenemeyiz” yanıtını almışlar.
Öz iplik-İş Sendikası: Hak-İş’e bağlı, benzer gerekçelerle o da, bölgede fâaliyet göstermeye yanaşmamış.
Demokratik Tekstil İşçileri Sendikası: “Sınıf ve kitle sendikacılığını” savunduğunu söyleyen, bağımsız bir sendika. Bölgede faaliyet göstermeye çalışıyor, işçi sorunlarıyla ilgileniyor, ama % 10 baraj sorunu olduğu için, en azından kısa bir dönemde işçilerin bir sendikadan beklediği olanakları sağlayacak gibi görünmüyor.
Türk Giyim-iş: Merter dışında bir yetkisi olup olmadığı bilinmeyen tipik bir korsan sendika. Merter’deki GÜNEŞ GİYİM, PAPATYA, RUBİ GİYİM ve BER-SAM tekstil atölyelerinde sözleşme yapmış. TİS yetkisi yok, ama işveren işçilerin sendikalaşma girişimlerini önlemek için kendi kurduktan bu sendika ile sözleşme yapmış görünüyorlar.
Kısaca söylenecek olursa, bugün değişik atölyelere dağılmış haliyle Merter işçileri işkolunda % 10 barajını aşmış sendikalar için çekici gelmiyor.
Sözünü etmeye çalıştığımız bu kendiliğinden gelişim süreci içinde devrimci etkileme yok değil. Zaman zaman, bir gelişmeden sonra, ya da özel kimi günlerde dağıtılan bildirilerden anlaşıldığına göre bir siyasi ajitasyon var. İşçilerin ifadesine göre bu olumlu bir etken oluyor mücadelenin toparlanması için. Ama bunun da henüz sınıfın ihtiyaçlarını karşılayacak bir sistemlilik ve süreklilik düzeyinde olmadığı anlaşılıyor. Her şeye karşın bu olumlu bir etkenin rolünün giderek arttığı hissediliyor.
İşçiler, geçmişte yaşananlardan artık ders çıkarmaya başladıklarını, son aylarda birlikte mücadele etme zorunluluğunun daha iyi anlaşılmaya başlandığını söylüyorlar.
Söylenen olumlu gelişme küçük de olsa, kimi olaylarda kendisini duyuruyor. Örneğin, Merter’de ilk kez, işten atılan 20 işçi öfkeye kapılıp, sövüp sayarak çekip gitmiyor ve atölyenin önünde açlık grevine başlıyor. Bununla da yetinmiyorlar, bir bildiri ile sorunlara nasıl baktıklarını ve bundan böyle nasıl davranmaları gerektiğini, kamuoyu ve Merter işçilerine duyuruyorlar. Gelinen aşamayı gösteren bir örnek olması nedeniyle bu bildiriden bir bölümü buraya aktarıyoruz.
“Biz ÜNİKOM işçileri olarak… İşveren keyfi şekilde ve hiçbir hakkımızı vermeden 20 arkadaşımızı işten attı. Buna sessiz kalamazdık, kalmadık da. 15 arkadaşla işten atılmaları protesto için açlık grevi başlattık. Taleplerimiz haklı, eylemimiz meşruuydu. Bu nedenle çevre işyerlerindeki işçi arkadaşlarımızdan büyük destek gördük.
“Amacımız sadece 20 kişinin haklarının verilmesiyle sınırlı değildi. Daha geniş düşündük. Çünkü tekstil işkolunda sorunların çözümü ve haklarımızı almamız, tüm işçi kitlesine doğru yolu göstermeye ve geniş biçimde harekete geçirmemize bağlıydı. Biz açlık grevimizle bunu göstermek istedik. İşçi arkadaşlara haklarımızı ancak kendi örgütlü gücümüz ve mücadeleyle alabileceğimizi göstermek istedik.
“Çünkü sessiz kalmak, tek tek kurtuluş umuduna kapılmak baskı ve sömürüyü kabullenmek demektir. Kaybedecek hiçbir şeyimiz yok.
“Bizleri işten atsalar bile, her yerde aynı kararlı tavrı koyabilecek işçiler olursak, bilinçli davranabilecek olursak ileri adım atmış olacağız. HAK ALMAK ÖRGÜTLÜ MÜCADELEDEN GEÇER.”
Başka bir bildiri ise, BULCA TEKSTİL’de dağıtılmış. Bildiri, işverenler zam ve sosyal haklar konusunda istekler üzerine işçilerin işten atılmasıyla ilgili olarak kaleme alınmış, işçileri “Ekmek ve Özgürlük Mücadelesi’ni birleştirerek mücadeleye çağırırken “Ücretlerimizin yükseltilmesi, sosyal haklar, senede en az iki ikramiye için… Fazla mesailere ve angaryaya hayır demek için, işten çıkarmalara topluca direnmek, sendika birliğimizi yaratmak için mücadele edelim. Artık sömürü ve zulüm düzenine dur diyelim.” diyor.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde dağıtılan bir bildiride ise: bir yandan kadınlara özgü sorunlar işlenirken öte yandan, Merter’deki kadın işçilerin sorunları dile getiriliyor ve kadınlar mücadeleye çağrılıyor.
Hiç kuşkusuz bu çabalar Merter gibi yoğun işçi barındıran bir yerde, belki yetersiz ama olumlu tepki alacak çabalardır. Nitekim ÜNİKOM A.Ş.’deki direniş Merter tarihinde ilk kez diğer işyerlerindeki işçiler tarafından da desteklenmiş, bazı işyerleri şalter indirerek direnişçileri desteklerken pek çok işyerinden işçi de, protesto yürüyüşüne katılarak, direnişçileri ziyarete gelerek arkadaşlarına güç vermiş, kendileri onlardan güç almıştır. Aynı günlerde SİLVER TEKSTİL işçileri topluca tavır koyarak işverene isteklerinin tamamına yakınını kabul ettirmeyi başarmışlardır.
Bütün bu gelişmeler artık Merter işçilerinin bir mücadele yoluna girdiğinin göstergeleridir. Ama henüz yolun çok başında olunduğu da bir gerçek. Çünkü yaşanan süreç ve bölgenin klasik fabrikalardan farklı yapısı göz önüne alındığında görülüyor ki; birer birer üretim birimlerini esas alarak, birer birer işverenlere karşı mücadele edilerek site işçilerinin sendikal ve siyasi düzeyde bir örgütlülüğe kavuşacağı umulamaz. Bölgenin yapısı, işin özelliği ve işçilerin taleplerine bakıldığında Merter’i 400 kadar değişik sayıda işçi çalıştıran atölye ve bu atölyeleri de birer üretim birimi gibi ele almak doğru olmaz. Çünkü bir birim gibi kabul edilecek bir atölyede işçileri örgütleyip, bunları sendikaya götürmenin, ya da işverenle pazarlığa oturup işçi istemlerini kabul ettirmenin olanağı yok gibi. Zaman zaman böyle bir olanak çıkmış görünse de, bu başarıların kalıcılığının hiçbir garantisi yok. Öte yandan, hemen bütün atölyelerin talepleri ortaktır, işçiler, sık sık yer değiştirse bile aynı site içinde (çok büyük bir çoğunluk) kalmaktadır, işveren açısından da durum farklı değildir. Bu ay işçi çıkaran işveren, gelecek ay ya da aylarda bir başka işverenin çıkardığı işçiyi işe almak zorundadır. Bu da karşımıza çok sayıda işvereni olan, 50 bin dolayında işçinin çalıştığı, işçilerin değişik üniteler arasında değişmekle birlikte, aynı “büyük fabrika” içinde kaldıkları büyük bir işletme tablosu çıkarmaktadır. Yani işçi için sorun, o anda çalıştığı atölyenin işverenini yenilgiye uğratmakla sınırlı değildir. Tüm sitenin, fiilen birleşmiş işverenlerini yenilgiye uğratmak için birleşmek ve mücadele etmektir. Bu da, ajitasyonun ağırlık merkezinin, bütün sitedeki işçilerin birleşmesi zorunluluğu konusuna kaydırılmasını gerektirmektedir. Bunu yaparken de, bu anlayışın gereği olarak, sık sık işçi atılmasının vesilesi olan, bireysel çıkışları (çok zorunlu haller dışında) açıkça mahkûm etmek de zorunlu olur.
Bölgenin yukardan beri söylenen özellikleri ve işçilerin iş yasaları ve sendikal mücadele konusundaki, bir fabrika işçisine göre bilgisizlikleri göz önüne alındığında, ajitasyon bu konuları da kapsayacak biçimde geniş, en önemlisi de sistemli ve sürekli olmak zorundadır. Öyle görünmektedir ki, sözlü ajitasyon yazılı bir ajitasyon ve propaganda ile birleşmezse istenen sonuçları sağlayamaz.
Hiç kuşkusuz bugün gelişmekte olan ve olumlu özellikler de gösteren Merter işçisi bu mücadeleler içinde kaynaşmış bir bütün olmaya doğru gelişecektir, işçi sınıfının geri kalan bölümleriyle bir eylem ve dayanışma içine girdiği ölçüde de Türkiye işçi sınıfının bir parçası olduğunu hissedecek ve gerçek benliğini bulacaktır. Bunun yolu da, şu anda kendisini doğrudan ilgilendirmiyormuş gibi görünen sorunlara karşı da duyarlılık göstermesiyle olanaklıdır, (diğer işyerleri ve iş kollarındaki sınıf kardeşleriyle dayanışma, onların eylemlerini destekleme vb.) Bu ilk bakışta lüks gibi görülürse de, sınıf bilincinin aşamalı olmadığını bilenler için tamamen olanaklı, dahası ertelenemez bir görevdir.
Bu açıdan bakıldığında, bugün nispeten geri bir düzeyde bulunan mücadele de, özgürlük ve sosyalizm mücadelesiyle birleştiğinde anlamlanacak ücretli kölelik sistemini kaldırma mücadelesinin bir parçası olabilecektir.
***
Yukarıdan beri Merter’deki tekstil atölyelerinde (ki, hükümetin yıllardır övünüp durduğu tekstil ihracatının çok önemli bir kısmı bu atölyelerde üretiliyor) yüz kızartıcı koşulların bir bölümünü, bir dergi sayfaları içinde ortaya konacak ölçüler içinde sergilemeye çalıştık. Gerçek ise, burada anlatılanlardan daha da yüz kızartıcıdır. Elbette, 1990’da, İstanbul’un ortasında böyle vahşi kapitalist bir talanın sürdürülmesinden, sadece Merter’de üstlenmiş bir kaç yüz paragöz işveren sorumlu değildir. Soygun ve sömürünün dizginsiz sürdürülmesi için politikalar üreten hükümetler, bu soygun sisteminin sürmesi için baskı ve zulme destek veren burjuva siyasi partileri, işçileri mücadeleden alıkoyan sendika ağaları, kapitalizmi aklayan reformcu ve revizyonist odaklar, kısacası bugünkü ekonomik ve siyasi sistemle onun her soydan savunucuları sorumludur. Bu yüzdendir ki, bütün işçi sınıfımız gibi, Merter işçileri de neye ve kime karşı, niçin ve kimlerle birlikte hangi saflarda savaşması gerektiğini bugünden, daha yasal haklarını almaya, sendikal birliğini sağlamaya çalışırken zorundadır. Ancak, bunu öğrendiği zaman atacağı her adım onu sömürüden nihai olarak kurtuluşa götürecek bir adım olacaktır.
EK-1
FİBAŞ’ta İKİ AY KADAR ÖNCE İŞTEN ÇIKARILAN İŞÇİLERİN ANLATTIKLARI
FİBAŞ, Merter’deki konfeksiyon atölyelerinin büyüklerinden bir tanesi,300-350 işçi çalışıyor. İdare Amiri emekli bir Subay.)
FİBAŞ’a girişimiz çekici bir gazete ilanıyla başladı: iş aradığımız günlerdi. Bir gün gazetede, FİBAŞ’ta işçi arandığını okuduk. İlan, “yakacak parası, %100 mesai zammı” verileceğini, “ikramiye ve ücretlerin zamanında” ödeneceğini, “Cumartesi mesailerinin ve sabaha kadar mesainin” olmadığını yazıyordu. Başka işçilerle birlikte biz de iş için başvurduk. Ve hemen işe alındık. Ücretlerimizin deneme süresi sonunda kesinleşeceğini söylediler, ama ilandaki bütün haklarımızı da vereceklerini belirttiler. Ama başlayınca gördük ki, ilan bir aldatmacaydı. İşyeri tam bir cehennem gibiydi, bırakalım mesai kolaylıklarını, tuvalete gitmek bile bir sorundu. Kadınlar tuvalete, ustabaşından yalvar-yakar izin alarak gitmek zorunda kalıyorlardı. Sabah işe gittiğinde eve ne zaman döneceğinizi bile bilmiyordunuz, sabah 5 dakika gecikenin o günkü ücreti kesiliyordu, yemekhane inanılmaz derecede pisti ve tavandan yemeklerin içine pis su damlıyordu. Vizite için kâğıt almak bir sorundu: Hastalanan işçilere viziteye çıkmak için ancak belirli günlerde izin veriliyordu. Günde ancak bir kişiye vizite kâğıdı veriliyordu, o gün iki-üç işçi hastaysa diğer ikisi başka bir günü beklemek zorundaydı. İzin isteyenler azarlanıyor, küfürle karşılanıyordu, izinsiz bir gün işe gelmeyen işçinin iki günlük ücreti kesiliyordu.
İşyerinde çok sayıda erkek ve kız çocuğu da çalışıyordu. Onlarda diğer işçilerle aynı koşullarda çalışmaya zorlanıyordu.
Mesaiye kalmayan, ya da başka nedenle istemedikleri işçileri ter bahane uydurup işten atıyorlar, henüz deneme süresi bitmemiş işçilerin hesabını asgari ücretten kesiyorlardı. İki genç işçi sadece sakal bıraktıkları için işten atıldı.
İdare Amiri bir subay emeklisi ve işyerinde askeri disiplin uygulamaya çalışıyor. İdare amiri, dikim ve sevkıyat şefi bir “ekip” olarak tam bir baskı mekanizması kurmuşlar. Dahası bu ekip, kadınlara ve kızlara sarkıntılık etmekte de Merter’de ünlenmiş kimseler.
“Yükleme” döneminde bize zam vaat etmişlerdi, ama ne olacağını söylememişlerdi. Sonunda ücretlerimize beşer bin TL zam yaptıklarını söylediler. Ve bu düşük zammı işçileri atmanın bahanesi olarak kullandılar. “Beğenmeyen gitsin” dediler.
Olup bitenler ve ağır çalışma koşulları ile mücadele etmek için sendikalaşmayı düşündük ve Demokratik Tekstil İşçileri Sendikasına başvurduk. On kişi kadar üye yaptık. Patron bunu çabuk öğrendi ve daha biz diğer işçi arkadaşlarla birlik sağlayamadan bizleri işten çıkardı. Patronun daha işin başında çalışmadan haberdar olması bizim aceleciliğimizden ve acemiliğimizden oldu. Düşünerek değil, öfke eli hareket ettik. Bir yol gösteren de olmadı.
EK-2
SİLVER TEKSTİL’DE MÜCADELE
(Eskiden 100 kişi çalışıyormuş, şimdi 30 işçi çalışıyor, iş koşulları Merter’deki diğer işyerlerinden çok farklı değil, ama belirli bir mücadele yürütüldüğünden ve az-çok bir deneyim oluştuğundan, bu mücadele sürecinde yaşananları aktarmak için yakın zamanda işten çıkarılan bir gurup işçi ile konuştuk. Yaşadıklarını anlattılar.)
İş koşulları çok ağırdı: “Yükleme dönemi’nde “normal” fazla mesailer kesintisiz, işgününü 36 saate kadar çıkarmıştı. Bir keresinde de, kesintisiz 57 saat mesai yaptırıldı. Yemek işyerindeki mutfakta yapılıyordu, ama kalite ve miktar olarak yetersizdi. En kısa İşgünü, sabah 8.30 ile gece 23.00-24.00’e kadar sürüyordu. Ücret ve mesai ödemeleri ise, en az 15 gün geciktirilerek yapılıyor, işçiler işten ayrılmasın diye sürekli olarak 15-20 günlük ücret içerde tutuluyordu. İşyerinde büyük bir huzursuzluk olduğu besbelliydi. Bunu patron da iyi bildiğinden, fason üretime geçerek işçilerin çoğunu atma planları kuruyordu. Patronun bu planını işçiler fark ediyordu. İşçiler arasında “ne yapmalı” sorusu sık sık sorulur olmuştu. Bazı arkadaşlar, “sendikalaşırsak haklarımızı daha kolay alırız” düşüncesini öne sürünce gizlice bir sendika çalışması başladı. Daha öne, bir yükleme döneminde, “ücretler ödenmeden şalteri açmıyoruz” diye tavır koyarak patronun aynı gün ücretleri ödemesi bize, birlikte davranır ve direnirsek haklarımızı alabileceğimizi gösterdiği için, birlikte sendikaya giderek sendika içinde örgütlenme düşüncesini daha çekici getirdi. Bu yüzden de, hemen sendika çalışmasını nasıl yaparız diye daha önce sendika çalışması yapmış başka atölyedeki işçilerden bilgi topladık. Ve hemen atölyedeki dört bölüm arasında bağlantıyı sağlayacak 4 kişilik bir komite kurduk. Komitede, işyeri koşulları, istemlerimiz, hatta birer birer işçilerin durumları tartışıldı.
Bu arada işveren de zam, ikramiye gibi daha önce verdiği sözlerden dönmenin manevralarına girişti. Elimizi çabuk tutmalıydık, yoksa biz bir şey yapamadan işten atılacaktık. Hemen propagandaya girişildi ve iki gün içinde 20 kişiyi buldu sayımız. Demokratik Tekstil İşçileri Sendikası’nda (DTS) artarda iki toplantı yaptık, işyeri sorunlarından, “Emek ve Özgürlük mücadelesini” birleştirmeye kadar geniş bir yelpazede sorunları tartıştık. Bu arada sayımız 35’i bulmuştu. Ama patron da işten çıkışlar için zorlamalarını artırmıştı. Yakında kendimizi kapının önünde bulacaktık. İşveren bizim bir örgütlenme içine girdiğimizi sezmişti. Biz de alışmalarımızı açıkça yapmaya başladık. Kısa zamanda sayımız % 70’i buldu. Bir sendikaya gitmeliydik, ama hangisine? DTS en uygunuydu, ama onun da % 10 baraj sorunu olduğunu biliyorduk. Bu yüzden, önce Tekstil Sendikasına başvurduk, ama “o bölgede çalışmamız yok” gerekçesiyle geri çevrildik. Öziplik-İş ise, “bir bakalım” dedi, ama ilgilenmedi. Sonunda, belki bir işyeri sözleşmesi yapabiliriz diye DTS’ye gidelim diye düşündük. Bunu karar haline getirmek için yapacağımız genel toplantı iletişimsizlik nedeniyle yapılamayınca (toplantı için işçilerin bir bölümü -yanlış anladıkları için,- DTS’ne bir bölümü ise Topkapı Kristal-İş’e gelmişti) Kristal-İş’de toplanan 40 kişi, hemen yapılması gereken şeyleri tartışıp, sendika konusunu erteleyerek dağıldı.
Patronun manevralarını engellemek için hafta başında bir yemek boykotu yapıldı ve eyleme 90 işçi katıldı. Bir temsilci seçtik, temsilci patronu yemekhaneye çağırdı. Patron, “ben işçilerin ayağına gelmem, ama ücretlerini Cuma günü ödeyeceğim” diye haber iletince, hepimiz muhasebeye gittik. Bunun üzerine patron, “dikimhanede toplansınlar geleceğim” dedi ve dikimhanede toplandık. Patron geldi, bazı arkadaşlara hakaret etmeye başladı. Patronun tahriklerine kapılan 20 arkadaş çıkış alıp gideceklerini söyledi. Patronda böyle bölünmemizi istiyordu zaten ve onlara, Çarşamba günü paralarını ödeyeceğini söyledi! Eğer ücretler ödenmezse Çarşamba’dan itibaren makina başında direnişe geçileceği söylendi, ama kısa bir süre önce “yükleme” bittiğinden üretimden gelen gücümüzü kullanma şansımızı yitirmiştik, bir sonuç çıkmadı.
İşveren, diğer dikimcileri de çıkışa zorlamak için Taşlıtarla servisini kaldırdı. Yavaş yavaş dökülmeler başladı, baskı ve işe gidip gelme güçlüklerinden bıkan işçiler ayrılmayı düşünmeye başladı. Bu arada patron da el altından kalmasını istediği işçilere haber göndererek, tavrının onlara karşı olmadığı, “kalırlarsa onları memnun edeceği” yollu bir faaliyet yürüttü. Tedricen birçok işçi işten ayrıldı. Kalanlar daha sonra rahat edeceklerini umuyorlardı, ama şimdi öğreniyoruz ki, SİLVER’de hiçbir şey değişmemiş, patronun o vaatleri işçileri bölmek içinmiş. Ücretler bile zamanında ödenmiyormuş. Çok sıkıştırdığında 50-100 TL harçlık verip, işçileri 4,5 aydır böyle çalıştırıyor.(Bu konuşmalardan sonraki günlerde SİLVER işçileri topluca tavır koyarak işverene isteklerinin büyük çoğunluğunu kabul ettirdiler.)
Bu arada bir şey daha ekleyelim. Koca kesimhanenin bir tek bile penceresi yok, Bölge Çalışmaya başvuruldu, müfettiş geldi, “burada çalışılmaz” dedi, ama patron bir yolunu bulup bunu sumen altı ettirdi. Hala çalışılıyor o mezar gibi yerde.
Şimdi, burada geriye baktığımızda, o zaman Merter’deki çalışmayı fazla hafife aldığımızı, sadece bizim atölye içinde işçi çoğunluğunu kazanırsak (ki bu çok kolaydı) sorunları çözeceğimizi, patronu dize getireceğimizi, her şeyin çözümleneceğini düşünmüştük. Diğer, atölye işçileriyle dayanışma, işçileri mücadelenin sorunları konusunda yeterince bilinçlendirme, en önemlisi de bu çalışmayı genel olarak siyasi mücadeleye bağlama gibi konular üstüne pek düşünememiştik. Sendika çalışması, iş yasaları vb. konusunda da bilgisizdik, çalışma kısa sürede açığa çıkınca pek bir şey yapamadık. Galiba gözden kaçırdığımız en önemli şey ise, Merter’deki mücadelenin buradaki bütün işçileri kapsayan bir çalışma ve her atölyedeki çalışmanın bu genel çalışmanın bir parçası olması gerektiği gerçeğiydi. Bu ise, daha planlı, sistemli ve kesintisiz bir ajitasyon ve örgütlenmeyi gerektirirdi, şimdi hatalarımızdan öğreniyoruz, umuyoruz bitmeyecek çalışma.
EK-3
BİR BAŞKA ÖRNEK: BULCA TEKSTİL
(Bulca Tekstilin değişik yerlerde konfeksiyon atölyeleri var. Bu atölyelerde 500 dolayında işçi çalışıyor, Merter’deki atölyesi ise, eski bir sinema. Bu atölyede 200 dolayında işçi çalışıyor. Bunlardan 25’i Şubat ayında topluca işten çıkarılmış. Atılan işçilerden birisin anlattıklarını aktarıyoruz.)
Merter’deki atölyelerin büyük çoğunluğu atölye olarak inşa edilmiş olduğundan bina yapıları işe daha elverişlidir. Ama BULCA TEKSTİ’in atölyesi eski bir sinema ve bina ahşaptan yapılmış olduğundan, sürekli olarak, yangın tehlikesi diğerlerinden daha fazla. Buna karşılık yangına karşı ne uyarı ne de önlem var. Bir yangın çıksa, işçilerin kurtulması olanaksız.
Havalandırma denebilecek tek yer bir pencere. Nem ve işçilerin ter kokusuyla birleşen penye kokusu içeriyi pis kokuya boğuyor. Bu pis kokuya üst kattaki kesimhanenin ahşap tavandan dökülen tozlar da katılınca atölye ancak çalışanların anlayabileceği kötü bir çalışma ortamına dönüşüyor. Yemekhane, tuvalete bitişik olduğundan, yemek kokusuyla birleşen o berbat koku ortamı daha da kötüleştiriyor. Yemekhane fare ve her türden böcekle dolu. Sık sık bu böceklere yemeklerin içinde de rastlanıyor. Pislik, koku vb. birleşince, aç olarak yemekhaneye giren işçiler yemeklere şöyle bir dokunup tiksinerek dışarı çıkıyorlar.
Çalışanların çoğu 14-15 yaşında çocuklar. Onlar da büyükler gibi gece ve sabaha kadar süren mesaiye zorlanıyor. Bir kaç saatlik dinlenmelerini ise, o pis kokulu ortamda daha da kötü kokan penye yığınları içinde uyuyarak geçiriyorlar. “Yükleme” zamanlarında 15 gün eve gidemedikleri oluyor. Bu yetmiyormuş gibi, gece mesailerinde ustalar çocuklara kumar oynatıyor ve ellerindeki bir kaç kuruşu da alıyorlar. Dahası çocuklar ustalar tarafından sürekli dövülüyorlar.
Ücretler ise çok düşük, en iyi makinacalar 280-300 bin TL ücret alıyorlar. Bu yetmiyormuş gibi işveren “vereceğim” dediği 6 aylık zamları da ödemiyor. Nitekim Yılbaşında verilmesi gereken zammı vermeyip erteleyince biz karşı çıktık. Ama işveren bizi (25 kişi) işten atarak yanıt verdi.
Zam konusunda yaygın bir söylenti var atölyede: Esas işveren Yılbaşı zammını göndermiş, ama atölyedeki idareciler, işçilerin örgütsüz ve bilinçsizliğinden yararlanarak bu zammı aralarında paylaşmışlar. Böyle de olmuş olabilir. Çünkü yönetici durumundaki adamlar işçi haklarını gaspa öyle alışmışlar ki, ne yapsak yanımıza kar kalır diye düşünüyorlar.
İşyeri, mahalle sakinleri içinde bir pis koku ve gürültü kaynağı. Bu yüzden mahalleli defalarca “yetkililere” başvurmuş, ama işveren “denetçileri” rüşvet vb. yollarla kendi lehine tutum aldırmayı başarmış.
Nisan 1990