Hukuk, basit bir ifadeyle, sosyo-ekonomik düzenin örgütlenmesinin ve bunun devamının sağlanmasının kuralları bütünü olarak tanımlanabilir. Bu tanım, hukukun, düzenin egemen ideolojisinin hizmetinde olduğu saptamasını da doğal olarak içinde taşır. Kadın’ın ülkemizdeki hukuksal düzenlemeler içindeki yerine değinirken, bu genel çerçeveden başlamak, kadın konusunu bir bütün içinde kavramak için gerekli. Genel çerçeve bu olmakla birlikte, hukuk, toplum dinamizminin sınıflar cephesindeki yoğunluğundan etkilenir, dönüşüme uğrar. Bunun hukuksal düzenlemelere yansıması, başta Anayasa olmak üzere Sendikalar, Toplu Sözleşme Grev ve Lokavt, Dernekler, Üniversiteler, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri, Polis Vazife ve Salahiyetleri, Ceza, Ceza İnfaz, Ceza Yargılamaları vs. yasalarında sıkça yapılan değişikliklerle gözlenir. Ülkemizdeki anayasal düzen klasik parlamenter demokrasileri model almıştır. Ancak, klasik parlamenter demokrasilerin temel niteliklerinden sapmalarla doludur. ‘Burjuva demokrasisi’ diye de tanımlanan klasik parlamenter demokrasi, temel hak ve özgürlüklerin teminat altına alındığı, bunların kullanılmasını olanaklı kılacak koşul ve kurumların devletçe sağlandığı düzen olarak bilinir. Ve ülkemizde, temel hak ve özgürlüklerin istisnai kısıtlanabilme koşulları olan Anayasa’da sayılan “… devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünün, kamu düzeninin, kamu yararının vs. gerektirdiği haller…”in uygulamada istisna değil, hemen hemen kural olduğu görülür.
Bu genel çerçevede kadının yeri bir özellik taşımıyor. Ancak, diğer yasal düzenlemelerde ‘ikinci cins’ rolünü tescil eden konumuyla bu çerçevede yer alışı, onun toplumsal düzen içindeki konumunu da açıklıyor. Medeni Yasa onu Ortak mutluluğu sağlamak için gücünün yeterince kocasının yardımcısı ve danışmanı “olarak ifade ediyor.” Ev işlerine karı bakar, (madde 153) diye tarihsel rolünü yasa ile pekiştiriyor. Anayasa “Çalışmak herkesin hakkı ve ödevidir” (m. 49) derken, Medeni Yasa (m. 159) “karı, kocasının açık veya zımni izniyle bir iş veya sanatla uğraşabilir.” hükmü ile kocaya izin vermeme hakkı bahşediyor. Kapitalizm (ucuz) işgücüne gereksinim duyduğu oranda, ekonomik zorunluluklar, sosyal gereksinimler dayattığı ölçüde kadın sanayi veya hizmet sektöründe ücretli, tarımda ücretli-ücretsiz olarak çalışıyor. Bütün bu alanlarda kitleler halinde çalışan kadınlar kocalarının iznine başvurarak çalışmıyor. (Bunun adı da ‘zımni izin’ oluyor!) Ancak, milyonda bir bile kullanılsa, kocaya, karısına karşı gereğinde kullanabileceği “izni vermeme” hakkı/yetkisi Medeni Yasa’da kadına bir baskı aracı olarak mevcut bulunuyor. Kadın olmak, evlilik kurumu içinde kısıtlı bir yurttaş olmayı da içeriyor.
Bir başka madde (Medeni Yasa m. 263): “Evlilik süresince ana ve baba (çocuk üzerindeki) velayet hakkını birlikte kullanırlar. Anlaşamazlarsa babanın oyu yeğ tutulur.” Sanki ‘baba’ olmak başlı başına her türlü erdemi doğası gereği içinde taşıyor! Başkaca bir ölçüt aranmaksızın onun oyuna üstünlük tanınıyor. Oysa çocuğun bakım, gözetim ve hatta yetiştirilmesinde tarihsel rolün anne üzerinde olduğunu babalar bile teslim eder. Ancak, 1926 yılından beri yürürlükte olan Medeni Yasa’daki yaklaşım budur. Hoş, toplumsal yaşamın 1926 yılarından bu yana uğradığı değişim, bu ve benzeri birçok maddeyi kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm etmiştir. Ancak, bu, kadının hukuksal statüsünün, toplumsal konumunun değiştiği, erkekle eşitlendiği anlamına da gelmiyor. Kaldı ki, kapitalist düzen içinde bunun mümkün olamayacağı düzenin sınıfsal karakterinden kaynaklanan bir sonuçtur. Kadının erkekle cins olarak eşitsizliğine ve ezilmişliğine kapitalizmin sınıflar arasındaki eşitsizliğinin eklenmiş olması, Medeni Yasanın 1926 yılından bu yana değişikliğe gereksinim göstermeyişini bir ölçüde açıklıyor. Sınıfsal eşitsizlikler, cinsiyet ayrımcılığını da içererek öne çıkarıyor. Ve bu nedenle hukuksal statüde kendisine ‘baba’ ve/veya ‘koca’ olmasından başka bir ölçüt aranmaksızın üstün oy tanınan erkek ile onun yanında ikinci derecede yer alan kadının konumu geri planda kalıyor. Kadının hukuksal ve siyasal statüsündeki kısmi değişiklikler onun toplumsal konumunu esas olarak değiştirmiyor. Bilindiği gibi kadına belediye ve milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı aşamalı olarak 1932 ve 1934 yıllarında ‘verildi’. Ama hâlâ kadın % 25 kota ile politika sahnesine çekilmeye çalışılıyor. Belirgin bir katılımın olduğu söylenemez. Çünkü hakların kullanımı sınıfsal konumla, bilinç düzeyiyle ve koşullarının varlığı ile ilgili. Genel olarak ülkemizde hak ve özgürlüklerin kullanım derecesi ve alanıyla sınırlı. En doğal demokratik hakların kullanımı on yılda bir kesintiye uğrarken, faturası ölmek, hapis yatmak olurken kadının üstelik o iki kat baskılı ve ezilmişliği ile politikaya yaygın katılım ne oranda mümkün olabilir? Değil % 25, % 75 kota Verilse ne olur? Hiç kuşkusuz beklenmedik bir sonuç olmaz.
Kadının belirgin bir ayrımcılık örneği olan konumu da Türk Ceza Yasası’nda yer alıyor. Ceza Yasası’nın 440 ve 444. maddeleri ‘zina’ suçunu kadın ve erkek yönünden ayrı ayrı düzenliyor. 440. madde “Zina eden karı hakkında altı aydan üç seneye kadar hapis cezası tertip olunur” hükmüyle (evli) kadının bir kez zinasını dahi cezayı gerektiren bir fiil sayıyor. Erkeğin zinasını düzenleyen 441. maddesinde ise “Karısı ile birlikte ikamet etmekte olduğu evde yahut herkesçe Dilenecek surette karı-koca gibi geçinmek için başkası ile evli olmayan bir gıdını tutmakta olan koca…”nın cezalandırılması söz konusudur. Yani, erkeğin cezalandırılabilmesi (evli olmayan) bir kadınla karı-koca gibi yaşaması koşuluna bağlıdır. Kadından farklı olarak bir veya birçok kez zina Karı-koca gibi yaşamak düzeyinde olmadığı zaman suç teşkil etmiyor.
İlk anda göze batan çifte standardın ötesinde tek tek (münferit) zinanın erkek yönünden yasaca suç sayılmayışı, fuhuş kurumunun ruhsatlı bir iş alanı olarak varlığı ile birbirini tamamlayan bir durum arz ediyor. Ancak, aşağıda değinilecek olan fahişe kadının durumu yasaca erkek ile aynı koşullara tabi olmak şöyle dursun, ‘normal’ kadının durumundan daha da vahimdir.
T.Ceza Yasası 438. maddesi “Irza geçmek ve kandırmak filleri fuhşu kendine meslek edinen bir kadın hakkında irtikâp olunmuş ise ait olduğu maddelerde yazılı cezaların üçte ikisine kadarı indirilir.” buyurur. Fuhuş amacıyla kandırma ve ırza geçme suçlarında bu fillere maruz kalan (zaten) fahişe ise failin cezasında üçte bir indirim yapılıyor. Bir yanda çifte standart, öte yanda da çifte standart: Kadına yasa karşısında korumasızlık; erkeğe ‘şansın varmış, fahişeye denk geldin’ diye ödül olarak cezada üçte bir indirim!
Fuhuşa aracılık cezalandırılıyor. Düzen fuhuşu bir sektör olarak bağrında taşıyor. Yoksul kesimlerden devşirilen kadınlar bu sektörün metası durumunda. “Fuhşiyata tahrik” suçlarının işlenegel-mesiyle bu sektöre meta temin ediliyor. Ve “fuhuş amacıyla kandırmak” suçunun işlenmesiyle ‘fişlenen’ kadın tecavüze uğradığında failin cezasında indirim yapılıyor!
Bu ikiyüzlülüğün dik âlâsı, sanki failin cezasında indirim yapılmazsa sorun kalmayacakmış gibi sunuluyor, çeşitli çevrelerce. Failin cezasında indirim yapılmaması, kadını cinsel bir meta olmaktan kurtarmıyor. Değil mi ki, fuhuş bir kurum olarak vardır; bunu varlık nedeni, fuhuşu sömürünün bir biçimi olarak kullanan düzenin sınıfsal karakteridir. Kadın da bu sömürünün aracıdır. Ve bu sıfatıyla da yasa karşısında korumasızdır.
Sonuç olarak;
Kadının hukuksal düzenlemeler içindeki konumu bir yönüyle ataerkil toplum yapısının damgasını taşır. Kadın tarihsel/toplumsal konumuna denk düşen bir şekilde hukuksal statüde de ancak erkeğin yardımcısı durumundadır. Diğer yönüyle Ceza Yasasının uygulanmasında, aynı suç için erkek ile farklı ölçütlere tabidir. Düzenin bir kurumu olan fuhuşun ekonomik-toplum-sal koşulları bu düzen tarafından canlı tutulmakta iken hukuki çerçevesi de onu yaşatacak biçimde oluşturulmuştur. Fuhuş yoluyla sömürünün aracı alan kadın, yine fuhuş yoluyla sömürülen, erkek tarafından saldırıya maruz kaldığında, toplumsal olarak aşağılanışı, yasa karşısında korumasız bırakılarak hukuken de pekiştirilmektedir. Anayasa’nın herkesin din, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep gözetilmeksizin eşit olduğunu buyuran ilkesi kadının erkeğe eşitliğini sağlamadığı gibi, toplumsal olarak aşağılanmış ‘cinsel meta’ durumundaki kadını da kapsamına almıyor.
Nisan 1990