Hızlı kalkınmak için “borçlanıyorlar”! Enflasyon, hızlı kalkınmak için “şart”! “Kalkmıyoruz.”
Borçlan ödeyebilmek ve enflasyon oranını aşağı çekebilmek için, “fiyat ayarlaması” (zamları) yapıyorlar.
Zam dalgalan!
Yine “borçlanıyorlar.”
Filmi yeniden başa sarma.
Ne için?
“Orta direğin” bel vermesini önlemek ve “mutluluğu” için.
Nasıl mutlu olunur?
İhtiyaç duyulan mal ve hizmetleri ve satın alma gücüne sahip olarak…
Fakat yaşam, resmi ağzın (iktidarın) söylediklerinin demagoji olduğunu gösteriyor.
Peki, hızlı kalkınma edebiyatı arkasında perdelenen ne?
Varlıklarının temeli ücretli kölelik düzeni, sömürü, dolandırıcılık ve hayali ihracat…
Yine “tarihi zorunlu” bir karar olarak Ekim ekonomik önlemleri yeni bir ambalajla yürürlüğe konuldu. Tahtakale’nin önemli bir fonksiyonu kalmadı denilen ’88 yazının arkasından, Ekim ayında dolar iki bin, mark bin TL’sına yükseliyordu.
Bankacılık dünyası: Batık krediler dolayısıyla bir yandan kapkaranlık iken, diğer yandan milyarlık kadarıyla göz koyduğu işletmeleri kolayca yutabilme şansıyla bembeyaz.
TCMB’nın döviz ve para piyasalarına, Eylül çocuğu Özal’ın emriyle alınan mevduat faizlerini güdümlü “serbest” bırakma adı altında sınırlı yükseltme kararıyla girmesi neyi değiştirecek? Söylendiği gibi var olduğu iddia edilen döviz spekülasyonu duracak ve enflasyon aşağı çekilebilecek mi?
4 Şubat kararları da benzer gerekçeyle açıklanmıştı. Sonuç, 12 Ekim kararları…
Yarın yerel seçim sonrası niye yeni bir başka karar olmasın?
“Sökük genişliyor, dikiş tutmaz oldu”.
Resmi modelde öykünmecilik esas.
Osmanlı döneminde Fransız ve İngiliz hayranlığı ile başlayan model arama eğilimi, ’50’li yıllarda bir “küçük Amerika” olma özlemine, ’70 li yılların başında İtalya’nın o günkü düzeyine erişmeye ’80’li yıllarda emperyalist sermayenin uluslararası mali örgütleri IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleri doğrultusunda Güney Kore gibi olmaya dönüşmüştür. Hayallerde/özlemlerde düşüş gözleniyor…
“Kendisini bulamama”!
Müjde, artık ’88 Türkiye’si örnek gösteriliyor. İnanmayan sahibinin sesi IMF’yi ve Özal’ı dinlesin. Eh, yoğurt yoğurdum ekşi demez ya!
Diğer tarafta işçilerin, köylülerin ve gençlerin sesi; “Sefaletin, özgürlüksüzlüğün ve eğitimsizliğin modeli”.
Günümüzde alınan ekonomik önlemlerin, yerinde kararlar olduğu açıklamasını yapan yerli ve yabancı gözlemcilerin değerlendirme yöntemi:
1- Yürürlüğe konulan kararlar öncesi ve sonrasını karşılaştırma,
2- Fiili durumla hedeflenen arasındaki farkı açıklama,
3- Fiili duruma göre yokluğu halinde kararların performansını değerlendirme,
4- Fiili duruma karşı en uygun politikaların kullanılmasıyla ortaya çıkan farklılığı gösterme,
5- Alınan önlemlerle/kararlarda bu tedbirler dışı politikaların performanslarının karşılaştırılması şeklinde sıralanabilir.
Bir başka farklı yöntem: Ekonomik ve siyasi bunalımın yansıttığı sorunları çözmek açısından, işçi sınıfının kendi öz programlarının uygulaması ve politikalarının üretilmesidir.
1- PARA SERMAYESİ VE BÖLÜŞÜM İLİŞKİLERİ
Para Sermayesi Nedir?
Para biçiminde nakit sermayeye sahip olan burjuvazi, ek para sermayesine ihtiyaç duyan diğer kapitalistlere bu sermayeyi faiz karşılığında ödünç verme olanağına sahiptir. Bu durumda para sermayesi, faiz getiren sermayeye dönüşür.
Böylece para, alacaklıya borçlunun kullanması karşılığında ek bir para sağlar. Buna, faiz denir.
Faiz getiren sermayenin ilk biçimi tefeci sermayeyken, bugünkü kapitalist ekonomik şartlar altında ödünç/para sermayesi biçimine bürünür.
Para sermayesinin sahibine alacaklı ve kullanıcıya borçlu denilmektedir.
Burjuvazi, üretimi aksaksız sürdürmek ya da yeni bir yatırım yapmak veya işletmesini genişletmek için, kendi öz sermayesi dışında ayrıca nakdi/para sermayesine ihtiyaç duyar. Bunu gidermenin iki yolu vardır: Bu ihtiyacı ya yeni hissedarlar bularak karşılayacak; ya da bulunan yetersizse, bankalara veya tahvil ve borç senedi çıkararak sermaye veya para piyasasına borçlanacaktır. Böylece kredi gereksinmesini karşılayacaktır. Borcunun vadesi geldiğinde veyahut ara taksitlerde maliyet öğesi olarak anapara yanında ek bir miktar ödemesi gerekecektir. İşte bu ek miktar faizdir. Diğer yönden faiz, paralarını işletenlerin de gelir kaynağıdır.
Kullanıcı, aldığı parayı üretimde kullanır ve buna bağlı olarak kâr (artı-değerin piyasada fiyat mekanizmasıyla gerçekleşmesi) elde eder. İşte faizin bu kârın bir kısmı olması nedeniyle, burjuvazi, önceden belirlenmiş miktarı, yani faiz borcunu o dönemde işçilerden elde ettiği artı-değerden yapar. Bu anlamda faizin kaynağı artı-değerdir.
Yani faiz, burjuvazinin elde ettiği artığın bir kısmının ödünç/para sermayesinin kullanımı karşılığında ödenmesidir. “Kârın, paranın sahibine ödenen bu kısmına faiz denir; faiz, işlev yaptığı süreçte sermayenin kendi cebine indirecek yerde, sermaye sahibine verdiği kısmına takılan bir addan ya da özel bir terimden başka bir şey değildir” (1) Bu anlamda artı-değer, kâr ya da faiz olarak bölünmüş olsun, öz olarak karşılığı “ödenmemiş emeğin maddeleşmesinden” başka bir şey değildir.
Para piyasası: Fiyatı faiz olan özel metanın, para sermayesinin satıldığı/işlem gördüğü ve aracılarının bankalar olduğu bir pazardır. Burada borçlunun alacaklıya ödediği kredi faizi, ödünç sermayenin kulanım değerini ifade eder.
Para sermayesinin önemli aracı kuruluşları başında bankalar gelir. Bankaların temel fonksiyonu, ödemelerde aracılık hizmeti yaparak, atıl para sermayesini faal, yani kâr sağlayan sermayeye dönüştürürler. Bununla her çeşit para gelirini toplayarak, burjuvazinin/kapitalistlerin hizmetine sunarlar. “Bankalar geliştikçe ve az sayıda kurumlarda yoğunlaştıkça, mütevazı aracılar olmaktan çıkıp, belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin hammadde kaynaklarının ve üretim araçlarının çoğunu, kapitalistlerin ve küçük patronların para-sermayelerinin hemen hemen tamamını emirlerinde bulunduran muazzam tekeller haline gelirler.” (2)
Bir meta olarak para sermayesinin özellikleri:
1- Para sermayesi metasının kullanım değeri, kullanım sürecinde tüketilmez; aynı kalır, korunur. Fakat öbür metaların kullanım değeri kullanım sürecinde tamamen tüketilir.
2- Genelinde satış halinde, meta sahibi aldığı para karşılığında meta üzerinde mülkiyet hakkını kaybeder. Fakat para sermayesinin satışıma rağmen, ödünç veren mülkiyet hakkını korur. Bu nedenle alacaklı, sermaye metaı karşılığında eş değerine ek olarak belli bir faiz alır.
Faizin Kaynağı? Faizi Kim Öldürüyor?
Burjuva ekonomi politiği, üretim faktörlerini emek, sermaye, toprak ve girişimci olarak sıralar. Bunların gelirlerini de ücret, faiz, rant ve kâr olarak tanımlar. Yani işletme kârını girişimcinin faaliyetinin bir sonucu ve faizi de bizzat sermayenin bir ürünü olarak açıklar. Böylece her bir faktörün değer yarattığı anlayışından hareketle sömürü esprisi maskelenmiş olur.
Alacaklı ve borçlu, aynı para miktarını sermaye olarak harcarlar; borçlu elinde para sermaye olarak iş görür. Söz konusu işlem gören aynı miktar para sermayesidir. Fakat bu para ancak kârın bölüşülmesiyle, her iki taraf için de sermaye olarak iş görür. Burada borç verenin, yani alacaklının payına düşen kısma faiz denir.
Aslında ödünç/para sermayesi kullanan kapitalist elde edilen artığın/kârın tamamına el koyamaz. Çünkü ödünç sermayeyi verene bir kredi faizi ödemek zorundadır. Bu nedenle kâr iki bölüme ayrılır: Birincisi, para sermayesinin sahibine verilene faiz; ikincisi, üretim faaliyetinde bulunan kapitaliste kalana işletme kârı denir. “Eğer genel kâr oranı veri ise, bu ikinci kısım faiz oranı ile, eğer faiz oranı veri ise, genel kâr oranı ile belirlenir. Ve ayrıca; brüt kâr, toplam kârın fiili değeri, her özel durumda ortalama faiz ile belirlenir, çünkü bu (özel yasal sözleşmeler bir yana bırakılırsa) genel faiz oranı ile saptanmış olup, üretim süreci başlamadan önce, dolayısıyla, sürecin sonucu olan brüt kâr elde edilmeden önce verilmiş varsayılır.” (3) Esas olarak, sermayenin üretimde kullanımının “gerçek özgül ürünü artı-değerdir.” Yani emekçilerin kendi emek güçlerinin değerini (ücret) ürettikten sonra fazladan ürettikleri değerdir. Bu anlamda karşılığı ödenmemiş emektir. Bunun parasal ifadesi kârdır. Ama ödünç sermaye ile çalışan kapitalist için bu, kâr değil, kârdan faiz ödendikten sonra kendisine kalan kısmıdır.
Borç veren ve alan açısından aynı sermaye söz konusu olmaktadır. Kullanılan sermayenin ürettiği kâr, farklı yasal haklara sahip iki ayrı kimse arasında nicel olarak bölüşülmektedir. Bu, ödünç sermayenin iş gördüğü/üretimde kullanıldığı sürece burjuvazi için ve hem de ödünç sermaye için sermayesini kullanamaması nedeniyle nitel bir bölüşüm halini almaktadır. Kârın bir kısmı faiz olarak görünürken, diğer kısmı girişim kârı olarak görünür. “Birisi sırf sermaye ile iş görmenin ürünüyken, diğeri ise sermayenin kullanım-değeridir. (4)
Para piyasası, para sermayesinin özel bir meta olarak alınıp/satıldığı bir pazardır. Ve bu metaın fiyatı kredi faizidir. Genel olarak metaların fiyatı metaın değişim-değerinin para olarak ifadesiyken; para sermayesinin kendisi para biçimde olup, bu anlamda bizzat paranın parasal ifadesidir. Burada borçlunun alacaklıya ödediği kredi faizi, normal meta fiyatından farklı olarak, para sermayesinin kullanım değeridir. Bu anlamda bu metaın fiyatı, değer kanunu tarafından düzenlenemez. “Para sermayesinin fiyatına faiz diyecek olursak, bu, metaların fiyat kavramından büsbütün ayrı, irrasyonel bir fiyat şekli olur.” (5)
“Şimdi, para-kapitalistin, borç süresince elden çıkarttığı ve üretken kapitaliste -borç olarak- devrettiği kullanım değeri nedir? Bu, paranın, sermaye haline gelebilme, sermaye işlevlerini yerine getirebilme ve bu süreç sırasında kendi ilk değer büyüklüğünü koruyabilmesinin yanı sıra belirli bir artı-değer, ortalama kâr (bu ortalamanın üzerinde ya da altında olması burada sırf rastlantıya bağlı bir şey olarak görünür) yaratma gücü nedeniyle sahip olduğu kullanım-değerdir.” (6) Öbür metalar açısından, bu kullanım-değeri tamamıyla tüketilir, yani kullanımıyla birlikte ortadan kalkar. Fakat para sermayesi, kullanım-değerinin tüketimi yoluyla, yalnız aynen kalmayıp bir de artması gibi bir özelliği sahiptir.
“Borç verilen paranın kullanım-değeri, sermaye olarak hizmet edebilmesi, sermaye olarak ortalama koşullar altında ortalama kâr üretebilmesi olgusunda yatan (7) faizin, para sermayesinin arz ve talebinin etkisiyle yükselmesi ve düşmesinin sınırları vardır. Faizin üst sınırı ortalama kâr iken, öte yandan alt sınırı da sıfırdan aşağı olamaz. “Her ne olursa olsun, ortalama kâr oranına, faizin üst sınırının nihai belirleyicisi gözüyle bakılabilir.” (8) Aldığı parayı üretimde kullanan burjuvazi, kâr elde eder. İşte faiz bu kârın bir kısmı olması sebebiyle, genel olarak ortalama kâr oranını geçemez. Çünkü faiz tüm kârı yutsaydı, hiç bir kapitalist/burjuvazi kredi almaya gerek duymazdı. Çünkü faiz ortalama kârı aşarsa, o zaman para sermayesi kullanıcısı açısından talep edilmesi (bazı firmalar için istisnai durumlar dışında) anlamsız olur. Öte yandan faizin alt sınırı da sıfırdan aşağı olması mümkün değildir.
Devletin Borçlanması ve Faiz
Devlet giderlerini vergi gelirleriyle karşılayamıyorsa, tahvil çıkararak borçlanır. Genelinde bunların alıcıları, sermayedarlardır (ülkemizde bankalar, vergisi düşük olduğu için bazı şirketler ve birikimi yüksek olan özel kişiler). Önceden belirlenen vadesinde devlet anaparayla birlikte tespit edilen miktarda faiz ödemesinde bulunur. Bunu, ellerinde devlet tahvili tutanlara ödenecek faiz borcuna karşılık olarak vergi gelirlerinden bir kısmıyla yapar. Bu anlamda faiz, devlete önceden vergi olarak sağlanmış olan artığın (ki bu artı-değerdir) yeniden sermaye dara/burjuvaziye transferidir.
Bölüşüm İlişkileri ve Faiz
Bölüşüm ilişkileri temel ve tali olarak iki kısma ayrılır. İşçi sınıfıyla burjuvazi arasında ki bölüşüm ilişkisine temel bölüşüm ilişkisi denir. Buna göre, üretim araçlarına sahip bulunan burjuvazi/kapitalist, ürelim sonunda ürünlere kendiliğinden sahip olurken, üreticilerin yani işçi sınıfının payı ise, burjuvazinin ödediği ücrettir. Bu bölüşüm ilişkisinde kapitalizm de, önceki toplumlardan farklı olarak sömürü esprisi gizlidir. Onun için sınıf bilincine sahip olmayan işçiler bazı hallerde “patronun ekmeğini yiyoruz” derler. Yani burjuvazi işçiyi “doyurmaktadır.” Aslında işçi sınıfı üretimde bulunmaktadır. Burjuvazinin benzer fonksiyonu üstlendiği iddia edilemez. O halde üretmeyen bir sınıf üretici bir sınıfı besleyemez. Ancak aksi mümkündür. Burjuvazi, işçi sınıf tarafından beslenmektedir. Zaten bu ücretli kölelik düzeninde, işçi sınıfı ürettiği ürünlerin ancak bir kısmını (ücret olarak) alır ve geriye kalan, karşılığı ödenmemiş emektir. Yani artı-değerdir; bu burjuvazinin aldığı paydır. Ki bu, sistemin yaşam kaynağı olan artıktır.
Ekonomik sistemde işçi sınıfı dışında üretici sınıf ve tabakalar ile burjuvazi dışında da çalışmadan yaşayan ve üretken olmayan gruplar arasında toplam ürünün paylaşımı, tali bölüşüm ilişkilerini oluşturur.
İşçi sınıfı dışında diğer üretici sınıflar, daha çok tarım sektöründe ve sınırlı olarak da bu sektör dışında faaliyetlerde bulunan üreticilerdir. Ayrıca doğrudan üretim yapmadıkları halde ekonominin genel verimliliğini/üretkenliğini artıran doktorlar, öğretmenler ve mühendisler gibi kafa emekçileri vardır.
Toplam ürün fazlasına el koyan yalnız burjuvazi değildir. Ki günümüzde, burjuvazinin kendi içinde farklılaştığı hatırlanmalıdır. Bu sistemde üretim aletleri gelir getiren tek faktör değildir. Para sermayesine sahip olanlar, borç vermek suretiyle faiz denilen gelir elde ederler. Ayrıca toprak mülkiyeti, sahibine rant geliri kazandırır. Ek olarak sırf gayrimenkullerinin kira geliriyle yaşayanlar da vardır. Hizmetler sektörünün kazançları da üretici sınıfların yarattığı ürün fazlasının bir parçasıdır.
Ekonomide temel ve tali bölüşüm ilişkisine göre paylaşılan, ulusal gelirdir. Bu ise, üretici emeğin bir yıl içinde yarattığı yeni değer, yani üretici emeğin payı ile artı değer toplamıdır. Başka bir anlatımla ulusal gelir, üretici emeğin (yeni) yarattığı değerler toplamıdır. Bunun paylaşımında işçi sınıfının payına düşen ücrettir. Diğer tarafta artı-değer: kâr, faiz ve rant olarak bölüşülmektedir. Bunda devletin önemli fonksiyonu olduğu hatırlanmalıdır.
Sonuç
Ekonomi de paranın fonksiyonları etkinliğinin artması ya da kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak, para sermayesi, sanayi ya da üretken sermayeden; para sermayesi gelirini sahiplenen ya da bununla yaşayan rantiyeci, sanayiciden ayrılır. “Bu ayrılma, geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali-sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizm en yüksek aşama çizgisine gelir.” (9)
Öbür yandan sanayi burjuvazisi ile ödünç/para veren mali sermaye sahibi burjuvazi ücretli emeğin sömürülmesi ile yaratılan artığa el koyarak yaşadıkları için, bunların işçi sınıfı karşısında ki çıkarları birdir/aynıdır. Ayrıca aynı burjuvazi kesimleri artığın paylaşılmasında kendi aralarında mücadele ederler. Ödünç veren faiz oranını artırmak, kullanıcı sanayi burjuvazisi ise düşürmek ister.
2- GÜNÜMÜZDE FAİZ POLİTİKASI
Üç’lü Sarmal Yapı: Zam, Faiz, Döviz Kuru
Yeni ekonomik kararlar alınıp-uygulanması, daha kısa sürelerle gündeme gelmesine rağmen, yine de bundan çıkarılacak sonuç, başlanılan yerde olunmadığıdır. Ayrıca her alınan kararın geçici olduğunun söylenmesi ve değişikliğin sık sık gündeme gelmesi ekonomik krizin sürdüğünün göstergesidir.
Bu değişikliklere rağmen ekonomik politikada değişmeyen tek şey var, o da amacı: yurt içinde işçiden, köylüden, memurdan, küçük ve orta ölçekli üreticiden faiz, fiyat ve vergi politikalarıyla tekelci burjuvaziye, kambiyo kuru ve dış ticaret politikalarıyla da yurt dışına kaynak aktarımı, yani krizin faturasını işçi sınıfına ve halka ödetmek. Belirtilen amaca ulaşılması anlamında, iktidar başarılıdır.
Ne adına?
“Serbest” piyasa ekonomisi veya “liberal” sistem tekerlemeleriyle, ücretlerin ve maaşların, faizlerin ve döviz kurunun, ihracatta teşviklerin bir merkezden belirlenmesi: kâğıt, demir-çelik, bakır, elektrik, maden kömürü, havayolu ve demiryollarının v.s. devlet tekelinde olması ve para politikasının TCMB denetiminde izlenmesi, tekelci yapının birer göstergesidir. Tekelci yapı çağımızın demode modası “liberalizm” adına üstlendiği fonksiyonları yerine getirmektedir.
Fiyatlar söylendiği gibi piyasada serbestçe belirlenmeyip, maliyet tutarına belli bir oranda kâr marjı eklenerek saptanır. Ayrıca firma, talep düzeyine göre fiyatlar yerine, üretimini/arzı değiştirerek uyum sağlar. Ekonomide fiyatları oluşturan belli başlı maliyet öğeleri: dışa bağımlılık nedeniyle döviz kuru, ekonomide devletin etkinliği sonucu KİT ürünleri fiyatları, kullanılan işgücü fiyatı olarak ücret ve öz-kaynak dışında yabancı kaynak kullanımı sebebiyle faiz haddidir.
İzlenmekte olan ekonomi politikanın özünü; düşük ücret, yüksek faiz, gerçekçi kur adına her gün devalüasyon ve KİT fiyatlarını ayarlama/zamlama oluşturuyor.
Ücretlerin sürekli düşürülmüş olduğu açık, ulusal gelir içinde ücretliler payı hep azalmış ve üretim değeri içinde işçilik payı 1979:100 endeksine göre 1983’de 59, 12 ve 1985’de 46,92’ye gerilemiştir. (10)
Sanayinin yapısal olarak dışarıya bağımlılığı sonucu, bazı girdilerin ithali zorunluluğu sebebiyle, döviz kurunun yükselmesi bu girdilerin fiyatını aynı yönde etkilemektedir. Esnek kambiyo kuru politikasıyla TL’sının değerinin yabancı paralar karşısında her gün belirlenmesini öngören bu aracın bir başka adı da sürekli devalüasyondur. Bununla döviz gelirlerinin artışı hedeflenmiştir. Uygulamada ise iç fiyat artışlarını yani enflasyonu körükleyici bir etkisi olmuştur.
Ekonomide özel sektöre karşın kamu payının büyük olmasından dolayı, günlük deyişle KİT fiyatlarının ayarlanması sonucu, yerli girdilerin maliyetini yükseltmektedir. Fiyatlar nasıl mı oluşuyor? Yetkili ağız Özal: “Fiyatların kontrolü bizim takdirimizde değildir. O, Allah’ın taktiridir (burjuva ekonomi politiğine böylesine katkı). Ben, kimsenin hakkını kimseye (işçiler ve dar gelirler hariç) vermem. Serbest bırakın” der. (11)
Faizlerin yükselmesi, kredi faizlerini de artırması sebebiyle yabancı kaynak kullanan firmaların cari işletme giderlerini artırmakta, sanayi ve tarım sektörlerinde iflaslara yol açmaktadır. Yüksek ya da “güdümlü serbest” faiz politikasıyla enflasyon oranı üzerinde faiz yahut reel pozitif faiz uygulamasıyla “tasarruf sahiplerinin sömürülmemesi” amaçlandığı açıklanmaktadır. Aslında sürekli devalüasyon yapıldığı sırada düşük faiz politikası izlenememektedir. Ve bununla yurt içi kaynakların dövize dönüşerek yurtdışına transferi engellenmeye çalışılmaktadır. Ayrıca günlük döviz kuru belirleme sonucu, dövizle ödenecek dış borçların TL karşılıkları, arttığı ve yüksek faiz politikası ile de iç finansman sorununu gündeme getirdiği gözlenmektedir. Bu, dolaşıma çıkarılan kağıt para miktarı yani emisyon hacminde önemli artışları beraberinde getirirken, öbür taraftan da KİT fiyat ayarlamaları/zam yapma ve devletin iç borçlanmasının artışına neden olmaktadır.
Artık bugün birinde yapılan yeni bir değişikliğin diğerlerini de değiştirmenin nedeni olduğu yüksek faiz, günlük döviz kuru ve fiyat ayarlamalarından oluşan üçlü sarmalın meydana getirdiği oluşum söz konusudur. Bu anlamda enflasyon, işsizlik ve ödemeler bilançosu dengesinin sağlandığı iddia edildiği halde dış borçlar sürekli artmıştır. Özal’ın ödemeler dengesine bu derece önem vermesinin nedeni, (12) döviz darboğazının Türkiye’de askeri darbelere yol açtığı iddiasıdır. Emperyalist sermaye ve askeri cuntanın gerekçesi… Türkiye’ye has “demokrasinin” en büyük güvencesi, döviz darboğazına girmemek şeklinde tanımlanmış oluyor.
Bu gelişmeler, yatırımları olumsuz etkilemekte ve işsizlik artmaktadır. Diğer yandan Özal ise “son yıllarda gelişme hızı yüzde 7’nin üzerinde bunun işsizliğe olumsuz katkısı var” (13) demekte, işsizliğin nedeni olarak büyümeyi göstermektedir. Bu ise, burjuva ekonomi politiği açısından yanlış bir analizdir. Nasıl büyümedir ki, işsizlik artmaktadır. Ayrıca GSMH’nın % 20’si oranında yatırımla yüzde 7 üzerinde büyümenin olması, şaşırtıcıdır. Çünkü Güney Kore GSMH’nın yüzde 31’i yatırımıyla ancak yüzde 7 büyümektedir. İkisinden birisi doğru.
Yüksek faiz politikasıyla kredi maliyetinin artmasına bağlı olarak, yabancı kaynak kullanımının, azalacağı ve bu sebeple firmaların öz kaynağıyla faaliyeti sürdürmeyi esas alacağı açıklanıyor. Fakat bankalar yüksek faizle toplanan fonları, kredi olarak plase etmemeleri durumunda ne yapacaktır; topla ama kullanma. Bu işlemezlik bile sistemi çökertmeye yeter. Yüzde 850lere varan faizle fon toplanmasının anlamı: bunu kredi olarak plase etmektir. Edenin yanında edemeyen ve iflas edenlerin olacağı da beklenilmeli.
Gayri Resmi Piyasa
Türkiye’de mali sistem, örgütlenmiş/resmi ve örgütlenmemiş/gayrı-resmi para-kredi piyasasından oluşur. Aslında ekonomik yapı da benzer sektörel ayrıma tabi tutulabilir. Resmi para piyasasının mali aracı kurumları bankalar ve sermaye piyasası kuruluşlarıdır. Gayri resmi piyasa ise bu mali aracı kurumlarının yapamadıklarını yapmak amacıyla vardır. Faizlerin yükseltilmesiyle önce resmi piyasada mevduat faizleri ve kredi maliyeti artar. Bu artışlar, daha yüksek oranlarda diğer piyasaya yansır.
Gayri resmi piyasada kazanılan ya da yasal işlemlerden kazanılmış ama vergisi beyan edilmemiş paralara kara para denir. ’80’lerde bu biriminin, aklanması ya da resmi sistem içine çekilmesi yolları: mevduat sertifikaları ve hayali ticaretin (başta ihracat) her türlüsüdür. Buradan şu anlaşılmasın: birikimleri resmi piyasaya belirtilen yollardan akıtılmadan önce bu tür kaynak sahipleri yine ihtiyaçlarını gideriyorlardı: örneğin yat, villa vs. alımlarında değerinden küçük göstererek birikimlerini kullanma imkânı bulabiliyordu.
Gayri resmi ekonominin önemli bir sektörü kaçakçılık olup, belirgin 4 türü vardır: Bunlar ihracat, ithalat, hammadde ve fiktif antrepo kaçakçılığı olarak açıklanıyor. (14)
İhracat kaçakçılığı, ihraç malının fiyatını gerçek fiyatından yüksek gösterme ve bunun sonucu, teşviklerden daha çok yararlanmadır.
İthalat kaçakçılığı, ithal malın değerini düşük gösterme ve getirilecek eşya miktarını artırma ve beyan edilen ile gerçek fiyat farkını yurt dışına döviz olarak çıkarmadır.
Gayri resmi ekonominin merkez bankası İstanbul’daki bir semt Tahtakale’dir. Burada döviz alıp satmak, TPKK hakkında 30 sayılı karara göre yasaldır. Tahtakale döviz fiyatları her gün arttığına ve sürekli yükselen bir trend izlediğine göre, döviz alıp saklamanın net getirişi teşvik edici olmaktadır. Ayrıca enflasyonun arttığı bir ortamda, faizlerin ve döviz kurunun da aynı yönde yükselmesi genel bir beklenti olması sebebiyle, dövize yönelik talebin azalacağını beklemek bir iyimserliktir.
Aralık 1984’de altın ithalatı, serbest bırakılır, Ocak 1985’ten itibaren TCMB altın satışına başlar. Bütün bunlarla gayri resmi altın ithalatının engelleneceği söylenir. Tablo. 1’de görüldüğü üzere uygulama sonucu: hüsran… Bu gelişmeler üzerine altın satışından vazgeçen TCMB, Ekim ’88’den itibaren yeniden başlanacağını açıklar.
Tablo.1- ALTIN İTHALATI
(1985-1987) – Ton
1985 1986 1987
Resmi yoldan giren 28 8 8
Gayri resmi yoldan giren 8 50 70
Kaynak: Tempo, 30 Ekim/5 Kasım 1988, sf. 20
Tahtakale döviz arzının artması üzerine, bankaların döviz girişlerinin kuruması, bankaların döviz yükümlülüklerini yani ithalat talepleri ve döviz kredisi geri ödemelerini yerine getirecek kadar döviz bulunamaması hali, Tahtakale krizi denilen durumdur. Evet, Tahtakale’deki talep canlılığı hep koruyacaktır.
Tekelci Burjuvazinin Yapısı Üzerine
İzlenen ekonomi politikanın (özellikle faiz politikası) değişikliğe uğratılması sonucu olarak, tekelci burjuvazinin belirleyici bir özelliği, bütünlüğü müdür yoksa bölünmüşlüğü müdür?
Zincirin iki halkası 24 Ocak ve 12 Eylül rejiminin dayandığı sınıfsal güç: komprador tekelci burjuvazi ve toprak ağalarıdır. Fakat zamanın feodalizmin aleyhine geliştiği hatırlanmalıdır. Dokuz yıldır izlenmekte olan ekonomi politikanın belirleyici özelliği, başta işçi sınıfı ve emekçi halkın “ekmeğine ve özgürlüğüne” karşı olmasıdır. Bu egemen sınıfların güçlü bir sınıf bilincine sahip olduğunun göstergesidir.
Durum buyken/böyleyken, her ekonomik önlemlerin alındığı sırada olduğu gibi son Ekim kararlan ile ilgili olarak iş çevrelerinden yani tekelci burjuvaziden yükselen “çelişki” sesler nasıl açıklanabilir? ’88 yaz’ındaki gibi durgunluk şartlarında “ağlama” feryadı daha da artmaktadır. Benzer gelişmeleri sezen Eylül çocuğu Özal: “Faizlerin serbest bırakılmasında en büyük bağırtı iş çevrelerinden gelecek. Kimse bize iş çevrelerini koruyorsunuz diyemez” 1151 der. Bu, dayandığı sınıfa ihanet etmesi/pişmanlık duyması anlamına gelmez. Ya da burjuvazi içindeki ses çatlaklığına bakarak iktidarın, bir başka sınıf dayanağı okluğu şeklinde de açıklanamaz.
Bir grup sermayedar izlenen ekonomi politikayı savunurken bir başka grup eleştiriyor, “feryat-figan” ediyor. Nitekim Sakıp Sabancı: “Mevduat sahiplerine yüzde 85 faiz verilmesi memnuniyet verici. Zaten yaşam koşullan güç olan küçük tasarruf sahipleri enflasyonun gerisinde olmayan bir faiz alırlarsa, onlara hakları verilmiş olur. Bir zaman onların haklarını yedik (kaç bir zaman). Yanlış etmiştik” (16) diye açıklama yapıyor. Destek veren net bir ses. Savunur. Çünkü yıl içinde Akbank’ın sermayesini önce ödenmiş 250 ve sonra 500 milyar TL’sına yükseltir; bu anlamda turu kuru. Ya TİSK’in başkanı Halit Narin’in durumu, iflas eşiğinde. Bütün bunlar ve yapılan değişikliklerle ekonomi politikanın ana amacına yenilik getirilmediği halde, belirtilen farklı tepkilerin varlığı, uzlaşmaz bir çelişkinin mi ürünü? Ya da sınıf içi bölünmelerin mi, yansıması?
’80 sonrasında burjuvaziye devlet desteği ücretlerin “terör” ile bastırılmasında/dondurulmasında yoğunlaştı. Gelir dağılımında ücretler payı azalırken, rant gelirleri payı ve bu anlamda sermaye birikimi arttı. Bu, iç talebin daralması ve sanayi sermayesinin dışarıda pazar arayışı içine girmesinde etken oldu. Sanayi, bu talep arayışında ve üretimin gerçekleşmesinde öz-kaynağı dışında dışarıda/yabancı kaynak kullanması üzerine, elde ettiği artığın önemli bir kısmını bankalara vermek zorunda kaldı. Fakat bu oluşum pazarlama kurumu ve bankası olan azınlık bir grup holding için fazla bir anlam ifade etmez.
Bugün özde tekelci sermaye analiz edildiğinde mali, ticari ve sanayi sermayesi ayrımın anlamı nedir2 ’88 Türkiye’sinde tekelci sermaye gruplarının hemen hemen hepsi kendi pazarlama şirketlerine sahipler. Bu anlamda bir yönüyle ticaret sermayesinin konumu/gücünün ne kadar olduğu netlik kazanmaktadır. “İhracatçı sermaye şirketi” statüsüne kavuşarak, vergi istisnası ve muafiyetleri imkânlarından ve ek teşviklerden yararlanan firma pek azdır. Hatta bazı holdinglerin kazançlarına göre ödedikleri vergi “gülünç” miktarda azdır. Bu sistemin işleyişinin bir ürünüdür. Örneğin, rant gelirlerinden devlet tahvili ve mevduat faizi gelirleri, düşük oranda vergiye tabidir. Bankacılık sektörünün ’86 ve ’87 yıllarında vergi öncesi kârı, 549,9 ve 1022,2 milyar TL’sı olduğu halde, 91,4 ve 123,6 milyar TL’sı vergi ödemişlerdir. Ve bunun vergi oranı yasada belirtildiği gibi yüzde 46 olmayıp, yüzde 16,62 ve 12,09’dur. Belirtilen iki yılda kâr toplamı içinde dört büyük bankanın payı yüzde 33,75’den 37.64’e yükselmiştir, iş Bankası, Ziraat, Akbank ve Yapı Kredi’den oluşan bu dört bankanın kredi ve mevduat toplamı içinde payı yüzde 55’lerin üzerindedir.
Ekonomide gelişmişlik düzeyine uygun olarak tekelci sermaye, holdingler halinde örgütlenmiştir. Bu holdingler, faaliyetlerini sanayi, tarım ya da hizmetler (banka vs) sektörünün birinde yoğunlaştırmış olabilir. Fakat bu, diğer sektörlerde geniş faaliyet sürdürmeyi dışlamaz. Holdingler dışında, pek çok küçük işletme holdingler, alınan ekonomik kararlan faaliyet alanıyla ilgili olarak değerlendirip buna seslerini çıkartmaktalar.
Sermaye gruplarından sesler:
“Bizim özel sektörü de hiç anlamıyorum. Çoğu yanar-döner gibi… Üç gün önce hükümete en sert eleştirileri yöneltenler, bir bakıyorsunuz ertesi sabah hükümet yanlısı kesilivermişler. Bu dalgalanmanın bir hesabı olmalı mutlaka… Bu hesap da çoğu kez kişiseldir” (Muteber bir işadamı). (17)
İstanbul Sanayi Odası Meclis toplantısından (18):
“Kimler satmamaya rağmen fiyatlarına zam yapabiliyorsa, onlar enflasyona neden olmaktadırlar” (A. Zafer TACİROĞLU).
“Türkiye’deki enflasyon değişik bir türdür. Bu, diğer ülkelerin baskılarıyla istenerek yaratılan bir enflasyondur. Enflasyon ve Türk Lirası’nın değer kaybı aynı seyri göstermektedir. Türk Lirası’nı düşürten ise Dünya Bankası ve lMF’nin baskılarıdır. Bu durumda da enflasyon yükselmektedir” (Jak KAMHİ-Profilo Holding).
“Sanayi ve ticaret kesimi açısından baktığımızda ise, bugün için iki önemli sorun hâlâ gündemde duruyor. Birincisi işletme sermayesi sorunu, diğeri de kredi faizleridir. Bu iki faktör sağlam olursa kurumlar hayatlarını sürdürebilirler… Bir taraf küçülürken, diğer taraf büyümesine büyüme katıp, belli kesimler söz sahibi olmaya başlayacaktır” (Metin Yavuz KEÇELİ).
“Bence, bizim dış ticaret sermaye şirketleri ne pazar yarattılar, ne de yeni bir takım mamuller getirdiler… Şimdi oturacağız, bunu kontrol (ihracatçı sermaye şirketlerinin dış şube bürolarını kapatmaya başlamaları durumuyla ilgili olarak) edebilmek için ihracatçının sayısını 8172’den 700-1000’e düşüreceğiz. Ve bunun için de Türkiye’nin toplam ihracatını üç-beş tane dış ticaret sermaye şirketinin eline teslim edeceğiz. Bu olmaz” (Yavuz DOĞAN).
Çeşitli sermaye grupları hem kendi sınıf konumları ve hem de kendi iş alanları açısından, ekonomik durumu Temmuz ayında böyle değerlendirirler.
Toparlayacak olursak: bütün olarak burjuvazi ve öz olarak da tekelci burjuvazi içinde var olan çelişkiler konusunda:
1- İzlenen para/kredi politikası sonucu, para piyasasında finansman ihtiyacını kolaylıkla gideren/gideremeyen ve bu anlamda etkin olanla/olmayan arasında var olan çelişki.
2- Son “Türk Devletinin milli” davası olarak bakılan ihracatın desteklenmesi için dış ticaret politikasında, ihracatta teşvik sistemi ve öngörülen (ihracatçı sermaye şirketleri v.s. Doğu Avrupa pazarının az sayıda ihracatçı şirket tekeline verilmesi) örgütlenmeyle, ihracat kanalına hâkim olan/olmayan arasında ki çelişki.
3- Sermaye birikimi açısından kazanılan gelirlerin vergilendirilmesi çok önemlidir. Bazı firmalar, konumları ve ekonomik ilişkileri ağı gereği, sistemin getirdiği muafiyet ve istisnalardan yararlanarak, neredeyse hiç vergi vermemekteler; fakat bazılarıysa zorluklarla karşılaşmaktadır. Yani vergi/maliye politikasından kaynaklanan bir çelişki.
Tekelci sermaye gruplarının kendi aralarında ki çelişkiye rağmen, başta işçi sınıfı ve emekçi halk karşısında “iktidarlarının yüzü suyu hürmetine” birliktelikleri/bütünlüğü vardır. Bu, bugünkü ücretli kölelik düzeninin varlık temelidir.
“Serbest” Faiz Politikası
Burjuva ekonomi politiğine göre, devletin, enflasyon ve işsizliğin artışı, bütçe ya da kamu açığı demek olan iç dengesizliği ve de ödemeler dengesi bilançosu açığı, döviz darboğazı demek olan dış dengesizliği gidermek için ekonomik görevleri, maliye, para, fiyat, gelir ve dış ticaret politikaları olarak sıralanıyor. Günümüzde bunlardan en çok sözü edilen ve inceleneni, konu gereği para politikasıdır.
Para politikası: para arzını yani emisyon miktarını ayarlama, kredilerin dağılımını düzenleme ve fiyat istikrarını sağlama amacına ulaşmak için faiz haddi, munzam karşılık oranı, açık piyasa işlemleri ve kredi sınırlandırmaları gibi parasal değişkenleri ayarlama politikasıdır.
Faiz, belli bir süre için ödünç borç verilen paranın, o süre içinde yüzde olarak açıklanan oranıdır. Borç alan sermayedar dar ihtiyacını gidermek için aldığı nakit karşılığında, ödemeyi, normal olarak kazandığı gelirinin bir kısmından yapar. Geliri, emek gücü sahibine karşılığı ödenmemiş artığın olması anlamında faiz, bu artığın bir parçasıdır.
“Serbest” faiz politikasıyla ilgili olarak açıklanan senaryo şöyleydi: “artan kredi maliyetlerinden dolayı kredilere olan talep azalınca bankalar önce kredi ve sonra da mevduat faiz oranlarını indirmek zorunda kalacaklar. Böylelikle paranın alım-satımında da söz sahibi piyasa, arz talep olacaktır.” Yaşam, senaryoya uymadı. Ne kredi bulundu, ne de faizi düştü: Aksine arttı.
Aslında dünya ülkelerinde de tam bir faiz “serbestisinden” bahsedilemez. Para otoritelerinin dolaylı ya da dolaysız yollardan faiz oranının saptamaları mümkündür. Faizin “serbest” bırakıldığı ’80-Temmuz’unda ve sonrasında olduğu gibi bu son kararlarda da güdümlü (para piyasasına egemen tekelci yapının sonucu) “serbest” faiz politikasından bahsedilebilir.
“Serbest” faiz politikasının gerekçeleri nelerdir?
“Faizler yükselecek, vatandaş daha çok tasarruf edecek, ekonomide tüketim harcamaları azalırken, yatırım-tasarruf dengesi sağlanacak, kaynaklar daha iyi kullanılacak, vatandaş reel pozitif faiz elde edecek, gelir dağılımı düzelecek, bütün bunlar faiz oranlarında yapılan ayarlamalarla veya serbest faizle sağlanacak.” Sistemin “sihirli” anahtarı fiyat mekanizması anlayışına uygun olarak, “serbest” faize de pek çok fonksiyon yüklenmektedir.
Başlıklar halinde sıralanırsa:
Tasarrufları arttırdığı iddiası: Tasarruf, klasik iktisatçılara göre faizin ve Keynes’e göre gelirin bir fonksiyonudur. Klasiklerin tasarrufun faize bağlı olduğu tezinin yerine, Keynes tasarrufun gelir düzeyine bağlı olduğu tezini getirmiştir. ANAP’ın iktidar olduğu ’84 sonrasında resmi verilere göre ’85/86 ve ’88 (ilk yarısı) yıllarında faiz oranlan enflasyon oranı üzerindedir. Yani reel pozitif faiz söz konusudur. ’85 ve ’86 yıllarında özel tasarruf oranı GSMH’nın yüzde 11,4 ve 14,5’i iken reel faizin negatif olduğu ’87’de yüzde 19,3’e yükselmiştir. Fakat aynı yıllarda tasarruf mevduatı artış oranı, enflasyon oranı altında seyretmiştir. Ayrıca ’80 sonrasında toplam mevduat oranı içinde tasarruf mevduatının payı yüzde 47,4’den ’87’de yüzde 37,3’e kadar gerilemiştir. Demek ki: mevduat faizleri ve diğer faizler, rantiyelerin kaynaklarını nereye yatıracaklarını belirler. Bir başka anlatımla, kaynakların altına ya da dövize veyahut bankaya yatırılması v.s. ile ilgili bir karar olup, esasında tasarruflara ne artırır, ne de azaltır.
Enflasyona karşın etkin bir mücadele oluşturduğu: “serbest” faiz politikasına bağlı olarak kredi faizlerinin artacağı ve bunun sonucu yatırımların olumsuz etkileneceği ve bundan dolayı da toplam talebin kısılacağı beklenmektedir. Bu durum, ’88 yazında yaşandığı gibi piyasada durgunluk içinde fiyatların artması demek olan stagflasyona neden olmaktadır. Çünkü firmaların, öz-kaynakları dışında yabancı kaynağa ihtiyaç duyması ve bunun, yani faizin ek külfetini de toplam maliyetlere eklemesi dolayısıyla kredi faizi de önemli bir maliyet unsurudur. Artışı, fiyatları artırır.
Gelir dağılımını adilleştirdiği: “serbest “faizle bankalarda mevduatın toplanmasıyla hem tasarrufların ve hem de bu tasarruf sahiplerini gelirleri artacağı iddia edilmektedir. Buna bağlı olarak bozuk gelir dağılımının adilleşeceği belirtilmektedir. Tablo-2’de görüldüğü üzere ’86 ve ’87 yıllarında hesap adedi 29,8 milyondan 28,0 milyona gerilerken; toplam tasarruf mevduatı 5,2 trilyondan 6,9 trilyona yükselmiştir. 3 milyon altında mevduat hesabına sahip olanların oranı yaklaşık olarak yüzde 97,8 ile aynı kalırken, toplam tasarruf mevduatında payı yüzde 44,6’dan 36,4’e gerilemiştir. Öbür yandan yüzde 2,2 hesap sahibinin mevduat payı ’86’da yüzde 55,4 iken ’87’de 63,6 olmuştur. Ki kaynakların birden fazla mevduat hesabına yatırıldığı hatırlanırsa, gerçekte büyük mevduat sahiplerinin sayısının yüzde 2,2’den çok az olduğu anlaşılacaktır. Görülüyor ki, faizlerde yükselmenin hesap sahiplerinin yüzde 97,8’sinin gelirleri üzerinde ki etkisi hemen hemen çok gibidir.
Geçmişte çok ele alınıp bugün unutturulan bir konu da konvertibilite. Hatta “serbest” faizin ve günlük döviz kuru belirlemenin bu konuda atılmış önemli adımlar/politikalar olduğu hep vurgulanırdı. Sonuç; artık lafı bile edilmez oldu.
Tablo.2-
TASARRUF MEVDUATININ DAĞILIMI (1986-1987)- Yüzde olarak
1986 1987
T H T H
0-3 milyon 44,6 97,8 36,4 97,76
3000001-6 milyon 32,3 1,7 31,2 1,75
6000001-25 milyon 14,8 0,4 16,3 0,43
25000001-50 milyon 3,3 0,05 4,6 0,04
50000001-100 milyon 2,1 0,006 3,2 0,001
100000001+ 2,9 0,004 8,3 0,01
AÇIKLAMA: T- Mevduat tutar payı
H- Hesap adedi
Kaynak: Türkiye Bankalar Birliği Yayını
Konvertibilite, bir paranın diğer bir ülke parasıyla cari kur üzerinden serbestçe değiştirilmesidir. Konvertibiliteye geçiş için ileri sürülen şartlar; İç ekonomik dengenin sağlanması, istikrarlı bir büyüme hızına ulaşılması, para ve sermaye piyasalarının geliştirilmesi, dış dengenin sağlanması, yeterli döviz rezervine sahip olunması ve etkin bir kambiyo piyasasının oluşturulması olarak sağlanmaktadır. (19) Belirtilen koşullar incelendiğin de konvertibilite için işte “şu kadar kaldı” türünden açıklamaların ciddiyeti ve hiç konu bile edilmemesi daha iyi anlaşılmaktadır.
Hayali ihracat, zamanla yurtdışına çıkan/kaçan sermayenin tekrar geri dönmesinin bir aracı olmuştur. Bunda döviz kurunun sürekli artışı ve dövizin faiz geliri önemli bir etkendir. Yüksek faiz bu haliyle sermaye girişi sağladığı halde, kontrolsüz dış borçlanmayı artırır. ’80’lerde özel kişilerin, şirketlerin, bankaların, belediyelerin ve KİT’lerin ellerinde döviz tutma ve dışarıdan borçlanma imkânları artırılmıştır. Bu koşullarda yüksek faiz uygulamasıyla, rantiyeler kaynaklarını Türkiye’de tutarken, içerde fon maliyetinin artışı sonucu yurtdışından borçlanma artar. Bunun sonucu ki, dış borçlanmada büyük artışlar olmuştur. (20)
Faizi Kim Ödüyor?
Serbest” faiz konusunda Özal ve kurmay heyeti Keynes’i kıskandırırcasına burjuva ekonomi politiğine katkı da bulunarak, faizin gelir dağılımını düzeltici fonksiyonundan bahsederler. Bunu enflasyon şartlarında tasarruf sahiplerini “holdinglere” karşı korumanın bir aracı olarak sunarlar.
Öyle mi?
Eğer gelir dağılımını düzeltici bir fonksiyonu varsa, neden “serbest” faiz politikasının izlendiği ’80 Temmuz’undan sonra, ulusal gelirin dağılımın da rant gelirleri payı artarken diğer iki kesimin (tarım ve ücretliler) ki azaldı?
Faizi ödeyen kimdir? Ya da faizi kim ödüyor?
Bu soruların cevaplandırılması halinde, “serbest” faizin ne tür bir fonksiyonu olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Başka bir yönden konuya yaklaşılırsa, hane-halkı gelirinin kaynakları nelerdir?
Yapılan bir araştırmaya göre yukarıda ki soru yüzde 53,3’ü ücretler, yüzde 47,6’sı üretim ve yüzde 3,8 sermaye-faiz (ki, en düşük oran) vd. olarak cevaplandırılmış. (21) Gerçi yüzdeler toplamı sonunda 146,4 vermesi nedeni, hanelerin yarısına çok yakın bir kısmının birden fazla gelir kaynağına sahip olmasındandır. Araştırmadan çıkarılacak önemli bir sonuç, faiz gelirinin gelir dağılımında geniş kitle açısından önemli bir işlevinin olmadığıdır.
Ücretlilerin faiz gelin açısından bir örnek;
Ücretlerden kesilen konut yardım fonuyla ilgili resmi açıklamalarda, toplanacak para devlet tahvili, hazine bonosu ve gelir ortaklığı senedine yatırılacak, bankada kalan bakiyeye de 6 ay vadeli mevduata uygulanan faiz oranı uygulanacaktı. Peki, söylendiği gibi mi oldu? 18 ay sonra bu para konut edinirken faiz geliriyle birlikte bir işe yarayacaktı. Sanılmasın ki yaradı. Ne yapıldı? Hesapta 156.000 TL birikti. Biriken paraya neye göre belirlendiği belli olmayan yüzde 4,7 faiz işletildi. Böylece de dağ fare doğurdu. Bu toplamla isteyen çekecek ve 75 m2 konutların 60 m2’lik kısmı için kullanacak. (22) Ne zaman mı? Geçmişe rücu edilemeyeceğine göre, bugün bu parayla, ancak birkaç torba çimento alınabilir.
Faizin gelir dağılımında düzeltici fonksiyonunun olmamasına rağmen, faizin yükseltilmesinden ekonomide oluşan yükü, kredi kullanan yatırımcının ya da tahvil çıkaran şirketin/devletin ödeyeceğini sanmak, saflıktır.
Ne yatırımcı, ne de devlet bu yükü kaldıramaz. Çünkü faizin getirdiği ek yükün kullanıcının üzerinde kalması halinde bunlar batarlar. Peki, yük, nereye yansıtılır? Halka yansıtılır/aktarılır.
Krediyi kullanan yatırımcı, finansman maliyetlerini (toplam maliyete eklemesi sebebiyle) fiyatlara yansıtmaktadır. Sistemin sihirli anahtarı fiyat mekanizmasıyla, faizin yükü tüketiciye yani halka yüklenmiş olmaktadır. Bu, tüketici/halkın nihai faturayı ödemeye mahkûm olduğu bir sistemdir.
Burada şu soru akla gelebilir: tüketici faizin faturasını ödüyor, fakat tasarruflara ödenen faiz bu faturayı karşılamaz mı?
Her tüketicinin tüketimi ölçüsünde tasarruf sahibi olması mümkün değildir. Tasarruf miktarı gelir dağılımıyla ilişkili olup, geniş emekçi kesim, gelir düzeyinin düşüklüğü nedeniyle tasarruf şansı olmadığından faturanın ağırlığı altında ezilmeye mahkûmdur.
Devletin iç ve dış borçlarıyla ilgili faizleri bu değerlendirmeden ayırmak mümkün değildir.
Demek ki, faizi halka ödetmenin yolları ürünün fiyatının artırılması ile, artırılan vergi ile ya da enflasyonist politika ile gerçekleştirilir. Yani faizin ek maliyeti zam ve vergi olarak halkın cebinden çıkmaktadır.
Bu aktarmayı, tekelci yapı daha kolaylaştırır.
Peki, faiz gelirleri kimin cebine girmektedir: rantiyelerin. Çünkü rantiyeler dışında işçi sınıfı ve emekçi halk, faize yatıracak para birikiminden yoksundur. Bu anlamda cebine girecek faiz gelirinden bahsedilemez.
Türkiye’de rantiye gelir kaynağı, büyük oranda faiz ve spekülatif yatırımlar olup birikim araçları ise döviz, devlet tahvili ve hazine bonosudur.
Devlet para basıyor. Ve bunu faiz vererek yeniden topluyor/iç borçlanma. Sonra ödemede bulunmak için tekrar para basıyor. Bunun sonucu, bir kesimde büyük miktarda rant birikimine neden ‘ oluyor. Bu birikim, gelir dağılımının bozulması ve döviz kurunun yükselmesine yol açıyor.
Fazla yoruma gerek yok. Gelir dağılımında ki adaletsizlik, büyümenin “arttığı” son 3 yılda daha da artmıştır. Hem gelir dağılımı bozuluyor, hem de işsizlik artıyor ve hem de büyüme gerçekleşiyor. İzahı, burjuva ekonomi politiğini bile zorluyor. Tablo 3’de görüldüğü üzere tarım ve ücretlilerin payı küçülürken, rant gelirleri payı büyümüştür. Bu, faiz ödemelerinin bir anlamda bu gelir transferiyle yapıldığının açık örneğidir. Gelir dağılımı o kadar bozuk ki, Sakıp SABANCI: “Beni biraz (fazla değil!) üzen, dar gelirlilerin, dengesiz dağıtım nedeniyle ezilen kitlenin daha fazla ezilmiş olması. Bu kaygı yaratıyor” (23) diyerek, timsah gözyaşlarını döküyor. Kaygı ücretlilerin yaratacağı güç birliğinden kaynaklanıyor.
Sistem işleyişi içinde fiyat mekanizması kanalıyla, “serbest” faiz faturası başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halka ödetiliyor.
Ekim Kararları
Şubat kararlarının alınması üzerinden daha 6 ay geçmişti ki, yeni bir ekonomik önlemler paketi açıklandı. Hem de “işte Şubat tedbirlerinin olumlu sonuçları görülmeye başladı” denildiği ve bunun üzerine faizler de inmelerin yapıldığı Ağustos’tan bir ay sonra. Kararlarla birlikte açıldık getirdikleri bir konu da, geçici bir süre için bu türden önlemler alındığı şeklinde. ’80’den bu tarafa bu kaçmaydı…
Şubat sonrasında Nisan, Mayıs ve Haziran aylarında doların resmi ve serbest kuru arasındaki farkın 5 ile 10 TL’si civarında seyretmesi ve hatta 24 Mayıs’ta resmi kurun 4 TL’si fazla 1312 TL’si olduğu dönemde, kararların isabetliliğinden ve doğruluğundan sürekli bahsedildi. Fakat ne olduysa Eylül sonrasında oldu. Hem resmi ve hem de serbest kur büyük oranlarda arttı ve bu iki kur arasında ki fark da büyüdü. Fark 4 Ekim’de 63 TL’yken, ayın 12’inde 97 TL’si oluyordu: yani serbest kur 1955 TL’ye yükseliyordu. Sonrasında düşmeye başlayan kurlar, 31 Ekim sonrasında yeniden artar.
Kurlarda ki bu gelişme farklı yorumlara tabi tutulur: döviz girişinde özellikle hayali ihracatta ilgili olarak soruşturmanın genişletilmesi sonucu ihracatta beklenen gelişmenin sağlanamaması ve ithalatın hızlı artması ve de dış borç taksitlerinin vadesi gelmesi gelişmelerin nedeni olarak değerlendirilir. Bütün bunlar, TL’si yerine dövizin tercih nedeni olarak açıklanır. Ayrıca da enflasyon oranının resmi olarak yüzde 80’ler üzerinde olduğu açıklanır.
12 Ekim’de faizlerin önce “serbest” bırakıldığının açıklanmasından sonra geçen 2 günün izlenimleri sonucu, faizlere yüzde 85 tavanı getirildi. Tavanı belirleme önceden düşünülememişti. Maliye ve dış ticaretle ilgili pek çok kararlar alında ve yürürlüğe kondu. 4 Şubat kararlarının mimarı TCMB başkanı Rüştü Saraçoğlu, Ekim kararlarını “siyasi olarak değerlendirdi.” (24) Hükümetle çelişkiye düşüyordu.
Tedbirler alınmazdan bir kaç ay öncesinde gelişmeleri, Özal şöyle değerlendirir:
“Enflasyon yüzde 50 olur, faizler yılın ikinci yarısında düşer.” (25)
“Bugünkü enflasyon geçen yıldan sarkmadır. Önümüzdeki aylarda mutlaka düşecektir.” (26)
“1989 Nisanında enflasyon bugünkünün yansıra düşecek.” (27)
Kendi tabiriyle bir “hesap adamı” olarak Özal, faizin ve enflasyonun düşeceğini söylüyor. Diğer konularda da olduğu gibi yaşam, 5 ay öncesini görmeyen Özal’ı yalanladı. “Tövbe” tutması da beklenilmemeli.
“Böyle büyük bir paket, büyük bir operasyon bahis konusu değil… Zam paketi, söz konusu değil” diyordu. Özal Venedik’te yapılan röportajda. (28) Herhalde Venedik’in güzelliği çarptı.
Evet, Özal, Özal’a karşıydı.
Çok değil, 10 gün sonra Ekim kararları yürürlüğe konuldu. Söylediği gibi küçük değil, büyük bir operasyon yapıldı, zam sağanağı da hemen yağdı.
Aslında Özal’ın ne yapacağı, Ağustos ’88 tarihli IMF’nin raporunda madde madde belirtilmişti (bazıları):
1- Eğitim, sağlık ve benzeri sosyal alanlardaki yatırım ve harcamalar azaltılmalı/kısıtlanmalı (öyle yapılır, ’89 bütçesinde bu tür yatırımların payı küçültülür),
2- Faizler enflasyonun altında kalmamalı,
3- TL’den kaçış engellenmeli şeklinde sıralanmaktadır.
Beklentilere uygun kararlar, bir ay gibi kısa süreli gecikmeyle gündeme alınır. Bu kadarı “kadı kızında” da olur.
Uyarı yalnız IMF’den gelmiyordu. İkiz kardeşi Dünya Bankası da aynı bekleyiş içerisine girer: “tedbir al.”
“Enflâsyon düşürülemezse, Türk Lirası’nın yerine döviz tutma talebi de azaltılmayacak demektir… Bundan endişe duyuyoruz ve önlemler alınması konusunu Türk yetkililerle görüşeceğiz” diyordu, Dünya Bankası Başkan yardımcısı W. Thalwitz.(29)
Yakın/kısa tarihimize bakacak olursak ya da hafızamızı zorlarsak hatırlayacağız ki, alınan ekonomik (bir yönüyle siyasi) önlemler emperyalizmin uluslararası mali ağının iki güçlü örgütü IMF ve Dünya Bankası’nın tavsiyeleri yönünde olmuştur. Bunun üzerine ki kararların uygulayıcıları, “dışarıda beğenildiklerini” ve dünya ya “örnek gösterildiklerini” açıklar.
Yaşadıklarımızı unutamayız. Sonuç ortada: işçi sınıfı ve emekçi halk işsizliğin, sömürünün ve sefaletin zincirine vurulmuşken öbür tarafta ekonominin nimetlerinden yararlanan azınlık, yani egemen sınıflar. Bu anlamda beğenilen, sömürünün/sefaletin katmerleşmesidir.
Ekim kararlarının uygulanmasını değerlendiren OECD Türkiye Konsorsiyum Başkanı W. Albert: “4 Şubat’ta alınan kararlar ile şimdi alınan kararlar arasında esas itibariyle fark yoktur… Ekim kararları doğru ve gerçek bir yolda alınmış kararlar olup, OECD bu kararları destekliyor” der. (30)
Tablo.3- GELİR DAĞILIMI (1963-1988)- Yüzde olarak
TARIM ÜCRET RANT GELİR
1963 41,19 21,50 37,31
1970 31,08 31,15 37,77
1975 30,76 31,51 37,73
1980 23,87 26,66 49,47
1983 20,52 24,78 54,69
1986 18,09 17,7 64,21
1987 17,06 17,6 65,40
1988 16,30 15,6 68,10
Kaynak: İSO
Ekonomiyi resmi ve gayri resmi sektörlerin bütünü oluşturduğuna göre, ikisinin arz ve talebinin birlikte dikkate alınması gerekmektedir. Bu bütünlük döviz piyasasına, dolayısıyla kuruna da yansımakta ve bunun sonucu da resmi ve serbest ikili kur oluşmaktadır.
’80 sonrasında döviz talebine yapılan ekler:
1- Döviz satın alıp birikim aracı olarak yararlanma serbestliği,
2- Döviz Tevdiat Hesabı(DTH) açmak için döviz almanın teşvik edilmesi sayılabilir.
Bunlar sonucu ekonomide, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde olduğu gibi iki para biriminden söz edilecek gelişmeler olmuştur. Osmanlı döneminde revaçta olan yabancı para birimi Fransız frankı iken, bugün ABD dolarıdır.
Ekonomide doların tercihi ve kullanım alanları:
1- TL olarak bankaya yatırmak yerine DTH açılması daha cazip.
1983 yılı sonunda yerleşik kişiler de DTH, açma olanağı tanındı: ’85 yılında 2,6 trilyon olan DTH, ’87’de 5,6 trilyon TL’ye yükselmiştir. ’87 yılında toplam mevduat (DTH dâhil) içinde, DTH payı yüzde 23,2’dir. DTH’nın bölgesel dağılımı yüzde 42,6’sı Marmara, yüzde 15,4’ü Orta Kuzey ve yüzde 12,3’ü Ege bölgesine dağılmıştır. DTH’nın yüzde 60,8’i dört büyük bankada toplanmıştır. (31)
2- Bankaya yatırılan döviz, ekonominin çarkından çıkmaz. Sistem içinde kalır. Fakat önemlisi, döviz, gömüleme denilen yöntemle cüzdanda, yastık altında saklanarak spekülatif amaçla sistem dışına çıkarılır.
3- Bankaların “yabancı para üzerinden borçlanması” açıkça teşvik edilmiştir. Bankaların yükümlülükleri Aralık ’85’te 3192,0 milyon iken Kasım ’87’de 5006,0 milyon dolara yükselmiştir. Bunun ’88’de daha da artmış olacağı tahmin edilebilir.
4- Artık günlük işlemlerden bazıları bile dolarla yapılır olmuştur. Nitekim gayrimenkul alış/satış ve kiralama işlemleri dövizle yapılmaya başlamıştır.
5- “Dövize dayalı gelir ortaklığı senedi” uygulaması ile dövizle borçlanma kapısı açılmıştır: ’87’de döviz endeksli senetler çıkarılır.
Zamanla döviz çıkış kanalı genişlerken, giriş kanalı daralmıştır.
Dış borç açısından açmazlık: borcun borçla ödenmesidir.
Bu borç ödemelerinin önümüzdeki dönem açısından etkileri: dövizin ülke içinden toplanması halinde satın almak için TL’ye ihtiyaç duyulacak ve bu yönüyle gelişme halkı ilgilendirecektir. Örneğin 1 doların 3000 TL’ye çıkması halinde, iktidarın önümüzde ki yıl, 10 trilyonu aşkın para bulmak zorunda kalacaktır. Buna iç borç ödemeleri de eklendiğinde durumun ciddiyeti daha iyi görülecektir. Emisyon artışının faturasını emekçi halk ödeyecektir. Bu anlamda ’89 yılında ekonomik krizin daha da artacağı gözlenebilir. Ayrıca devlet güvencesiyle dışarıya borçlanan özel sektörün geri ödemelerinde maliyet artışının fiyatlara yansıması üzerine faturayı yine halk ödeyecektir.
“Bu yıl (1988) herhangi bir sorun görmüyorum. Ancak orta ve uzun vadede sorunlar olacak. Bununla 1989-90 yıllarını kastediyorum” diyordu, OECD Türkiye Konsorsiyumu Başkanı Dr. W. Albert. (32)
Evet; ’89 yılının başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halk için zorlu bir yıl olacağının pek çok işareti vardır.
Döviz gelirlerinde en büyük paya sahip olan ihracat gelirinin daha da artırılması koşulları zayıf görünüyor. Çünkü ihracat yeni yatırımların üretimiyle beslenmeyip, esas olarak kapasite kullanımında ki artıştan kaynaklanmaktadır. Gerçi stagflasyon şartları sebebiyle, kapasite kullanımı düşmeye başlamıştır. Ayrıca yüzde 50’den fazlasının hizmetler sektörü olan GSMH’nın yüzde 10’u aşkın payı dış ticaret ödemeleriyle yurt dışına transfer edilirken, geriye kalandan yüzde 20’lere yaklaşan kısmı ihraç edilmektedir. Bu anlamda da ihracat sınırına da-yanılmıştır. Ve önemlisi vergi iadelerinin ’89 yılı başından itibaren kaldırılacağının açıklanması üzerine, teşviklere bağlı ihracatın azalacağı tahmin edilebilir.
Döviz taleplerinden önemli bir kalem, ithalat: teminatların artırılması, ithalat talebini olumsuz etkileyecektir. Bunun yatıran malları ithal talebine yansımasıyla, ekonomik krizin artacağı gözlenebilir. Diğer taraftan lux tüketim mallan ithalatı sürekli artmaktadır: ’85’de 12,2 milyon iken ’87’de 34,5 milyon dolara yükselmiştir. Lüks tüketim mallarını, rantiye gelir sahipleri talep etmektedir.
Döviz arz ve talebinin kalemlerindeki değişikliklerin ekonomik yaşantıya etkisi değişik boyutlarda olmaktadır. Genelinde beklenti, ’89 yılında krizin daha da artacağıdır.
3- BEKLENTİ/SONUÇ YERİNE
Geleceğe yönelik beklentiler:
1- Yüzde 85 mevduat faizliyle fon toplayan bankanın sıfır kâr marjıyla bunu değerlendirmesi halinde, kredi faizinin yüzde 129,4 olması gerekmektedir. Bu sebeple kredi faizi yüzde 140’ları aşacağı beklenmelidir. Bundan yatırımları olumsuz etkilenecek ve bu yüzden işsizlik oranı daha da artacaktır. Nitekim 88 yılının Ocak-Mayıs döneminde bir önceki yıla göre yeni kurulan şirket sayısı yüzde 11,8 ve sermayesi toplamında yüzde -51,0 oranında artmıştır. Bu oranlar 1987-86 mukayesesin de yüzde 22,1 ve yüzde 337 olmuştur. ’89 yılı içinde daha da küçük olacağı gözlenebilir.
2- Kredi faizlerinin artması, 16 trilyon TL olduğu söylenen (33) batık kredi miktarını daha da artıracaktır. 1987 yılında bankacılık sektöründe kullanılan toplam kredi miktarının 17 trilyon TL olduğu hatırlandığında, bu sektörün sorunlarının artacağını belirtmek hiç de kehanet değildir. Bunun üzerine bazı bankaların yıldızı kayabilir.
Diğer taraftan yüksek maliyetli kaynak kullanımı sonucu iflasların olması üzerine, bu firmalar yönetiminin fon veren bankalarda toplanması gündeme gelebilir.
ABD patentli ithal bürokratlardan Konutbank Gnl. Md. Bülent ŞEMİLER “İnşallah birkaç banka kapanır… Birkaç bankanın kapanması faydalı olur… Zaten çok banka var” diye demeç verir. Anlamı, sistemin feda edeceği en azından 4-5 bankanın bulunduğudur. Özel bankaların holdingler bünyesinde toplandığı ve konumlarını sağlamlaştırdığı ama kamu bankaların ise mali bünyelerinde sarsıntılar başladığı dikkate alınırsa, yıldızı kayanlar kamu bankaları mı olacak? Ayrıca, mevduat sahiplerine seslenen yetkililer “paranızı sağlam bankaya yatırın” demekle, sağlam olmayanı da açıklamış oluyorlar. Ya da bankerler meselesinde olduğu gibi yine, “halk kumar mı oynadı” demenin, yolları aranıyor?
’87 yılında, TÖBANK ve Anadolu Bankası’na yönelik olarak gerçekleştirilen “kurtarma operasyonları’ ilk kez resmi belgelerde yer aldı. Tasarruf mevduatı sigorta fonundan bu operasyonlar sırasında TÖBANK’a (reklam, sağlam! alternatif ama ne sağlam?) 26,5 milyar, Anadolu Bankası’na 15 milyar TL tutarında mali destek sağlandığı açıklandı.
3- Mevduatı toplayan banka, kredi faizlerinin yükselmesi ve batık kredi miktarının artması gibi nedenlerle, toplamış olduğu fonu plasmanda zorlanınca, dövize yönelme durumunda kalabilir. Zaten kambiyo işlemleri, bankaları zor durumdan kurtaran stepne durumundadır. Dövize artan talep, kurların yükselmesine ve yine TL’den kaçışa neden olabilir ki, bu başlanılan yere tekrar dönüş demektir.
4- Şubat kararları sonrasında, ekonomiye hakim olan stagflasyon şartlarının devam edeceği beklenebilir.
5- Toplamı 32,5 trilyon TL olarak belirlenen ’89 bütçesinin, 9,1’i dış ve 7,6’sı iç borç olmak üzere toplam 16,7 trilyon TL borç ödemelerine ayrılmıştır. Önceki yıllarda ki gibi hedeflenen 5 trilyonluk açık daha da artacak ve bu nedenle emisyon miktarı da artacaktır.
6- Her bütçenin hazırlanışında belirlenen hedeflerin gerçekleştirilmesi için çok ciddi önlemler alındığı açıklanır. Fakat hedeflerin, en azından gerçekleşenin yarısı kadar olduğu yılsonunda anlaşılır. ’89 bütçesinde enflasyon oranının yüzde 30’lar da olacağı tahmin edilmiştir. Ulusal gelir deflatörünün yüzde 48 olarak alınması ve faizlerin yüzde 85’lerde seyretmesi, fiyatların ve bu anlamda enflasyonun daha da artacağının göstergeleridir.
7- Bütçe programlarında sadık kalman tek rakam ücret ve taban fiyatlarının artış miktarıdır. Ekonomik koşulların daha ağırlaşacağı ’89 yılında, gelir dağılımı dar gelirli emekçi halkın aleyhine daha da bozulacaktır. Ve bunun üzerine, talebin artmaması sonucu durgunluk daha etkin olacaktır.
8- Eskişehir Odası Başkanı Yavuz Zeytinoğlu: “1987 yılında kârlarını büyük ölçüde artıran sanayi kuruluşları, bu performanslarını bu yıl da sürdürdüler. 18’i İSO’nun 500 büyük firma sıralamasında yer alan 20 şirket, bu yılın ilk dokuz ayında kârlarını, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 98,2 artırarak 182 milyardan, 362 milyar liraya çıkardılar. Bu firmaların satış hâsılatları da aynı dönemde yüzde 90’a yükseldi” der. (34)
Ekonomik krize rağmen ekonomide tekelleşme artıyor. Benzer sermaye birikimin devamını gösteren pek çok gösterge mevcuttur.
Sonrası, yeni bir önlemler paketi mi? Yoksa…
KAYNAKÇA
1- Karl Marx. Kapital. Çes: Alaattin Bilgi. Sol Yayınları sf. 355.
2- V. İ. Lenin, Emperyalizm, Çev: Cemal Süreyya. Sol Yayınlan, 7. Bas.sf.38.
3- Karl Marx age, sf.391.
4- Ibid, sf. 393.
5- Ibid, sf. 371.
6- Ibid. sf. 368.
7- Ibid, sf. 369.
8- Ibid, sf. 377.
9- V. İ. Lenin, age. sf.7l.
10- ’87 Petrol-İş. Tablo-68.
11- Hürriyet. 23 Şubat 1988.
12- Yalcın Doğan, Cumhuriyet. 26 Eylül 1988.
13- Cumhuriyet. 14 Ekim 1988.
14- Melih Molo (Gümrükler Gn. Md. Yrd. Ekonomik Panorama, 23 Ekim 1988. sf. 11-13,
15- Cumhuriyet. 14 Ekim 1988.
16- 2000’e Doğru. 6-12 Kasını 1988. ,1.21.
17- Meral Tamer. Cumhuriyet. 15 Ekim 1988.
18- İSO Dergisi, Temmuz-1988. sası: 269
19- Öztin Akgüç. Para ve Sermaye Piyasası, Nisan- 1986. sf.9.
20- Korkut Boratav. 2000’e Doğru. 14-20 Şubat 1988.
21- TÜSİAD-T 86.92, sf,7
22- Güneş. 10.Eylül 1988.
23- 2000’e Doğru, 6-12 Kasım 1988. sf. 21
24- Cumhuriyet. 15 Ekim 1988.
25 Hürriyet. 21 Mart 1988.
26- Milliyet, 10 Mayıs 1988.
27- Milliyet, 4 Haziran 1988.
28- Cumhuriyet. .30 Eylül 1988.
29- Hürriyet. 19 Eylül 1988.
30- Tercüman. 20 Ekim 1988.
31- Türkiye Bankalar Birliği yasını.
32- Cumhuriyet. 19 Ekim 1988.
33- Faik Y. Başbuğ. Dünya. 20 Ekim 1988.
34- Cumhuriyet. 11 Kasım 1988.
Aralık 1988