Bonn’daki basın toplantısında A.Kadir’in elinde silah yoktu, ama elindeki kalemi silah gibi tuttuğu bir gerçekti:
“Türkiye Gibi Bir Ülkede En Büyük Suç Faşizme Karşı Mücadele Etmemektir!”
Film gibi firar”ın yurt dışındaki Türkiyeliler arasında yankısı daha bir başkaydı. Günlerce konuşuldu ve herkes temkinli, suskun bir bekleyişin içine girdi. Cezaevinden çıktı ama bakalım A.Kadir ülkeden nasıl ve ne zaman çıkacaktı?
Bonn’daki basın toplantısını Hürriyet yurt dışı baskısında manşetten verince A.Kadir ile dayanışmada bulunan tüm yürekler, tüm okuyucuları adeta derin bir nefes aldılar ve kaçıştan sonra yarısını gizledikleri sevinçlerini açıkça ortaya koydular.
Alman Yeşiller Partisi’nin ve Uluslararası Yazarlar birliği olarak bilinen ve kısa adı PEN olan örgütün ortaklaşa düzenlediği basın toplantısında, Alman kadın yazar Angelika Mechtel de vardı. A. Kadir’in PEN’e üyeliğinde, cezaevlerindeyken bizzat yazışmaların sürdürülmesinde Angelika Mechtel çok çaba sarf etmişti. A. Kadir’in Almanya topraklarına geldiğine inanamayan dostlarından birisi de Angelika Mechtel’di. A. Kadir’in yurt dışına çıktığına inanamayan birisi daha vardı: Hürriyet gazetesinin yurt dışı muhabirlerinden Ahmet Külahçı. İnanamadığı o kadar belliydi ki, basın toplantısından sonra A. Kadir’den ricada bulunup bir kenara çekip çok yakından bakmak, konuşmak ve hatta resmini çekmek için uğraşıp durdu. (…)
Yurt dışından A. Kadir’e, okuyucularından büyük bir sempati ve dayanışma var. Daha önce kitaplarıyla tanıdıkları ve idam mahkûmu olduğu için belki de hiçbir zaman akıllarından bile geçirmedikleri, onu bir gün yurt dışında görmek, konuşmak, tartışmak ve sohbet etmek, mucize ya da hayal gibi bir şeydi. O nedenle de ona sevgi ve sempatilerini dile getiren birçok insan, “Olamaz bu, imkânsız! -Bu mucize gibi bir şey!- Gerçekten olsa olsa ancak filmlerde olur böyle şeyler” diyordu…
Yurt dışından devrimciler sadece A. Kadir’le değil, daha yüzlerce siyasi hükümlüyle yıllardan beri her türlü dayanışmanın içindeler. A. Kadir’le dayanışmada bulunanlar ve yazışmada bulunanlar ise, adeta onunla birlikte o nereye, hangi cezaevine gittiyse, onlar da oraya gittiler. Yalnız bırakmadılar. Aylarca mektuplarından haber alamayanlar oldu. Sağlığından haber bekleyen Türkiyeli ve diğer uluslardan anti-faşist ve devrimci oldu. Onu sordular hep…
A. Kadir’e bir basın toplantısı çok az geldi. Çünkü o kadar çok anlatacakları var ki.. Bunları herhalde önümüzdeki dönemde tüm Avrupa’yı adım adım dolaşmaya çıktığında anlatıp bitirebilir belki… Basın toplantısından sonra her adım başında, her duruşta anlattıklarının her biri bir basın toplantısına konu olacak şeyler.
Bu kadar zorluğa, hücreye, yokluğa, işkenceye, eziyete, tutsaklığa rağmen kendi deyimi ile “Çocuk yanıyla” hâlâ dinamik ve dipdiriydi A.Kadir. İnsanın aklına hemen, “Bu gücü, enerjiyi, bu dinamikliğini nereden alıyor bu insan” diye sorular geliyor… Morali de o denli yüksek ve yerinde. Otobüste, metroda, tramvayda, durakta durmadan anlatıyor A. Kadir. Bıkmak usanmak bilmeden. Sanki bunca yılın acısını çıkarırcasına ve gecikme yapmış trenin, gecikmesini aradan çıkarmak için, yani “tehir almak” için hızlı gittiği gibi, anlatıyor A.Kadir… Bunca söyleşinin arasında, bu konuşkanlığına takılıp kalıyoruz ve ona “Bak, bu konuşkanlığın yabancı dil öğrenme de işine yarar. Çünkü çok konuşkan olanlar bir yabancı dili biraz daha kolay öğrenebilirlermiş” diye takılıyoruz… A. Kadir ise, “Siz benim suskunluğumu hiç görmemişsiniz herhalde” deyip Ermenek Cezaevi’ndeki bir gecede soluğu Toros’ların havası kadar havayı bir solukta alıp veriyor. Bunun üzerine bir şey diyemiyoruz artık. Bir suskunluk… Ancak içimizden sessiz düşünüyoruz: “Bundan sonra sana susmak yok!”
Evet! Yurt dışında aramızda bir konuk var: A. Kadir KONUK.
Herkes hep birlikte, “Aramıza hoş geldin” diyor bu KONUK’a.
Yurtdışı temsilcimizin, Abdül Kadir Konuk’la yaptığı röportajı yayınlıyoruz:
Ö. DÜNYASI: Ne zaman, nerede ve nasıl tutuklandın? Sana yönelik suçlamalar nelerdi ve hangi suçlardan (!) hüküm giydin?
A. KONUK: 1982 Kasım’ının 26’sında İstanbul Rahmanlar’da bir inşaatta çalışırken gözaltına alındım. 7 Ocak 1983’te İzmir Sıkıyönetim 1 No’lu Mahkemesi tarafından tutuklandım. Hakkında tutuklama kararı Gültepe davası sırasında çıkarılmıştı.
1980 Ocak ve Şubat’ında İzmir’de işçi sınıfının yoğun bir hak direnişi gündeme gelmişti. Kamuoyunda Tariş direnişi olarak bilinen bu mücadelenin bir devamı olan GÜLTEPE olaylarını “yönlendirmek, halkı toplu isyana teşvik etmek, bir polisi öldürmek, banka soymak” ve “TDKP üyesi” olmakla suçlanarak İDAM talebi ile yargılamaya başlanıldı.
TEK-TİP elbise nedeniyle duruşmalardan atıldım. Dava bir bütün olarak başından sonuna kadar gıyabımda sürdü. Sanıksız süren bu duruşmalar sonucunda çıkarılan gerekçeli kararda, banka soygunu ve polis öldürme olayının delil yetersizliği nedeniyle sübuta ermediği belirtilerek 146/1’e uygun davranışlar içinde değerlendirilen “Toplu İsyan” idam için yeterli bulundu. Gerçekte idam cezası gözaltına alınışımdan çok önce verilmişti. Usulen yargılama yapıldı ve karar politik nedenlere dayalı biçimde kin ve intikam duygularını tatmin için onandı. Tek tip elbise uygulaması olmasaydı da aynı karar çıkardı. Çünkü “ilahlar kurban istiyordu.”
Ö. DÜNYASI: Abdülkadir, gerçi birçok okuyucumuz az ya da çok biliyordur, fakat sen bize, tutuklanışından kaçışma kadar olan yaşamının kısa özgeçmişini özetler misin?
A. KONUK: 9 ayrı cezaevinde 7 yıla yakın bir süre kaldım. Bu sürenin yaklaşık 5 yılını hücrelerde geçirdim ve yine bu süre içinde 10 sevk yaşadım. Biz bir grup idamlık olarak nedense özel bir uygulamaya tâbi tutulduk. Türkiye’de en çok gezdirilenler biz olduk. Bu nedenle de adımız bir bütün olarak “Buca takımı”na çıktı.
Az sayıda insanla birlikte yaşadığım bu 7 yılın bende müthiş güzellikte anıları kaldı. Bunların içinden bir ikisini seçmek istemiyorum. Onların hepsini bir gün halkımızın beğenisine sunacağım kuşkusuz. Acı-tatlı günlerimiz oldu. İki can dostumuzu sehpaya gönderdikleri anların hüznünü birkaç satırla anlatmak saygısızlık olur. Biz bir ekip olarak yaşadık.
Saygıya dayanan bir dostluğumuz vardı. Kuşkusuz kırgınlıklar, küskünlükler de oldu. Ama bunları aşmasını bildiğimizi sanıyorum. Ölüm karşısında bir dayanışmayı yaşadık. Çıkarsız, art düşüncesiz bir dayanışmaydı bu. Şimdi içerde olan hücre arkadaşlarımın da bu yargıma katılacaklarını sanıyorum. Üstümüzde şekillendirilmek istenen baskılara bu dostluğun gücü ve devrime olan inancımızla karşı çıktık. Başından sonuna kadar hiçbir yerde, hiçbir yaptırıma uymadık. Çabuk karar alabiliyorduk. Kimse grup çıkarlarını ön plana çıkarmadı. Orada çıkarımız birdi. Birlikte üzülmeyi, birlikte ağız dolusu gülmeyi becerebildik sanıyorum. Şimdi içeride olan hücre arkadaşlarımı bu nedenle özel olarak selamlamak istiyorum.
Ö. DÜNYASI: Türkiye zindanlarında bir idamlık yazar olarak, oradaki yaşamdan kısa kesitler sunman için bazı kavramlar söylense, “mektup, yaşamak, özgürlük, direniş, haber, yaşama sevinci, umut vb.” neler gelir geçerdi aklından?
A. KONUK: Cezaevinde çok sayıda insanla yazıştığım bilinen bir gerçek. Bunu iş olsun diye, ya da can sıkıntısından yapmadım. Bir “mektup-kolik” de değilim. Ama mektuplara özel bir önem verişimin nedenleri var. İdare ile kavgalarımdan çoğu da mektup yüzünden olmuştu zaten.
Dört duvarı delip çıkmanın, dış dünyayla bütünleşmenin, ses olup ulaşmanın, yeni dostluklar oluşturmanın bir yoluydu mektuplar. Onlarla çoğalıyor, onlardan bir ^şeyler öğreniyordum. Burjuvazi bizleri izole edip insanlardan soyutlamak için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Onlar bizim duvarlarla özdeşleşmemizi, yalnızlaşmamızı istiyorlardı. Tek kendini düşünen insanlar olmamızı sağlamak için didiniyorlardı. Oysa dışarıda gürül gürül bir yaşam akıyordu. Onun bir damlacığını bile içeriye taşıma özverisinde bulunanları yanıtsız bırakmak benim açımdan büyük bir terbiyesizlik olurdu.
Yazılan her mektubu bu nedenle yanıtsız bırakmadım. Kaçıştan sonra polis bana yazan herkesi yakalamış. İnsanları kokutmak, sindirmek istiyorlar. Ama insanların böyle ucuz manevralardan yılacağını hiç sanmıyorum.
Yaşamak sözcüğünün bizde anlamı hiç değişmedi. Çünkü biz onun “bir ağaç gibi”sini ve “bir orman gibi”sini çok iyi biliyorduk. Bizim için önemli olan ne kadar yaşanılacağı değil, nasıl yaşanıldığıydı. Devrimci inancımıza uygun olarak yaşadığımızı sanıyoruz. Yaşadığımız yerlerdeki görevliler bizi sevmeseler de saygı duymak zorunda kalıyorlardı. Bunu yıllar sonra oğlum tutuklanıp eskiden yattığım cezaevine konulduğunda daha yakından öğrenme olanağı buldum. Biz idama nikâhlıydık ama yaşama da delicesine sevdalı. Sevdamıza toz kondurmadık elbette.
İçerideki insanın özgürlüğü düşünmemesi olanaksız. Duvarları aşıp geçen bir böcek bile birçok şey anlatabiliyor insanlara. Ama kimsenin “ah vah” ettiğini de duymadım. İlkemiz vardı. “Koç gibi yatar aslan gibi çıkarız.” Kimse özgürlüğün birileri tarafından sunulmasını beklemiyor. O nasıl olsa elde edilecek. Ama er ama geç, ama ucuz, ama can pahasına. Bunu engelleyecek güç göremiyoruz.
En güzel sevdalar da içerde filizlendi. Koca koca adamların sevdayla kavrulması biraz tuhaf gibi geliyor ilk bakışta ama ne gam. Önemli olan öylesi bir yüreği taşımak ve o yüreğe dünyanın sevdasını yükleyebilmek. Az cesaret işi midir bu? Hele de vurgunların, terkedilmişliklerin, yalnızlıkların yaşandığı bir ortamda. İnsanlara “Hayyo” diye bağırmayı kim yasaklayabilir ki?
Ö. DÜNYASI: İlk iki kitabın peşpeşe yayınlandı ve önemli bir ilgi gördü. Üçüncüsü yayınlanmak üzere.. Cezaevinde başlayan Yazarlığın nasıl ortaya çıktı? Kitaplarınla ve yazarlığınla neyi hedefliyorsun?
A. KONUK: Yazılarımın ilk yayımlandığı dergiyi hücrelerde kendimiz çıkardık. Durduk yerde çıkan bu derginin adı çıkışına uygun olarak DURDUK YERDE oldu. TV’miz, radyomuz yoktu. Gecelerde dergiye yazılar hazırlıyor, çıkışını sabırsızlıkla bekliyorduk. Hepimiz yazıyorduk, çiziyorduk. Sonra hafta sonunda bir gece sabaha kadar değerlendirmesini yapıyorduk. Yaşamı onunla gırgır geçebilecek kadar ciddiye almanın ürünüydü. Durduk Yerde. Ölmesini bilenler üretmesini ve eğlenmesini de biliyorlardı. O dergilerden yaşama ilişkin birçok şeyi bulmak olanaklıydı.
Sonra ilk romanın planlan çıktı ortaya. Onu Burdur Cezaevi’nde tamamladım. Ardından ikincisi, geldi. Ve üçüncüsü. Şiirlerim, öykülerim hücre arkadaşı oldu hana. Bunları yazışta asıl amaç bir saldırı kampanyasına girişmiş olan “EylüIist”lere cılız da olsa bir yanıt verebilmekti. Amacıma ulaştığımı rahatlıkla söyleyebilirim şimdi. Devrimci sanat, devrimci edebiyat gökten zembille inmeyecek. Onu bu mücadelenin içinde yaşayanlar oluşturacak. Bir tutam tuzla katılabilenlere selam olsun.
Ö. DÜNYASI: Başarıyla sonuçlansa da, sonuçlanmasa da, 12 Eylül sonrası, “Zindanları delip kaçma”, “tünel kazma” ve ayrıca direnişler devrimci bir gelenek oldu artık. Delik deşik olmayan zindan kalmadı herhalde… Bu konuda neler düşünüyorsun?
A. KONUK: İçerde olup da kaçmayı aklından geçirmemek olanaklı mı? Elbette insanlar bunun yollarını hep düşünüp araştıracak. Kaçmak bir tutkudur. Afrodit’e sevdalanmak gibi bir şey bu. Ulaşılması güç ama alabildiğine heyecanlı. Bilinir ki Alkadraz’dan kaçıldı. Koşullar bir araya geldiğinde her yerden de kaçılacak. İnsanlarımız “sonuna kadar yatmak” için kimseye namus sözü vermedi. Ayrıca insanlar ustalaştılar. Dışarıda yaşayanların aklının ucundan bile geçmeyecek yöntemleri var onların. Bunun engellenebileceğini hiç sanmıyorum.
Ö. DÜNYASI: Yurt dışına çıkar çıkmaz çeşitli kuruluşlar (Uluslararası Af Örgütü, PEN, Yeşiller vb.), senin kaçışınla ilgili nasıl bir tavır takındılar? Yurt dışından dayanışmanın önemi konusunda neler düşünüyorsun?
A. KONUK: Yurt dışına çıkışımdan sonra uluslararası kuruluşların sıcak desteğini gördüm, yaşadım. Aİ, PEN, YEŞİLLER ve Alman devrimcileri, demokratları dostluklarını esirgemediler. Onlara burada da teşekkür etmek istiyorum. Bu arada “Hürriyet” oyununu oynadı yine. Sanki biz bürosuna gitmişiz ya da o bizi bulmuş gibi yazdı. Oysa PEN ve YEŞİLLER’in ortak düzenlediği basın toplantısından almıştı haberi.
Yurt dışında daha sıcak dostlukların oluşturulması olanaklı. Sadece faydacı anlayışları mahkûm etmek gerekir, diye düşünüyorum.
Ö. DÜNYASI: Burjuva basını kaçışınla ilgili olarak üst üste bir -iki gün şaşkınlığını ve kaçışın ustaca organizesiyle ilgili olarak da “hayranlığını” istemeyerek de olsa birinci sayfada ve manşetten verdiler: “Film gibi kaçış – Korkunç firar – Görülmedik firar” vb… Kaçışınla ilgili olarak neler söylemek istiyorsun? Kaçış sırasında neler gelip geçti aklından, ne tür duygular vardı içinde?
A. KONUK: Kaçışımla ilgili şunları söylemek istiyorum.
FİRAR -Bir idam mahkûmu kaçtı-
Adam kaçtı
Tutun! Tutun!
Kementlerle beklediler de
geceler boyu
Tutup bir kere olsun
ağız tadıyla
sıkamadılar boynunu.
Adam kaçtı
Tutun! Tutun
Salyaları kaldı dudaklarında.
Adamda da kabahat
İnsan kaçarken
bir haber verir
Böyle güle güle
bozmaz oyunu.
Kaçış sırasında aklıma neler geldi? O anda sadece eylemi düşünüyordum. Ve tabii yoldaşlarımı. Her şey çok kısa bir sürede olupbitti. Yüreğim coşkuyla çıldırdı adeta. Sarılıp öpmek istedim hepsini, olmadı. Planda öpüşme sahnesi yoktu. Ama sözümüz var, bir gün bir “limonlu çorba” içeceğiz mutlaka. Böylesi güzel bir anda heyecanlanmadım desem yalan olur. Ama bu heyecan eylemin güzelliği ve başarısından kaynaklanıyordu. Orada ölmek de vardı ve ne ben ne de gelenler bunu aklımızın köşesinden bile geçirmiyorduk. Çünkü ölülerimiz oldukça pahalıya mal olacaktı.
Ö.DÜNYASI: Özgürlüğüne kavuşup, ayağım toprağa basınca neler hissettin?
A. KONUK: Ayaklarım şaşırdı önce. Kendimi koskoca bir boşluğun bir gürültü tufanının içinde buldum birden. Her şey o kadar güzeldi ki… Taşları tekmelemek, yumuşak toprağa basmak… Gökyüzünü alabildiğine görmek… Duvar yok, kilit yok yürü ha yürü… Bunca sevinç sarhoş eder elbette insanı. Akşama kadar durup durup güldüm bu yüzden. Bizimkiler kendilerinden o denli emin gelmişler ki evde yemek tam saatinde konmuş sofraya. Kapıyı açan arkadaş “geç kaldınız” deyince gülmemek elde mi? Sanki çarşıdan geliyoruz. O kadar emin. Bu inanca söylenecek söz var mı?
Ö.DÜNYASI: “İki mektup aldığım gün, hücremde o gün üç kişi oluyordum” diyorsun. Haberleşme, yazışma dışarıdaki yaşama katılma herhalde her zaman vazgeçemediğin uğraşın ve en büyük özlemin oldu. Şimdi bu konuda neler düşünüyorsun?
A. KONUK: Şimdi de koşullarım uygun hale gelince ben içeri yazacağım. Onları mektuba boğacağım demiyorum ama vefasızlık da yapmayacağım. Çünkü sesimle söyleşilerine katılmak bir saatlik olsun konukları olmak, dostluklarının sıcaklığını hissetmek az şey değil. Onları seviyorum ve bu hep böyle sürecek. Bir tek sorunum var. Yazıştığım insanların çoğunun adresleri yok elimde. Onların beni bağışlamalarını diliyorum.
Ö. DÜNYASI: “Girdiğim günden itibaren, hiçbir zaman dört duvarı kabullenemedim. Her zaman kapı açılacak ve kaçıp gideceğim bir gün mutlaka” diye düşündüğünü, o umutla yaşadığını söylüyorsun. Tüm cezaevlerinde bu umudu nasıl duyup yaşadın, bu konuda neler yaptın, ya da yaptınız, yapmaya çalıştınız?
A. KONUK: Cezaevlerine alışmadım. Alışmak için de hiçbir çabam olmadı. Yatmasına yattık ama zorunluluktandı bu. Hiç kimse de gönüllü yatmıyor zaten, içerde en kötü şey, ortamı kanıksamak, yani alışmak. Monotonluğa kapılıp gitmek. Bu durum insanı duyarsızlaştırıyor. Yavaş yavaş ölümdür bu. Cezaevinin bedensel çürütmesine beyinsel çürümeyi de eklemektir. Hele de insan inancını yitirmeye başlamışsa, umutsuzluğa kapılmışsa o duvarlarla bütünleşip yiter gider kolayca.
Mücadeleden umudumdan yana hiç kuşkuya düşmedim. Hep öğrenmeye çalıştım karınca kararınca. Her fırsatta kendimi yeniden üretmeye çalıştım. Çocuk yanımı korudum bir de…
Ö. DÜNYASI: Yazarlık ve kitapların konusunda Özgürlük Dünyası olarak ilerde ayrı bir söyleşi yapmayı düşünüyoruz ve mutlaka yapacağız da. Ama bugün sana bu konudaki ileriye yönelik düşünce ya da tasarılarını sormak istiyoruz. Neler yapmak istiyorsun bu konuda?
A. KONUK: Elbette yazmaya devam edeceğim, ediyorum da. Şiirlerimi zaman zaman derginize de göndermeyi düşünüyorum. Yazma konusunda birçok tasarım var. Bunları gerçekleştirebilecek ortama da sahibim artık. Tembellik için geçerli hiçbir neden yok. Şu anda bir şiir kitabının hazırlıkları içindeyim. Kitaplarımdan ÇÖZÜLME’nin iki yabancı dile çevirisi yapılıyor. Yurt dışında yayınlanan dergilerle ilişki kurmaya çalışıyorum. Ülkede bana bu olanağı sağlayacak dergilere de yazacağım. Yıllarca bu anı bekledim ve şimdi bunu değerlendirmek benim görevim.
Ö. DÜNYASI: İçerideyken çeşitli basın organlarında “TDKP’nin üçe bölündüğü, yok olduğu” şeklindeki çıkan haberleri duymuş olmalısın. Bu haberleri, dışarı çıktıktan sonra nasıl değerlendiriyorsun?
A. KONUK: Görülmüş hesapları yeniden ele almanın hiçbir yararı yoktur. Dönem kendi posasını döktü, hepsi bu. Partimizin savaşçı, direşken bir parti olarak ayakta kaldığını bugün herkes kendi sıcak yaşamı içinde görüyor. Tasfiyecilik bazılarının alnında kara bir leke olarak yaşamları boyu kalacak elbette. Ancak onlar bugün Parti için hiçbir anlam ifade etmiyor artık. Kendi çadırlarının altında göçebe olarak yaşayıp yok olacaklarını da biliyorlar. Oysa sınıfın bağrında gelişip güçlenen TDKP geleceği, güzel günleri bugün de temsil ediyor, gelecekte de edecek.
Ö. DUNYASI: Ö.Dünyası aracılığı ile, okuyucularımıza, özellikle cezaevlerindeki okuyucularımıza, tabii ki kitaplarının okuyucularına da iletmek istediğin, söylemek istediğin bir şey var mı?
A. KONUK: Mücadelenin içinde yer alan, bağımsızlık demokrasi ve sosyalizm mücadelesini ilke edinmiş, içeride ya da dışarıda kim olursa olsun hepsini, bir bütün olarak halkımızı yürekten seviyor, selamlıyorum. Bana hep yaşam sevinci sunan kızlarımızı, oğullarımızı, ufacık, ele avuca sığmaz geleceğimiz olan çocuklarımızı çok öpüyorum ve ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’na başarılar diliyorum.
Son bir söz:
Bu söyleşide belki “iri” laflar arayanlar olacak. Bir eski sözü anımsatmayı yeterli buluyorum.
“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.” teşekkür ediyorum.
Ö. DÜNYASI: Abdül Kadir, bu seninle ilk söyleşimiz, ama elbette son söyleşi olmayacak… Söyleşimizin sonuna geldik. Çalışmalarında başarılar diliyoruz…
Ağustos 1989