BASINA AÇIKLAMA
Yeniçeltek kömür madeninde 68 işçisinin bile bile ölüme gönderilerek katledilmesi, ülkemizde egemen sınıfların emekçi halkı nasıl herhangi bir makineden daha değersiz gördüklerini ve onlara ne derece önem verdiklerini gözler önüne sermiştir. O işçiler ki bir zamanlar iş yerlerinde kurdukları komitelerde gerçek demokratik işleyişin en güzel örneklerini sergileyen onurlu bir tarih mirasına sahiptirler. Ancak, 12 Eylül’e kadar böylesi bir demokratik işleyiş içerisinde yıllarca emniyet içinde, kazasız yaşayabilen bu insanlar 12 Eylül ile birlikte diğer tüm demokrasi güçleri gibi darbeden paylarını almışlar ve en fazla kârı elde etmek için en çok sömürünün olduğu, bir insana bir makinadan daha az değer verildiği bir düzende insanlık dişi şartlarda yaşamak zorunda bıraktırılmışlardır.
Bugün işçi ailelerine başsağlığı dilemekten öte bir şey yapamayan demagoglardan çok, katledilen işçilerin arkasından yakılan ağıtlara, o ağıtları yakan halkın sesine kulak verilmelidir. Çünkü suçlulardan asıl hesap soracak, tarihin gerçek yapıcıları olan halktır.
Yeniçeltek’te yitirilen işçilerin aileleri yararına düzenlediğimiz gece ise Ankara Valiliği tarafından engellenmiştir. Ankara Valiliğinin bu anlamlı tavrını şiddetle protesto ediyoruz.
DAĞARCIK Halkbilim Araştırma-Eğitim Derneği Amatör Fotoğrafçılık Grubu, Grup EKİN
ELYAF İŞÇİLERİNİN SESLENİŞİ
Elyaf iplik fabrikasında 1200’e yakın işçi çalışmaktadır. Her gün baskı zulüm ve tehditler altında emeği sömürülen, hiçbir sosyal güvencesi olmayan işçilerimiz, var olan düzenine karşı çıktıklarında, sendika temsilcileri tarafından, tazminatsız işten atılmayı mı düşünüyorsunuz diyerek uyarılmaktadırlar.
İşveren ve onun uşaklığını yapan sendika temsilcilerimiz, işçi mücadelesini bastırmakla kalmayıp İşverene bazı isimler vererek işten atılmasını isteyecek kadar adileşiyorlar. 1200 işçisi olan Elyaf İplik Fabrikası’nda bir tane elektrik mühendisi bulunmamakladır. Mühendisin işini işçilere yaptırarak işçilerimizin can güvenliğiyle oynanmaktadır. Geçenlerde trafoda meydana gelen arızayı onarmak amacıyla trafoya gönderilen işçilerimiz, cereyan çarpması sonucu ağır şekilde yaralanmışlardır. Bu olay sonucunda işveren “eyvah 400 bin lira zararımız oldu” diye yakınarak işçilerin antipatisini kazanırken, şu bilincin de oluşmasına neden olmuşlardır. Para babaları bir işçiyi değil, kârı daha çok düşündüğünü ve bunun için üzüldüğünü ortaya koymuştur.
Yemekhanede kurtlu yemekler yedirilen, revirde komada da olsa çalışabilir diye rapor yazılan, 279 bin liraya sekiz saat bir köle gibi çalıştırılan işçilerimiz, faşist bir yönetimle baş başa bırakılmıştır.
İşte bu baskı zulüm ve emek sömürüsünü protesto amacıyla işçiler kendi aralarında bir karar alıyorlar. Yemek boykotu yapıyorlar. Bu karar işçiler tarafından sevinçle karşılanıp herkes yemeğe gitmiyor, iplik I de iplik II de bir gün devam eden yemek boykotu Akrilik bölümünde beş gün devam etmiştir.
İşçinin bu eyleminden korkan, işveren işbirlikçisi sendika temsilcilerimiz, birlikte karar alıp bir iki kişiyi işten çıkararak işçiye gözdağı vermeyi denemişse de başarılı olamamıştır.
Çünkü elyaf işçisi bu gibi tehditlerden korkacak değildir, mücadele ederek başa çıkabileceğini anlamıştır.
Emek sömürüsüne son.
Elyaf İplik Fabrikasından bir işçi.
8 MART KARS’TA COŞKUYLA KUTLANDI.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle Kars İHD şubesince bir şölen düzenlendi. Şölene çok kalabalık bir kitle katılımı sağlandı. Kadınlı erkekli yüzlerce insan Belediye Düğün Salonu’nda coşkulu saatler yaşadı.
8 Mart’ın anlam ve önemi üzerine konuşmalar yapıldı. “Kadınsız devrim olmaz” şiarı her konuşmacı tarafından üzerinde en fazla durulan ve işlenen tema oldu. Feminizmin, sorunu sınıf mücadelesinden kopardığı ve bu anlamda burjuva düzeninin bir kolunu teşkil ettiği teşhir edildi.
Gecenin en ilgi çekici oyunu ise “Türkçe bilmeyen bir Kürt kadınının başından geçen olayları” konu alan skeçti. Oyun bitince tüm salon oyunu dakikalarca ayakta alkışladı.
Folklor ekibinin gösterisinden sonra ise salonu dolduranların çektiği halay tek kelimeyle görmeye değerdi.
Geceye katılımın beklenenin üzerinde olması, polisi oldukça geriletti. Ancak çektikleri video filmi, özellikle geceye oldukça kalabalık bir şekilde ilgi gösteren öğrencilere karşı silah olarak kullanmaları “demokrasi”, “düşünce özgürlüğü” vb. palavralarının nasıl bir sahtekârlık olduğunun açığa çıkması açısından çarpıcı bir gelişmeydi.
Polisin, okul müdürleri ile birlikte video filmini seyredip, öğrencileri siyasi şubeye ve müdür odasına çağırarak tehdit etmeleri ise gelişen mücadeleyi boğmak ve Kars halkı üzerindeki baskılan daha da yoğunlaştırmaktan başka hiçbir şeyi amaçlamıyor.
Ancak, unutulmamalıdır ki Kars halkı ve devrimciler her türlü baskı ve tehdide rağmen sorunlarına sahip çıkacaktır.
Kars’tan Özgürlük Dünyası okurları.
“Sendika ağalarına-ABD ve uşaklarına karşı binlerce işçi ADANA’da haykırdı.
Amerikan emperyalizminin Türkiye’deki üslerinde çalışan yüzlerce Türkiye halklarına mensup işçinin işine son verecek yine büyük bir kısmına karşıda bu yönde bir hazırlık içerisine girmişlerdir. Emperyalizmin dünya halklarına karşı saldırısını her zaman uyguladığı gibi Adana’daki İncirlik Hava Üssü’nde sürekli bu saldırılarda bulunmaktadır. Üslerde daha öncede çalışan işçilere saldırılmış ve hakarette bulunulmuştu. Bizim ülkemizde bizim topraklarımız üstünde bu çapulcular bizim emekçilere hakaret etmektedirler. Emekçilerin Adana’daki protesto mitinginde karşılarında sanki savaşa hazırlanmış gibi tedbirli bu çapulcuların uşaklarını buldular, işte emekçilerin bunlara gür sesle cevabı: “Amerika orada, uşakları burada” sloganı.
Harb-İş Sendikası’nın düzenlediği ve çevre il ve ilçelerde çok sayıda emekçinin katıldığı mitingde devrimci işçilerin etkin olduğu işçi grupları “Yaşasın işçilerin birliği”, “Yaşasın bahar eylemlerimiz”, “Savulun faşistler işçiler geliyor”, “İşçiler el ele genel greve”, “Genel grev hakkımızı söke söke alırız”, sloganları çok güçlü ve etkileyici bir şekilde haykırıldı. Bu haykırışlar diğer işçiler tarafından da desteklenerek güçlü alkışlarla devam ettiler, işçiler alana toplandıktan sonra saygı duruşuyla birlikte devrimci işçiler mikrofonda anons edilmeyen “devrim şehitleri” için saygı duruşunda bulunuyoruz, onları anılarına, devrimci şiirler okundu, işçilerin gür sesi karşısında korka korka mikrofona gelen sendika ağalarının başlarına korktuğu geldi. “Şevket Yılmaz”, anonsuyla beraber binlerce işçi, “Satılmış Şevket” “İşçi düşmanı”, “Ne işin var burada”, haykırışıyla beraber ıslıklar, yuhalamalarla sesi kesildi. Bu işçi düşmanı daha konuşmasının başında sizinle beraberim demesine rağmen protestolar karşısında maskesi düşerek, kudurganlaşarak işçilere saldırdı. “Sizi buraya kim gönderdi biliyorum. Sizin sayınız on kişiyi geçmez, beni siz seçmediniz” demesiyle protestolar bir kat daha artınca mikrofonu bırakıp kaçmak zorunda kaldı. Bu hain ve diğer tayfası bu hak ettikleri dersten sonra, yaptıkları toplantılarda kimin temsilcileri ve kimden yana oldukları niyet ve savunduklarıyla açığa çıktılar.
Savaş kızışınca çelişkiler derinleşince elbette saflarda netleşecek ve kimin kimden yana olduğu ortaya çıkacaktır.
Mitingden sonra fabrikalarda işçiler arasında, bu sendika ağalarına verilen dersin yankıları geniş olarak tartışılan konuların başında geliyordu. Sınıf bilinçli işçiler sendikalara devrimci işçilerin seçilmesi ve sendikaların gerçek işçi temsilcileriyle donatılması gerektirildiği işçiler tarafından desteklenerek bu sendika ağalarını başlarından def etmenin çarelerini tartıştılar.
Bir İşçi
ÖZGÜR DÜŞÜNCEYE VE BASINA YÖNELİK YENİ SALDIRILAR
Geçtiğimiz ay, basına ve gazetecilere yönelik faşist saldırılarda büyük bir tırmanış oldu. Gazeteciler, dövüldü, tutuklandı, işkence gördüler; İsmail Beşikçi gibi tutam bilim adamları düşüncelerinden ötürü hapse tıkıldılar. Yazı işleri müdürleri tutuklandılar, milyonlarca liralık para cezasına çarptırıldılar.
Hiç değilse, dünyanın en çok gazeteci tutuklayan ülke olma rekorunu elde ettik (le Monde). Çağ atladığımız nereden belli olacak? Evvel Allah düşünceye ve düşünenlere, baskının en ağırını uygulayacak kadar güçlüyüz.
Yıldız Üniversitesi’nde çıkan olayları görüntülemek isteyen Emeğin Bayrağı dergisinin yazı işleri müdürü Şükrü Aksoy, okuldan alınarak Emniyet Müdürlüğüne götürüldü; yasadışı bir örgüte üyelik iddiasıyla günlerce işkence edildi, ifade vermeyi reddeden Şükrü Aksoy daha sonra savcılıkça serbest bırakıldı. Kıç falakası, ağır dayak, elektrik (cinsel organdan) yerme, makata cop sokup yalatma vb. işkenceler Şükrü Aksoy’un emniyette karşılaştığı işkenceler arasındaydı.
Öte yandan Yeni Demokrasi dergisinin çeşitli illerdeki büro çalışanları, polisçe gözaltına alınarak, günlerce alıkondu, yasadışı örgüt üyeliği kabul ettirilmek istenerek türlü işkenceler yapıldı. Yeni Demokrasi dergisinin halen Bursa’dan üç, Samsun’dan bir kişi olmak üzere toplam dört çalışanı gözaltında bulunuyor.
Yine, diğer dergilerden bir hayli yazı işleri müdürü, sahibi ve çalışanı gözaltında ve ya tutuklu. Tabi, işkence, normal, “ağırlanma” biçimleri arasında.
Son günlerin düşünen insanlara yönelik en önemli saldırılarından birisi de İsmail Beşikçi’nin yeni çıkan kitabından dolayı bir kez daha tutuklanmasıydı. İsmail Beşikçi “Devletlerarası Sömürge Kürdistan” isimli kitabı nedeniyle İstanbul DGM Savcılığınca tutuklandı, İsmail Beşikçi, yıllardan beri “resmi ideolojiye aykırı düşen düşüncelerini tüm baskı ve yaptırımlara, cezalara karşın yılmadan savunan ender bilim adamlarından biri olarak, bir kez daha dört duvar arasını “boylamak” pahasına da olsa yeni kitabıyla, egemen şoven ideolojiye meydan okudu. O, bu yeni kitabında da varlığı kabul edilmeyen gericilik tarafından varlığı kabul edilmektense “kökünün kurutulması” tercih edilen bir ulusun gerçekliğini yeni boyutlarıyla ortaya koydu.
Burjuvazi tarafından cepleri doldurularak satın alınan, sağlanan mevki ve konforla kendilerini, bilgi ve becerilerini düzenin hizmetine sunan “çok bilgili” sözde bilim adamları, gerçek bilim adamlığı neymiş bir görsünler.
CUMHURİYET YİNE “DEMOKRATLIĞINI” YAPTI
Basına yönelik eylemler sürerken Cumhuriyet ne yapıyordu? Başka şeyler bir yana yalnızca şu olay bile Cumhuriyetin demokratlıktan nasbini ne kadar aldığını göstermeye yetiyordu:
Çetin Emeç’in cenazesine katılan Cumhuriyet’in üç yıllık kadrolu muhabiri işten atılıyordu. Emine Uşaklıgil imzasıyla bildirilen gerekçede, Nihat Halıcı’nın cenazede taşıdığı pankartı (pankartta “Dün Başaran, Bugün emeç, Yarın Kim?” yazılıydı) Cumhuriyet’in olanaklarını kullanarak yazması belirtiliyordu. Cumhuriyet muhabiri Nihat Halıcı Cumhuriyetle, üstelik yetkililerin izniyle hazırladığı basın cinayetlerini kınayan bir pankart nedeniyle işten atıldı.
Bir gazete, üstelik “demokrat” geçinen bir gazete meslektaşına yönelik saldırıyı protesto eden emekçisine bunu yaparsa bu gazeteden de, O’nun demokratlığından da kime ne hayır gelir?
COPLU TERÖR “ÇOCUK FALAN” DİNLEMİYOR
Abide-i Hürriyet Meydanı’nda yapılan binlerce işçi, emekçi ve gencin katıldığı mitingde çocuklar da vardı. Çocuklar, başlangıçtan bitime kadar mitinge renk ve coşku kattılar; ancak, mitingin bitiminde hışımla saldıran polisin copları, çocuk oldukları için onlara ayrıcalık tanımadı. Miting biter bitmez saldırıya geçen polisler, kafa, bacak gözetmeden çocuklara da kıyasıya vurdular. Vurmakla, dövmekle kalmayıp, kafası yarılan, vücudunun çeşitli yerlerinden yaralanan ve çürükler oluşan çocuklar, arabaya bindirilerek Birinci Şubeye, oradan da şişli Polis Karakolu’na götürüldüler; bu arada arabada ve yollarda da dövüldüler. Karakolda hücreye kapatılan çocuklar orada da, polis tarafından korkutulmaya çalışıldı, zaman zaman dövüldüler.
Birisi 12, diğer ikisi 16 yaşlarında olan orta öğrenim öğrencisi bu çocuklar karakolda böylece üç gün tutuldular. Çocuklardan bile korkulduğunun çarpıcı bir göstergesi olan bu tür saldırı ve işkencelerle, bir diktatörlük daha ne kadar ayakta durabilir acaba?
TEK-PA İŞVERENİN BASKILARI DAYANILMAZ HALE GELDİ
82 Anayasasıyla birlikte uygulamaya konan anti-demokratik uygulamalar ve işverenin “sendikasızlaştırma” politikaları bizleri örgütsüz bırakmıştır. Baskılara tepki gösterdiğimizde ise, işten atılmaya, dövülmeye kadar varan keyfi uygulamaları gündeme getirmiştir.
İşverenler için güllük gülistanlık olan “şeker gibi” işyerleri, biz çalışanlar için çalışma kamplarına dönüşmüştür. Tuvaletlere kartlarla, imzalarla girilmekte ve işverenler kaç dakikada tuvalete girip kaç dakikada çıkacağız diye saat tutmaktadır.
TEK-PA’da karşılaştığımız baskılar, kötü çalışma koşulları bunlarla bitmiyor günlerce eve gitmeden gece-gündüz zorunlu çalıştırılmaktayız. İşverenler köpeklerine Avrupa’dan özel mamalar getirirken, biz işçilerin yemekleri solucan, kara fatma, taş ayırarak yemek zorunda bırakılıyoruz.
Tüm bu olumsuz koşullara karşı duyarlılık gösterdiğimizde kapı dışarı atılıyoruz.
Bu insanlık dışı ve keyfi uygulamaları protesto ediyoruz. Bu tür olaylara göz yumar, görmemezlikten gelirsek, bunları her gün yaşayacağız. Bizler TEK-PA, FİBAŞ, ENERJİ, ÜNIKON ve GARMENT TEKSTİL işçileri olarak bu olumsuz koşulları, keyfi uygulamaları ve işten atılmaları örgütlü gücümüzle bozalım.
İŞÇİLER İŞYERİ KOMİTELERİNE.
İŞYERİ KOMİTELERİNDE BİRLEŞELİM.
ÜRETEN BİZİZ YÖNETEN DE BİZ OLACAĞIZ.
Bir Grup TEKSTİL İŞÇİSİ
İŞÇİLER DAVETİ KABUL ETTİLER
Kutlutaş Doğalgaz Termik Santrali
Ambarlı’dan ileride, İstanbul’un bir hayli uzağında kurulu, yaklaşık 2000 işçinin çalıştığı bir üretim birimi. Sonunda bu iki bin işçi de patladı, işçileri patlama noktasına getiren nedenler, uzun süredir üst üste gelerek biriken bir dizi köklü sorundan kaynaklanıyor.
Kutlutaş işçileri derin bir sefalet içinde yaşıyor. İki bin işçi bu işyerinde kalıyor. Barınaklarında aslında, olsa olsa insan dışı yaratıklar yaşayabilir, ama insanlar asla. İki parmak kalınlığında bile olmayan sünger “yataklar” daha yeni gelmiş. O zamana kadar işçiler adeta yer üstünde yatıyorlar. Gerçi bu incecik süngerler de durumda pek bir değişiklik yaratmamış. Yemekler son derece berbat. Sabahları ya bir iki kuru zeytin, ya da bir peynir kırıntısı He kahvaltı yapıyorlar. Banyo işyerine 600 metre uzaklıkta, o kadar işçiye üç dört banyo. Yağmurlu havalarda, banyoya geliş gidiş ancak çizmelerle oluyor, ama çamaşırların çamur olmasının önüne geçilemiyor.
Ücretler mi? Son derece komik. İşçiler Yol-İş Sendikası’na üye bulunuyorlar. Bu sendikaya üye olmaları için işçiler daha işe girerken zorlanıyorlar. Tabi işveren bunu, işçiler haklarını arayan bir sendikaya sahip olsunlar, diye yapmadı kuşkusuz. Aksine yönetiminde kendi adamları bulunan bu sendika aracılığıyla, işçilerin mücadelesini ve birleşmelerini engellemekti asıl amaç. Nitekim şimdiye kadar bu sendika işçilerin hiçbir sorunuyla ilgilenmediği gibi, işverenle yaptığı son toplu sözleşme görüşmeleri ve onun sonucundan işçileri hiç mi hiç haberdar etmedi. Bunun üzerine işçiler sendikaya gittiler. Bir yanıt alamadıkları gibi terslenmelerinin ardından işçiler kendi aralarında toplanarak, ortak kararlar aldılar; ilk etapta kendi aralarında bir komite oluşturdular. Bu komiteyle birlikte hareket ettiler. Komitenin kuruluşuna bağlı olarak işçiler önce toplu vizite eylemi ve yürüyüşleri gündeme getirdiler. Ardından, sonuç alamayınca en büyük silahlarını kullanmaya karar verdiler: 23 Martta topluca üretimi bıraktılar ve direnişe geçtiler. İşçilerin kararlılığını gören sendikacılar, bu kez işçileri ikiyüzlü pozlarla kandırmaya çalıştılar. Ancak işçiler bu dalkavukların gerçek yüzünü görmüşlerdi ve bunların sözlerine inanmamaya kararlıydılar.
Sendika yöneticileri, şimdi işçilere bol keseden vaat ediyorlar; aralarına karışarak eyleme sahip çıkmaya çalışıyorlar. Maaş farklarının en kısa zamanda ödeneceği ve işçilerin işyerinde bizzat kendi seçecekleri temsilcilerin sendika tarafından da tanınarak bağlantı kurulacağı yolunda yeminler ediliyor. Fakat benzer vaatlere alışkın olan işçiler bu kez mücadeleyi kendi oluşturdukları örgütlenmeleri aracıyla sürdürmeye kararlı olduklarını bildiriyorlar.
KAMUOYUNA
12 Eylül Askeri faşist diktatörlüğüne karşı; 1984’de canlanan 1989’da İşçi Sınıfının “Bahar eylemleriyle nitelikleşen, günümüzde daha da boyutlanan Türkiye Halkının Devrim mücadelesi, Kürdistan’da ısrarla devam eden Ulusal mücadeleyle hızlanırken, egemen sınıflan yeniden Devrim korkusu sardı.
Gelişen mücadeleyi boğmak, radikal^üçlerin etkisinden çıkarıp işlevsizleştirmek için, her türlü yalan, demagoji, provokasyonla birlikte zulmü ve zorbalığı da katliamlar düzeyinde uygulamakta devam ediyorlar.
Bunun en açık ve taze örneklerini Silopi’de, Nusaybin’de, Cizre’de ve daha Türkiye’nin ve Kürdistan’ın bir dizi yerlerinde, kadın-çocuk-yaşlı ayrımı yapmaksızın halkı topluca katlediyorlar! Kelimenin tam anlamıyla “Devlet Terörünü” sınırsız ve hayâsızca uyguluyorlar.
Türk ve Kürt egemen sınıfları “Yel ektiler, Fırtına biçiyorlar.” Her türlü işkenceye, zulme, toplu katliamlara, sürgünlere karşı Kürdistan’da ve Türkiye’de demokrasi, bağımsızlık, sosyalizm mücadelesi eskisinden daha güçlü, daha etkili; daha nitelikli ve daha boyutludur.
Bizler; Egemen sınıflara bir kez daha tarihin değişmez kuralını hatırlatıyoruz ki; “YÜRÜYENİN ÖNÜNDE DURULMAZI”
Bizler; Bursa Özel Tip Cezaevinde bulunan: PKK-TDKP-PPKK- THKP-C (Acil), THKP-C/HDÖ- DEV-SAVAŞ, PARTİZAN davası tutsakları; Hiç bir insani ve hukuki sınır tanımayan “Devlet Terörü”nü protesto etmek, Türkiye ve Kürdistan’daki mücadeleyi, NEWROZ’un anlam ve coşkuyla selamlamak için, 22 Mart 1990’dan itibaren Üç günlük Açlık Grevine başlıyoruz.
ŞAD OLSUN YÜRÜYENLERE, ŞAD OLSUN NEVROZ!
HALKIMIZA
Ben, on yıldır devrimci kişiliğimi, onurumu, halkıma karşı olan kutsal sorumluluğumu bugüne kadar taviz vermeden taşıdım. Ben yaşadığım sürece de bu böyle devam edecek.
12 Eylül faşist cuntasının yasa dışı mahkemelerinde yargılandım. Düşüncelerim nedeniyle, suçsuz yere, cezalara çarptırıldım. On yıldır devletin her türlü işkence politikasından, tüm devrimciler gibi ben de payıma düşeni aldım. Emniyette en aşağılık işkence fasıllarından sonra, kapalı cezaevinde, başını “Gazi ÖZDİL’in çektiği işkenceciler tarafından tırnaklarımın sökülüşü, BARTIN Cezaevinde insanlık dışı uygulamalar ve işkenceler, açlık grevleri ESKİŞEHİR’e gelişimiz ve bir yıl içerisindeki altı açlık grevimiz, tünel olayı, AYDIN Cezaevi’ndeki katliamlar, vahşetler, kaba dayak, yerlerde sürüklenmeler ve bu sürüklenme sonucu “ET BENİNİN KOPMASI” ile cilt kanserine yakalanmam bu zulüm düzeninin politikalarının uzantılarıdır.
Öte yandan zulme, işkenceye karşı olan insan ve kuruluşlar, (Sedatlar ÖLMESİN). (Yeni İnkilap DAL’lar yaşanmasın) kampanyalarıyla ayağa kalkıyor ve çaba gösteriyorlar. Bu nedenle TAYAD-İNSAN HAKLARI DERNEĞİ-YEŞİLLER PARTİSİ-SENDİKALAR-DEMOKRATİK KİTLE ÖRGÜTLERİ-ÜNİVERSİTE DERNEKLERİ-DEMOKRATİK KURULUŞLAR-PARLAMENTERLER-SANATÇILAR-AVUKATLAR-SİYASİ VE ADLİ TUTUKLU VE HÜKÜMLÜLER-SOSYALİST BASIN… gibi kişi ve kuruluşlara duyarlı olmalarından dolayı teşekkür ederim.
Ben, ANKARA’ya geldikten iki gün sonra, radyoterapi merkezinde ışın tedavisi görmeye başladım. Bu tedavi 67 gün sürdü. Bu süre içinde ANKARA Numune Hastanesi mahkûm koğuşunda kaldım. 67 gün boyunca, burada, insanlara ne kadar değer verdiklerini gözlerimle gördüm ve yaşadım. Can çekişerek ölen insanları, hasta insanlara öldürünceye kadar dayak atılmasını, “yeterince güvenlik önlemi yok” diyerek 40 metre uzaktaki polikliniğe hastaların götürülmemelerini (bende dahil), güvenlikten sorumlu yüzbaşı Selami MACİT’in özellikle siyasi hastalara düşmanca tavır takınmasını, hastanın rahatsızlıklarını belirttiklerinde, kendine hakaret sayıp, hakaret davası açtırmasını, siyasi hasta mahkumların koğuş kapısına özellikle faşist askerler dikerek tahrik etmesini, bir münakaşa sonucu bizzat yüzbaşının emriyle koğuş kapısına diktirilen faşist askerler tarafından kolumun kırılmasının ve şu anda kolumun sakat kalmasının ve tüm bu olumsuzluklara karşı 4-5 OCAK 1990 tarihlerinde açlık grevine gitmemizi; amacı hastaları iyileştirmek olan bir hastanenin ne tür bir işlev gördüğünün örnekleri olarak sıralayabiliriz. Ayrıca, güvenlikten sorumlu yüzbaşı koğuşa gelerek her türlü hakareti yapmış ve kurşuna dizmekle tehdit etmiştir. Tehdidi daha da ileriye götürerek, bir hafta sonra, pencerelerin önlerinde nöbet tutan erlere emir vermiş, silahları üzerimize tutturmuş ve daha sonra havaya ateş eden erlerle birlikte namussuzca kahkaha atarak kendince eğlenmiştir.
İşte bu şartlarda “ışın tedavisi” gördüm. 67 günlük seansım bitince doktorlarım “Ceza yatamaz, serbest bırakılması bizce uygundur” diyerek rapor vermişler ve beni sağlık kuruluna sevk etmişlerdir.
Kurula çıktığımda, bazı evraklarımın alındığı tespit edildi. Bu nedenle o gün kurula giremedim. Ardından, kurul akciğer röntgeni istedi ve üç gün sonra alınabilen röntgenin sonucu, akciğerimin bozuk olduğu ortaya çıktı. Ne var ki, kurul bu sonucu da beğenmeyerek, “Kareli akciğer filminin” çekilmesi için ANKARA Trafik Hastanesi’ne şevkimi uygun gördü. Sonuçta, akciğer şüpheliydi, lekeler görülmüştü. Hastane bu doğrultuda bir raporu kurula sundu. Böylelikle tüm işlemler tamamlanarak dosyam hazırlandı ve tekrar kurula girdim. Kurul raporu, bana hemen iletilmedi. Bu arada doktorlarım, şimdilik hastanelik bir durumun olmaması nedeniyle beni ANKARA Merkez Kapalı Cezaevine gönderdiler. Aradan 4 gün geçtikten sonra kurul raporu bana ulaştı. Raporda, “Herhangi bir bulguya rastlanmamıştır. Cezası ertelenmeden de tedavisi mümkündür” denmekteydi. Böylelikle oyunun son sahnesi de oynanarak yönetmenler perdenin kapanmasını bekliyorlardı. Oysaki seyirci senaryoyu beğenmedi çünkü senaryo bir sürü çelişki içermekteydi. Ben hiç bir işkence görmedim! AYDIN’daki doktorlar kanser teşhisi koymadılar! Ege Üniversitesi Hastanesinde ameliyat olmamı gerekli görmediler! Ölümcül bir ameliyat geçirmedim! 67 gün süreyle radyasyon tedavisi görmedim! Numune Hastanesindeki doktorlar hava değişimi ve cezamın ertelenmesi yolunda rapor vermediler! tüm bunlar devletin kendi kurumlarında gerçekleşmedi mi? Yapılanlar, devletin devrimci yurtsever demokrat insanlara gözdağı verme politikasının bir ürünü değil midir? Devletin kendi yasalarıyla koruma altına aldığı insanları yine kendi eliyle yok etmeye çalışması, iç çelişkisinin sonuçları değil midir? Şunun da bilincindeler ki, özgür koşullarda dahi tedavi olsam, ömrümü ancak üç sene uzatabilirler. Bunların faşist diktatörlüğün korunması için kurumlarınca oynanan oyunlar olduğunu artık beşikteki bebelerimiz dahi biliyorlar. Amaç düşüncelerin teslim alınamadığı hallerde, sakat bırakarak ve çeşitli ayak oyunlarıyla düşünce sahiplerinin ölüme terk edilmesidir.
Biz, faşist diktatörlükten merhamet dilemiyoruz, böyle bir talebimiz olmamıştır olmayacaktır da. Hem zaten suçlu da değiliz. Şu an sanık sandalyelerini dolduruyorsak da halkımızın gözünde suçlu olmadığımızın bilincindeyiz.
Ben, yasada var olan ve ölümcül hastaların tedavi, olmalarını ön gören 399’ncu maddeyi kullanmak istiyorum. Ama faşist diktatörlük beni serbest bırakarak, benimle kapıyı aralamak istemiyor. Çünkü acımasızca, insanlık dışı işkence sonucu sakat kalan insanlarımızın da sağlık kurullarından rapor alarak serbest kalma haklarını kullanacaklarını bildiklerinden, daha baştan işi sıkı tutuyorlar. Baş kurban olarak da beni seçtiler. Hamdullah ERBİL yoldaşımızı serbest bıraktıklarına bin pişman olmuş durumdalar. O yoldaşın, serbest bırakılmasının acısını şimdi benden çıkarıyorlar. Ama benim için ölüm ister faşist diktatörlükten gelsin, isterse onun kuklası olan kurumlardan gelsin onurumu koruyacağım. Bu uğurda beni kucaklayacak olan ölüm hoş gelir sata gelir. Bizler her zaman faşist diktatörlüğün çağ dışı köhnemiş zindanlarındayız, buyursunlar gelsinler bekleriz…
Ülkemizde özgürlükleri kurtarmaktan söz edildiği gün özgürlükler yok edildi, demokrasiyi kurtarmaktan söz edildiği gün bütün demokratik hak ve özgürlükler demokrasiyi kurtarmak adına yok edildi. “Kardeşin kardeşi vurması’ndan bahsedildiği gün, binlerce kişi tutuklandı ve genç yaşta idam edildi. On yıl boyunca öldürülen, sakat bırakılan, kaybolan insanların isim listeleri tamamlanmış değil, hala analar babalar oğullarının kızlarının sonlarını merak etmekte, mezarlarını dahi bulamamaktadır. Yine, bu ülkede işçi haklarından bahsedildiği gün, tüm işçilerin hakları gasp edildi. Özgürlükleri ve demokrasiyi korumak için, önce özgürlükleri ve demokrasiyi yok ettiler ve ardından da eli kanlı katiller en birinci insan hakları ve demokrasiyi savunucuları kesildiler.
Tüm bunlara rağmen, rejim bizler için ESKİŞEHİR-İSTANBUL’da yeni cezaevleri hazırladı ve hazırlamakta, düşüncelerimizi teslim alamayan faşist diktatörlük, çareyi “ÖÇ-EVİ” açmakta buluyor. Yeni yeni saldırılar beklemekteyiz. Bakalım ilk saldıracakları cezaevi (EZA-EVİ) hangisi olacak? Avrupa standartlarına ulaşmayı, sadece cezaevi düzeyinde algılayan devlet, bu yalanın arkasına sığınarak gerçekleri saptırıp imha ve izole yöntemleri geliştirme çabası içerisindedir.
Ben burada hasta yatağımdan dünya kamuoyuna, duyarlı halkımıza ve tüm devrimci-yurtsever-demokratlara, kısaca kendine insanım diyen herkese sesleniyorum;
İnsanlar ölüm sınırına gelmeden sorunlarına sahip çıkın. Yeni ölümler olmasın, faşist diktatörlüğe o zevki tattırmayın. İş işten geçtikten sonra insanlar kendilerini yakmasınlar, kefen giyip gösteri yapmasınlar. Sanatçılar kitaplarını karaya boyamasınlar, konserlerinde “yeni bir devrimci öldü, sizleri bir dakika saygı duruşuna davet ediyorum” demesinler. Avukatlar bakanlığa siyah çelenk koymasınlar. İnsanlar, ölüm sınırına geldiklerinde, bu gösterilen çabalar hiç bir anlam taşımıyor. Bizler ölüm oruçlarına sürüklenmeden önce durumlarımızı herkese iletiyoruz, “En ufak şeyi bahane ederek var olan haklarımıza ve bizlere saldıracaklar duyarlı olun” diyoruz.
Rejimin yıllardır cezaevinde sürdürdüğü uygulamalar, onun insanlık düşmanı ve inkârcı yüzünü sergiliyor. Her fırsatta devrimci siyasi mahkûmlara saldırmaktan geri durmuyor, ancak rejim ve onların piyonları olan işkenceciler şunu iyi bilmelidirler ki; siyasi mahkûmlar insanlık onurunu çiğnetmeyecek, insani ve siyasi ilişkilerini bedenleriyle ördükleri barikatlarla can ve kan pahasına savunacaklardır.
Tüm kamuoyuna, devrimci güçleri ve kendine insanım diyen herkesi cezaevlerinde gerçekleştirilmek istenen yeni saldırıya karşı uyanık olmaya çağırıyoruz. Zindanlarda yükselen insanlık sesine kulak verelim. Cezaevlerindeki tüm mahkûmlara sahip çıkalım, cezaevlerinde rahatça imha politikası uygulayabilmek için rejimin başvurduğu yalan dolanları açığa çıkarmak üzere tüm gücümüzü harekete geçirip bu yeni iğrenç ve kanlı oyunu boşa çıkaralım.
Rejimin ve işbirlikçilerinin tezgâhladığı cinayetlerle aydınlara, basına karşı güttüğü politikalarla, duyarlı insanları susturmak, halka karşı terör uygulamak ve gerektiğinde tekrar cuntalara başvurmak yollarını kullanacakları bilinciyle hareket edip, ona göre önlemlerimizi alalım. Tutsak olsak da, vurulup kalsak da mücadelemiz sürüyor ve sürecek, bu böyle biline…
TÜM YURTSEVER DEVRİMCİ DEMOKRAT KAMUOYUNA SEVGİ VE SAYGILARIMLA
Sedat KARAAĞAÇ
Merkez Kapalı Cezaevi Reviri, ANKARA, 12.3.1990
BASIN AÇIKLAMASI
Bizler Avcılar Lisesinde okuyan bir grup öğrencinin velisiyiz. Herkes gibi bizim de kendi ülkemizde kendi çocuklarımızı güven ve huzur içinde okutma hakkımızın olduğuna, oğullarımızın, kızlarımızın özgürce huzur içinde öğrenim görme hakkı olduğuna inanıyoruz.
Az önce çocuklarımız okullarındaki gelişmeleri anlattılar. Biz bu gelişmeler karşısında öncelikle okul müdürüne giderek neler olduğunu sorduğumuzda kaygılarımızı belirttiğimizde okul müdürü “Cafer Kan okulda tarikatçı militan bir öğretmendir, istediği gibi hareket ediyor. Müdahale etmeye çalıştığımda bana benimle uğraşma sonun kötü olur” şeklinde tehditler yapıyor” diyerek, olaylar karşısında bir şeyler yapamayacağını. Cafer Kan’ın bizim çocuklarımızın başına bela olduğunu söyledi.
Çocuklarımızın daha önceki basın toplantısından sonra Bakan “ÖĞRETMEN hakkında soruşturma açtıracağını” açıklamasına rağmen okula gelen müfettişlerce yine çocuklarımız soruşturularak ceza verilmekle tehdit edildiler. Şu anda çocuklarımızın geleceklerinden endişe ediyoruz.
Gerici-şeriatçı tehdidin ülke genelinde yaygınlaştığı ve kamuoyu kesimlerinin duyarlılığının arttığı bir dönemde böylesi fütursuzca çabalara bir öğretmenin ve onu sessizce izleyen bir okul yönetimine karşı tüm laik ve demokrat kamuoyunu bizi ve çocuklarımızı yalnız bırakmamaya desteklemeye ve “laiklikten taviz vermeyiz” diyen Bakanlığın da doğrudan Bakanlık müfettişleri göndererek gerekli soruşturma ve işlemleri yapmaya çağırıyoruz.
Biz çocuklarımızı üç-beş çağdışı kalmış gerici-şeriatçıya teslim etmemeye kararlıyız. Bir an önce tüm bu olumsuzlukların giderilerek okulumuzda yeniden huzur ve güven ortamının yaratılmasını istiyoruz…
Öğrenci velileri
SAĞLIKTA BURJUVAZİNİN YENİ MANEVRALARI: Taramalar ve SAĞ-KUR
Geçtiğimiz günlerde televizyonda, haber bültenlerinden birinde Sağlık Bakanı Halil Şıvgın’ın konuşmasını dinleyenler güzel bir düş gibi sevindiler. Düşlerin İçerdiği gizler Freud’a karşın kolay çözümlenemediği için, eskiden kalma düş sonrası bir mistik sözün arkasına sığınıp, hayırdır inşallah diyerek biraz tedirgin biraz kuşkulu ama merakta kalakaldılar.
Bakan Halil Şıvgın hastalarla doktorlar arasındaki para ilişkisinin artık kalkacağını, ücret şeklinde somutlanan bu ilişkiyi tümüyle devletin devralacağını, bütün tedavi giderlerinin kendileri tarafından ödeneceğini müjdeliyordu. Ne güzeldi. Türkiye’nin kanayan yarası olan sağlık hizmetleri sihirli bir değnek dokunuşuyla bir çırpıda ve kolayca çözülebiliyordu. Bakan, ekrandaki görüntüsünde “sosyal devlet anlayışının gerektirdiği” bir yaklaşımın ilk kez kendisi tarafından gündeme getirilmesinin kıvancını yaşıyordu.
Sağlıkçılar cephesinde iki yıldır süren huzursuzluk ve gerginlik yaz aylarında doktorların maaşlarına yapılan % 80’e varan oranlardaki zamlardan sonra gevşemişti. Beyaz yürüyüşlerle, bakanlık önüne önlük asma eylemiyle, toplu nöbet tutmalarla hastanelerde muayene hızını yavaşlatmayla ve daha pek çok yaratıcı yöntemle geliştirilen uyarı ve protesto biçimleriyle hareketlenen günler beyaz yürüyüş düzenleme komitesine, bakanlık önüne önlük asanlara açılan davaları, bir de hekimlerin ve diğer sağlık emekçilerinin direnme bilincini peşinde iz bırakarak giderek sönüyordu.
1987-88 döneminde hazırlanıp kotarılan ‘Sağlık Hizmetleri Temel Yasası’ kamuoyunda epey bir tartışmaya yol açıyor. Tabip odaları bünyelerinde örgütlenen tepkiler nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından bazı maddeleri veto ediliyor, dokunulması yakıcı hale gelince beklemeye alınıyordu.
Geçtiğimiz Aralık ayında, iş başına geldiğinden beri sağlık hizmetleri konusunda her gün yeni bir uygulamanın altına imza atan, bu uygulamanın yürütücüleri olan doktorlara çalışmaları sırasında ortaya çıkan sorunlar konusunda bakanlık desteğini vermeyi değil de özel teşebbüs yeteneğini geliştirmeyi salık veren ve bu öğütten başka verecek bir şeyi olmayan “faal” sağlık bakanı tarafından sular yeniden bulandırılıyordu. Halil Şıvgın icazetli ve uzaktan kumandalı Akbulut hükümetinden sağlık sorunlarını bir çırpıda çözümleyecek uygulamaları başlatarak popülerleşiyordu. Bütün ülkede başlattığı ücretsiz sağlık taraması, ifade edilişteki parlaklığa karşın, pratikte, ancak taramayı gerçekleştiren sağlık ekiplerinin yaşayarak gördüğü büyük bir balondu. Taramanın diğer muhatabı halk için ise durum pek değişiklik yaratmıyordu. Köylerde “başı, karnı göğsü ağrıyan var mı şeklinde yapılan bir ayıklamayı izleyen ve stetoskopla yapılan üstün körü bir muayenenin kazandırdığı bir şey doğal ki olamıyordu. Doktorlar onca insana yetemiyorlardı ama olsundu; hizmet, hizmetti.
Pratisyen hekimlerin omzuna yüklenen diğer sağlık hizmetlerinde olduğu gibi “taramaların devlete mümkün olduğunca az bir gidere mal olması olağanüstü manevralarla sağlanıyordu. Kış aylarında kardan, yolları kısmen kapanan köylere branda kaplı bir jeeple ulaşmaya çalışan doktorlar ve hemşireler bir süre sonra biten benzin için talepte bulundukları zaman bir yığın bürokratik engelle karşılaşıyor ama yine de taramalara devam edilmesi emrine uymaları isteniyordu. Benzin yerine sadece “yerel imkânları kullanıp kendiniz bulun” öğüdünü alabiliyorlardı. Yerel imkânları kullanmak ise esnaftan para toplamak, belediyenin gönülsüz başkanlarına ziyaretlerde bulunup politik iş bitiricilik yeteneklerini geliştirmek demek oluyordu. Günlük poliklinik hizmetleri, personel idaresi, aşılama seyri takibi vs. gibi görevlerinin yanı sıra doktorlar el açma yeteneklerini geliştirmek zorunda bırakılıyordu. Devlet çok iyi biliyordu ki hekimler muayene olmak için kendilerini bekleyen çocuklar söz konusuyken el açmayı da öğreneceklerdi. Şu anda hala sürmekte olan taramaların külfetini sağlık ekipleri çekiyor, Türkiye’nin on bin şu kadar yerinde binlerce insanın tarandığını anlatarak övünmekse Şıvgın’a düşüyor.
“Tarama” kampanyasının ortasında, televizyondan yeni sağlık politikası “Sağ-kur lanse ediliyor”. Sağlık hizmetleri temel yasası” hazırlanması sırasında düşünülen hataya düşülmüyor, yeni politika izinli olarak kamuoyunda tartışmaya açılıyor, demokratik bir görünüm verilmeye çalışılıyor. Avrupa ülkelerinin çoğunda uygulanan, birçoğunda doğurduğu sorunlar nedeniyle sırttan atılması gereken bir kambur durumuna dönüşen bu tür bir “sağlık sigortası” anlayışı her şeyi geriden takip etmenin adet olduğu ülkemizde gözden düştüğü köşeden alınarak cilalanıp lanse ediliyor.
Sağ-kur tasarısının temel esprisi, gerekli finansmanı sağlamak adına, bir fon oluşturularak halktan para toplamaktı. Fon kaynağı bir çok kaleme yayılarak oluşturulacak, elektrik, su, havagazı hizmetlerinden, eğlence sektörüne, trafik para cezası hâsılatından, Milli Piyango hâsılatına, KDV gelirlerine zamlarla yapılan eklemelerden, TRT reklâm gelirlerine değin birçok alandan toplanan paralar fona aktarılacaktı. Öngörülen fon kaynakları o kadar çoktu ki Özal bile “bunları üç-beş kaynakta yayın” diyecekti, ikinci türden mali kaynak ise halktan gelir düzeyine göre, sağlık primi adı altında PTT kanalıyla toplanacak paralardı. Bu primi ödeyemeyecek durumda olanlar bunu kanıtladıkları takdirde fonda toplanan paralarla bu hizmetten yararlanacaklardı. Sağlık primlerinden ve fondan oluşan mali kaynakla tüm sağlık giderleri karşılanacak ama bu bedava sağlık hizmeti bakana göre “insanları hasta olmaya özendirmeden” düzenlenecekti.
Demokrasi şekline bulanarak tartışmaya açılan Sağ-kur düzenlemesinin fiyaskoyla sonuçlanacağına dair sinyaller şimdiden alınıyor. Çünkü Sağ-kur sağlık hizmetlerinin altyapısına ilişkin hiçbir yenilik ve düzenleme önermiyor. Bütçede sağlık harcamaları için ayrılan miktarın % 1.5 kadar artırılmış olmasının da kurtarıcı bir etkisi yok. Temel Sağlık Hizmetleri yasasından bu yana bu hizmetlerin özelleştirilmesi yolunda iktidar tarafından duyulan heves bir türlü tatmin olamıyor. Sağ-kur altyapıya ilişkin sorunları çözümlemede yetersiz ve yeteneksiz olduğu gibi Bakan Şıvgın’ın dediği gibi bu tür sorunları “yap-işlet-devret’ yöntemiyle özel girişime havale ediyor. Özel sektör için bu tür yatırımların karlılık düzeyini arttırmak amacıyla, sağlık birimlerindeki tedavi/teşhis ücretlerinde yapılacak düzenlemelerin, fonların ve primlerin yazgısın nasıl belirleyeceği şimdiden açıklık kazanıyor.
Türkiye’nin parasının, prim ödeyemeyecek diğer yarısının tedavisinden sorumlu olması demek olan fon/prim sistemi ile piyasadan toplanan paralar sıfır faizle işletilecek bir kaynak sağlayacak bu kaynak kuvvetli bir olasılıkla başka alanlara aktarılabilecek. Fak-fuk-fonu adı altında oluşturulan finansman kaynağından pişmanlık dilekçesi imzalayıcılarına aylık bağlandığı biliniyor. Konut fonuyla toplanan paraların ürünlerini konut olarak gören yok. Çoktan beri kambur olarak görülen sağlık hizmetleri, devletin sırtından atılıp halk ve özel girişim arasındaki bir sorun olmasına çalışıyor, adına da parasız sağlık hizmeti deniyor.
Sağ-kur’un bir aldatmaca olduğu görülüyor. Halkın sağlık gibi nazik bir konuda bile sömürülmesinin, aracı oluyor. Fon ve sigorta primi yoluyla yeni türde vergilendirmenin» yolunu açıyor. Borcu bini aşan devlet kasası için iyi bir mali olanak oluyor. Sunuluşundaki şatafata karşın böylesine iki yüzlü bir amaç içeriyor. Burjuvazinin halka lütufta bulunur gibi müjdelediği her türlü edimde olduğu gibi kuşkuyla bakmayı gerektiriyor. Bu süreçte henüz öngörülemeyebilen pek çok sorunun çıkacağına ilişkin veriler daha önce bulunulan bu lütufların akıbetinden doğuyor. Sağ-kur için oluşturulacak mali kaynağı kurutmamak için bitmez tükenmez yeni soygunların yapılacağını, piyasa yasalarına göre işleyecek olan özel sağlık birimlerinin ücret tarifelerinin fon ve prim miktarlarını artıracağını tahmin etmek ise zor olmuyor.
Koruyucu sağlık hizmetlerinin yazgısı da ufukta parlak görünmüyor, ama bu işler en çok karlı çıkacak olan kesimin ilaç şirketleri olacağı kestirilebiliyor.
Görünen o ki hekimleri ve diğer sağlık emekçilerini hareketli günler bekliyor. Kendileri ve hastalarıyla ilgili olumsuz kararlar almak üzere olan burjuvazinin bu çabasını boşa çıkartmak gerekiyor. Beyaz yürüyüşlü günlerin coşkusunu, tabip odalarında sürdürülen tartışmaların üretici heyecanını birlikte tavır alışların ve protestoların yarattığı dostlukları geçen yıl olduğu gibi yeniden ortaya çıkarmak gerekiyor. Bu süreçte doğacak dayanışma ve direnme bilincinin toplumsal yapının pek çok sorunlarına karşı koyuşta da diri tutulabilmesi için sağlık emekçilerine görevler düşüyor. Alternatif sağlık politikaları ise burjuvazinin halkı sömüremediği, sağlığı üzerinde kumar oynayamadığı bir dünyanın inşası çabasıyla eklemlenen bu faaliyetten doğuyor. Sağlık hizmetlerinin parayla alınıp satılabilir olması bu dünyada yer almıyor. İnsana değer ve önem verme bazında şekillenecek sağlık politikalarının varabildiği halkın cebindeki üç kuruşa göz diken ve onu her gün şu veya bu aldatmacayla soyan tekelci burjuvazinin her tür egemenlik konumunun ortadan kaldırılmasını öngörüyor. Her şeyin, bu arada insan sağlığında metalaştığı ülkede bugün, hekimlerin her zamankinden daha çok birlikte ve bilinçli davranmaya gereksinimleri var. Odalar dışı örgütlenmelerde yer alma ve oluşturma hakları da dâhil son yıllarda sıkça dile getirilen sendikalaşma hakkı üzerinde bu nedenle ısrarla durmaları gerekiyor.
Zeynep Karadeniz 13.2.1990 Trabzon
Dicle Üniversitesi’nde devrimci mücadele
Üniversitemizde öğrenci gençliğin mücadelesi boyutlanarak, her geçen gün yeni devrimci eylem biçimlerini bağcından kopararak gelişiyor. Yaşanılan eylem süreçleri faşist İdareye ciddi biçimde geri adımlar attırırken diktatörlüğün resmi sivil polis güçleri de bundan payını alıyor.
Ancak bunun yanı sıra ciddi boyutlarda hata ve zaaflarda yaşanmıyor değil. Bazı reformist çevrelerin eylem süreçlerinde sergiledikleri olumsuz tavırlar, gittikçe kitleselleşerek gelişen mücadelenin bağrında zaaflarında gelişmesine hizmet ediyor. Hatta bu tavır, Halepçe katliamının yıldönümü protestosunda şehirde yapılan, aralarında liseli gençliğin ve halkın da bulunduğu 2500 kişilik kitlesel eylem için eylem komitesi seçmemeye, oluşturmamaya kadar gidiyor. Ve bu tavırlar D.Ü. öğrencilerinin ve Diyarbakır liseli öğrenci gençliğin geleceğe ilişkin mücadelesinde ciddi olumsuz sinyaller veriyor.
ÜNİVERSİTEMİZ, ikinci yarıyıla girişi ile birlikte kitlesel radikal eylemlere sahne oldu. Faşist Irak rejiminin baskıları sonucu Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan Peşmergeler’den iki bin civarında insanın zehirlenmesi sonucu devrimci yurtsever üniversite öğrencileri -Peşmergeler ve halk- ortaklaşa bir korsan gösteri düzenledi. Polisin kitleyi dağıtması sonucu, dağılan kitleden öğrenciler çeşitli gruplara bölünerek polisin müdahale edemediği korsan gösteriler düzenledi.
8 Mart Dünya emekçi kadınlar günü üniversitenin her fakültesinde ayrı ayrı kutlandı. Özellikle fen-edebiyat ve tıp fakültesinin düzenledikleri formu ve gösteri büyük ilgi topladı. 2000 civarında öğrenci, hemşire ve üniversite (kampus) emekçilerinin katıldığı gösteride büyük bir coşku yaşandı. Dünya proletaryası, Türk ve Kürt proletaryası ile dayanışmanın doruklaştığı eylemde Kürdistan halkı üzerindeki gittikçe artan baskılar protesto edildi. Açlık grevindeki sayıları 60 civarında olan üniversite personelinin eyleme katılıp destek vermesi ile kitle İşçi-öğrenci el ele sloganını daha gür sesle haykırdı. Ayrıca eğitim fakültesindeki gösteriye de 400 civarında öğrenci katıldı. Hukuk Fakültesi’nde de 200 civarında öğrenci aynı amaçla gösteri düzenledi. “Halklara özgürlük, kahrolsun faşizm”, “Biji tekoşina gella” (yaşasın halkların özgürlüğü). Eylem genel anlamda proleter enternasyonalizmini içeren metinlerle son buldu.
Bu arada faşist idare genel olarak derneklere yönelik bir saldırı başlattı, öğrenci derneklerinin panolarını indirmeye birçok öğrenci hakkında disiplin soruşturması açmaya çalıştı. Öğrencilerin tavrı ise soruşturmaya yanıt vermemek oldu. Okul idaresi de bu durumda aciz kaldı. Ayrıca öğrenci kantinlerinin çözülmesi gereken sorunları ve panolar işlenerek sayıları 7000’i bulan üniversite öğrencileri ile üç günlük kantin boykotu yapıldı, idare isteklerimizin tümünü kabul etmek zorunda kaldı. Sonuçta kitlelerde örgütlenme bilinci gelişirken dernekler kitleler nezdinde daha meşru bir hale geldi.
16 Mart Halepçe katliamı ve 1978 yılında İstanbul Üniversitesi’nde öldürülen 7 öğrencinin anısına kampusta ve şehirde protesto eylemi yapıktı, ilk eylem üniversite de yapıldı. Eğitim ve Hukuk Fakülteleri birer forum yaptılar. Aynı gün kampusta bulunan fakültelerin (tıp-fen-dişçilik-mimarlık meslek) ortak bir protesto yürüyüşü yapıldı. “HALEPÇE katliamını unutmadık”, ve “6 Mart 78’in hesabını faşizmden soracağız” pankartlarının taşındığı ve 1000 civarında öğrencinin katıldığı eylem başarı ile sonuçlandı. Siyasi polis ise eylemi 500 metre ileriden seyrederek yetindi.
17 Martla bu sefer sayıları 2500’ü bulan üniversite öğrencisi ve liseli gençliğin ve halktan da katılımın olduğu bir eylem, şehirde düzenlendi. Ancak bu eylem nitelik olarak iyi olmasına rağmen genel anlamda başarısızlıkla sonuçlandı. Bu başarısızlıkta ise pasifist ve reformist unsurların büyük bir payı oldu. Her şeyden önce eylem anındaki olumsuz tavırlar bir yana eylem öncesi bu arkadaşlar eylem komitesi bile seçmemişti. Oysa bu arkadaşlar daha önce bu konuda uyarılmıştı. Yürüyüş başladığında aşağı yukarı tüm kitle polisin saldırısına karşı hazırlıklı idi. Polisin, kortejin önünü kesmesi sonucu kitle durdu ve herhangi bir saldırıya karşı hazırlandı. Devrimci yurtseverlerin ısrarlı baskılarına rağmen bu pasifist ve reformist unsurlar polis barikatını aşmayı reddettikleri gibi kitleyi 10 dakika alanda boş yere tuttular. Bu arada polis kitlenin çevresine barikat kurarak avantajlı duruma geçti. Bu arada bu arkadaşlar devrimci yurtseverlerin tüm ısrar ve baskılarına rağmen polisle anlaşma yoluna giderek kitlenin geri dönmesine sebep oldular. Başıboş kalan kitle rasgele yürümeye başladı. Kortej bozulmuş ve kitle çok açık bir şekilde provokasyona gelmişti. Polis de bunu fırsat bilerek hazırlıksız kitleye aniden saldırdı. Ve darmadağın etti. Onlarca yaralının yanı sıra 10 kişi de gözaltına alındı ve altısı tutuklandı. Bu arada dağılan kitle sokak ararında yeniden toplandı. Devrimci yurtseverlerin eyleme devam edilmesi konusundaki tüm ısrarlarına rağmen, ikinci eylem yerinin polis tarafından tutulduğu yalan haberini yayarak kitleyi dağıttılar. Oysa ikinci eylem yeri polis tarafından tutulmadığı halde bir grup arkadaş oraya giderek diğerlerini beklemiş ve kimse gelmeyince dağılmışlardı.
Sözüm ona bu tavırlarını ve başarısızlıklarını örtbas etmek için ertesi sabah üniversitede eylem hakkında çok olumlu sözler sarf etmeye başladılar. (Eylem dediğin böyle olur gibisinden) Oysa bu söz “eylemde başarısızlık dediğin böyle olur’la değiştirilmeliydi ve değiştirildi de. Devrimci yurtseverlerin ve diğer devrimcilerin müdahalesi sonucu bu arkadaşların hataları, kendilerinin ve kitlenin önünde sergilendi.
21 Mart Nevroz tüm fakültelerde coşku ile kutlandı. Kutlamalar üniversite çapında 3000 kişinin katılımı ile Kürdistan ve Türkiye’de ulusal ve sınıfsal mücadeleyi yükseltme gününe dönüştü. Eylemde Kürdistan bayrağının yanı sıra “biji newroz ve newroz cejna kurdaya” yazılı pankartlar da taşındı. Bu arada devrimci yurtseverlerin sivil polisleri taşlama önerisine bazı reformistler karşı çıktılar. Buna rağmen genel olarak kabul görmesi üzerine polisler taşlandı ve kaçtılar. Bu da son eylemdeki yenilgiden sonra kitleye genel anlamda bir güven gelmesine ve toparlanmasına hizmet etti.
DÜ’den Özgürlük Dünyası Okurları
Gerçek Demokrasi Sadece Sosyalizmde Vardır!
Arnavutluk’a yaptığımız geziyle ilgili izlenimlerimizi anlattığımız yazı dizisi bu yazıyla son buluyor. Ama Özgürlük Dünyası bundan böyle de her sayısında Arnavutluk’u tanıtmaya, Arnavutluk’tan anlatmaya elbette devam edecektir. Bunun önemi özellikle son zamanlarda Arnavutluk’a yönelik iftira, yalan ve provokasyon girişimleri nedeniyle daha da arttı. Arnavutluk dimdik ayakta durdukça, ‘sosyalizmin iflas ettiğine” emperyalistler ve her türden gericiler kendilerini bir türlü kandıramayacaklar. O yüzden aç kurtlar gibi bekleşiyorlar ve kiralık yazar, çizer, muhabirlerini de ilk fırsatta gönderip karış karış Arnavutluk’u dolaşıyorlar ve mercekle haber arıyorlar. Arnavutluk’un öyle bir kaygısı yok. “isteyen istediği yeri gelir, gezer, görür ve gider” diyor. Bu da onları çıldırtıyor işte…
Arnavutluk’un dostlarının giderek artacağına inancımız tam. Daha şimdiden bir iki yıl sonrasının gezi programları ve yer ayırmaları gündemde. Arnavutluk’un gerçek dostlarının onun yanında yer alacağına inanıyoruz ve tüm Arnavutluk dostlarının bir gün mutlaka Arnavutluk’u görmelerini diliyoruz.
Tiran kentini gezerken gittiğimiz bir sergide, dünyanın dört bir yanından Tiran Radyosunda gelen mektupların sergilendiğini gördüğümüzde, Arnavutluğun ne kadar çok ve her ülkeden dostlarının olduğunu gördük ve çok sevindik.
Proletarya diktatörlüğünün en önemli devlet organları: Halk Meclisleri
(Gezimiz süresince yaptığımız toplu söyleşileri daha önceden anlattık. En son olarak ise, Saranda kentinin halk meclisinden bir kadın yoldaş, halk meclisleriyle ilgili olarak ayrıntılı bilgi verdi. Görevlerini, işleyişlerini anlattı ve sorulan sorulan yanıtladı. Bu söyleşi anlatıya dönüştüğü için, röportaj türünden değil de, bütünlüklü bir düzyazı olarak ortaya çıktı.)
Halk Meclisleri, partili partisiz tüm halkın doğrudan yönetime katıldığı, seçip seçildiği, proletarya devletinin en önemli organları olarak görülüyor. Halk meclisleri, 1942 yılından bu yana doğrudan doğruya halk tarafından seçilen ve Ulusal Kurtuluş Konseylerinin devamı niteliğindedirler. Kurtuluş Savaşı döneminde faşizme karşı savaşım organları olan Ulusal Kurtuluş Konseyleri, bugünkü halk meclislerinin çekirdeğini oluşturmuştur. İlk kez 1944 yılında Halk Meclisi kuruldu ve ilk kez işçiler ve köylüler söz sahibi oldular ve karar verdiler, ülke yönetimiyle ilgili olarak. Halk meclislerinin adayları parti tarafından değil, Demokratik Cephenin kitlesel olarak düzenlediği toplantılarda seçilir ve önerilir. Sendikalardan, kadın birliklerinden, gençlik örgütlerinden ve partiden adaylar önerilir. Parti üyeliği adaylık için gerekmez. Parti özellikle partisiz, parti üyesi olmayan yurttaşların da devlet yönetimine seçilmesine dikkat eder. Tek tek yurttaşlar da bu toplantılarda önerilirler. Parti üyesi olmayanların da yönetime gelmesiyle ilgili olarak Enver Hoca şunları söylüyor: “Marksizm-Leninizm, bize, bir komünistin, partisiz unsurlara karşı tıpkı kendisine olduğu gibi davranması gerektiğini öğretir.” (E.Hoca, AEP- Parti Tarihi, 1966-1980, Alm, baskı, sayfa 151) Buna göre %50 partisiz insanların yönetime gelmesi bile oran olarak az görülüyor. Seçilenlerin çoğunluğunu işçiler ve kooperatif üyesi kimseler oluşturur, öyle hemen akla geleceği gibi aydın kimseler ya da devlet memurları değil. Tüm ülke çapında toplam 36000 halk meclisi var. Saranda Halk Meclisinin aynı zamanda sekreteri olan yürütme komitesinden kadın yoldaş, Saranda’daki halk meclislerinin % 50’sini kadınların oluşturduğunu söylüyor. Bununla bazen kadınların erkeklerden daha aktif olduğunu ileri süren sekreter, tüm Arnavutluk’ta ise bu oranın % 46 olduğunu söyledi. Alman yoldaşlar birbirlerine bakarak hemen kendi ülkeleriyle bir karşılaştırma yaptılar ve birbirlerine şunu, sordular hemen: “Almanya’da nerede var, hangi belediye yönetiminde, hangi kent ya da köy yönetiminde bu kadar çok emekçi kadın yer alabiliyor. İşle bizim demokrasimiz. İşçi ve köylüler için değil, emekçiler için değil, sermaye için demokrasi bu. “Halk Meclislerine seçilenler profesyonel olarak çalışmıyorlar, seçimlerden sonra da işlerine devam ediyorlar ve halkın içinde yer alıyorlar. Bizim ülkemizde belediyenin yaptığı tüm işleri göz önüne getirin, tüm bunlar Arnavutluk’ta halk meclislerinin görevleridir. En iyi emekçiler seçilirler ve her zaman kitleler tarafından denetlenirler. Büyük halk meclislerinin olduğu, yani nüfusun kalabalık olduğu yerleşim yerlerinde, yürütme komitesi vardır ve halk meclisine seçilenler arasından oluşturulur ve büyük yerleşim yerlerinin işleri, görevleri çok olduğu için, halk meclisinden yürütme komitesine seçilenlerin çok az sayıda olanı, profesyonel olarak görevlendirilirler yani maaş karşılığında çalışırlar. Her an denetlenirler ve görevden alınabilirler. 13 300 nüfuslu Saranda’da 21 tane halk meclisi üyesi var ve bunların sadece iki tanesi yürütme komitesindedirler. Halk meclisleri seçmenler tartından, görevlerini yerine getirmezlerse şayet, görevden uzaklaştırılabilirler ve her istenilen zamanda rapor vermek zorundadırlar, işçilerin doğrudan devlet organları üzerindeki kontrolleri, durmadan kadroların değişmesi ve yenilenmesi ve kadroların her zaman üretim içinde bulunması, tüm bunlar, komünist partisi tarafından uygulanan proletarya diktatörlüğünün toplumun nasıl en derinliklerine kadar kök saldığını açıkça ortaya koyuyor. Doğu Bloğu ülkelerinde olduğu gibi, Arnavutluk’ta halkın devlet işlerini gevşek tutmasına, yavaşlatmasına ya da bürokratik bir işleyişe sokmasına hiç bir neden yoktur. Halk devletten neden memnun olmasın?
Anayasa (Madde 96) ve Halk Meclisleri
Anayasa’nın 96. maddesine göre, halk meclislerinin, “devlet organlarını, işletmeleri, kurumları ve tarım kooperatiflerini denetlemek ve onların sosyalist yasalara uygunluk içinde çalışmalarını istemek hakkı” vardır. Bunun proletarya diktatörlüğü için karakteristik bir özelliği vardır. Çünkü halk meclisi kararlarını almadan önce halk içinde tartışır ve görüş alır, daha sonra kararlaştırır. Seçilen halk meclisi görevlileri hem görevlerini yürütmede hem de bunların uygulanmasında yetkili olup daha sonra onunla ilgili rapor sunmak, bir yerde hesap vermek zorundadırlar. Bu nedenle, revizyonist ülkelerde ortaya çıkan ve halktan ayrı oluşan dev bir bürokrasi aygıtı Arnavutluk’ta bilinmez, yoktur. Halkın içinde, bağrında yer alan halk meclisi görevlileri çalışan bir organizmadır. Halk kendi kendisini yöneterek sorunlarını çözümlüyor. Halk meclisleri tüm siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamı ve aynı zamanda ülkenin savunmasını, bölgedeki sosyalist yasalara uyup uymamayı, hepsini yönetiyor. O yüzden de Anayasa’da belirtildiği gibi, “Her organ, her kurum, her askeri birlik, her işyeri ve kooperatif, halk meclisinin otoritesini tanımak zorundadır ve önceden onun onayını almadan hiç bir suretle herhangi bir çalışma yapamaz.”
İş, Konut ve Tüm Gereksinmeler nasıl çözümleniyor.
Halk meclisinden görevli kadın yoldaş bu konuda da şunları anlattı: Boşalan bir işyeri hemen halk meclisine bildirilir. Halk meclisi yapılan planlardan ve diğer eldeki bilgilerden nerede ne kadar işe, işçiye veya neye ihtiyaç olduğunu bilir. İş arayanlar oraya başvururlar. Emekliye ayrılanların yerine yeni işçiler, alınır, herkes mesleki eğitimine göre iş alır. Özel mülkiyet olmadığı için, üretim araçlarına sahip özel firma ya da kuruluşlar da yok. O nedenle tüm planlama halk meclisleri tarafından yapılır. Üretim araçları üzerindeki sosyalist mülkiyet proletarya diktatörlüğünün demokratik karakterinin temel koşuludur. Konut sorununu da halk meclisleri çözer. Ailelerin ihtiyaçlarına göre halk meclisleri planlama yaparlar ve herkesin ailenin nüfusuna göre konut sorunu çözümlenir. Ev arayanlar halk meclisine başvurur ve kendilerine uygun konutlar verilir. Ev kiraları çok ucuz, 25 ile 50 lek arasında; aylık gelirin 1/25 ve ya 1/30’i kadar. Bunun dışında halkın diğer tüm temel gereksinimleri halk meclisleri tarafından çözümlenir. (Sağlık, eğitim, gıda, anaokulları vb.) Tüm bu konulardaki sorunları halk meclisleri inceler, analiz ederler ve sonra da çözmek için işe koyulurlar. Okullara gidip denetlemekten, hastanelere kadar tüm kurumlar denetlenir, sorunları yerinde saptanır, istek ve önerileri alınır çalışanların ve oradaki halkın, daha sonra sorunları planlı bir şekilde çözüme kavuşturulur. Tüm bu örnekler de gösteriyor ki, halk meclisleri halkın dışında bürokratik kurumlar değil, halktan gelen ve tekrar halka giden ve halkın tüm gereksinim ve sorunlarını çözmek için her an hazır bekleyen, iş yapan kurumlar veya organlardır. Çalışan ve durmadan işleyen, insan organizması gibi işleyişe sahip olan organlardır. Proletarya diktatörlüğünün gerçek yüzü, gerçek demokrasi işte böyle ortaya çıkıyor. Tüm sorunlar emekçi kitlelere dayanarak, işyerlerine dayanarak kitle örgütlerine dayanarak ve onların desteğiyle ele alınıp çözümleniyor ve halk her zaman doğrudan doğruya işin içinde, kararın içinde, çözümün içinde yer alıyor. Sorunlar kendi dışında çözümlenir diye beklemiyor ve devlet benim, diyerek işe atılıyor ve kendi dışında başka birisini de düşünemiyor.
Halk meclisleri partinin yaşam kaynağı, yaşam gücü
Arnavutluk’ta asıl halk yönetimini elinde tutan parti için halk meclisleri yaşam kaynağı ve gücü rolündedirler. Sosyalizmin canlı ve dipdiri her an ayakta tutulması bürokratik ve pasif kurumlarla değil, yaşamın bizzat içinde yer alan ve doğrudan halktan gelen temsil ve sahip çıkmayla olacaktır. Halk meclisleri halk içinde kök salıp tüm sorunların üstesinden gelebiliyorsa elbette bunu partiye borçludur ve partinin çizgisine sadık kalarak ve onu uygulayarak mümkündür. Parti, hiç bir zaman halkın yönetime sahip çıkmasının yerine başka bir gücün geçmesine değil, devlet yönetiminde halkın daha sıkı sarılmasına önem verir, öncelik verir ve bunu hedefler. Sosyalist bir devletin demokratik karakterinin her zaman kalmasının koşulu ise, halk iktidarının, halkın devlet iktidarına daha sıkı sarılmasında olduğunu özellikle belirtmek gerekir. Kitlelerin daha inisiyatifli olması daha aktif yönetime katılması partinin her zaman arzusudur ve bunu teşvik etmektedir. Partinin tartışmasız önder rolü, halkın devlet yönetiminde doğrudan söz sahibi olmasıyla daha da pekişmekte ve güçlenmektedir.
SON BİR SÖZ: Arnavutluk’la ilgili kışkırtmalar, yalanlar, iftiralar vb. duyduğumuz zaman, hemen aklınıza proletarya diktatörlüğü ve onun da uygulayıcısı AEP gelsin. Arnavutluk’u yutmak için gelecek daha çok provokasyon ve saldırı kampanyalarına tanık olacağız. Bunlara Arnavutluk’un dostları olarak dostça dayanışmada bulunarak karşı çıkmalıyız onu daha çok tanıtmalıyız ve yeni yeni Arnavutluk dostları kazanmak için canla başla çaba sarf etmeliyiz.
Ondan ötesi, bizdeki atasözüne benzer bir sözle ancak şöyle anlatılabilinir: İT ÜRÜR, KERVAN YÜRÜR!
(…)
Havaalanına geldiğimizde otobüsümüzün sürücüsü ve tercümanla vedalaşmak görmeye değerdi. Kırk yıllık dostlar gibi vedalaşırken, evimizde gibi hissettiğimiz Arnavutluk’tan ayrılırken gerçekten duygulanıp biraz üzüldük desek, sadece içimizden geçeni söylemiş oluruz…
Sözün kısası yüreğimizin yarısını bırakır gibi ayrıldık Arnavutluk’tan.
Rafsancani’nin ilericiliği nerede
Bu yazı, İran Emek Partisi’nin Yurtdışı Yayın Organı olan Tufan’ın Yolu’nun son sayısından özetlenmiştir.
Rafsancani, İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığına getirildikten sonra, batı dünyasının basın-yayın organlarında İran’ın bu yeni halifesine kulakları sağır edercesine övgüler düzülmeye başlandı. Burjuvazi ve onun ekonomi uzmanları, Iran İslam Cumhuriyeti ve onun Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin gerçek yüzünü gizleyerek, onun ne denli “barışçıl”, “gerçekçi”, “terörizme karşı” ve nihayet “gelecek olan özgürlüğün ve düze çıkacak ekonominin habercisi” olduğunu lanse etmeye çalıştılar.
Ve yönetimin niteliklerinin değişeceği umutlarını yayan bu demagoji, ülke tarihinin en karanlık dönemini oluşturan koşullarda sürdürülüyor. Milyonlarca işçi ve emekçi halkın baskı ve zulüm altında tutulmasının, yoksulluk ve sefalete sürülmesinin; idam ve işkencelerin arttırılmasının; kadınların ulu orta taşlanmasının; farklı düşünceye sahip insanların sorgusuz yargısız sokak ortasına asılmasının; yüz binlerce cana ve yuvanın dağılmasına mal olan savaşın sürdürülmesinin; işsizlik ve pahalılığın doruğa ulaşmasının; hırsızlık, uyuşturucu kullanımı ve fuhuşun artmasının sorumlusu olan ve gizli kapılar ardında emperyalistlerle pazarlığa oturan Hizbullah yönetimini aklamayı hedefleyen bu kampanya hayâsızca yürütülüyor.
Ancak Iran halkı, kendisine çok pahalıya mal olan tecrübeleriyle şu gerçeği tüm açıklığıyla kavramıştır: Aralarında birtakım çelişkileri olmasına rağmen iktidardaki kliklerden hiçbiri halkın çıkarlarını temsil edemez. Ezilen halk Rafsancani’yi, ortaçağ düzenini kuranların bir kuklası olarak görmekte, ona en küçük bir güven duygusu beslememektedir.
Sözü edilen hangi “Barışçıl” siyaset?
Hepimizin bildiği gibi, 8 yıl boyunca yoksulların yoksullaşması, varsılların ceplerinin şişmesi, “savaş Allah’ın nimetidir”, “Zafere kadar savaş” diyen, savaşın bitirilmesinden yana olanları cuma namazlarında “karşı-devrimci, İslam düşmanları” olarak ilan eden Rafsancani’nin savaş politikasının bir ürünüdür. Yüz binlerce insanın öldürülmesi işte bu ‘gerçekçi’, “barışçıl’ politikasının sonucudur. Rafsancani, halkın günden güne artarak kendi iktidarım tehdit eder boyutlara ulaşan tepkisini bastırabilmek için, 958 No’lu Birleşmiş Milletler Kararını-Ateşkes Anlaşmasını (Ç.N) imzalamak zorunda kaldı. Savaşın bitiminden sonra Humeyni’nin direk emri ve iktidarın ömrünü uzatmak isteyen Rafsancani’nin onayıyla 10 binin üzerinde siyasi tutuklunun idam edilmesi, onun ‘gerçekçi’ ve ‘barışçıl’ siyasetiyle neyi amaçladığını “barışçıl ve insancıl” emperyalistlere açıkça göstermiştir. Kısacası, Rafsancani gerek savaş, gerekse ateşkes döneminde kapitalistlerin çıkarlarının savunmaktan ve halkı ezmekten başka bir şey hedeflememektedir. Bu yüzden onun “barışçıl” siyaseti emperyalistlerce övülmektedir ve onların “barışçıllık mantığına” uymaktadır.
Rafsancani’nin “ilericiliği” neresinde?
Batılı basın-yayın organları Rafsancani’nin terörizme karşıtlığı ve “ilericiliği’nden dem vururken, bunu kadınlara sağlanan “yeni haklar” vb. iddialarıyla güçlendirmeye çalışıyorlar. Onların, “kadınlar artık çarşafsız dolaşabiliyor” vb. demagojileriyle yaymaya çalıştıkları hayaller ise, devletin resmi yayın organlarında çıkan ‘ahlaksız üç kadın taşlandı’ vb. haberleriyle yalanlanıyor.
Kaldı ki on yıldır şeriatın teorisyeni ve keskin savunucularından olan Rafsancani’nin ‘ilericiliği’, İslam kuralarının çizdiği sınırı aşamaz.
Rafsancani’ye Batılı emperyalistlerce stratejik çıkarları gereği düzülen övgülerden birinin de onun “terörizme karşı olması” oluşturuyor. Ve bu iddialara da en iyi yanıtı yine Rafsancani’nin izlediği siyaset oluşturuyor. Onun sorumluluğu altında son yıllarda yurt dışındaki bir dizi muhalefet lideri katledilmiştir.
Örneğin: Albay Ahmedi (Dubai’de)
Addurrahman Kazemlu, Kürdistan Demokrat Partisi Genel Sekreteri (Viyana’da, anlaşma masası başında)
Golam Keşeverz, İran “Komünist” Partisi MK Üyesi (Kıbrıs’ta).
Batılı emperyalistlerin sözcüleri Rafsancani’yi şirin gösterme çabalarının sonucunda, bu cinayetlerin gerçek sorumluları olarak -onunla çelişkileri olan- muhteşemi kliğini gösteriyorlar. Şüphesiz ki, iktidarı tek başına ele geçirebilmek için bu klikler arasındaki “çatışmalar” tüm şiddetiyle sürmektedir. Ancak son yıllarda iktidarın kilit noktalarını elinde tutan Rafsancani ve onun kliğidir. Onun bu cinayetlerden habersiz olduğuna, sorumlu tutulamayacağına inanmak mümkün mü? Terörizm ve gericilik, Rafsancani’nin özünü oluşturmaktadır ve ilericilik onun bu özüyle çelişir.
Rafsancani bir “Özgürlük Savaşçısı” mı?
Gelelim Rafsancani’nin “kişisel özgürlük ve can güvenliğinin var olduğu bir ortam” yarattığı iddialarına. “Milletvekilleri olarak anayasaya bağlı kalıp onun gereklerini yerine getireceğimize dair ettiğimiz yemini, can güvenliğimiz olmaması nedeniyle gerçekleştiremiyoruz” diye rahatsızlığını ve düzene bağlılığını dile getiren, Humeyni’nin bizzat yetiştirdiği ve devrimci-demokrat örgütlerin dağıtılmasından sorumlu milletvekili Abdülmecit Şer’ı-pesent, bu açıklamasından dolayı Hizbullah’ın hışmına uğramakta, evi yıkılmakta. Kendisinin akıbeti bilinmemekte. “Amerika’ya karşı mücadele, slogan atıp yumruk sıkmakla sınırlı kalmamalı” diye yazan gazeteci, “Humeyni’nin kemiklerini sızlatıyor’ gerekçesiyle meclis kararlarıyla tutuklatılıyor.
Bu örneklerden görülebileceği gibi, Rafsancani hiçbir farklı düşünceye hoşgörüyle yaklaşmamadadır. Kendisine yaranmak için tüm güçlerini seferber eden Tudeh Partili revizyonistler de dâhil olmak üzere, farklı düşünceleri saf dışı bırakan Rafsancani’yi “özgürlük savaşçısı” ilan etmek, gülünçlükten öte bir anlam ifade etmez.
Emperyalistler, İran’a yaklaşımlarında da bu rolü sergiliyorlar. Savaş süresince, İran’ı kınayan BM bildirilerini birbiri ardına imzalarken, gerekli silahları sunanlar da onlardır. Bugün de aynı oyun büyük bir ustalıkla sergilenmekte. Avrupa Parlamentosu ve 186 Amerikan senatörünün yaptığı İran yönetimini ikaz ederek Halkın Mücahitleri Örgütü’nü tanıma çağrısı bunun bir örneğidir. Çünkü bu çağrıya paralel olarak İran’da iktidardaki güçleri istikrara kavuşturma çabaları sürmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu güçler basın-yayın organları aracılığıyla aklanmaya, şirin gösterilmeye çalışılmaktadır. Iran resmi makamlarının yaptığı açıklamalara göre 200-250 milyar dolar hasara yol açan savaş sonrasında ülkede tekrar yatırımlara girişmek için bu istikrarın sağlanması, emperyalistler için bir zorunluluktur.
Ekonomik, siyasal ve kültürel alanlardaki bu sorunların çözümünü sağlayacak olan tek güç, işçi sınıfı ve emekçi yığınlara parlak bir gelecek vadeden komünist parti tarafından temsil edilmektedir. Onları kurtuluşa götürecek olan yol, komünist partisi etrafında kenetlenerek çelikten bir birlik oluşturmaktan, mücadele bayrağını göndere çekmekten geçer.
Odun sobamızın çıtırtısına ne oldu? (2)
PERDECİ- Mehmet ESATOĞLU
Perdeci salonda dolaşarak fincanları topladı. Kuliste lavabonun önünde bardakları yıkarken aynadaki görüntüsüyle göz göze geldi. Yüzündeki tedirgin ifadeyi inceledi bir süre.
Son fincanı yıkarken kıvırcık saçlı kadın kulise girdi. Perdecinin göz ağrısı koltuğa oturup ayaklarını karşı sehpaya zattı. Perdeci elinde fincanlarla çay doldurmaya geçecekken duraladı bir an. Koltuğun arkasından dolandı. Kıvırcık saçlı kendi kendine konuşur gibi: “Özenlisin yıkıyorsun fincanları yeniden çay doldururken. Biz bizeyiz deyip geçiştirmiyorsun.” Perdeci, “Alışkanlık. Yalaşık bulaşık işleri sevmiyorum. Özellikle bu çatı altında. Evi görsen darmadağınık. Kıvırcık saçlı, “Evli değil misin” Perdeci, “Son on yılın ağır dullarındanım. Evlenmeyi düşünüyorum bazen. Evlilik hele ikinci kez, iyi düşünmek gerek. Kimi boşandıktan sonra yeni yaşam biçimine uyum sağlayabiliyor kimi sağlayamıyor. Her şeyi tek kişilik düşünmek. Alışabilirse bu kolayına gidiyor bir süre sonra. Yalnızlık canına tak edince başlıyor arayışlar dönemi. Arayış çoğu kez sancılı oluyor. Yeni bir ilişki başlangıcı hoş. Ardından bir karşılaştırma dönemi başlıyor. Onca yıllık evlilikle birkaç günlük taptaze bir ilişkiyi. Düşler… düş kırıklıkları.
Kıvırcık saçlı gülmeye başladı. “Evet, göndermeni alıyorum. Benim de iki çay içimi arası senin fincan yıkamandan özenli olduğuna ilişkin genellemeler yapmam gibi.” “Ben de bir arayıştayım şimdi. Biriyle tanışıyorum birkaç davranışından genellemeler yapıyorum. Bir gün dayanamayıp çekip gidiyor. Birkaç gece sonra koşuyorum bakkala, ver bakalım bir kanyak büyük olsun.”
Memo sahneden seslendi: “Hey kulistekiler bırakın kulis yapmayı tiyatro kulisinde kulis yapılmaz.”
Perdeci doldurduğu çayları soğuttuğunu fark edip, yeniden tazeledi. Salona girdiğinde ışıkçı Memo sahne iç-ışıklarıyla uğraşıyordu. Perdeci yapay bir kızgınlıkla “Işıklara ara verip biraz eski zevcenizle ilgilenin” dedi.
Memo merdivenden indi, kulise seslendi: “Hadi canım gel çay içelim.”
Kıvırcık saçlı yeniden sahneye girdi, çay tepsisinden bir fincan aldı sahne kenarına oturarak karıştırmaya başladı.
Memo sahne üzerindeki merdiveni kenara çekti, elinde bir zil varmışçasına -çığırtkan gibi- bağırmaya başladı: “Başlıyooor… Başlıyorrrr evlilik öykümüzün ikinci ve son perdesi başlıyor. Konularımız gayet açık, iş yaşamı, aşk yaşamı. Önceleri önemsiz gibi duran kimi konuların birikerek patlayışı. Hamfendi hazır mısınız? Nerede kalmıştık? Eşitlik evet eşitlik ve hain Memo’nun zavallı eşini kürtaj masasına yatırışı.”
Güzelim aşk günlerimizde hiç sözü edilmeyen kutsal eşitlik sıkça dikilmeye başladı karşımıza. Çentik at duvara eşitlik aşkına, ‘Sen kaç kez çamaşır yıkadın?’ ‘Ben kaç kez yemek yaptım’ ‘Dikkat et sevgilim eşitlik aşkına yıkadığım çarşafları ellerin alışık olmadığı için Kötü çitiliyorsun sarartıyorsun.’
Memo birden kahkahalar atmaya başladı. Kıvırcık saçlı olduğu yerde büzüldü kaldı.
Memo acı dolu bakışları kıvırcık saçlıya çevirdi. Bir süre bakıştılar.
“1981 yazı. Turne yapmak için Anadolu’ya çıktık. İnsanlar korkudan bizim oyuna gelemiyor. Beş parasız üstelik cepten harcayarak geri döndük. Hatırladın mı o yazı sevgilim?” Kıvırcık saçlı yanıt vermedi. “Sabahları yataktan kalkarken bana düşmanmışım gibi bakıyordun. Biliyordun ben sanatla uğraşıyorum. Kazancım mevsimlerle sınırlı.
“Evet” dedi kıvırcık saçlı “bunu yinelemene gerek yok. Elimde değildi. Sabah uyku dolu yataktan kalkarken uyuman çıldırtıyordu beni. Belki benimle birlikte uyansan, ne bileyim birlikte kahvaltı yapsak, beni uğurlasan o kadar tepkici olmayacaktım.”
Memo, “Belki de o sabah bağırmayacaktın ‘git pazarda limon sat’ diye”
Perdeci, “Sorun yalnızca ekonomi değil gördüğünüz gibi.”
Kıvırcık saçlı, “Ekonomi yanı da var. İlk birlikte olduğumuzda ikimizin toplam kazancı İki bin yedi yüz liraydı. Dokuz yüz lira ev kirası verirdik. İki yıl sonra kazancımız yedi bin lira oldu. Bu artış yaşantımızda ufak tefek bazı şeyleri değiştirdi. Örneğin ben birinci içmeyi bıraktım Samsun içmeye başladım. Yırtık ayakkabı ile idare etme devri kapandı. Kimi akşamlar pasaj’da bira içer olduk.
Memo “iki çarpı ikilere küfrederken karım da eski günlerimizi rakamlarla anlatmaya koyuldu. Biz yalnızca birbirimizi istiyorduk değil mi sevgilim? İşte kısacık bir özet, aşkımız eskidikçe, gelirimiz arttıkça ilgimiz azaldıkça…” “İlk zamanlar” diye kesti kıvırcık saçlı “sabah bir bahane ile banyoya koşar dişlerini fırçalar beni öyle öperdin.” Memo sustu önüne baktı. “Bunlar çok mu önemliydi? Hayır önemsizdi. Evet önemliydi. Ayrıntılar evet ayrıntılar, sevdamızın giderek yok oluşunun küçük ayrıntıları.”
“Biz evlilik öyküsünde küçük yaştan itibaren iki yalanının ortasında büyüdük. Beyaz atlı prensle prenses öyküsü. Peki, gelecek buysa evin içinde birbirine sürekli hakaret eden bu kadınla erkeğin ilişkisi ne?
Annemle babam da mutlaka bir takım düşlerle başlamışlardı. Benimki başka türlü olacaktı. Babam otuz-kırk bin peşin gerisi taksitle bir daire almıştı. İşine yakın, alış-verişe yakın. Ben sayfiyede bir ev düşlüyordum. Kat yerine bir otomobil alıp hafta sonları karımla baş-başa gezmeyi.
Evden ayrılıp çalışmaya başlayınca babamın bazı seçimlerindeki ölçüleri kavramaya başladım. Sayfiyede ev düşümü, otomobil düşümü ve diğer parlak yaşam düşlerimi ücretimi tükettiğim bir ayın yirmi ikisinde çöpe attım.
Bir gün kıvırcık saçlı bir kız çıktı karşıma. Düş değil gerçekti. Benimle yaşamı kucaklamak istiyordu.”
“O yaz çok sıcaktı. Karım her yıl olduğu gibi iznini evde geçirmek istemiyordu. Eve ne zaman “konuk gelse bitmez tükenmez bir Bodrum söyleşmesi başlıyordu. Kimi densizler gözümün içine baka baka yıllık izni deniz kıyısında geçirmenin psikolojik yararlarını sıralıyorlardı. Durumumuzu bilmez gibi.
Gece yatakta öfkeden boğulur gibi oluyordum. Bodrum’a karımı götürebilmek için handiyse bir yerleri soyacaktım.
Gizli gizli kışın ödemek üzere borç aramaya başladım. Para isteyebilecek düzeyde yakın olduğum bütün arkadaşlarım onlarda benim gibi beş parasızdı. Tam bir yerli film senaryosu.
Bir sabah karımın ara sıra kavga ederken bağırdığı seçeneği denemeye karar verdim; limon satmak.
İlk gün sebze-meyve halinde dolandım durdum. Bu işi tek başıma kıvıramayacağımı anlayınca tiyatrodan bir arkadaştan yardım istedim.
Arkadaşım işin nedenini pek anlamadı. Bodrum öyküsüne de pek inanmayarak ondan sakladığım başka nedenler olduğunu düşündü.
Kabzımalın dostça tavrına aldanarak aldığımız bir kasa limonu pazaryerinde açtığımızda gözlerimize inanamadık, limonların hepsi yeşil. İçleri suluydu ama hiç kimse yeşil kabuklu limon almak istemiyordu.
Öğleden sonra ancak on tanesini satabilmiştik. Moralimiz bozuldu. Bir sandık limonu pazarın ortasında bıraktık geldik.
Eve dönerken vapurda canım sıkkındı. Çözüm bulamamıştım. Beşiktaş’ta karikatürcü bir arkadaşıma rastladım. Yürüdük. Canımın sıkkınlığını görünce ‘hafta sonu karını al adaya gel orada yaz için küçük bir bodrum katı kiraladım. Önünde bahçesi bile var.’ önerisi uçurdu beni.
İçimi tuhaf bir sevinç kaplamıştı. Hafta sonunu Ada’da geçirmek Bodrum gezisinin yerini tutmazdı ama hiç yoktan iyiydi.
Ada gezisi güzel başladı. Akşam yemekten sonra yürüdük. Sahilde rastladığı bir arkadaşının önerisi üzerine Karikatürist arkadaşımın bir tanıdığının evine konuk olduk. Görkemli bir bahçesi vardı. Karım büyülenmiş gibiydi. Ev sahibi ve karısı bir pazarlama firmasını yönetiyorlardı.
Karım aldığı içkinin de etkisiyle yine Bodrum’a gidememek üzerine ağlamaya başladı. Konu o kadar uzadı ki karikatürist arkadaş yıllık izninin son haftasını onun evinde geçirmemizi önerdi. Karım bana bakmadan ‘evet’i yapıştırdı.
Ertesi sabah pazarlamacı çiftin evinin önünden denize girerken tedirgindim. Böyle birdenbire başlayan samimiyetleri sevmiyordum. Ayrıca pazarlamacı çiftin karikatürist arkadaşıma olan tavırları da pek hoşuma gitmiyordu. Dostluklarına bir anlam veremiyordum. Ona adeta bir soytarı gibi davranıyorlardı. Anlattığı gülmeceleri eve gelen başka konukların önünde yineletiyorlardı.
O gece son vapurla eve döndük. Evde gözlemlerimi anlatırken dinlemiyordu karım. Sürekli gövdesinde güneşle kalkan derileri koparıyor garip kahkahalar atıyordu.
Ertesi sabah gardolabın üzerindeki büyük çantayı indirirken açtım gözlerimi”
Kıvırcık saçlı, “Sormama gerek yoktu. Yılda yalnızca on beş gün. Senin karikatürcü arkadaşının dostları arasında bulunduğu konum yüzünden erteleyip son haftamı dört duvar arasında geçiremezdim.”
Memo birden ayağa fırladı. “İşte tayin edici an. Gitme canım söz veriyorum, gelecek yıla, para bulacağım, elete.” “Bekleyemem geç kaldın” “Dinle beni, çok çaba sarf ettim. Para bulamadım. Eğer limonlar yeşil çıkmasaydı. Suratıma bile bakmadın. Limon öyküsünü bilmediğinden saçmaladığımı sandın. Kapıya yöneldin. Ben hala yalvarıyordum. Gitme paylaştığımız şarap, gecelediğimiz sokak aşkına. Yanıtlamadın. ‘Gümmm’diye çarpan sokak kapısı yanıt mıydı?
Kıvırcık saçlı konyağından bir yudum alırken mırıldandı kendi kendine “Palavracı içinden konuştuklarını da katarak anlatıyor”
“iyi geçmedi Ada’da günler. Cebimde param azdı ve oraya yalnız gelişimi karikatürcü arkadaşının çevresindekiler başka gözle yorumladılar.
Bir hafta sonra döndüğümde Memo’nun yüzünde örülmüş bir duvar buldum. Duvar günlerce yıkılmadı.
Koynunda en çok uyumayı düşlediğim bir gece sırtını döndün. Bağırdım avaz avaz: bana böyle davranma orada kimseyle yatmadım”
Memo kan çanağı gözlerle baktı. “Yattın canım yattın. Ada’yla yattın, denizle yattın, güneşle yattın, benim çaresizliğimle yattın.”
Kıvırcık saçlı “dur” dedi “Dur. Şu tabloya bakın. Bir hafta tatil aşkına kocasını satmış bir kadın. Bu yalnızca görünen yanı. Biraz perdeyi kaldıralım. Sen neden tiyatroda çalışıyorsun sevgilim. Sevdiğin için. Bu, sevdiğin iş bizi yılın altı ayı parasız bırakıyordu. Ben de kendime böyle sevdiğim altı aylık bir iş bulursam o zaman ne olur hayatım. Gelir düzeyimiz evde tek bir kişi çalışıyormuş düzeyine iner. Güçlü erkek senin gibi yapar. Sevdiği işinden ödün vereceğine son dakikada limon satmaya kalkar. Görüyorsun ki aşkımız yalnız benim değil biraz de senin bencilliğinin kurbanı.
Perdeci, “Şimdi nereye geldiniz? Gece evine dönmek duygusunu yitirmiş bir ışıkçı ile cebinde kanyak şişesiyle gece yarısı yollara düşmüş bir kadın. Ayrılık nedenlerinizi bile tamtamına bulmuş değilsiniz. Nedenleri sorgulamak, yansız bakabilmek kolay değil.
Boşanmak elbet dünyanın sonu değil. Anlattıklarınız belki de yaşadıklarınızın çok küçük bir parçası. Bu bölük pörçük anlara bakarak yanlışın nerede olduğunu bulmak güç. Bizim hukukçular bu işi kolaylıkla yapabiliyor. Yaşama duyarlılıkla yaklaşan biri içinse çok başka yaklaşımlar gerekli.
Kadın-erkek ilişkileri sosyal bir devrimin sabahında çözüm bulmayacak kuşkusuz. Belki bazı çözümler yıpratıcı bazı çatışmalara son verebilecek.
Belki insanlar bir gün birlikteliğin daha güzel biçimlerini bulacaklar. Birliktelik birbirine sığınma yerine birbirini hiçbir zorunluluk olmadan seçme haline gelecek. Belki birliktelik dilediğince birlikteliğe dönüşecek. Peki, ama şu anda çözüm ne olacak?
Size uzlaşın demek geliyor içimden. Çünkü dün birbirinizi büyük bir aşkla sevmişsiniz. Bu yeni birlikteliğiniz eskisinden çok farklı olmayacak. Özenirseniz bir kez daha ‘yaz tatili’ tartışma biçimine geri dönmezsiniz, ancak dün sizi birbirinize düşüren temel nedenler bu kez başka biçimlerde çıkacak karşınıza.
Şimdi oturun yeniden konuşun. Uzlaşmak için değil nedenleri bulmak için. Bağırmadan. Birbirinizi dinleyerek. Birbirinizin yerine geçerek. Reçete yok. Yaşam sizin. Siz karar verin.
Haydi eve gidelim. Işıkları yarın düzenleriz. Teknik prova akşamüzeri. Ne dersin Memo? “Hayır, Perdeci olmaz. Bu iş bitmeden gitmem.” Kıvırcık saçlıya döndü “Kusura bakma sevgilim yönetmene ‘he’ dedim. Erteleyemem. Bizim işin de raconu böyle.”
Kıvırcık saçlı hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı, Perdeci’ye baktı, Memo’ya baktı hızla salondan dışarı çıktı.
27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü Bildirisi
Yılda bir kez son zil verildikten sonra perde açılmaz. Bir an karanlık sonra parlak bir ışıkla perde arkasından süzülürüm sahneye.
Beni tanıdınız mı? 27 Mart’ım ben. Umutla doldururum sahneyi çünkü babam Dionizos böyle doğurmuş beni. Ateşin başında.
Bir gece vakti. Bir insan çıkmış ortaya anlatıvermiş dünyaya dair bir öyküyü diğer insanlara.
İlk ve değişmez kuralım o an konmuş. İNSANDAN İNSANA. İnsanlar eşitken, eşit paylaşırken öykülerimde insana yakışır cinstenmiş.
Eşitlik bozuldukça, köleleştikçe dünya. Bir yandan köleler oluşmuş diğer yanda efendiler…
Ateşin başındaki insana yaraşır öyküler Bırakmış yerini savaşın yüceliği, baskının gerekliliği, kanlı kargaşanın kaçınılmaz olduğuna ilişkin öykülere.
Bir gün savaşa, baskıya, kanlı kargaşaya karşı çıkanlar başlamışlar eşitliğin, barışın, özgürlüğün türkülerini söylemeye.
İşte o gün o koca mask çatlamış ikiye. Bir yanı gülmüş. Gülünecek, ağız dolusu kahkaha atılacak günlere çağırmış insanlığı. Diğer yüzü gülmeyen insanlığa ağlamış. İnsanlar güzellikler ürettikçe gülmüş biri. Acılar çekildikçe ağlamış diğeri.
27 Mart’ım ben. Haykırıyorum hepinize.
Dünya değişti masallarına kanmayın. Değişen bir şeyler var ama sömürü, savaş, baskı, kıyım sürüyor.
Bunlar sürdükçe “değişti” koca bir yalan… Ama Ağlayan maskı güldürmek elinizde. Sömürüye, savaşa, baskıya, kıyıma son vermek elinizde
ELLERİNİZ VAR BİRBİRİNİZE VERECEK
AMATÖR TİYATROLAR ÇEVRESİ
Hukuk Oyuncuları “Yitmeyen Türkü” ile selamladı.
16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi önünde patlayan bomba yedi genç öğrencinin ölümüne, onlarca insanın yaralanmasına yol açtı. Faşist işgalin kırılmasını hazmedemeyenler o güne dek eşi görülmemiş bir bomba ile katliamı gerçekleştirdiler.
Hukuk Oyuncuları (İHO) 16 Mart 1990 günü görkemli bir oyunla 16 Mart katliamını ve ardındaki günleri “Yitmeyen Türkü” ile bir kez daha anlattılar.
Bilindiği gibi bu olayın da failleri henüz bulunamadı.
İstanbul Kartal Çimento Fabrikası’nda eylem:
Çimse-İş’in pasif tavırlarına karşı eylem kararı alınmıştı. Servis boykotu, sakal bırakma, yemek boykotu yapılmıştı. Bu eylemlerimizi biz pasif bularak yalınayak Kartal’a yürüyüş kararı aldık. 350 işçi 5-6 km’lik fabrikadan Kartal’a kadar olan yolu ayakkabılarımız ellerde, alkış tutarak yürüdük. Kartal’da Atatürk heykelinin önüne çiçek bıraktık. Yeniçeltek’te ölen arkadaşlarımız adına 2 dakikalık saygı duruşunda bulunduk. Bu arada 3 arkadaşımız polisçe gözaltına alındı. Serbest bıraktırmaları için 350 kişi topluca karakolun önüne gittik. Kısa bir süre sonra arkadaşlarımız bırakıldı. Hep birlikte değildik. 26 Martla grev’e gidilecek. Fabrikada 450 kişi çalışıyor. Vardiyadakilerin dışında tümü eyleme katıldı.
Bir işçi
Selam Özgürlük Dünyası
1980’deki askeri darbeden sonra din dersleri zorunlu ders olarak uygulanmaya sokuldu. 12 Eylül faşizminin arkasına saklanan burjuvalar gençliği yozlaştırmak, sindirmek, bilimden uzaklaştırmak için elinden geleni yaptı. Özellikle bunu okullarda ve fabrikalarda uygulamaya soktu. Yeni yetişmekte olan gençliği etkileyebilmek için liselerde yıllardır değişmeyen ders kitaplarının yanına polis ve polislik görevini yapan müdür ve öğretmenleri ekledi. Amaçlarına ulaşamadılar değil. Bunun için din aletini kullandılar. Nasıl mı? Okul yöneticilerini ülkücülerden, öğretmenleri gericilerden seçip ilerici öğretmenleri görevden aldılar ya da yeni öğretmen adaylarını açığa aldılar. ME Gençlik Vakfı adı altında bir vakıf kurup yozlaşmayı hızlandıracak yapı oluşturdular ve burada tarikatçılar tarafından gençliğe vaazlar veriyorlar, okul çevrelerine dinci pansiyonlar açtılar vs. vs.
Öyle ki okullarda din öğretmenleri gerçeklerden utanmayıp atıp tutmaya başladılar, işte bazıları:
Sıraya sinsice yatıp, -çocuklar Amerika ve Rusya’nın bu kadar gelişmişliğinin nedeni nedir biliyor musunuz? Çünkü onlar cinleri casus olarak kullanıyorlar.
– Diyalektik öldü.
– Ahlak bozulmuştur. Bu yüzden hırsızlık oranı artmıştır.
– Halk teröristlere artık tepki gösteriyor. İÜ olduğu gibi.
– Ağaçtan çıkan Bismillahirrahmanirrahim yazısına inanmayan kafirdir.
Daha neler neler. Sınıfa dini yayınlar getirip aklınca Darwin teorisini çürütmeler. Derse selamın aleykümle girmek, İslami bilginlerin değil de gâvurların bilginlerinin bilimini almışız.
Sınıfta gerici öğretmenlerin İslami propagandaları yoğunlaşmaya başladı. Vakıflara çağırmalar. Laikliği reddetmeler. Atatürk’e küfür etmeler. Öğrencilere dini kitaplar önermeler, ilerici öğrencilere aşırı baskılar. Allah’ı reddeden kişileri girdikleri dersten bırakmalar vs. vs.
Biz yeni yetişmekte olan gençlik bilimsel düşünmek, çağdaş insanlar olmak istiyoruz. Bunun için elimizden geleni yapacağız.
Liseli Öğrenciler
Sayın “Özgürlük Dünyası” yöneticileri
Bizler, şu an bulunduğumuz Malatya E Tipi Cezaevi’nden, Temmuz 1989 tarihinde K. Maraş E Tipi Cezaevi’ne sevk edildik. (Aslında bu sevk olayının özü; tahliye olmasına az bir süre kalanları infaz yakma tehdidiyle korkutup “1 Ağustos genelgesinin uygulama alanlarının genişletilmesiydi) Sevkimizin birinci günü, başta tek-tip elbise giyme zorunluluğu, kitap, radyo vs. yasakları, yaptırımları peş-peşe gelmeye başladı.
Biz de bu yaptırımlara, siyasi yaşam anlayışımıza ters düştüğünden, uymamak ve Aydın Cezaevindeki arkadaşlarımızı desteklemek için, 24.7.1989 tarihinde süresiz açlık grevine başladık. 30. günündeyken ring tipi kapalı bir minibüsle tekrar Malatya E Tipi Cezaevi’ne getirildik. Gelirken yolda iki arkadaşımız kısmi felç geçirdi.
K.Maraş Cezaevi idaresi, (özellikle de Siirtli 2. müdür Murhan Çalapkollu) bizlerin haklı istekleri karşısında, kendi gerici cezaevi tüzüklerine de ters düşerek “huzur”u ve “güven”i sağlamak (!) için disiplin cezaları uygulamışlardır. Dahası bu disiplin cezalarını bizler Malatya E Tipi Cezaevi’ne geldikten çok sonra öğrendik. Halbuki disiplin cezasını orada hemen tebliğ etmeleri gerekiyordu.(…)
Bu disiplin cezası için C. Savcılığında hem de Adalet Bakanlığı nezdinde itiraz ettiysek de sonuç değişmedi. Sonuçta bizler, 3 ay ile 9 ay arası daha fazla cezaevinde kalacağız.
Malatya Cezaevinden Ali Bitirgeç, Şükrü Çiçek, Kenan ince, Faysal Öcalan, Bereket Haydar Babir, Mahmut Bakır, Halil Manap
Nisan 1990.