2500 yıldan, Herakleitos’un “Bir ırmakta iki kez yıkanamazsın” demesinden bu yana insanlık, her şeyin, her an, dursuz duraksız bir değişim içinde olduğunu biliyor. Bu dursuz duraksız değişimin yasalarını ortaya koyan ise diyalektik materyalizmdir, insanlığın bu bilimsel anahtarı ele alabilmesi, ancak bilginin belirli bir aşamaya ulaştığı 19. yy. ortalarında olabildi. Bu bilgi sentezine de Marks ve Engels’in dâhiyane çabalarıyla ulaşıldı.
Diyalektik materyalizmin topluma uygulanmasından başka bir şey olmayan tarihsel materyalizm bize, toplumun tarihsel olarak oluşan bir nesne, sınıfların ortaya çıkmasından beri de, toplumu ilerleten esas gücün karşıt sınıflar arasındaki mücadele olduğunu göstermektedir, ilerleme, böyle; karşıt sınıfların mücadelesi biçiminde kendisini ortaya koyunca, insanların şu ya da bu sınıfın yanında yer alması, şu ya da bu sınıfın çıkarını savunması, toplumun ilerlemesinden yana, ya da ona karşı olmama eş anlama gelmektedir. En genel anlamıyla eski ile yeni arasında bir çatışma olarak süren bu savaşta eskiden, eski düzen ve değerlerden yana olmakla, yeniden, yeni değerlerden yana olmak iki karşıt safta olmak anlamına gelir. Eskinin safları gericiliğin, yeninin safı ise devrimin, ilerlemenin, gelişmenin, geleceği temsil edenin saflarıdır.
Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm, bir başka deyişle Marksizm, tarih sahnesine çıktığından bu yana, hiç bir ikircik göstermeksizin her zaman ve her yerde; devrimden, gelişenden, geleceği temsil edenden, yeniden yana tutum almış, dahası hem yandaşları hem de düşmanları için katıksız devrimci bir dünya görüşü olarak tanına gelmiştir. Onun bu özelliği tarihsel olarak son sınıflı toplum olan kapitalizmi yok etme yeteneğine sahip tek sınıf olan proletaryanın dünya görüşü olmasında kendisini açığa vurur.
Marksizm’in, toplumu ilerleten esas gücün karşıt sınıflar arasındaki çatışmada yattığı saptaması, proletaryanın dünya görüşü olduğu gerçeği ile birleşince, bütün gericiliğin, her türden kapitalizmin savunucularının tek cephe halinde Marksizm’e şaldın cephesinde yer almaları anlaşılır hale gelir. Gerçekten de her soydan gericilik hemen hiç bir konuda olamadığı kadar bir birlik içinde Marksizm’e saldırmış, büyük bir bilinçle gerçek düşmanını tanımış, tarih sahnesine çıktığı 150 yıldan bu yana da usanmadan, bazen umutsuzluğun verdiği bir dirençle, bazen umudun verdiği bir cesaretle, ama her zaman elindeki bütün araçları sonuna kadar kullanarak Marksizm’e saldırılarını sürdürmüştür. Bu açıdan bakıldığında, Marksizm’in tarihi, onun karşıt dünya görüşleriyle mücadelesinin tarihidir demek gerçeğin tam bir ifadesi olacaktır.
Sınıflar arasındaki savaş nasıl kesintisiz süren bir savaşsa, bu savaşın bir alanı olan ideolojik (teorik, felsefi) alandaki savaş da kesintisiz bir savaştır ve Marksizm’in tarihi boyunca da böyle olmuştur. Ama bu savaş her zaman aynı şiddet ve yoğunlukta olmamış, mücadelenin siyasi ya da ekonomik yanlarının öne çıktığı dönemlerde nispeten geri planda kalmıştır Bernsteinciliğin, Kautskyciliğin ve modern revizyonizmin ortaya çıkıp sınıf hareketi içinde etkinlik kazandığı dönemler ideolojik mücadelenin de göreceli olarak ağırlık kazandığı dönemler olmuştur. Çünkü bu dönemler, işçi sınıfı üstünde burjuva ideolojisinin etkisinin arttığı, işçi sınıfının dünya görüsü ile burjuvazinin dünya görüşünün arasındaki çizginin belirsizleştiği, başka bir deyişle, doğru ile yanlışın ayırımının olanaksızlaştığı dönemlerdir, öyle görünüyor ki bugün de böyle bir dönemde yaşıyoruz.
Bugün, Doğu Avrupa ülkeleri ve SB’de gelinen nokta, partilerin adlarını bile değiştirecek kadar kapitalist gelişmeyi açıkça teşvik eden, Komünizmi sözcük olarak yasaklamaya varan gelişmeler, son 30 yılda burjuva ideolojisinin aldığı yolun artık kimsenin inkâr edemeyeceği somut göstergeleridir. Gerek ülkemizde, gerekse öteki ülkelerde, açıkça, Marksizm’in en temel tezlerinin artık eskidiğini, geçersizleştiğini, diyalektiğin sorunları çözmekte yetersiz kaldığını, sosyalizm ve Kapitalizm gibi toplumsal iki ayrı kategorinin artık var olmadığını, kapitalizmin kendi zaaflarını aşarak ebediyen varolabilecek bir sistem olduğunun kanıtlandığını, vb. vb. iddia eden bir ‘eski Marksistler” kuşağı var. Burjuvazinin bütün fraksiyonlarının da desteğini alan bu reformcu ve revizyonist güruhu, eski konumlarından da yararlanarak işçi sınıfı ve öteki emekçiler üstündeki etkinliklerini burjuvazi hesabına kullanırken, yüzlerinin iyice açığa çıktığı revizyonist ülkelerde ise yığınların öfkesini sosyalizme yöneltip, yığın hareketini burjuvazinin kucağına itiyorlar. Üstelik de bunu, “yeni”, “yenilikten” yana, “ilerlemeden” yana olmakla övünerek yapıyorlar. Tabi Marksizm’in gerçek savunucuları ise, “eski” görüşlerde direnen “tutucu Marksistler” olarak niteleniyor.
Bugün Marksizm’e yönelik saldırılar, bir zamanlar Marksizm’e bulaşmış burjuva liberallerinden alda, Marksizm’in aşılması gerektiğini iddia eden “keskin Marksistlere” kadar uzanan geniş bir cephede sürmektedir. Elbette ki bu anti-Marksist odakların adlarını saymak bile bir dergi yazısının sınırlarını aşar, üstelik de gereksizdir. Bu yüzden burada bu saldırıları ve onların nitelik ve konumlarını üç başlık altında toplayacağız:
1) Marksizm’in eskiden geçerliydi, ama kapitalizm kendini yenilemeyi başarmıştır ve bugün koşullar değişmiştir. Bu yüzden de, Marksizm’in sınıf mücadelesi anlayışı, parti anlayışı, devrim anlayışı vb. gözden geçirilip günün koşullarına uydurulmalıdır. Bernstein, Kautsky, 2. Enternasyonal üstünden Euro-komünizme Gorbacovculuğa uzanan çizgi.
2) Gelişen teknolojinin proletaryanın niteliğini ve bileşimini değiştirdiğini, proletaryanın artık bir alt sınıf değil orta sınıf durumuna geldiğini, bu yüzden de devrimlere gerek kalmadığını, artık barışçıl yoldan sosyalizme geçilebileceğini, hatta emperyalizme geçilmese bile, bir iki iyileştirmelerle kapitalizm koşulları altında da işçi sınıfı ile (artık proletarya değil işçi sınıfı) burjuvazinin ebedi bir uzlaşma içinde yaşayıp gideceğini, önemli olanın teknolojinin gelişmesi ve onun sorunlarının aşılması olduğunu iddia eden görüşler, Bernstein, Kautsky, Buharin, Tito, Euro-komünizm üstünden her ülkedeki perestroykacılara uzanan çizgi.
3) Marksizm esasta doğrudur, ama günümüzde sorunları çözmekte yetersiz kalmaktadır. Marksizm aşılmalı, diyalektiğin yeni yasaları keşfedilmelidir. Aksi halde, Avrupa merkezci bir dünya görüşü olan Marksizm doğuya kayan devrimin ihtiyaçlarına yanıt veremez: Bernstein, Kautsky, Troçki, her türden Maocu üstünden günümüz kimi aydın ve reformcularına, Maocu gruplara uzanan çizgi.
Bakıldığında yukarıdaki her üç bölümdeki akımların bir kaç eksiği ile birbirinin aynı olduğu görülür. Elbette bunda bir yanlışlık yoktur. Çünkü, Marksizm karşısında yer alan bu oportünist revizyonist akımların birbirinden ayrılıklarından çok birlik noktaları vardır. Üstelik de söyleyecek çok fazla şeyleri de olmadığı için biri ötekinin paslı silahını kullanmaktan vazgeçemez. Birbirine karşıymış gibi görünenler bile çoğu zaman Marksizm karşısında ittifak içindedirler. Troçkistlerle Buharinciler, Titocularla troçkistler ve krusçevciler, Gorbaçovcularla troçkistler, dayanışmacılarla Gorbaçovcular ve troçkistler, maocularla tilocular ve Kruşçevciler vb. olduğu gibi. Öte yandan oportünizm, siyasette fırsatçılık, teoride ise eklektizmdir. Bu yüzden de, bir oportünist siyasi çıkarları gerektirdiğinde bugün ak dediğine yarın kara demekten asla çekinmez. Bu yüzdende
bulunmayacak şeylerden birisi de bir oportünistte (oportünist olmakta tutarlı davranmak dışında) tutarlılık aramaktır. İlke ve tutarlılık kaygısı taşımayınca bu akımları belirli görüşler içinde tanımlamak güçleşmekte, bazen birinin savunduğu tezleri bir başka durumda diğeri savunabilmektedir.
Söylenenler göz önüne alındığında Marksizme düşman oportünist ve revizyonist akımları belirli başlıklar altında toplamak anlamsız gibi görünmekteyse de, bir yazı çerçevesi içinde söylenmek istenenleri belirlemek için bu zorunlu olmaktadır.
Gerek yukarda adı geçen eğilimler ve onların değişik türevleri gerekse burjuvazinin dolaysız temsilcisi durumundaki liberal çevrelerden dini gericiliğe uzanan saldırı odakları ellerindeki çok çeşitli araçlarla Marksizm’e saldırmaktadır. Ancak, bu saldırıların ana iddialarına yanıt vermeden önce bütün bu akımların ortak iddialarının bir kavramı, “yeni” kavramı üstünde durmamız, bundan sonra söyleneceklerin anlaşılması için zorunludur. Dahası “yeni” ya da “eski” sorunu bu tartışmalar İçinde önemli bir yer tutmakta, gerçekten yeni’den yana tek dünya görüşü olan Marksizm; gericiliğin, eski’nin gerçek savunucularınca eski’den yana olarak lanse edilmektedir, Oysa gerçek tamamen tersidir.
Kim Yeni’den Yanadır?
Yukarıda da belirtildiği gibi, kimi liberal çevreler ve değişik sözcüklerle de olsa, kimi sözde Marksist çevrelerin iddialarına göre, 1980’lerin dünyası Marks’ın, Lenin’in, Stalin’in yaşadığı, çözümlemeler yaptığı dünya değildir: Bilimsel ve teknolojik gelişmeler 2. Dünya Savaşı sonrasında dünyayı hızla değiştirmiş, ortaya çıkan “yeni olgular” “yeni çözümlemeleri” gerektirir olmuştur, örneğin, işçi sınıfı sayısal olarak azalan, yok olan bir sınıf olma yoluna girerken devrimci niteliklerini yitiriyor, burjuvazi de kapitalizmin sorunlarını çözerek, işçi sınıfı ile bir arada yaşama yeteneğini gösteriyor! Dolayısıyla, toplumun ilerlemesinin devrimle olabileceğini iddia eden, devrimin işçi sınıfının öncü partisinin önderliğinde olanaklı olduğunu öne süren vb. Marksist tezler “eskimiş”tir! Hala bu tezleri savunanlar ise Ortodoks Marksistler, tutucu Marksistlerdir!
İddiaların niteliğini iyice anlayabilmek için işe “yeni” ve “eski” kavramlarının tanımından başlayalım:
Az çok ciddi her felsefe sözlüğü bu kavramları şöyle tanımlar: “Diyalektik ve tarihsel materyalizme göre yeni tarihsel koşullarda gelişmenin ürünüdür, gelişmeyi gerçekleştirir ve yönlendirir. Eski ise gelişmenin engelleyicisidir.” (1)
Bu tanımda hemen herkes hem fikir olabilir. Ama burada kalırsak tartışmaya bir şey katmış da olamayız. Bu yüzden konuyu biraz daha açmak gerekecektir.
Bu yazının giriş bölümünün ilk cümlesinde Herakleitos’un ünlü bir önermesinden söz ediliyor: “Bir ırmakta iki kez yıkanamazsın”. Bu ve benzeri başka önermeler çağlar boyu değişik diyalektikçiler tarafından ifade edile-gelmiştir. Diyalektik ve tarihsel maddeci öğretiye göre de, doğada, toplumda ve düşüncede diyalektiğin yasaları geçerlidir. Bu yüzden de olaylar ve olgular birbiriyle sonsuz bir bağlantı içinde ve sürekli bir oluş halindedir. En değişmez gördüğümüz kayalar bile, düşünülebilecek en küçük zaman aralığından daha küçük bir zaman parçasında dahi bir değişikliğe uğramaktadır. Canlı doğada ise bu değişim daha gözle görülür elle tutulurdur. Toplumların da sürekli değişme içinde olduğunu hem tarihten hem de kendi yaşantımızdan biliyoruz. Düşüncede de öyle; düşünce de, dış dünyadaki değişmelere bağlı olarak sürekli yenilenir ve ilerler. Bu yüzdendir ki, hiç bir zaman kendisiyle aynı kalmayan nesneler dünyasındaki değişikliğe bağlı olarak düşüncelerimiz de sürekli yenilenir ve zenginleşir. Biraz önceki nesne, şimdi hem biraz önceki kendisidir hem de biraz önceki kendi değildir. İçinde bir şeyler değişmiş, biraz önce var olan bazı şeyler değişmiş, biraz önce olmayan yeni bir şeyler ortaya çıkmıştır.
Demek ki, her şey her an değişmektedir. Burada eskinin olamayacağı gibi bir paradoks var gibi görünüyorsa da gerçekte böyle değildir. Eski, biraz önceki eski olmadığı bakımından yenidir ve daha da eskimiş olarak “yeredir. Aynı zamanda yeniye biraz daha yaklaşmış bir eski olması bakımından da yenidir. Burada durup kalırsak, çağlar boyunca bütün bilinemezcilerin düştüğü yanlışa düşeriz ve mademki her şey her an değişiyor, öyleyse daha biz var olanın bilgisini edinmeden var olan dediğimiz eskimiş olacağından yeni bir var olanla karşılaşırız, öyleyse biz varolanların bilgisini edinemeyiz ve olup bitenler hakkında her şeyin durmadan değiştiği ötesinde bir şey bilemeyiz gibi saçma bir sonuca varırız. Ama kavrayışımız diyalektikse, şalt sürekli değişimi saptamakla kalmayıp, değişimin nasıl bir değişim çizgisi izlediğini, incelediğimiz olay ve olguların çelişmelerin (genel ve özel çelişmeler) gelişmesinin hangi aşamasında bulunduğunu, gelişme doğrultusunu belirler, böylece olay ve olguyu, nesnenin kendisini bilebilir duruma gelebiliriz.
Ne var ki, sınıflı bir toplumda her kişi bir sınıfa mensuptur ve bu yüzden de nesnel gerçekliği olduğu gibi değil de kendi sınıf bakış açısından kavrar ve yansıtır. (Kuşkusuz bu sınıfsal yaklaşım proletarya ve onun ideolojisi için de geçerlidir. Ama proletaryanın sınıf çıkarları toplumsal gelişme ile tam bir uygunluk içinde olduğundan nesnel gerçekliği olduğu gibi kavrama da tek proletaryanın sınıf çıkarlarına uygundur, bu yüzden de Marksizm bilimsel bir öğreti olma olanağına sahiptir) Bu yüzden de gündelik dilde kullanılan “yeni” ile bizim burada sözünü ettiğimiz “yeni” çelişir. Örneğin bir kaç yıl önce, bir Amerikan “doğa-bilimcisi”nin, Darwin kuramına karşı çıkarak; maymunun insan ırkının yozlaşması sonucu ortaya çıktığı iddiası, şimdiye kadar kimsenin aklına gelmeyen, ya da kimsenin cesaret edip söyleyemediği bir zırvaydı ama ilk kez söylenmiş olması bakımından da günlük dilde “yeni” idi. Ama bir gelişmenin, bilimsel düşüncenin gelişmesinin bir ürünü değil, materyalizm karşısında çaresiz kalmış idealizmin bir zırvası olması bakımından da eski idi. Demek ki yenilik zaman dilimi açısından bir yenilik olmaktan öte, gelişmenin ürünü, gelişmeyi yönlendiren ve ilerleten özellikleri taşımak zorundadır. Öne sürülen düşünce, gelişmeyi önleyici ise^ne kadar yeni söylenmiş olursa olsun eski’dir. Ama günümüz revizyonistleri (hiç olmazsa büyük çoğunluğu) tezlerinin zaman bakımından da yeni olduğunu, Marksizm’in yanıt veremediği sorunlara yanıt getirdiklerini iddia ediyorlar.
Bu genel değinmeden sonra tekrar konumuza dönüp, revizyonistlerimizin “yenilerinin neler olduğuna bakabiliriz.
Eğer revizyonistler ve Marksizm’in eskidiğini iddia eden burjuva ideologları “yeni”den söz ederken, kimi nicel değişmeler ve ayrıntıdaki kimi özellikler olsaydı bunları tartışırdık. Çünkü gerek bilim ve teknolojideki gelişmeler, gerekse ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin boyutu ve ortaya çıkardığı sorunlar, gerekse her gün daha da çürüyen ve gericileşen kapitalist sistem ve onun değerleri karşımıza çözülmesi gereken yeni olay ve olgular çıkarmaktadır. Dahası, yeni olay ve olguların yorumlanmasını, “somut koşulların somut tahlilini Marksizm’in yaşayan ruhu” olarak güren Marksizm-Leninizm, her somut durumdaki çözümlemelerle kendi hazinesini zenginleştirmeyi kendine ilke edinmiştir. Ama onlar bunu kapitalist toplumun temel çelişmesinin değiştiğini iddia ederek, toplumsal ilerlemenin yeni sorunlarına çözüm getirmek iddiasındadırlar ve bu yazı boyunca bu iddialara hiç olmazsa belli başlılarına değineceğiz. Burada ise; revizyonist-reformcu takımının yenilerinin neler olduğunu sergilemeye çalışacağız.
Bernstein’den A. Gorz’a “Yeni”lik
Gericiler, nerede, ne zaman “yeni”den. “yenilik”ten yana olduklarını iddia etmişlerse, yeni adına eskiye, daha eskiye dönmüşlerdir. Üstelik de eskinin olumlu yanlarını atarak en olumsuz yanlarını benimseyerek ortaya çıkmışlardır. Örneğin, 19. yy sonu ve 20. yy başlarında “çağın sorunlarına çözüm getireceği” iddiasıyla ortaya çıkan bütün düşünce akımları adlarının başına ”yeni” eklemesini takmışlardı. Yeni Kantçılar, Yeni Hegelcier, Yeni Darwinciler, Yem Olgucular. Vb. Vb. gibi. Ama hiç bir soruna yeni bir çözüm getiremedikleri gibi Kant’ın Hegel’in, Darwin’in dürüst ve tutarlı izleyicileri bile olamadılar. Tersine onların en olumsuz yanlarını abartarak idealizmin batağına yuvarlanıp, burjuvazinin sıradan hizmetkarları durumuna düştüler. Politikada da durum pek farklı değil; Lui Bonapart, Napolyon’un “yeni” ama gerici bir karikatürü oldu, günümüz
Kemalistleri “yeni” adına M. Kemal’i tekrarlarken nasıl faşist devletin baş savunucuları durumuna düşüyorlarsa. Tıpkı, günümüzün “yeni düşünc” sahiplerinin yeni adına, Proudhon’a, Lassalle’a Saint Simon’a, Bernetain’a, Kautaky’e, A. Smith’e vb. dönmeleri gibi. Gerçekten de, 1970’lerin sonlarından başlayarak, özellikle son yıllarda, keşfettikleri “yeni sorunlara” “yeni çözümler” getirme iddiasında olanlar henüz orijinal, tırnak içinde bile olsa yeni bir şey söylemiş değillerdir. Tersine bugün, “koşullar değiştiği için” getirilen “yeni çözümlemelerin” hepsi, Bernstein’den Euro-komünistlere ünlü revizyonistlerin söylediklerinin, bazen utangaçça, bazen de utanmazca yapılan tekrarlarından başka bir şey değildir.
E. Bernstein, 1880’lerin sonunda, Paris Komünü sonrasının nispeten barışçıl yıllarında, işçi sınıfının yaşama ve çalışma koşullarının önceki yıllara göre daha istikrarlı bir iyileşme içine girdiğine bakarak (ya da bunları bahane ederek) artık Marks’ın dönemindeki proletaryanın kalmadığını, bu yüzden de devrimci olmayan yollarla sosyalizme geçmenin olanaklı olduğunu, Marksizm’i de eski devrimci içeriğinden kurtarmak gerektiğini, diyalektiğin Marksizm için yük olduğunu, yeni koşullarda, işçi sınıfının barışçıl mücadelelerle sömürüden kurtulup tedricen sosyalizme gideceğini iddia etti. Marksizm’i “yeni koşullara uydurma” denemesi olan “Sosyalizmin Öncüler? adlı yapıtı, bugünün Marksizm’e “yeni” katkıları yapanlarının isteklerinin tam bir ifadesidir.
Bernst’in revizyonizminin ortaya çıkmasından önce de var olan ve onun ortaya çıkması sonrasında netleşen, 1900’lerin başındaki Marksizm’den sapma eğilimlerini A.S. Losovsky, şöyle özetliyor: (Bugünkü revizyonistlerin Marksizm’e yönelttiği eleştirilerle yakınlığını dikkate alarak buraya aktarıyoruz.)
“1- Sınıf mücadelesi teorisi ‘aslında’ doğrudur, ama sendikaların büyümesi ve demokrasinin kurulması ile anlamını yitirmiştir.
“2- Devrim toplumsal gelişmenin daha alt aşamalarına tekabül eden artık zamanı geçmiş bir kavramdır. Demokratik devlet, devrimi ve devrimci mücadeleyi dıştalar.
“3- Demokrasi işçiler arasında kapitalizmden sosyalizme barışçı geçişi güvence altına alır ve bundan dolayı proletarya diktatörlüğü gündemde durmamaktadır ve gündemde durmaz da.
“4- Yoksullaşma teorisi kendi içinde doğruydu, ama şimdi eskimiştir.
“5- Marks’ın çağında partinin sendikalar içindeki önder rolü belki doğruydu, ama bugün yalnızca parti politikası açısından tarafsızlık, sendikal hareketin doğru gelişmesini güvence altına alabilir.
“6- Marks’ın çağında, grevler belki en önemli mücadele araçlarından biri olarak değerlendirilebilirdi, ama bugün sendikalar artık büyümüştür vb. “(2)
Sanki 20. yy başlarındaki Marksizm’e yönelik “eleştiriler” değil de 1990’da TBKP ve bütün dünyadaki yandaşları ve türevleri tarafından kaleme alınmış bir “yeni” manifestodur şu yukarıdakiler.
1920’lerden hemen önce Karl Kautsky, tekelleşmenin giderek tekeller arasında rekabete son verecek, ultra emperyalizm düzeyine varacağını iddia ederek, artık dünyamızın savaşsız bir dünya olacağını, dolayısıyla da devrimlere ne yer ne de gerek olacağını, proletarya diktatörlüğünün de zaten, Marks tarafından bile 1bir kez değinilmiş” (!) bir şey olduğunu, proletarya diktatörlüğünü değil “saf demokrasi”yi amaçlamak (TBKP, “tam demokrasi diyor) gerektiğini, Bolşeviklerin “demokrasiye kılıç çekerek” yanlış yaptıklarını vb. iddia ediyordu
1944’te Amerikan Komünist Partisi’nin önde gelen liderlerinden Ernst Browder, Tahran Konferansı’nın sonuçlarını “yorumlayarak”, dünyada kapitalist sistemle sosyalist sistem arasındaki karşıtlığın kalktığını, bu yüzden Amerika’da (tabi öteki kapitalist ülkelerde de) burjuvazi ile proletarya arasında uzlaşmaz bir karşıtlık kalmadığını, sınıf farkı gözetilmeksizin bir kalkınma çağına girildiğini, Amerika’nın da (tabi kapitalist Amerika) bu ilerlemeye önderlik edeceğini söyleyerek şöyle devam ediyordu: “Eğer gerçekleri ciddi olarak karşılayabilir, Jefferson, Raina ve Lincoln’un yüce geleneklerini çağdaş bir anlayışla yeniden yoğurabilirsek, o zaman Amerika dünya önünde birleşebilir, insanlığın kurtuluşundan yönetici bir rol oynayabilir.” (3)
İtalyan Komünist Partisi’nin ünlü lideri, Euro-komünizmin babası Palmire Togliatti, 1944’de, henüz savaş sürerken, İKP’nin ulusal konseyinde yaptığı konuşmada, ‘Ulusal ve uluslararası koşullardan dolayı iktidarın ele geçirilmesini bir hedef olarak görmüyoruz; istediğimiz sadece faşizmi tümden yok etmek ve gerçekten anti-faşist, ilerici bir demokrasi yaratmaktır.” Togliatti burada da kalmaz, (kalamazdı da) düşüncesini daha da ileri götürür ve Leninist partiden farklı bir bileşim ve yapıda olan “kitlelerin yeni partisi” düşüncesini öne sürer: “Bu partinin amacı, reformlar aracılığı ile toplumda köklü değişiklikler yaratmaktır.” (4) Sonradan, Togliatti’nin sadık izleyicisi Berlingeur’in bu düşünceleri geliştirerek Leninizm’e açıkça karşı çıktığını, Marks’ın “yeni yorumcusu” olarak Euro-komünizmin yerleştirilmesinde başrolü oynadığı biliniyor.
2. Dünya Savaşı’ndan bu yana Swİzy, Mandel, Baran gibi Troçkist 4. Enternasyonalin ideologları, Bilimsel ve Teknolojik Devrimin artık emperyalistler arasında bir savaşı olanaksız kılarken Marksist devrim kuramını da değiştirdiğini, diyalektik materyalizmin “nitel sıçramaların nicel birikimlerle olanaklı olduğu” biçimindeki ilkesinin artık geçersiz olduğunu, işçi sınıfının devrimde önderliğinin ideolojik önderlikle sınırlı olduğunu, suni dengenin bozulması için öncü savaşın gerekli olduğunu vb. iddia ediyorlar.
Mao Zedung 1930’lardan başlayarak “Marksizm’in Çinlileştirilmesi” iddiası ile onu revize etti, bir köylü ideolojisine dönüştürdü. İşçi sınıfı yerine, köylülüğü ya da belirsiz “halk” kavramını geçirdi. Emperyalistlerin bir bölümünü dünya devrim güçleri içine aldı, burjuvazinin sosyalizme ikna olabileceği hayallerini yaydı.
1960’lardan George Marchaise, kapitalizmin gelişme düzeyi ve Fransız işçi sınıfının durumunu değerlendirerek, “Artık, Fransız Proletaryasından değil, ancak Fransız işçi sınıfından söz edilebilir der. (Biz de proletarya sözcüğünün karşılığı olarak ‘işçi sınıfı’ sözcüğünü kullanıyoruz. Bu yanlış da değil. Ama Marchaise, bu iki sözcüğü birbirinin yerine değil, birini ötekine karşıt olarak kullanıyor. Proletarya derken, ezilen, sömürülen, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan, dünyayı değiştirme yeteneğine sahip tek sınıftan söz ederken, işçi sınıfı derken, artık bir orta sınıf durumuna gelmiş, kapitalist toplumla uyum ve uzlaşma içinde yaşayıp gidecek reformcu bir sınıftan söz ediyor. Euro-komünistler iki sözcüğü birbirine karşıt anlamında kullansa bile, biz her zaman olduğu gibi proletarya ve işçi sınıfı sözcüklerini eş anlamlı olarak kullanmaya devam edeceğiz.)
FKP, 1979 Mayıs’taki 23. Kongresinde parti belgelerinden “Marksizm-Leninizm” terimini çıkarır ve yerine “bilimsel sosyalizm” terimini geçirir. (Marksist literatürde “bilimsel Sosyalizm” ile Marksizm, Leninizm eş anlamlı olarak kullanılagelmiştir. Bugün de kullanılmaktadır. Revizyonistler, Bilimsel Sosyalizm sözcüğü ile bir yandan Marksizm-Leninizm’in burjuvazide uyandıracağı tepkiyi önlemeye çalışırken öte yandan da, sosyalizmi bir eylem kılavuzundan çok “masum” bir “bilimsel teori” olarak nitelemeyi çıkarlarına ve konumlarına uygun buluyorlar. Ama revizyonistler sözcüğe kendilerince anlamlar veriyorlar diye “bilimsel sosyalizm” sözcüğünün Marksist literatürden çıkarılamayacağı açık bir şeydir.)
İspanya Komünist Partisi ise, 1960’lardan başlayarak yukarıda sözü edilen bütün görüşleri daha da geri bir yorumla benimseyerek bütün revizyonistlerin önüne geçti. 1978 Nisan’ındaki kongresinde İspanya Komünist Partisi Marksist-Leninist bir parti olmadığını, “Marksist-demokratik-devrimci” bir parti olduğunu ilan etti. Gerçi, bu bugünün Polonya, Çek, Macar vb. partilerindeki değişikliklere bakınca çok masum sayılırsa da, bu İspanya Komünist Partisi’nin hala Marksist kaldığını değil, geçen yıllarda gericiliğin kazandığı mevzileri belirtmesi bakımından önemlidir
Bu örnekleri daha çoğaltmak hatta ayrıntıya inerek, bugün olup bitenlere tıpa tıp benzer olaylar ve öne sürülen tezler bulmak olanaklı, ama yukarıdaki özet bile, bugün iddia edilen yeni tezler ve Marksizm’in çözemediği yeni sorunlar diye bahane gösterilen şeylerin eski revizyonistler tarafından öne sürülmüş ve “çözümlenmiş” olduğunu göstermektedir. Bu örnekler ve sosyalizmin tarihi açıkça göstermektedir ki, bugün öne sürülen tezler yeni değil, tersine eski revizyonistlerin her biri tarafından öne sürülmüştür. Ne var ki, yaşam bu tezleri öne sürüldüğü günden başlayarak defalarca yalanlamasına karşın, her revizyonist, kendi yaşadığı dönemi “yeni”, öne sürdüğü sınıf işbirlikçisi tezleri de bu “yeni döneme uygun Marksizm’in yaratıcısı yorumlanması” olarak lanse etmiştir.
Dikkat edilirse bütün revizyonist tezler, kapitalizmin nispi bir rahatlama içinde olduğu (bunun anlamı sosyalizme karşı savaşta daha cüretli ve saldırgan bir ideolojik mücadele yürüttüğüdür) koşullarda ve proletarya ile burjuvazi arasındaki çatışmanın artık bir savaşa dönüşmesinin gerek olmadığı, kapitalizmin bir barış çağı açtığı, tedricen sosyalizme geçişin olanaklı olduğunu iddia eden tezler etrafında şekillenmiştir. Bu da pratikte, partinin sıradan bir sosyal demokrat partiye dönüştürülmesi, öncülük niteliğine son verilmesi, Marksizm-Leninizm, proletarya diktatörlüğü, devrim gibi burjuvazi için ‘uğursuzluk’ çağrıştıran terimlerin parti literatüründen ayıklanması, “insanlık”, “sınıf bilimi”, “emekçi alternatifi”, gibi ne idüğü belirsiz kavramlarla tam bir kavram kargaşası yaratılması amaçlanmıştır. Çünkü temel kavramlardaki belirsizlik, ideolojik belkemiksizliğin ifadesinden başka bir şey değildir.
Revizyonistlerin, Marksizm’i, “yeni koşullara” uyduranların en eskileri olan Bernstin ve Kautsky’den bu yana, iki büyük dünya savaşı, Rusya’dan Çin’e sayısız devrim ve kurtuluş savaşları, sayısız darbe, iç savaş ve karşı devrim, bu revizyonistlerin “yeni” koşullar ve “yeni çözümler”ini kumdan şatolar olduğunu kanıtlarken, “eskimiş” dedikleri Marksizm’in dünyanın her köşesinde milyonlarca proletere ve ezilen haklara yol gösterdiğini Marksizm’in azılı düşmanları bile inkâr edemez. Togliatti daha kendi yaşarken “ileri demokrasi’nin burjuvazi tarafından elinin tersiyle itildiğini gördü. (Anlamadı o ayrı) Euro komünist partiler, gericiliğe ve geleneksel değerlere aykırı düşmemek için onca çabalarına karşın, her geçen gün güç kaybettiler, sağa kayarak sağ seçmenin oyunu alma hesabı yaparken evdeki bulgurdan da olup birer marjinal parti durumuna düştüler. SB ve Doğu Avrupa’da Kruşçev’le başlayan revizyonizm ise, bugün açıkça liberalizmin kucağına sürüklendi, Marksizm iddiasından bile bütünüyle vazgeçecek çizgi üstünde durma savaşı vermektedir. Bunlara burjuvazinin sosyalizmle hiç de yan yana yaşama isteği olmadığı ve dünya jandarmalığından asla vazgeçmediği (Panama örneğinde görüldüğü gibi) ve vazgeçmeyeceği (emperyalizmin karakterinden dolayı) eklenirse, Marksizm’in yeni yorumcularının, eskilerinden daha büyük bir hayal kırıklığı beklemektedir. Çünkü her zaman yeni olan, ama gerçekten yeni olan tek dünya görüşü Marksizm’dir. “Yeni” adına bile olsa Marksizm’den her sapma eskiyle çürüyenle, gericilikle birleşmek anlamına gelir, geliyor.
“Elveda Proletarya” çığlığı
Yukarıdan beri söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, Bernstein’den Gorbaçov’a “yeni bir dönem’e ilişkin “yeni tezler”, ya da “Marksizm’in yeni koşullardaki yorumu” olarak ileri sürülen tezlerin eski revizyonistlerin ya da sıradan burjuva ideologlarının Marksizm’e yönelik eleştirilerinin süslenmiş bir yinelenme-sidir. Ama bu sözünü ettiğimiz revizyonistlerin tümü, ya eskiden Marksist saflarda yer almış döneklerdir, ya da Marksist maskesi takmış burjuvalardır. Bu bölümü bitirmeden sözünü edeceğimiz son kişi ise, iddiaları ve amaçları revizyonistlerle tam bir uygunluk içinde olduğu halde, kendisi “Marksist” çevreden gelmemiş Andre GORZ’dur.
Asıl adı Michel Basquet olan bu Fransız gazetecisi, sıradan bir gazeteci iken, 1980’de yayınladığı “Elveda Proletarya” adlı kitabıyla burjuvazinin ve her soydan reformcu ve revizyonistin, sözde Marksistlerin gözdesi oluverdi. Andre Gorz’un kitabına burada değinmemizin nedeni de kitabın yayınlandığından bugüne popülaritesini koruyor olmasıdır. Gerçi son aylardaki yaptıkları atakla Gorbaçovcular, A. Gorz’u gölgede bırakmış gibi gözüküyorlarsa da, en azından kitabın adının “Elveda Proletarya” olması ve tüm devrim düşüncesine, devrimci mücadeleye küçümseyici bir bakışı çağrıştırması bakımından, devrim karşıtları için müstehzi bir ifadeyle sık sık söylenen bir tekerleme olmaya devam etmektedir. Bu yüzden de bu bölümü, Jean Paul Sartre’nin bu sadık izleyicisinin düşüncelerine değinerek bitireceğiz.
Andre Gorz, J.P. Santre çevresindeki diğer ekzistansiyalistler (varoluşçular) gibi, ekzistasiyalizmle kimi Marksist düşünceleri ve kavramları uzlaştırmaya çalışan, ama Marksizm’i benimsemeyen, buna karşın da kendisini bir tür “sosyalist” sayan bir kişidir. Bu yüzden de diğer revizyonistlerden farklı olarak, “Marksizm eskiden doğruydu, ama bugünkü koşullarda yeniden yorumlanması gerekil” diye bir ikiyüzlülüğe baş vurmuyor. Açıkça Marksizm’in eskiden de geçersiz olduğunu söylüyor. Ama bunu söylerken de, bu yazının çerçevesine giren düşünceler öne sürüyor. O’nu, revizyonistlerin ilham kaynağı ve gözdesi yapan bu düşünceler bizim de eleştiri konumuz alacak.
Gorz “işçi sınıfı içindeki buhranı şöyle değerlendiriyor: “Bununla birlikte buhran, fiilen mevcut bir işçi sınıfının buhranı olmaktan çok bir mitos’un bir ideolojinin buhranıdır, bir yüzyıldan fazla bir süreyle, proletarya düşüncesi gerçek dışılığını gizlemeyi başardı.”
Her şeyden önce bu yargı, Marksizm’in yüz yılı aşkın bir süre kendi “gerçek dışılığını” sakladığı düşüncesi, ancak immateryalist (maddeyi yok sayan, özdeksizci) temelde yükselen varoluşçu dünya görüşü tarafından öne sürülebilecek bir saçmalıktır. Çünkü Marksizm tarih sahnesine çıktığı 19. yüzyıl ortalarından bu yana burjuva dünya görüşünden kaynaklanan sayısız akımla savaşıp rüştünü ispatlayarak, her adımda yeniden yeniden tutarlılığı sınanmış bir dünya görüşüdür. Dahası, 1848’den bugüne, Marksizm sadece düşünsel sağlamlık bakımından değil, sınıf mücadelesinin pratiği bakımından da sınanmış, her seferinde doğruluğu kanıtlanmıştır. Ekim Devrimi başta olmak üzere sayısız devrim ve devrim girişimleri Marksizm’in doğrulanmasının kanıtı olarak ortadadır. Özellikle son yüzyıl içinde toplumu ileri götüren bütün ileri atılımlar Marksizm’in damgasını taşımaktadır. Bu gerçek ortada dururken, “proletarya düşüncesi gerçek dışılığını yüzyılı aşkın bir süre sakladı” demek en hafifinden gerçekleri gözden saklamaktan başka ne anlama gelir?
Peki, öyleyse 1980’lerde A. Gorz’a “Elveda Proletarya” diye sevinç çığlığı atma cesaretini veren nedir? 8u sorunun yanıtı da ortada duruyor: Troçkistlerden Gorbaçovculara sayısız revizyonist ve reformcu odak gerek Marksist kuramı tahrifte, gerekse eski sosyalist ülkelerde Marksizm’i uygulamamakta öylesine başarılı oldular ki, dışardan saldırarak Marksizm’i yıkmaktan umudunu kesen burjuvazi yeniden umutlandı. Öncelikle bu Marksizm düşmanı “Marksistleri” destekleyerek, sonra da A. Gorz gibilerini sahneye sürerek Marksizm’e yönelik saldırı kampanyasına güç verdi. Saldırının malzemesi ise eski sosyalist ülkelerin açmazları oldu. Marksizm’den uzaklaşmaktan doğan revizyonizm bunalımı Marksizm’in, sosyalizmin bunalımı olarak lanse edildi. Troçkizmin desteklenmesiyle başlayan bu kampanya, soğuk savaş döneminden geçerek, titoculuktan gorbaçovculuğun emperyalist kapitalizmin gözdesi olmasına kadar sürdü. İşte, A. Gorz’u cesaretlendirip, “Elveda Proletarya!” çığlığını attıran budur. Oysa bu perde üstünden kaldırıldığında açıkça görüldüğü gibi bu Marksizm değil, Marksizm’e ihanetin ifadesi olan revizyonizmin bunalımıdır. Demek ki, A. Gorz’u konuşturan “Marksizm’in gerçek dışılığı”nın artık gizlenemez olması değil, revizyonistlerin gerçek Marksizm’i gizlemiş, onun yüz yıldan fazla bir süredir gerçeği aydınlatan ışığını gölgelemeyi başarmış olmalarıdır.
A. Gorz, kitabı boyunca Marksizm’in geçersizliğini kanıtlamak için bazen Marks’tan sahte alıntılar yaparak, bazen anarşistlerle Marks’ı özdeşleştirerek Marksizm’i eleştirmeye çalışıyor, ama onun temel önermesi şu (ve kitap boyunca da bunu kanıtlamaya çalışıyor):
“Üretici güçlerin gelişmesi, yalnızca ve yalnızca kapitalizmin mantığı ve gereksinimleri açısından işlevseldir. Bu gelişme sosyalizmin maddi temelini yaratmayacağı gibi, sosyalizme engel de olur. Kapitalizmin geliştirdiği üretici güçler öylesine onun damgasını taşır ki sosyalist mantıkla ne işlenebilir ne de kullanılabilir. Varolan üretici güçlere göre mantık yürütmek, sosyalist düşünce biçimini geliştirmeyi hatta öngörmeyi olanaksız kılar.” (5)
Görüldüğü gibi A. Gorz’da gökten gelen yargılar Marksizm’in gerçek dışılığını yüzyıldan fazla gizlediği iddiası gibi, gökten gelen önermelere dayanıyor. Kapitalizmin geliştirdiği üretici güçler yalnız ve yalnız kapitalizmin mantığı ve gereksinimleri açısından işlevselmiş! Bu mantığın doğal sonucu olarak da proletarya, kapitalizmi ortadan kaldırma yeteneklerine sahip olamıyor elbette!
Yukarıda aktardığımız, A. Gorz’un temel önermesi mantıksal bakımdan tutarsız, tarihsel bakımdan da gerçeği açıklayamaz durumdadır. Çünkü, bir şeyin ancak kendisiyle özdeş olduğu, bir şeyin hem kendisi hem de başka bir şey olamayacağı önermesi formel mantığın önermesidir. Ve bugün bu önerme doğmanın asıl gerçek sayıldığı dini gericilik çevreleri ve aşırı gerici “felsefî çevreler dışında geçersizliği bilinmektedir. Az çok bilimsellik iddia eden her kişi ve çevre, her şeyin bir tarihe sahip olduğunu, bu anlamıyla da bir oluş içinde olduğunu kabul etmek zorundadır. (Aksi halde her nesnenin ayrı ayrı tanrı ya da ona benzer bir şey tarafından yaratıldığını kabul etmek gibi, artık gelişmiş insan düşüncesinin kabul edemeyeceği bir çözümsüzlüğü var sayması gerekirdi.)… Oluş ise, zorunlu olarak, bir şeyin başka bir şeyden, kendisi olmayan bir şeyden türediğini kabul etmektir. Öyleyse hiçbir şey sadece kendi kendisiyle özdeş değildir. Tersine, bir şey hem kendisidir, hem de başka bir şeydir. Ki, bir süreç içinde başka bir şey kendisini inkâr ederek, yeni bir sürece başka bir şey olarak girer. Ama Bay Gorz için bir şey neyse odur: Mademki proletarya kapitalizmin bir ürünü olarak tarih sahnesine çıkmıştır, öyleyse ancak onun üretici gücü olarak işlevseldir. Bu nedenle de onu yıkma potansiyelini taşımaz. Diyalektik mantık ise tam tersini zorunlu görüyor: Evet, proletarya kapitalizmin yarattığı bir güçtür (nasıl ki, feodalizm köleciliğin, kapitalizm ise feodalizmin bağrında doğup geliştiyse) ama aynı zamanda o, kapitalizmi yok edecek yanıyla anlamlanır. Terminolojik olarak da bu içerikle anlam kazanır. Aksi halde, sadece kapitalizmin yarattığı bir güç anlamında proletarya kavramının bir önemi olamazdı, materyalist diyalektiğin bir kavramı bile olamazdı. Demek ki, A. Gorz önermesini doğrulayabilmek için mantıksal olarak formel mantığın kategorilerini (ulamlarını) kullanmak zorunda kalıyor ki, daha baştan bu onu az çok bilimsel olma iddiasındaki çevrelerin bile dışına düşürüyor.
A. Gorz, bu iddiasıyla yaşanan tarihi de reddediyor. Çünkü o bu önermesiyle, proletaryanın burjuvaziye başkaldırılarının (en ileri yorumuyla bile) hiç bir zaman kapitalizmi yok edecek bir perspektife sahip olamayacağını “yalnızca ve yalnızca kapitalizmin mantığı ve gereksinimleri açısından işlevsel” olabileceğini söylüyor. Bırakalım, 1848’den sonraki sayısız ayaklanma girişimlerini, Ekim Devrimi bile Gorz’un önermesini çürütmeye yeterlidir. Gerçekte Gorz, mantığında tutarlı olursa, ilkel toplumdan bugüne gelen hiç bir gelişmeyi, işe tanrıyı da tanrıların arabalarını (laik görüşlü olduğuna göre her halde ikincisini tercih eder) karıştırmadan açıklayamaz. Çünkü ilkel köleci ve feodal toplum da kendi yarattıkları güçlere salt kendileri için “işlevsel olacak” kadar damga vurabilirler. Kapitalizm vurduğuna göre onlar neden vurmasın? Bu durumda da, ne köleci toplumun bağrında gelişen feodalizm, ne de feodal toplumun bağrından çıkan kapitalizm damgalarını taşıdıkları toplumları yıkamazlardı.
Ne var ki, A. Gorz Marksizm’in basit bir muhalifi değildir. Onun da bir “sosyalizmi” var ve kimlerin kuracağını ilan ediyor:
“Kapitalizm hiç bir zaman kendi doğurduğu sorunları çözümlemede bu denli yeteneksiz kalmamıştı. Ne varki, bu yeteneksizlik onun için ölümcül değil. Kapitalizm, bugüne kadar pek incelenememiş ve ancak çok az kavranabilmiş bir gücü, kendi sorunlarına hakim olma gücünü ele geçirebilmiştir… (!)
“Buradan itibaren, kapitalizmin aşılması ve farklı bir üretim biçimi adına olumsuzlanması ancak, proletarya da dâhil olmak üzere tüm sınıfların yok oluşunu temsil edebilen ya da öngörebilen sosyal katmanlardan beklenebilir.” (6)
Görüldüğü gibi Gorz, hiç olmazsa kapitalizmin sorunlarını çözdüğünü söylemeyerek, Gorbaçovculardan daha ileri (!) bir tutum alıyor. Ne var ki, kapitalizmde “gizli güçler” keşfediyor. Ama asıl ilginci Marksizm’ini “çözümleyemediği” sosyalist iktidar sorununu “yeni” bir biçimde çözümleyerek “yeni”lik iddiasına bir ucundan katılmaktır. “Tüm sınıfların yok oluşunu temsil edebilen ya da öngörebilen sosyal katmanlardan” bekliyor sosyalizmi kurmayı. “Temel inisiyatif gruplarıyla merkezi siyasi otoritenin işbirliğine dayanan ‘yeni bir sosyalist toplum’ modeli sunuyor Gorz. Gorz’un “temel inisiyatif grupları ve merkezi siyasi otoritesi” burjuvazi teknokratlar ve bürokratları kapsayan bir iktidardır. Bunlar sosyalizmi kuracaklardır! Ama nasıl kuracaklarına geçmeden önce bu önerinin yeni olup olmadığına bakmak gerekecek. “Yeni”lik konusunda Gorz’da reformcu ve revizyonistler gibi çok şanssız. Yeni bir şey ileri sürdüğünü iddia ediyor ama ne var ki, yeni dediği şey 150 yıl önce, nerdeyse aynı sözcüklerle söylenmiş. Galiba, ünlü fizikçi Lord Kelvin’in fizik için söylediği yanlış çıkışsa da, politika alanında doğru; artık “keşfedecek bir şey” kalmamış! Yoksa böyle “yeni bir şey” bulmak için yanıp tutuşanlar, Marksizm’in dışına çıktıklarında ancak tarihin çöplüğünden bir şeyler bulup çıkarırlar mıydı? (1900 yılında, fizikteki gelişmelerin değerlendirildiği bir sempozyumda Lord Kelvin fizikte artık yeni bir şey keşfetmenin olanaksız olduğunu, keşfedilecek her şeyin keşfedildiğini, ancak daha hassas ölçümler yapılarak bazı nicel iyileştirmeler yapılabileceğini söylemişti. Ama daha bu sözlerden bir kaç yıl sonra fizikte yeni keşifler art arda ortaya çıkarak ünlü fizikçiyi yanıltmıştı.)
Ne var ki, A. Gorz’un kaderi de reformcu ve revizyonist sözde Marksistlerle birleşiyor, bütün “yeni”lik iddialarına karşın, çözüm olarak getirdiği tutarsız bir Saint Simon’culuktan başka bir şey değil. Saint Simon (1760-1825) A. Gorz’dan 150 yıl önce, aynen Gorz gibi, endüstriyellerden, bankerler, tüccarlar ve işçilerden oluşan (buna Gorz temel inisiyatif gurubu diyor) bir karma yönetim altında sosyalizm kurmayı düşler. Bu tasarım, hiç bir gerçek temele dayanmadığı, nesnel koşullara ters düştüğü için de Simon “ütopik” sosyalist olmaktan öte gidemez. Üstelik bu yaklaşım biçimi, ilk kez St. Simon’da da görülmez. St. Simon, bu yönetim biçimini, Platon’un görüşlerinin dinci bir yorumu olan Yeni-Platonculardan esinlenir. Yani, Bay Gorz’un Marksizm’in karşısına “yeni” olarak sunduğu görüşün kökleri iki bin yılı geride olup, hiç uygulama alanı bulamamış bir ütopyadır. Ama hakkını yemeyelim Gorz’da bir ütopyacı olmaktan öte geçmediğinin farkındadır, bu yüzden olacak, sosyalizmi nasıl kuracağını ve nasıl bir sosyalizm olacağını kitabında “İKİ ÜTOPYA” (7) bölümünde anlatmaktadır. Ama “ütopya” kavramını olumlayarak. Oysa, Marksist terminolojide ütopya olumsuz bir kavram olarak, uygulama olanağı olmayan, nesnel gerçeklikten çıkarılmamış önermeleri niteleyen bir kavramdır. Ama son yıllarda, pek çok kavram ve değer gibi ütopya, gibi olumsuz kavramlar bile bir aydın sorumsuzluğu içinde popülerleştirildi ve sevimli bir içerik kazandırılmaya çalışıldı. “Ütopik” ya da “nostaljik takılmak” marifet sayılır olduğundan olacak Gorz’da çözümünü “ütopya” olarak sunuyor. Doğrusu Gorz’un sosyalizm tasarımı başka türlü de adlandırılamaz: Bir sabah uyanan Fransız halkı, Cumhurbaşkanı yeni yönetimin amaç emirlerini halka duyurarak sosyalizmi ilan eder. Başbakan’da daha ayrıntıdaki kuralları radyodan ilan ederse, bu sosyalizme ütopik demekten öte ne denebilir? Çünkü ‘inisiyatif grupları” ve “siyasi otoritenin” sosyalizmi ilan etmeleri için hiçbir neden yoktur. Her halde iyi niyetlerinden olacak, halka, “daha az çalışıp daha iyi tüketme” çağrısı yapıyorlar. Sanki bu gruplar ve siyasi otoriteler “kapitalizmin damgasını taşımıyor” gibi onlara kapitalizmi yıkacak güç payesi yüklüyor Bay Gorz. Ne var ki Gorz’da proletarya kapitalizmi yıkacak bir sınıf olarak görülmüyor. Ama yaşanan dönemin niteliğine ışık tutan böyle bir kitabın yazılmış olmasından çok, bu kitabın aydın çevrelerde, sözde de olsa Marksist çevrelerde okuyucu bulup “ilginç” bir kitap olarak lanse edilmiş olmasıdır. Bunun nedeni ise, Gorz’un kalkış noktası farklı da olsa, amaç bakımından reformcu ve revizyonistlerle tam bir uyum içinde olmasındandır. Demek ki, Berstein’den Gorbaçov’a uzanan çizgi Gorz ve Gorzları da içine alan amaçlar gütmektedir. Yazının bundan sonraki bölümleriyle bütünleştirildiğinde bu çizginin başka bileşenleri de daha açık görülür olacaktır. (sürecek)
KAYNAKÇA
(1) Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi “Yeni” maddesi
(2) Losovsky, Sendikalar Üzerine II s. 189-190
(3) E.Hoca, Euro-komünizm Anti-komünizmdir s.26
(4) Age s.63
(5) Andre Gorz, Elveda Proletarya s.9
(6) Age s. 9-10
(7) Age s.186-193
Mart 1990