Marksizm’i tahrifte yarışıyorlar: “Yeni” durumlar “Yeni” yorumlar – 2

Bundan önceki bölümde, her soydan revizyonistin, ortaya çıkan her değişik olguyu tarihin akışını değiştiren toplumun temel çelişmesini değiştiren bir şey olarak abarttıklarını, buna dayanarak da “yeni” dünya görüşleri geliştirmeye koyulduklarını gördük.
Revizyonistlerin iddialarına bakıldığında görülür ki, onlar tipik ekonomistler olarak bilim ve teknikteki her gelişmeyi yaşanan çağı değiştiren bir olgu olarak sunmaya çalışmışlardır. Bazıları özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişmeleri abartarak, “Emperyalizmin Üçüncü Bunalım Dönemi” kuramını öne sürerek, Marksist devrim kuramını ve diyalektiği reddettiler. Bu Troçkist 4. Enternasyonalin kuramcılarına göre, nükleer silahlar bir “dehşet dengesi” kurmuştur, emperyalistler, bir savaşta kendilerinin de yok olacağını bildiklerinden savaşa başvurmayacaklardır. 2. Savaş sonrasında gerçekleşen bilimsel ve teknolojik devrim sonucu emperyalizm sürekli bunalıma girmiştir; bu yüzden de evrim-devrim süreci içice girmiştir vb.
Euro komünistler ise, Marksist birikimlerini daha da kötüye kullanarak bilimsel ve teknik devrimin proletaryayı bir orta sınıf durumuna getirdiğini, onun devrimci özelliklerini yok ettiğini söylediler. Buradan kalkarak önce, sosyalizme barışçıl yoldan geçileceğini iddia ettiler. Şimdi ise, artık sosyalizme gerek kalmadığını, sosyalizm ve kapitalizm gibi iki ayrı kategorinin olmadığını iddia etmeye kadar vardılar.
Son yıllarda, kapitalist ekonomilerde görülen nispi canlılık bir yandan revizyonist çevrelerde kapitalizm hayranlığını pervasızlık boyutlarına çıkartırken öte yandan revizyonist ideologların kuramlarında teknik gelişmeye verilen yeri artırdı. Gelişmiş kimi ülkelerde bazı sanayi kollarında robot kullanılmaya başlaması revizyonist ideologları “yeni” kuramlar icat etmeye kadar vardırdı. Burjuva liberallerinden Gorbaçoculara, hala Marksist geçinen “reel sosyalizm” yandaşlarına kadar geniş bir yelpazede teknolojik gelişmeyi toplumu ilerleten esas güç sayan bir dizi kuram öne sürüldü, her günde sürülüyor.
İdeolojik düzeyde bilim ve teknolojiyi özerk, hatta toplumsal gelişmeye yön veren temel öğe sayan bu yaklaşım, basın, radyo, TV ve resmi eğitim yoluyla işlenip yaygınlaştırılırken, yığınların kafasında yarını robotların kuracağı imajı yerleştirilmeye çalışılıyor. Yapılan eğitim programları, “bilim kurgu” diziler ve değişik sanat yapıtlarıyla bu imaj güçlendiriliyor. Dahası sadece geleceği de değil, “Tanrıların Arabaları” vb. yaklaşımlarla, bu saçma kurama bir tarih de uydurulmaya, sınıf mücadelesi tarihten de sürüp çıkarılmaya çalışılıyor. İddialar, Marksist terminolojiden yapılan uyarmalar ve bilim ve teknik kavramlarla süslenerek inandırıcı, “bilimsel” bir ambalaj içinde verilmeye çalışılıyor.
Bütün bu gelişmeler göz önüne alındığında, revizyonist mihraklardan liberal kapitalistlere uzanan, değişik düzeylerde görülse de özünde ortak bilimsel ve teknolojik gelişmeyi toplumu ilerleten esas güç sayan bir eğilim vardır. Yazımızın bu bölümünde bu teknolojisi diyebileceğimiz bu anti-Marksist eğilimlerin ana görüşlerini eleştireceğiz.
Bilimsel teknik devrim ve sınıf mücadelesi
Bir bütün olarak bakıldığında, bilim ve teknolojik gelişmeye sınıf mücadelesinden bağımsız bir önem atfedenler kuramlarını üç değişik doğrultuda geliştiriyorlar.
Bunların bir bölümü, bilim ve teknolojiyi elinde tutan egemen sınıfların geri kalanları köleleştireceklerini, toplumu bir sürüye çevireceklerini vb. iddia ederek, bilimsel ve teknolojik gelişmenin insan toplumunun zararına olduğunu öne sürüyorlar, ataları J.J.Rousseau gibi bilimsel ve teknolojik gelişmenin karşısında yer alıyorlar. Hippiler, çevreciler, nükleer enerji karşıtları vb. de farklı nedenlerle de olsa, bilimsel ve teknolojik gelişmenin dünyayı yaşanamaz hale getirdiğini, gelişme sürerse insanlığın yok olacağını iddia ediyor, niyetlerinden bağımsız olarak bilim ve teknoloji düşmanı bir çizgide yer alıyorlar.
Kuşkusuz ki, bu eğilimde olanların temel yanlışı, insanlığa” sınıflara ayrılmış, çıkarları ve amaçları farklı sınıflardan meydana gelmiş bir topluluk olmak yerine, bir bütün olarak görmelerinde yatıyor. Bu yüzden de bütün bu saydıkları kötülüklerin ve gelecek hakkındaki endişelerinin kaynağının bilim ve tekniğin olanaklarının kapitalistlerin kâr amaçlarına hizmet eder biçimde kullanılmasından kaynaklandığını, proletaryanın aynı olanakları İnsan toplumuna hizmet edecek biçimde kullanabileceğini göremiyorlar.
Elbette ki teknolojinin bu kötümser “hayranlarının” yaklaşımları konusunda söylenebilecek çok şey var, ancak bu yazının çerçevesi içinde bu eğilimin temel yanlışına değinmekle yetineceğiz. Çünkü bu çevrelerin Marksizm’i revize etmek gibi özel bir çabaları yok. Bunlar sadece kapitalizmin kötümser destekçileri ve pasifist muhalifleridir. Bu yüzden de, kapitalizme yönelttikleri eleştiriler alayla ya da hoşgörüyle karşılanabiliyor burjuvazi tarafından.
Bilim ve teknolojiyi özerk bir öğe sayan ikinci eğilim ise; kapitalizmin ebediyen yaşayabileceğini iddia eden eğilimdir. Deng Siao Ping’in “Fareyi yakalayan kedinin siyah mı beyaz mı olduğu önemli değil, önemli olan farenin yakalanmasıdır” demesinden bu yana revizyonizm hayli yol aldı; ve revizyonistlerin önemli bir bölümü artık beyaz kedinin öldüğünü, siyah kedinin ebediyen yaşayıp fareyi sürekli olarak yakalayabileceğini iddia ediyorlar. Revizyonistlerin tutumundan cesaret alan burjuva ideologları da bu revizyonist koroyu destekleyen kuramlar öne sürüyorlar. Bunlara göre artık proletarya büyüyen bir toplumsal sınıf değil, dağılan yok olmaya mahkûm bir sınıftır. Dağılan yok olan bir sınıf ise, geleceği temsil edemez! Gelecekte (bu çok yakın bir gelecektir) bütün üretim robotlar tarafından gerçekleştirilecektir! Öyle olunca da işçiye ihtiyaç kalmayacak, bir teknisyen ve kapitalist bütün toplumsal üretim gerçekleştirecektir! Böylece kapitalizm ebediyen, yerini sosyalizme terk etme korkusundan uzak (çünkü sosyalizmi kuracak olan proletarya yok olacaktır) sonsuza kadar yaşayacaktır!
Toplumsal gelişmede bilime özerk bir yer tanıyan üçüncü eğilim ise, bilimsel ve teknolojik ilerlemenin kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak sosyalizme yol açacağını iddia eden eğilimdir ki, Euro-komünistlerden Gorbaçovculara uzanan bir yelpaze içinde çeşitli türden burjuva sosyalizm eğilimleri bu iddiadadır. Bunlara göre, bilimsel ve teknolojik ilerleme proletaryayı yok etmiş, onun yerine artık bir orta sınıf olan işçi sınıfını geçirmiştir! Bu durum, Marksizm’in, toplumun temel çelişmesinin burjuvazi ile proletarya arasında olduğunu iddia eden temel tezini geçersiz kılmıştır! Çünkü ileri teknoloji ürünü bilgisayarlar ve robotların üretime katılması ile emeğin verimliliği hızla artmış, bu da işçilerin refah düzeyini artırmış, onu Marks’ın sözünü ettiği aşağı sınıf durumundan kurtarmıştır. Robotların üretime girmesi işçi için “boş vakit” ortaya çıkarmış ve çıkaracak, böylece komünist toplum insanı için hayati olan boş vakit sorunu da çözülecektir! Toplumda meydana gelen geniş orta sınıf (işçiler, teknisyenler, mühendisler, doktorlar, öğretmenler, hemşireler, muhasebeciler, müdür vb. büro elemanları hepsi aynı orta sınıftan sayılıyor) sınıflar arası çatışmayı yumuşatmıştır! Zamanla burjuvazi de sosyalizmin kaçınılmazlığını görecek, barışçıl yoldan sosyalizm olanaklı hale gelecektir! Öyleyse bu gün ihtiyaç olan, sınıf mücadelesine önderlik edecek bir parti değil, işçilerin ve diğer orta sınıf katmanlarının yaşama ve çalışma koşullarının iyileşmesini öğütleyecek bir ya da bir kaç partidir. Bu çerçeveden bakıldığında, sendikalistler, feministler çevreciler, radikaller, nükleer silah karşıtı akımlar ve onların mücadelelerinin bir anlamı vardır ve “sosyalizmin kuruluşuna” bir katkıları vardır, ama Marksist bir devrimci parti için toplumsal yaşamda yer yoktur! Tabi bu durumda Marksizm gibi bir tek sınıfın dünya görüşü olan ideolojilere de yer yoktur. Günümüzde geçerli ideoloji çeşitli sınıfların çıkarlarının uzlaşması üstüne kurulmuş olan eklektik ideolojilerdir!
Yukarıdaki özetlemeden de anlaşılacağı gibi teknolojist eğilimler şu varsayımlardan kalkıyorlar: Birincisi, bilim ve teknoloji sınıflar mücadelesinden ve toplumsal gelişmeden özerktir. Dahası, bilimsel ve teknolojik gelişme toplumun ilerlemesine yön veren esas güçtür ve en azından günümüzde toplumsal ilerlemenin esas itici gücüdür. İkinci varsayım ise, bilimsel ve teknolojik gelişmenin proletaryayı dağılan, çözülen bir sınıf konumuna ittiği, onun devrimci olanaklarının maddi koşullarını ortadan kaldırdığıdır. İşçinin yerini alan robotların sosyalizme geçişi barışçıl yoldan olanaklı hale getirdiği ya da sosyalizmi gereksizleştirdiğidir.
Bilim ve teknoloji toplumsal gelişme içinde özerk bir yere sahip midir?
Kapitalist toplumda bilimsel uğraşın seçkin bilim adamlarının uğraşı ve bilimin kapitalist sınıfın hizmetinde olması, emekçi sınıflarda bilim alanının özerk, ulaşılamaz bir alan olduğu düşüncesini uyandırır. Dahası kapitalist sınıfın sözcüleri bilimi sınıflar üstü göstermekte, kendi sınıf çıkarlarını bu “sınıflar üstü” sihirli kavramın arkasında saklamada fayda umduklarından bu kanının güçlenmesi için çaba harcarlar. Ama gerçek bu durumun tam tersidir. Özellikle bilimler tarihi bize bilimin toplumsal ilerleme ile tam bir uygunluk içinde olduğunu gösterir. Bu yüzdendir ki; Engels, “Toplumun teknik gereksinimlerinin bilimin gelişmesinde on üniversiteden daha etkili” olduğunu söyler. Engels’in bu yargısının ne kadar haklı olduğunu görmek için bilimler tarihine şöyle bir göz atmak bile yetecektir.
Her şeyden önce bilimler tarihi dendiğinde, insanlık tarihinden bağımsız, bilim adamlarının uğraşlarını ele alan bir tarihten söz ediliyor gibi oluyorsa da gerçek böyle değildir. Çünkü gerçekte bir tek tarih vardır; o da insanların yiyecek, giyecek, barınma gibi gereksinimlerini sağlarken doğa ve diğer insanlarla girdiği ilişkilerin tarihidir. Bilimler tarihi, siyasi tarih, sanat tarihi, düşünce tarihi vb. gibi yapılan adlandırmalar bu bir tek tarihin bileşenlerinin adlarıdır ve konularını sınırlamak için yapılan bir ayrıştırmadır, yoksa gerçekte hep bir tek tarihten söz ederiz. Nitekim bu ayırımı saltıklaştıran metafizikçi tarihçiler hep yanılgıya düşer, idealizme sürüklenirler. Tıpkı günümüzün teknolojistleri gibi.
Bilimler tarihini insanlık tarihinin, başka bir söyleyişle sınıflar mücadelesi tarihinin bir parçası olarak ele alan materyalist diyalektiğin yaklaşımıyla incelersek, görülür ki; bilimdeki ilerleme de, bütün diğer maddi ve düşünsel süreçlerde olduğu gibi, nicel birikimler sonucu ortaya çıkan nitel sıçramalarla gerçekleşir. Bütün ilkçağ boyunca biriken pratik bilgi birikimi Antik Yunan’da bilimsel bilgi düzeyine yükselir. Ve bu gelişme sanatta, teknikte, felsefede büyük bir gelişmeyle taçlanır. Bu gelişme, Antikçağ sonlarında köleci toplumun bunalımıyla birlikte bilim ve felsefede de bir bunalımla sonuçlanır. Bütün Ortaçağ boyunca biriken nicel bilgi birikimi Rönesans’la birlikte yeni bir sıçramayla kendini ortaya koyar ki, bu kapitalist toplumun şafağıdır. 17. ve 18. yy hem burjuvazinin hızla gelişim çağıdır, hem de bilimlerin serbestçe atılım yüzyıllarıdır. Bu çağda, tıpkı sınıf ayrılıklarının bütün örtülerinden arınmış haliyle ortaya çıkması gibi bilimsel gelişme ile toplumsal gelişme arasındaki ilişki de bütün belirsizliklerinden sıyrılır. Daha Ortaçağın sonlarında “çifte doğru” öğretisiyle başlayan bilimin dinden ayrılıp deneyci ve materyalist bir yola girmesi 17. yüzyılda Newton mekaniği ile zaferini tamamlar, Newton mekaniği bugün de bilinen bütün mekanik araçlar, hatta füzelerin yapılması için gerekli bilimsel bilgiyi sunar, ama toplumsal gereksinimler henüz makinaların yapımı için elverişli değildir. Bunun için meta üretiminin devasa boyutta bir ihtiyaç olması gerekmektedir. Yani daha yüzyıl kadar bekleyecektir insanlık. Bu ihtiyacın baş göstermesine paralel olarak, ısının mekanik eş değerinin bulunması ve Fulton ve James Watt’ın buhar makinasını keşfetmeleri Newton’un mekaniğinin uygulamaya sokulmasını olanaklı kıldı. Artık su, odun ve kömürün olduğu her yerde makinalar insanların hizmetine girebilirdi. Daha önemlisi, toplumsal gelişmenin ihtiyaçları ancak büyük çaplı makinalı üretimle karşılanabilir boyuttadır. 19. yy ortalarında, Oersted, Gauss, Maxwell, Faraday gibi bilim adamlarının elektrikle ilgili buluşları elektriğin sanayiye uygulanmasının yolunu açınca, sanayi kömüre bağlı olmaktan da kurtularak daha da yaygınlaşma olanağını buldu.
Hiç kuşkusuz bu birkaç paragrafta insan bilgisinin oluşum sürecini açıklamak iddiasında değiliz, zaten konumuzun da bununla doğrudan bir ilgisi yok. Ama bu kısa özetten de anlaşılacağı gibi bilimsel gelişmede diğer süreçler gibi nicel birikimlerin yol açtığı nitel sıçramalarla olmaktadır. Ve Antik Çağ’da ve 17. yüzyılda olduğu gibi bu sıçramalar kendilerinden sonraki dönemlerde pratiğe uygulanmakta, uzunca bir süre uygulamalara yön vermekte toplumun ilerlemesine hız vermektedirler. Kısa dönemler içinde bakıldığında ise bu durum sanki bilimsel gelişmenin toplumsal gelişmeden bağımsız dâhilerin kafasında çıkan bilginin insan toplumunun ilerlemesinde belirleyici bir rol oynadığı sanısını uyandırmaktadır. Ama uzun süreçler içinde değerlendirildiğinde tam tersi bir durumla karşılaşırız: öteki üst yapı kurumları gibi, bilimde de yeni keşiflerin altyapı ile karşılıklı etkileşim içinde bir gelişme seyri izlediği, ama son tahlilde belirleyici olanın ekonomik altyapı olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Evet, Newton mekaniği kendi yüzyılını aşan bir sistemdir, ama kendi çağını aşamaz ve Einstein’in görecelik kuramıyla tamamlanarak (buna sınırlanmak demek daha doğru) 20. yüzyıla girmek zorunda kalır. Bu, sadece mekanikle sınırlı değildir. Optik, elektrik, felsefe, sosyoloji, kimya vb. bütün bilim dallarında böyledir. Ve toplumsal pratikten gelen bilimsel bilgi yine toplumsal pratikte uygulanarak geçerliği sınanır ve bilimsel bilgi ile toplumsal pratik karşılıklı ilişki içinde sürekli bir gelişim çizgisi izler. Ama bu “sürekli gelişim” bir noktada sınırlanır: egemen sınıfın çıkarlarıyla uyuşmazlığa düştüğü noktada. Çünkü her egemen sınıf bilginin kendi tekelinde kalmasını ve kendi çıkarına karşı kullanılmasını her yolla engellemeyi ister. Tarih boyunca bilim adamlarının ve bilimin baskı altında tutulmasının nedeni de budur. Bugün de kapitalizm bilimi kendi yöntemleriyle engellemeye çalışmakta, elinde olmayan gelişmeleri önlemek için pek değişik yöntemler kullanmaktadır: araştırma fonlarının yönlendirilmesiyle yeni keşiflerin doğrultusunu etkilemek, patent hakkı gibi yollarla buluşların gizlenmesi ya da kullanım hakkının sınırlandırılması, tekellerin çıkarlarını zedeleyebilecek buluşların satın alınıp kasalara kilitlenmesi vb. gibi…
Söylenenlerden de anlaşılacağı gibi bilim görece bir özerkliğe sahiptir. Ama artık diyalektiğin geçersizliğini açıkça ya da üstü örtülü biçimde ilan eden revizyonistler metafiziğe sarılıyor, bu görece özerkliği saltıklaştırarak onu toplumsal gelişmeden bağımsız bir güç, dahası toplumu ilerleten esas güç olarak ele alabiliyorlar.
Bir kere sorun böyle ortaya konunca arkasından, kapitalist sınıfın bilim karşısındaki artık engelleyici olan tutumu görmezden gelinerek, son yıllardaki bilimsel ve teknolojik gelişmelere gerçek olmayan roller yüklenebilmekte, var olan durum tarihsel gelişme, bilimin olanakları ve toplumun ihtiyaçlarından bağımsız olarak 19. yüzyılla kıyaslanarak kapitalizme övgüler düzülmektedir. Oysa soruna yakından bakılırsa, daha doğrusu kapitalistlerin gözlükleri çıkarılarak bakılırsa, kapitalizmin ilerleme olarak sunduğu tablonun sadece bir vitrin olduğu görülür: 5 milyarlık dünya nüfusunun sadece 500 milyonluk bir bölümü kapitalizmin yarattığı “refah”tan yararlanmakta, geri kalan 4.5 milyarı ise, kapitalistlerin ölçülerine göre bile yoksulluk çizgisinin altında yaşamaktadır. Üstelik bu 500 milyonluk “mutlu azınlık” bütün dünyanın kaynaklarının sömürülmesi pahasına böyle bir yaşam sürebilmektedir. Öte yandan kapitalistler dünyanın bütün doğal kaynaklarını ve doğasını daha çok kâr uğruna talan ederken, gelecek kuşakların daha iyi bir dünya kurma çabasını da bugünden sabote etmektedirler. Ormanlar, çöller, atmosferler, kutuplar, okyanuslar bile bu talandan kurtulamamaktadır. Ve bütün bu barbarlık kapitalizm hayranı revizyonist ideologlar tarafından bir erdem olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Burada, bütün refah edebiyatına karşın artan emek sömürüsünden ve artık aşılmaz hale gelen varlıklı sınıflarla yoksul sınıflar arasındaki uçurumdan hiç söz etmiyoruz. Tabi milyonlarca emekçiyi sefalete iten ekonomik buhranlardan, milyonlarca insanı kapitalistlerin kârları uğruna ölüme sürükleyen paylaşım savaşlarından ve dünyanın her köşesinde halkların birbirini boğazlamaya kışkırtılmasından da söz etmeye gerek görmüyoruz.
Kapitalizm, insanlığın 4.5 milyarlık bölümünü sefalete mahkum etmekle de kalmıyor, metropol ülkeler dışındaki ülke halklarını faşizmin ve gericiliğin zulmü altında olmasının sorumluluğunu da taşıyor. Emperyalist ülkelerin yöneticileri bir yandan özgürlük ve demokrasi konusunda demagoji yaparken, öte yandan geri ülkelerde faşist ve gerici iktidarları desteklemekten, az çok ilerici hükümetleri devirmekten asla vazgeçmiyor. Dahası bütün özgürlük ve demokrasi edebiyatına karşın kapitalist metropol ülkelerde de emekçilerin siyasal yaşamın dışına itilmesi için yeni yol ve yöntemler geliştirmekten geri kalmıyorlar.
Bugün, burjuva ideologlarının ve kapitalizm hayranı revizyonist ideologların geri ülke emekçilerinin yolunu karartmak için reklamını yaptıkları emperyalist metropollerden işçilerin “refah” düzeyleri de aslında kapitalizmin emekçilere sunduğu bir “refah” değildir. Tersine bu, Batı işçi sınıfının uzun mücadele tarihinin ve sosyalizm uğruna yürütülen mücadelenin bir yan ürünüdür. Özellikle son yüzyılda, Batılı kapitalistler, işçi sınıfı hareketinin sosyalizme yönelişini engellemek için kendi işçi sınıflarına dünya talanından pay vererek (vermek zorunda kalarak) bu nispi refah düzeyini sağlamışlardır. Açıktır ki, bu tekelci sömürü olmadan Batı işçi sınıfı kapitalizm koşullarında bugünkü ekonomik düzeyi elde edemezdi. Nasıl ki, tekelci kapitalizm her ülkede tekel kârına dayanarak bir işçi aristokrasisi yaratıyorsa, dünya ölçüsünde de metropol ülkelerin işçi sınıfı dünya işçi sınıfı içinde dünyanın emperyalistlerce talan edilmesi sonucu ayrıcalıklı bir yere sahip olabilmiştir. Dolayısıyla, Batı işçi sınıfının durumunu göstererek, bütün dünya emekçilerine onlar düzeyinde bir refah vaat etmek bile emekçileri aldatmak, onların mücadele yolunu karartmak anlamına gelecektir. Üstelik revizyonistler bunu artık dünyanın ebedi bir barış dönemine girdiği (bunun anlamı artık emperyalistlerin başka ülkeleri sömürmekten vazgeçtiğidir) vaazları eşliğinde yapmaktadırlar. Hem de bu, emperyalist sömürünün katmerlendiği koşullarda yapılıyor.
Hiç kuşkusuz bütün bu iddialar temelsizdir. Kaldı ki, Batı işçi sınıfının refah içinde olduğu da safsatadır. İşçi aristokrasisi dışında Batılı işçiler de aşırı sömürü altındadır, iş garantisinden yoksundur, geleceğinin ne olacağından endişelidir. Dahası, nisbi olarak diğer ülkelerdeki sınıf kardeşlerinden daha fazla sömürülmekte, varlıklı sınıflarla arasındaki refah düzeyi hızla ve aleyhine olarak açıldığı için yaşam koşulları giderek kötüleşmektedir.
Burjuva ve revizyonist ideologların amacı burjuva ön yargılan güçlendirerek emekçileri yanıltmaktır. Onlar, Türkiyeli işçilere dönüp, Alman işçiler göstererek, “bakın kapitalizm size bunları sağlayacak”, Alman işçilere dönüp “eğer sosyalizm gelirse refah düzeyiniz Polonyalı işçilerin düzeyine düşer” diyerek karşılaştırılamayacak şeyleri karşılaştırarak kafa karışıklığına yol açmayı propagandalarının merkezine koyuyorlar. Kapitalist propaganda merkezleri ise bu demagojiyi büyütüp süsleyerek emekçilere sunuyor.
Kapitalizmin insanlığa sunduğu sadece, savaş, buhran ve ekonomik sömürü değildir. O, çoktan beri toplumsal olarak çürüme ve yozlaşmanın da bir simgesidir: Kapitalist toplumun bireyci, paragöz insanı bir yandan profesyonellik yozlaşmasının, öte yandan çürüyen burjuva sanat ve kültürünün etkisiyle burjuva bireyciliğinin batağında, ilerleme şansını yitirmiş olarak çırpınmaktadır. Kendi mesleğinden başka bir şeyle ilgilenmeyen, evi, işyeri ve mülk edindiği sıradan konfor araçlarının taksitleri arasında sıkışmış burjuva uzmanları, patronların ve politikacıların bir oyuncağıdır. Aydınlan ve sanatçıları toplumu ilerletecek yeni düşünceler üretme şansını yitirdiklerinden kitle iletişim araçlarının basit görevlileri olarak piyasa için üreten, Kant’a, Hegel’e, Rousseau’ya, Einstein’a layık olmayan sözde kültür ve bilim adamları derekesine düşmüşlerdir. Emekçi yığınlar ise, basın ve TV tekelleri ile burjuva politikacılar ve din adamlarının çekip çevirdiği kalabalıklar olarak tutulmaya çalışılmaktadır. İnsanlığın bugüne kadar biriktirdiği bütün olumlu değerleri paraya çeviren ve bireysel gündelik çıkarı her şeyin önüne koyan kapitalist toplum “insanı insanın kurdu” (Hobbes) yaptığı batakta çırpınıp durmaktadır. En gelişmiş kapitalist ülkelerde bile bütün parıltılı vitrinler arkasında mutsuz bir toplum yaratmıştır kapitalizm. Çürüme, kapitalistlerin en değer verdiği alanlarda bile hızla kendini duyurmakta, revizyonistlerin verdiği destek de ona yeni bir dinamizm verememektedir: Tarihi olarak çoktan ömrünü tamamlamış, ama kapitalizmin bir afyon olarak baş tacı ettiği dinin sayısız sapkın mezhep ve tarikatın türemesiyle, kapitalizmin temel direği olarak kutsanan burjuva ailenin, ekonomik zorunluluklar ve ahlaki çöküntünün getirdiği sarsıntılarla çözülürken, burjuva sanat ve kültür kendini yenilemekten aciz yozlaşma girdabına yuvarlanmıştır. Bütün bataklık içinde sarıldıkları tek şey, revizyonist diktatörlüklerin çöküşü olarak ortaya çıkan “sosyalizmin de kötü” olduğu dayanağıdır. Revizyonist ülkelerdeki Gorbaçovculara duydukları muhabbetin derinliği de buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü emekçilere dönüp, “evet, kapitalizm kötü ama görüyorsunuz sosyalizm bizden de kötü” diyorlar. Ama ne derlerse desinler revizyonist “yoldaşları” ile çırpındıkları bataklık, kapitalist değerlerin ve kapitalizmin bireyci, paragöz insanın mezarıdır. Revizyonistlerin verdiği destek belki çabalarına güç katar ama ölümlerini önleyecek gibi görünmüyor.
Kapitalizmin 400 yıllık tarihi gösteriyor ki; o, “gündüz ördüğünü gece söken bir Penelophe” gibidir. Geliştirdiği üretici güçleri buhranlarıyla, savaşlarıyla yıkmakta, her ileri atılımı insanlık için bir felaketle sonuçlanmaktadır. Bugün farklı olması için kapitalist-revizyonist propaganda dışında hiçbir ciddi neden yoktur. Kapitalizmin bugüne kadar insanlığa verdiği; buhran, savaş, 500 milyonun “refahı” uğruna 4.5 milyar insanın açlığa ve yoksulluğa mahkum edilmesi ve buna karşılık da “birazcık da teknolojik ilerlemek.”
Neden “birazcık da teknolojik ilerleme” diyoruz? Çünkü gerçek böyledir. Kapitalizmin hayranları jet motoru, roket, nükleer enerji, radar, TV, plastikler, yapay vitaminler, suni elyaf, gen teknolojisi, cips, transistor, bilgisayar, robot vb. gibi ürünlerin son 50 yılda ortaya çıkmasını kanıt göstererek, kapitalizmin bilim ve teknolojiyi sınırsız geliştireceğini, böylece üretici güçlerin gelişmesine engel olmayacağını (yanı insanlığın ilerlemesi önünde engel olmayacağını söylemek istiyorlar) iddia ediyorlar. Biz de diyoruz ki; evet, bütün bu söylenen yeni icatlar kapitalizm koşullarında yapılmıştır, ama bilim ve teknolojinin bugün ortaya koyduğu olanaklar göz önüne alınırsa, bütün bu “harika” icatlar “birazcık ilerlemeye” karşılık gelir. Çünkü kapitalistler, bilimsel ve teknolojik araştırmaların serbestçe gelişmesini engellemekte, insan toplumunun ihtiyaçlarına çözüm getirecek araştırmaları desteklemek yerine en kısa zamanda en çok kâr getirecek ve egemenliklerini tehdit etmeyecek yöndeki araştırmaları teşvik etmektedir. Bugün artık araştırmanın kişisel olanakların çok ötesine geçtiği, büyük insan ve mali güç istediği göz önüne alınırsa, araştırma fonlarının yönlendirilmesinin nedeni daha iyi anlaşılır. Bu fonlar ise, ya doğrudan kapitalist devletlerin, ya devletin uzantısı olan “özerk” üniversitelerin, ya da büyük kapitalist tekellerin denetimi altındadır. Bu ise; ne taraftan bakılırsa bakılsın, bilimsel ve teknolojik araştırmaların burjuvazinin denetimi altında olduğu anlamına gelir. Bu çerçeve içinde, örneğin bir petrol ya da kömür tekelinin, kendi kaynaklarını değersizleştirecek güneş enerjisine ya da termo-nükleer enerji alanında bu enerjilerin kömür ve petrole seçenek olarak sunulması için bir araştırmaya yardım etmesi beklenebilir mi? Herhalde beklenemez. Çünkü bu enerjiler kuruluş masrafları bir yana bırakılırsa maliyeti sıfır TL’ye yakın enerji türleridir ve tekellerin bu alanda petrol ya da kömürde olduğu gibi büyük kârlar etmeleri olanaksızdır. Nitekim de öyle oluyor; ve bu alanda tekeller araştırmalar yapmaktan şiddetle kaçınıyorlar, tersine bu tür enerjilerin marjinal bir öneme sahip olduğu propagandasını yapıyorlar. Daha bir yıl öncesine kadar “soğuk füzyon”un da ütopik bir amaç olduğunu söylüyorlardı. Ama üniversitelerin nispeten özerkliğinden yararlanan bazı bilim adamları bunu basit yöntemlerle gerçekleştirdiler. Şimdi artık herkes “soğuk füzyonun” bir ütopya olmadığını biliyor, ama tekeller bunu da ellerinden geldiğince engelleyeceklerdir. Güneş enerjisinin yaygın kullanımı ise, yine aynı çevrelerce geleceğe ilişkin projeler arasına itiliyor. Ama buna karşın, siyasi baskılar da dâhil her yolla, nükleer santrallerin bu teknolojiyi kullanamayacak ülkelere bile ihracı gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Çünkü nükleer enerji dalı tekeller için çok kârlı bir dal. Gerek teknolojinin sunduğu olanaklar, gerekse teorik doğa biliminin birikimi göz önüne alındığında, bugün çevre sorunundan açlığa, hastalıklardan her türden kol gücünün yerine makinaların (yaygın deyimiyle robotun) geçirilmemesi için hiç bir neden yoktur. Kapitalistlerin kâr kaygısından başka elbette. Ama öyle olmuyor. Burjuva ideologları, yanıltıcı karşılaştırmalarla kapitalizmin büyük bir bilimsel ve teknolojik atılım içinde olduğunu propaganda ediyorlar, ama bunlardan sadece kendileri için kâr getirecekleri uygulamaya sokuyor, geri kalanı ise kasalarına kilitliyorlar. Her şey bir yana, bilim ve teknolojinin kapitalist çevrelerin tekelinde olması bile bu gelişmenin önünde bir engeldir. Çünkü kapitalist tekeller ve devletler, bir teknolojiyi başkalarına vermekten şiddetle kaçınıyor ve sadece kendisi için kâr getirecek sınırlar içinde uygulamaya sokuyor, araştırmaları kendi kârlarını artıracak doğrultuda yönlendiriyorlar. Bu koşullarda nasıl olurda bilim ve teknolojinin serbestçe geliştiği engellenmediği iddia edilebilir?
Öte yandan, kapitalistler bilimsel ve teknolojik araştırmalara reklâma ayırdıklarından bile daha az bir fon ayırmaktadırlar. Üstelik de bu fonlar, büyük bölümü en kârlı sektör olan silah sanayine ayrılmaktadır. Örneğin 1940’lı yıllarda atom bombası için ayrılan para, o tarihten önce ve o tarihe kadar bütün dünyada bilimsel ve teknolojik araştırmalara ayrılan paradan daha fazladır!
Aşağıdaki tablo (8) kapitalistlerin bilimsel ve teknolojik gelişmeyi nasıl engellediğini apaçık göstermektedir.

Sivil             Askeri       
1937    1955    1962    1937    1955    1962
ABD        20    140    960    5    710    2800
İngiltere    3    36    139    1,5    214    246
(Rakamlar milyon Sterlini gösteriyor)

Tablo, ABD ve İngiltere’de, 1937-1963 arasında askeri ve sivil araştırma-geliştirme harcamalarını göstermektedir. Rakamlar gerçekten çok çarpıcıdır: ABD’de 1937-1963 arasındaki 25 yılda sivil harcamalara ayrılan para 48 kat artarken, askeri harcamalara ayrılan para 560 kat artmıştır. Aynı dönemde İngiltere’de ise, sivil harcamalara ayrılan meblağ 48 kat, askeri harcamalara ayrılan ise 164 kat artmıştır. Miktar olarak ise, askeri harcamalar sivil harcamaların ABD’de yaklaşık üç misli, İngiltere’de ise yaklaşık 7 katıdır. Bugün ise, gelişmiş kapitalist ülkelerde askeri araştırma-geliştirme projelerine yatırılan fonların tüm araştırma fonlarının % 90’ına ulaştığı ciddi bilim çevrelerinin iddiasıdır. Böyle olması da kaçınılmazdır. Çünkü silah sanayisi kapitalistler için en kârlı alan olduğu kadar kapitalist devletler için de, dünyayı denetim altında tutmanın vazgeçilmez koşuludur.
Görüldüğü gibi, insanlığın birikmiş bilgi hazinesi, onu sadece bir kâr kaynağı olarak gören kapitalizm tarafından, heder edilmiş, daha da kötüsü insanlık aleyhine kullanılan bir araç haline getirilmiştir. Bütün bunlar ortadayken kapitalizmin savunucuları, kapitalizm koşullarında bilimsel ve teknolojik gelişmenin özerk olduğunu, kapitalistlerin isteklerinden bağımsız olarak gelişip insanlığı sosyalizme götürebileceğini iddia ediyorlarsa, bu onların bilgisizliğinden olamaz. Olsa, olsa bilimin serbestçe gelişip bütün toplumun hizmetine sunulacağı koşulları yaratacak olan sosyalizme varma mücadelesinde emekçi sınıfların, proletaryanın yolunu karatmak isteğinden olur. Çünkü, bilim ve teknoloji, ancak bir takım kişi ya da mülk sahibi sınıfların çıkarları uğruna bilimin güdümlenmediği sosyalizmde toplumun ihtiyaçları doğrultusunda serbestçe gelişebilecektir.
Robotlar işçi sınıfının yerini mi alıyor?
Proletaryanın varlığına ve onun dünya görüşüne yönelik, konumuza ilişkin olan yanıyla, saldırılar önce “bilim kurgu” TV dizileri ve “bilim kurgu” tornan vb. “sanat” yapıtları yoluyla, 1960’larda başladı. Başlangıçta bunlar izleyicileri oyalamak için yapılmış “masum” kurgular gibiydi. Ama konuları, bu günden yüzlerce yıl sonra neler olacağı üzerine kehanetlerdi. Çok gelişmiş makinalar insanlara yıldızlar arası yolculuklar sağlarken, bazen bu makinalardan bir diğer makinaları da ele geçirerek toplum üzerinde bir diktatörlük kuruyor, iyi insanlar makinalara karşı mücadeleye girişiyor, ya da kötü bir adam makinalar aracılığı ile toplum üstünde egemenlik kuruyor vb. Ama bu kurguların ortak özelliği, bütün “bilim kurgu” iddialarına karşın, bilinen bütün doğa yasalarını ihlal etmek ve toplumsal gelişmeyi reddetmek üstüne kurulmuş olmalarıdır. Bunlarda, bilim ve teknoloji yıldızlar arası yolculuğu gerçekleşecek kadar ilerlediği halde, bu “bilim kurgu” toplumunun insanlarının aralarındaki ilişki, din, ahlak, iyilik-kötülük, demokrasi ve devlet vb. anlayışları bakımından bugünün insanının bütün değer ve önyargılarını, en yozlaşmış biçimiyle taşırlar. Bir büyücü gizli güçlerine dayanarak koskoca bir toplumu yönetimine alırken, monarşist bir diktatör bir milyar ışık yılı uzaktaki bir imparatorluğa savaş ilan eder. Kahramanlarımız, serüvenden serüvene koşarken, bir kilisede vaaz dinleyip içlerini rahatlatır, bilmem hangi yıldızın X gezegeninde hileli kumar oynatan bir kumarhanede hileyi deşifre ederek, bütün “dürüst kumarbazların” sempatilerini kazanarak moral bulurlar. Serseriler, hırsızlar, korsanlar uzayın derinliklerinde fink atmaktadır. Bütün bu hengâme içinde, çeşit olsun diye kimi zorba yönetimler altında kölelik de en vahşi biçimiyle görüntüye gelirse de üretim robotlar tarafından gerçekleştirildiği için üretim sorunu pek yoktur. Teknoloji üretimi bir sorun olmaktan çıkarmıştır, ama para kazanma, sömürgeler elde etme, vurgun, talan bütün acımasızlığı ile sürüp gitmektedir. Şaşırtıcı teknoloji gösterileri, iyilik-kötülük çatışması içinde, insanların bütün maddi ve manevi gereksinimlerini karşılayan makinalar bir ücret istemediğine göre, mülk edinme isteğinin, para kazanma hırsının, sömürgeler elde etme ve insanlar üstünde egemenlik kurma çabasının anlamı nedir gibi bir soru sorulmaz. Böyle bir sorunun akla gelmemesi için, ses ışık, dekor, yığınların önyargıları en iyi biçimde kullanılır.
Bu türden “bilim kurgu” yapıtların ortak olan en, temel özelliği ise; toplumsal gelişme ve bilim ve teknolojinin gelişmesi arasındaki ilişkiyi görmezden gelmesidir. Bilim teknoloji gelişecek, üretim kaygısından uzak bir toplum yaratacak, sınıflar, kapitalist toplumun insanı, bütün bireyciliği, acımasızlığı ile var olmaya devam edecek! Yani, vahşet, egemenlik isteği, insana insan toplumunun belirli bir aşamasının ürünü değil, insanın doğasında olan bir şey olarak sunulur.
Yukarıda ki “bilim kurgu” yapıtları tabloda, topluma ve insana yaklaşım sorunu ile teknolojistlerin yaklaşımı tam bir uyum içindedir. Zaten, bu tür eserlerle, Euro-komünistlerin işçi sınıfı, sınıf mücadelesi, sosyalizm vb. konulardaki “yeni” yorumları da zamandaşlık gösterir. Bu yüzden de, 1960ların sonunda Euro-komünistlerin, işçi sınıfının artık bir orta sınıf olduğu tespitinden kalkarak Marksizm-Leninizm’i revize etmeye girişmeleri ile günümüz teknolojistlerinin kapitalizm koşulları altında işçi sınıfının yok olmaya başlayan bir sınıf olduğu konusundaki tezleri sıkı bir ilişki içindedir. Daha doğrusu bu eğilim burjuva liberal çevrelerle Euro-komünist çevrelerde zamandaş olarak çıkmış, son yıllarda ise; Gorbaçovcu revizyonizmi de içine alarak genişlemiştir.
Bu tür eğilimlerin, kimilerinin açıkça, kimilerinin ise henüz üstü kapalı olarak öne sürdüğü tez şudur: Kapitalizm üretici güçleri geliştirmeye devam etmektedir; bu, bugün öyle bir boyuta varmıştır ki; artık işçi yerine robot ikame edilmektedir ve bu da; işçi sınıfını çözülme süreci içine sokmuştur, bu eğilim gelişerek sürece, üretimin tümüyle robotlar tarafından gerçekleştiği bir ekonomik sistem egemen olacaktır. Bunun içinde bir toplumsal devrime ihtiyaç yoktur. Böyle bir sistemde kapitalizm ya da sosyalizm kategorilerinden söz etmek anlamsızdır! Gerçi, bu tezin savunucularından kendilerine sosyalist demekte çıkarı olanlar, bu gelişmenin kendiliğinden sosyalizme yol açacağı iddiasıyla diğerlerinden ayrı şeyler savunuyor sanılırsa da, gerçekte bu farklılık görünüşten ibarettir.
Robotların üretime sokulduğu ve geleceğe ilişkin burjuva propagandanın saptamalarını izleyen birisi için yukarıdaki yaklaşım pek mantıklı görülebilir. Ama acaba gerçek midir? Gerçekse ne kadarı gerçektir? Bu konuda söylenebilecek şeylere geçmeden bazı verileri gözden geçirelim:
1977        1980        1983        1984        1985        1986
Kanada    9651000    10708000    10734000    11000000    11311000    11634000
ABD        93017000    99803000    100834000    103003000    107150000    109597000
Japonya    63420000    55360000    57830000    57660000    58070000    58530000
İtalya        20145000    20674000    20725000    20809000    20894000    21006000
Fransa        21493000    21518000    21481000    21284000    21193000    ……..
Almanya    25014000    25797000    24793000    24835000    25004000    ……..
İngiltere    24538000    25004000    23208000    23734000    24128000    24221000
Avustralya    5995000    6281000    6241000    6462300    6646200    6885700

Yulardaki tablo (9) İLO kaynaklarından derlenmiştir ve belli başlı gelişmiş kapitalist ülkelerde istihdam edilen işçi sayısında 1977-1986 arasındaki artma ya da azalmayı göstermektedir.
Tablo incelendiğinde görülür ki; robotların üretime en yoğun biçimde sokulduğu ABD ve Japonya’da işçi sayısında artış eğilimi sürekli ve hayli yüksektir, on yıl içinde artış ABD’de % 19.1, Japonya’da % 9, Kanada’da % 20, İtalya’da % 4.2 Avustralya’da % 14’dür. Azalış görülen ülkeler ise, Fransa, Almanya, İngiltere’dir. Bunlardaki azalma miktarı ise şöyledir: Fransa’da % 1, İngiltere’de % 1, Almanya’da 0.03.
Aktarılan kaynağın belirttiğine göre, yukarıdaki rakamlar, bu ülkelerdeki sigortalı, sendikalı ve grev ve toplu sözleşme hakkına sahip emekçiler olup, teknisyen, öğretmen vb. içine almaktadır. Bu yüzden de robot hayranları, artma ya da azalmanın düşüklüğünü mühendis, doktor vb. gibi ara sınıfların artmasına bağlayabilirler. Hiç kuşkusuz her geçen yıl bu tür eğitim görmüş ara personel sayısı bir artış gösterebilir. Ama bunun sanıldığı kadar işçi sınıfının sayısını etkilediği söylenemez. Bu konuda 1980 ortalarında Fransa’da yapılmış bir istatistik var elimizde. (10) Buna göre Fransız sanayi işçilerinin sayısındaki düşüş yukarda ILO’nun rakamlarına çok yakın. Buna göre, 1962 yılında Fransa’da çalışan nüfusun % 36.7si sanayi işçisi iken, 1982’de bu % 35.1’e düşmüş. Yani yirmi yıl içindeki azalma % 1.6’dır.
Burada denebilir ki, % 1-1.6 da olsa, işçi sayısı azalıyor, öyleyse, sınıf bir çözülme sürecine girmiştir! Eğer bu azalma işçi sınıfının dağılıp daha istikrarlı bir çoğalma içindeki başka sınıfa katılmalar biçiminde olsaydı elbette teknolojinin tapınıcılarına hak vermek gerekirdi. Ama işçi sınıfının sayısının azalıyor gibi görünmesi aldatıcıdır: Her şeyden önce rakamlar sadece azalmayı değil, aynı zamanda kapitalist ekonomilerdeki istikrarsızlığı, revizyonistlerin iddialarının aksine, kadarında bir düşme olunca, işçileri sokağa attıklarını da göstermektedir. Örneğin, İngiltere, Fransa ve Almanya’da, her üç ülkede de, 1977’ye göre 1980’de işçi sayısında Fransa’da % 0.4, İngiltere’de % 2, Almanya’da % 7.6 artış olmuştur. 1983’te ise, her üç ülkede de aşağı yukarı 1980’de arttığı oranda işçi sayısı azalmıştır. Sonraki yıllarda da yavaş da olsa bir artış izlenmiştir her üç ülkede de. Bu durumu teknolojistler 1980’de, önceki yıllarda üretime sokulan robotların işine son verilip yerine işçi alındığı, 1983’de ise yeniden işçilerin yerine robotlar ikame edildiği, 1983’ten sonra da yine tedricen robotların işine son verilmeye başladığını mı söyleyeceklerdir. Elbette hayır! Tam bu noktada birden Marksizm’den öğrendiklerini anımsayacaklarından, bu dalgalanmanın ekonomik durgunluk ya da canlılıktan meydana geldiğini söyleyeceklerdir. Biz de tam bu noktayla geliyorduk: Bilindiği gibi kapitalizm hiçbir zaman tam istihdamı gerçekleştiremez. Refah dönemlerinde bile, bir işsizler ordusunu bulundurmak zorundadır. Öyle de olur. Son yıllarda refah ve kapitalist ekonomideki canlanma iddialarına karşın bu gerçek ortadadır. İşte rakamlar: (11) Tablo belli başlı kapitalist ülkelerde yıllara göre işsiz işçilerin oranını göstermektedir.

Yıllar    İngiltere    ABD    Kanada    Japonya    Fransa        B. Almanya    İtalya
1974    3,0        5,6    5,3        1,4        2,9        1,6        3,4
1977    6,3        7,1    8,1        2,0        5,0        3,5        3,6
1980    6,8        7,1    7,5        2,0        6,4        2,9        3,9
1983    12,8        9,6    11,9        2,7        8,5        7,5        5,3
1984    13,0        7,5    11,3        2,8        10,0        7,8        5,9
1985    13,3        7,2    10,5        2,6        10,3        7,9        6,1

Hiç kuşkusuz işçi dendiğinde sadece o anda istihdam edilmiş olanları değil, işsiz olanları da anlamak gerekir. Bu yüzden de kapitalist bir ülkedeki işçi sayısı belirlenmeye kalkıldığında istihdam edilenlerle işsiz işçileri de bu sayıya katmak gerekir. Bir önceki tablo sadece istihdam edilmiş işçi sayılarını içerdiğinden (tablonun sayıları istihdam edilen işçileri gösterdiğini İLO belirtmiş) yukarıdaki işsiz işçilerin sayısını da önceki tablodaki sayılara eklemek gerekir. Bu durumda da istihdam edilen işçi sayısının 1977″ye göre azalmış görüldüğü Fransa’da 4.3, İngiltere’de % 6.0, Batı Almanya’da % 4.4 artmış olduğu anlaşılır. Bu ülkelerin nüfus artış hızının % 0, hatta Fransa’da negatif olduğu düşünülürse, işçi sayısının bu ülkelerdeki artışının nüfus artmasından değil ama ara sınıflardaki çözülüp İşçi sınıfına katılmaktan doğduğu anlaşılır. Bu da, teknolojistlerin işçi sınıfının sayısının azaldığı, işçi sınıfının dağılan çözülen bir sınıf olduğu biçimindeki tezlerinin hiç de gerçeklere dayanmadığını gösterir.
Bizim ülkemizde yaşananlara bakılarak, yukarıdaki işsiz sayısının belki de işsiz kalmış işçiler değil boş gezenler olduğu düşünülebilir. Ama bu da yanlış düşünce olur. Çünkü bu ülkelerde, işsizlik sigortası uygulandığından ve verilerde bu sigortadan çıkarıldığından tabloda gösterilen rakamlar gerçeğe en yakın rakamlardır.
Burada teknolojistlerin bir itirazı daha olabilir: Diyebilirler ki; bu ülkelerde öğretmen, memur, mühendis vb. de işsizlik sigortasına bağlıdır, bu yüzden de yukarıdaki işsizlik rakamları onları da içerir ve artışı sağlayan da bu tabakalardaki işsizlik rakamları onları da içerir ve artışı sağlayan da bu tabakalardaki çoğalmadır. Ama o zaman da bir tutarsızlığa düşerler: Çünkü onlara göre, bu ülkelerde hızla büyüyen, hatta işçi sınıfından çözülen kesimleri de emen bir hizmet sektörü vardır. Bu ise, bu sektörde işsizlik bir yana bir işgücü talebinin hızla büyüdüğü anlamına gelir. Yani bu sektördeki işsizliğin yukarıdaki rakamların gösterdiği gibi kronik değil rastlantısal olması, miktarının da çok küçük düzeylerde kalması gerekirdi. Ama biz teknoloji hayranı ideologların tutarlılık diye bir yanı olacağını hatırları için var sayıyoruz ve nüfus oranındaki çokluklarına göre bir işsizlikle karşılaştıklarını varsayıyoruz. Ve yine 1980 ortalarında Fransa’da çalışan nüfus içindeki işçi ve hizmetlilerin sayısını karşılaştırarak bu bayları yanıtlayalım. 1982 verileriyle (12) Fransa’da, çalışan nüfusun % 36.4’ü tarım ve sanayi işçileri oluşturmaktadır. Diğer bütün ara sektörde çalışanlar ise, çalışanların % 40.2’sidir. Bu % 40.2’nin yarısını devlet memurlarının oluşturduğu düşünülürse, bunlar için bir işsizlik sorunun olmadığı ortadadır. Bu durumda ise, işsizler içinde sadece üçte birinin hizmet sektöründe çalışan emekçiler olması gerekir. Teknolojistlerimizin lehine olan bütün bu varsayımlara karşın bile işçi sınıfının çözülen, dağılan bir sınıf değil, tersine sayısı artan, ara sınıflardan yeni katılımlarla büyüyen bir sınıf olduğu gerçeği görülür.
Bütün bu söylenenlerden, yeni teknolojilerin uygulamaya sokulmasıyla herhangi bir işyeri ya da iş kolunda işçi sayısında nispi bir azalma olmayacağı gibi bir sonuç çıkmaz elbette. Tersine, teknolojideki her ilerleme daha gelişmiş makinaların üretime sokulması, aynı miktarda üretim için daha az kol gücünü gerektireceğinden üretim miktarı sabit kalmak koşuluyla işçi sayısında kaçınılmaz bir azalmaya yol açar. Hatta makinaların üretime sokulmasından bu yana zaman zaman görüldüğü gibi, yeni teknolojilerin yaygın ve yoğun bir biçimde üretime sokulduğu dönemlerde, işyerlerindeki çalışan işçi sayısı hızla azalırken işsiz işçilerin sayısı da hızla artabilir. Yeni makinaların üretime sokulması, yani sabit sermayenin yoğunlaşması küçük ve orta burjuvazi saflarında da hızlı bir yoksullaşmaya yol açacağından böyle dönemlerde ara sınıflardan proletaryanın saflarına katılım da hızlandırır. Bu da işsizler ordusunu büyüten bir etken olarak kendini gösterir. Nitekim işsizlikle ilgili tabloda da görüldüğü gibi, son yıllarda gelişmiş kapitalist ülkelerde işsizliğin kronik bir biçimde artmasında bu etkenin rolünün de olduğu bir gerçektir. Ama bu sadece kısa dönemlere özgü bir durumdur. Çünkü teknolojik ilerleme ile toplumun İhtiyaçları arasındaki dolaysız ilişki burada kendini açığa vurarak, üretim dallarının çeşitlenmesini ve miktarın yükselmesini zorlar. Eski üretim sınırları ihtiyacı karşılayamaz durumuna gelir. Bu ise, yeni makinaların dolayısıyla yeni işçi yığınların üretim içinde yer almasını zorunlu kılar. Bu yeri bir olgu da değildir. Bütün kapitalizmin tarihi boyunca var olagelen bir olgudur. Kendisini en çarpıcı biçimde de makinalı üretimin tarih sahnesine çıktığı 18. yy sonunda göstermiştir: Buhar makinası, eğirme ve dokuma makinalarının keşfi, bu keşiflerin yoğun bir biçimde sanayiye uygulanması, “30 işçinin yaptığı işin bir makina tarafından” yapılmaya başlanması işçilerin kapitalistler tarafından yığınlar halinde sokağa atılmasına yol açmıştı. Makinaların hızla üretime sokulmaları ile işçi yığınlarının açlığa ve işsizliğe mahkum edilmeleri öylesine açık bir olaydı ki, işçiler makinaları kendilerine düşman olarak görmeye başladı, İngiltere ve Fransa gibi en gelişkin kapitalist ülkelerde Ludizm adı verilen bir eğilime yol açtı (19. yy başlarında Fransa’da yaygın bir makina kırıcılığı eylemleri başlamıştı. Bu eylemlere önderlik eden Lud adında bir Fransız işçisinin adına izafeten makina kırıcılığı biçimindeki eğilime Ludizm adı verilmiştir.) İşçiler yeni makinaları kırdılar, fabrikaları tahrip ettiler, ama bu tarihin akışına karşı bir çabaydı ve yeni makinaların hızla üretime girmesini engellemedi. İşçiler de kısa süre sonra, işsizlik ve sefaletlerinin nedeninin makinalar değil kapitalizm olduğunu gördüler ve makinaları tahrip etmek yerine kapitalist sömürüye karşı mücadelenin gereğini fark ettiler. Zaten bu süre içinde kapitalist üretim de devasa bir artış göstererek eski atölye işçilerinden kat kat fazla işçi istihdam edecek bir kapasiteye ulaşmıştı. Çünkü toplumsal ihtiyaçlar öylesine artmıştı, üretimdeki çeşitlilik öyle bir boyuta ulaşmıştı ki, bir kaç on yıl içinde eski atölye işçilerinin onlarca katı işçi yeni fabrikalarda çalışıyordu.
Bu örnekte şu açıkça görülüyor: yeni teknolojilerin üretime sokulması ile işyerlerindeki işçi azalması son 10-20 yılda robotların üretime sokulmasıyla olan bir durum değil, tersine kapitalist tarihi boyunca üretim araçlarının gelişmesine paralel olarak sık sık karşılaşılan bir durumdur. Ama her yenilenme biraz zaman farkıyla üretimin daha da genişlemesi ve çeşitlenmesine işçi sınıfının kitlesini de büyütmüştür. Demek ki, teknolojistlerin robotların üretime sokulmasıyla kapitalizmin nitelik değiştirdiği biçimindeki iddiaları temelsizdir. Bütün söyledikleri içinde yeni olan sadece “robot” adlandırmasıdır. Çünkü robot, verilmeye çalışılan imajın aksine kendisi değer yaratan bir makina değildir. Hele akıyı hiç değildir. Sadece daha önce kullanılan makinalara göre daha gelişmiş makinalar olup, makina kategorisi dışına çıkmayan bir nesnedir. Kendisi ne bilgi üretebilir ne de değer yaratabilir. Ancak, önceden kendisine yükselen bilgileri ve yine kendisini programlayan insanın belirlediği çerçevede kullanır ve emeğin verimliliğini artırıcı bir etken olur. Yani, zekâ derecesi sıfır olan bir otomatik makinadan başka bir şey değildir, robot.
Kısacası, kapitalizmin bütün tarihi gelişim süreci boyunca, yeni teknolojiler, her ilerlemede bir işletme ve sabit bir üretim miktarı başına işçi ayısını azaltmıştır, ama toplumun ihtiyaçlarının sürekli artması ve üretimin çeşitlenmesi sonucu genelde işçi sayısı büyük bir hızla artmıştır. Nitekim 19. yy ortasında bütün dünyada sadece 10 milyon proleter varken bugün bu sayı 600 milyona ulaşmıştır.
Burada, teknolojilerin yanılgılarına bir başka yönüyle de değinmek gerekiyor: Teknolojistler robotların kimi üretim süreçlerinde büyük ölçüde kol işçiliğinin yerini almasına ve potansiyel olanaklarına bakıp mantıksal çıkarsamalar yaparak, neden bütün üretim süreçlerinde de kol işçisinin yerine robot ikame edilmesin diyorlar ve bu soruya olumlu yanıt verdikten sonra, tıpkı “bilim kurgucular” gibi teknolojik ilerlemeyi toplumsal gelişme ve kapitalizmin çelişkilerinden arındıran bir metafizik mantıkla, kapitalizm koşullarında bir cennet kuruyorlar: Robotlar çalışacak, insanlar da yan gelip yatacaklar, ama bu ara kapitalistler de zenginliklerine zenginlik katacaklar, kapitalist ekonomi, ahlak değerleri, siyasi kurumları vb. sürüp gidecek, sonsuz bir bolluk, sonsuz bir barış çağı açacak kapitalizm! Ancak bu “hayal kurgu” kapitalist cennet varsayımı, sadece robotun sunduğu olanakların aşırı soyutlanması sonucu varılan bir tasarımdır. Gerçek yaşamda böylesi soyut süreçler hiç olmadı, olmayacak da. Tersine gerçek yaşamda, her şey birbiriyle öylesine sıkı bir ilişki içinde ve sınıf ayrılıkları öylesine açık ki; en ilgisiz alandaki bir değişim bile bütün öteki alanlarda tepki doğurmakta, etki ve tepki karşılıklı ilişki içinde metafizik mantıkçıların anlayamayacağı sonuçlara yol açabilmektedir. Daha 1918’lerde Kari Kautsky, benzer bir mantıkla, tekellerin her gün büyüme ve birbirini içine alma sürecine bakarak, kısa bir süre sonra bütün tekellerin tek bir tekel içinde eriyeceğini, böylece de bütün dünyanın, artık savaş ve şiddet yüzü görmeyeceği bir tekelcilik çağına gireceğini söylüyordu. Ama hiç de öyle olmadı. Neler olduğu görüldü, dünya yüzünde savaşların daha yıkıcı, çatışmaların daha amansız olduğu bir yüzyıl yaşadık ve yaşıyoruz. Çünkü Kautsky, sadece tekelleşmeyi görüyor, onun yarattığı karşıt tepkileri ve bu çelişmeli sürecin sosyal sınıflar ve ülkeler arasında yarattığı çalışmayı, bunun yol açacağı sonuçları görmüyor, görmezden geliyordu. Bugün teknolojistler de, Kautsk gibi, sürecin çelişkileri ve öteki süreçlerle karşılıklı etkisini görmüyor, görmek istemiyorlar. Ama onların görmemesi ya da görmek istememesi toplumsal gelişmenin diyalektik niteliğini ortadan kaldırmaya yetmiyor.
Hiç kuşkusuz insan toplumu bütün üretim süreçlerinde insanın kof gücüne ihtiyaç duymayacağı bir çağa ulaşacaktır, ama bu kapitalizm koşullarında olmayacaktır. Çünkü kapitalizmin kendi çelişkileri ve sosyal gerçeği buna aykırıdır: Kâr amacı gütmeden, amatör bir ruhla üretim yapan bir kapitalist yoktur, bunu, herhalde teknolojistler de kabul ederler. Zaten kapitalist toplum dendiğinde de, üretim aracına sahip olanların, artık değere el koyan bir sınıfın egemen olduğu, üretim aracına sahip olanların, artık değere el koyan bir sınıfın egemen olduğu, üretim aracına sahip olmayan bir sınıfında sömürüldüğü, değer yasasının yürürlükte olduğu somut bir toplumsal kategoriden söz ederiz. Bu yüzden de teknolojistler, üretimi robotlara yaptırırken değer yasasının da yürürlükte olduğu bir toplum tasarımı çiziyorlar. Ama şu soru burada açıkta kalıyor: Bugüne kadar, değer yaratan bir makina icat edildiğini hiç bir ciddi kapitalist ekonomist bile iddia etmediğine göre (sermayenin değer yarattığını iddia eden kimi şarlatan sözde ekonomistler yok değil, ama bunlar burjuva bilim çevrelerinde bile fazla ciddiye alınmıyor) üretilen metaların değeri nerden gelecektir? Böyle olunca da sorular arka arkaya gelir? Artı değer söz konusu olamayacağına göre kapitalistler kârı nerden alacaklardır? Dahası, kimse çalışıp ücret vb. almayacağına göre üretilen malları neyle satın alacaktır? Kapitalistler ürettiklerini birbirlerine alıp satarken de bir değer yaratmayacaklarına ürünlerini değerini belirleyen ne olacaktır. Açıktır ki, bu sorulara kapitalizmin sınırları içinde kalarak mantıklı yanıtlar verilemez. Bu sorulara mantıklı yanıt ancak, değer yasasının artık işlemediği, herkesin ihtiyacına göre üretimden pay aldığı bir toplumda, komünizmde verilebilir ki, teknolojistlerin buna yaklaşacağını hiç sanmıyoruz.
Bu açmazı, teknolojist eğilimin “sosyalist” kanadı çözdüğü iddiasında bulunabilir: Diyebilirler ki, robot kullanımı öyle ileri bir boyuta varabilir ki, kapitalistler de, artık kapitalist üretimin kârlı olmaktan çıktığını görüp üretim araçlarının mülkiyetini topluma devredip zaten bir bolluk cenneti olan yeni toplumda yan gelip yatmayı tercih ederler, böylece de sosyalizme geçilmiş olur, devrim gibi “insanlığa aykırı” bir yola hiç gerek kalmaz (!) Ama “sosyalist” teknolojistle de kapitalist teknolojist dostları kadar yanılıyorlar. Varsayalım ki; belli başlı kapitalist ülkelerde üretim ve hizmet alanında az çok yaygın olarak robot kullanılmaya başlandı ve sayısı yüz milyonlara varan emekçi işsizler ordusuna katıldı. Sadece bu pratik durumda bile kapitalizm çözümsüzdür. Çünkü bu yüz milyonlarca insanın ihtiyaçlarının karşılanması için işsizlik sigortasının fonlarından başka bir kaynak yoktur ve kapitalistlerin kendi kâr paylarından bu fonlara büyük destekler de beklenemez: Böyle bir beklenti, kişisel çıkarları toplumsal çıkardan üstün tutan kapitalizmin temel felsefesi ile taban tabana zıttır ve kapitalistlerin daha sosyalizm kurulmadan sosyalizm için çok büyük fedakârlıklara katlanan militan komünistler olacağını var saymak demektir ki, buna inanmak “sosyalist” teknolojistlerimizin kapitalizmin hizmetine soyunmuş sözde sosyalistler olduğuna inanmaktan çok dahaş zordur. Bu durumda geriye, bir tek karamsar teknolojistlerin, teknolojik ilerlemenin insanlığın felaketine yol açacağı kehanetin gerçek olabileceği kalıyor! Örneğin şu bir çözüm olabilir: Papaz Malthaus’un “bırakın ölsünler “kuramı” gereği, işsizlerin açlıktan ölmeleri, tedricen robota yerini bırakan her emekçinin ölüme bırakılması!. Sonuçta bir avuç mülk sahibi kapitalistin ihtiyaçlarını üreten robotlar ve az çok eşit mülk ve robot köle sahibi kapitalistten oluşan sosyalist toplum!… Hem böylece her eğilimden teknolojistin kuramları doğrulanmış olur (hem kapitalistlerden oluşan, hem de “sosyalist” bir toplum! Emekçileri de açlık ve sefahatten öldürdüğü için toplumun bir kesimine felaket getirerek karamsarların da hatırını kırmamış olur) hem de, nüfus sorunu, çevre sorunu, sınıflar arası çatışma, burjuvazinin yok olma korkusu gibi kapitalizmin kronik dertleri de ortadan kalkmış olur!
Evet, durumu biraz karikatürleştiğimizin farkındayız, ama teknolojistlerin tezlerine tümüyle sadık kalarak çizilen mantıklı bir resimdir bu. Eğer sorunu bu bölümün başında sözünü ettiğimiz “bilim kurgucu” şarlatanlar gibi ele almazsak, teknolojistlerin kuramlarından başka türde bir toplum tasarımı çıkarmakta olanaksızdır.
Marksistlerin bilim ve teknolojideki gelişmenin bir ürünü olarak robotların üretime sokulmasına bakışı bütün teknolojistlerden farklıdır ve sorunu yaşayan bugünkü kapitalist toplumun çelişkileriyle ve onun çelişik yapısı içinde değerlendirirler. Kapitalist üretimin yönlendirici öğesi kâr olduğuna göre kapitalistin, kârın tek kaynağı olan canlı emekten vazgeçmesi düşünülmez. Bu yüzden de robotların kapitalizm koşullarında üretime sokulmalarının bir sınırı vardır ve bu sınır kârın azalma eğilimi ile belirlenir. Öte yandan eşitsiz gelişim yasası kapitalist tekeller ve kapitalist ülkeler arasındaki çelişmeleri de kesinleştirir; dünyadaki doğal kaynakların talanını ve emekçi sınıfların üstündeki sömürüyü yoğunlaştırır. Bu durum ise; emperyalist kapitalist ülkeler kendi arasındaki, kapitalist ülkeler ile geri ülkeler arasındaki çatışmayı, daha da önemlisi proletarya başta olmak üzere emekçi sınıflarla burjuvazi arasındaki çatışmayı şiddetlendirir. Yani robot kullanımı kapitalizm koşullarında daha ekonomik sınırlarına bile varmadan kapitalist-toplumun bünyesinde yaratacağı çelişkiler tarafından kapitalizmi ortadan kaldıracak güçleri ayağa kaldıracak bir etken olarak görünüyor. Teknolojistlerin böyle bir patlamaya karşı öne sürdükleri seçenek ise bugüne kadarki uygulamalar ve kapitalizmin niteliği göz önüne alındığında hiç de tutarlı görülmüyor. Onlar diyorlar ki, ortaya çıkacak işsizlik sorunu (yani devasa işsizler ordusu) işsizlik fonlarının artırılması ve iş saatlerinin kısaltmasıyla önlenebilir. Ama yaşananlar (ve tekelciliğin azami kâr amacı) hiç de böyle olduğunu göstermiyor: Kapitalist ülkelerde bugün uygulanmakta olan işsizlik sigortası fonları, geri ülkelerdeki yaldızlı reklamlara karşın son derece sınırlı bir sigortadır ve % 5-10 gibi işsizlik koşullarında; ve daha da önemlisi bir süre sonra yeni bir iş bulma umudu olan işsizler içindir. Bu çerçevede bir anlamı vardır, işsizler ordusunun, artık iş bulma umudu olmayan yüz milyonlarca işçinin bu fonlara bağlanması, bu yolla “sosyal adaletin sağlanması” düşüncesi elbette ki hiç inanılır gibi değildir.
Hele kapitalistler bugün bile her ekonomik bunalımda işsizlik ve benzeri sosyal fonlardan yapılan kesintilerle sistemi ayakta tutmaya çalıştıkları düşünülürse, bu fonların robotun ortaya çıkacağı işsiz yığınlarını besleyeceği iddiasının hepten hayal olduğu daha iyi anlaşılır.
Aynı biçimde yeni teknolojilerin “boş vakit” yaratarak toplumun özgürleşmesini sağlayacağı da hayaldir. Gerçektende, bilim ve teknolojik gelişme toplumun özgürleşmesinin ekonomik temelini oluşturur. Ama bu kapitalizm koşulları altında sadece bir olanak olarak kalır. Nitekim kapitalizm çağı boyunca, iş saatlerinin kısaltılmasında her saniye büyük mücadeleler içinde elde edilebilmiştir. Bütün teknolojik ilerlemeye karşın kapitalistler kendi gönülleriyle iş saatlerinin kısaltılmasına asla yanaşmamışlardır. Bugün kapitalist ülkelerde gerekli çalışma zamanının birçok işkolunda haftada 7 saatin altına düştüğü halde kapitalistler haftalık çalışma zamanını 40 saatin altına düşünmemek için direniyorlar. 1985’de Almanya’da “35 saatlik iş haftası” için girişilen grevlerde burjuvazi taviz vermedi. On binlerce işçinin haftalarca süren grevi başarısızlığa uğradı.
Burjuva ve revizyonist ideologların, yeni teknolojileri üretime sokan burjuvazinin barışçıl yoldan sosyalizme geçmenin koşullarını hazırladığı, ya da sonsuz bir bolluk içinde kapitalist toplum kuracağı konusundaki kuruntulan eğer saf dilce değilse (pek öyle görünmüyor) işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıfların mücadelesinin engellenmesine yönelik saldırılardır. Çünkü, şu günlerde en “barışçı” dönemini yaşayan kapitalist ve revizyonist sistem, barış propagandasına ara vermeden zora ve şiddete başvurmaktan da geri durmuyor. Dünya’da “ebedi barış”ın yolunu açtığı iddia edilen Malta Doruğu arkasından ABD’nin Panama’yı işgal etmesi, SB’nin Azerbaycan ve Tacikistan’a müdahaleleri iddia edilen barışın ne olduğunu gösteriyor. Demek ki barış, bu büyük sömürgeci devletlerin çıkarlarının bozulduğu yerde bitecektir. Yani dünya halkları, emperyalist sömürüye başkaldırmaz, köleliği kabul ederlerse, barış sürecek, ama bağımsızlık istediklerini de, emekçiler kapitalist sömürüyü reddettiklerinde barışı bozan taraf olarak cezalandırılacaklardır. Öyle görünüyor ki, bugün burjuva ve revizyonist ideologlar ve safdil aydınların “ebedi barışa giden yol” olarak” selamladıkları Malta’nın açtığı dönemin öncekinden farkı, emperyalistlerin halkları köleleştirme konusunda karşılıklı işbirliği içinde oldukları bir dönemdir. Asker sayısı, silahların sayısı vb. konusunda indirim yapma önerileri dev aynalarından propaganda ediliyor, ama öte yandan da daha az personelle kullanılan daha etkili silahların “hizmete sokulması”, daha az sayıyla daha etkili olacak birliklerin kurulması için çalışmalar da hızlandırılarak sürdürülüyor. Öyle anlaşılıyor ki, modern teknoloji ürünü araçlar ve robotlar diğer alanlardan çok daha fazla askeri amaçlar için kullanılıyor ve daha da kullanılacak. Öte yandan, tarih bize, ne zaman ki emperyalistler barış propagandasına hız vermişlerdir, bunu bir sis perdesi olarak kullanarak, savaş hazırlıklarına hız vermiş olduklarını gösteriyor. Bu tarihsel akışın bugün tersine dönmesi içinde hiç bir neden yok. Tersine, ekonomik alandaki savaş bütün şiddetiyle sürerken, siyasal planda karşılıklı ataklar (yöntemler değişik görünse de) sürerken, bugünkü emperyalistler arası barış gösterilerinin de çok uzun sürme şansı yoktur. Bütün veriler kısa bir süre sonra emperyalistler arası çatışmaların daha da kesinleşeceğini göstermektedir. Hele teknolojistlerin varsayımı gerçekleşirde, robotlar üretime büyük boyutlarda sokulursa, bu teknolojiyi önce kullanan bir kaç ülke, bütün geri kalan ülkeler aleyhine tekel kârlarını artıracak, bu da bir yandan emperyalistler arası, öte yandan da burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmeleri had safhada şiddetlendirecektir. Bu ise, yeni savaşlar, yıkım, sefalet demektir. Yani, kapitalizm koşullan altında üretici güçlerin sonsuzca gelişeceği, ebedi bir barış döneminin açılacağı, sömürünün tedricen azalarak ortadan kalkacağı vb. biçimindeki hayallerin bir kez daha barut ve kan kokusu altında yok alacağı demektir bu.
Burada burjuva liberal çevrelerin bir iddiasına daha değinmek gerekiyor. Kimi sendikalist ve reformcu çevrelerin, robotların üretime sokulması sonucu ortaya çıkan işsizlik sorunu vb. sorunlardan kalkarak bunun sınıfsal plandaki yansımalarını önlemek için öne sürdükleri “emek yoğun işletmelere” ağırlık verilmesi ve benzeri konusundaki isteklerini sanki Marksistlerin istekleri gibi ele alan liberal çevreler, buradan kalkarak, Marksistlerin kapitalizmin gelişmesinden korkarak bu tür öneriler öne sürdüğünü, gelişmiş teknolojilerin üretime sokulmasına karşı çıktıklarını iddia ediyorlar. Bu tümüyle çarpıtmadır, elbette Marksistler, emeğin verimliliği artması sonucu işçi sınıfının üstündeki sömürünün artışına karşı bir mücadele içinde olacaklardır, ama bunu yeni teknolojilerin üretime sokulmasını engelleyerek değil, tersine gerçekleşen üretimden emeğin payını artırarak, bunu sosyalizm için yürütülen mücadele için bir basamak sayarak yapacaklardır. İşsizlik, bunun yaratacağı sosyal patlamalar sorununda da Marksistlerin kapitalistlere bunların üstesinden gelmeleri için akıl öğretmek gibi bir sorunları yoktur. Bu görevi reformcular ve sendikacılar yeterince kendilerine dert ediniyorlar zaten. Marksistler için sorun, işsizliğin kaynaklarını teşhir etmek ve işsizliğin olmadığı bir toplum için işsiz yığınları da seferber etmektir. İşsizlik, bunun ortaya çıkaracağı sosyal, ekonomik ve siyasal sorunların üstesinden nasıl gelineceği sorunu (kapitalizmin koşulları altında) tamamen burjuvazinin sorunudur. Kapitalist tekel “kapitalistin varlığını gereksiz” hale getirdi, öyle görünüyor ki, robot teknolojisi kapitalistin varlığını sadece gereksiz değil saçma haline de getirecektir. Bu nedenledir ki, Marksistlerin ileri teknoloji ürünü makinaların üretime sokulmalarından endişe etmeleri için hiç bir neden yoktur. Bu korkuyu duyanlar, olsa olsa işçi sınıfı ve Marksizm’le ilgisi kapitalizm koşullarında işçi sınıfının durumunu kabul edilir bir düzeyde çıkarmakla sınırlı kalan reformculardır, gerçek Marksistler değil.
Yukarıdan beri söylenenler göz önüne alındığında: Bilim ve teknolojideki ilerlemenin toplumsal gelişmeden bağımsız, kendi başına, toplumun ilerlemesinde belirleyici bir role sahip olduğu tezi teknolojistlerin bir soyutlaması olup, sınıf mücadelesinin toplumsal gelişmenin temel itici gücü olduğu biçimindeki Marksist tezi gözden düşürmeye yönelik bir varsayımdır.
Bilimsel ve teknolojik ilerlemenin sonucu olarak, bazı üretim dallarında robotların kullanılmaya başlamasını abartan teknolojistler bundan “mantıksal” sonuçlar çıkararak, artık Marksizm’in geçersiz olduğu bir dönemin açıldığım iddia etmektedirler, kapitalist toplumun değer yasasının yön verdiği bir toplum olduğunu göz ardı ederek, tıpkı bu bölümün başında sözünü ettiğimiz “bilim kurgucular” gibi, kapitalist üretim ve toplumun çelişkili doğasını gözden saklamakta, emekçi sınıfları yanıltacak toplumsal “projeler” propaganda etmektedirler. Dahası, bilimsel ve teknolojik ilerlemenin ebedi bir barış dönemi açtığını, savaşların ve sınıf mücadelelerinin kapitalizm koşulları altında bir sorun olmaktan çıkacağını, çıktığını iddia ediyorlar.
Marksistler ise, bugün “robot teknolojisi” olarak adlandırılan teknolojik gelişmenin ürünü makinaların kapitalizm koşulları altında üretime sokulmasının kapitalist toplumun kendi yasalarıyla sınırlandığını, bu yüzden de, teknolojistlerin robotu proletaryanın alternatifi olarak sunarak, proletaryanın tarihsel rolünün ortadan kalktığı iddialarının “hayal kurgu” soyutlamalara dayandığını, robotun sunduğu olanakların gerçek olmasının, üretimin, bilimin, teknolojinin, insanın insanlaşmasının sınırsızca gelişebileceği, böyle bir gelişmeyi engelleyecek çelişmeleri bağrında taşımayacak sosyalizmde olabileceğini söylüyorlar. Marks’ın “Ne avcı, ne balıkçı, ne çoban ve ne de eleştirmen olmaksızın; sabah avlanıp, öğleden sonra balık tutabilmen; akşam hayvan yetiştirip, yemekten sonra eleştiri yapabilmelidir” diye tanımladığı komünist toplumun insanı ancak robot teknolojisinin bütün olanaklarını gerçekleştirebilir.
Yazımızın son bölümünü “Marksizm’i aşma” iddiasındaki “Marksistlerin” görüşlerinin eleştirisine ayıracağız.
(Sürecek)

KAYNAKÇA
(8) J. B. Bernal, Bilimler Tarihi, 2. cilt, s. 549, Sosyal Yayınlar.
(9) İLO İstatistiklerinden derleyen, Petrol-İş 87 Yıllığı, s. 186
(10) Fransa İşçilerinin Komünist Partisi Sendika Bülteni, sayı 14.
(11) Rakamlar, United States Bureau ol Labor Statistics, United States Department of Labor, Mar. 1985’ten aktarılmış. Aktaran Petrol-İş 86′ Yıllığı, s. 78
(12) Fransa İşçilerinin Komünist Partisi’nin Sendika Bülteni, sayı 14.

Nisan 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑