Devletsiz, ailesiz, özel mülkiyetsiz ve sınıfsız, o ilkel altın çağın bitiminden bu yana, bin yıllar geçti. Antropologların sosyal bilimlere kazandırdığı veriler, insanlığın kaybolmuş çocukluk günlerine ait fotoğraflarının üzerindeki tozları arındırdı. Kadınlarda bu sayede yitik özgeçmişlerine kavuştular. Artık, tarihin, akrabalık ilişkilerinin yeniden sorgulanması ve aileleşme anlamında insanlığın ve insan türünün kadın cinsinin belleğinde bıraktığı iz, babasını öldürdüğü için, kendi öz annesini öldüren Orest’in yargılandığı hazin duruşma değil sadece. Bir insanın kendi kanından birini öldürmesi suç sayılıyorken, takvimin o noktasında, toplumsal ilişkileri düzenleyen kurallar, gelenekler, alışkanlıklar bir ters-yüz oluşa uğruyor; Orest’in şahsında “babalık hukuku”, “analık hukuku” üzerinde tarihsel bir zafer kazanıyordu. Yeni hukukun yürürlüğe girmesi, kadınların binlerce yıl sürecek bir bellek yitirmesi pahasına oluyordu.
Efsanenin denk düştüğü tarihlerde, insanoğlu, kendisi için acı, hırs, mutsuzluk ve savaşlardan başka bir şey üretmemiş olan özel mülkiyeti keşfediyordu. Bir dönem tüm ihtiyaçlarını hep birlikte karşılayıp, doğal çevreyi ortaklaşa kullanıp, elde ettikleri yiyecekleri hep birlikte tüketirken, doğanın cömertliğinin yaşanılan bu koşullardaki sınırlılığı ile insanların duyumsuzlukları, güvenlik arayışları, daha rahat yaşama ihtiyaçları ve besinlerini elde etmenin yollarının gelişigüzel ve rastlantısal olmaması talepleri, onları, bu cömertliği zorlamak adına, ellerinin yetersiz kaldığı yerde yeni aletler ve silahlar icat etmeye yöneltti.
İnsan, doğanın kendi üzerindeki hâkimiyetinden, bu hakimiyetin doğurduğu korkudan, güvensizlik ve güçsüzlükten kurtulmak istiyordu. Onu işlemek, kullanmak, dönüştürmek ve egemenlik hakkını kendi üzerine almak istiyordu. Önünde fırsatlardan ve olanaklardan zengin bir yol vardı. Vahşi hayvanların peşinde koşup tek tek avlamaktan, onları evcilleştirip el altında bulundurmak, meyve ve sebzenin rastlantısal ediniminden, bu edinimi denetim altına almak toprağı işlemek elbette daha kolay, konforlu ve rahattı.
Bu yolda, topraktan çanak-çömlek yapmayı demiri bulup işlemeyi, madenleri birbiri içinde eritmeyi kullanım malzemesi haline getirmeyi, basit üretim aletleri yapmayı öğrendiler. Yapılacak işler artınca herkesin her şeyi yapıp anlayamayacağı bir süreç de başladı. Başta kadınla erkeğin, hayvancılık ve tarımla uğraşanlarla, metal avadanlık vs. üretenlerin işleri birbirinden ayrıldı. Toplumsal üretim gündelik tüketimi sağladıktan sonra, bir miktar da artmaya başlayınca, herkesin her şeyi yapamadığı bu ortamda değişim, yani alış-veriş de doğdu.
Yeni yeni gereksinimler ve ticarete yönelik üretim, üretim tarzlarının el emeği ağırlıklı bu ilkel aşamasında, büyük bir hırsla her gün daha çok insan emeği talep ediyordu. Savaşlarda alınan tutsaklar köleleştirilerek toplumsal zenginliğin üretici güçleri haline getirildiler. Toplum, bir yanda, emeğiyle bütün zenginlikleri üreten ama bunlara sahip olamayan insanlar, diğer yanda, hiçbir şey üretmeden üretilen her şeye sahip olan insanlar olarak kutuplaşmaya başladı. Her şeyin, emeğiyle geçinen insanların da tasarruf hakkına sahip olan kesim, bu sahipliği, egemenliği sürdürmeye yarayacak olanakların da sahibiydi: silahları ve devleti vardı.
Özel mülkiyet bir kez doğduktan sonra, insan ölümlülüğü karşısında daha direngen olduğu için, bir insanın ölümünden sonra ne olacağı kaygısı miras kurumunu doğurdu. Toplumsal ilk iş bölümünün getirdiği üzere; üretim aletlerinin, hayvan sürülerinin, çeşitli avadanlıkların sahibi olan erkek, sahip olduğu bunca şeyi sadece, kendisine ait çocuklara bırakmalıydı. Bu da akrabalık ilişkilerinin yeniden gözden geçirilmesi, topluluğun ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi gereğini dayatıyordu. Önceki toplumsal örgütlenmeye göre, çocuklar anne soyundan sayılıyor, akrabalık ilişkileri buna göre bir değer taşıyordu. Ancak, gelinen yerde artık çocukların baba soyundan sayılmaları gerekiyor, bir çocuğun babasına kesin kes aidiyetinin “iyi niyete bağlı” olmasıyla yetinilmesi mümkün olmadığından, kadının bir başkasıyla, olası cinsel ilişkisinin önünü kesmeye yarayan, erkeği edindiği zenginlikleri kendi çocukları ve kendi karısıyla, sıkça görüldüğü gibi diğer yakın akrabaları ile tüketmeye, kullanmaya (bazı üretim tarzlarının aile karakteristiği, onun bir üretim birimi de olmasıdır) yarayan “karı-koca ailesi” doğuyordu. Erkliliğinden kansız, darbesiz ve çatışmasız uzun bir evrim sonucu arındırılan kadın cinsinin, tarihsel rotanın bir yerinde uğradığı bu talihsizliğin nedenini, kavrayışı kolaylaştırmak adına şu veya bu bir tek nedenine indirgemek olası değil, özel-mülkiyeti doğuran süreç, aynı zamanda bildiğimiz anlamda devleti (ilk çağlarda gentilice örgütlenmenin fonksiyonel ve herkes tarafından denetlenebilir, anti-otoriter yönetim birimi yerine), tek eşli aileyi sınıfsal kutuplaşmayı, sömürüyü ve bunların sürer durumunu korumaya hizmet edecek ideolojileri ve tabi militer aygıtları doğuran aynı süreçtir. “Kadının köleleşmesi; ailenin kabileyle zıtlaştığı, özel mülkiyetin geliştiği sınıflara bölündüğü ve sınıf uyuşmazlıkları dizginini sıkı sıkıya tutmak ihtiyacından devletin doğacağı, tarih öncesi dönemle aynı zamandır.”
(BEBEL: Kadın ve Sosyalizm) O güne değin kadın: kadın olmaktan ve toplumsal üretimdeki yerinin kendisine sağladıklarından dolayı (yinelemekte yarar var; maddi hayatın üretimi ve yeniden üretiminde kadın, özneliği erkekle paylaşırken soya ilişkin üretimin tek öznesidir.) erdem ve saygınlıklarla donatılmışken, toplumsal yaşamın uzlaştığı bu yeni düzeyde bazı yükümlülükler altına giriyor, bazılarından da kopuşu sağlanıyordu.
Bir aile panoraması çizmek istiyorsak, ailenin doğuşuna ilişkin yukarıdaki açıklamaları genel çizgilerle de olsa yapmak koşuldu: Bugünkü karı-koca ailesinin öncesiz ve sonrasız bir karakterinin olmadığı, kutsal ve ebedi örtülerinden sıyrıldığında görüleceği gibi, tarihin bir yerinde sınıfsal zıtlaşmalarla ortaya çıktığı, bu zıtlaşmanın egemen sınıf lehine sürdürülmesi ve her gün yeniden üretilmesi için aile kurumunun gerekli olduğu, toplumsal gelişmenin ele alınan belli bir diliminde, o günkü üretim tarzı ve ilişkilerinin gerektirdiği olgunluk düzeyinde olduğu, ille de süreç içinde değişikliğe uğradığı, günün birinde de varoluşunun diğer ön şartları gibi sönüp ortadan kalkacağı yolundaki bir teşhise varmak için; koşuldu.
Sınıflı Toplumda Ailenin İşlevi
Aile ve buna bağlı kadın sorununu, sorun olarak dayatan sınıflı toplumun kendisidir. Ataerkil aile ve kadının köleleşmesi doğduğu anda, sınıf ayrışmalarını ve mülkiyetin özelliğini korumaya hizmet etti. Sınıflı toplumun diğer kurumlarından da bu konuda yardım aldı, desteklendi; onlarla birlikte var oldu. Hâkim sınıf ideolojisi de (din, ahlak, felsefe vs.) kadın cinsinin aşağılanması, ailenin kutsanması temelinde oluştu.
İlkel sınıfsız toplumdan sonra, tarih sahnesinde boy göstermiş olan her üretim tarzında, aile kurumu özü değişmeden, ancak biçimsel bazı farklılıklarla, bu üretim tarzlarının yanında ve onlara eklemlenerek giderek gelişti, her seferinde de kadın cinsinin ezilmesinin etkeni ve aracı oldu. Ama özel mülkiyete ve cinsel işbölümüne olanak olmak, hâkim sınıfın ideolojisini bireylere aktarmak ve onları “zor”la tanıştırmak, yarattığı otoriter ilişkilerle statükoyu korumaya yarayacak hiyerarşi modeli olmak şeklindeki esası değişmedi.
Ataerkil aile, toplumun zenginlikler açısından farklılaşmasını, yani; emeği ile geçinenler ama hiçbir üretim aracına sahip olmayanlarla, bu üretim araçlarının ve üretilmiş her şeyin sahibi olan kesimlerin varlığı ile tezahür eden farklılaşmasını nesilden nesle aktarır. Her aile eşitsiz bir dağılımın birbirinden tecrit edilmiş üniteleri olurlar.
Aile kurumu kadının ezilme ve sömürülmesinin de olanağıdır. Sınıflı toplumun gelişim çizgisi, kadının mülksüzleştirilmesinin de çizgisidir. Kadın toplumsal üretimden aileye hapsedilerek yalıtılır. Zaman zaman üretim faaliyetinin duyduğu gereksinmeye göre, kadın iş hayatına çekilir. Ancak bu durumun kadınlara kazandırdığı şeyler daha yoğun sömürül-meleri ve ezilmeleri pahasına olur. Kadının maddi hayatın üretimi faaliyetindeki yeri ne olursa olsun her durumda önce çocuklarının annesi, evinin kölesi, kocasının karışıdır. Çoğu zaman evde, erkeğin tasarruf boyutu, kadının çalışmasına izin verip vermemeye değin uzanır.
Kapitalist toplumda, aile kurumunun bir diğer rolü emeğin yeniden üretimindeki işlevidir. Ev işleri ve üretim dışı bireylerin (çocukların ve yaşlıların) yaşamlarına ilişkin sosyalizasyon ilkesi olmayan sistem, bunları tek tek ailelerin üzerine yıkarak önemli bir yükten kurtulur. İş piyasasında ücretlinin (çoğunlukla erkek) emeğinin karşılığı, kendi emeğinin yeniden üretimini ve kendisinden sonra yerini alacak diğer işgücü olanağı olan aile fertlerinin ihtiyaçlarını, yani: emekçilerin bir sınıf olarak yeniden üretimini sağlayacak şekilde tasarlanır. Ancak bu tasarlama her zaman böyle gerçekleşmez. Kapitalist artı-değerin çoğaltılması adına emekçi aileleri sefalet içinde yaşarlar. Bu durumda çocuk emeği de iş piyasasına dökülür.
Ataerkil aile cinsiyet kimliklerinin ve “vatandaşlık bilincinin” üretildiği alandır. Çocuklar gelecekteki kadın ve erkek rollerine aile kurumu içinde hazırlanır. Düzenin kurumlarına uyunun aşılandığı yer de, ailedir. Devlet zorundan korku, babanın gücünden duyulan korkuda, tartışılma otoritesinde öğrenilir. Çocuk, he zaman itaat etmeye hazır, moral değerlerde tutucu, kendisinin ve ailesinin çıkarları söz konusu olduğunda bencil, başkalarıyla ilişkilerinde rekabetçi, bireyci, çoğunlukla saldırgan, alıngan ve güvensiz bir kişilikte yetiştirilir. Çocukluktan yetişkinliğe geçtiğinde sınıflı toplumun bir vatandaş olarak onları massedişlerinde hiçbir sorur kalamaz. Sınıflı toplumun ailesi, anne ve çocuk arasındaki ilişkiyi öylesine çarpık boyutlara yerleştirmiştir ki, en sonunda biyolojik bir bağımlılık konusu haline getirmiştir. Annenin çocuğuna duyduğu sevgi marazi bir durum almış, salt anne olduğu için ayağının altına serilen cennet, yeryüzünde yalnızca çocuklarının hayatını yaşamasının ödülü olmuştur. “Annelik duygusu” dedikleri şey, binlerce yıl kadının eve bağlanmasının tılsımlı anahtarıdır.
Ataerkil tek eşli ailenin varlık koşulu kadının cinsel baskı altında tutulması, ne pahasına olursa olsun iffetini koruması düsturudur. Kadının başına namus tacı oturtulurken, erkeklerin bu konudaki mezheplerinin sınırı hukukun, ahlakın, dinsel ideolojilerin olanakları ile genişletilir. Kadının kendi “çekirdek ailesini” kiminle oluşturmak istediğine dair seçme şansı yoktur. Buna her zaman başka biri karar verir. Ama evleninceye değin ve de kendisinin belirleyici olmadığı bir evlilikte, ne olursa olsun kendisini kocasına saklamalı, ona adamalıdır.
Kadınların özgür olmadığı bir ortamda erkeklerin özgürlüğü de görecelidir; bu sebepten, tek-eşli ailenin panoramasını fuhuş, eş-aldatma ve zina tamamlar. Çünkü tek-eşli ailenin doğuşunun etken: aşk olmadığı gibi, hiçbir etkiyle yıkılmadan dimdik ayakta durmasının nedeni de bu değildir.
Kapitalizm ve Kadın Başkaldırısı
Kadın cinsinin, kendi ezilmişliğine binlerce yıl kayda değer bir itiraz yöneltmediğini biliyoruz. Uğradığı amneziden kurtulup başkaldırmaya başlamasının tarihi oldukça yakın bir zamandır. Kadın cinsi sınıflı toplumun eşiği aşılır aşılmaz, öylesine aşağılanmaya başlandı ki, insanlığın kültürel hazinesinin beşiği olan antik çağda filozoflar, onun insan olup olmadığını tartışır oldular. Çok uzun bir süre, dünyayı sadece yorumlamaya ve anlamaya çalışanlar, kadınlar üzerine olumlu anlamda hiçbir şey söylemediler. Kadın sorununa can alıcı bir biçimde yaklaşan ve çözüm getirmeye çalışanlar, on sekizinci yüzyıl aydınlanmasının ütopik-sosyalist çocukları oldu. Ancak analizlerinde-ki sınıfsal boyut zayıflığı, onların bu konuda klasikleşecek öneriler getirebilmelerine engel oldu.
Eşitlik, özgürlük, kardeşlik sloganlarıyla Fransa’yı yerinden oynatan ihtilal, kadınlara çok şey kazandırmadı, ama mücadele geleneği ve kendine güven ihtilalin kadınlarından bugüne kalabilen en güzel şey. “Kadınlar, idam sehpasına çıkıyor, öyleyse kürsüye de çıkmalılar” diyerek meclis kapılarını zorlayan kadınlar, hazırladıkları “KADIN HAKLARI BEYANNAMESİ”ni kendilerinden sonra peşleri sıra gelecek kardeşlerine bırakarak önderlerini giyotinde yitirdiler.
MİRAS; suya yazılan yazı olmadı.
Kadınların başkaldırılarının kapitalist toplumda ortaya çıkmış olması bir rastlantı değil.
ÇÜNKÜ:
1) Kadınlar, sınıflı toplumun bu en olgunlaşmış tipinde en hayâsız emek sömürüsünü ve biyolojik kimliklerinin dayanak alındığı cinsel baskıyı yaşadılar.
Emeğiyle geçinenlerin mülksüzleştirilmesinin ivme grafiği kapitalizmde doruğa ulaştı. Kadının mülksüzleşmesinin kapitalizmde vardığı düzey onun başkaldırısının etkenidir.
Kapitalizm kadına evinin ve çocuklarının geleneksel yükünün yanı sıra çalışma hayatının zorluklarını da yükledi, onu sömürüsünün nesnesi yapmak için evden çıkardı, iş piyasasıyla tanıştırdı. Bu şekilde, ona çalışma yaşamında erkeklerle yan yana olma olanağı kazandırırken, harcadığı emeğin değerini erkek emeğinin yarısı düzeyinde belirlemekte duraksamadı. Çünkü kapitalizm, kadın emeğine aile bütçesine katkıda bulunmak gibi tali bir önem tanır. Aile geçindirmenin, emeğin yeniden üretiminin asıl sorumlusu erkektir.
Gelenekselleşmiş bu yargıyı kapitalizmin değiştirmeye hiç niyeti yoktur. Tersine, kadın emeğine yukarıdaki nedenle tali bir önem tanırken, kadın emeğini erkek emeğinin yerine kullanabileceği her alanda birincil olarak tercih etme durumunda kalır, bunu da çelişki olarak görmez. Ayrıca kadın açısından yaşam şartlarının zorunluluklar doğurması durumunda sermaye bunu göz önünde bulundurur, kadın emeğini daha fazla sömürmenin olanağı olarak değerlendirir.
Sanayi devriminin ilk zamanlarında, insanların henüz sekiz saatlik işgünü hakkını kanlarıyla ve canlarıyla bedel ödeyerek almadıkları dönemde, yani çalışma saatlerinin yasal düzenlemeler açısından bugünküne oranla daha yıpratıcı ve yorucu olduğu dönemlerde, kadınlar insanlık dışı yaşama biçimlerine sahiptiler:
“Günde 12-13 saatini kadın fabrikada geçirirken ve erkek de aynı yerde veya başka bir yerde çalışırken dışarıdaki çocuklarının halini bir düşünün. Annelerinin çalışmasıyla genel küçük çocuk ölümlerinin arttığı besbellidir ve kadınlar doğumdan 1-2 gün sonra işe dönmekte ve çocuklarını elbette eve bırakmaktadır. Yemek saatinde çocuk emzirmek ve arada kendi de bir şeyler atıştırmak için evlere koşmak zorunda kalmaktadırlar.” (ENGELS: İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu.)
Kapitalizm kadına çifte sömürüyü dayatınca, onu evden çıkarıp, bir ücretli haline getirince, buna karşın evdeki durumunda herhangi bir değişimin sözünü bile etmeyince, toplumsal yaşamda sorumlulukları artan kadınların kendilerine ilişkin hak talebinde bulunmaya başlamaları, bu konuda sancılanmaları elbette beklenilir sonuç. Çok geçmeden kötülüklerin kaynağının sınıflı toplum, özel olarak da kapitalizm olduğunu keşfedip sorgulayan bakışlarım ve olanca silahlarım ona çevirmeleri de.
Aileyle birlikte ayakta duran, varlığından büyük çıkarlar edinen kapitalizm, doymak bilmez kâr hırsıyla emekçi sınıfların ailelerini biçimlendirdi. Kadının cins olarak bu formasyondan çıkarı yoktur. Kadının boynundaki bu boyunduruk pahasına aile kurumu korunur, güçlendirilir. Egemen sınıf ideolojisi ve dinsel afyonlar buna hizmet eder: Kadın evine bağlanır.
Kapitalizmde kadın emeği erkeklere yönelik bir tehdit unsurudur. Bedeli düşük olduğundan erkek işçi için her an yeri doldurulabilecek işgücü alternatifidir. Kadın emeği, ihtiyaç duyulduğu zamanlarda kitlesel olarak iş piyasasına çekilir, ihtiyacın yoğunluğu azalınca da kitlesel olarak ocak başındaki yerine geri gönderilir.
Kapitalizm kadının bedenini yani cinselliğini de piyasa konusu yapar. İnsanlar arasındaki, özellikle kadınla erkek arasındaki ilişkiyi çarpıtır. Kurulan ailelerin temelinde kadın ve erkeğin dolaysız onayına yer bırakmaz. Kadın bedeni, aile kurumu yoğun pazarlıkların konusudur. Gelecek kaygısı, maddi çıkarlar bu ilişkilerin çevresinde hayalet gibi dolaşır. Kapitalizmin ideolojisi, satın alınmış ilişkileri yüceltir, bunun kadın açısından bedeli kendi bedeniyle doğrudan ilişkisinin tırpanlanmasıdır. Kadın bedeni satın alınabilir olduğunda akla gelmeyen iffet, tek eşli ailenin kadına dayattığı bir zorunluluktur: özgür seçime dayanmayan, çıkar kaygılarıyla kurulmuş beraberlikler iffetli olabilirmiş gibi.
Kadın ve erkek işçilerin birlikte ürettikleri metaların pazarlanmasının bir yöntemi olarak, kadın bedeni utanmazca kullandır: en iyi reklam malzemesi budur; erkek cinsin beyninde pornografik imajlar yaratarak, pazar oluşturulur.
Ama kadın ve erkeğin rekabet-siz çıkarsız ve yalın ilişkilerini kendi sürer durumunu korumak adına engeller, ketler. Bunun için yasalar, yasaların yetmediği yerde ahlaki değer yargıları, dinsel dogmalar, dedikodular, oto sansür sistemleri geliştirir.
2) Kapitalizm, tüm emekçileri şiddetle sömürürken, bu sömürüyü en yoğunlaşmış bir şekilde yaşayan her zaman en yoksul ve mülksüz “kendi mezar kazıcısı” proletaryayı da yarattı, öyle ki bu sınıf, kendi kurtuluşunu diğer ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaların da kurtuluşu olmaksızın gerçekleştiremez. Üretim sürecindeki yeri, üretim araçları karşısındaki mülkiyetsiz konumu ona bu mücadelenin motor gücü olma görevini yükler. “Proleterler, daha önceki kendi mülk edinme biçimlerini de ortadan kaldırmadıkça, toplumsal üretici güçleri ele geçiremezler. Kendilerine ait korunacak ya da pekiştirilecek hiçbir şeyleri yoktur. Görevleri o güne kadar ki özel mülkiyetin bütün güçlerini ve korunaklarım yok etmektir.” (MARKS/ENGELS: Manifesto’dan)
Kapitalizmde kadın mücadelesi proletaryanın sömürüye yönelik mücadelesinden aldığı güç ve bilinçle gelişti.
3) Kadınların özgeçmişlerine kavuşmaları materyalist tarih bilincinin olgunlaşıp ortaya çıktığı ve bu bilince ilişkin tarih yorumunun ” sınıf mücadelesi” olarak özetlendiği kapitalist üretim biçiminde gerçekleşti. Bu bilinç kadınların o döneme değin hissettikleri huzursuzlukların, el yordamıyla olan arayışlarının içeriğini doldurdu. Cinsin ezilmesinin kökenine ilişkin değerli veriler mücadelelerine doğru bir perspektif kazandırdı.
“Marks, kadın sorunu üzerine bize, materyalist tarih anlayışıyla, eksiksiz formüller vermediyse de
daha iyisini verdi. Onları bulmak ve kavramak için doğru ve güvenilir yöntemi: kadın sorununu genel tarihsel gelişmesinin akışı içinde, genel tarihsel bağımlılığı ve haklılığı içinde, genel toplumsal bağlantıların ışığında açıkça anlamamızı, onun itici ve sürdürücü güçlerini anlamamızı, onların yöneldikleri amaçların, ortaya konan problemlerin ancak varlıklarıyla çözüme kavuştuğu koşullan bulabilmemizi; yalnız materyalist tarih anlayışı olanaklı kılar” (BEBEL: Kadın ve sosyalizm)
Sosyalistler ve Kadın Mücadelesi
Kadın olmaktan kaynaklanan sorunların günlük yaşam içinde ortaya çıkan tek tek unsurlarına yönelik tavırlardan, sorunun radikal çözümüne yönelik hareketlere değin kadın mücadelesi çeşitlilikler gösterir. Bu yelpaze içinde kuşkusuz en kapsayıcı olanı, sosyalist içerikli kadın mücadelesidir. Mücadelenin pratiği yaşanılan birçok deneyle, kadın haklarıyla ilgili talepleri sonuna değin götürmeye yetenekli kesimleri sosyalistler olarak tanımıştır.
Örneğin, yüzyılın başlarında kadınlara oy hakkı talebiyle ortaya çıkan burjuva süfrajetlerinin istemleri sadece burjuva kadınları temel almaktaydı. Konu üzerinde hâkimiyet kurup oy hakkım bütün kadınlar için sağlama mücadelesinin öncülüğünü sosyalistler yapmıştı.
Sosyalizmin en kapsamlı mücadele alanını oluşturması, kadının ezilmesinin sadece sonuçlan ile değil, esas olarak nedenleriyle uğraşır olmasıdır.
1917 Sovyet, devrimi sosyalizmin kadınlara vaat ettiklerinin yaşama getirilmesinin kanıtını oluşturdu ve kadın mücadelesini zenginleştirdi. Çünkü dünyanın bu yöresindeki kadınlar, o zamana değin hiç olamadıkları kadar özgürleştiler. Hiçbir sınıflı toplumun ve de özellikle burjuva demokratik yönetimlerin onlara sağlayamadığı olanaklara sahip oldular: Kadınların, ev işlerinin bunaltıcı, verimsiz, barbar ortamından onları özgür ve kişilik sahibi kılacak toplumsal üretime çekilmelerinin zemini hazırlandı. Ev işlerinin toplumsallaştırılmasının ön adımları atıldı. Aş evleri yaygınlaştırıldı, çocukların bakım ve eğitimini topluma devretmenin yolu açıldı: kreşler ve bakımevleri yaygınlaştırıldı. Sınıflı toplumun ikiyüzlü tek eşli ailesinin çözülmesi, yerine dolaysız, çıkarsız, sevgiye dayalı, maddi belirlenimlerden kurtulmuş, kadın ve erkeğin özgür tercihine dayalı, çarpıtılmamış insan ilişkileri alternatifinin konulması için gerekli yasal önlemler alınmış, sağlıklı ve çalışabilir oldukları sürece eşlerin birbirinin geçiminden sorumlu olma durumuna son verilmiştir. Bekâr annelerin, kimsesiz veya evlilik dışı çocukların korunmasını devlet üzerine almış, boşanma ve kürtaj serbest bırakılmıştır.
Kadınların sosyalizmden kazandıkları, yasal anlamda bu ve benzeri şeylerdi. Sovyet proletaryasının önderi Lenin diyordu ki:
“Elbette yasalar yetmez ve yalnız kararnamelerle asla yetinmiyoruz. Ama yasama alanında kadınla erkeği eşitlemek için yapabileceğimiz her şeyi yaptık ve bundan haklı olarak övünç duyuyoruz.”
Sovyet iktidarı, kadınlar için hak yoksunluğunun kırıntısını bile bırakmamıştı. Tabii ki yasal düzenlemelerle kadına o güne değin mücadele ettiği isteklerin ve hakların aynen tanınmasının, sorunu bir çırpıda çözeceğine dair bir iddia politik öngörü yoksunluğu demektir.
Çünkü: her ne kadar eski yönetici sınıfların iktidarı yıkılıp kapitalizm ve kapitalizm öncesi üretim ilişkilerine ait kalıntılar dağılmış olsalar bile, eski topluma ait sınıfsal katmanlar yok edilememiştir. Sınıf mücadelesi yeni bir şekilde sürmektedir. Sınıfsal farklılaşmaların olduğu her yerde rastlanan kadın sorunu, yasal önlemleri alınmış, olsa da bu yeni toplumun pratikte hâlâ gündemindedir.
İkinci olarak: Sosyalizm henüz “herkese emeğine göre” şeklinde özetlenebilen bir paylaşım ilkesine sahiptir. Toplumsal üretimin bölüşümünün, bireysel emek düzleminde gerçekleştirilir oluşu, “eşitlik” olgusuna burjuva bir içerik kazandırır. Sosyalist esaslı üretim ilişkileri hâlâ işbölümü probleminden muzdariptir. “Kadınlara göre işler” anlayışı hâlâ kabul görmekte, kadınların üretim içindeki konumlarım belirleyebilmektedir. Kadın işçiler besin, hizmet sektörü, tekstil vesaire gibi hafif sanayi alanında yoğunlaşır. Doğurganlık özellikleri de üretime katılma sürelerini etkilemektedir. Az emek ve düşük kalifiye özellik gerektiren bu işlerde çalışanlara ödenen ücret, “herkese emeğine göre” prensibine göre, erkek işlerine oranla düşüktür. Cinsiyete dayalı işbölümünün ve her türlü ayrımcılığın ortadan kalkışı, sınıfların ortadan kalkışıyla olanaklı olacaktır ve kadın erkek eşitliğinin kelimenin gerçek anlamında gerçekleşmesi “herkese ihtiyacına göre” bölüşüm ilkesinin hayat bulmasıyla olacaktır.
Üçüncü olarak; kadınların niteliksel gelişmişliğini öngören politika işleri de hâlâ, yoğunlukla erkeklerin istihdam edildiği bir alandır. Yönetsel mekanizmanın üst katlarına çıkıldığında kadın yönetici sayısında şiddetli bir azalma gözlenir. Parti merkez komitelerinde ve politbürolarında kadın üye sayısı, hiçe yakındır. Kadınlar genellikle politika alanında yerel örgütlenmeler düzeyinde vardırlar. Merkezi kararlara dolaysız katılma olanaklarından yoksundurlar. Bu durum elbette ki kadınlara yüksek yönetim merkezlerinde yer almalarının yasaklanmasından ya da engellenmesinden veya bu konuda komplolar düzenlenmiş olmasından kaynaklanmıyor. Sorun eldeki insan malzemesinin eski toplumdan aktarılmış olandan başka bir şey olmamasıdır.
Kadınlar eski toplumun yaşama alışkanlıklarından, geleneklerinden, oto sansüründen kurtulamamıştır. Bu durumun giderilmesi yasa ve kararnamelerin yürürlüğe konulduğu günün ertesinde başarılamaz.
Yasal alanda, kadınların ekonomik ve sosyal anlamda, eşitliğinin koşulları yaratılmış olsa da gerçeklik yasal oluşumları hemen izleyemiyor. Sınıflı toplumun yazılı ve yazılı olmayan kuralları hâlâ direnmektedir.
Kadın erkek eşitliği sorunu, yeni toplumun bağrında gelişecek nitelikli insanların; kadın ve erkeklerin aileyi ve varlık koşullarını ortadan kaldırmasıyla çözülecektir. Kadınlara bu hedefin kapılarını ardına kadar açan Arnavutluk Emek Partisi Enver Hoca’nın dilinden diyor ki: “Kadınların geçmişte gizli kalan ve baskı altında tutulan enerji ve yetenekleri sosyalist hayatımızın bütün alanlarında güçlü ve karşı konulmaz bir patlamayla ortaya çıktı. Arnavutluk kadım, sosyalizm mücadelesi alanına büyük bir onurla atılmıştır ve taşıdığı yüksek devrimci ruh kararlılık ve yurtseverlikle kendini göstermekte, çalışmada ve toplumsal hayatta büyük başarı göstermektedir. Bugün onu her yerde: tarlalarda, fabrikalarda, okullarda ve laboratuarlarda görmek mümkündür. Partinin ve devletin yüksek sorumluluk mevkileri ona emanet edilmektedir.
Karı koca arasında, iş ve aile hayatında yeni eşitlik ilişkileri kurulmaktadır. Kadının kurtuluşu sosyalist demokrasiyi günden güne güçlendirmektedir. Bu Marks’ın kadının kurtuluşunun vardığı düzeyin genel kurtuluşun doğal bir ölçüsü olduğu şeklindeki görünüşü doğrulamaktadır.” (ENVER HOCA: AEP 7. kongre raporu)
Burada değinilmeden geçilmeyecek bir nokta da 1917 devriminin kadınlara verdiği olanakların, bugün hiç birinin işlevinin kalmadığıdır. Lenin’in büyük bir gururla bahsettiği yasal haklar, süreç içinde geri alındı. Ekimin devrimci ruhu çoktan söndü. Kadınların enerji ve yetenekleri onları yeniden evlerine göndererek baskı altına alınmaya çalışıldı. Sovyet kadınlarına şaka mı yapılmıştı. Sovyet kadınlarına çok daha kötüsü yapıldı: Sovyet iktidarım revizyonizm ele geçirdi ve kapitalizm yeniden restore edilmeye başlandı. Kadınların payına da “sıcak aile yuvası” ve “kadıncıl yaşam görevleri düştü. Tarih Gorbaçov’un ağzından aşağıdaki sözleri de kaydetti.
“Evet, zorlu ve şanlı tarihimizde kadınların annelik ve ev kadınlığı rolleriyle ve vazgeçilmez eğitici fonksiyonlarıyla bağlantılı olan ihtiyaçlarına ve ayrıcalıklı haklarına yeterince değer vermeyi ihmal ettik. Bugün kadınlar bilimsel araştırmalara angajeler yapıyorlar. Bu nedenle de ev işi çocuk eğitimi ve aile atmosferini yaratma gibi evlerindeki günlük görevlerini yapabilecek yeterli zamana sahip değiller. Pek çok çocuğun ve gencin davranışlarındaki bozukluğun ahlakımızda, kültür ve üretimdeki birçok problemimizin aile bağlarının gevşemesi, ailevi sorumlulukların ihmal edilmesinden kaynaklandığını teşhis ettik. Bu bizim ciddi ve politik olarak haklı olan kadını erkeğe tüm alanlarda eşit yapma isteğimizin paradoksal sonucudur. Bu nedenle şimdi basında kamu örgütlerinde, iş yerlerinde ev kadınlarının asıl kadıncıl yaşam görevlerine geri dönmelerini olanaklı kılma sorunu ve bunun için yapılması gerekenler üzerine ateşli tartışmalar yürütüyoruz.” (alıntı: SF Kaktüs, sayı 4)
Kısacası kadınların işleri devrimin ertesi günü bitmiyor, eski toplumun kadın kimliğini taşıyan kadınların, yeni demokratik ve özgür bir kadın kimliğine kavuşmaları, geleneksel ve tutucu alışkanlıklarından, batıl inançlarından kurtulmaları, sosyal ilişkilerindeki edilginlikten arınmaları için “birlik”lerinin ömrü henüz dolmamıştır. Hem bir gün onca zorlukla kazandıktan haklarını birileri gelip geri alabilir. Kadın birliklerinin, yeni bir içerik kazanarak, toplumun demokratik inşasının kendilerine ve tüm alanlara ilişkin sorunlarının çözümünde yer almaları, demokratik bilincin toplumsal örgütlenmenin tüm hücrelerine değin nüfuz etmesi için gereken işlevi yerine getirmeleri gerekmektedir.
Sosyalizmin düşmanlarının arttığı, liberal rüzgârların şiddetle estiği bir dönemi geride bırakıyor olsak da, kadın sorununun çözümüne ilişkin önerilerimizi “geleneksel sol lafız” olarak yorumlayıp, burun kıvıracakların varlığım da hesaba katmak gerekiyor. ‘Kadının kurtuluşunu soyut bir geleceğe erteliyorsunuz’ yollu hırçın çıkışları olgunlukla karşılıyoruz. Diyoruz ki: Hayır! Kadının kurtuluşunu soyut bir geleceğe, biz ertelemiyoruz. Bu sorun, hemen bu günden çözülebilecek bir konu olamıyorsa, bu sosyo-ekonomik, toplumsal formasyonun bugünkü gelişmişlik düzeyinin yeterli önkoşulları sunamamasından kaynaklanıyor: Acı çekmekten zevk almıyoruz. Hem materyalist tarih anlayışı ortaya çıktı çıkalı, sınıflı toplumun insan kafasını şekillendiren, gelecek belirsizliği Marksistler için söz konusu değil. Gelecek denen şey bilinebilir, hiç değilse kestirilebilir bir olgu artık. Ama yine de onları rahatlatalım, kadınların bugünden çözülebilecek en küçük sorununa bile burun kıvırmak sosyalistlerin harcı değil:
“Yalnız Marksizm’i bilmeyenler, düşünmeye yetersiz kişiler şu sonucu çıkarırlar. Cumhuriyet değersiz olduğuna göre boşanma özgürlüğü değersizdir. …Ama Marksistler bilirler ki, demokrasi sınıf baskısını ortadan kaldırmaz ama yalnızca sınıf savaşımına daha yalın, keskin bir biçim verir. Bizim gereksindiğimiz budur. Boşanma özgürlüğü ne kadar tamsa, kadın için ev köleliğinin kaynağının kapitalizm olduğu ve hak yoksunluğu olmadığı o kadar bellidir. Devlet düzeni ne kadar demokratikse işçiler için kötülüklerin kökünün kapitalizm olduğu ve hak yoksunluğu olmadığı o kadar bellidir.” (LENİN: Marksizm’in Bir Karikatürü. Alıntı: Kadın ve Aile).
ÖZETLE:
Kadınların sistem içinde, baskının ve sömürünün vurup kırabilecekleri herhangi bir halkasına yönelik girişimlerinden, bu kadarla yetinmeyip zincirin tüm halkalarım koparmaya yönelik çabalarına değin geniş bir yelpazedeki kadın eylemliliğinde asıl tercih, elbette ki kadının ezilme ve sömürülmesinin ana kaynağına esas darbenin indirilmesidir. Kadınlar mücadelelerini bu yolda birleştirmeli ve örgütlenmelidirler. Konunun radikal çözümü ön şart olarak, sosyalist bir devrimi ve buna bağlı olarak proleter bir iktidarı dayatıyorsa, bilinçli kadın hareketinin tercihi bu iktidarı talep eden işçi sınıfının öz örgütlerinin yanında yer almak olmalıdır.
Kimsenin kimseyi sömürmediği, kadınların çocuklarından, çocukların ebeveynlerinden özgürleştiği, insan ilişkilerinin önceki çarpıtılmış şekillerinden kurtulduğu, kadını eve bağlayan sosyal ve ekonomik şartların parçalandığı, ev işlerinin toplumsallaştırıldığı, gençlerin yaşlılara bağımlılığının, sorumluluğun topluma aktarılarak giderildiği, genç ve diri bir toplumun oluşturulmasına ilişkin mücadele uzun soluklu bir mücadeledir. Bütün bunlar için, geçmiş sınıflı toplumların kadına kadın olmaktan dolayı dayattığı sorunların kökünün kurutulacağı, ona yitirdiği eski altın çağı, ilkel değil, ama modern anlamda geri verecek sosyalizm için… kadınlar örgütlenmeli.
BEBEL o ünlü kitabını “gelecek günler sosyalizmindir, yani her şeyden önce işçinin ve kadınındır” diye bitiriyor, bundan daha iyi bitiş olabilir mi?
Haziran 1989