Türkiye işçi sınıfı hareketine bir göz attığımızda; tasfiyeciliğin, işçi sınıfının siyasi örgütlülüğünün baş düşmanı olduğu tespit edilebilir. Tasfiyecilik, işçi sınıfının siyasi örgütlülüğünü despot, anti-demokratik, faşist devlet biçimlerine uyarlamanın ismidir.
Lenin diyor ki; “Tasfiyecilik, kökü derinlerde olan toplumsal bir olgudur. Liberal burjuvazinin karşı devrimci ruh haliyle, demokratik küçük burjuvazideki dağılma ve parçalanmayla ayrılmaz bir biçimde bağlıdır. Liberallerle, küçük burjuva demokratlar, devrimci sosyal-demokrat partinin maneviyatını bozmak, onu alttan kundaklayıp devirmek, çatısı altında basan sağlayabilecekleri yasal işçi örgütleri için yolu temizleyip açmak amacıyla her çareye başvuruyorlar, bin bir türlü yol deniyorlar. Yaşadığımız şu günlerde tasfiyeciler, ideolojik ve örgütsel yönden, dünün devriminden, arta kalan en önemli şeye ve yarının devriminin en önemli siperine karşı savaşıyorlar.” (Tasfiyecilik Üzerine, Sol yayınları, sf. 68-69) Türkiye işçi sınıfının siyasi hareketinin 70 senelik geçmişinin irdelenmesini şimdilik bir yana bırakıp, yakın geçmişe bakıldığında, Lenin’in görüşlerinin derin anlamını daha iyi anlayabiliyoruz. Ülkemizdeki tasfiyecilik, 12 Eylül sonrasında canlanarak, tarihsel görevini yerine getirmek amacıyla sahneye çıktı. Karşıdevrimin saldırılarının, işçi sınıfı hareketine ve devrimi savunan örgütlere zarar verdiği her dönem aynı zamanda, tasfiyeciliğin de “bayram günleri”dir.
“Tasfiyeciler kimlerdir?” sorusunun cevabı gayet açık ve nettir. Her türden revizyonist akımın amacı, işçi sınıfı hareketini tasfiye etmektir. Tabii ülkemizde tasfiyecilik, sadece revizyonizmden ibaret değil. Bir dönem keskin devrimci pozlarda gezinirken, sonradan apolitik mevzilerde kapitalist yaşamın bir unsuru olduğu halde devrim aleyhine propaganda yaparak “vicdanını” rahatlatan “yeni” burjuvalar, işçi sınıfının siyasi hareketini ve devrimci örgütleri bölüp parçalamayı kendine meslek edinmiş burjuva kariyeristler tasfiyeciliğin ana unsurlarıdır. Bunlar, karşı devrimin “zaferi” ile hemen ortaya çıkıp, karşı devrimin ortalığı “temizlediğini” sanarak tasfiyeciliğini geliştirmek amacıyla kollarını sıvarlar.
12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte ülke çapında başlatılan genel saldırı ve Türkiye devrimci hareketinin bu saldırıyı yeterli ölçüde göğüsleyememesi ve de güç kaybına uğraması sonucu, revizyonist tasfiyecilik için en uygun ortamın doğduğu anıldı. Bugün revizyonistler, Türkiye devrimci hareketinin yenilgisinin nedenlerini sözde bulmak için “iyi niyetli” bir uğraşı içinde oldukları görünümünü yaratmaya özen gösteriyorlar.
Tasfiyeciliğinin ideolojik bakış açısı idealizmdir. Dolayısıyla onlar, devrimin sorunlarına bu idealist, şarlatan görüşlerle yaklaşmaktadırlar. Sözüm ona, “teori”de yapılan hatalar, “teorik eksiklik”, tarihsel süreç içinde Türkiye’nin sosyal, ekonomik, politik yapısıyla ilgili derinlemesine ve kapsamlı görüşlere sahip olunmaması vb.nin Türkiye devrimci hareketini yenilgiye götürdüğü ileri sürülüyor. Tabii ki bu tespitle baylarımız, hızla “bilimsel”, “derin” araştırmalara girişiyorlar veya araştırıyor görüntüsü veriyorlar. Sonunda piyasayı birçok “Marksist bilim adamı”(!) kaplıyor. Büyük teorisyenler pozunda bu revizyonistler, nedense, “iyi güzel de, sizin dediğiniz gibi derinlemesine teorik bilgilere sahip olunmaması yenilginin nedeni ise, bu bilgiler olsaydı ne yapılması gerekirdi?” sorusuna bir türlü cevap vermek istemiyorlar. Çünkü bu sorunun cevabı pek bilgiç revizyonistlerin amacını açığa çıkaracak. Örneğin; “Marksizm” adına açıktan devleti savunan Doğu Perinçek ve grubunu ele alalım. (Bkz. Dipnot 1) Doğu Perinçek’in başını çektiği ve giderek birkaç eski arkadaşından başka kimsenin kalmadığı “Aydınlık” ismiyle “şöhrete” kavuşan bu revizyonist burjuva aydınların, 12 Eylül öncesinde tam anlamıyla karşı devrimci bir politika izledikleri biliniyordu. Onlar, bir yandan CHP-AP karması bir hükümet isterken, diğer yandan da, bir an önce müdahale etmesi için orduya çağrı çıkarmaktan geri kalmıyorlardı. Bunların 12 Eylül öncesinde tespit ettikleri taktik, bir bakıma, 12 Eylül darbesiyle birlikte pratiğe geçirildi Ama ne yazık ki(!), bu işin önderliğini D.Perinçek’in partisinin yerine ordu yaptı. Ülke “kargaşadan” (Bkz. dipnot 2) kurtarıldı. Bir milyona yakın insan “aşın solcu” diye gözaltına alındı. Bunlardan 200 bini tutuklanarak zindanlara dolduruldu, on binlerce genç devrimci sakat bırakıldı. Yüzlercesi işkencede öldü, 50’ye yakın insan idam edildi. DİSK kapatılarak dağıtıldı, İşçi sınıfı ve emekçi halkın birçok demokratik hak ve özgürlüğü ortadan kaldırıldı; kısacası, Türk ordusu, Aydınlıkçı’ların istekleri doğrultusunda hareket edip, ülkeyi zapturapt altına aldı.
Şimdi, böylesine “başarılı” taktikler saptayıp, orduya dahi “yol gösteren” bu kişilerin, doğan ortamdan yararlanarak, Türkiye devrimci hareketinin, işçi ve emekçilerin mücadelesinin karşı-devrimin saldırıları karşısında güç kaybetmesinin nedenlerini arıyor görünüp ortalıkta gezinmelerine ne denmelidir! Ama bu revizyonistler, çok “zeki” insanlardır. Türkiye devrimci hareketinin geçici yenilgisinde revizyonizmin belirleyici etkisinin olduğunu gözlerden gizleyerek aydın lafazanlığıyla, karşı-devrimin saldırıları karşısında teslim olanları etraflarında toplayabileceklerini sanıyorlar. Bu nedenle, 1983 Kasım seçimleri sonrasında, hemen kolları sıvayarak ortaya fırladılar, birbirleriyle yarış edercesine, işçi ve emekçilerin hareketini, “yeni rejime” uyarlamaya çalışıyorlar.
Böylece revizyonizm, tarihi fonksiyonuna uygun bir tarzda, 12 Eylül’den sonra geriye devrimci olarak ne kalmışsa onu da tasfiye etmek için, “iyi niyetli” çabasına girişmişti. Onlar, sözde, herkesi “sol gruplar arası olumsuzlukların” üzerine gitmeye ve “sol içi çatışmalardan arınmaya” ve “bağnazlıktan kurtularak”, “olgun devrimciler” olmaya ve “devrimin sorunlarını birlikte tartışma”ya çağırıyorlardı. Kısacası, bir yandan 12 Eylül öncesinde “baş düşman Sovyetler ve revizyonistler alınmalı, batı emperyalizmi ve Türkiye gericiliği ve devleti savunulmalıdır” diyen Aydınlıkçılar, diğer yandan da, “anti-Sovyetizm, anti-komünizm demektir, Sovyetlere kim karşıysa Maocudur. Türkiye halkının baş düşmanı MHP ile birlikte Maoculardır” diyen TPK ve diğer Sovyetçi revizyonistler, şimdi “dostluk” ve “barış” adına, “Marksistleri” birliğe çağırıyorlar. Doğu Perinçek, M. Ali Aybar, Murat Belge ve Sovyetçi revizyonistler arasında “birlik”ler kuruluyor! Bununla, Türkiyeli “Marksistler” arasındaki çatışmaya da, barışa da revizyonistlerin karar vermiş olduğu kanıtlanmış oluyor!
Revizyonistler arasındaki barış veya düşmanlık, her zaman, işçi sınıfının dünya görüşünü ve işçi sınıfının siyasi hareketini hedef alır, onu tasfiyeyi amaçlar. Tüm bu olaylar, Marksizm-Leninizm ile revizyonizm arasındaki ayrımı Çin ve Sovyet çatışması olarak görülmesinin yanlışlığını kanıtlıyor. Ama yine de, revizyonistlerin olaylara çok “iyi niyetli” yaklaştıklarından hiç kimsenin şüphesi olmasın! Çünkü onlar bu “iyi niyet” gösterisine girmeden, devrimci fikirlerden etkilenen, ama yenilgi dönemlerinde sözde “kafası karışan” kişileri kazanıp saflarını genişletemeyeceklerini çok iyi bilirler. Bunun için de, 1983 Kasım seçimlerinden sonra “Marksistler arası” özgür tartışma kampanyası başlatıldı. Kimi revizyonistler, çıkardıkları yasal dergilerde, kendi dışındaki “Marksist gruplardan” olanlara da sayfa açtı. Nedense “diğer Marksist gruplar” dedikleri hep de kendileri gibi düşünen kişilerden oluşuyordu. Bu kampanyanın arkasından yasal “sosyalist parti”nin kurulması girişimleri gündeme geldi. Böylece, 12 Eylül sonrası silah zoruyla kurulan ve yine silah zoruyla, tek yanlı propaganda kampanyalarıyla “halka onaylatılan” rejimin Anayasasıyla “meşruluk” bulan -ve bir yıldır bu meşruluğu elde etmeye çalışan- parti -ve yasallaşmaya çalışanı- işçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesinin geçici bir süre için “yenilgiye” uğramasının nedenlerini araştırıyormuş gibi davranabiliyor. Bu manzara karşısında içimizden, “devrimci hareket yenildiyse sana ne, sen açıktan karşı-devrimin yanında yer almıştın. Sana mı kaldı devrimci hareketin yenilgisinin nedenlerini araştırmak” diye sormak geliyor. Bir an için böylesine bir “sekterliğe”(!) düşmeyerek, Aydınlıkçıların da “nedamet” getirerek devrimin sorunlarına Marksist bir açıdan eğildiklerini düşünelim. Aydınlıkçıların söylediklerine ve yaptıklarına bakıldığında, bunlar hakkında en küçük bir “iyi niyet” beslemenin bile büyük bir yanılgı olduğu görülebilir.
Doğu Perinçek ve arkadaşlarının çıkardığı “2000’e Doğru” ve “Saçak” isimli dergilere ve “Sosyalist Parti”nin izlediği çizgiye göz attığımızda, yukarıda ileri sürdüğümüz görüşlerin tüm kanıtlarını bulabiliriz. Bu revizyonistler sözde demokrasi istediklerini iddia ediyorlar. Aslında ise istedikleri demokrasi, 12 Eylül “demokrasisinin” sınırlarının biraz daha genişletilmesinden ibarettir. Ama esas amaçları, işçilerin ve emekçilerin mücadelesinin sosyal kurtuluşa doğru yol almasının önünü kesmektir.
İster Aydınlıkçılar olsun, isterse TKP ve yandaşları revizyonistler olsun, tüm güçleriyle “Marksizm’in”, egemen sınıflar tarafından kabul edilebilir zararsız bir ideoloji olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Doğu Perinçek, yasal partisini kurmaya çalıştığı dönemde, birilerine seslenerek, “posta kutularına gizlice bildiri atmakla bir şey yapılamaz, gelin hep birlikte yasal sosyalist partiyi kuralım” diyebiliyordu. Aslında, Doğu Perinçek, Marksistleri ihanete, 12 Eylül sonrasında geriye kalan devrimci ne varsa onu tasfiye etmeye, kısacası; polisi “gizli örgütleri” bulma uğraşısından kurtarmaya çağırıyordu. Böyle bir çağrı, 70 seneden beri, işçi sınıfının ve emekçilerin yasal siyasi faaliyete katılmasının ve siyasi örgütlerini kurmasının yasak olduğu “Türkiye’ye özgü demokrasi” rejiminin bulunduğu ülkemizde kapılıyor.
Doğu Perinçek, Haydar Kutlu, Nihat Sargın, M. Ali Aybar, Yalçın Küçük vb. için Türkiye’de yasal “sosyalist parti”nin kurulması yasak değil. “Komünist partisi” kurulmadan demokrasi olmaz diyerek yola çıkan Haydar Kutlu ve Nihat Sargın’ın başlattığı tartışmaya, “artık komünist partisi kurulabilir” sözleriyle, Kenan Evren, Turgut Özal, Recep Ergün vb. de katıldılar. Haydar Kutlu ve Nihat Sargın’ın “komünist partisi”ni kurmak için “eyleme” geçmelerinin amacı, “komünist partisinin kurulması” düşüncesini, Türkiye’yi yönetenlerin nezdinde de tartıştırmak ve onları ikna etmekti. Bunun için gerek D. Perinçek ve arkadaşları ve gerekse Haydar Kutlu ve Nihat Sargın, ülkenin cumhurbaşkanıyla, başbakanıyla, bakanlarıyla, generalleriyle bir diyalog ve tartışma ortamı yaratıyorlar.
Hızlı bir tarzda “komünist partisi”nin kurulması gerekliliği tartışılıyor. Kimisi 141. ve 142. maddelerin kaldırılmasını, kimisi ise 1982 Anayasası’nın değiştirilmesini istiyor. Bu tartışmalar içinde en doğru düşünceyi Uğur Mumcu dile getirdi. “U.Mumcu, gerek Doğu Perinçek ve arkadaşlarının “sosyalist parti”sinin, gerekse TKP’nin programına göre adı “komünist” olan partinin kurulmasının, mevcut yasalara göre yasak olmadığını söylüyor. Cumhuriyet gazetesinin yazarı, 1982 Anayasası’nda ve Ceza Kanunu’nun 141 ve 142. maddeleriyle yasaklanan, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki egemenliğidir diyor. Gerek TBKP’lilerin, gerekse “SP”lilerin proletarya diktatörlüğünden vazgeçtiklerini ve çok partili demokrasiden yana olduklarını, seçimlerle işbaşına gelmeye çalışacaklarını ilan ettiklerini de ekliyor. Aslında U. Mumcu, “anarşizmi durdurmak, illegal örgütleri etkisiz hale getirmek için oyalanmadan, bir an önce, proletarya diktatörlüğünü ve devrimi reddeden komünist partisi yasallaştırılmalıdır, bunun için ne Ceza Yasası’nda, ne de Anayasa’da bir değişikliğe gitmeye gerek yoktur” demek istiyor. Her türden revizyonist de bu düşüncededir. Ama halen, düşüncelerini herkesin anlayacağı biçimde dile getirmekten çekiniyorlar. Cumhurbaşkanını, başbakanı, egemen burjuvaziyi “demokrasi kültürüne” kazanmaya ve “demokratlaştırmaya” çalıştıklarını ileri sürebiliyorlar. Oysa olayları yakından takip edenler, aslında, “yeni rejim”e uygun ideolojik ve siyasi değişikliklere gidenlerin revizyonistler olduğunu, Evren’in, T. Özal’ın, Demirel’lerin, İnönü’lerin, Ecevit vb. demokrasi anlayışıyla bütünleştiklerini görebiliyorlar. Başkalarını “demokrasi kültürüne” kazananlar TKP’liler, TİP’liler, Aydınlıkçılar ve diğer revizyonistler değil, “Türkiye’ye özgü demokrasi”nin savunucularıdır! Bu “demokrasi”nin eksikliği, rejimi kabul eden ve onun dışına çıkmayacak yapıyı savunacak “komünist” veya “sosyalist” isimli bir partinin kurulmasıdır. Perinçek, keskin laflarla herkesi bu platforma çağırıyor “Yasal siyasi faaliyet yürütüyoruz, bize yönelen saldırıları göğüslüyoruz, her şeyin bir bedeli var, bu bedeli ödeyerek veya ödemeye hazır olarak hareket ediyoruz” diyerek, “kahramanlık” gösterilerine girişmekten de geri kalmıyor.
Bu revizyonistler bir şeylerin “bedeli”ni mi ödüyor, yoksa, egemen burjuvazi tarafından mükafatlandırılıyorlar mı? İşte bu tespit edilmelidir.
Haydar Kutlu ve Nihat Sargın, polise teslim oldu. Şimdi “çok ağır” ceza talebiyle yargılanıyorlar. Arkalarına da Avrupa “komünistleri”ni, sosyal-demokrat partileri vb. almışlar. Amaçlan, programını ilan ettikleri “komünist partisi”nin kurulmasını sağlamak. Bunun için yargılanma temelinde bir tartışma açtılar. Bu tartışma sürecinde, TBKP’nin programı temelinde bir “komünist partisi”nin kurulabileceğini Kenan Evren de kabul etti. Uluslararası mali sermayenin Türkiye’deki uzantılarından biri olan Sabancı Holding’in Başkanı Sakıp Sabancı da “komünist partisi kurulabilir” dedi.
Olaylara yüzeysel bakanların, “Türkiye’de demokratikleşme hızla gelişiyor” demekten kendilerini alıkoyamayacaklarını biliyoruz. Oysa demokrasi adına hiçbir şekilde hayale kapılmamak gerekir. Çünkü bu platformda, revizyonizmle fikir birliğine varan egemen sınıfların temsilcileri, hep birlikte işçi sınıfının siyasal hareketini tasfiyeyi amaçlamaktadırlar.
12 Eylül darbesi ve aradan geçen 8 sene, karşı-devrime, sadece polisiye tedbirlerle Türkiye devrimci hareketini çok edemediğini gösterdi. Tutuklamalar, işkenceler, kısacası, faşist terör işçi ve emekçileri sömürü ve baskıya karşı mücadele etmekten alıkoyabilseydi veya mücadele etmekten vazgeçirebilseydi, burjuvazi siyasi iktidarını, her yerde faşist biçime büründürmekte (bir an olsa bile) tereddüt göstermezdi. Yani, faşizm, her zaman işçi ve emekçilerin sosyal ve siyasal kurtuluş mücadelesini ezmek için ne çare olabiliyor ve ne de sınıf mücadelesini yok edebiliyor. Çünkü bunlar, (faşistlerin de iradesine tabi olmayan) sınıf farklılıklarının, insanın insan tarafından sömürülmesinin yarattığı objektif olgulardır. Egemen sınıflar açısından 12 Eylül darbesi “başarılı” oldu. Ama başka şartlarda ve emekçilerin sınıf mücadelesinin tecrübeleriyle olgunlaştıkları ortamda, 12 Eylül benzeri askeri darbeler, aynı “başarıyı” tekrar elde edebilecek mi? Bu soruya kesinlikle hayır cevabı verilebilir. Ve buna tarihten örnekler de gösterilebilir. Örneğin, Şili’yi ele alalım. Faşist Pinochet bile, halkın mücadelesi karşısında “demokrasi” gösterisine girişebiliyor ve kendisini “demokrat” ilan edebiliyor. Bugün, Şili halkı bu faşist diktatörün karşısına “Çakala ölüm!” sloganıyla dikilebiliyor.
İşçilerin ve emekçilerin mücadelesin» ve örgütlülüğünün bugün, 12 Eylül öncesindeki boyutlarına erişemediği bir gerçektir. Ama aşırı sömürü ve baskı, 12 Eylül öncesi Türkiye’sinin yeniden gündeme gelmesinin şartlarını oluşturuyor. Bunun için, karşı-devrimciler hep birlikte, “Türkiye, 12 Eylül öncesindeki gibi uçurumun kenarına gelmeyecektir” deyip duruyorlar. Bunları söylerken, bir yandan da kendileri bile söylediklerine inanmıyorlar. Onlar, terörün her şeyi halledemediğini görüyorlar. “Yok ettik, bir daha bellerini doğru Namazlar” dediklerim yok edemediklerini görüyorlar. Eylemlerin arkasından “tahrik edicilerin” bulunduğunu söylemekten de kendilerini alamıyorlar. Bunun için, terörün yanı sıra, “demokrasiciliği” geliştirip, revizyonist tasfiyeciliği de tam anlamıyla devreye sokmaya çalışıyorlar. Revizyonistlerin geçici de olsa devreye sokulmasının ağırdan alınmasının nedenlerinden biri, bu işi başarıp başaramayacakları konusunda tereddüt göstermeleridir. Çünkü Türkiye’de, revizyonistlerin istenen görevi yerine getirebilmek için büyük şansları yok. Bunun çeşitli nedenleri vardır.
Önce ülkenin iç durumunu ele alalım. Türkiye’de revizyonist tasfiyeciliğin tabanını oluşturan sosyal temelin zayıf olduğu gerçektir. Yaygın bir tabaka oluşturan, egemen sınıflar tarafından baskı altında tutulan küçük burjuva aydınlar, işçi sınıfı içindeki bürokrat ve aristokrat küçük-burjuva tabaka vb. revizyonizmin toplumdaki sosyal temelini oluşturmaktadır. Tabii ki bununla, revizyonistlerin “sosyalizm” adına bilinçsiz işçi ve emekçileri etkileyebildiklerini veya etkileyebileceklerini inkâr etmiş olmuyoruz, örneğin, 12 Eylül öncesinde revizyonistlerin işçi ve emekçilerin üzerinde önemli ölçüde siyasi, ideolojik ve örgütsel etkilerinin olduğu bir gerçektir. 12 Eylül öncesinde, işçi ve emekçilerin mücadeleci kesimleri revizyonistlerin peşinde yürüdükleri için, 12 Eylül darbesinin karşısında aciz kaldılar. 8 sene boyunca görülmemiş baskı ve sömürüye tabi tutuldular, var olan demokratik hak ve özgürlüklerini kaybettiler, DİSK gibi mücadeleleriyle kurup yaşattıkları sendikalarının kapatılıp dağıtılmasına engel olamadılar. 12 Eylül darbesiyle birlikte, işçi ve emekçileri kendi başlarına bırakan revizyonistler, sınılın kendilerine duyduğu güveni de kaybettiler. Hiç kimse, revizyonistlerin, 12 Mart 1971 sonrasındaki gibi “Marksizm” adına işçi ve emekçileri etkileyerek, güçlü “Marksist” gruplar haline gelmesinin, ’83 Kasım’ı sonrasında da tekrarlanacağım ummasın. Çünkü bu iki dönem arasında çok önemli farklılıklar var. 12 Mart’ta karşı-devrimin saldırısıyla “yenilgiye” uğrayan radikal “sol” ve devrimci gençlikti. O dönemde, işçi ve emekçiler, karşı-devrimin saldırılarıyla yoğun bir tarzda karşı karşıya kalmadı, örneğin, DİSK kapatılmadı, sıkıyönetime rağmen kısıtlanmış faaliyetine devam etti. TÖS ve Dev-Genç dışında diğer demokratik kitle örgütleri kapatılmadı. Kapatılan TÖS’ün yerine TÖB-DER kuruldu. 1973’e gelindiğinde, işçi ve emekçilerindeki sınıfsal uyanış görülmemiş boyutlara çıkmıştı. 1973 seçimlerinde “sol” sloganlarla harekete geçen CHP, AP vb. gibi sağ partilerden daha çok oy alarak birinci parti olabiliyordu. Devrimci sosyalist düşünce, Türkiye’nin en ücra köylerine kadar yayılmıştı.
12 Mart 1971 darbesinin hışmına uğramayan revizyonistler, “devrimci Marksist” görünümünde, kendileri için hazırlanan ortamdan yararlanarak, hızlı bir tarzda güç topladılar. 12 Mart 1971 darbesi sonucu, yenilgiye uğrayan radikal “sol”un yılgın küçük-burjuva aydın taraftarlarını topladılar. Örneğin, o dönemde TSİP’li, “ilerlemeci” olmak moda oldu. Yasal dergi ve gazeteleri bunlar çıkarıyor ve “devrimcilik”, “sosyalistlik” adına birçok insanı etraflarında toplayabiliyorlardı. DİSK ve diğer “demokratik kitle örgütleri” adı verilen örgütlerin yöneticilerinin büyük bir kesimi, “ilerlemeciler”e katılmıştı. Devrimci, sol gruplar kendilerini toplayıp siyasi faaliyete girmeye başladığında, revizyonistlerin önemli ölçüde güç kazandıklarını ve yol aldıklarını gördüler.
Ama ne var ki, 1983 Kasım seçimleriyle birlikte, tekrar 1973 sonrası döneme girilmedi. Revizyonizmin, 12 Eylül darbesi karşısında işçi ve emekçilerin mücadelesinin yenilgiye uğramasından önemli payı vardı. Bununla birlikte, karşı-devrim her şeye rağmen 1973 sonrasının yeniden doğmaması için, siyasal rejimde gerekli değişiklikleri yapmıştı ve olabildiğince dikkatliydi. 1983 Kasım seçimleri, 12 Eylül darbesinin gericiliği, her türden sağcı düşünceyi güçlendirdiğini gösteriyordu. Sosyal-demokrat olarak ortaya çıkanlar dahi daha geri düzeydeydi. 12 Eylül yenilgisi işçi ve emekçilerde moral bozukluğu yarattığı gibi, özellikle, işçi ve emekçiler, revizyonistler tarafından desteklenen CHP ve hükümetinin politikasının karsısında. “sol”a olan güvenini kaybetmişti. Bu kaybolan güven, CHF reformistleri ve revizyonistlerin 12 Eylül’den az önce ve 12 Eylül’den sonra darbeyi destekleyen politikalarıyla daha da gelişmişti. “Sola küsen” bilinçsiz yığınlar, darbecilere boyun eğmekten başka çıkar yol bulamamışlardı. Kısacası; göstermelik demokrasiye geçişle birlikte, siyasi rejim, revizyonistlerin tasfiyeci faaliyetlerine uygun bir özellik kazanmasına karşın, revizyonizm istenen boyutta işçiler ve emekçiler üzerinde etkin olamıyor olamayacaktır.
12 Eylül darbesinin Türkiye devrimci hareketine büyük kayıplar verdirmesinin baştan gelen nedenlerinden biri yasalcılıktı. On binlerce devrimci, Türkiye’deki siyasal rejime uygun düşmeyen yasalcılığın adeta “kurbanı” olmuştu. 12 Eylül darbesinin siyasal rejimde yaptığı değişikliğe rağmen, bugün, revizyonizm yasalcılığı yeniden diriltmeye çalışıyor.
Bugün, her türden revizyonist, siyasal ve ideolojik görüşlerini gözden geçirerek “yeni rejime” uygun hale getiriyor. Böylece, Türkiye devrimci hareketinin devrimci çizgi doğrultusunda yemden güçlenmesine engel olunmak isteniyor. Ama her renkten revizyonist, istedikleri ortamı bulamamanın de sıkıntısını çekiyor. Çünkü devrimci mücadeleden kopanlar, öyle geri düzeye savruldular ki, revizyonistlere doğru dahi bir eğilim göstermiyorlar. Binlerce, on binlerce küçük-burjuva, bir dönem burjuva demokrasisinin elde edilmesi amacıyla harekete katılmıştı. Hepsi de sosyalist geçiniyordu, sosyalizm için mücadele ediyormuş gibi devrimcilerin ve devrimci Marksistlerin saflarına katılmışlardı. Kısacası, burjuva demokratları oldukları halde, gerçek devrimcilerin ve sosyalistlerin saflarına katılmışlardı. Hemen devrim olacağını sanıyorlardı. Devrimci mücadelenin yenilgisi ve umutlarının boşa çıkmasıyla, bunlar devrim saflarını (hatta lafta da olsa kendine Marksist diyenlerin dahi) terk edip, ya sosyal-demokratlara katıldılar veya siyasetten dahi koparak, kapitalist sömürüden bir şeyler koparmanın peşine düştüler. (Bunların geldikleri sınıf ve aile çevresinin kapitalist sömürüden pay almaya imkân tanıdığı unutulmasın) Ve ya, düzen içinde iyi bir yaşantı kurmaya yarayacak meslekler edindiler.
İşte bu unsurlar, başlarının yeniden “belaya” girmesini istemedikleri için revizyonistlerden, dahi uzak duruyorlar. Çünkü 1960’lardan ’80’lere kadar ki siyasal sürece bir göz attığımızda, her on senede bir yasal olarak kurulan “sosyalist” partilerin, çeşitli derneklerin üye ve yöneticileri tutuklanmakta, 141-142. maddelere aykırı hareket ettiklerine dair iddialarla yargıç önüne çıkarılmaktadırlar. Örneğin, “Barış Derneği” yasal bir örgüt olmasına rağmen, üye ve yöneticileri hemen tutuklanıp, 141, 142. maddelere aykırı hareket ettikleri gerekçesiyle yargılanmışlar, “gizli örgüt” üyesi olmak iddiasıyla mahkûm edilmişlerdir. Türkiye’de, “sosyalistlik” adına, ne, kadar mevcut yasalara uygun siyasi faaliyet yürütülürse yürütülsün, yine de “gizli komünist partisi üyesi” olmak iddiasıyla yargılanıp cezalandırılmaktan kurtulunamıyor. Türkiye, 15 yaşında bir çocuğun “kırmızı fener altında gitar çalıp, komünizm propagandası yaptı” diye tutuklanıp yargılandığı bir ülkedir. Her yerde “orak-çekiç” resmi arandığını hiç kimse unutamaz.
Böylesine bir ülkede, işçi sınıfının siyasal hareketini rejime uyarlama dahi oldukça zordur. Bunun için (12 Eylül gibi terör döneminden sonra) düzenle kaynaşma imkânlarına sahip olanlara, “gelin yasalara uygun hareket eden sosyalist partiye katılın” çağrısına ses verenler, “eski devrimciler”in çok azınlığıydı. 12 Eylül öncesindeki devrimci hareketlerin taraftarlarının epeycesi sosyal demokratlaşarak SHP’li oldu. Yani, “sosyalistliği” terk ettiler.
1985’e gelindiğinde uluslararası revizyonizm içinde önemli değişiklikler oldu. Gorbaçov, SBKP’nin genel sekreteri oldu, Sovyet kapitalizmini çıkmazdan kurtarmak için sözde bürokratizme savaş açtı. Gorbaçov, Stalin’in ölümünden sonra Kruşçevci revizyonistlerin Sovyetlerdeki sosyalizmi ve proleter demokrasisini tasfiye ettiklerini unutturmak, Sovyetlerde Kruşçevcilerle birlikte kapitalizmin yeniden kurulduğunu gizlemek amacıyla, “glasnost”, “perestroyka” sloganlarıyla klasik kapitalizme dönüşün yollarını aramaya başladı. Gorbaçov, uluslararası kapitalizmle daha fazla kaynaşmak arzusuyla anti-Stalinist kampanya başlattı. O, emperyalist sisteme, emperyalistler arası savaşa rağmen kalıcı barışın, sözde silahsızlanmanın sağlanabileceği düşüncesiyle harekete geçerek Marksizm-Leninizm’e savaş açtı.
Gorbaçov, “demokrasiyi geliştirelim” laflarıyla, açıktan klasik kapitalizmi savunanlara söz hakkı tanırken, gerçek sosyalizmi, proletarya demokrasisini savunanlara “demokrasi” tanımamaya özen gösterdi.
Gorbaçov’cu revizyonistler, kapitalizmin savunucusu Buharin’in ve arkadaşlarının itibarını geri vererek, Stalin’in bunlara karşı haksızlık yaptığım söyleyip, “demokrasi” yaygarasıyla yeri göğü inletirken, diğer yandan da Lenin’in görüşlerini çarpıtmaktan, Stalin’in görüşlerine yasaklar getirmekten, çekingen ve korkak bir tarzda da olsa Stalin’i savunanları hemen susturmaktan geri kalmadılar. Gorbaçov’un “demokrasisi”, dinci gericiler ve her türden Marksizm-Leninizm düşmanları vb. içindir. Gorbaçov çok “demokrat”tır ama Kruşçev gibi, Stalin’i haksız, delilsiz, hiçbir maddi kanıt getirmeden suçlarken, bu suçlamaları tek tek delillerle çürüten Enver Hoca’nın görüşlerinin, Sovyetlerde yayınlanmasına da izin vermez. Kruşçevin Stalin hakkındaki iftiraları, Enver Hoca başta olmak üzere dünya Marksist-Leninistleri tarafından birer birer çürütüldüğü biliniyor. Gorbaçov, Stalin hakkında, Kruşçev’in suçlamalarının dışında yeni hiçbir şey getirmedi. Ama O, uluslararası emperyalist burjuvazi ve dünya gericiliğini arkasına alarak, anti-Stalin kampanyasıyla Kruşçev ile birlikte kapitalist yola giren Sovyet ekonomisinin çıkmazının faturasını, Lenin’in, Stalin’in şanlı sosyalist dönemine kesmeye çalışıyor. “70 senelik sosyalizmin hataları” adı altında, sosyalist Sovyetlerle kapitalist Sovyetler arasındaki farkı göz ardı etmektedir. Stalin, sosyalist ekonomiyi uyguluyordu. 1929’larda dünya kapitalizmi ekonomik krizin içine yuvarlanarak bataklığa doğru sürüklenirken, sosyalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu Sovyetlerde ekonomi gelişiyor ve halkın refah düzeyi artıyordu. Günümüzün Sovyetleri ise, emperyalist-kapitalist ülkelerden bile daha şiddetli ekonomik krizin içindedir. Gorbaçov’cu revizyonistler bunun da nedenini, Stalin döneminde arıyorlar! Akılları sıra, Stalin dönemindeki sosyalizm sayesinde refah içinde yaşayan Sovyet halklarının, o dönemi hatırlamasını engelleyecekler. Bunun için Kruşçev-Brejnev döneminde kapitalist ekonominin gelişmesi sonucu güçlenen bürokrat burjuvazinin, onun yoz ve lüks yaşantısının, yolsuzluğun nedenlerinin Stalin dönemindeki sosyalizmde aranması gerektiğini ileri sürüyorlar.
Gorbaçov gerçek sosyalizmi yerden yere vururken, kapitalizme övgüler düzmekten, Lenin’in emperyalizm hakkındaki görüşlerinin yanlış olduğunu belirtmekten de geri kalmıyor. Gorbaçov, dünyanın her yerinde gerileme sürecine giren her türden revizyonisti canlandırmak için yoğun çaba harcıyor.
Batılı kapitalist ülkelerde yaşanan durgunluk ve yer yer patlak veren siyasi kriz koşullarına rağmen; çok önceden beri sosyal-demokratlarla aynı ideolojik siyasi görüşü savunan Avrupa “komünistli” revizyonistler başta olmak üzere tüm revizyonistler, hızlı bir tarzda güç kaybediyorlar.
Avrupa “komünistleri”nin ateşli savunucusu ve “teorisyeni” İspanyan meşhur revizyonist Carillo ve önderlik ettiği parti tamamen iflas etti. Carillo, sonunda revizyonist İspanya Komünist Partisi’nden de kovuldu. Programından proletarya kavramını ve proletarya demokrasisini çıkaran Fransa’nın revizyonist partisi, artık tükenme dönemini yaşıyor, parçalanıp dağılma sürecinde. Aynı akıbeti İtalyan revizyonist partisi de yaşıyor.
Derinleşen kapitalizmin genel bunalımı döneminde, işçi ve emekçilerin karşısına devrimci bir alternatif sunamayan revizyonistlerin, giderek erimesinden doğal bir şey olamaz. Sözde sosyalist olan ülkelere bakarsak, onların da Kruşçev’in izinden giderek kapitalizmi yeniden inşa etmenin bedelini ödediklerini görürüz. Bunlar, ekonomik krizden kurtulabilmek için batılı emperyalist burjuvazinin sömürüsü altına girmekten başka çıkar yol göremiyorlar. Tito’nun “öz yönetim sosyalizmi” isimli kapitalist sistemi de daha bir çıkmaza saplanmış, Yugoslav toplumu derin ve şiddetli bir bunalımın içine yuvarlanmıştır. Enver Hoca’nın Yugoslavya için söyledikleri bugün, pratik tarafından bir bir kanıtlanıyor. Enver Hoca, çok kısa bir süre sonra Yugoslavya’da burjuva şovenizminin alabildiğine hortlayacağını, Yugoslavya’nın milliyetlerin çatışma alanına döneceğini söylüyordu. Yugoslavya’da kapitalizm, tüm çelişkileriyle tarih sahnesine çıkmıştır. (Bkz. dipnot 3)
Kapitalist ekonomi krizinin dünyayı sardığı, emperyalizmin sömürgesi ülkelerdeki işçi ve emekçiler başta olmak üzere, tüm dünyadaki işçi ve emekçilerin kapitalizmin krizi altında ezildikleri bir dönemde, Gorbaçov’cu revizyonistler, kapitalizme övgüler düzebiliyor, çürüyen kapitalizm demek olan tekelci dönemde, kapitalizmin gelişme dönemini yaşadığını ve kapitalist üretim ilişkilerinin esasta üretici güçlerin gelişmesinde olumlu rol oynadıklarını ileri sürebiliyor. Sovyet revizyonistleri çürüyen, içine yuvarlandıkları ekonomik krizden bir türlü kurtulamayan kapitalizme hayrandır.
Çin’in Deng’i, Gorbacov’dan çok önce, klasik kapitalizmin yolunu tutmuştu. Kapitalizmin ekonomik krizi, günümüz Çin’ini dört bir yandan sarıyor. Emperyalistlere, sömürüye açılan kapılar enflasyonu, işsizliği birlikte getiriyor. Deng’in “liberal ekonomi”si çıkmazdı.
Dünya revizyonizminin böylesine bir bunalım içine girdiği dönemde, Gorbaçov’un “perestroyka”sı revizyonizmin derdine çare olabilir mi? (Bkz. dipnot 4)
Gorbaçov’un revizyonist düzenlemelerinden en fazla güç alanlar, Türkiye’nin revizyonistleri oldu. TKP’liler, TİP’liler, lafta da olsa sosyalizmin bazı devrimci ilkelerini savunmak zorunda kalıyorlardı. 12 Eylül sonrası, bu durum onları zorda bırakıyordu. Türkiye’nin “yeni siyasal rejimine” uygun değişikler yapmadan, yasal siyasi faaliyet sürdüremeyeceklerini biliyorlardı. Ama görüşlerinde yapacakları değişiklerin, devrim ve sosyalizm adına etraflarında toplanan kişilerin tepkisini çekmemesi gerekirdi. Kendilerinin dışında örgütlenen diğer revizyonist grupların “yeni görüşlere” karşı çıkmaları da düşünebilirdi. Bunun için ilk önce, “Sol Birlik” adı altında tüm Sovyetçi revizyonistleri yeni rejime uyarlamayı öngören platformda bir araya getirdiler. Ama bu girişimler, TKP ve TİP’lileri sıkıntıdan kurtarmaya yetmiyordu. İşte tam bu alanda Gorbaçov “imdatlarına” yetişti. Gorbaçov’un “bürokratizme” açtığı savaş TKP’lileri güçlendirebilirdi. Çünkü Türkiye’de, “Sovyetler sosyalisttir ama bürokratlar egemendir” diyen, önemli sayıda “sosyalist grup” vardı. TKP, “evet, Sovyetler’de bürokratlar egemendi” diyerek, bunlarla birleşebilirdi. Örneğin Yeni Öncü isimli derginin yazarları “bürokratizmi” eleştiri temelinde TKP’lilerle birleşmeye hazırdı.
Bir dönem keskin TKP ve Sovyet “düşmanı” olan Aydınlıkçılar, Gorbaçov’a sempatik bakmaya başladı. Gorbaçov klasik kapitalizm yolunu izleyip, sosyalizmin biçimsel kalıntılarını tasfiye etmek için kollarını sıvadığına göre, artık Aydınlıkçılar için de geriye bir sorun kalmıyordu. Aybar ve diğer Avrupa “komünizmi”ne sempati duyanların Gorbaçov’a ve onun izinde yürüyen TKP’lilere karşı yeniden dostluk duyguları gelişiyordu. Kısacası, Türkiyeli revizyonistler arasında dostluğun doğmasını sağlıyor, kucaklaşmalarının koşullarını yaratıyor ve birleşmelerinin önünde tek engel olarak kariyerizm hastalığı kalıyordu. Birbirlerinin emrine kolayca giremeyeceklerini düşünerek, ayrı örgütler olarak kalıp, aynı amaçta birleşmeyi yeğlediler.
Revizyonistlerin birleşmesinin temel dayanağını anti-Stalinizm oluşturuyor. Gorbaçov’un anti-Stalinizm’i, Türkiyeli revizyonistlerin birliğinde yapıştırıcı rol oynuyor. Anti-Stalinizm, Ecevit gibi gericilerin, sosyal-demokratlarla revizyonistlerin arasındaki dostluğu da pekiştiriyor. Anti-Stalinizm, “çok partili sosyalizm” düşüncesiyle destekleniyor ve geliştiriliyor. 12 Eylül darbesi önünde boyun eğip seslerini çıkarmayanlar anti-, Stalinizm temelinde bir araya gelip, “demokrasi” savunucusu kesilebiliyorlar. Tabii savundukları, vazgeçmek istemedikleri, proleter demokrasisi değil, burjuva demokrasisidir.
Revizyonizmin, 1983’den başlayıp, 1987 Kasım seçimlerine kadar süren bu yoğun faaliyeti artık eski hızını kaybetmek üzeredir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, “komünist partisi kurulabilir” diyerek, hızını kaybeden revizyonistlerin faaliyetini yeniden manşetlere çıkararak, tartışmaları canlandırdı. Niye sorusunun cevabı açıktır. Çünkü revizyonistler, şovlar düzenlemelerine rağmen, işçi ve emekçiler üzerindeki eski ideolojik ve siyasi etkinliklerini canlandıramadılar. Bugün yine, işçilerin, emekçilerin, gençliğin yeni yeni kımıldayan hareketinde etkili olanın devrimci “sol” güçlerin olduğu söyleniyor. Günlük gazeteler bu haberlerle dolup taşıyor. Gazete haberlerine, yorumlarına, başbakanın, bakanların, emniyet müdürlerinin açıklamalarına baktığımızda, çeşitli kitlesel eylemlerin arkasında devrimci grupların olduğu ileri sürülüyor.
Demek ki, revizyonistler bugünkü koşullarda tarihsel görevleri olan tasfiyeciliği istenen tarzda yerine getiremezler. Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar vb. devrimi reddedip seçimle işbaşına gelmeyi vaat eden, demokrasiyi savunan, burjuva demokrasisi sayesinde iktidara geleceğini ileri süren ve proletarya demokrasisini reddeden vb. özellikleri olan, ismi “komünist” bir parti kurulabilir demelerinin sebebi, revizyonizmin tasfiyeci görevini yerine getirmesinin ortamını tam olarak hazırlamaktır.
Doğru ideolojik görüşlere sahip olmadan, tutarlı bir siyasi çizgi ilemeden, karşı-devrimin saldırılarıyla gelişip gürbüzleşen tasfiyecilik etkisiz hale getirilemez. Bugün de, dün de, rejime uyarlı “Marksist” olma uğraşısı sürüyor. Rejime uyumlu “Marksistler”in yolunda yürümenin nelere mal olduğunu herkes gördü.
Tasfiyeciliğin sadece revizyonist hareketlerle sınırlı olduğu düşünülmemeli. 70 seneden beri TKP, legale çıkmak için çaba harcadı. Onun bu uğraşısındaki amacının ve yaydığı görüşlerinin sadece revizyonist akımların etki alanından ibaret olduğu yine düşünülmemeli. Revizyonizmin reformist görüşleri ve siyasal bakış açısının ve taktiklerinin etkisi halen sürüyor. Kruşçev’ci, Gorbaçov’cu revizyonist görüşler, Türkiye’nin revizyonistlerini besliyor. Tasfiyeci fikirler, devrimci saflar da yayılıyor. 12 Eylül darbesine rağmen hiçbir şey değişmemiş gibi, 12 Eylül öncesi hatalar tekrarlanıyor. Bir yandan yasal dergiler kanalıyla “siyasi ajitasyon”un örgütlenmeye çalışıldığı söyleniyor. Legal araçlardan yararlanma adı altında, legalizm tekrar hortlatılıyor vb.
Tasfiyeciliğin Türkiye toplumunda derin kökleri vardır. Bunun için tasfiyeciliğe karşı sürekli ideolojik mücadele yürütülmelidir. Kruşçev’ci, Gorbaçov’cu… tüm modern revizyonistler günümüzün en büyük tasfiyecileridir. Modern revizyonistler, dünyadaki proletaryanın gerçek siyasi hareketlerini tasfiye ederek, etkisiz hale getirmede büyük rol oynadılar. Proletarya burjuvazi karşısında silahsızlandırıldı. Kapitalizmin krizi, kronik bir hale gelmesine, dünyada işçi ve emekçilerin her geçen gün daha fazla yoksullaşmasına rağmen, proletarya sosyal kurtuluşa doğru eskisi kadar güçlü bir tarzda yürüyemiyor. Çünkü egemen burjuvazinin ekonomik ve politik saldırılarının yanı sıra, proletaryanın dostu pozlarında ortalıkta dolaşan revizyonistler, mücadelenin önünü kesip, kapitalizmin yaşamasına yardım ediyorlar. İşte bunun için tasfiyecilik küçümsenmemeli ve ona karşı sürekli mücadele edilmelidir.
Dipnotlar:
1- Gerçi bunların 12 Eylül öncesinde, yığınlar içinde bir etkinlikleri yoktu. Tecrit edilmiş bir avuç burjuva aydınından ibarettiler. Görevleri de, karşı-devrime hizmet etmekti. Bu nedenle, onların taktiklerinin doğruluğunun yanlışlığını da tartışmaya gerek yok.
2- “Kargaşa” sözü ile, Türkiye devrimci hareketinin ve işçilerin, emekçilerin sömürü ve baskıya karşı eyleme girmelerinin kastedildiği hiçbir zaman unutulmamalıdır.
3- Yugoslav halkının gerçekleri görmemesi için, Sırp burjuvazisi bilinçli bir tarzda Arnavut düşmanlığını körüklüyor. Sırp halkına, sosyalist Arnavutluğu hedef olarak gösteriyor. Oysa sosyalist Arnavutluk, hiçbir şekilde, Yugoslavya’nın içişlerine karışmadı, Kosova sorununu Yugoslavya’nın iç sorunu olarak gördü.
4- Revizyonizmin çıkmazını gören gerici emperyalist burjuvazi ve onun ideologları, hemen, kapitalizmin karşısında “komünizmin” iflas ettiğine dair propagandaya başlıyorlar. CIA ajanlarının teranelerini Recep Ergün Paşa’lar da tekrar etmeye başladı. Bir dönem Ankara’nın sıkıyönetim komutanı olarak işkencecileri koruduğu iddia edilen Recep Ergün, “komünizm iflas etmiştir”, “dünyada sosyalist ülke kalmamıştır” diyebiliyor. Recep Ergün gibiler yanılıyorlar. Çünkü kapitalizmin yerini sosyalizme bırakmasının zorunluluğu, dünyada sosyalist ülkenin var olup olmamasına bağlı değil. Dünyada sosyalist bir ülkenin olmadığı dönemde, kapitalizm yerini sosyalizme bırakmak zorunda kaldı.
Kapitalizmin iç çelişkileri; burjuvazinin proletaryayı sömürmesi; üretici güçler geliştikçe üretimin sosyal karakteriyle mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkinin keskinleşmesi; üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında uyumun sağlanmasının kaçınılmazlığı, oysa kapitalist üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki uyumsuzluğun devrimci dönüşüm olmadan giderilmezliği, aralarındaki çelişkinin uzlaşmaz olması, kapitalist özel mülkiyetin yerini kaçınılmaz olarak sosyalist kolektif mülkiyetin almasının zorunluluğu ve bu zorunluluğun insan iradesine tabi olmaması vb. sosyalist toplumun doğuşunu belirler. Aslında iflas eden sosyalizm değil, kapitalizm ve kapitalizmin başka bir biçimi olan revizyonist sistemdir.
Aralık 1988