Aydınlık revizyonizminin bugünkü sesi Saçak, 65. sayısında “TİKP Muhasebesi” adı altında bir belge yayınladı. Belgede, Aydınlık-TİKP’in genel bir değerlendirmesini yapma iddiasında, hem de “olumluluklar” ya da “aktif”e yalnızca değinildiği, esas vurgulanan ve üzerinde durulanın olumsuzluklar ya da “pasif” olduğu yazılıyor. Belge, “özeleştiri” olarak ileri sürülüyor.
“Muhasebe”de hemen yalnızca tek bir “hata”nın sözü ediliyor: “TİKP’in bütün hatalarının düğümlendiği nokta, ‘milli çelişmeyi esas alarak cepheyi Sovyetler Birliği’nden gelen tehdide dönmek’ biçiminde mevzilenmenin saptanmasıdır… (TİKP) milli çelişmenin baş çelişme olduğu yanlış saptamasından hareketle, cephenin dışa döndürülmesini benimsedi. Dünya savaşının artık kaçınılmaz hale geldiği tespitinden ve Türkiye’nin konumundan hareketle, ‘milli bağımsızlığı korumak ve yurt savunmasına hazırlanmak’ biçiminde yanlış bir merkezi görev saptadı. Saçak’ın saptadığı yanlışlık bu. Ve doğal ki bu “muhasebe” aynı “pazar”ı paylaşmak durumunda olanlarca, ideolojik-politik çoğulculuğu, çok-renklilik ve çok-kanatlılığı, burjuva demokrasisinin “sosyalist demokrasi” adına savunuculuğunu, liberalizmi, proletarya diktatörlüğü ve devrimci şiddet karşıtlığını, Trotskizmi, Leninizm’in eskidiği ve yetersizliği fikrini ve Stalin düşmanlığını esas alan, yeni bir reformcu legalist aydın partisi girişiminde olan bir tür sosyal demokrat yönelimlerce, Ertuğrul Kürkçü’nün ağzından “vergi kaçırmak için yapılmış bir muhasebe” şeklinde nitelendiriyor. Doğru: “aktif” ve “pasif”leri ele alış biçimiyle Saçak “muhasebesi”, “vergi kaçırma” niteliğiyle tanımlanabilir. Ama bu tanımlama, onu yapanları şu sorunun muhatabı olmaktan kurtaramıyor: Sizin, Sovyetler Birliği’ni revizyonizm ve sosyal emperyalizmle “eleştiren”, ama bu sorunu, Türkiye’nin hayati sorunlarım değil, Sovyet tarihini ilgilendiren bir sorun olarak gören, “Sovyetler sosyalisttir” diyenlere ayrılık nedeni saymayan D. Perinçek ve Aydınlıkçılardan ne farkınız var? Demokratlıksa demokratlık, parlamentarizmse parlamentarizm, legalizm, kanatlı-parti, ilkesiz birlikçilik, anayasal düzeni esas alma, mülksüzleştirme ve kapitalizmin tasfiyesine karşıtlık, diktatörlük fikrine düşmanlık, sınıf uzlaşmacılığı… Farkın, TİKP’in devlet savunuculuğunda oldukça açık davranması ve uç noktaya gitmesi, bu tutumu “sahte solcu” dediği devrimcilere yönelik ihbarcılıkla birleştirmiş olmasında olduğu söylenebilir. Sosyal emperyalizm konusunu ve Saçak’ın “özeleştiri”sini yaptığı Sovyetleri esas düşman görme “yanlışı”nı bir yana bırakın ve Aydınlıkçılarla farkınızı ortaya koyun. Ortaya koyacak pek bir şey bulamayacaksınız. Teorik görüşlerinizde, programatik sorunlarda köklü bir anlaşma içinde olduğunuzu göreceksiniz. “40 yıllık PDA’cı” Halil Berktay, ve Oral Çalışlar’la birlikte olmaktan kaçınmıyorsunuz, olabiliyorsunuz. Hem de ideolojik olarak daha geri bir konuma savrulmuşken! Ve onların D. Perinçek’ten başlıca farkları, Sovyetler Birliği’ni sosyal emperyalist olarak nitelemekten vazgeçmiş oluşlarıdır. Farkınız, işte bu noktada; yoksa temel teorik tezlerinizde değil, bunlarda anlaşma ve birlik halindesiniz. Laf yarıştırmak ve karşılıklı “kişilik” açıklamalarıyla bildiriler yayınlamak dışında temel eleştirileriniz varsa yöneltin.
Öte yandan, Aydınlık-Saçak “muhasebesi”nin “vergi kaçırıcı”, sahte niteliği kanıtlayın uzun çabaları gereksinmiyor. Saçak “muhasebesi”, eski Aydınlık-TİKP çizgisinin “baş çelişme”- baş düşman-merkezi görev saptaması dışında devamını savunmakta ve vurgulamaktadır. “Muhasebe”ye göre, “TİKP’in 1978 yılında ilan ettiği program, ‘Temel İlkeler’ ve ‘Milli Demokratik Devrim’ başlıklarını taşıyan bölümlerinde, genel ideolojik çizgi, sosyalizmin kuruluşu ve Milli Demokratik Devrim programı konularında devrimci esaslardan oluşuyor.” Açık açık devlet ve ordu savunuculuğu yapmış ve bu savunuculuğunu onlara karşı mücadele içindeki devrimcileri ihbara ve katletmeye dek vardırmış bir partinin programının “devrimci esaslardan oluştuğu” iddiası ancak kargaları güldürür. Devlet savunuculuğunun özeleştirisi olur mu, yapılsa geçerli midir ve barikatın ötesinde yer almış bir akım böyle bir özeleştiri yapabilir mi -aynı sorun; ama Aydınlık-TİKP, başlıca bu konuyu kapsayan bir “muhasebe” yapmadıkça, liberal reformcular bir yana, hiçbir devrimci, piyasaya sürülen “belgeler”e dönüp bakmayacaktır bile. İstisnası olmaz mı? Olur, ve var da. Bazı “demokrasi” ve çoğulculuk düşkünleri, kanatlı parti ve sahte birlikçilik hayranları, D. Perinçek’in ustaca manevralarından da etkilenerek dönüp Aydınlıkçılara bakma ve onlara hesaba katma eğilimindeler. Gorbaçov’un estirdiği rüzgârlardan kaynaklanan “her türlü düşünceye söz hakkı” liberalizmi ve anti-Sovyet, “anti-komünist” olduğunu açıkça ortaya koyan eski sosyal demokrat ve hatta dinci akım ve partilerle -Polonya’da olduğu gibi- birleşme belkemiksizliği, soyut demokrasi, burjuva demokrasisi savunuculuğuyla birlikte moda şimdi. Bu moda, D. Perinçek’e manevra alanı sağladığı gibi, işini de kolaylaştırıyor. Polonya’nın yeni Katolik başbakanının ellerine sarılanlar, onu ve onunla birliği kabullenenler, niçin ellerini D. Perinçek’e uzatmasınlar. Gorbaçov’u, Gorbaçovculuğu onaylayanlar ya da ondan güçlüce etkilenenler, sonunda Perinçek’i de içlerine sindirirler, şimdiden “40 yıllık” arkadaşlarım sindirdiler bile. Anti-Sovyet ya da anti-“sosyalist” olmak önem taşımadan bir “Avrupa Ortak Evi” oluşturulacak, “sosyalizmle” kapitalizm bütünleşecek, entegrasyona gidilecek Gorbaçov’un önerisi bu, iş bu noktaya vardırıldı, gelişmeler bu noktada. Ve bu noktadayken, Perinçek’in anti-Sovyet tutumunun önemi mi olur, hem de o bu tutumunu “birlikçilik” uğruna, neredeyse terk etme derecesinde yumuşatmışken… “TKP, TİP, TSİP’i halk güçleri içinde görüyoruz” noktasına gelmişken.. “Sovyetlere sosyalist diyenlerle birleşebilirim” derken, “bu ayrılık nedeni belli değil” derken. “Sovyet tarihine ilişkin bir sorun, Türkiye’nin hayatı sorunlarının bu yüzden kenara itilmesini, bir cinayet olarak görüyorum.” (Saçak, sayı 60) derken…
D. Perinçek ve Aydınlıkçılara eskisinden farklı gözle bakma ve en azından hayırhah bir tutum takınma eğilimi, yalnızca gıdasını Gorbaçov’dan alan “demokrasi” düşkünleriyle sınırlı değil. Garbis Altınoğlu, “1978-80 döneminde nesnel olarak siyasal gericiliğin bir parçası durumuna gelmiş bulunan Aydınlık çevresinin son yıllarda, sınırlı da olsa, olumlu yönde adımlar attığı”nı (Ö. Dünyası, s. 6, sf. 23) düşünüyor. Yeni Demokrasi’nin Aydınlık revizyonizmine ilişkin yeni düşüncesi ise, onun devrimin yanında yer aldığını söylemeye varacak bir olumlu değerlendirmeye dönüşmüş durumda: “Birileri (Aydınlık-ÖD) geçmişinde devrime ve devrim güçlerine karşı konumlanmış ve şu anda bize göre tutarlı ve inandırıcı olmasa da bir fiili durumla devrimin yanında yer alıyorsa, bizim yapmamız gereken, bu çabayı geliştirmek ve onların olumsuz geçmişinden kopmasına yardımcı olmaktır. Devrimin ‘kazanma’, olmuyorsa, ‘tarafsızlaştırma’ siyaseti bunu gerektirir.” (Y. Demokrasi, Eylül, sf. 21).
Bu değerlendirmeler nereden kaynaklanıyor, hangi değişikliklerden hareketle yapılıyor? Köken birliğinden mi? Y. Demokrasi için geçerli olmak üzere Maocu ortak temelden mi? Altınoğlu açısından Maocu etkilerin devamından mı? Burada, Mao’nun, düşmanları bile kazanma tutumunun bir rolü olduğu düşünülebilir, “yüz fikir yarışsın” liberalizminin de. Ortak teorik temel önemlidir. Aydınlık bu teorik temelden hareketle bir uç noktaya, aşırı sağa savrulmuştu; Sovyet sosyal emperyalizmine karşı herkesle birlik noktasına varmıştı, diğer emperyalistlerle, gerici burjuvaziyle, devletle… Yeni Demokrasi geleneği, Sovyet emperyalizminin baş düşmanı durumuna geldiğini saptamıyordu, ama örneğin bu savaş çıksa, barış cephesi, saldırgan olanı dışında tüm emperyalistleri ve uşaklarını kapsayacaktı; onları savaşın çıkmaması “kurtardı”. Teorik yaklaşımları Aydınlıkçılarla ortaktı, ama somut durum değerlendirmesinde ayrılıyorlardı. “Sovyet emperyalizmi esas saldırgandır” saptamasını yapsalar benzer bir siyaset yürüteceklerdi, bunu yazıyorlardı. Şimdi Aydınlıkçılar bu saptamaların yanlışlığını belirttiklerine göre, olumlu bir gelişme aranmalıydı! Maocu teorik temelin yakınlaştırıcı bir rolü olduğuna kuşku yok. Ancak, olumlu yaklaşım bununla izah edilemez.
Aydınlık revizyonizmi ve değişmez “milli şefi” D. Perinçek, göz boyamakta, gerici düşüncelerini güzel ambalajlar içinde sunmada, kendini olduğundan farklı göstermede ve bunun için manevralar çevirmede ustalaşmıştır. Devrimin ve devrimciliğin gerektirdiği tutumlar alma dışında, o zaman ve koşulların gerektirdiği tutumları geliştirecek “esneklik”tedir. Son iki örnek; Gorbaçovculuk karşısında yaklaşık iki yıl süren bir suskunluk ve üstü görece örtülü olumlama sürecinde durumu ve gelişmeleri gözleme sonrasında, gidiş yönünü saptama ustalığını göstermesi ve Gorbaçov eleştirisine başlaması ve ikincisi, birkaç yıl öncesine dek milli ekonomiyi, istikrarı, bunun için Evren’i bile içine dâhil edecek şekilde “milli çözümler”i savunmaktan, bunları savunmayı ikinci plana iterek “kriz” ve buna dayalı siyasetler izlemeye yönelmesidir.
Toplum ve toplumsal muhalefet radikalleştikçe, artık istikrar savunusu primi yapmamaya başladıkça, “devrimci” görüntü verme ihtiyacı onu “kriz” edebiyatına götürmektedir ve sanki istikrar arayan başkasıymış gibi, şimdi “emekten yana çözümler” sözü edilmektedir. Ama kuşku yok, “emekten yana çözümler”, anayasal çözümlerdir ve burjuvaziyle uzlaşma içinde DYP, SHP vb. ile birlikte elde edilecek çözümlerdir.
D. Perinçek manevralar çevirmekte, şu görüşü savunmaktan bu görüşü savunmaya geçmektedir, ama herhangi biri devrimci amaçlardan kaynaklanmamakta ve devrime hizmet etmemektedir.
Son propagandif saptamaları devrimcilerle reformcuların saflaşmakta olduğu ve saflaşması gerektiğine ilişkindir. Türkiye’de beyle bir saflaşma yaşanmaktadır, ancak devrim safında yer alamayacakların en başında gelenlerin içinde D. Perinçek ve Aydınlık’ı sayılabilir. Devrim nerede, Aydınlık nerede?
Ama her şeye rağmen, D. Perinçek’in hakkını vermek gerekiyor. O, bir ustadır, sahtecilik ustası, göz boyama ustası. Burjuva siyasetin nasıl yapılacağım ve insanların nasıl etkileneceğini biliyor. 2000’e Doğru dergisiyle birçok inşam, bu arada çeşitli devrimci grupları etkilemektedir. Nasıl? Bugün için kendisine zarar getirmeyecek ya da görece göğüslenebilir zararlarla atlatılabilecek konularda prim yapacak ve devrimci görüntü verecek yayınlar yapıyor.
Kürt sorununu işliyor, PKK’dan söz ediyor, baskı ve zulmü ortaya koyan yazılar yayınlıyor. Kimse, bu durumu ortaya koyan SHP’li ve hatta ANAP’lılar bile olduğunu görmüyor, düşünmüyor. Yine kimse 2000’e Doğru’nun temel tutumunun “emperyalistlerin ülkeyi bölme isteklerine karşı birliğin savunulması”, bugünkü statükonun savunulması olduğuna dikkat etmiyor. 2000’e Doğru’nun yayınlarının egemen sınıflara “havuç politikasıyla”, reformlarla, “demokratik” yöntemlerle ilhak ve işgallerini devam ettirmelerini öngören içeriğini yakalayamayanlar, “Aydınlıkçılar milli meselede ne kadar cesur davranıp sorunun üzerine gidiyor” diye düşünüyorlar. D. Perinçek, bu düşündürtmeyi başarıyor. Ve kendisinde “olumlu” değişiklikler buldurtuyor
Doğru olan, Perinçek ve Aydınlık revizyonizminin zaman zaman savunduğu farklı görüş ve siyasetlere saplanıp kalmamak, bu görüş ve siyasetlerinin gerçek içeriğine, her zaman aynı kalan idealist, sınıf uzlaşmacı, devletçi, gericilikle birleşen teorik temeline ve ikincisi O’nun pratiğine bakmaktır. Devrimci olanın savunmaktan vazgeçemeyeceği temel düşünceler vardır: Proletarya diktatörlüğü gibi, şiddete dayanan devrim fikri gibi, geçici uzlaşmalar olasılığını reddetmemekle birlikte “kanatları” arasında ayrım yapmadan emperyalizme, burjuvaziye ve gericiliğe karşı çıkmak ve “iç barışı”, sınıf uyumu ve barışını değil, sınıf mücadelesini savunmak gibi. Anavasal düzeni savunmak değil, bertaraf etmek gibi. Aydınlık ve “değişmez şefi” hangisini “savunuyor? Ve pratik. Ne yapılıyor? İşte burjuvazi, işte gericilik ve devleti. Karşı olanın yapacağı şeyler vardır. Ve bu, bin tane özeleştiri ya da “muhasebe”den daha önemlidir.
Aydınlık revizyonizmi ve D. Perinçek, yalnızca 80 öncesinde ihbarcılık yapmakla kalmadılar, Eylül mahkemelerinde Evren’i ve Eylül’ü savunmak değil tek olumsuzlukları ve hele “muhasebelerinde” belirttikleri durum saptaması “yanlışlıkları” hiç değil. Tüm bunların ve başka gerici düşünce ve tutumların kendisinden hareketle oluştuğu zemin gerici reformcu bir zemin.
D. Perinçek, 27 Mayıs sonrası kurulan ve kendisini burjuvaziye kabul ettirmede yine yeni kurulan AP ile yarışan ve içinde çoğunlukla toprak sahiplerinin toplandığı, Ekrem Alican’ın Yeni Türkiye Partisi’nden gelmedir. Siyasal geçmişi burjuva feodal gerici bir partiye kadar uzanmaktadır. Sonra TİP’de yer almış, anayasal demokratlıktan, parlamentarizm savunuculuğundan, sosyalizm adına liberal mevziini terk etmeden MDD ayrımıyla cuntacılığa yönelerek kendi grubunu örgütlemiştir.
D. Perinçek ve Aydınlık’ı, önce “asker-sivil aydın zümre”, sonra küçük burjuva devrimciliği tanımlamalarıyla iflah olmaz bir Kemalizm destekçisi olmuş, milliyetçi burjuva konumuna sıkıca sarılmıştır.
Uzun süre proletarya önderliğinin objektif koşullarının olmadığının ve devrimde önderliğin asker-sivil aydın zümre dediği Kemalist’lere, cuntacılara bırakılmasının propagandasını yapmış, cuntacılıkta M. Belli ve H. Kıvılcımlı ile birleşmiş ve onlara müritlik etmiş, daha sonra Maoculukta karar kılmıştır, önce Lin Biaocudur Aydınlık, sonra Deng’ci olmuştur. 27 Mayısçıdır, 61 Anayasası’nı kılavuz edinmiş, onun sınırlarını genişletmeyi başlıca sorun edinmiştir. Demokrasiyi kazanmak değil, savunmak Aydınlık’ın temel düşüncesi ve görevi olmuş, Erim ve “on birleri”nin “reformculuğu”nu desteklemiş, 12 Mart cuntasına gerçekleştirmesi için talepler sunmuş, Kıvılcımlı gibi onay vermiştir. Burjuva devlet ve orduyu savunmaktan hiçbir zaman vazgeçmeyen Aydınlık, bunu faşizmin savunuculuğuna dek ilerletmiş, kâh Ecevitçiliği ve parlamentarizmi, kâh 12 Eylülcüleri savunmuştur. Bugün parlamenter güçlerle “krize” çözüm bulma ve “emekçi çözümü” elde etme peşindedir. “Üç dünya teorisi” bu grubun gericiliğini derinleştiren bir rol oynamış, bugün “yanlış saptadık” dedikleri “baş çelişme” baş düşman ve merkezi görev tespitlerinin hatalı saptanması yanında gerici bir içerikle, burjuvazi ve gericiliğin desteklenmesi temelinde uygulamaya aktarılması, Aydınlığın genel burjuva, gerici, sınıf uzlaşmacı teori ve tutumunun yanı sıra bu teoriden kaynaklanmıştır. Ve “muhasebe” bu teoriyi bugün hâlâ doğru kabul etmektedir. Uzatmak gerekmiyor, Aydınlıkçılar ve onlarda “olumlu” yönelişler bulanlar, tek bir devrimci düşünce ve tutumunu göstersinler, yetineceğiz.
Aydınlık’ta hemen her şey bulunabilir, bulunamayacak tek şey, devrimci teori ve pratiktir.
Aydınlık-TİKP “muhasebesi”ni uzun uzun eleştirmeyeceğiz. İçinde Marksist-Leninistlerin de olduğu devrimci çevreler, O’nu en azından 15 yıldır eleştiriyor. “Muhasebe”, lütfen “iç çelişmenin esas olduğu tespitinde Halkın Kurtuluşu haklı çıktı” diyerek sorunun hallolacağını düşünüyor olmalı. Ne kolay! Sorun ön plana çıkan çelişmenin tespitinden mi ibaret? Ön plana çıkan çelişmeyi doğru tespit etmiş olsaydınız ne olacaktı? Diyelim ki, Sovyetler esas saldırgan ve savaşın esas kaynağıydı, diyelim ki doğru tespit etmiştiniz. Bu durumda Sovyetlere karşı olan herkesle birleşmek mi gerekecekti?
Ortaya atıp geliştirdiğiniz tüm gerici, burjuvazi ve karşı devrim destekçisi siyasetleriniz, NATO’da kalınmasını savunmanız, orduda yıkıcılığa karşı çıkmanız, “4. Ordu Sovyet sınırına” sloganınız, Avrupalı emperyalistlere verdiğiniz destek, yalnız Türkiye gericiliğini değil, tüm “üçüncü dünya” gericiliğini savunmanız, bu ülkelerin faşist, gerici egemenlerini dünya devriminin temel gücü varsayıp desteklemeniz ve ipe sapa gelmez diğer bir dizi gerici tez ve pratikleriniz doğru mu olacaktı? Siz Amerikan emperyalizmini bile barış güçleri arasına katıp onunla birleşmeyi hedefleme noktasına varacak kadar gericisiniz. Tüm bu gericilik, “baş çelişmeyi yanlış tespit ettik” demekle izah edilebilir mi? Yanlış tespit gericiliği mi gerektirir. Bir dizi devrimci grup yanlış tespitler yaptı, yapıyor, ama hiçbiri gericileşmedi, Amerikan emperyalizmi ve gerici burjuvazinin destekçiliğine yönelmedi. Sizin bu gericiliğiniz neden? Yanlış,”baş çelişki” tespitinden mi? Buna gülünür.
Hayır, sizin mayanız bozuk, siz sınıf ve ulusal uzlaşmacılığı meslek edindiniz. Teorik temeliniz gerici, uzlaşma üretiyor. Bir emperyalizm ya da gericiliğe dayanmadan diğerine karşı çıkmak yazmıyor kitabınızda. Her zaman emperyalistler ve gericiler arasında yapacak bir temelli ayrım buluyor ve birinden birinin destekçiliğine soyunuyorsunuz; ama hiçbir zaman herhangi bir emekçi kesimin sesi ve temsilcisi olarak, onların çıkarlarını savunarak bir bütün olarak emperyalizme ve gericiliğe, burjuvaziye karşı çıkmadınız, çıkmıyorsunuz. Ya Kemalist, ya Ecevitçi oluyorsunuz ya da cuntaları destekliyorsunuz. Hiçbir zaman emperyalistler ve gericiler, burjuva devlet karşısında emekçilerin çıkarlarını savunmak aklınıza gelmedi, zaten buna cesaretiniz de olmadı, olmuyor.
Bunun kaynağı, kuşkusuz sınıf tavrınız. Teorik temeli ise “baş çelişme” anlayışınız. Her daim bir çelişme buluyorsunuz çözmek için, bunda bir yanlışlık yok, ama tüm diğer çelişmelerin çözümünü buna tabi kılıyorsunuz. Bu, sonradan edindiğiniz bir Maocu teorik temel, eskiden Maocu olmadan da böyle yapıyordunuz, örneğin cuntacıyken. Bu teorik temel, bu “baş çelişme” anlayışı, Sovyetler baş düşman diyorsanız, Amerika’yla bile birleşmeyi, MHP baş düşman diyorsanız, AP ile birleşmeyi, hatta MHP’ye karşı Eylül’cülere bile destek vermeyi “doğru” kılıyor. Ve bu anlayışın yanlışlığına hiç değinmeden, “baş çelişme tespitini yanlış yaptık” deyip durumu idare edeceğinizi sanıyorsunuz. Bazılarının gözünü boyayabilirsiniz, ama herkes kör değil.
“Program, genel ideolojik çizgi, milli demokratik devrim programı devrimci esaslardan oluşuyor”muş! Niçin zorla kendinizi gülünç duruma düşürüyorsunuz?
Bu kez TİKP programı, Şefik Hüsnü bayrağım devraldığım söylemektedir Proletaryaya devrimde önderlik rolü biçmekten özenle kaçınan, ona ancak “zorlayıcı” ve “burjuvaziyi daha ileri gitmeye teşvik edici” bir rol veren Ş. Hüsnü Bayrağını…
O Ş. Hüsnü ki, “kapitalist olmayan yol” tezini modern revizyonistlerden yıllarca önce savunmuş, Kemalizm destekçiliğinin teorisini yapmış, Kemalist burjuvazinin, önceleri toplumsal devrim yapacağını sonra ise demokratik devrimi başarıyla tamamlayacağını iddia etmiş, 2. Dünya Savaşı içinde yalnızca Saraçoğlu hükümetini hedefleyen ve diğer tüm gerici güçlerle birleşmeyi görev edinen bir anti-faşist cephe önermiş, savaş sonrasında Amerikan emperyalizminin ülkeye demokrasi getirdiğini ileri sürmüş, Kürt sorununu kan ve ateşle çözmeye yönelen burjuvaziye açık destek vermiş, anayasal düzeni savunmuş, iflah olmaz bir sınıf uzlaşmacısı, legalist ve reformcudur. Ve TİKP, programına yazdığı Ş. Hüsnü bayrağının gerçekten hakkını vermiş, onu layıkıyla taşımıştır. Aydınlık çizgisi, Ş. Hüsnü çizgisinin doğrudan bir devamıdır, tüm reformcu gericiliğiyle…
TİKP programı ne genel olarak kapitalizmin ne de Türkiye kapitalizminin suçlanması ve karşıtlığını içermektedir. Kapitalizmin ürünü proletaryanın durumu, rolü ve niteliklerine ilişkin sözleri bile aramak boşunadır TİKP programında. Program yalnızca “işbirlikçiler”i eleştirir, kapitalizmi değil. Sınıfa karşı sınıf perspektifi, kapitalizm ve burjuvazi karşısında proletarya yoktur bu programda. Proletarya diktatörlüğü yoktur. Sözcük olarak bir “sınıfsız toplum” lafı geçmektedir yalnızca, ama nedir, nasıl ulaşılacaktır, bunun için ne yapmak gerekir, yoktur.
Sosyalizm ve sınıfsız toplum perspektifi yoktur, ne ideolojik-kültürel alanda, ne ekonomik alanda, ne ekonomik-sendikal alanda, ne de siyasal alanda. Demokratik devrim sosyalist görevlerin sözüne bile rastlanmamaktadır. Örneğin, emperyalist, feodal ve revizyonist (bundan da Sovyet emperyalizminin bir unsuru olarak söz ediliyor) kültür eleştirilmekte ama genel olarak burjuva kültürü üstün tutulmaktadır.
Anti-kapitalist sınıf sendikacılığı yoktur programda, sendika rekabetine karşıtlık vardır, Türk-İş, DİSK ve diğer sendikaların konumlarının kabulü vardır, işçilerin bu temelde eylem birliğinin savunulmasıyla yetinme vardır.
Burjuva devlet ve ordu değerlendirmesi programda olmadığı gibi, bürokratik militarist aygıtın şiddete dayanan devrim yoluyla parçalanması savunulmamaktadır. Bir “proletarya iktidarı” lafı vardır, ama bürokratik militarist aygıt parçalamadan kurulacaktır bu iktidar, herhalde cuntalar ya da parlamenter güçler aracılığıyla bürokrasi ve militarist aygıtın kademeleri kazanılarak. Avrupa “komünistlerinin” öngördüğü gibi! Türkiye ve PDA açısından iktidar sorununun somut şekillenişi, genel olarak kapitalizmi hedefleyen bir perspektife ve burjuva diktatörlüğünü, bürokratik militarist bir aygıtı kırıp parçalayarak devirme amacına sahip olmayan bir zemine oturmaktadır. Aydınlık-TİKP-Saçak revizyonizmi faşizme ve faşist diktatörlüğün devamına ses çıkarmamakta, onun anayasal koşullarını kabullenmekte, bu koşulların reformize edilmesi ve demokratizasyonunu, “demokrasinin sınırlarının genişletilmesini” öngörmekte, bu amaçla “en gerici güçlere”, örneğin MHP’ye karşı “en gerici” olmayan gerici güçlere verili diktatörlük ve anayasal koşullarda sağlanacak konsensüs ve kombinasyonlarla “dönüşümler” savunulmaktadır. -Bu tutum TKP’nin eski “ileri demokrasi” ya da bugünkü “demokratik ilerleme programı”ndan farklı olmadığı ortadadır.- En üç noktadaysa, Aydınlıkçı tutumun anlamı, devletin ulusallaştırması, burjuva devlet ve ordunun, sınıf niteliği değişmeden kalmak üzere ve bir kırıp parçalama konusu olmaksızın, ulusal sınıfların, milli burjuvazinin eline geçmesidir. Aydınlık, emperyalizm ve tekelci burjuvaziyle uzlaşmanın sınırlarını en olumlu durumda yine onlarla uzlaşma içinde olması kaçınılmaz milli burjuvazinin diktatörlüğünü öngörme noktasında zorlamaktadır. Bu anlayışını kanıtlayan Aydınlığın, TİKP’in mirasını sürdürdüğü ve uzun süre Aydınlık tarafından reklamı yapılan TİİKP belgelerinden:
“TİİKP ABD emperyalizminin Türkiye ordusu üzerindeki denetimiyle her alanda mücadele eder. Ordunun tam anlamıyla milli olmasını savunur”
“TİİKP, Rusya’nın beşinci kolu revizyonistlerin ve ABD uşağı faşistlerin ordudan temizlenmesini talep eder, bunların bütün halk ve silahlı kuvvetler içinde yaymaya çalıştığı milli teslimiyetçiliğe, yıkıcılığa ve pasifizme karşı kararlı bir mücadele yürütür, milli bağımsızlık ve karartı direniş ruhuyla Milli Kurtuluş Savaşımızın devrimci geleneklerini canlandırmak için çalışır.” (Aydınlık 83, s. 29-30, abç)
“Muhasebe”, “program, devrimci esaslardan oluşuyordu” diyordu ve Üstelik “TİKP… teori ve programında devlet, ordu, devrimin karakteri ve biçimi, enternasyonalizm gibi konularda temel devrimci kavrayışları korudu” diye de iddia ediyor. Kemalist, milliyetçi bir programın devlet ve ordu konularında doğruluğunun iddia edilmesi nasıl “vergi kaçırma” olarak nitelenmesin? “Türkiye ordusu” tanımlaması mı doğrudur ve enternasyonalisttir, ordunun millileştirilmesi talebi mi Marksist ve devrimcidir, devirmeden, biçimini değiştirmeyi öngörerek devrimcilik olur mu? Üstelik Aydınlıkçılara göre ordu militandı ama tam anlamıyla milli değildir, bu revizyonist ve faşistlerin ordudan temizlenmesiyle sağlanacaktır! Aygıt faşist değildir! Ve yine, üstelik bu biçim tartışmaları dışında sanki aygıtın sınıf niteliğinin dönüştürülmesi ve bunun için bir kırıp parçalama eylemi değildir. Ve sanki bu savunulmadan devrimci olunabilir! Ve açıkça yazıyorlar: “Biz yıkıcılığa karşıyız” diyorlar. Neyi tartışacaksın, Aydınlıkçılara devrimciliğin ne olduğunu izah etmeye çalışmak gereksiz… Milli bağımsızlık ruhuyla, bir zamanlar pek sevdikleri terimle “Kuvay-ı Milliye ruhuyla”, Milli Kurtuluş Savaşı’nın geleneklerini canlandıracak Kemalistlerdir, Aydınlıkçılar ve aynı Osmanlı ordusunun Kemal tarafından millileştirilmiş gibi “Türkiye Ordusu”nun millileştirilmesini öngörüyorlar. Ve bunu da “muhasebe”nin “pasifine dâhil etmeden, bugünkü saflaşma devrim mi-reform mu saflaşması diyorlar. Doğal ki kendilerini devrim safına koyuyorlar!
Peki, “doğru ve devrimciydi” dedikleri demokratik devrim programında “devrimci” iktidarı nasıl belirliyorlar, bu militarizme karşı çıkmayan yalnızca —o da en ileri noktasında— millileşme öngören “devrimci” (!) program sahipleri.
“TİKP… İşçi köylü ittifakına dayanan ve küçük burjuvaziyle milli burjuvazinin katıldığı demokratik halk iktidarını gerçekleştirir… Demokratik halk iktidarı… can ve mal güvenliğini gerçekleştirecektir.”! (Program, s. 19 ve 20).
Bu Maocu formülasyon, bir burjuva diktatörlüğü formülasyonudur, emperyalizmin uşaklarından arındırılmış milli bir burjuva diktatörlüğü formülasyonu. Burjuvaziyle proletaryanın bir ortak diktatörlüğü olanaksızdır, özel koşullarda kurulabilecek ve bir devlet tipi ya da biçimi olmayan halk cephesi hükümetlerinde, bu proletarya diktatörlüğüne geçiş hükümetlerinde burjuva ve proleter güçler birlikte yer alabilirler, ama bu uzlaşmaz karşıtlık halindeki sınıfların bir devlet iktidarında birlikte yer alması düşünülemez. Devlet ya da burjuvazinin ya da proletaryanın egemenlik aletidir. Demokratik işçi köylü diktatörlüğü, demokratik halk iktidarı, proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimidir ve bu iktidarda milli burjuvaziye yer yoktur. Ve zaten demokratik devrimin temel sorunu, köylülüğü burjuvazinin mi yoksa proletaryanın mı peşine takarak kendi iktidarlarını kuracakları sorunudur. Ya proletarya köylülüğü peşine takacak ve proletarya diktatörlüğünün özgül biçimi olan demokratik işçi köylü diktatörlüğünü kuracaktır ya da köylülüğü burjuvazi kazanacak ve kendi diktatörlüğünü gerçekleştirecektir. TİKP programıysa işçi ve köylüleri milli burjuvazinin yedeği varsaymakta, demokratik devrimin en temel sorununu, burjuvaziyle proletarya arasındaki hesaplaşma ve önderlik kapışmasını yok saymaktadır. Program iktidar sorunu devrimci esaslarda koymadığı gibi, proletarya önderliğini de reddetmektedir.
Ve nasıl oluyorsa devrimci olmaktadır! Üstelik “can ve mal güvenliği” konusunda devrimci bir iktidar adına garanti vererek
TİKP programına ilişkin bu düşünceler şimdi ortaya konmuyor, yeni değildir. Eleştiriler on yılın ötesinden yöneltiliyor, yöneltildi. Ve Saçak yazı kurulu “muhasebe” yaparken yöneltilmiş bu eleştirilerden habersiz değildir. Ama işine gelmiyor ve görmezden geliyor, öte yandan devrimcilik (!) iddiasından da vazgeçmiyor. Kimse kimseye devrimci diye paye vermez, devrimci, olunur. Sınıf konumunuz, karakteriniz elvermiyorsa, yapacak şey yok…
“Muhasebe”nin programatik bir diğer “doğru”su, üç dünya teorisidir: “TİKP’in benimsediği Üç Dünya Tahlili esas olarak doğruydu” (“Muhasebe”).
Hâlâ “üç dünya teorisinin” doğruluğundan söz edip ortalıkta devrimcilik iddiasıyla dolaşmanın âlemi var mı? O denli eleştirildi ki, üzerinde durmak gereksiz.
Değinelim: Bu teori, kapitalizmle sosyalizm arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı ve mücadeleyi esas almamakta, dünyayı milli ve daha çok gericiler, emperyalistler arası çelişmeler ekseninde döndürmektedir. Dünya devriminin uluslararası proletarya ve sosyalist ülkeden oluşan temel gücünün yerine gerici, faşist burjuva, geri ülkeleri, ezilen halklar ve uluslardan oluşan temel yedeklerinin yerine “2. dünya” denilen Avrupalı vb. emperyalistleri koymaktadır. Bu teori, baş düşmanlar dışındaki düşmanları düşman olmaktan çıkarmakta, onları devrimin güçleri olarak tanımlamakta ve tek tek ülkelerde Aydınlık’ın yaptığı gibi kendi burjuvazileriyle birliğe, sınıf mücadelesini tatile ve onları devirmekten vazgeçmeye yol açmaktadır. Bu teori, gerici emperyalist güçler arasındaki hesaplaşmanın ve bu hesaplaşmaya alet olmanın teorisidir; onu doğru kabul etmek ve savunmakla devrimci olmak, ikisi birlikte mümkün değildir. Ve üstelik ya bu teori doğrudur ve geri ülkelerin, bu arada Türkiye’nin burjuvazisi ve gericiliği dünya devriminin temel gücüdür, yine bu teoriye göre iki süper devlete karşı devrimci ve millicikonumdadır, bunun doğal sonucu bu ülkeler açısından milli çelişme ön plandadır, gericilerin iki süper devlete karşı mücadelesini –bu teoriye göre- desteklemek Aydınlık’ın boynunun borcu olacaktır; ya da milli çelişme “baş çelişme” değilse, bu teorinin geçerliliği kalmamaktadır. Seçin, beğenin! Manevralarla herkesin kandırılabileceğini sanmak, kendini pek akıllı başkalarınıysa tümüyle cahil varsaymaktır.
“Üç dünya teorisi”’ne uygun olarak yapılan şu çağrı doğru mudur değil midir, değilse bu teorinin de “pasif” hanesine yazılması gerekiyor:
“TİKP… Türkiye halkını iki süper devlete karşı sımsıkı birleşmeye, milli bağımsızlığımızı ve devlet egemenliğimizi savunmaya çağırmaktadır.” (TİKP Kuruluş Bildirisi, s.12, abç).
Olmayan bağımsızlığın ve gerici burjuva sınıfların egemenlik ve diktatörlüklerinin savunulması! “Milli çelişme tespiti yanlıştı” demek yetmiyor!
Ve milli çelişme gerçekten ön plana geçse, yapılması gereken ne olurdu? Olmayan milli bağımsızlık ve gericiliğin diktatörlüğünün savunulması, tekelci burjuvazi ve toprak sahipleriyle birlik mi? Kuşkusuz hayır. Proletarya yine başlıca köylülüğü yedekleyerek ve gericilik arasında çıkması olası çelişme ve çatışmalardan yararlanarak, milli çelişmeler halkasından yakalayıp demokrasi mücadelesiyle birleştirmeye çalıştığı ulusal bir mücadele yürütür, mücadelenin hedefi gerici burjuva diktatörlüğünü savunmak değil, başlıca ulusal yönelimli mücadele için işçi köylü diktatörlüğünü kurmaya çalışmak olurdu. Ama “ÜDT”, Aydınlık’ın somut olarak uyguladığı gibi bir kısım emperyalistler ve ülkenin gerici burjuvazisiyle, diktatörlükle birleşmeye ve onları savunmaya yol açıyor. “Yurt savunması”nın “Türkiye Ordusu” eliyle gerçekleştirilmesini savunmaya götürüyor. Aydınlık’ta olumlu değişiklikler tespit edenlere sunulur.
Ayrıntılara ilişkin değinmeler…
“TİKP, Milli Birlik Hükümeti önerisi, teröre karşı kitle çizgisi, gençlik politikası, iç barış siyaseti, Ekim seçimleri, MHP’ye karşı mücadele örneklerinde görüldüğü gibi, oldukça düzgün siyasetler de geliştirdi.” (“Muhasebe”). Dünyaya bakış ve yaklaşım o denli farklı ki, Saçak revizyonizmi göğsünü gere gere, Milli Birlik Hükümeti, iç barış siyaseti vb. vb. doğruydu diyor. Bu kadar utanmazlık olmaz, diyesi geliyor insanın, ne yaparsın ki bu, bir sınıf tavrı. Peki, niçin devrimcilik iddiasındasınız?
Milli Birlik Hükümetini, belki sizlerden bir süre sonra Ecevit de önerdi. Devrimin yükseliş koşullarında hem de bu önerinin anlamı devrimci olabilir mi? Milli Birlik Hükümetleri, proletarya ve emekçilerin gelişen mücadelesi karşısında tüm burjuva partilerin ve siyasal güçlerin ya da onların önemli bir kısmının devrime karşı birleştikleri hükümetlerdir ve siz bunu önerdiniz, şimdi de hâlâ savunuyorsunuz. Devrimciler nasıl hükümetlerden yanadırlar?
Geçici devrim hükümetleri, halk cephesi hükümetleri devrimci hükümetlerdir. Biri devrimin hükümetidir, diğeri devrime gidişin hükümetidir ve istikrarsızlık dönemlerinde tüm burjuva siyasal güçleri bir araya toplayan hükümetler neyin hükümetidir? Marksistler burjuva hükümetlere katılırlar mı, katılmayacaktan bir hükümet önerirler mi? Saçak revizyonizmi bu hükümetin önerilmesinin doğruluğunu, yine doğru olduğunu söylediği anti-MHP mücadele perspektifiyle ileri sürüyor. Yanlış içinde yanlış. MHP ve faşist diktatörlüğe karşı mücadele birbirinden koparılıyor. MHP’ye karşı bir mücadele devrimci bir mücadele olmaktan çıkarılıyor, iki. Sözde “teröre bulaşmamış parlamenter güçlerin anlaşılması ve ortak hüküm eti’ni önermekle, anti-faşist mücadeleyi parlamenter zeminde ele alıyor, üç. Ve dört, burjuva hükümetlerin en başta emekçi düşmanı karakterlerini es geçiyor ve bu tür hükümetlerin emekçilerin mücadelesini bastırmanın aracı olduğunu, bunu savunmakla barikatın öte tarafındaki yerini sağlamlaştırdığını hâlâ gözlerden gizlemek istiyor.
Aynı şey, iç barış siyaseti açısından geçerlidir. Sınıf mücadelesi yerine sınıf barışının konması, herhangi bir gerekçeyle savunulabilir mi? Aydınlık-Saçak revizyonizmi bunu halk hareketinin geri çekildiği ve savunma taktikleri izlemek gerektiği gerekçesiyle izaha çalışıyor. Hangi devrimci, savunma taktiği izlemenin sınıf barışını savunmayı gerektirdiğini söyledi ve buna uygun davrandı şimdiye dek? Lenin, 1907 ve sonrasında iç barışı mı savundu? Devrim ve devrimcilikten ancak bu denli uzak olunabilir! TİKP ‘80 öncesi tüm burjuva güçlerin (faşistler dışında) istediği gibi, huzur istiyordu, devrimci ortam ve devrimin çatışmalı gelişimi gözünü korkutmuştu, can güvenliği talebini ileri sürüyor ve bunu düzenden, devletten bekliyordu, kurulacak parlamenter birlik hükümeti bunu sağlayacaktı! Bu hükümet, “Moskova’nın yıkıcılığına ve faşist teröre karşı Milli Birlik Hükümeti” olmalıydı! “Moskova’nın yıkıcılığı”ndan kasıt, TİKP 1. Kongre raporunda daha açık görülüyor:
“Moskova’nın kışkırttığı ve yönlendirdiği terör, MHP ne zaman köşeye sıkıştıysa imdadına yetişmiştir. MHP’yi AP ile, sıkıyönetimle ve CHP ile aynı kefeye koyan siyasetler, Türkeşlere sıkıştığı köşede soluk alma fırsatı vermiştir…” Saçak “muhasebesi”nin de kabullendiği gibi, Aydınlık-TİKP revizyonizmi o dönem her taşın altında Moskova’yı arıyor ve “sahte solcu” dediği devrimcileri de Moskova’nın kışkırttığım yayıyordu. Yukarıdaki pasajlarda yakınılan MHP’nin yanında AP’ye, sıkıyönetime ve yetersizliklerine rağmen diktatörlüğe karşı yönelen devrimci mücadeleydi ve bu TİKP’in dilinde “terör” olarak ifadesini buluyordu. Ve TİKP, MHP’ye ve devrimci mücadeleye karşı Milli Birlik Hükümeti istiyordu, “teröre bulaşmamış parlamenter güçlere” ve sıkıyönetime dayanacak bir Milli Hükümet ve doğal ki diktatörlüğün, mevcut düzenin bir hükümeti olacak, Aydınlık’a göre huzuru bozan devrime ve MHP’ye karşı kurulacaktı. Burjuva gericiliğine, diktatörlüğe sağdan ve soldan gelen tehdide karşı birleşmeyi öneriyordu Aydınlıkçılar. Hâlâ bunun doğruluğunu ve devrimciliğini (!) savunuyorlar ve “devrimci” safta olduklarını iddia ediyorlar. “Günün görevi… halkın can güvenliğini sağlamak, özgürlükleri, anayasayı ve parlamentoyu savunmaktır” tespitini yapıyorlardı. Milli Birlik Hükümeti bunu gerçekleştirecekti; varmış gibi özgürlükleri savunacaktı ve Aydınlık-TİKP bir düzen gücü olduğunu istediği kadar inkâr etsin, anayasa ve parlamentonun savunulmasını önererek bunu kanıtlıyordu. Bunun hâlâ “doğru” kabul edilmesi cabası!
Savunma taktiği konusunda yalnızca tek bir cümle: Eğer ‘77-78’lerden itibaren ciddi ve gerekleri yerine getirilen bir saldırı taktiği izlenseydi, kitleler yeni ortaya çıkmaya başlayan mücadele biçimleri içinde örgütlenip, devrim için hazırlamalar ve silahlandırılmalarına sistemli olarak girişilseydi, Eylül, Eylül olarak yaşanmazdı. O dönem için savunma tekniğinin doğruluğunuzda dia etmek ve bunu ciddi bir saldırı taktiğinin karşısında savunmak, devrimcilikle tümden ilgisizliğin göstergesidir. Bunun zamansız hesaplaşmaya girişmekle bir ilgisi yoktur. Devrimi olgunlaştırırsın ama zamansız hesaplaşmalardan da kaçınırsın, burada çelişme aramak boşunadır.
“Muhasebenin” bir başka doğruladığı TİKP siyaseti, gençliğe ilişkindir. Kuruluş Bildirisi’nde TİKP: “Hangi görüşte olursa olsun cebinde öğrenci kimliği olan herkes can korkusu olmadan serbestçe okuluna gidebilmeli ve öğrenim görebilmelidir. Bütünüyle yurtsever olan gençlik kitlelerini bölen politikaların karşısındayız.” (s. 14). Burada mantık ve sınıflara bölünmüş bir toplum, sınıflara bölünmüş bir gençlik kavrayışı var mı? “Bütünüyle yurtsever olan gençlik!” Sorun, salt yurtseverlik sorunu değil, ama gençliğin yekpare bir bütün oluşturmadığı da açık. İçinde faşisti var, devrimcisi var, siyasal bilince sahip olmayanı var. Ve faşistler çeşitli okulları üs haline getirmişler, buralara dayanarak gençliğe yönelik saldırılar düzenliyorlar. Bir dizi okulda faşistlerle dişe diş bir mücadele sürüyor.
Ve TİKP-Aydınlık revizyonizmi sınıf mücadelesine verdiği önemden olacak, bu çatışmaya gözlerini kapıyor, yatıştırıcı rolüne soyunuyor, faşistlere de özgürlük diyor. Faşistler özgürlük tanımıyor ki! Ve okullara öğrenim için gitmiyorlar ki! Sözde milli birlik siyaseti adına faşistlerin savunulması ve saldırılarına olanak tanınmasının istenmesi Aydınlıkçıların gençlik siyaseti oluyor; faşistlere özgürlük istiyorlar ve bunu bugün de doğru görüyorlar. Senin iradenle sınıf çatışması küllenmez ki! Ve sen bu siyasetinde devrimci olamazsın ki!
“Sahte sol” tespiti ve ihbarcılık sorunu…
“Muhasebeden”: “TİKP’nin birçok solcu grubu, ‘sahte solcu’ diye nitelemesi, onların ‘toplumun tortusu’ haline geldiklerini ve ‘halk düşmanı” karakter kazandıklarını ileri sürmesi ciddi bir hatadır.”
Devrimci çevreden aşırı ölçüde tecrit olmuşsan ve hâlâ “pazarda malını satmayı” kuruyorsan, kendini biraz olsun meşrulaştırmaya çalışman gerekir ve bu yalnızca göz boyama manevralarıyla başarılamaz, kendi “pazarını” “sahte” bir “pazar” olmaktan da çıkarman gerekir.
‘78’de sınıf çatışması son derece şiddetliydi ve devrimci “pazarda” mal satmaya çalışmak çok tehlikeliydi ve Aydınlık-TİKP kendini egemen sınıflara beğendirme tutumunu geliştirdi. Bugün çatışma henüz pek şiddetlenmedi ve D. Perin-çek çatışmanın şiddetleneceği günlere güç toplamış halde varmak ve egemenlere sunacağı “sıcak” destekte güçlü bir konumda olabilmek için bugün sol içinde güç toplama ve sola kendini beğendirme peşindedir. Ve “sahte solculuk” nitelemesinin “ciddi hata” olduğu bu nedenle ileri sürülmektedir, “…devlet ile bu gruplar arasındaki çatışmayı da yanlış değerlendirdi ve bu çatışmalarda yanlış tutum aldı” deniyor TİKP hakkında “muhasebe”de. Burada devletin tarafının tutulduğu ikrar edilmiş oluyor, ama ortaya konan gerekçeyle bu izah edilemiyor. “Sahte sol” diyelim ki, “halk düşmanı” idi, peki, devlet “halk safında” mıydı ki, devletin tarafı tutuldu.
Çeşitli grupları halk düşmanı ilan eden başka gruplar da oldu. Ama hiçbiri “düşman” dediği gruba karşı devletin yanında yer almadı, işini kendi görmeye çalıştı. PDA’calar ise geleneksel devletçi yönelimleri ve teorileriyle devletin tarafını tuttular, devlete sığındılar. Bu devrimci kaygılarla açıklanamaz ve “ciddi yanlıştı” deyip de geçilemez. Hem de “devlet teorimiz doğruydu” diyerek… ihbarcılığı ve katliamcılığı haklı çıkaracak, mazur gösterecek hiçbir gerekçe yoktur, olamaz.
Bakın, Aydınlık ihbarcılığının ve “sahte solcu” edebiyatının gerekçesi neymiş: “TİKP, sol içi şiddete karşı açıkça tavır aldı. Partinin diğer gruplar ile ilişkilerini asıl gerginleştiren bu tutumu oldu. Aydınlıkçıların ihbarcılık yaptığı şeklinde saldırılara uğramaları buradan kaynaklandı.” Kimi aldatacaksınız? Hele az önce devletle sol gruplar arasındaki çatışmada devletin tarafını tuttuğunuzu ikrar ettikten sonra…
Geçmişte, mahkûm edilmesi gereken sol için çatışmalar yaşandı, ama hiçbir devrimci grup bu noktadan hareketle başkalarım devlete ihbar etmedi ve ihbarcılık suçlamasının hedefi olmadı. Yalnızca AydınIıkçılar, çarşaf çarşaf ihbar listeleri yayınladılar, hem de yalnızca ve esas olarak sol içi çatışmalar nedeniyle değil, gerici faşist güçlerle çatışmaları dolayısıyla devrimcileri ihbar ettiler; bununla kalmayıp, bu “ilkeli” “sol içi çatışma karşıtları” (!) devrimci katliamlarına da giriştiler.
Diğer sol gruplar ne yaptılar? Sol içi çatışmalar dolayısıyla birbirlerinden yardım istediler, arabuluculuk yaptılar, gidip birbirleriyle konuştular, sorunlarım devrimciler arası bir platformda çözümlemeye çalıştılar. Ya da sorunu kendi güçleriyle çözmeye yöneldiler. Ama hiçbiri ihbarcılığa sapmadı. Sen D. Perinçek, siz Aydınlıkçılar, siz de devrimcilerle konuşsaydınız, devrimciyseniz, sorunu bir devrimci gibi çözmeye çalışsaydınız, neden devlete müracaat ettiniz? İhbarcılığınız, “sol içi çatışma karşıtlığı” ile izah edilemez.
Ve bu izah edilemez durum, törpülenerek “muhasebe”de bugün de savunulmaya devam ediliyor: “…halkı, devrimcileri ve milli bağımsızlığımızı doğrudan doğruya hedef alan kasıtlı eylemlere girişenleri açığa çıkaracak ve halka ilan etmeye devam edeceğiz (Aydınlık 1979). Ve “muhasebe” bunu onaylıyor: “Burada açıklanan tavır doğrudur.” “İhbarcılık bizim mesleğimiz, devam edeceğiz” diyorlar ve çeşitli devrimciler bunlara gözlerini kapayarak Aydınlıkçılarda olumlu gelişmeler saptıyorlar. Neresinde olumlu gelişme var bunların?
Ve ihbarcılığın sol içi çatışma ya da “halkı ve devrimcileri hedef alan eylemler” dolayısıyla haklı göstermeye çalışan Aydınlıkçıların planlı bir solcu katliamına örnek (Halkın Kurtuluşu Yolunda Gençlik dergisinin 36. sayısından aktarıyoruz): “30 Temmuz pazar günü, sayıları yirmiyi aşan TIKP-Aydınlık taraftarı, Adana’nın Meydan Mahallesi’ne geldi… Bir kısmının elinde gazete kâğıdına sarılmış paketler vardı. Ailece Meydan Mahallesi’nde oturan Oktay ve Faysal, Aydınlıkçıların dışarıdan mahallelerine Aydınlık gazetesi satmaya geldiklerini duyunca, birkaç arkadaşı ile birlikte, kendileri ile konuşmaya gittiler. Oktay, gazete satanlara, ‘Aydınlık gazetesi son bir ayda yedi proleter devrimciyi polise ihbar etti. Bunlardan ikisi tutuklanarak cezaevine kondu. Diğer beş kişi ise polisçe aranmaktadır. Bu karşı devrimci polisiye tavır açıkça mahkûm edilmeden bu mahallemizde bu gazeteyi satamazsınız’ dedi. Bu uyarıya karşılık… grubun başı… ‘Biz buraya gazete satmaya değil, ölmeye veya öldürmeye geldik. Bu prestij meselesidir’ dedi. Bu sözlerin ardından başta bu kişi olmak üzere, DLB başkanı ve diğerleri ellerindeki paketleri açarak bıçak, satır vb. aletlerle Oktay, Faysal ve diğer proleter devrimcilere saldırdılar. Bülent, elindeki aletle Faysal’ın sağ koluna vurarak derin bir yara açtı. Aynı kişi, daha sonra elindeki aleti arkadan Faysal’ın boynuna sapladı. DGB başkanı ise Oktay yoldaşa saldırdı. Bu kişi de, elindeki bıçağı Oktay’ın boynuna sapladı. Diğer saldırganlar, yine boyunlarından iki proleter devrimciyi daha yaraladılar… Boynundan ve çeşitli yerlerinden ağır yaralanan dört proleter devrimciden ikisi hastaneye kaldırılırken öldü.” Bu uzun aktarmayı, Aydınlıkçıların ne denli “sol içi çatışma karşıtı” olduklarının belgesi olarak yayınladık. Bir de ihbarcılığı sol içi çatışma karşısındaki “ilkesel” tavırlarıyla açıklamaya çalışıyorlar! Siz iflah olmaz devlet yanlısı ve ihbarcılarsınız, devrim ve devrimci düşmanlarısınız. Konuyu kapatalım, daha iyi mazeretler bulun, ellerinizdeki kanları, öldürdüğünüz devrimcilerin ve ihbar ettiklerinizin kanlarını unutturacağını sanmayın.
“Muhasebe”ye göre, Aydınlık’ın olumlu mirası şunlarmış:
“Mao Zedung’un katkılarını içeren bir bilimsel sosyalizm.” Ağzınıza pek yakışıyor doğrusu bilimsel sosyalizm sözcüğü! Bilimsel sosyalizm, Türkiye’de başlıca size karşı mücadele içinde gelişti (ve TKP’ye karşı). Mao’nun “katkıları” ise revizyonizmin dejenerasyon çabalarından başka bir şey değildir.
“Stalin eleştirisi ve Stalin dönemi Marksizm’inin aşılması”. Artık Leninizm’i de aşıyorlar, geride kaldınız! Ne olumlu bir miras! Utanmadan yazılıyor, ama Saçakçılar son sayılarında grupların birlik ve ayrılık noktalarını ararlarken, kendilerini Stalin’i savunanlar safında göstermekten de geri kalmıyorlar.
“Sosyalizmde geri dönüş ve sınıf mücadelesinin sürdürülmesi konusunda teorik çözümleme”. Ekonomik temeller ve üretim ilişkilerindeki dönüşümlerle ilgilenmeden, salt siyaset, başlıca dış siyaset ve genel olarak irade ile açıklanan geri dönüşün Maocu-Aydınlıkçı teorisi, çeşitli devrimci grupların sosyal emperyalizm tezini kabulden uzak durmalarının başlıca nedeni olmuştur ve bu “teorik çözümleme”nin doğru bir yönü yoktur.
“Ulusal planda politika yürütmek, büyük siyasi güçlerle mücadele perspektifi”. Bu, çeşitli gerici güçlerle birlikte, onlarla el ele yürütülen kâh parlamenter, kâh cuntan, kâh çeşitli emperyalist güçleri merkezine alan bir mücadele perspektifidir. Bu, Aydınlıkçıların en temelli handikaplarındandır. Onlar, sürekli belirli düşmanları düşman olmaktan çıkarıp dost varsaymışlar, “büyük siyasal güçlerle büyük politika yapmak” adına emperyalistlerin ve gericiliğin platformunda, onlardan bazılarıyla diğerlerine karşı birlik ve gönüllü yedeklenme siyaseti izlemişlerdir. Pek olumlu bir miras!
“Sürekli olarak program temelinde birleşmeyi esas alan partili mücadele. Kurumlaşmış ve gelenek haline gelmiş bir parti içi demokrasi.” Evet, genellikle partili mücadele ettiniz. Ancak, programınız hiçbir zaman devrimci olmadı. Partileriniz ise sizi aşırı ürküten bir deneyiniz -amatör, göstermelik bir deney, yine legalizmle malûl bir deney, dergi etrafında örgütlenmeye dayanan bir deney- dışında düzen partileri kurdunuz, yasalcılık oynadınız. “Parti içi demokrasiniz”, tüm burjuva partilerde görülen kanatlılığı ve hizipleri kabul etmesinin yanında, tek ve değişmez “milli şef”in diktatörlüğüydü. Çizmeyi aşan, şefe karşı çıkan barınamadı içinizde.
Sözü edilen başka “olumlu mirasları” da varmış TİKP-Aydınlık’ın. Değinmiyoruz.
Ve tüm bu “olumlu miras”a rağmen Aydınlıkçılar Aydınlıkçılığın taşınamaz bir yük haline geldiğini saptayarak, artık Aydınlıkçılık diye bir şeyi kabul etmediklerini açıklıyorlar. PDA-TİKP kamburundan kurtulma ihtiyacını duyuyor ve Aydınlıkçılığı reddediyorlar. “(Bugün) TİKP’Ii olmak da, tıpkı 1980 öncesi gruplaşmalardan birine bağlı olmak gibi, devrimci bir anlam taşımıyor” Yeni bir “saflaşma ve harman oluş” varmış bugün, devrimcilik mi reformculuk mu sorusu temelinde, devrimciler devrimci safta toplanmalıymış! Bırakın da bunları devrimciler düşünsün. Ve üstelik bir partide birleşmek için devrimci olmak da yetmiyor, parti proletaryanın partisi olacaksa, Marksist olmak da gerekiyor.
Aydınlıkçılık reddinin bir nedeni kamburdan kurtulma ihtiyacı ise, bir nedeni de, Eylül sonrasının eskiyi mahkûm etme ve eskiden kopma modasıdır. ANAP da yem parti olduğunu vurgulayıp duruyor. Eylül döneminde eski partiler çok suçlanıp karalandılar ve yeni partiler dayatıldı herkese. PDA da kabullendi bunu, yenide hayır vardır dedi ve üstelik bir taşınmaz yükten de kurtulmuş oluyordu böylece.
Devrimci Marksistlere gelince, onlar Aydınlıkçılardan akıl alacak değiller. Yanlışlarını eleştirip doğrularını geliştirerek yollarına devam edecekler. Kuşkusuz birleşmeler de olacak. Bu Marksist temelde de olabilir, güç ve eylem birlikleri şeklinde devrimci demokratik temelde de. Ama Aydınlıkçılar, her iki türden birliklerin de dışında kalacaklar. Bunu dişleriyle tırnaklarıyla, yayınladıkları ihbar listeleriyle, burjuva gericilik, destekçilikleriyle, devlet yanlılıklarıyla hak ettiler.
Biz bundan sonrası için Aydınlıkçılara Mao, Castro ve hele Tito gibi yol göstericileriyle ve saymadıkları daha niceleriyle “yolunuz açık olsun” diyoruz.
Kürkçü ve arkadaşlarının dikkatine sunulur, Aydınlıkçıların şu yumuşaması ve revizyonizm karşısında tavırsız kalacağını açıklaması, kendilerine oldukça yakınlaşmış oluyorlar:
“Hiçbir parti, başka ülkelerin partilerine ve önderlerine hücum etmemeli, başka partilerin program ve görüşlerini doğrudan hedef alarak eleştirmemeli… Devrimci önderlik etmiş sosyalistlere karşı saygısızlık, devrimci vicdanı zedelemesi açısından da eleştirilmelidir. Henüz önemli devrimci pratiklerden geçmemiş parti ve grupların Mao, Enver Hoca, Castro veya Tito gibi kendi ülkelerinde büyük toplumsal değişikliklerde önemli roller almış sosyalist önderlerin devrimciliğini kuyumcu terazileriyle ölçmeleri çocukçadır.” (“Muhasebe”).
Enver Hoca ile Tito yan yana. Bunu ancak Aydınlıkçılar başarabilirdi! Siz Tito’nun izindesiniz. Ve “birlikçiler”, bakın SBKP’yi de eleştirmeyecek Aydınlık, Gorbaçov’ u da, en azından saygıda kusur etmeyeceğini açıklıyor. Aranızın açık olmasında bir neden kalıyor mu?
Ekim 1989