Latin Amerika’nın Che’si Türkiye’nin Deniz’i vardı.

Hasan Ataol: 70’lerde THKO üyesi. Jandarma Genel Komutanı’nı kaçırma girişiminden dolayı müebbet hapse mahkûm edildi. 10 yıl hapis yattıktan sonra tahliye oldu. Şu an çevirmenlik yapıyor

Özgürlük: Hasan, Deniz’lerin öldürülmesinin 17. yıldönümü. Sen, idamlar öncesinde onlarla uzun zaman birlikte olmuş, THKO’nun çeşitli etkinliklerinde onlarla yoldaşlık etmiştin. Şimdi geriye baktığında yoldaşların hakkında neler söylemek istersin?
H. Ataol: Evet, aradan 17 yıl geçti. Ama onlar bugün bile yanımda, öylesine insan, kararlı, sıcak, güvenilir, özverili kişilerdi ki, anlatmak mümkün değil. Devrimci olmalarında da bu kişiliklerinin büyük bir rolü olmuştur herhalde. Bir yandan dünyayı değiştirmeye soyunmak, bunun için olabildiğince, cesaretle mücadele vermek, bu arada da aslında bir döneme yön veren kişiler oldukları halde sanki bütün bunları yapan onlar değilmiş gibi, sıradan insanlar gibi davranabilmek. Sanırım bunu gerçekleştirebilmek pek kolay olmasa gerek. Hiçbiri, kendini göstermek için herhangi bir çaba göstermedi. Sadece inandıkları dava için verebilecekleri her şeylerini verdiler. Zaten bunu hayatlarını vererek kanıtladılar. Kararlılıklarını, cesaretlerini, özverilerini ve insanca duygularını sadece ölürken değil, bildiğim yaşamları süresince görebildiğim kadarıyla tüm davranışlarında gösterdiler.

Özgürlük: Kişiliklerinden söz eder misiniz?
H.Ataol: Sinan, Hüseyin, Alpaslan ve diğerleriyle yaşadığım bazı olaylar var ki, eminim ancak öldüğümde bunları unutmam mümkün olur. Diyebilirim ki, yaşlarının ve tecrübelerinin çok üstünde beceri ve değerlere sahiptiler. Bunu, insanlara önderlik ettiklerinde, birlik oldukları insanlarla günlük ilişkilerinde hep gösterdiler. Gerilla mücadelesi veriyorlardı ve bunun gerektirdiği birçok özelliğe kendiliğinden sahip gibiydiler. Banka soygunundan sonra yanlarına gittiğimde topun ağzında olan ve her zaman ölmeleri olası Deniz, Yusuf ve Sinan’ın kendi güvenliklerinden çok benimle ilgilenmeleri, onların her yerde her koşulda kendilerinden çok başkalarını koruma tutumlarının bir örneğiydi. Hüseyin’in cesareti, değişen durumlar karşısında anında karar verebilme yeteneği, 4 Amerikalı kaçırıldıktan sonraki tutumunda açık görülebilir. Amerikalılar kaçırıldıktan sonra kendi götürdükleri arabaya kaçırılan Amerikalılar, Amerikalıların arabasına ise Mete ile Hüseyin biniyor. Hüseyin, Amerikalıların arabasında önde, Denizler ise kaçırılan Amerikalılarla arkada giderlerken, Hüseyin arkadaki arabanın ayrılması gereken yerde sapmayıp kendi peşlerinden geldiğini görüyor. Oysa Denizler normal yerden sapmışlar. Arkadan gelen araba ise gecenin o saatinde Amerikan arabasının ne aradığını merak eden bir polis arabası. Ancak karanlıkta arabanın kime ait olduğunu anlamak mümkün değil. Geridekilerin Denizler olduğunu düşünen Hüseyin onları uyarmak için kendi arabasından inip öbür arabaya gittiğinde içerden tabancanın ağzına mermi sürüldüğünü far keder. Tabii ki kafasında şimşekler çakar ve hemen silahını çekip kıpırdamayın der. Çünkü kendi yoldaşları mermiyi tabancanın namlusunda taşırlardı. Polisler elde silah kalakalır. Hüseyin ise geri geri yürüyerek kaybolur gider. Kuşkusuz bütün bunlar saniyeler içinde olup bitiyor. Aynı Hüseyin bu olayları yaşadıktan sonra gittiği yer neresiyse ister bir üniversite kantini, isterse bir arkadaşın evi olsun hiçbir şey olmamış gibi yatar uyurdu. Kimse de o nereden gelir, ne yaptı bilemezdi. Hüseyin’in ne yaptığını bilmek için sırdaşı, yoldaşı olmak gerekirdi.

Özgürlük: THKO nasıl bir örgüttü?
H. Ataol: THKO, bir parti gibi görevleri yazılı olarak belirlenmiş insanların oluşturduğu bir örgütlenme değildi. Hani, toplumda yasalaştırılmamış teamülen uygulanan bazı kurallar vardır. THKO işte öyle bir şeydi. Aynı duyguları paylaşan, aynı amacı güden, birbirlerine alabildiğine güvenen, birbirlerini seven sayan insanların oluşturduğu dar bir arkadaş grubuydu. Kimin başta kimin sonda olduğu öyle kurallarla belirlenmemişti. Hiyerarşik bir sıra yoktu. Ama herkes yerini bilirdi. Deniz’in, Sinan’ın yanında ilk davranış onlardan beklenirdi. Sanki Hüseyin’in, Deniz’in ve giderek Sinan’ın, Yusuf’un ve Cihan’ın çerçevesinde “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz” şeklinde bir yumak oluşmuştu. Hüseyin, fiili örgütleyici ve önderdi; özellikle Sinan’ın ve Deniz’in büyük karizması vardı. Sinan büyük hatipti. Şunu içtenlikle söylüyorum, burjuva hatipleri dâhil, ben Sinan gibi nutuk atan, kitleleri etkileyebilen birini görmedim. ODTÜ işgal edildiğinde yaklaşık yarım saat süren konuşması sonucu öğrenci kitlesinden işgale devam kararını çıkartan Sinan’dır. Deniz’i söylemeye gerek yok, on binleri peşine takıp eyleme götürme yeteneği ortada. Kendiliğinden ortaya çıkan bir hiyerarşi vardı. Herkes yerini ve görevini bilir, yapması gerekeni yapar, bundan ilgili olanlar dışında kimsenin haberi olmazdı, Örneğin Amerikan büyükelçisi Commer’in arabasını yakanların başında Hüseyin vardı; ateşleyen oydu. Ama bundan dolayı ne tutuklandı, ne de sorgulandı. Çünkü kimsenin ruhu bile duymamıştı.

Özgürlük: Hiç övünme duyguları yok muydu?
H. Ataol: Arkadaşlarda kendini gösterme diye bir duygu yoktu. Sanki bu duygu onların yakınından bile geçmemişti. Birçok işlerin ortalık yerde sürdüğü bir ortamda, mütevazı ve sakin davranışları nedeniyle sarf edilen “şu Sinan artık vazgeçti” laflarını bile duydum. Ama o Sinan o günlerde banka soygunu planları yapıyordu. Gece eyleme çıkan Hüseyin kantin köşelerinde, gazetelerde onların yaptığı işten söz edilirken, her şeyden bihabermiş gibi sakin sakin otururdu. Çoğu kişi onu tanımazdı bile. Ancak onun niteliğini bilenler de, onun ağırlığı karşısında kendi davranışlarına çeki düzen vermek durumunda kalırdı.

Özgürlük: Gelelim sizin eyleme. Nasıl yaptınız, amacınız neydi?
H. Ataol: Biliyorsunuz, kısa bir süre önce Kızıldere olayı olmuştu. Tutuklamalar alabildiğine yoğunlaşmış, ortada kalanların büyük çoğunluğu ise sinmişti. Bizim eylemin bir yanı o anda sürdürmüş olduğumuz faaliyetin bir gereği, ama esas olan da arkadaşlarımızın idam edilmek üzere oluşuydu. Sadece bizde değil, genel olarak halkta ve özellikle de devrimci olanlarda idamlara karşı tepki oluşmuştu. Herkes bir şeyler yapmak arzusundaydı. Örneğin bizimle hiç ilişkisi olmayan kişiler kendiliğinden örgütlenerek, son anda bizi de bularak Bulgaristan’a uçak kaçırdılar. Ama bu doğrudan örgütlü olmayış, Bulgarların onları “ikna etmesi”yle sonuçlandı. Bize gelince, yukarıda söylediğim gibi aramızda kopmaz bağlar vardı. Eylemi açıklayabilmek için hangi duygular içinde olduğumuzu anlatmakta yarar var. Düşünebiliyor musun, bir grup arkadaş yola çıkmışsın. Sinan, Alpaslan ve Kadir dağda ölmüş. Cihan ile Ömer Kızıldere’de gitmiş. Diğerleri içeride. Deniz, Yusuf ve Hüseyin ise kesinlikle asılacaklar. Dışarıda kalan sadece biziz. O zaman düşünüyorsun, ben ne yapabilirim diye. Olanakların ölçüsünde de işe girişiyorsun. Ben eminim ki, aksi olsaydı, yani ben veya bir başkası içeride, onlar ise dışarıda. Deniz’lerin de aynı şeyi yapacaklarından adım gibi eminim. Belki başka bir şey yaparlardı. Ama mutlaka yaparlardı. Ancak onların tabii ki ayrı bir önemi vardı. Hareketin devamı için de gerekiyorlardı. İşte bu koşullarda eylem yapma kararı verdik. Para yok, gidecek yer yok, olanak yok vs. Ama kararımız kesindi, öyle ya da böyle mutlaka bir şey yapacaktık. İçtenlikle söylüyorum. O anda benim için önemli olan, hareketin devamının da ötesinde arkadaşlarımın asılıyor oluşu, benim de buna sessiz kalmamamdı. Yapacağımız iş askerlik bilgisi, gerilla bilgisi, cesaret, özveri gerektiriyordu. Tabii ki, bir Deniz’in bir Hüseyin’in becerilerine sahip değildik. Bunun bilincindeydim. Olanaksızlıklar da eklenince pek başarı umudum yoktu. Ama sessiz kalamazdık. Arkadaşlarımın asılmasını engelleyemedik. Gene de radyodan onların asıldıklarını dinlerken, içinde olduğum vicdani rahatlık acılarını biraz olsun dindirdi. Gazetelerde falan bizim eylem suikast diye nitelendirildi. Biraz askerlik bilgisi olan ve yansız düşünen biri, bunun suikast olmadığını kolaylıkla anlar. Bir kere elimizde çok güçlü silahlar ve bomba vardı. Otomatik silahla tarayıp bombaları da atıp kaçabilirdik. Ama Deniz’ler daha sağdı ve bizim amacımız ise onları kurtarmaktı. Suikast asılmalarını hızlandırmaktan başka bir işe yaramazdı. Biz ise generali kaçırıp Deniz’lere karşı rehin olarak kullanmak düşüncesindeydik. Sonuçta, amacımıza ulaşamadık. Arkadaşlardan Niyazi Yıldızhan öldü, Sefa yakalandı; biz de kaçtık.

Özgürlük: Niyazi Yıldızhan’dan söz eder misin?
H. Ataol: Aslında sadece Niyazi değil, orada hepimiz ölebilirdik. Kaldı ki, biz oraya birbirimizle vedalaşarak ölmeye gitmiştik. Baskın yaptığımız yer Çankaya’ydı. Cumhurbaşkanlığı köşküne en fazla 500 metre mesafedeydi. Etraf elçiliklerle doluydu. Bölgede olağanüstü askeri tertibat vardı. Ama arkadaşların idam edilecek oluşu bize bir şeyler yapmayı öylesine dayatmıştı ki, her şeyi göze aldık.
Kaçırma girişimine silahlı karşı koyuş oldu ve çatışma çıktı. Bil ayrı ayrı yerlere düştük. Bu arada ben vuruldum. Niyazi ayrı yerde olduğu için onların orada olanları bilmiyorum. Sonradan öğrendiğime göre Sefa ile birlikte bir inşaata sığınıyorlar, çatışma devam ediyor; Niyazi yaralanıyor, yakalanıyor ve Niyazi vuruluyor.

Özgürlük: Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı?
H. Ataol: Bazı insanlar vardır, sadece yaşar. Bazıları da dönemine damga vurur. Deniz için herkes farklı şeyler düşünebilir. İdamına oy verenler olduğu gibi onun için ölmeyi göze alanlar da oldu. Ama farklı düşüncelerin ve tartışmaların varlığı da gösteriyor ki, 68 kuşağının sembolü Deniz’di. Dönemine damgasını vuran oydu. Latin Amerika’nın Che’si Türkiye’nin de Deniz’i vardı.

Mayıs 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑